Kestaneler Altında

Kestaneler Altında
Yakup İsmail

İsmail Yakup
Kestaneler Altında

KESTANELER ALTINDA
Ders yılı açılış töreninden sonra meslektaşlarımla birlikte öğretmenler odasında toplanmıştık. Hepimiz heyecan içindeydik. Öğrenciler de, öğretmenler de tatil boyu hiç görüşmemişler ve birbirlerine anlatacak pek çok anı biriktirmişlerdi. Ben de heyecanlıydım. Öğretmen okulunu henüz bitirmiş, acemiliğimin içimde uyandırdığı ürkeklik ile pek de küçük olmayan bu Rodop köyüne ilk defa ayak basıyordum. Burada hiç tanıdığım yoktu. Yani benim hissettiğim diğerlerinin heyecanından hem daha farklı hem daha büyüktü. Bu yabancı köyde konuşacak, dertleşecek, kimseyle iletişim kurabilecek miydim? Meslektaşlarım nasıl kabul edecekti beni? Ya öğrenciler?
Dışarıda başlayan heyecan sınıflarda, derslerden sonra ise öğretmen odasında devam etti. Bütün öğretmenler ilk ders gününde derslerini bitirip tekrar bir araya geldiğinde müdür kapıdan içeri girdi ve “Ders yılına iyi başladık,” dedi. “Okula gelmeyen öğrencimiz yok. Açılış töreni de güzel oldu. Bediî programa iştirak eden çocuklar birkaç gün içinde çok güzel hazırlanmışlar. Şiirler, şarkılar, hepsi yerinde. Bu işi üzerine almış olan arkadaşımızı hepimizin adına tebrik eder ve kendisine teşekkür ederim. Hepinize yeni ders yılında büyük başarılar dilerim. Tahsilini henüz bitirmiş ve mesleğine bizim okulda başlayan yeni arkadaşımızla hepiniz artık tanıştınız. Ona da mesleğindeki bu ilk adımlarında başarılar dilerim.”
Onun ardından köy muhtarı da girdi içeri. O, çok heyecanlı bir konuşma yapmıştı törende. Şimdi yanımıza geldiğinde, yeni ders yılımızı bir daha tebrikledi:
“Bütün ders yılı boyunca hepinize yüksek başarılar dilerim. Köy halkı bu yıl daha bir dikkatli. Okulumuzun bu ilk ders günü için herkes çok heyecanlı. Öğrencisi olan komşular da geldi, olmayanlar da.”
“Madem Sessiz Ali de buradaydı…” dedi arkadaşlardan biri. Bunu duyunca diğerleri bayağı gülüştüler. Takdir mi ettiler o geleni, yoksa alay mı, pek anlayamadım.
“Kim bu Sessiz Ali?” diye sordum yavaşça yanı başımdaki meslektaşa. Eliyle işaret etti “Sabret, sonra anlatırım” der gibiydi.
Biraz daha oyalandık öğretmen odasında. Müdür en yakın zamanda halledilmesi gereken sorunlar üzerine konuştu ve yarından itibaren ders yılı boyunca bizlere tekrar başarılar dileyerek çıktı.
Birkaç dakika içinde okul boşalıverdi. Herkes evinin yolunu tuttu. Bir ben kaldım öğretmen odasında. Muhtarın da yardımıyla oda kiraladığım eve mi gideyim, yoksa lokantaya öğle yemeğine mi, diye tereddüt ettim durdum birkaç dakika. Saate baktım. Yemeğe daha çok erkendi. Postaneye gitmeye karar verdim. Ev sahibinden sonra bu köyde ikinci tanıştığım insan postane şefi olmuştu. Açık kalan kapıdan beni görmüş olacak ki, hemen seslendi:
“Buyur öğretmen, buyur! Gel de konuşalım! Nasıl geçti ilk ders günü? Çocukların hepsi geldi mi? Bayan öğretmenlerle tanıştın artık, değil mi?”
‘Bu postacı bayağı konuşkan galiba,’ diye geçti aklımdan. Daha dün ilk kez görüşmüştük.
“Evet, iyi başladık,” dedim. “Çocukların hepsi geldi. Hasta falan yok. Bundan sonra hep böyle iyi devam ederiz inşallah. Bir şey sorsam, müsaade eder misin?”
“Evet?”
“Gazete satıyor musunuz? Herhangi bir gazeteyi okumak istesem nereden bulabilirim?”
“Ne gezer. Gazete satan yer sadece kasabada, belediye merkezinde var. Burada biricik vasıta abone olmak. Şimdi abone olursanız gelecek ayın birinden itibaren gazeteniz gelmeye başlar.”
“Tamam. Yaz: “Posta” ve “Edebiyat”.
Bizim postacı hemen kavradı kâğıdı kalemi:
“Olur. Derhal… Posta…ve… Edebiyat… Bunca yıldan beri “Edebiyat” gazetesi yalnız bir kişi alıyordu bizim köyde: Sessiz Ali. Siz ikinci kişi oluyorsunuz. Artık iki “Edebiyat” gazetesi gelecek köyümüze. O da on yıldan fazla bir zaman sonra… Bu gazeteyi okumaya başlayınca siz de Sessiz Ali gibi olmayasınız hey…! İşte makbuzlar.
Bundan sonra ayın sonunu beklemekten başka yapacağınız bir şey kalmadı.”
Hakikaten de çok konuşuyor bizim postacı. O da Sessiz Ali’yi anıyor. Hem de alaylı bir şekilde.
“Nasıl bir insan bu Sessiz Ali? Ne yapıyor bu adam da onun gibi olmamamı tembihliyorsunuz? diye sordum.
“Adından belli! aylarca sesini duyan yok. ‘Edebiyat’ gazetesini okumaktan başka bir şey bilmiyor.”
“Edebiyat’ gazetesini okumak kötü bir şey mi yoksa?”
“Ne buluyor onda yahu! Haber yok, fıkra yok, spor haberleri yok, bulmaca yok… Bunca sene Sofya’larda süründü durdu, bir ‘Edebiyat’ gazetesini okumayı öğrenebilmiş işte.” dedi.
Postacı ile kafa tutmaktan vazgeçtim. Öğle yemeğine gideyim dedim kendi kendime.
Sakin, güneşli bir eylül günüydü. İnsanın lokanta içinde durası gelmiyordu doğrusu. Benden önce gelmiş olan üç-dört kişilik bir grup çıkıp taraçadaki masalardan birine yerleşmişti. Ben de öyle yaptım. Diğerlerinden uzak bir masa seçtim ve oturdum. Hemen gelen garsona yemek için ne var diye sordum.
“Izgara. Başka bir şey yok.” cevabını verdi. “Tamam dedim, öyle olsun.”
“Izgara hazır oluncaya dek bir bira?” diye sordu garson. “Kahve. Bira da olur ama yemekle birlikte.” dedim. Şoka girmiş gibi baktı bana doğru. Sonra toparladı kendini, “tamam” dedi ve uzaklaştı.
Diğer masada insanlar biraların tesiri altında olduklarından herhalde, hararetli bir şekilde konuşmaya başlamışlardı. Arada sırada beni seyrediyorlarmış gibi hissediyordum. Buranın yabancısıyım, dikkatlerini çektim herhalde dedim içimden ve etrafı seyre daldım.
Taraçadan köy içi çok iyi görünüyordu. Yukarı doğru uzanan ve köyden şehre giden yola karışan sokakta giden gelen insanları, otomobilleri rahatça seyredebiliyorsun. Aşağı tarafa doğru giden sokak ise köy altında bulunan ve kuraklıktan artık yeşilliğini kaybetmiş olan çayırlara kadar uzanıyor. Oturduğum yerden görünen merkez sokak olsun, yan sokaklar olsun, hepsi asfalt döşenmiş. İçimden “işte bu köyde geçireceğim öğretmenliğimin ilk yılını.” dedim.
“Burası bizim insanlar için durak yeri,” dedi kahveyi getirmiş olan garson. “Kentten günde dört defa gelen otobüsü bekleyenler de burada oturuyor, akşamları otlaktan dönen inekleri, koyunu, keçiyi karşılamaya çıkanlar da.”
Hakikaten de az sonra köyün üst tarafında otobüs sesi duyuldu. Taraçanın diğer ucundaki gürültülü masa biranda boşalıverdi. Ama sakinliğe sevinmeme zaman kalmadan bir hoparlör ilkin hafifçe çatırdar gibi oldu. Sonra birdenbire mümkün olan en yüksek sesle artık saatin on iki olduğunu bildirdi. Hemen ardından da spiker öğle haberlerini okumaya başladı. Ben dikkatle haberleri dinlerken postacı yanıma yanaşıp müsaade istedi.
“Buyurun,” dedim ve yanı başımda duran sandalyeyi gösterdim.
Sonra da içimden sessizliğe vakit yok diye geçirdim. Bilmişim de: “Garson, iki bira!.. Üç olsun! Sen de gel, otur yanımıza! Bugün öyle de böyle de müşterin olmayacak. Hem gel de yeni öğretmenle tanış!” diye bağırdı postacı.
Sonra bana döndü, biraz daha alçak sesle devam etti:
“Bugün şehirde pazar var. İşi olan da gidiyor, olmayan da. Eli ayağı tutana cuma günü şehre inmek mecbur gibi bir şey.”
Garson çevik bir oğlanmış meğer. Postacının dediklerini derhal yerine getirdi ve şişeleri çabuk elden açtı. Postacı devam etti:
“Tanış yeni öğretmenle! Dün geldi. Ha şimdi şerefimize!” diyerek şişeler tokuşturuldu. İster istemez ben de içtim.
“Öğretmen daha dün geldi ama gazeteye bile abone oldu!” “Hem de ‘Edebiyat gazetesine’ diye ekledim içimden. O da yüksek sesle tekrarladı zaten:
“Hem de ‘Edebiyat’ gazetesine!”
“Sessiz Ali gibi,” dedim içimden. Postacı da arkamdan tekrarladı:
“Sessiz Ali gibi!”
İçimden gülmek geliyor ama kendimi tutuyordum. “Hem de yıl sonuna kadar!” dedim. Postacı hemen tekrarladı: “Hem de yılsonuna kadar!”
Bu defa korktum doğrusu. Bu postacı içimden geçenleri bir bir okuyor mu ne? Onun yanında galiba hiçbir şey düşünmemek gerekecek!
Aşçı gişe camını tıklattı. “Siparişler hazır!” dedim içimden. “Siparişler hazır!” diye haykırdı aşçı.
‘Ne oluyor burada yahu!’ diye sordum içimden. ‘Ben mi başkalarının düşüncelerini okuyorum, yoksa etrafımdakiler mi benim düşüncelerimi okuyup tekrarlıyor bu köyde!?”
Garson yemekleri getirdi ve kısa bir zaman için de olsa masaya sessizlik çöktü. Yemekler biter bitmez postacı durur mu yine konuşmaya başladı:
“On dakika sonra kalkmam gerekiyor. Her gün devlet radyosundan verilen öğle haberlerini hoparlör vasıtasıyla halka iletmekle vazifeliyim. Nasıl, çok iyi duyuluyor değil mi? İnsanların kulaklarını doldura doldura anlatıyor anlatan. Hem radyosu olmayan dinlesin hem de saati doğru gitmeyen on ikide saatini ayarlasın devlet saatine göre. Ama öyle değil mi?”
“Öyle,” dedim ister istemez.
Az sonra kalktı, gitti. Hoparlör de sustu. Ben de rahatladım. “Oh be, dünya varmış.” dedim. Derin derin nefes aldım. Bir süre sonra garsona gelmesi için elimle işaret ettim. Hesabı öderken:
“Kim bu Sessiz Ali? diye sordum. Dudak büktü:
“Adı üstünde sessizin biri. Enayi desem enayi değil; çok okumaktan aklına bir şey olmuş desem, o da yalan. Başkalarının dediği kadar boş kafalı değil bence. İnsanların bilmediği, anlamadığı bir derdi var belki. Köyümüzde kaldıkça bir şeyler görür, duyar ve öğrenirsiniz işte.”
“Yemekten önce bira yerine kahve içeceğimi söylediğimde şaşırdınız gibime geldi.”
“Bizim köyde kahve sade sabahları içilir. Başka saatlerde…” “Yalnız Sessiz Ali içer değil mi?”
“Evet,” dedi garson yine o şaşkın bakışlarıyla ve usulcacık uzaklaştı oturduğum masanın yanından. Ben de bir defa da olsa yabancı bir kimsenin düşüncelerini okuyabilmiştim!
Bu köye gelişimin dördüncü yahut beşinci günüydü. Yine lokantanın taraçasına oturmuş, öğle kahvesini içiyordum. Bugün altı saat dersim vardı ve okuldan biraz daha geç çıkmıştım. Otobüs artık kente varmış, postacı çoktan iş yerine dönmüştü. Şimdiye kadar köy içinde karşılaşmadığım, otuz beş kırk yaşlarında biri geldi ve taraçanın en uzak köşesindeki masaya oturdu. Garson hemencecik kahve dolu fincanı yetiştirdi önüne. Büfeye doğru uzaklaşırken göz attı bana sanki yeni geleni gösterir gibi. Anlayamadım ne demek istediğini.
Oturduğum yerden köy içini seyre daldım yine. Evlerin çoğu yeni yapılmıştı. Sokaklar oldukça temizdi. Öyle çok fazla gezinen de yoktu.
Kır işleri henüz bitmemiş. Kimileri son tütün yapraklarını topluyor, kimileri ise topladığını evde bir gölgeye oturmuş, dizmeye çalışıyordu. Şehirdeki fabrikalara çalışmaya gidenler de az değildi anladığıma göre.
Arkamdaki masada kâğıt oynayanların sesi geldi kulağıma. İstemeyerek dönüp baktım. Az önce gelen adam, önüne bir gazete açmış hem sayfalarını yavaş yavaş çevirerek yazıların başlıklarını gözden geçiriyor, hem de kahvesini yudumluyordu. Gazetenin başlığı ilişti gözüme bir ara: EDEBİYAT. Yani Sessiz Ali dedikleri kişi şu an karşımda oturuyordu! Buraya geldiğimden beri adını hemen hemen her gün duyduğum şahıs. Zayıf ve biraz uzun boyluydu. Saçlarını da geri doğru taramıştı. Belli ki, elbiseleri her gün ütü, görüyor… Alnında artık birkaç kırışık belirmiş. Yüzünde sanki dargınmış gibi ne üzüntü ne de herhangi bir memnuniyet ifadesi hakimdi. Anlaşılması meçhul bir ifade işte.
O günden sonra hemen hemen her öğle onu lokantada kahve içerken ve gazete sayfalarını karıştırırken görüyordum. Daima aynı masaya, hatta imkân dahilinde aynı sandalyeye oturuyordu. Sessizce geliyor, sessizce gidiyordu. Kimselerin masasına gitmiyor ama başkalarının onun yanına gelip oturduğu oluyordu, o da başka boş yer bulamamışlarsa. Kimseyle konuşmuyordu. En azından ben hiç duymadım. Hatta garsonla bile. Oturur oturmaz kahvesi geliyordu. İçerisi tenha ise saatlerce oturuyor, gazetesini sakin sakin okuyordu. Müşteriler kalabalık ise çabucak kalkıp gidiyordu. Kim bilir, kalabalıktan ve gürültüden mi hoşlanmıyordu, yoksa yer işgal edip de müşterilere ve lokantacıya engel olmak mı istemiyordu? Garsonu bir kez olsun beklemiyor, gereken parayı kahve fincanının yanı başına bırakıp gidiyordu.
Artık buraya geleli iki ay olmuştu ve hemen hemen bütün köy halkını tanıyordum. Kim ne işle uğraşıyor, kim hangi sokakta, hatta hangi evde oturuyor, biliyordum. Elbette ki, öncelikle öğrencilerin hanelerini öğrenmiştim. Sonra gençlerin. Kimisiyle kahve içerken, kimisiyle futbol alanında, kimisiyle gençler kulübünde kitap ve dergi karıştırırken yahut yine satranç oynarken tanışmıştık ve en nihayet tanımadığım kimse kalmamıştı köy içinde. Yalnız işte şu Sessiz Ali dedikleri beyefendiyle senli benli değildik hala. Köy yerinde herkes herkesi tanıdığı için kimse kimsenin yanından selam vermeden geçmiyordu. Bu kaide icabı ve evvelki alışkanlık üzere ve daha küçük gibi Ali ağabeyle karşılaştığımda ona daima selam veriyordum. İlk zamanlarda cevap veriyor muydu, vermiyor muydu, pek fark edemiyordum. Ama sonra sonra sesini hafif de olsa duymaya başlamıştım.
En nihayet bir gün lokantada onu yalnız yakaladım. Artık havalar soğumuş, müşteriler o kadar çok tercih ettikleri taraçayı terk etmişlerdi. Ali ağabey yine yapayalnız oturuyordu. Önünde gazete, yanı başında kahve fincanı. Taze getirilmiş herhalde ki, dumanı üstünde tütüyordu.
“Merhaba Ali ağabey,” dedim ve oturabilir miyim diye sorar gibi baktım. Onun masasına oturmaya iyice kararlı olduğumu, benden kurtulamayacağını anlamışçasına baktı ve karşısındaki boş sandalyeyi eliyle işaret etti, “Buyur, otur” der gibi.
Oturdum. Garsonun getirdiği kahveden bir yudum aldım. Sonra pencereden dışarı bakarak:
“Havalar soğudu. Çok gitmez bu yel, bu bulutlar, güz yağmurlarını getirir artık.” dedim. “Evet, zamanı artık,” diye cevap verdi alçak ve sakin ses tonuyla.
“Zamanı. Kasım çoktan geldi geçti.” dedim. Sonra ikimiz de sustuk. Hem de uzunca bir zaman. Kahvelerden birer ikişer yudum aldık. Susmayı daha fazla devam ettirmemek için sordum:
“Hangi gazeteyi gözden geçiriyorsun?”
Gafil avlanmışçasına bir ifade kapladı yüzünü. Hatta kızarır gibi oldu. Gazetenin bir tarafını hafifçe kaldırdı, “İşte bak, gör” der gibi. Gördüm ben de. “Edebiyat” gazetesi.
“Enteresan bir şey var mı?”
Cevap yok. Yalnız dudaklarını büktü “Kim bilir?” der gibi. O sustu, ben de aynı. Ne o, ne de ben konuşacak bir konu bulamıyorduk. “İç kahveni, sorup durma.” dedim kendi kendime ve pencereden dışarısını seyre daldım. Artık kalkmaya niyetlenmiştim ki o, benden acele davrandı. Gazeteyi dörde katlayıp cebine soktu, kalktı ve kapıya doğru gitti. Ardından garson elinde iki bira şişesiyle geldi. “Benden mi kaçtı?” diye sordum.
“Bilir miyim senden mi, benden mi?” diye cevap verdi garson omuzlarını silkerek ve ekledi: “Bayağı konuştunuz. Birer bira içeriz değil mi?”
“Olur.” dedim.
Gülümsedi cevabımı duyunca.
“Sessiz Ali gibi kahveden başka hiçbir şey içmeyi bilmiyorsunuz sanmıştım.”
“Ama yine de bira teklifinde bulundunuz.” “Napayım gelen giden yok, canım sıkıldı.” “Aç biraları. Hem içer hem konuşuruz.”
Konuştuk hakikaten de. Anladım ki, gencinin de yaşlısının da dilinde Sessiz Ali. Sessiz Ali demek suskun kişi demek, kahveden başka bir şey içmeyen demek. Okuyacak başka gazete bulamayıp da “Edebiyat” ı okuyan demek. Lokantada ayrı masaya oturan demek… Adamın her tutumu alayla karşılanıyordu bu köyde. Ama neden suskun duruyor, neden her karşıladığı kimseye sadece baş eğmekle selam veriyor? Neden kalabalığa karışmıyor? Bunları soran yok. Hakikaten de neden acaba? Köy burası, hem de ne kadar küçük. Herkes herkesle senli benli. Aralarında kavga edenler bir, iki, bilemedim üç gün kin tutuyorlar, dördüncü gün birbirlerini af ediyorlar ve hemen birlikte bira yahut kahve içmeye oturuyorlar. Şakası da, sohbeti de yeniden başlıyor. Ali ağabey bunların hepsinden uzak. Bugüne kadar hiçbir kimseyle kavga etmemesine rağmen ne sohbet ettiği var ne de şaka yaptığı. Hiç mi derdi yok, hiç mi dertleşeceği insan yok bu köyde, neden böyle uzak duruyor herkesten? İşte bu sorular yoruyordu kafamı bir hayli zamandan beri. Bunları garsona da açacak oldum. Bana:
“Ama yine de bayağı konuştunuz.”
“Ne konuşması? Bir cümle ben söyledim, bir cümle o!” “Sen ne söyledin, o ne cevap verdi?”
“Merhaba Ali ağabey, oturabilir miyim?” diye sordum.
“Büyük yanlışlık yapmışsın Öğretmen Bey, çok büyük yanlışlık!” “Nasıl yani?”
“Onun adı Ali değil ki!” “Ne?!”
“Onun adı Hayri! Ali takma adı. Başkalarının uydurması. Ali deyince bayağı gücenmiştir!”
Günlerce üzüldüm yaptığım yanlışlığa. Nasıl olmuştu da hakiki adını hiçbir kimsenin ağzından işitmemiştim!? Hiç kimse mi onun hakiki adını anmamıştı benim yanımda? Onun yüzüne nasıl bakacaktım bundan sonra? Ne yüzle çıkacaktım onun karşısına?
Günlerce Hayri ağabeye görünmemeye çalıştım, günlerce onun gittiği saatlerde lokantaya uğramadım, günlerce onun geçtiği sokaktan geçmemeye çalıştım.
Yine bulutlu, soğuk bir gündü. Kar yağdı yağacak. Kuzey rüzgârı sokağa her çıkanın yüzünü yakıyor, gözlerini yaşartıyordu. Köy için deki gezintiler iyice tenhalaşmıştı. Tütün tarlaları çoktan boşalmış, son diziler de tamamlanmıştı. Artık son iş, yani ürünü satışa hazırlayıp tacirlere teslim etmek kalmıştı.
Problemli iki öğrencim vardı sınıfımda. Oyuna mı fazla kaçıyorlardı, yoksa evde işe mi çokça koşuyorlardı anne ve babaları, öğrenmem gerekiyordu. Evlerini ziyaret etmek için yola çıktım.
Birinci öğrenciyi evde tütün elpezelerken buldum. Anne ve babasının çocuklarının okuldaki başarısıyla ilgilenmeyen kimseler olduklarını derhal anladım. Bugünlerde çok iş olduğunu, tütünü en yakın zamanda satmak gerektiğini anlattılar. Kız çocuğu değil mi, adını yazmayı öğrenmiş ya, daha fazla okumak neye gerek? Doktor mu olacak sanki? Bu konuları uzun uzun konuştuk. Öğrencim de bir köşede dinliyor, yarın okula yine hazırlıksız geleceğinden sıkılıyordu. En nihayet derslerini hazırlaması için çocuğa imkân vermelerine ikna edebildim aileyi ve oradan ayrıldım.
İkinci öğrencim köyün alt tarafında yaşıyordu. Vardığımda kimseyi bulamadım evde. Dış kapı kilitliydi. Bir yere gitmiş olmalıdırlar diyerek döndüm. Beş on adım atmamıştım ki, komşu evden bir ses geldi:
“Ne o öğretmen, bize uğramak yok mu?”
Döndüm ve sesin geldiği tarafa baktım. Sokağın üst tarafında yaşayan Koca Ahmet dede dedikleri komşuydu seslenen. Onun torunu da benim sınıfımdaydı. Annesi ve babası Batıya işe gitmişler, oğlan babaannesi ve dedesinin yanında kalmıştı. Öğrenciyle bir problemim olmadığı için onu ziyaret etmeye niyetim yoktu ama Ahmet dede oralarda döndüğümü pencereden görmüş olacak ki, setresini omuzlarına atarak kapıya çıkmış ve şimdi beni biraz da olsa utandırmaya çalışıyordu.
“Gel bakayım. Bizim evde su çıkmadı. Hem birer kahve içelim hem de bizim yaramaz hakkında biraz konuşalım.” dedi.
Geri döndüm ve girdim. Ahmet dedenin eşi soba başında akşam yemeğiyle, torun ise pencere boyundaki masada yarınki dersleriyle meşguldü.
“Günaydın!” dedim.
“Günaydın,” diye cevap verdiler üçü birden. Pencereden dışarı bir göz attım. Bütün sokak ve alt taraftaki evler ayna gibi görünüyordu. Ahmet ağabey hemen oğlana emir verdi.
‘‘Sen kitaplarını kavra ve haydi yukarı kata. Biz burada şimdi senin okuldaki rezaletlerini gözden geçireceğiz. Bakalım ne belalar yaptın son günlerde. Öğretmenle konuşmalarımızı dinlemen lazım değil haydi bakalım.” diyerek çocuğu yukarı gönderdi. Fakat sesinde bir tatlılık vardı. Belli ki, oğlanla olan münasebetleri yerli yerindeydi. Sonra bana döndü:
“Buyur, otur öğretmen. Hanım, haydi hemen bize iki kahve hazırla.”
“Neden iki? Üç yaparım. Ben de sizin yanınıza oturup, insan gibi bir kahvecik içerim.” diye cevap verdi eşi.
“İşittin mi öğretmen? Bizimle bir tutuyor kendini. Eheee! Bir zamanlar kadınlar sorulmadan cevap mı verirdi? Feracesini başına çekmeden yabancı erkek yanına mı çıkardı? Elinin hamuruyla erkeğin işine karışmaz, karışmaya cesaret bile edemezdi. Şimdiyse… “diye konuştu.
“Şimdiyse erkeklerin sultanlığı sona erdi değil mi? Seneler boyu kadınların hakları erkeklerinkilerle eşittir diye anlatıp duruyordunuz. Bunları anlatıp durmayın, bu işin sonu size yaramaz, pişman olursunuz.”
Ahmet ağabey bana bakarak omuzlarını kaldırdı:
“Ne diyeyim öğretmen? Bu söylenenlerden sonra bana susmaktan başka hiçbir şey kalıyor mu? Kalmıyor!”
“Evet Ahmet ağabey kalmıyor. Susman gerekiyor. Kadın haklı.” diye cevap verdim.
Kahveler çabucak hazır olmuştu. Tabla üç fincanla ve şeker kavanozuyla masaya geldi. Şerife abla kendine bir sandalye çekti ve yanımıza yerleşti·.
“Ha buyurun Öğretmen Bey, kahveler şekersiz. Ne kadar istersen o kadar koy.”
“Şekersiz içsem Şerife abla?” diye sordum.
“Daha iyi olur. Kahve ikramını daha az masrafla halletmiş olurum. Bak sen bizim Öğretmene, benim şekerim israf olacak diye korkmaya başlamış.”
Bu kadın hakikaten de şakacının şakacısı. Kahvelerden birer yudum aldık. Laf olsun diye:
“Şerife abla, ne yazıyor sizin kahve tablasında? Bana biraz ters geliyor, okuyamıyorum,” diye sordum.
“Sen o sözleri Ahmet ağabeyine okut. Okusun da kafasına koysun. Koysun da kahveyi hep yalnız içip durmasın.”
“Okuyayım,” dedi o da. “Okuyayım. Çevir şunu bana doğru. Tamam:
“Gönül ne kahve ister, ne kahvehane.
Gönül ahbap ister, kahve bahane!”
Anladın mı hanım?”
“Ben onu çok daha evvelsi okudum ve anladım. Sen şimdi okudun. İnşallah kafana koymuşsundur. Bugünden sonra kahveni yalnız içmezsin.”
“Tamam tamam. Tenkidini kabul ediyorum.”
Onların tatlı atışmalarından sonra, uzun uzun konuştuk. Havadan, sudan, gelen kıştan … Çok şeylerden bahsettik. Şerife abla geniş geniş ilgilendi sağ olsun ev durumumla. Annemi de sordu, babamı da. Kardeşim var mı yok mu, kimdir, ne işle meşgul, nerede yaşadığımı, nerede çalıştığımı gelip görmeyecekler mi, nasıl olmuş da onların köyüne düşmüşüm, evlenmek için ne düşünüyorum. Bu meseleyi daha fazla uzatmasam daha iyi olmaz mı? Yalnızlık iyi bir şey olsaydı, kimse evlenmez, birbirinin kahrını çekmezdi, vesaire vesaire… Bir ara Ahmet ağabey bir sigara yaktı ve söze karıştı:
“Öğretmenin canını sıkmaya başladın hanım. Onun her işine laf katmasan daha iyi olmaz mı? Tanıştın tanışmadın…”
“Tamam tamam, diye teslim oldu Şerife abla. Susacağım artık. Ben oğlana kötü yol göstermek istemiyorum. İyi oğlan göründü gözüme de büyüğü gibi nasihatte bulunayım dedim.”
Kalktı, boş fincanları toplamaya başladı.
“Eline sağlık Şerife abla! Kahve çok güzeldi!” dedim.
“Sağ ol. Siz konuşmaya devam edin, ben de diğer odada kendime başka iş bulayım.”
Ahmet ağabeyle gelişimin daha ilk günlerinde tanıştık ve çabucak senli benli olduk. Öğrencilerimi tanıdıktan sonra ebeveynlerle tanışıp görüşmek, bağlantı kurmaktı gayem. Her gün hademeyi yanıma alarak köyü ev ev gezdim ve bir hafta sonra hangi öğrencim hangi evde yaşıyor, annesi ve babası neyle meşgul, çocuğuna dersleri hazırlamada yardım ediyor mu, yardım etmek için imkânı var mı, yok mu, öğretim işlerine görüşü doğru mu değil mi, hepsini öğrenmiştim. Hepsinin içinde en çok Ahmet ağabey dikkatimi çekmişti. Belli ki çok görmüş, başından çok şeyler geçmişti. Herkesle, hatta torunuyla bile yaşlıyla konuşur gibi konuşuyordu. Öğretmenin vazifelerine ve tavsiyelerine anlayışlı bir şekilde yaklaşmasıyla hayran etti beni. Sonradan öğrendim ki, uzun yıllar köy muhtarıymış ve okulun kurulması, sokaklara asfalt döşenmesi, köye su getirilmesi ve daha birçok şeyler hep onun çabasıyla hallolmuş. Hatta ihtisası olmamasına rağmen kendi tabiriyle kıtlık yıllarda iki yıl öğretmenliği de varmış.
Odada ikimiz kaldığımızda:
“Ahmet ağabey, birkaç zamandan beri size bir şeyler sormak istiyorum ama…” dedim.
“Buyur öğretmen, neymiş o?” diye hemen merakını gösterdi. “Köyünüze geldiğim günden beri dikkatimi çeken bir sorun var.
Zaman zaman kurcalıyor kafamı. Sessiz Ali dediğiniz Hayri ağabey kapanıklığı ile suskunluğu ile herkesin dilinde. Hakikaten de kimseyle mi konuşmuyor, konuşmak istemiyor? Nasıl bir insandır biliyor musunuz?” diyerek merak ettiklerimi sordum ve gözlerimi hane sahibine çevirdim. Yüzünde beliren her hareket, her mimik, her tavır ilgilendiriyordu beni. O da mı alaylı alaylı konuşacaktı Hayri ağabey için, o da kulak asma böyle şeylere mi diyecekti? İlgilenme onunla, bırak şu enayiyi mi diyecekti? Bu akşamki konuşmamızı Hayri ağabeye yöneltmekle yanlışlık mı yaptım acaba? “Seni ne ilgilendiriyor” demeyecek miydi? Şimdiye kadar düşünmemiştim, belki de akrabaydılar. Bayağı bir gerginlikle bekledim.
Ahmet ağabey öncelikle bakışlarını yere çevirdi. Yüzü bayağı ciddileşmişti. Masa üzerindeki tütün kutusunu açtı, kalınca bir sigara sardı ve yaktı. Derin derip çekti tütün dumanını.
“Öğretmen,” dedi değişik fakat dargın olmayan bir tavırla. “Bu çok uzun bir mesele. Hayri bir hayli zaman öncesi böyle değildi. Pek çok kişinin bilmediği, çok kişilerin anlamadığı bir iş var işin içinde.”
Sustu. Nasıl devam edeceğini bilemeyen bir duruma düşmüş gibiydi. Sanki devam etsin mi etmesin mi, bildiklerini söylesin mi söylemesin mi diye soruyordu kendi kendine. Sigarasını bir daha asıldı derin derin ve kül kabına bıraktı. Kollarını göğsüne bağladı ve ağır ağır anlatmaya başladı:
“Bizim köy insanlarının çok iyi vasıfları vardır. Hepsi çalışkan, işini bilen, işten korkmayan, konuşkan, komşu hatırı güden, ihtiyacı olana derhal yardıma koşan insanlardır. Şakayı da çok severler. Ama bir kusurları var, bazen şakayı fazla yaparlar, aşırıya kaçarlar.
İşi alaya vardırırlar. Bir kimsenin zayıflıklarıyla alay etmek başka, iyi taraflarıyla alay etmek gene başka. Aşırı iyilikçiyi Allah da beğenmez diye bir ifade vardır, kim söylemiş bilmiyorum. Ama bizim köyde bu var, hiçbir işte, hiçbir şeyde umumdan farklı olmayacaksın. Farklı oldun mu dillerine dolayıp dururlar. Hayri tahsilli bir kimse. Tutumunda, giyiminde, konuşmasında kendini gösterir. Okumayı da çok sever. Onun bütün bu vasıflarıyla dalga geçenler var. Ama bu şakalar çok kişinin ağzından çıkmaya, defalarca tekrarlanmaya başladı mı artık alaya dönüşüyor. Tahsiliyle alay etmek, okumasıyla alay etmek… Ne demek oluyor? Onun da bir başka dünyası var işte. En mühimi de tahsilliyim diyerek böbürlendiği, kendini başkalarından üstün gördüğü yok ki…”
“Ne tahsili var onun?”
“Üniversite bitirdi. Edebiyat fakültesini. Sonra da gazetecilik. Birkaç zaman kaldı başkentte. Bildiğim kadarıyla bir gazetede çalıştı.”
“Sonra?”
“Sonrası, bundan on iki yıl öncesi birdenbire köyde belirdi. Gazeteden azledilmiş. Sebebini en iyi o bilecek. Bu hususta kimseyle konuştuğu yok. Benim anladığıma göre o gergin, demokrasinin ne olduğunu unuttuğumuz yıllarda emniyet organlarının, totaliter parti önderlerinin dikkatini çekmiş. Onun ifade ettiği düşünceler, konuşmaları bazı kimselerin hoşuna gitmemiş. Nereye çağrıldıysa çağrılmış ve başkentte kalması yasak edildi diye söylenmiş, doğduğu köye dönmesi mecbur edilmiş. Ben muhtardım o yıllar daha. Köye toplanmasından bir hafta sonra yazılı emir geldi. Hayri’nin köyden dışarı çıkması yasak edilmiş. Vade sonsuz, yani yeni bir emir gelinceye kadar devam edecek. Her sabah saat sekizde ve akşam saat beşte muhtarlığa gelip hususi bir deftere imza atacak. Bu, beş yıl kadar devam etti. İşte o zamanlar Hayri içine kapandıkça kapandı, kapandıkça kapandı. Kimseyle oturup konuşmaz, kimseyle dertleşmez oldu. Sohbetlere katılmaz, kimseyle ilgilenmez, kendi işleriyle kimseyi ilgilendirmez. Bu o zamandan beri hep böyle sürüp gidiyor…”
“Bu meseleler üzerine hiç konuştuğunuz olmadı mı? Sana hiçbir şey anlatmadı mı? Sen ilgilenmedin mi?”
“Hayır. Hiçbir zaman hiçbir şey sormadım ona. Sormak da istemedim. Bilmemem daha iyiydi onun için de, benim için de. Başkentte iken güvendiği kimselerden görmüş ne kötülük gördüyse. Başından geçenleri bana anlatacak, derdini deşecek olsa bile susmasını tavsiye edecektim. Zaten buraya döndükten sonra da etrafında dönenler, onunla yakınlaşmaya dost olmaya uğraşanlar oldu. İyi ki, kimseye açılmadı, kimselere yakınlık göstermedi. Aksi takdirde toplama kampını boylaması içten bile değildi. O yıllarda emniyet temsilcileri hiç boşlamazdı arkasını ama o, susmasını bildi.”
“Lakin şimdi zamanlar değişti! O zamanki emniyet organlarından eser bile kalmadı!
“Evet, haklısın. Lakin Hayri hiç değişmedi. Hep öyle, on iki yıl önceki gibi bir yaşam sürdürüyor. İşte bu bir muamma.”
“Neyle yaşıyor? Nasıl sağlıyor geçimini? Geliri nereden?”
“İlk yıllarda babası sağ iken annesinin de yardımıyla tütün işliyorlardı. Ondan daha küçük bir kardeşi var. Memleket içinde kuruculuk yerlerinde çalışıyor. İlk zamanlarda o da para yardımında bulunuyordu. Ama üçdört yıl öncesi Filibe taraflarından bir kadınla evlendi ve oralarda kaldı. Köye gelmeyi de, para yardımını da azalttı, sonra ise hepten kesti. İki kardeş arasındaki bağlar tamamıyla kesilmediyse de kesilmek üzeredir öyle tahmin ediyorum.”
“Ya şimdi?”
“Babası sağlığında arıyla uğraşmayı seviyordu. Hayri ondan bir şeyler öğrenmiş olacak ki, babası kaybolduktan sonra arılara daha büyük bir dikkatle sarıldı. Şimdi elli kadar arıya hizmet ediyor. Onlardan aldığı gelirle ve annesinin aldığı az da olsa emekli maaşıyla kıt kanaat geçiniyorlar.”
“Demokrasi geldikten sonra öğretmenliğe neden dönmedi?”
“Benim bildiğim kadar bir yahut iki defa teşebbüste bulundu ama neticeler meydanda.”
“……….”
“Sen filoloji uzmanı değil misin?” “Evet.”
“İkinizin de ihtisası aynı. Demek istiyorum ki, birbirinize yakınlık gösterebilir, konuşmak için umumi bir dil, umumi bir konu bulabilirsiniz. Ne bileyim, Hayri’ ye yakınlık göstermeye çalışsan, netice müspet olur gibime geliyor. Onun için de senin için de aranızda böyle bir yakınlık… ikinize de faydalı olur değil mi?”
“…………..”
“Dene bir defa, Hayri’ye yakınlaşmaya çalış. Bu kapanık hayattan çıkmasına yardım et.”
“Seninle razıyım Ahmet ağabey ama ben bir hata yaptım, bana çok gücenmiş midir acaba?”
“Nasıl yanlışlık?”
“Geçenlerde lokantada onu kahve içerken gördüğümde ‘Merhaba Ali ağabey’ dedim. O zamana kadar adının Hayri olduğunu bilmiyordum.”
“O ne yaptı?”
“Selamımı kabul etti ve masasına oturmamı davet etti.”
“Telaşlanma. O, o kadar kinci değil. Hatta Hayri mi dedin Ali mi, farkına bile varmamıştır. Sonra sen onu alayla değil, bilmeyerek demişsin.”
Kapı açıldı, Şerife abla elinde yine bir tabla ile masaya yakınlaştı:
“Söndürün şu sigaraları artık,” diye çıkıştı ikimize de.
“Bak şunlara Allah’ım, duman içinde kalmışlar. Kül kabı dolmuş taşmış. Zehirlenmediniz mi daha? Börek pişirdim, alın birkaç yudum. Öğretmen, ayva tatlısı yapmıştım bu güz, bakalım tadını ve kokusunu beğenecek misin.”
Hem yedik hem biraz daha konuştuk oradan buradan. Sohbete son verdiğimizde artık köy üstüne karanlık çökmeye başlamıştı. Beni uğurlamak için avluya çıkmış olan Ahmet ağabey, bir daha tekrarladı alçak sesle:
“Hayri ile yakınlaşma teklifimi unutma. Biraz düşün ve bir yolunu bulmaya çalış.”
Kapıdan beş-altı adım uzaklaşmıştım ki, yüksek sesle haykırdı: “Kış geliyor öğretmen, kış! Kar yağması yakındır! Uzun kış geceleri, uzun uzun sohbetlerin zamanı geliyor gene!” Eve doğru yürüdüm.
Kararlıydım. Hayri ağabeyle yakınlaşmalıydım. Bağlantı kurmalıydım onunla. Ne kadar da meçhul ne kadar da esrarengiz bir kimse olsa, tutumu ve hareketleriyle benim için enteresan bir şahıstı. Onunla umumi bir dil bulabilirdim ve bulmalıydım da. Onun öyle kapanık durması belki de diğerlerinin ondan uzak durmaları, onunla alay etmeye devam etmelerindendir. O da benim gibi edebiyat düşkünüydü ama bugüne kadar hiçbir fikir teatisi yapmamıştık. Ne gibi eserleri seviyor, hangi yazarlardan ilgileniyor, bilmiyordum. Hem artık konuşacak, dertleşecek, edebiyat üzerine olsun, başka konular üzerine olsun, fikir teatisi yapacak bir kimseye ihtiyaç duymaya başlamıştım zaten. Bu köyde böyle bir kimse yalnız ve yalnız Hayri ağabey olabilirdi.
“Merhaba öğretmen!”
Baktım. Komşulardan biri. Durdum ve cevap verdim: “Merhaba!”
“Çok derinlere dalmışsın öğretmen. Düşünme o kadar. Gemilerin batmadı daha değil mi?”
Güldüm:
“Hayır Hasan ağabey, batmadı daha. Affet, aklımdan geçen herhangi bir meseleye aldırmışım kendimi…
“Sevdalanmayasın hey!” Yine güldüm:
“Sevdalanmak bana yasak mı yoksa?”
“Hayır yahu! Ama delikanlılık, babayiğitliktir, paşalıktır. Yaşa gençliğini. Hamut boynuna geçti mi bir defa, sonradan pişmanlık fayda etmez.”
Enteresan bir kimse şu Hasan komşu. Diğer yaşlılar ne duruyorsun, daha evlenmeyecek misin, kendine bir eş mi bulamıyorsun derken o, acele etme, paşalığına bak deyip duruyor. Başkaları durma, erken piliç erken öter derken o, erken öten pilici erken keserler, el alemle beraber olmaya vakit var diyor.
Eve toplandığımda kati karar almıştım artık. Ne yapacağımı ne edeceğimi henüz daha bilmiyordum ama eski muhtarın da tavsiye ettiği gibi Hayri ağabeyle yakınlaşmalıydım.
Çok geçmeden, ufak bir fırsatını yakaladım. Yine soğuk bir gündü. Birkaç gün evvel ilk kar yağmış ve yere yapışıp kalmıştı. Eve kapanıp ertesi gün alacağım derslere hazırlık yaptım. Akşama daha çok vakit vardı. Okula gitmek geldi aklıma. Daha ders yılının ilk günlerinde müdür okul kütüphanesini bana teslim etmişti.
“Kitaplarımız çok ama okuyanlar az. Boş vakitlerini orada geçirir, öğrencilerden kitap almaya arzu eden olursa verirsin” demişti. Şimdi serbest kalınca oraya gitmek geldi aklıma. Gittim. İtina ile dizili rafları gözden geçirmeye başladım. Hakikaten de zenginceydi kütüphanemiz. Okulun açılışından beri her yıl yirmi-otuz tane satın alınmış. Onlara burada bir-iki yıl çalışıp giden öğretmenlerin hediye olarak bıraktıkları kitaplar da ilave edilince elli yıl içinde kitap sayısı iki bine yaklaşmış. Bazılarının yaprakları yıpranmış, diğerleri bir defacık bile açılmamış. İlk yıllardan olanların arasında kanatları kesilmeyenler bile vardı. Hele on iki kitapçık halinde basından çıkmış olan arıcılık için bir eser. Hiçbirine bugüne kadar el sürülmemiş. Haydi öğrencileri affettik ama yarım asır boyunca bu kitaplar hiçbir meslektaşımın dikkatini nasıl çekmemiş? İleri doğru devam ettim, bir-iki raf daha karıştırdım. Ama az sonra yine arıcılık serisinin yanına döndüm. Dikkatimi neden celbetmişti, şimdi izah edemeyeceğim. Başlığı mıydı, daha kesilmemiş olan yaprakları mıydı, yoksa hediye edenin kimliği mi, cevap veremeyeceğim. Birinci cildi aldım ve cep çakımla bütün kanatlarını keserek okumaya hazır hale getirdim.
Bir daha okudum kapağının içindeki el yazısını.
“Bin dokuz yüz otuz dokuz yılında bu okulda bir yıl öğretmen gibi çalıştım. Köyü terk ederken bu kitapları hediye bırakıyorum. Öğrencilerimden bir tanesini bari arıcılığa meraklandırabilirsem çok mutlu olurum. N.N.”
Maalesef …
Birinci sayfayı açtım. Üç üniversiteli, geleceğin baytarları, yaz aylarını bir hayvan çiftliğinde geçirmeleri gerekiyor. Öğrendiklerini tatbik edecekler ve bilgilerini çoğaltacaklar. Hep birlikte uzakta, her üçünün de tanıdığı anılmış bir arıcının kovanlığına gitmeye karar veriyorlar.
Okumaya devam ettim. Hemencecik dört-beş sayfa geçtim. Kitap gittikçe daha fazla celbediyordu beni. On iki kitapçığı birden aldım ve eve geldim.
Okumaya evde devam ettim. Bir hafta on gün kadar kitaplar elimden düşmedi. Serbest zaman bulur bulmaz sırası gelmiş olan kitapçığı alıyordum elime. Bu üç gencin bütün yaz tatbikatta yaşadıkları serüvenlerle birlikte okuyucu çok ilginç bir şekilde arıların hayatıyla ve pratik arıcılıkla ilgili bilgi ediniyordu. Ben de sanki o üç gençle beraberdim, onların arasında dördüncü kişiydim. Son on ikinci kitapçığın da okumasını bitirdiğimde ben de yaz tatilini bitirmiş, uzun ve çok güzel geçmiş bir misafirlikten dönmüş gibi oldum. Diğer taraftan da arılar için çok ilginç bilgiler edinmiştim. Bu duyguları, bu bilgileri paylaşacak bir kimseye ihtiyacım vardı. Birkaç gün hep böyle bir hisle yaşadım. En nihayet Hayri ağabeyi ziyaret etmeye ve bu kitapçıklardan öğrendiklerimi onunla paylaşmaya karar aldım.
Kış mevsimi hükmüne girmişti artık. Kar iki gündür durmadan yağıyordu. Eren Tepe’den kopup gelen soğuk rüzgâr insanları evlerine kapamıştı. Böyle bir günde öğle ile ikindi arası olan bir saatte Hayri ağabeyin kapısını çaldım. Beni görünce beklenmedik bir sürprizle karşılaşmış gibi oldu.
“Beklemezdin beni değil mi?” diye sordum.
“Beklemezdim. Daha doğrusu beklerdim, çok defalar bizim öğretmen gelse de birer kahve içsek dediğim oldu. Ama gelmedin. Elbette ki, umudu kesmemiştim hep daha. Tam bugün, tam bu an gelirsin diye aklımdan geçmezdi. Gir. Soba sönüp dururmuş. Tazece yaktım. Isıt ellerini.”
Bir dakika soba başında dikildikten sonra masanın yanındaki boş sandalyeye çöktüm.
“Baca iyi çekiyor. Yakında temizledim.” diye izah etti Hayri ağabey. Bugün biraz daha konuşkandı. Cezveyi hemen soba üzerine koydu. Masada “Edebiyat” gazetesinin son sayısı ve iki-üç kitap yatıyordu. İlkin karın etrafı bastırmasından, soğuk havadan bahsettik. Sonra sözü arıcılığa çevirdim. Sohbete biraz daha açılır gibi oldu. Kovanların kış mevsimindeki durumunu anlattı. Birden durdu ve sordu:
“Arılarla ilgileniyor musun? Arınız var mı?”
Bugünlerde okuduğum kitabın münderecatını anlattım ona kısaca. Bayağı heyecanlı, ilgi çekici bir şekilde anlatmış olacağım ki, okumaya o da meraklandı.
Bir ara masadaki kitapları bahane ederek edebiyat konusuna geçtim. Okuduğu gazete ve kitaplardan ilgilenmek istedim, yeni çıkan öykülerden şiirlerden bahsetmesini rica ettim.
“Okuyorum arada sırada, aylak kaldıkça, başka işim olmadığı zaman vaktimi boşuna geçirmemek için…”
“Ara sıra değil, çok okuyorsunuz diye düşünüyorum. Sizi yakından tanıyanlar çok kitap ve gazete okuduğunuz düşüncesiyle yaşıyorlar.”
“Okumayı bilen her kişi gibi ben de… dedim ya serbest vaktimi doldurmak için…”
Tam başlamış olduğumuz sohbeti yarıda bırakacağından korkarak sözü yine anlara, arıcılığa, kış mevsimine çevirdim. Birer kahve daha içtik, başka konularda biraz daha sohbet ettik.
Ondan ayrıldığımda çok memnundum, çünkü üç ay içinde konuştuklarımızın toplamından daha uzun gitmişti bugünkü sohbetimiz. Demek ki, o kadar suskun bir adam değilmiş. En nihayet onun da konuşmaya, dertleşmeye ihtiyacı var. Lakin edebiyat üzerine neden konuşmak istemiyor?
O günden sonra daha dört-beş defa ziyaret ettim onu. Bir o kadar da lokantada beraber kahve içtik. Son ziyaretimde biraz rahatsız gibiydi.
“Ateşim var sanki. Soğuk mu aldım, ne oldu. Havalar sık sık değişiyor. Bakmışsın gribe de yakalanabilirim.” dedi.
Hem kahve içtik, hem şifalı otlar üzerine konuştuk. Ertesi sabah köy doktoruna gitmesini tavsiye etsem de pek aldırış etmedi. Annesi de üsteleyince akşamüstü tavsiyemi yerine getirmiş en nihayet. İyi de etmiş. Köy doktoru onu derhal hastanelik etmiş. Üç gün sonraydı ki doktora köy içinde rastladım.
“Böbreğinin biri iltihaplı. Bir hafta kadar hastanede kalması gerekiyor,” dedi. “Mütehassısların kontrolü altında tedavi olmak hep gene başkadır. Ama… balay başka bir derdi daha olmasın.”
“Ne olabilir ki?” diye sordum telaşla.
“Ciğerlerinde de bir şeyler var… Verem olabilir…”
Doktor, Hayri ağabeyin dertlerini bildi de tedavinin süresini bilemedi. Bir hafta değil, tam dört hafta yattı. Her ziyaretimde daha zayıflamış, daha üzüntülü buluyordum onu. İlk günlerde ihtiyar annesi yalnız kaldı diye üzülüyordu. Sonraları hasta olan böbrek neden tedavi olmuyor diye hayıflanmaya başladı. Derken arılara hizmet işi çıktı ortaya. Mart ayının yaklaşmasıyla havalar yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Arılar aktifleşecek, onlara hizmet etmeye başlamak gerekecekti. İlk muayene, ilkbahar beslemesi, gümeç vermek… Son gitmemde yine arılardan konuştuk.
“Sen sakin ol ağabey,” dedim. “Sakin ol, tedavinin başarılı olabilmesi için doktorlara yardımcı ol. Eve dönünce kovanlıkta sana her gün yardım edeceğim. Hafta içi her gün öğleden sonra, hafta sonu bütün gün emrine amade olacağım.”
“Her şeyi beceremesen de… Bazı işleri elbette ki yapabilirsin. Ama bir düzelsem de eve toplansam…”
Bir hafta sonra hastaneden taburcu edilirken doktor dış kapıya kadar uğurladı onu:
“Anlaştığımız gibi,” diye tekrar tekrar tembihledi.
“Kendini koruyorsun. Olur olmaz yemeğe saldırma. Hele tuzlu olanlardan kaçın. Evde ufak tefek işleri hallet ve üç gün sonra Hisar ılıcalarını boyla. Altı ay sonra bir daha. Anlaştık değil mi?”
“Evet.”
“Arılar için üzüp durma kendini. Bakıyorum da öğretmenden daha iyi Yardımcı bulamayacaksın.”
Öyle de yaptı. Doktorun dediği zamanda Hisara attı kendini. Yirmi gün sonra dönmesini beklerken mektubunu aldım. Biraz daha kalması gerektiğini yazıyordu. Kovanlığı gözetmemi, annesini sakinleştirmemi rica ediyordu. Beş gün sonra ikinci mektubu geldi. Arıları şerbetlemek gerektiğini ve bu işi nasıl halledebileceğimi izah ediyordu. Dileğini memnuniyetle yerine getirdim. Üçüncü mektubu bayağı telaşlıydı. Böbreği tedavi olmamış ve ameliyat gerekiyormuş. Orada en az daha bir ay kalacakmış. Ama bunları annesine de, başka kimselere de bildirmememi tembihliyordu. ‘Görünen o ki, arılar daha uzun zaman senin üstüne yük olacak,’ diye yazıyordu en sonunda. Ayrı bir kâğıda sonradan ilave etmişti:
“Başkasına güvenim yok. Arıların ilkbahar muayenesini yap. Yanına yardımcı sakın alma. Kovanlıkta senden başka kimsenin işi yok. On bir numara bayağı hırçın. Hem de biraz zayıf. Ona bakmasan da olur. Döndüğümde ben kendim muayene ederim.”
Vazifeyi icra etmekte bayağı zorluk çektim desem yalan olmaz. Bir taraftan acemilik, diğer taraftan neyin nerede olduğunu bilmemek. Tekrar tekrar okudum bu hususta kitapta yazılı olanları ve bir hafta içinde bütün kovanları muayene edebildim. Hatta hangisini ne durumda buldum, hangisine çerçeve verdim ve genişlettim, hangisinden aldım ve daralttım, bildiğim kadarıyla bir deftere kaydettim. Hayri ağabey geldiğinde durumla tanışsın, yakın zamanda gelemezse ileride yapacağım muamelelere kolaylık olsun.
Son kovanı da kapadıktan sonra oturdum ve uzun uzun dinlendim. Büyük bir memnuniyet duygusu vardı içimde. Hayri ağabeyin verdiği vazifeyi başarıyla yerine getirebilmiştim. Başladığımda ben bu işi başaramam diye geçiyordu aklımdan. Hatta neden, üzerime aldım diye pişmanlık bile duymaya başlamıştım ama şimdi her şey bitince iyice cesaretim gelmişti.
Son kovanı kapayalı yarım saatten fazla bir zaman geçmişti artık. Yorgunluğumu giderir gibi olmuştum. Hayri ağabeyin hırçın dediği arıyı da muayene etmeye karar aldım. Daha büyük dikkatle çalışırım. Eğer telaşlanıp bana saldırmaya başlarsa muayeneyi yarıda bırakıp kaparım.
Öyle de yaptım. Bir-iki defa duman verip sakinleşmesini bekledim. Sonra da dikkatle açtım. Hakikaten de zayıf. Yalnız beş gümeci vardı. Ama arısı çoğalmış, genişletmek istiyordu. Bu yüzden bir çerçeve daha ilave etmem gerekiyordu. Boş kalan yerine büyücek bir yastık konmuştu. Onu oradan dikkatle çıkardım. Baktım, altında daha başka bir şey var. Onu da çıkardım. Küçük bir yolcu çantası. Boş değildi. Açtım. Birkaç dosya yatıyordu içinde. Birincisine baktım: “İnsanın doğal hakları” diye yazıyordu. İkinci dosya: “Çocukların terbiyesinde ana dilinin rolü.” Üçüncü dosya: “Progresif Türk edebiyatı ve onun Bulgaristan’ da Türkçe yazan yaratıcılara olan tesiri”. Dördüncü: “Demokrasi, sosyalizm ve totaliterizm”. İki de kalın kaplı defter vardı çanta içinde. Birinin kaplan mavi renkte, diğerinin kara. “Not defteri” diye yazılı ikisinin de üzerinde.
Her şeyi yerli yerine koyup kovanı kapadım. Hayri ağabeyin bütün sırları bu kovanın içindeydi yani! Hırslandım kendi kendime. O, insan gibi on bir numarayı açmamamı yazmıştı. Ne işim vardı orada? Neme lazımdı on bir numarayı açmak? İstemeden ve razılığı olmadan onun sırlarına dokunmuştum. Büyük bir kabahat işlemiştim. Eve toplandım. Şimdi ona ne diyecektim? On bir numarayı açmadım desem yalan söylemiş olacağım. Açtım, dosyaları gördüm desem nasıl karşılayacak bu haberi? Gördüm fakat okumadım desem inanacak mı? Gücenmeyecek mi bana? Kızmayacak mı? Henüz başlamış olan arkadaşlığımız sona ermeyecek mi? Sona erecek elbet. Hem de benim yüzümden. İnanmamakta da, gücenmekte de, kızmakta da haklı olacak. Bir de “Senden bu cüretkarlığı beklemezdim,” derse? Rezaletten yer ayrılsın yere batayım.
Bütün gece döndüm durdum yatak içinde, bir türlü uyuyamadım. Hem neden açtım diye hırslanıyordum hem de çok ilginç dokümanlara değindim, birkaç aydır Hayri ağabey hakkında önüme çıkan sorunların cevabı orada, on bir numara kovanda bulunuyor, bir gün onların münderecatını öğrenebilecek miyim diye soruyordum kendi kendime. Ne şekilde hareket etmeliydim? Hep bu soru kurcaladı durdu kafamı. O gece ve ondan sonra da ta Hayri ağabey sanatoryumdan dönünceye kadar devam edecekti.
On beş gün geçmiş geçmemişti ki, postacı “Mektubun var!” diye haykırdı.
“Mektup mu? Kimden?”
Cevap vermeden zarfı uzattı. Aldım. Gönderen kim diye baktım. Zarfın üstünde yazmıyordu. ‘Esrarengiz şey,’ diye mırıldandım ve açtım:
“Sayın meslektaşım, Hafta sonunda yanıma kadar gelsen de bir görüşsek çok memnun kalırım. Yanıma geleceğini anneme bildirme. Hatta bu mektubu aldığını bile.
Pazartesi, saat 23.00 Hayri”

Hakikaten de esrarengiz bir şey. Harfler pek o kadar düzgün değil. Yazmayı yakında öğrenmiş bir öğrencinin kilere benziyor daha fazla. Zarf esrarengiz, içindeki yazı esrarengiz, yazıldığı saat esrarengiz… Bugün Perşembe, yarın Cuma. Yarın öğleden sonra yola çıkmam lazım. Yarın akşam Filibe’de kalır ve Cumartesi sabahı Hisar’a devam ederim. Öyle de yaptım. Gittiğimde Hayri ağabeyi daha da zayıflamış buldum. Artık tedavi olmuştur, eve dönme günü yakındır derken durumu kötüleşmiş olduğu daha ilk bakışta belliydi. Biraz cesaret verebilmek için coşkulu bir sesle selamladım onu ve:
“Hayri ağabey, yeter yattığın. Arılar her gün seni soruyor, seni bekliyorlar.” dedim.
“Arılar beni unutacak… Bizim işler oraya gidiyor artık,” diye cevap verdi hayli kısık bir sesle.
“Öyle konuşma Hayri ağabey. Yakında doktorlar ayağa kaldırır seni. Daha uzun zaman arılarla uğraşırsın, kestaneli kovanlıkta çok daha iyi günler geçirirsin.”
“Otur. Otur ve anlat, ne var ne yok köyde?”
“İyilik. Herkes işiyle. Tütün ekmeye başladılar başlayacaklar. Üç gün önce anneni gördüm. Tarladan dönüyordu. Traktörcünün birine sürdürmüş de iyi olmuş mu diye görmeye gitmiş. Seni sordum. On gün önce mektubunu aldığını söyledi. Biraz daha kalacağını yazmışsın. Sakinleştirmeye çalıştım onu… Anlan muayene ettim. Hangisinin durumu nasıl diye işte şu deftere kaydettim. İzah edeyim mi, yoksa kendin mi okuyacaksın?”
“Sonra. Bırak defteri. Sonra okurum… Ben seni çağırmamın sebebini anlatayım…”
“Anlat Hayri ağabey.”
“…Ben yolcuyum… Günlerim sayılı… artık.”
“Öyle şey konuşma Hayri ağabey!”
Elini yavaşça kaldırdı, ‘sus ve dinle’ der gibi. Nefes aldı ve devam etti: “Ben yolcuyum. Bunu doktorlar da biliyor, ben de. Bugün sen de öğrendin. Seni çağırmamın sebebi şu: En güvendiğim kimse sensin. Bugün sana anlattıklarımı ve anlatacaklarımı kimseye söyleme. Anneme de. Üzülmesin. Son dakikama kadar bilmesin… Otomobille gelecek hafta annemi buraya getirebilecek misin?”
“Evet, getiririm. Bugün de getirebilirdim.”
“…İlkin seninle baş başa görüşmek, konuşmak istiyordum. Annem yanımızdayken her şeyi söyleyemezdim sana. Gelecek hafta sen teklif et ona. Ben Hisar’a gideceğim, Hayri’yi görmek istiyorum. Seni de götüreyim, dersin. Bugün yanıma geldiğini sakın anma. Gücenir. Gelecek hafta onunla geldiğinizde ilk kez görüşüyoruz gibi tut kendini. Böbreklerim emniyet dairelerinde sürüklenirken mahvoldu. Doktorlar böyle hasta böbreklerle bugüne kadar nasıl dayanabilmişim diye şaşıp duruyorlar. Veremi de o zamanlarda edindim. Arılara bu yıl sen kaygı göster. Sonra… Sonrasını annem bilir. İcap ederse… anlaşırsınız. Şimdi arıların durumunu kaydettiğin deftere bir göz atayım. On bir numarayı da muayene ettin mi?”
“Evet…”
“İhtarda bulunmama rağmen onu da açacağını tahmin ediyordum. Neden ‘solak’ olduğunu anladın yani… Orada gizlediğim şeyleri topla. Sende… dursunlar. Başkalarının eline geçmemelerine dikkat etmeni rica edeceğim…”
“Yani…”
“Tabii ki, okuyabilirsin. Onlar artık senin… Bir Semra benim yüzümden helak oldu. İkincisine baş ağrısı yaratmak istemedim. Gün gelir de karşılaşırsanız anlat ona her şeyi ve af dilediğimi söyle.”
Gözleri nemlenmişti. Tam son sözlerinden hiçbir şey anlamadığımı söyleyecektim ki, elini kaldırdı hiçbir şey sorma der gibi.
Öğle oluyordu artık. Bir hemşire yemek arabasıyla içeri girdi. Bana dönerek konuştu:
“Gidip biraz gezinseniz iyi olur. Hastayı öğle yemeğine hazırlamam gerekiyor… Büyük bir mütehassıs geldi, az sonra Hayri ağabeyi de muayene edecek. Bir-bir buçuk saat sonra sohbetinize yine devam edersiniz.”
“Tamam,” dedim ve çıktım.
Döndüğümde Hayri ağabeyi biraz daha yorgun ama biraz daha sakinleşmiş buldum.
“Mütehassıs doktor iyice yordu beni. Uzun uzun muayene etti. Nefes al, alma, sağa dön, şimdi sol tarafına, öksür… Yepyeni bir terapi tatbik edeceklerini ve beni ayağa kaldırabilmek için yeni baştan çaba harcayacaklarını söyledi.”
Akşam saatlerine kadar konuştuk. İkimiz de ayrılmaya acele etmiyorduk. Arada sırada “Yoruldun Hayri ağabey, azıcık uyusan da dinlensen” diye teklif ettiğimde:
“Yorulmadım, aksine, sen bugün dinlendirdin beni. Seninle konuştukça az daha rahatlıyorum. Uykuya gelince ileride uyumak için çok zamanım olacak, sonsuz uykuya daldım mı…” diye cevap veriyordu.
Nihayet kalktım. Vedalaşmak için ellerini ellerime aldım. Sıktım. O da sıkmaya, ellerimi salmamaya çalışıyordu ama takati bir türlü yetmiyordu.
Filibe’ye giden son otobüsü son dakikada yakalayabildim. Oradan da bizim tarafa, Rodoplara gideni. Yolculuğum boyunca her ne kadar da uğraşsam, Hayri ağabeyi gözlerimin önünden silemiyordum. Hakikaten de tedavi olamayacak mıydı? Doktorlar hakikaten de derdine derman bulamayacaklar mıydı?
Ertesi gün annesinden, geçenlerde kovanın birini iyice muayene edememiştim, gidip bugün o işi de bitireyim diyerek kovanlığın anahtarını aldım. Belki beş, belki on defa Hisar’a gittiğimi söylemek geçti aklımdan. Her defasında da dilimin ucundayken yuttum sözlerimi. Hayri ağabeye verdiğim sözü tutmaya mecburdum. Mecburdum!
On bir numarayı açtım, orada gizli olan şeyleri topladım, gerekeni yapıp yine örttüm. Fakat bu iş bu defa hiç de o kadar kolay olmadı. On bir numara hakikaten de adı üstünde solak mıydı, ben mi bu defa dikkatsizlik ettim, yoksa bunca zaman koruduğu sırların açıklanmasına müsaade etmek mi istemiyordu, bilmiyordum. Lakin en az beş an ellerimi ve yüzümü iğnelemeyi başardı.
Akşam yemeğini yer yemez yaşadığım odaya kapanarak çantanın içindekileri çıkardım ve hepsini birer birer ve dikkatle gözden geçirmeye başladım.
Birinci ve ikinci makale ikişer nüsha hazırlanmıştı. Birincileri karalamaydı. İkincileri temize çıkarılmış. Uzun-caydılar. Gazetede neşretmek için mi, yoksa dinleyiciler önünde okumak için mi hazırlanmışlar, anlayamadım. Üçüncü dosyada yalnız bir yaprak vardı ve konuyu işlerken değinilecek olan noktalar ve istifade edilecek olan kaynaklar itina ile kaydedilmişti.
Defterleri elime aldım. Kara kaplı olanı yazmaya 1985 yılının Mart ayında başlanmıştı. Mavi kaplıya baktım: İlk yaprağında 05 Ağustos 1980 tarihi yazılıydı. İlkin onu okumaya karar verdim ve derhal de başladım.

MAVİ KAPLI NOT DEFTERİ

    05.08.1980
Bir hayli zamandan beri başımdan geçen sevinçli veyahut üzüntülü hadiseleri bir deftere kaydetmek istiyordum. Fakat bugüne kadar bir türlü başlayamamıştım. Daha lisede öğrenci olduğum yıllarda bazı okul arkadaşlarımın böyle defterleri vardı ve onlara çeşitli kayıtlar yapıyorlardı. Okudukları romanlar, seyrettikleri filmler, beğendikleri şiirlerden mısralar, önemli isimlerin hayat ve aşk üzerine söyledikleri özlü sözler… Kim ne zaman âşık olmuş, hangi kıza, tanıdıklarının adresleri, doğum tarihleri. Kırkambar gibi bir şey işte.
İlk yıllarda böyle bir defter tutmayı gevezelik diye düşünüyordum ve diğer arkadaşlarımla alay ediyordum. Ama şimdi pişmanım. Çünkü bazı okul arkadaşlarımın izini kaybettim. Her öğrenci gibi benim de şiir denemeleri yaptığım oldu. Hatta iki tanesi gazete sayfalarında yer buldu. Bu anda ne gazeteler meydanda ne yine şiirler. Gazetelerin tarihini de hatırlamıyorum, sayısını da. Lisenin son yılıydı, yirmi öğrenciden ibaret bir grup tarih öğretmeniyle birlikte seyahate çıktık. O zaman gördüğüm bazı şeyleri bir deftere kaydetmiştim. Ne o defteri korudum ne de o zaman çektiğimiz resimleri. Bugün en nihayet karar aldım ve bu deftere notlarımı yazmaya başlıyorum. Adım Hayri Aliyef Hayriyef. Yani dedemin adını taşıyorum. Annemin adı Fatma. Köyde kadınların hemen hemen yarısı ya Ayşe, ya Fatma’dır. Ablam benden yedi yaş daha büyük. Adı Ayşe, yani anneannemin adı. Gelenek işte. Benden üç yaş küçük olan kardeşimin adı Mehmet. Bu isimli olanlar da az değil köyde. Ablam ben ilkokula giderken ortaokulu bitirdi ve bir yıl geçer geçmez uzak bir köye gelin gitti. Evindekiler tütün işlemekle geçiniyor. Zeki bir öğrenci olmasına rağmen ablam tahsiline devam edemedi. O zamanlarda kız çocukları köyden uzak okullara pek pek gönderilmiyorlardı. Kardeşim ortayı şimdi bitirdi. Becerikli elleri var. Bütün gün elinde bıçkı ve keser, ille bir şeyler yapıyor, bir şeyler bozuyor. Kuruculukta çalışacağım diye tekrarlıyor her gün. “Bana daha fazla tahsil lazım değil.” diyor. Her yerde fabrika, yol, konut kuruluyor. Şimdi bile eline gazete veya kitap alsa yarım saat sonra gözleri kapanıyor. İnsan bütün gün kalem elinde, kitap defter üzerine bükülüp durabilir mi, diye alay ediyor benimle. Onun işi…
Annem ve babam tütüncü ailelerde doğmuşlar ve evlendiklerinden beri ziraat kooperatifinde tütün işlemekle geçiniyorlar. Babamın en büyük merakı arılar. Evimizin iki yüz metre ötesinde bir dekardan fazla bir yemiş bahçemiz var. Sekiz yıl öncesi yemiş ağaçlarının arasına yirmi kovan yerleştirdi. Bahçenin alt köşesine güzel bir gölgelik kondurdu ve onun iki tarafına iki kestane fidanı dikti. Güzel birer ağaç oldular. Gölgelik onların altında kaldı. Babam şimdi her serbest vaktini kestanelerin altındaki gölgelikte geçiriyor.
Ben 1959 doğumluyum. İlkokulu ve ortayı köyde bitirdim. Dört yıl boyunca belediye merkezindeki liseye devam ettim.
Alfabeyi öğrendikten sonra elime her geçen kâğıt parçasında yazılı olanı hecelemeye çalışıyordum. Her okuyabildiğim söz beni heyecanlandırıyor, okumak için daha büyük bir arzu uyandırıyordu. Bu arzum kısa zaman içinde o kadar büyük olmuştu ki, başka okuyacak bir şey bulamadığımda, bazı kâğıt parçalarını onlarca defa okuyordum ve bunun neticesi bazılarını ezbere öğreniyordum. Bunu gören amcamın oğlu traktörcü Mehmet ağabey bana yapraklan bayağı yıpranmış bir kitap getirdi. Üzerinde artık silinmeye başlamış harflerle “Robinson Cruise” diye yazıyordu. İç kapağındaki yazıya göre ortayı bitirdiği yıl ödül olarak okul tarafından ona hediye verilmiş. İşte o kitabı bir solukta okudum desem yeri var. Dört yahut beş gün sonra onu Mehmet ağabeye çevirmeye gittiğimde inanmadı ve münderecatı için sorguya çekti beni. Kitabı hakikaten de okuyup bitirdiğime inanınca bana başka bir kitap verdi. Ablamdan okulumuzda kütüphane olduğunu öğrendim ve oradan çeşit çeşit kitaplar alıp okumaya başladım. Kitaplara olan sevgim bugün de hep bu kadar büyük. En büyük arzum kendime bir kütüphane yapmak. Satın alıp koruduğum kitaplar artık yirmiden fazladır.
Şu anda Deliorman’ın merkezi Şumnu’da topçu alayında vatan borcumu icra ediyorum.
Notlarıma başlamaya hakiki sebep bugün duyduğum büyük sevinç ve onu bir yere kaydetmek arzusu. Bugün üniversiteye kabul edildiğim haberini aldım.
Bu yıl askerliğimin son yılıydı ve bizim bölükten üç asker arkadaş yüksek okula girmek için sınavlara hazırlık yapmaya başladılar. İkide bir sadece bunu konuşuyorlardı. Onların yanı sıra ben de meraklandım, ben de hazırlanmaya başladım. Gün gelince komutandan izin alıp hep birlikte sınavlara gittik. İşte bugün sabırsızlıkla beklediğim haberi getiren mektup geldi. Bizim bölükten bir arkadaşıma daha mektup var. O fizik öğretmeni olacak, ben ise edebiyat öğretmeni. Bölük komutanının da haberi olmuş, geldi, bizi tebrik etti ve başarıyla bitirmemizi diledi.

    15.09.1980
Yine sevinçliyim. Dün Harbiye Bakanlığı’ndan Yüksek okullara kabul edilmiş olan erler ordudan derhal terhis edilsinler diye emir gelmiş. Akşama kadar evraklarımız mühürlendi ve kışlaya “Hoşça kal” diyerek istasyona doğru yola çıktık. Bugün artık evdeyim. Annem sevinç içinde. Babam da seviniyorama her erkek gibi sevincini belli etmemeye çalışıyor.

    01.10.1980
Üniversitede ilk ders günü. Yeni yeni arkadaşlar edineceğim, yeni dostlarım olacak. Bu dört yıl içinde pek çok sınavlara girip çıkacağım, çok heyecanlı anlar yaşayacağım. Memleketin dört bir tarafından toplandık, dört yılı bir arada geçireceğiz. En mühimi şu ki, öğrenci yurduna kabul olundum. Kira ödeyip bizimkileri para sıkıntısına sokmayacağım.

    09.12.1980
Dün üniversiteli öğrenciler günüydü. Kaç günden beri hazırlık yapanlar vardı bir bilseniz. Kızlar neyse ama erkekler arasında bile hususi elbise diktirenler vardı. Şenlikler bütün gün devam etti. İlk olarak okulun önünde öğrenciler geçidi oldu, sonra birkaç yerde çeşitli konuda toplantılar yapıldı. Bazı arkadaşlar daha öğleden içkiliydiler. Asıl şenlikler akşamüstü başladı. Bilmem kaç yerde balo vardı, bilmem kaç lokanta üniversiteli öğrenci gruplarıyla doluydu. Sabahlara kadar eğlenenler oldu. Ben gece yansından iki saat sonra yatak odama geldim. Bazıları gün doğduğunda hala yoktular. Benim oda arkadaşım Bedri gibileri kolayını bulsalar eğlenmeye daha iki gün devam edecekler.
Bedri Yenipazar tarafından çok iyi bir arkadaşım. Aynı ihtisasa devam ediyoruz. Anladığıma göre varlıklı bir aileden geliyor. Biraz bol harcıyor ama yine de parasız kaldığını görmedim hiç.

    31.01.1981
Birinci sömestir sonu! Üç sınavım vardı, üçünü de aldım! Bugünden sonra iki hafta tatil! İki haftayı da köyde bizimkilerin yanında geçireceğim.

    20.02.1981
Bir haftadan beri ikinci sömestirdeyiz. Derslere sadece gidip geliyoruz. Kimsenin okumaya zaman ayırdığı yok. Kahveler, lokantalar, eğlenceler… İkinci sömestir sonu sınavlara daha çok var. Bazı arkadaşlar “Ufkun ardında!” diyorlar ve eğlenmeleri bir türlü bir türlü son bulmuyor.

    07.03.1981
Dün doğum günüm vardı. Öğrenciler arasında ne zamandan beri yürürlükte olduğu bilinmeyen bir kaideye göre bütün grubu partiye davet etmek zorundaydım. Tabi herkes yorganına göre uzanıyor. Bugüne kadar birkaç arkadaşımın yaptığı gibi ben de davet ettim bizim grubu. Hepimizin sevdiği muasır edebiyat tarihçisi Doçent de geldi. Her şey normal geçti. Gece yarısına kadar eğlendik.

    12.07.1981
İkinci sömestir de bitti. Sınavlar yalnız beni değil, bütün okul arkadaşlarımı zorladı. Hocalar hepimizi terletti. Ama bütün sıkıntılar artık geride kaldı. İki günden beri evdeyim. Bizimkiler harıl harıl tütün topluyorlar. Üç hafta onlara yardım edeceğim ve ondan sonra öğrenci kampına gitmem gerekiyor. Plevne tarafında bir devlet fabrikasının kuruculuğunda çalışacağız. Çok güzel bir yer diye anlatıyorlar bizden bir-iki yıl daha yukarı sınıflarda olan öğrenciler.

    01.10.1981
İkinci ders yılına başladık. Yaz ayları normal geçti. Yeni bir şey yok. Hepimiz yaz işinden memnunuz. Öğrenci kampındayken hayli çalışmamız gerekti ama iyi de para aldık. Kazandığımız maaş dört aylık bursa eşit. Yani ne de olsa yeni yıla kadar bari para sıkıntısı görmeyeceğim.

    09.12.1981
Bu defa üniversiteliler bayramı o kadar ilginç değildi. Dans salonları yine dopdoluydu ama asayişi bozanlar da az değildi. Bazı arkadaşlarım içkiyi fazla kaçırdılar ve sonunda tatsızlıklara sebep oldular…

    01.02.1982
Üçüncü sömestr sınavları hepimizi zorladı. Beş sınavdan birini bıraktım. Felsefe dersi hazırlık için biraz daha fazla vakit istiyordu. Bu sebepten ona tatilde hazırlanmak kararını aldım. Bazı arkadaşlar geride iki sınav birden bıraktılar.

    12.07.1982
İkinci ders yılı da başarıyla sona erdi. Bu yıl yaz işine gidenler grubuna katılmayacağım. Bizimkiler tütünle uğraştıkları ve yaz aylarında yardıma ihtiyaçları olduğu için okul yönetmenliğine dilekçe verdim ve öğrenci kampından serbest bırakıldım.

    06.09.1982
Defteri bütün yaz açmadım, çünkü kaydedecek bir hadise yoktu. Tütün işinin hafiflediği günlerde oturdum ve bir öykü kaleme aldım. Artık temize çıkardım ama hiç kimseye göstermeye niyetim yok. Üzerinde biraz daha çalışmak istiyorum.

    03.12.1982
Bugün çok heyecanlıyım. Bir ay evvel gazeteye götürdüğüm öykü yayınlandı. Benim ilk öyküm. Okudum. Tam üç defa. Hiçbir değişiklik yapılmamış. Hiçbir söz atılmamış, hiçbir söz de ilave edilmemiş.

    10.12.1982
Üniversiteli arkadaşlarımdan olsun, diğer tanıdıklardan olsun, bugüne kadar öyküm hakkında söz açan olmadı. Belki okumamışlardı, belki de okumuşlardı, fakat müellifi kim olduğunu anlayamamışlardı.

    15.12.1982
Bugün Doçent dediğimiz muasır edebiyat tarihi öğretmenimiz bir hayli cesaret verdi bana. Koridorda arkamdan yetişerek koluma girdi, “gel birer kahve içelim” dedi ve beni yemekhanenin hemen yanı başındaki büfeye doğru sürükledi. Kahveleri alıp boş bir masaya oturduk. Yüzünde hayli ciddi bir ifade vardı. Herhangi bir kabahat mi işledim acaba diye düşündüm. Kahvelerden birer yudum aldıktan sonra sordu:
“Benden neden gizliyorsun?”
“Neyi?”
“Öykü denemeleri yaptığını?”
Konuşmamızın bu yönde olacağını beklemezdim. Derhal cevap veremedim. Yüzüm allanır gibi oldu. Hatta terledim gibi geldi.
“Boş zamanlarımda bir şeyler karaladım işte,” diye mırıldandım.
“İlk deneme olsa da oldukça başarılı olmuş. Devam et. İkinci öykünü hazırladığında gazeteye veya dergiye vermeden önce bana gösterir misin?”
Sustum bir an. Sonra hemen cevap verdim:
“Olur hocam.”
Olumlu cevabım pek yürekten değildi çünkü ona göstereceğim yazı başarısız çıkarsa diye endişeleniyordum. Doçent bir de beğenmezse? Zikrettiği her kusur kafama ağır bir tokmak vuruşu gibi olmaz mı? Ama ne zaman hazır olacağım belli değil ya. Hazır oldum mu düşünür taşınır, öyle hareket ederim.

    22.12.1982
Bugüne kadar okul arkadaşlarımdan hiçbirinin öykümü okumadığını anladım ve üzüldüm. Şimdiye kadar sözü açarlar, neyini beğendiklerini neyini beğenmediklerini söylerler diye her gün bekledim. Hatta ciddi ve uzun bir eleştiriye tutarlar beni diye korkuyordum. Filoloji fakültesi öğrencisiyiz en nihayetinde!
İkinci bir öykü üzerinde çalışıyorum üç akşamdır. Gündüzleri okula hazırlık gerek. Akşamları oda arkadaşım başkalarının yanına sohbete gidiyor çoğu defa. Benim de gittiğim var ama ondan daha seyrek.
Oda arkadaşım olmadığı akşamlar öykü üzerinde sakince çalışıyorum.

    29.12.1982
Doçentle yine karşılaştık koridorda. “Sözünü unutmadın değil mi?” diye sordu. Yani acele etmem gerekiyor.

    31.01.1983
Ders yılının ilk yarısı, sınavların da son günü… Dördünü de aldım ve şimdi tatili sakince geçireceğim.

    18.02.1983
Tatilde köydeydim. Hem dinlendim hem de Türk yazarlarından Reşat Nuri ve Yaşar Kemal’den birer roman okudum. Biraz da yeni öykünün üzerinde çalıştım. Artık hemen hemen hazırım.
Ders yılının ikinci yarısı başladı. Yine sohbetler, yine toplanmalar, danslı geceler. Yılsonu sınavları çok uzak. ‘Buradan göğe kadar’ diyor bazı arkadaşlar. Ben şenliklere her akşam katılamıyorum. Bazıları güceniyorlar. Darılanlar da var. Arada sırada alay edenler bile çıkıyor. Hele cebinde parası bol olanlar. Lakin ben her akşam onlarla beraber olamam ki. Bazen her meteliğin hesabını yapmam gerekiyor.
Doçent bekliyor ama ben acele etmiyorum. Temize çıkarmış da olsam bir zaman sonra bir daha gözden geçirmek istiyorum.

    28.02.1983
Tatilden dönerken babam elime biraz para sıkıştırmıştı ama artık tükenmek üzere. Bütün diğer masrafları kıstım. Artık yemeği bile kısıtlamak icap edecek. Mektup yazsam diye geçiyor aklımdan. Ama neden rahatsız edeyim ki. Elinde para olsa gönderirdi.
Geçen gün okul arkadaşlarımdan biri, o da ben gibi köylü çocuğu, tren garında gece yarısına kadar çalıştığını ve bir haftalık yemek parası çıkarabildiğini anlattı. Ben de bu işin bir yolunu arasam diye geçiyor aklımdan. Yemek yiyemeden durmaktansa, uykudan kısmak daha iyi olur.

    01.03.1983
Bugün garda çalışan okul arkadaşıma yemekhanede rastladım ve ıkına sıkıla parasız kaldığımı andım.
“Ne duruyorsun?” dedi. “Hemen bu akşam gara gidebiliriz. Orada hemen hemen her akşam dört-beş saatlik iş bulunuyor. Ama işçi elbisesi bulman gerek!”
“Ne konuşuyorsun, benim bu anda yarım ekmek almaya bile param yok, sen iş elbisesi için konuşuyorsun. O kadar çok parayı…”
“Dur bir düşüneyim… Bizim grup dört kişiden ibaret. Onlardan belki gelmeyen olur. Gelmeyenin iş elbiselerini bir akşam için alırız.” dedi.
Öylede oldu. Gitmesiyle gelmesi bir oldu:
“Hazır! Gruptan bir arkadaşın bu akşam başka planı varmış.”
Ona nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Gece yarısına kadar çalıştık. Arkadaşımın yardımıyla beş günlük yemek paramı kazanabildim. O zamana kadar babam da bir şeyler gönderir belki.

    06.03.1983
Doçent dün son dersten sonra beni yine kahveye davet etti. İçerken sözü yine yazmak için söz verdiğim ikinci öyküye çevirdi.
“Bayağı uzattın arasını. Öykün daha hazır değil mi?”
“Temize çıkarmak kaldı.”
“Bugün temize çıkar ve yarın getir. Anlaştık değil mi?”
“Evet.”
Kahveden çıkarken bir daha hatırlattı.
“Yarın sabah bekliyorum.”
Onun için akşam geç vakte kadar çalıştım ve bu sabah öyküyü Doçent’ e teslim ettim. Aldı ve kâğıt ları çantasına soktu. Hiç bakmadı bile uzun mu kısa mı diye. Başlığına bile göz atmadı. İstemiş olduğuna, ver göreyim dediğine pişman mı oldu yoksa diye geçti aklımdan.

    07.03.1983
Babamdan hala haber yok. Ama o da ne satsın da parasını bana yollasın ki… İstihsal ettikleri tütünü daha yeni yıldan önce teslim ettiler ama bekledikleri paraları daha alamamışlardır. Tekel’in zoru yok ki acele etsin.

    15.03.1983
Doçent bu sabah ders arasında koridorda kıstırdı beni.
“Cebinde çok mu paran var?”
Sustum. Neden öyle konuşuyor ve ne cevap vermem lazım geldiğini bir türlü anlayamadım.
“Bakıyorum, arkadaşlarının şenliklerine seyrek katılıyorsun.
Kahveye oturman ayda bir, yılda iki. Tıraş olman bile haftada bir?”
“Evet, öyle. Parasızlık kolay değil…”
“Evet? Ya gazeteye neden gitmedin?”
“Ne yapayım orada?” diye sorar gibi baktım gözlerine. “Aralık ayında çıkan öykünün parasını aldın mı?”
“Ne parası?”
“Gazetede çıkan her öykü, makale, her yazı için ücret ödendiğini bilmiyor musun?”
“Hayır…”
“Hemen bugün gazeteye git, veznedarı bul ve benden selam söyle!” dedi ve hızlı adımlarla iş odasına toplandı.
Koridorda dikilip kaldım. Aldığım haberin verdiği sevinçle gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Benim de bir yerden alacak param olmuştu en nihayet! Hep veren mi olacağım?
Veznedarı kolay buldum. Doçentin adını söyleyince:
“Haa, Siz misiniz?” diye sordu. “Ne zamandan beri bekliyorum! Diğerleri paralarını çoktan alıp harcadılar. Bazı yazı sahipleri gazete çıkıncaya kadar bile bekleyemiyorlar. Siz ise üç buçuk aydır… Bir sizin yüzünüzden hesapları kapayamıyorum. Adres falan da bırakmamışsınız.”
“Af edersiniz,” dedim. Gazetede çıkan yazılar için herhangi bir ücret ödendiğini bilmiyordum. Doçent bugün söyledi de…”
“Ha, bir yaşıma daha girdim!” dedi veznedar ve şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Sonra dudak büktü: “Hiç de o kadar acemi bir çocuğa benzemiyorsun. Yazanların yüzde doksan dokuzu sadece para için yazıyorlar. Nasıl olmuş da sen o yüzde birin içinde kalmışsın? Başkaları getirdikleri yazılara neden gazetede yer verilmiyor diye kavgaya bile kalkıyorlar. Yazdıkları çıkınca da günde beş defa arıyorlar beni. Sen ise… İmzala şuraya!”
İmzaladım.
“Al şu parayı!”
Baktım, elimdeki para bir aylık burstan daha fazla! Veznedar azarlayıcı sesiyle devam etti:
“Hem öbür gün yine bekletme beni!”
“Neden?”
“Nasıl neden? Yarınki sayıda yazın var ya!”
“………….”
“Öbür gün çok bekletme beni dedim. O kadar!”
“Hoşça kal,” dedim ve kapıya doğru yürüdüm.
“Nereye kaçıyorsun? Böyle olmaz! Birinci öykü için bir kahve bari ısmarlaman gerekiyor! Yarınki sayıda çıkacak olan öykü için ise ben sana rakı ısmarlayacağım. Çok güzel anlattığın için. Yalnız bir dakika bekle, kasayı kilitleyeyim.”
Koluma girdi ve gazete binasının alt katındaki kahveye doğru sürükledi beni.
“Gazeteye her geldiğinde buraya da uğra. Senin gibi yazanlarla ve gazetedeki diğer çalışanlarla burada daha kolay tanışır, görüşürsün.”
Veznedar durmadan konuşuyordu ama benim aklım başka şeyle meşguldü. Gazeteye ikinci bir hikaye bırakmamıştım. Onda bir yanlışlık olmasın? Öbür gün başkasının hakkını vermesin bana? Çok konuşkanlığı ile az sonra ayan etti meseleyi:
“Doçent, geçen hafta senin öyküyü getirdiği gün onun en iyi öğrencisi olduğunu anlattı. Baş muharrirle çok iyi anlaşıyorlar. Senin yazıya en yakın zamanda yer verilmesi teklifinde bulundu. Adını duyunca, benim yanımda alacağın vardığını hemen hatırladım ve ona söyledim. Seni yanıma derhal göndereceğini vaat etti. O da sen de işimi kolaylaştırdınız. Bu parayı daha uzun bir zaman önce aranmayan haklar hesabına geçebilirdim ama belki öğrencisin ve bu paraya çok ihtiyacın olabilir diye düşündüm. Öyle de çıktı....”
Veznedara hem teşekkür ettim hem de ondan af diledim. Doçent’e de. Onların yardımıyla yakam biraz olsun genişledi.

    29.03.1983
Bu ay içinde diğer arkadaşlarımla birlikte tren garında altı akşam çalıştım. Her defasında onlardan herhangi biri çeşitli sebeplerle işe gelmiyordu. Ben ise hep işten kalmamaya çalışıyordum. Aldığım para sayesinde açlık çekmez oldum. Dün babamın postaladığı para da geldi. Bugün de mektubunu aldım. Tütün paralarını daha ödememişler. Pazara gidip on beş kilo bal satmış ve nihayet birkaç leva gönderebilmiş. Bir aya kadar yine göndermeye çalışacakmış. Annem iyiymiş. Köyde her şey normal gidiyormuş. Kardeşimi kışlaya almışlar. Babam arılara ilkbahar muayenesi yapmış. Durumları iyiymiş. Tütün ocaklarını ekmişler. Yani yeni rekolte için hazırlıklar başlamış. Onların işi de kolay değil. Geçen yılın ürünü daha ödenmedi, onlar yenisine çaba harcamaya başladılar. Hem de yapayalnız ablam uzaklarda, ben burada öğrenci, kardeşim kışlada…

    06.04.1983
Son dersten çıkarken Doçent’i koridorda dikilirken gördüm. “Öğle yemeğinden sonra odama kadar gel, konuşalım.” dedi. Gittim. Masasının yanı başından bir ısıtıcı ve iki kahve fincanı çıkardı.
“Birer kahve içeriz, değil mi? İşimin yoğun olduğu günlerde iş yerine işte böyle ısıtıcıyla kahve getiriyorum. Büfeye gidip gelinceye kadar saatler geçiyor. Hele bir de konuşkan birine rastlarsam. Ciddi ve uzun zaman gerektiren herhangi bir yazı üzerinde çalışırken sık sık kahve içmeyi alışkanlık edindim anlamadan. Bazı kimseler senfoni müziği dinlerken daha başarılı yazıyormuş, bir başkaları opera dinlerken, ben ise kahve içerken yazıyorum. Hatta derin bir sessizliğe ihtiyaç duyuyorum.”
Birinci fincanı ağzına kadar doldurarak bana uzattı, ikinciye daha az koydu ve kendi önüne bıraktı:
“Çok geçmez gene içmem icap eder.”
Termosu dikkatle kapadı ve büronun yanı başına bıraktı. Şekerini kattı ve yavaş yavaş karıştırmaya başladı. Acele etmeyen bir tutumu vardı. ‘
“Buyur, iç,” dedi ve kahveden büyük bir yudum aldıktan sonra devam etti:
“Şimdi seni davet etmemin sebeplerine geleyim. Yılsonu imtihanlarına daha bir hayli zaman var. Geçen gün gazeteye uğradığımda bir makaleye ihtiyaçları olduğunu söyledi Baş Muharrir. Konu çocukların, insaniyet ve vatanseverlik terbiyesinde anadilinin rolü. Benim imkânım yok. Bu sıralarda işlerim çok yoğun. Kısa zamanda başka bir konuyu işlemem gerek. Sonra, gelecek ayın ortalarında Bakü’de bir milletlerarası sempozyuma iştirak edeceğim, hazırlanmam lazım. Aklıma sen geldin. Bu konuda sen iyi bir makale hazırlayabilirsin diye düşünüyorum. Ne diyeceksin?”
“Hocam, şimdiye kadar aklımdan böyle bir şey geçmemişti.”
“Düşün birkaç gün. Beş sayfadan fazla olmasın. İlkin değineceğin noktaları kaydedersin, yani makalenin iskeletini hazırlarsın. Sonra konuyu işlemeye başlarsın. Bir hafta on gün sonra yine görüşürüz. Tamam mı?”
“Bir deneyeyim…”
“Üniversite kütüphanesine git ve işte şu kitapları ve yazıları ara. Sana Yardımcıolurlar.”
Hemencecik elime bir liste tutuşturdu.
Önümde karmakarışık bir bulmaca varmış gibi düşünerek çıktım Doçent’ in odasından. Yatakhaneye geldiğimde Bedri yüzüme baktı, baktı da:
“Nen var senin?” diye sordu oldukça ciddi bir sesle. “Hiç.”
“Bayağı düşünceli görünüyorsun. Kötü bir haber mi aldın?”
“Yok.”
“Kimseyle kavga mı ettin?”
“Yok canım. Kiminle ve ne için kavga edeyim?”
“Ama yine de düşüncelisin. Parasız pulsuz mu kaldın?”
Cevap vermeyince uzanmış olduğu yataktan kalktı, elindeki kitabı kapadı ve karşıma dikildi.
“Neden düşünceli olduğunu bana söylemeyecek misin?” Gülümsedim.
“Telaşlanacak bir şey yok yahu! Doçent üzerime bir vazife yükledi. Nasıl hallederim hiç aklım ermiyor.”
“Neymiş o?” Anlattım.
“Biraz uğraşman gerekecek… Yazamazsan yahut gene yazmazsan ne olur? Güvenini hak etmediğin için kızar mı sana? Bunu sınavda burnundan çıkarabilir mi?”
“İmtihandan değil, güvenini kaybetmekten korkuyorum.”
“Makalenin hazır olması için gün söyledi mi?”
“On gün.”
“Bir ipucu vermiştir sanıyorum?”
“Evet.”
“Başla. Derhal. Bugün Çarşamba. Unutma ki, pazar günü Vitoşa dağına çıkacağız bütün sınıf.”
“Ben ise tam pazar günü makale ile uğraşmak isterdim.”
“Yok öyle şey! Olmaz! Sınıftan ayrılmıyorsun! Toplandık mı ve gelmedin mi kızlar ille de seni sormadan duramıyorlar.”
“Tamam, tamam. Pazara kadar daha çok vakit var.”
Derhal kütüphaneye gittim ve orada kapılar kapanıncaya kadar çalıştım.

    16.04.1983
On gün hep makale ile uğraştım. Dersleri biraz geride bıraktım. Bu defteri açmak bile gelmedi aklıma bu on gün içinde.
Baştan daha kaydetmek lazım ki, Vitoşa’ da güzel bir gün geçirdik. Yolculuk esnasında aklım hep makaledeydi. Bu geziye neden katıldım diye hayıflandım durdum. Ama oyunlar şakalar başlayınca günün nasıl geçtiğini anlayamadım. Diğer fakültelerden de gelenler vardı. Biyoloji fakültesinden pir kızla tanıştım. Adı Semra. Ruse taraflarındanmış.
Yatakhaneye toplandığımızda artık akşam oluyordu. Bugün epey yorulmuşum ve şimdi o yorgunluk üzerimden sıyrılmış gibi hissediyordum kendimi.
Ertesi gün yine Doçent’in verdiği vazifenin ardından koşmaya devam ettim. Hazırlık beklediğimden daha fazla sürdü. Çok kitaplar gözden geçirdim, çok notlar kaydettim. Yazmaya başlamam daha da güç oldu. Üç defa, dört defa başladım yırttım, başladım çizdim. En nihayet bir taraftan bir şeyler tutturdum ve kısa bir zaman sonra bir şekle girdi. Dün akşam gece yarısına doğru temize çıkarmayı da bitirdim ve bugün Doçent’e götürdüm. Bakalım ne diyecek?

    18.04.1983
Yemekhanede Semra ile karşılaştık. O sağdan, ben soldan ikimiz de aynı anda giriş kapısına dayanıverdik. Az kala göğüs göğüse vuracaktık. Son saniyede tanıdım onu. Gülümsedi ve bana yol vermek ister gibi geri çekildi.
“Buyur, dedim, kadınlara hürmetimiz daha tükenmedi.”
“Ama siz üçüncü sınıftasınız. Ben sizden bir yıl geriyim.”
“Olsun. Kadın olmanız çok daha önemli.”
“Nerede kaldınız? Dağ gezisinden sonra sizi hiç görmedim.” diye sordu yemeklerimizi alıp masaya oturduğumuzda.
“Buradaydım. Okumaya biraz vakit ayırmam gerekiyordu. Seminerimiz vardı da…”
Öğle yemeğinden sonra kahveye davet ettim.
“Ben de seminere gidiyorum, dedi. Ama yarın öğle yemeğinden sonra kahveyi beraber içebiliriz.”
Çok sakin ve mütevazi bir tutumu var.

    20.04.1983
Doçent’i bu defa ben aradım. İki gündür ses çıkarmıyor. Öykü gibi makaleyi de gözden geçirmeden gazeteye götürmesin diye kurt düşmüştü içime.
Dün iş yerinde yoktu. Yardımcısına sordum.
“Yakında çıktı, bir gazeteye uğrayacakmış. Bugün artık gelmeyecek. Probleminizi ben halledebilir miyim?” diye sordu.
“Acele değil. Bir şeyler soracaktım…”
“O zaman yarın yine uğrayın.”
“Acele değil” dedim ama yardımcının cevabı telaşımı daha da arttırdı. Madem gazeteye uğrayacak… Makalede ise değişmesi gereken yerler olmasın olmaz…
Bugün dersten çıkar çıkmaz yine dayandım kapısına. “Okudum.” dedi beni görür görmez. “Bir şeyler ilave etmek, bazı yerlerini de kısaltmak gerekiyor. Biliyorsun gazetede hacim meselesi çok mühim. Notlarım kara kalemle işaretli. Gerekeni yap ve temize çıkar. Yarın akşama kadar hazır etmeye bak.”
“Baş üstüne öğretmenim! dediğiniz gibi olacak!”
Sevindim yazıyı henüz gazeteye teslim etmemiş diye. Teslim etmiş olsaydı muharrir mutlaka beğenmeyecekti. Ben rezil olacaktım ama Doçent’ i de utandıracaktım.
O sevinçle yemekhaneye girdim. Semra oradaydı ve beni bekliyordu.
“Seni burada bulamayınca geç kaldım diye düşündüm. Hayri herhalde beni bekledi bekledi ve gitti dedim içimden.”
Öyle candan konuşuyordu ki, ‘düşündüm’ değil, ‘üzüldüm’ demek istiyordu sanki.
“Sen değil, ben azıcık geç kaldım. Filoloji öğretmeninin yanına gitmek icabetti.”
“Herhangi bir problem mi var?”
“Hayır… Yakında olacak olan seminer ile ilgili.”
‘Bir makale ile ilgili’ diyecektim az kaldı. Demedim. Övünüyormuşum gibi düşünürdü belki.
Yaz tatilinde onların fakültesi, Deliorman’ da bir ziraat kooperatifinde çalışacaklarmış. Geçen yıl gittikleri yerde tatili çok iyi geçirmişler. Onun için bu yıl da orasını seçmişler. Kooperatif yönetmenleri olsun, köy halkı olsun, çok iyi karşılamışlar onları. Yaşam, yatak, yemek şartları çok iyiymiş. Her akşam sinema, dans yahut kamp ateşi başında şarkılar… Unutulmayacak gibi bir yaz tatili geçirmişler. Bu yıl da çok iyi geçer diye umut ediyor. Yaz tatilinde bizim nerede çalışacağımızı sordu.
“Köyde, bizimkilerin yanında olacağım,” dedim. “Her yıl yedisekiz dekar tütün ekiyorlar. Tam yaz aylarında iş eli lazım. Ben eve toplanıncaya kadar ekim ve kazım işleri bitecek, sıra toplamaya gelmiş olacak. Hakiki zorluk o zaman başlıyor. Sabahın erken saatlerinden başlayarak sıcak çıkıncaya kadar toplamak, sonra dizmek, kuruntuluğa asmak, kuruyanları harmanlamak… Bu her gün böyle, bütün yaz boyunca devam ediyor.”
Tütün üretimi hakkında konuştuk uzun uzun. Onların bölgesinde bu bitkiye pek zaman ayrılmıyormuş. Bu hususta bütün bilgileri gazeteden okuduklarından ve başkalarından işittiklerinden ibaret. Benim anlattıklarım ona çok ilginç geldi.
“Bütün bu söylediklerini kendi gözümle görmeye çok meraklıyım,” dedi.
“Buyur, bizim tarafa misafir gel.”
“Gelirim, neden gelmeyeyim. Deliorman kooperatifinde iş bittikten sonra gelirim. Yalnız tütün istihsalini değil, Rodopları da görmüş olurum.” diye cevap verdi.
“Söz mü?”
“Söz!”
Semra bakalım sözünde duracak mı?

    07.05.1983
Makale bugün gazete sayfalarında belirdi. Okul arkadaşlarım münderecatını bakalım nasıl karşılayacaklar.

    11.05.1983
Düne kadar oda arkadaşımdan başka makale için beni tebrik eden olmadı. Aralarında gazeteyi okumayan yoktur. Kısa değil, hemen hemen yarım gazete sayfası. Yoksa müellifi başka bir kimse diye mi düşünüyorlar yine? Aralarında kıskananlar olabilir ama hepsi mi? Bu düşüncelerimi akşam Bedri’yle paylaştım.
“Öyle mi?” diye şaştı kaldı. Arkasını getirmedi.
Bu sabah birinci ders için odaya girdiğimde herkes yerine oturmuş, öğretmenin gelmesini bekliyordu. Kapıdan girdiğimde oda arkadaşım Bedri hemen yerinden fırladı:
“Hey, tebrik ederim! Çok güzel yazmışsın! Başarılı bir yazı olmuş. Ama bu iş ıslatmadan olmaz. İleride daha iyi başarılar elde edebilmen için bir şeyler ısmarlaman gerekiyor. Arkadaşlar, Hayri’nin adına bu akşam hepinizi bizim odaya davet ediyorum!”
Bizim Bedri öyle candan, öyle yürekten konuştu ki, makaleyi ilk kez bu sabah görmüş gibi beni bile inandırdı. Şaşkın şaşkın, ne konuştuğunu anlamamış gibi bakan diğerlerine döndü sonra:
“Kalkın be! Kalkın ve Hayri arkadaşımızı tebrik edin! Çok iyi makalesi var “Şafak” gazetesinin son sayısında!”
Ta o zaman bütün sınıf arkadaşlarım, yani on yedisi de, birer birer gelip beni tebrik ettiler. Bedri’nin konuşması o kadar ateşliydi ki, utanmaya başlamıştım artık. Ama o durmadı, konuşmaya devam etti:
“Hayri,” dedi yerine oturduğunda, “devam et kardeşim! Bir gün gelir belki hepimiz seninle övünürüz. Gazetede adını her gördüğümüzde biz onunla beraber okuduk başkentte, diye anlatırız başkalarına!”
O öyle konuşurken kapıdan Doçent girdi. Bedri gitti, ona da ‘müjdeledi’ makaleyi. O da umumi havaya uyarak elimi sıktı, ilerisi için de başarılar diledi. Makalenin yazılmasında ve gazetede çıkmasında tabii ki Doçent’in payı çok büyüktü. Bunu belirtmem gerekiyordu. Ama sustum kaldım. Neden, ben de bilmiyorum.

    30.06.1983
Yılsonu sınavları geldi çattı. Hepimiz kitapların üzerine düştük. Ara sıra yemekhanede görüşüyoruz birbirimizle. Sade gündüzleri değil, geceleri de okuyoruz harıl harıl. Şenlikler, danslar, Pazar gezileri, hepsi bitti desem yeri var.
Bugün çalışırken aklıma Semra geldi. Bir haftadan fazla oldu onu görmeyeli. Tabii o da sınav hazırlığı ile meşgul. Öğle yemeğinde görürüm dedim içimden ve yine sarıldım kitaba. Fakat yemeğe gelmedi. Akşamüstü yine geldi aklıma; “Ne oluyor Hayri,” diye sordum kendi kendime, “sevdalanıyor musun yoksa?”
“Ne oluyor sana?” diye sordu oda arkadaşım. “Niye gülüyorsun öyle? Hem, kendi kendine konuştun gibime geldi.”
“Okuduğum mısralardan hiçbir şey anlamadım da…”
Semra’yı akşam yemeğinde de göremedim. İsteksiz isteksiz yurda döndüm, yine sarıldım kitaplara. Zaten hava da yağmurlu idi. Damlacıklar camlara sık sık vuruyor ve uykumu getirmeye çalışıyordu.

    12.07.1983
Son! Bu sınavlar da sona erdi! İyi bir yaz tatili geliyor ve ondan sonra son yıla başlıyorum! Son! Son! Çok iyi bir sözmüş bu ‘son’ sözü. Üçüncü yıl da ardımda kaldı. Önümde sadece son ders yılı ve devlet sınavları.
İki haftadan beri sessizlik içinde duran öğrenci yurdu iki günden beri usul usul canlanmaya başladı. Sınavları başarıyla alanlar, mutlu, odaları daha gürültülü. Alamayanlar başka bir heyecan içinde. Kimi öğretmenine kızgın imtihanı vermedi diye, kimi bu işin yazı varsa güzü de var diyerek mutlu görünmeye çalışıyor. İmtihanın birini güze bıraktım diyen de var, profesör vermedi diyen de. Bazıları acele acele çantayı kavrayıp memleketin yolunu tutuyor, diğerleri ne acelesi var diyerek cebindeki son paraları da harcayıp eğlenmeye bakıyor.
Dördüncü imtihanı da aldıktan sonra ne yapacağımı bilemeyerek okul önünde dikildim kaldım. Şimdi nereye? Okunacak ders yok, acele gidecek yer yok. Oda arkadaşım Bedri daha dün “Hoşça kal” diyerek köyün yolunu tuttu.
Büfeye gidip bir kahve aldım ve oturdum. Yola çıkmadan önce yapmam gereken işleri bir plana koymaya çalıştım. Öncelikle, Doçent’ e hoşça kal demem lazım. Habersizce kaybolmak olmaz. İkinci, gazeteye uğrayarak veznedardan başka, Başmuharrir yardımcısını de görmem gerek. Bir defa tütün istihsalinde çalışan gençlerin hayatına dair bir makaleye ihtiyaç duyduğunu anmıştı. Teferruatları belli etmek zamanı geldi artık. Üçüncü, Semra…
Öğleden sonra Doçent’ i de gördüm, veznedarı da, muharriri de. Bir Semra kaldı. Onu akşamüstü yemekhanede arayacaktım. Bayağı beklemem gerekti. İki kahve içtim yaptım ve yanıma aldığım gazeteyi baştan başa üç defa okudum. Yemekhaneyi kapatmak zamanı geliyordu artık. Şimdiye kadar hangi öğrenci yurdunda, hangi katta, kaçıncı odada yaşadığını hiç sormamıştım. Amma da mütevazılık ediyorum ha, diye kendi kendime çekiştim durdum. Dört aydan beri tanışıyoruz, haftada en az iki defa karşılaşıp hal hatır soruyoruz ama tam adresini bilmiyorum.
Geldi en nihayet. Yemekhane kapıları kapanmaya yakındı artık. Görür görmez önüne çıktım ve yemekhaneye beraber girdik. Hem yedik, hem son iki günün nasıl geçtiğini anlattık birbirimize. Son imtihanı da başarıyla geçtiğime sevindi.
“Benim son sınavım yarın.” dedi. “Öğleye kadar çıkacağım. Saat on ikide okulun giriş kapısı önünde buluşuruz.”
Düşünceli gibi geldi bana. Sormak geldi aklıma, bir üzüntüsü mü var diye. Vazgeçtim. Sınavlar zamanı kim yorulmuyor ki?

    13.07.1983
Ne güzel bir yaz sabahı! Başka zamanlar çok gürültüden uyanırdım, bu sabah öğrenci yurdunun sessizliği uyandırdı beni. Suyu kesilmiş değirmene dönmüştü bütün bina. Burada benden başka kimse mi kalmamıştı ne? En nihayet bütün gece doya doya uyumuş, sınav öncesi gerginliğini sıyırıp atmıştım üzerimden.
Tren akşama. Bavulum hazır. Okunacak ders yok, sınav yok önümde!

    15.07.1983
Evdeyim nihayet. Sınavlar, başkent sokaklarındaki gürültü, öğrenci yurdundaki o değişik hayat, bir taraftan her sınavın yarattığı gerginlik, diğer taraftan her başarılı geçen sınavın doğurduğu sevinç, şenlikler, spor oyunları, seminerlerdeki kavgalar, tartışmalar, hepsi geride kaldı. Hiç olmazsa iki aylık bir zaman için…
Son sınavdan çıktıktan sonra karşılaştığımızda Semra yine düşünceli gibi göründü bana. Soru dolu bakışlarıma ‘Bu sınavı da aldım,’ dedi sakince ve yakındaki kahvehaneye oturduk. Oturur oturmaz da dayanamadım ve bana birkaç günden beri düşünceli göründüğünü söyledim.
“Yok bir şey, sana öyle gelmiştir. Sınavların yarattığı gerginlik ve yorgunluğun tesiridir herhalde.” diye cevap verdi.
“Köye toplandığında iyi bir dinlenirsin.”
“Dinlenirim …”
“Köyümüzü görmeye geleceğini söz verdin. Unutma.”
“Evet.”
Bu defa cevabı biraz daha canlıydı.
“Ne zaman bekleyeyim?”
“Öğrenci kampı sona erdiğinde. Zaten karar değişti. Sizin bölgeye yakın olacağız bu yaz.”
“Nerede?”
“Eski Zağara’ nın köylerinde. Her ihtimale karşı ağustos ayının ortasında sona erdireceğiz oradaki işi.”
“Bekleyeceğim.”
“Önceden mektup yazarım veyahut telgraf salarım.”
Bir saat sonra trene kadar uğurladım onu. Ondan üç saat sonra da benimki geldi. Şimdi köyde, ondan bu kadar uzakta oturmuş, günlük defterimi karalıyorum.
Başka daha neler yazsam? Evet. Köyde beklediğim gibi tütünün dikimi ve kazımı çoktan bitmiş, toplama zamanı gelip çatmıştı. Bütün komşular şimdi bu işle meşgul. Her gün geçtikçe hız artıyor. Yalnız bu konuşuluyor insanlar arasında. Kadın, erkek, genç, yaşlı, çoluk çocuk… İki kişi bir araya geldi mi sözün başı da tütün, sonu da. Kazılması bitti mi, toplamaya başladınız mı, günde ne kadar topluyorsunuz, kaç dizi kaldırıyorsunuz, kuruması nasıl…
Bu sabah uyandığımda evde yalnızdım. Annem ve babam erkenden tütün tarlasına gitmişlerdi. Herhalde yorgunum diye düşünmüşler ve beni kaldırmamışlar. Hemen tarlanın yolunu tuttum. Ama onlar sıcak çıktı diye toplamayı bırakmışlar ve eve doğru yola çıkmışlardı. Yarı yoldan döndüm. Yol boyunca annem sordu durdu nasıl uyumuşum, yorgun değil miyim, kahvaltı ettim mi, ne yemem lazımsa masaya bırakmışlar, görmedim mi, sınavlar beni bayağı yormuş herhalde ki iyice zayıflamışım, biraz dinlenmem gerekiyormuş… Tütün daha iyice olmamış, yanma tehlikesi yokmuş. Onlar toplamayı da dizmeyi de bensiz yetiştireceklermiş… Ana yüreği işte, ne desem boş.
Evin önündeki asmanın altına oturduk ve bu sabah topladıkları tütünü beraberce dizdik. Artık akşam oluyordu. Biraz sonra köy içine çıkıp konu komşuyla görüşmeye niyetim var.

    16.08.1983
Bir aydan beri köydeyim. Bu zaman zarfında not defterini ne açmak geldi aklıma ne de yine açmamı gerektiren bir hadise oldu. Günler öyle sakin, öyle sakin geçti ki! Her gün yapılacak olan iş belli. Her sabah tan ağarırken tütün tarlasına gitmek, sıcak basınca eve, asmanın serin gölgesine oturmak var. Toplanan tütünü akşama kadar dizmek. Dizerken ya havadan sudan konuşuyoruz ya da susuyoruz. İyi ki, radyo bari susmuyor. Onun vasıtasıyla hem saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorum hem de memlekette ve dünyada olup bitenleri öğreniyorum. Diğer zamanlarımı elbette ki bir şeyler okumakla geçiriyorum.
Bir hafta öncesi çok iyi yağmur yağdı. İki gün tarlaya giremedik. Oturdum ve birkaç zamandan beri kafamda dönüp duran öykünün karalamasını hazırladım. Temize çıkarmaya şimdilik vakit yok.
Sıcaklar gene aldı yürüdü. Tütün yaprakları çabuk sararıyor, bir gün toplamasak hemen yanma korkusu beliriyor. Babamın ise kovanlıkta işinin bittiği yok. Tütüne, toplamaktan başka yardım edemiyor. O da her gün değil. Sık sık evde kalıp kurumuş olan dizileri iskeleden indirip ambarlaması lazım. Bazı akşamlar lokantaya uğrayıp bir kahve içimi kadar oturduğum oluyor ama bu sıralarda orası da tenhalık. Tütün kimsenin aylak durmasına müsaade etmiyor.

    21.08.1983
Bugünlerde misafirlerim vardı!
Evvelki gün tütün dizilerini astıktan sonra elime aldığım not defterini tam kapamıştım ki, Semra bir okul arkadaşıyla birlikte kapıya dayanıverdi. Telgraf yahut mektup salarım diye söylemişti ama vazgeçmiş, sürpriz yapmak istemiş. En yakın arkadaşıyla birlikte almışlar kendilerini, kente gelen otobüse atlamışlar. Oradan da haydi bizim köye. Benim için hakikaten de büyük bir sürprizdi. Annem için ise gayet büyük bir yaşantı oldu. Her ev gibi bizimkinin kapısını tanıdık tanımadık misafirlerin açtığı oluyordu. Erkek arkadaşlarımdan gelenler de ama kız arkadaşım bize misafir geldiği yoktu şimdiye kadar. Hem de iki tanesi birden. Ansızın gelmeleri annemi iyice şaşırttı. Misafir geleceğini biliyormuşum ama ona sürpriz olsun diye söylememişim düşüncesiyle kaldı hep. Yani sürprizi benden bildi.
Asma altındaki masaya oturduk ve hem kahvelerimizi içtik, hem tatlı tatlı konuştuk. İkisi de eğlendiler. Yardıma gittikleri ziraat kooperatifini, çalışmalarını, oranın insanlarını ballandıra ballandıra anlattılar. Akşamüstü köyü gösterdim onlara. Burası okul, burası muhtarlık, burası lokanta, burası postane. Sonra köy dışına çıktık. Tütün tarlalarını görmekmiş arzuları. Bu isteklerini de yerine getirdim. Tütün tarlamız neredeymiş, onu da öğrendiler.
“Köyde günün hangi saatini nerede geçirdiğini biliyorum artık,” dedi Semra ve gözlerimin içine baktı.
Akşam yemeğine oturduğumuzda tekrarlayıp durdular: Yarın sabah tütün toplamaya onlar da iştirak edeceklermiş. Annem onları bu fikirden bir türlü vazgeçiremedi. Nihayet onlar için de iş elbisesi hazırladı ve emretti:
“Haydi o zaman yatın, uyuyun! Zira tütün tarlasına erken gitmek var. Tan yeri ağarırken herkes toplamaya başlıyor. Geçe kalırsak hem gün çabucak kızdırmaya başlar ve bir şey toplayamayız, hem de komşular günlerce alay edip dururlar.”
Annemin tutumu dikkat çekici. Siz misafirsiniz, tarlaya gelmeseniz de olur diye birkaç defa tekrarlamış olsa da, tütün toplayabilecekler mi, böyle iş yaptıkları var mı, becerebilecekler mi diye merak ediyordu. Diğer taraftan ise birkaç dizi daha fazla toplansa yine bir fayda, bir yardım olacaktı. Tütünü yakmaya çalışan ağustos sıcağından bir gün daha ileri olmamız elbette ki daha iyiydi. Kızım, kızım diye hitap ediyordu her ikisine de ve her ikisini de kaş altından süzüp duruyordu tarlada da, evde de. Hele Semra’nın sofra hazırlıklarına katılması çok hoşuna gitti. Bunlardan biri bize gelin olabilir ama hangisi, diye soruyordu kendi kendine herhalde. Dedim ya, ana yüreği işte.
Misafirler gideli artık üç gün oluyor ama annem durup durup Semra’dan ve arkadaşından söz ediyor. Çalışkanmışlar, güzelmişler, konuşkanmışlar, elleri her işe yakışıyormuş, hele de Semra. Tütün dizmeye bile yarım saat içinde alışıvermişler. Sofrayı koymaya da, kaldırmaya da yardım etmişler. Yemek de seçmiyorlarmış. Evde ne bulunduysa, sofraya ne konduysa onu yemişler. Hele de Semra. Babamın taze çıkardığı gömeçli balı çok beğenmişler. İkisi de çok güzelmiş, hele de Semra…
Dünden beri annemi gören komşu kadınları hep misafirlerimizle ilgilenip duruyorlarmış. Neredenmişler, niçin gelmişler, annemin mi hısımlarıymış, yoksa babamın mı… Hatta aşağıdaki mahalleden Hafize nine bile sormuş. İki elinde iki değnek, beli dört kat bükülmüş, kulakları güya hiç işitmiyor ama o bile ne zaman, nerede görmüş, kimden işitmiş misafirimizin geldiğini, annemi sokak ortasında durdurmuş ve pek güzel kız, herhalde bizim Hayri evlenmiş, annesine gelin getirmiş diye geçirdim aklımdan, demiş.
Misafirler üçüncü gün akşam otobüsüne bindiler. Bizimle birlikte durağa kadar annem de geldi. Yerlerine oturdular ve otobüs tam kalkıyordu ki, Semra açık duran kapıya geldi ve kimsenin duymayacağı şekilde kulağıma fısıldadı:
“Yazdıklarını kimseye gösterme. Ama kimseye!”
Yüzünde bayağı bir ciddilik vardı. Hemen sonra otobüs çekildi ve arkasından bakakaldım. Ne demek istiyordu? Neden böyle ciddi bir tavırla tembihliyordu beni? Bu tembihin manasını bir türlü anlayamamıştım… Otobüsün ardından hayli bir zaman bakmış olacağım ki, yanı başımdan bir ses geldi:
“Kuşlar uçup gitti mi Hayri? Kaldın mı yalnız?” Baktım. Bizim komşulardan biri.
“Misafirim vardı, Hasan ağabey.” dedim.
“E, bugün misafir, yarın gelin. Bir defa gelmiş, gene gelir. Ama ikinci defa geldiğinde kaçırma. Salma!”
“Okul arkadaşlarım Hasan ağabey. Uzaklardan. Bizim buraları görmeyi merak ettiklerini söylüyorlardı ikide bir.”
“Evet, evet.”
Hem sigarasına asılıyor hem uzaklara bakıyor, hem de bıyık altından gülümseyip duruyor. ‘Ah Hasan ağabey, ah Hasan ağabey. Ne şeytansın sen, ne şeytan!’ dedim içimden ve şakalarına devam edemesin diye sordum: .
“Ne var ne yok? Gençler bu sıcaklarda tütün toplamayı yetiştirebiliyorlar mı?”
“Tütün onların. İster başarsınlar ister başarmasınlar. Benim işim ayrı. İki inek bana yetiyor da artıyor. Zaten işte o iki ineğin hatırı için bir parça ekmek koyuyorlar önüme.”
“Ya aldığın emekli maaşı? Onun hatırı yok mu? Hep daha sen onlara yardım ediyorsun galiba?”
“Ne yapacaksın. Şimdi yeni, kanun çıkmış Hayri.”
“Nasıl kanun?”
“İhtiyarlar ölünceye dek bakacaklar oğullarına, oğullar da kendi oğullarına. Geride olan nesillere doğru dönüp bakmak yok.”
“Sen uydurmuşsun bu kanunu Hasan ağabey!”
“Ben değil, hayat. Şimdiki devrin kanunu bu.”
“..............?!”
Hiçbir şey anlamamış gibi gözlerine baktım. Ciddi ciddi duran yüzünde şaka, alay izi aradım, fakat bulamadım.
“Gel Hayri, gel de şu lokanta taraçasında birer kahve içelim seninle.”
Gittik, oturduk. Kahveler gelir gelmez başladı: “Hayri, sana bir hakiki masal anlatayım.” “Anlat Hasan ağabey.”
“Leylekler, bilirsin, başka yerlerde yaşar. Buraya sadece yavru yetiştirmeye gelirler. Bir yıl leylek yine gelmiş, yuvasını tamir edip yavru yetiştirmiş. Bütün yaz onlarla uğraşmış. Beslemiş, büyütmüş, onlara uçmaya öğretmiş. Güz gelince yine uzak yol görünmüş. Koca leylek yavrularını arkasına takıp yola çıkmış. Uça uça denizin kenarına varmışlar. Yavru leyleklerin kanatları hala iyice kuvvetlenmediği için dururmuş. Baba leylek onları arkasına birer birer alıp denizden geçirmesi gerekiyormuş. Birincisini almış ve çekilmiş. Suyun ortasına geldiğinde sormuş: ‘Ee, oğlum, seni bütün yaz besledim, büyüttüm. Bu hale getirdim. Şimdi de kanatların sağlam olmadığı için arkama alıp sudan geçiriyorum. Gün gelip ihtiyarladığımda sen de beni böyle taşıyacak mısın?’ ‘Evet, baba. Taşıyacağım, taşımaz olur muyum?’ diye cevap vermiş yavru. Leylek baba usulcacık bir tarafına eğilip yavru leyleği arkasından indirmiş. Geri dönüp ikincisini almış. Suyun ortasına geldiğinde aynı soruyu ona da sormuş. Ondan da aynı cevabı almış. ‘Evet baba. Seni arkama bindireceğim ve denizden geçireceğim.’ Leylek baba onu da usulcacık arkasından indirmiş, yine geri dönmüş. Üçüncüsünü de denizin ortasına kadar götürdükten sonra aynı soruyu ona da sormuş: ‘Oğlum, kanatların daha sağlam değil, denizi uçarak geçemiyorsun. Onun için de arkama aldım seni. Gün gelip uçamaz olduğumda sen de beni böyle arkana bindirip denizin diğer tarafına geçirecek misin?’ Üçüncü yavru leylek ne cevap vermiş, biliyor musun?’
“Ne cevap vermiş?”
“Hayır baba, ben seninle uğraşamayacağım. O zaman benim yavrularım olacak, onları taşımam gerekecek!”
Üçüncü yavru doğru cevap vermiş. Doğru cevap verdiği için de baba leylek yoluna devam etmiş ve onu denizin diğer tarafına geçirmiş. Birinci ve ikinci yavru yalan söyledikleri için ve baba leylek onları cezalandırmış.”
Bu hikâyeden sonra Hasan ağabeyle hayatın çeşitli kuralları üzerine uzun uzun konuştuk. Ayrılırken kulak dolusu haykırdı:
“Hem bu akşam otobüs yanında dediklerimi unutma!”
“Hangi dediklerini?”
“Bir gencin omzuna kuş bir defa konar, en çok iki defa. Üçüncü defa konsun diye bekleme, hiç umut etme. Delikanlılık babayiğitliktir ama bir zamana kadar!”
Ah şu Hasan ağabey. Boşu boşuna Şakacı Hasan dememişler. Lafı döndürür dolaştırır, usulcacık bir şaka salmadan olamaz. Ama ben de kalkıp evleneceğim en nihayet. Evleneceğim en nihayet ki, komşular konuşup durmasınlar.

    01.09.1983
Artık tütünü kolayladık. Olgun yapraklar iyice azaldı. Yanma tehlikesi şöyle dursun, her gün toplamak bile icap etmez oldu. Yeni yetişen yaprakların olgunlaşması için beklemek gerekiyor.
Baş muharrir yardımcısının tütün istahsilinde çalışan ve bu işle hane geçindiren gençler için teklif ettiği röportaj kafamda olgunlaşmış gibiydi. Oturdum ve yazdım. Yazdım ama Semra’nın tembihleri bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Nedendi bu tembih, bir türlü anlayamıyordum.
Tatil sonu artık ufukta görünmeye başladı. Okul arkadaşlarımı da çok özlemiştim. Hele de Semra’yı…

    07.09.1983
Röportajı bugün gazeteye postaladım.
Dört günlük bir ara verdikten sonra olgunlaşan tütün yapraklarını toplamaya devam ettik.
Sabah erken, tan yeri ağarırken tütün tarlasının yolunu tuttum. Babam ve annem atı arabaya koşuncaya kadar biraz yürümek istiyordum. Hava tertemiz. Hoş ve hafif bir yel esiyordu. Etrafı nefis bir tütün kokusu sarmış. Köy içinde kuru tütünün kokusu, kırlarda olmaya yüz tutmuş olan yaprakların kokusu. Köyün alt tarafından geçen Kapandere boyundaki çalılıklarda ötüşüp duran bülbüller gece konserine son vermek üzere. İçimde bir hafiflik, bir hoşluk var. Kırların temiz havasını soludukça biraz daha dinçleşir gibi oluyor insan.
Tarlaya girdim ve sıranın birini önüme kattım. Kafamda başka bir makale dolaşıyor. Bu defa ana dilimizin temizliği için yazmak istiyorum. Yeni yetişen öğrencilerimiz ve okulu artık terk etmiş olan gençlerimiz son zamanlarda öyle bir dilde konuşuyorlar ki, değme gitsin. Bazı sözleri yerli yersiz kullanmak, cümlelerin yıkıklığı, yumuşak sesleri sert telaffuz etmek, vurguyu olur olmaz yere koymak en küçük kusurlardan sayılır. Kullandıkları sözlerin yarıdan fazlası yabancı. Yabancı sözleri Türk dili gramerine uydurmak, Türkçe sözleri yabancı dil kaidelerince kullanmak… Bütün bunlar hem gülünç hem acınası haller…
Hem kırdığım tütün yapraklarının çıtırtısını dinliyorum, hem de yazacak olduğum makalede değinmek istediğim sorunları belirliyorum.
“Kolay gele Hayri!” diye haykıran bir ses geldi kulağıma. Baktım, yine bizim Şakacı Hasan ağabey. İnekleri önüne katmış, küçük torununu yanına almış ve köy altındaki çayırlığa doğru yola koyulmuş. Doğruldum ve cevap verdim:
“Allah razı olsun Hasan ağabey! Bugün yalnız değilsin demek. Yanında konuşacak kişi olacak. Leylek yavrusunun yavrusu. O da palazlanıyor artık, uçmaya hazırlanıyor… “
“Sen yine derine dalmıştın. Sesimi bir defada iletemedim!”
“Yok, yok…”
“İşler çok düşünmekle hallolunmaz, Hayri! Faaliyete geçmek lazım, faaliyete! Yarın nişan falan, öbür gün davul zurna ve düğün. İşler uzatmaya gelmez!”
Hasan ağabeyin ağzı durmaz ki…
“O da olacak Hasan ağabey, o da olacak!”
… Şu dil temizliği konusu bir defa kafama girmiş, beni artık rahata bırakmaz. Ne zaman yazacağım? Ama Semra’nın şu tembihi nereden çıktı, hala akıl erdiremiyorum.

    05.10.1983
Tütün tarlası boşalır gibi olmuştu ki, tatil de sona erdi. İşte yine başkentteyim. Öğrenci yurdundaki oda arkadaşım benden önce gelmiş. İlk haberleri, yenilikleri ondan öğrendim: Doçent yanına yeni yardımcı almış, birinci ders yılına ayak basanların arasında epey kız öğrenciler varmış, yeni yıldan sonra bir ay için tatbikata gideceğimiz okullar daha şimdiden belli olmuş, ders yılının ikinci haftasında Rila dağlarında bir köye patates çıkarmaya gidecekmişiz. Bu sabah biyoloji fakültesinde Semra’yı görmüş. Yanında bayağı güzel bir kız arkadaşı varmış, onunla tanışmış. Konuşkan, senli benli bir şeymiş.
“Adı Seniha mı?” diye sordum. Bedri yatağına uzanmış yatıyordu ya, birden ayağa fırladı.
“Sen nereden biliyorsun? Onunla tanışıyordun da şimdiye kadar bana neden bahsetmedin? Hey, Hayri, yalnız kendini düşünme!”
“Onunla ben de yakında tanıştım.” dedim.
“Yakında mı? O da ne demek?”
“Semra ile ikisi ağustos ayının ortalarında misafirim oldular.”
“Neee ?!”
“Evet. Çalıştıkları yerde iş bitince eve gitmeden önce bizim köye geldiler. Rodopları görmek istiyorlarmış. Bu sabah karşılaştığınızda sana anlatmadılar mı?”
“Hayır…”
“İki akşam kaldılar bizde. Hatta tarlaya tütün toplamaya bile götürdüm onları.”
“Deme be…! Sen herhangi bir bela yapmayasın? Mesela ergenliğe elveda demek gibi bir şey?”
“Yok öyle bir şey. Semra Rodopları görmeye çok meraklıyım demişti daha ilkbaharda, ben de gel gör diye cevap vermiştim. Geldi işte. İyi ki yalnız değildi. Yalnız gelseydi sen de bizim köydeşler gibi…”
“Ne halt etmişler senin köydeşlerin?”
“Hayri gelin mi getirmiş yoksa, diye anneme sorup durmuşlar günlerce.”
“Olsa da olur. Evlenmek sana yasak mı yoksa?”
“Yasak değil elbet ama yok öyle bir şey… Şimdilik…” “Şimdilik?”
“Sus be!” diye çıkıştım Bedri’ye en nihayet. “Amma da uzattın ha!”
“Tamam tamam. Ama… evlenmiş olsan bile…”
Rastgele elimde bulunan kalınca bir kitap fırladı gitti ona doğru. Anında eğilmeseydi başından vurulup yıkılacaktı yere. En sonunda sustu hele. Lakin ne gizleyeyim Semra için söz etmesi benim de hoşuma gidiyordu…
Öğleden sonra gazeteye uğradım. Başmuharrir yardımcısı selamımı daha kabul etmeden konuşmaya başladı:
“Röportajı çok geç yolladın. En az bir ay önce gelmeliydi. Yaz mevsimi geldi geçti. İşlediğin konu artık aktüel değil.”
Söylediklerinin doğru olduğuna o da pek emin değil gibi geldi. Ama bıçak da onun elindeydi, peynir de. Yazıya gazetede yer isterse verir, istemezse vermez.
“Siz bilirsiniz,” dedim sakin sakin ve odasını terk ettim. Mart ayında çalışmaya başlayıp bütün yaz ve güz, hatta kış aylarında bile bu bitkiyle meşgul olan ve ederini ertesi yılın nisanına kadar alamayan köydeşlerim için tütün hiç de mevsimli bir iş değildi. Yani bu sorun onlar için her zaman aktüel idi. Lakin başkentten dışarı çıkmayan, hele de Rodop köylerine ayak basmayan bir kimse bütün bunları nereden bilsin?
Yatakhaneye döndüğümde beni Bedri de gürültüyle karşıladı: “Haydi be, nerelerde kaldın? Öyle güzel bir işi bozmuş olacaktın az kala!”
“Neymiş o? Güzel dediğin işler için senin anlayışın benimkinden epey farklıdır ama söyle bakayım.”
“Semra ile Seniha az sonra bizim odaya kahveye geliyorlar.”
“Bu mesele nereden çıktı böyle?”
“Üç saat öncesi onları kütüphanede gördüm ve senden izin almadan ikimizin adına onları kahveye davet ettim bizim odaya. Kötü mü etmişim?”
“Bir defacık bari senin kafana da bulduruşlu bir düşünce gelsin. Bravo. Eee, hazırlık yaptın mı?”
“Ohoo! Derhal tedbir aldım! Beş dakika sonra masa hazır. Biliyorsun ki, böyle işler elimin kınasıdır.”
Misafirleri memnun ettik diye düşünüyorum. Bedri sohbet teşkilatlandırma işinin ustası. Hiç yoktan bir şeyler yaratıyor. Ama bu sohbetten en memnun kalan yine kendisi. Bütün gece Seniha’ da idi gözleri. Ona öyle dikkatle bakıyordu ki, ağzının suları akmaya başladı başlayacak. Bunu Semra bile anlamıştı. Bedri’ye her baktığında dudak ucuyla gülümseyip duruyordu. Lakin bir ara dananın kuyruğu kopacaktı az kala. Saat başı gelmiş gibi hepimiz susmuştuk. Şeytan yine araya girmiş olacak ki, Bedri:
“Kızlar, biliyor musunuz ki, bizim Hayri’nin elinden yazarlık geliyor?” diye patlattı havaya.
“Öyle mi?” diye şaştı kaldı Seniha. Sonra bana döndü:
“Gerçekten mi? Yazıyor musun? Şiir mi, düz yazı mı?”
Bedri ateşli ateşli devam etti:
“İki öyküsü çıktı gazetede. Bir de makale. Hem de epey uzun. Yaz tatilinde kim bilir daha kaç tane hazırladı.”
Semra derin derin baktı gözlerime bir şey demek ister gibi. Anlayamadım ne demek istediğini.
Seniha yine aynı heyecanla:
“Gerçekten mi? diye sordu bana, sonra da Bedri’ ye bakarak. “Bedri abartıyor, deneme gibi bir şeyler işte,” dedim.
“Ne abartması be. Yalnız benim bildiklerim…”
Burada artık acele etmem icap etti:
“Ama kitap? Bugünkü kitabı unutmadın değil mi?”
“Tamam tamam,” diye cevap verdi Bedri ve ‘Teslim oluyorum’ der gibi hemen ellerini de kaldırdı.
Seniha bana döndü bu defa:
“Ama kitap da mı yazıyorsun?”
“Yok,” dedim, “Bedriyle bir kitabı beraber okuyacak oluyoruz. Hem kalın hem ilginç.”
Bu kadarla her şey kapandı ve misafirleri tatlılıkla uğurladık.

    07.10.1983
Doçent’i daha hiç göremedim. Gelir gelmez onu neden aramadım diye beni azarlayacak diye tahmin ediyorum. Yarın derslerden sonra bu işi nasıl halletmeliyim?

    08.10.1983
Bugün en nihayet hocamı ziyaret edebildim. Bedri’nin dediği doğruymuş. Yarından sonra bir ziraat kooperatifine patates çıkarmaya gidiyoruz. Vakti varmış, geniş geniş konuştuk. Tatili nasıl geçirdiğimi, bir şeyler yazıp yazmadığımı ince ince sordu. Muharririn röportajı beğenmediğini gizledim. Belki hakikaten de başarısız bir yazıydı. Fakat onun haberi olup dururmuş. Evirdi çevirdi sözü oraya getirdi. lkıla sıkıla meseleyi anlattım.
“Yardımcı beğenmemiş ama Başmuharrir beğendi.” dedi. “Önümüzdeki sayıların birinde yer verecek senin röportaja.” Nasıl oluyor da biri beğeniyor, diğeri beğenmiyor diye sormayacak mısın Hayri?”
“Ne bileyim. Bir yazıya herkes aynı kıymeti veremiyor herhalde”
“Haklısın. Herkes bir yazıya aynı kıymeti biçemez. Biri diğerinden daha az veya daha çok beğenir ama biri menfi, diğeri müspet diyemez ki!”
Sustum. O da sustu bir an. Sonra daha sakin ve daha alçak bir sesle devam etti:
“Bu konuya başka bir zaman yine döneceğiz ve daha geniş konuşacağız. İleride ona yine dönmek icap edecek!”
Semra’yı bu akşam yemekhanede bekledim. Umut ettiğim vakitte Seniha ile birlikte geldiler. Yemekten sonra kahve içmeye gittik. Seniha kahvesini çabuk çabuk içti ve bizi yalnız bıraktı. Az sonra biz de kalktık ve Kestaneli sokakta Kartal köprüye doğru yürüdük. İkimiz de susuyorduk. Çoktan beri zihnimi kurcalayan soruyu en nihayet sordum:
“Semra, bizim köyden ayrılırken kulağıma bir şeyler fısıldamıştın, hatırlıyor musun…”
“Evet, hatırlıyorum.” dedi.
“Sebebini bugüne kadar anlayamadım.”
“Yazdıkların gizlice okunuyor. Anlayamayacak ne var?”
“Kim olabilir? Bedri’yle yaşıyorum. Artık dördüncü yıl. Ondan başka kim yapabilir bu işi?”
“Bilmiyorum.”
“Sen nasıl anladın?”
Durdu. Gözlerimin içine baktı.
“Sorma. Çok rica ederim. Bununla ilgili hiçbir şey sorma. Otobüse binerken tembihlemem seni çok yakın bir dost hissetmemin ifadesi değil mi?”
“Teşekkür ederim.”
“Sabırlı ol. Zamanı geldiğinde bu konuyu ben açacağım sana. Ama rica ederim bütün yazdıklarını daha gizli bir yerde tutmaya çalışsan iyi olur.”
Bir dakika sonra bu ciddi konuşmadan eser bile kalmamıştı yüzlerimizde. Çok tatlı, çok şen konuşarak akşam gezisine devam ettik.
25.10.1983 Rila dağlarındaki ziraat kooperatifinde on dört günlük işten döner dönmez Doçent gene aradı. Gittim. “Bayağı bir iş bitirdiniz mi?” “Evet.” “Nasıl geçti iş günleri? Her şey normal miydi?” “Evet. Neden sordunuz?” “Yolsuzluk falan olmadı değil mi? Şenlikler, yarış, akşamları ateş başında şarkılar, türküler, oyunlar…?” “Tam öyle.” “Gazetenin Baş muharriri sordu seni geçen günler. Görmek istiyormuş. Söyledim nerede olduğunuzu. Döner dönmez onun yanına uğramamı istedi. Bugün gitsen iyi olur.” Gittim. Doçent gibi o da bayağı şen karşıladı. O da iş zamanında günlerin nasıl geçtiğini sordu. Ona da aynı cevabı verdim. “Otur ve derhal bir röportaj yaz. Erken kalkmalarınızı da yaz, aranızda geçen yarışları da. Akşamları ateş başında geçen saatleri de yaz, oyunları, şarkıları, şakaları da. Köylülerin sizden duydukları memnuniyeti de yaz, ufak tefek yolsuzluklar var ise, onları da. Yaz işte… Gazetede üniversite öğrencilerinin günlük hayatına da yer ayıralım arada sırada. Ama bu defa acele tut, konunun “aktüelliğini kaybettirme!” Son sözleri söylerken bıyık altından bayağı bir gülümsedi. “Ne kadar acele?” diye sordum. “İki, üç, bilemedin dört gün!”

    28.10.1983
Defteri üç gündür açıyorum, dakikalarca bakıyorum ona. Nereden başlayayım diye sorup duruyorum kendi kendime. Nereden başlayacağımı bilemeyince de defteri kapayıp masadan kalkıyorum. Hakikatte ise yazacaklarım var. En nihayet bugün katiyen yazacağım dedim ve yazmaya başladım.
Birinci, Başmuharririn istediği röportajı hem zamanında hem de büyük bir kolaylıkla hallettim. Daha ilk akşam oturdum ve şunun şemasını bari hazırlayayım dedim. Şema oldu olmadı derken münderecatını işlemeye başladım. Başmuharrir yaz işte, yaz da yaz demişti ya. Öyle bir şey oldu. Uykum dağılmıştı. Ben de yazdım da yazdım. Rila dağlarının eteklerinde bulunan köyde geçen günler gözümün önüne dizilivermişti. Yorucu işi de yazdım, şen şakrak geçen günleri de, köyde kalmış ve kooperatifin her işini yüklenmiş olan ihtiyarlarla yakınlığımızı da. Götürdüğümde Başmuharrir bir solukta okudu ve memnun bir sesle:
“İyi. Güzel bir röportaj olmuş. Derhal salacağız,” dedi, İkinci, Başmuharririn yaptığı yeni teklif bana bomba gibi geldi. Yeni yılın başında gazetede daha bir iş yeri açılıyormuş ve o, bu yere beni münasip görüyormuş. Daha bir şeyler konuştu ama şimdi bir türlü hatırlamıyorum. Beklenmedik teklif karşısında her halde dilim tutulmuş kalmışım. Kendimi toparladığımda dikkatimi çeken şey ikimizin de susmasıydı.
“Eee? Bir şey de edin?”
“Ne diyeyim. Benim için beklenmedik bir teklif. Başarabilecek miyim acaba?”
“Düşün taşın. Danışacağın kimse varsa danış. Kararını verdiğinde gel ve bana bildir.
Üçüncü, Doçent’ in tutumu. Gazetenin yayınevinden çıktığımda aklıma gelen ilk düşünce Başmuharririn teklifinde mutlaka Doçent’ in de parmağı olmasıydı. O ise meseleyi anlattığımda bambaşka bir tavır aldı. Daha ilk tutumu, haberi olmadığını ifade ediyordu. Daha sonra açıktan açığa bana yapılan tekliften memnun olmadığını belli etti. Ama en beklemediğim şey ortaya daha sonra çıktı.
“Sizin tavsiyenize ihtiyacım var öğretmenim. Sizden başka danışacak daha yakın kimsem, güvendiğim arkadaşım yok. Ne diyeceksiniz ne tavsiye edeceksiniz,” diye sorduğumda cevabı şu oldu:
“Küçük değilsiniz. Kendiniz karar alın. Ne desem doğru olmaz. Hayatınıza ne yön vereceksiniz, gelecek için planlarınız nasıl, ebeveyninize olan bağlılığınız ve evlatlık borcunuz, ailevi sorunlar, eş, dost…, nasıl kişiler arasına düşeceksiniz … Başkentte yaşamanın ve çalışmanın vereceği önerileri şimdilik bir tarafa bırakın ve bütün diğer sorunları göz önünde bulundurun.”
Dördüncü, Bedri hepten başka türlü konuştu:
“Ne düşünüp duruyorsun? Şaşarım senin aklına. Derhal kabul et. Devlet kuşu her insanın omzuna konmaz. Konduğu yere de bir defacık konar. İkinci defa bekleme. Haydi, kaç kişi iş bulabilir başkentte? O da gazeteci! Taşradan gelen makale, öykü, şiirlere gazete sayfalarında yer verilmesi, verilmemesi sana bağlı olacak. Yazmaya çalışanlar senin gözlerine bakacaklar, gözlerine! Kendi yazdıkların ise daima yer bulacak gazete sayfalarında!”
“Öyle değil Bedri, senin bilmediğin veya anlamadığın meseleler var,” diyecek oldum ama ne gezer. Hep aynı ruhta konuştu da konuştu. Bir ara ona neden açıldım diye kendi kendime kızar gibi oldum ama sonra düşündüm. Alacağım karar ondan gizli kalamaz. Neyse. Sakinleşmeye başladığını hissettiğim an:
“Yalnız bir ricam var senden Bedri. Ben karar alınca ve işe başlayıncaya kadar kimseye açıklama bu söylediklerimi. O zamana kadar gizli kalsın,” diye rica ettim.
“Ama sen hep daha tetikliyor musun?”
“Önümde bir sürü başka vazifeler var. Tatbikata gideceğiz, diploma işini yazmak var. Devlet imtihanları, sonra… sonra muharrirliği acaba başarabilecek miyim?”
“Budala! Gazetelerde işleyenlerin hepsi senden daha hazırlıklı, daha becerikli, daha akıllı mı yoksa?”
“Dur, öyle konuşma. Sen olsan ne yapardın?”
“Derhal kabul ederdim! Başarır başarmaz, alırdım vazifeyi üzerime. Kimse her şeyi öğrenip de gelmemiş bu dünyaya. Kimse her işin inceliklerini onun içine girmeyince öğrenemez.”
“Ama…”
“Ama deyip durma bana! Kabul edersen kız öğrenciler dört döner etrafında. Cebinde paracığın da bulunur her zaman. Pastaneler, lokantalar, tiyatrolar senin olur. Bu akşam bir kızla, yarın akşam başka kızla, o restoran, bu restoran, o sinema, bu sinema…”
“Kabul etmezsem?”
“Kabul etmezsen bir köyde öğretmen olursun, biter gider.”
“Taşrada öğretmenliğin ne kötülüğü var canım?”
“................ ?!”
Şaşkın şaşkın yüzüme baktı ve elini salladı: “Ne kafa tutarsam seninle! Budala be, budala işte!” Kapıyı hızla çarparak çıktı gitti yatak odasından.

    04.11.1983
Bir haftadır karar alamıyorum. Doçent’ i gördüğüm yok son zamanlarda, iki gün önceki dersi saymazsak tabii. Derse son anda girdi. Zil çalınca da derhal kabinesine toplandı. Başka vakit dersten önce olsun, sonra olsun aramızda biraz kalır, hal hatır olur ve bizimle sık sık şakalaşırdı. Şimdi benden kaçıyor sanki…
Bedrinin de ateşliliği azıcık olsun kesildi. Şimdi daha sakin konuşuyor. Zaten yedi gün içinde yalnız bir defa döndük bu konuya. Birinci defasında hala karar almadın mı diye sordu sakin bir sesle. İkinci defasında biraz daha uzun konuştu.
“Tamam. Diyelim ki kabul ettin ve bu işi başaramadığını gördün. İşi yolunca yordamınca terk etmek yok mu?”
Birinci defasında olduğu gibi yine susmakla cevap verdim.

    18.11.1983
Bedri ile bugün bir daha uzun uzun konuştuk. Bu defa daha sakindi ve gazetecilik işiyle ilgili olan görüşleri daha ciddiydi.
Nihayet Başmuharririn teklifini kabul etmeye karar verdim. Yarın gazeteye uğrayıp cevabımı söyleyeceğim.

    20.11.1983
Öğle saatlerinde üniversiteden çıkıyordum ki Doçent ile karşılaştık.
“Teklif edilen işi kabul etmişsin.” dedi hayli donuk bir sesle. “Evet hocam, kabul ettim.”
“Hayırlısı olsun. Karar senin. Sonu hayırlı olsun. Başarılar dilerim” dedi yine ayni donuk sesle
Nedenini hala anlayamıyorum ama Doçent gazeteye işe gitmemi onaylamıyor. Çocuk değiliz elbette ki, her şeyi büyük bir heyecanla yaşamayacağız. Ama önceleri benim her başarıma sevinir, onaylar, teşvik ederdi. Şimdi ise Başmuharririn teklifini kabul etmemi doğru bulmamıştı. Neden acaba?

    20.12.1983
Bir aydır derslerle uğraşıyorum. Üç sınavım kalmıştı, onlardan ikisini hallettim. Diğerini şubat ayına bıraktım.
Ondan sonra devlet sınavları ilkbaharda, yani beş ay sonra. Şimdi artık gazetedeki işe sakin sakin başlayabilirim.

    23.12.1983
Bugün gazeteye uğradım. Başmuharrirle uzun uzun konuştuk.
Ayrılırken:
“Anlaştığımız gibi, iki ocakta burada ol. Vaktin var ya, bir de öykü hazırla o zamana kadar ve gelirken getir. Kötü olmaz.” dedi.
Başmuharrir ile konuşurken dikkatimi çeken bir şey oldu. Ben içerdeyken yardımcısı iki üç defa girdi çıktı ama onların yanına yakında işe başlayacağımdan habersizmiş gibi, beni hemen hemen tanımıyormuş gibi bir davranışı vardı. Başmuharrir ona söylememiş olabilir mi acaba?

    03.01.1984
Yine bayağı yazacaklarım toplandı. Birdenbire birkaç hadise yığıldı birbiri üstüne. Yeni yıldan önce üç gün için köye gidip bizimkileri görmeyi arzu ediyordum ama şu parasızlığı ne yaparsın. Babam bu yakınlarda yine yollayamadı. Son ayın bursu da gecikti. Her defa, ayın sonuna dört yahut beş gün varken veriyorlardı. Şimdi iki gün kaldı burs hala yok. En üstüne kapak gibi tren garında da iş yoktu bugünlerde. Bedri’nin de işi yok gibi Semra ile Seniha’yı bulmuş ve yeni yıl akşamı dördümüz bir arada eğlenceye gidelim diye teklif etmiş. Onlar da kabul etmişler. Ya para? Yokluk sebebiyle akşam sabah yalnız kahvaltı ile geçirdiğim bugünlerde eğlenceye gitmeyi nasıl getirebilirdim aklıma? Giriş bileti, oraya girebilmek için uygun elbise, yiyecek içecek, kızlara şövalyelik etmek… Bunların hepsine para nereden?
“Ben biraz yardım ederim.” dedi Bedri. “İşe başlıyorsun ya, ilk maaşı aldığında çevirirsin.”
İyi ki eski yılın son gününde bursları alabildik ve yakam azıcık genişledi.
Öğrenci yurtlarına yakın bir eğlence salonu vardı, Bedri oraya almış giriş biletlerini.
Çok eğlendik. Gecenin epey ilerlemesine rağmen hiç yorgunluk hissetmiyorduk. Dans üstüne dans etmeye devam ettik durduk. Saatin kaça vardığı belli olmayan bir sırada Bedri:
“Takılın ardıma! Dört kişilik bir boş masa buldum. Biraz dinlenelim! Kahve ve viski benden!” dedi.
O an Seniha soru dolu gözlerle bana bakıyordu.
“Ne oluyor ona?” diye sordum ellerimin de yardımıyla.
Dudak büktü, ne bileyim der gibi. Sonra daha fazla kendine konuşur gibi mırıldandı:
“Çok şen, çok heyecanlı görünüyor bir saatten beri. Göğün yedinci katında bulunuyor sanki.”
“Bana da öyle geliyor, içkiyi fazla kaçırmış olmasın?” dedim.
Yürüdük gösterdiği masaya doğru. Büfeden aldığı kahveleri ve viskileri derhal yetiştirdi.
“Ha buyurun! Bedri ağabeyiniz sayesinde ne masasız kalırsınız ne gene içkisiz!” diye haykırdı.
Oturduk ve azıcık dinlendik. Bedri hep öyle şen şakır.
“Ne oluyor sana, daha içmeden sarhoş mu oldun yoksa?” diye sordum fısıltıyla.
“Ben mi? Ben buraya geleli beri hem büyülendim hem sarhoş oldum!” diye yüksek sesle cevap verdi.
“Sebebi?”
“Sebebi Seniha! O büyüledi beni! Onun dansları, saçları, sözleri büyüledi beni. Hem öyle büyü ki, bozulacak gibi değil!”
“Deme be!” diyerek güldü Seniha. “Şimdi ne olacak? Bu büyüyü bozmak için hangi muskacıya başvuracağız?”
“Dur, muskacı falan gelinceye kadar söyleyeceklerim var!” Hemen ayağa kalktı ve ciddi sesle devam etti:
“Hayri, Semra, siz de dinleyin ve şahit olun. Ben bu anda Seniha’ ya âşık olduğumu ilan ediyorum. Seniha, ben seni seviyorum! Benimle evlenmeye razı mısın? Şu anda şahitlerin önünde cevabını bekliyorum!”
Semra ona dik dik baktı ve sordu:
“Bedri, sen ciddi mi konuşuyorsun? İçmeden sarhoş olmak yok değil mi? Doğru cevap ver!”
Cevap yok. Hepimiz susmuş, gözlerimiz Bedri’de. Bu defa Seniha sordu:
“Bedri bak, Semra ne soruyor.”
“Evet Semra, ben sarhoş değilim ve ciddi konuşuyorum. Ben Se niha’ ya aşığım. Bir daha soruyorum, Seniha benimle evlenir misin?”
Semra ayağa kalktı:
“Durun bir dakika,” dedi ve Bedri’nin yanına geçti.
“Solu!”
Bedri derin derin, doktor önünde solur gibi soludu.
Semra bu defa Seniha’ya döndü:
“İçkili değil. Ciddi konuşuyor. Cevap verebilirsin.”
Bu defa Seniha ayağa kalktı:
“Evet Bedri, ben de seni seviyorum!”
Ardından buseler geldi. Sonra kadehler tokuşturuldu.
Ama iş bu kadarla kalmadı. Bedri viski kadehinden büyük bir yudum çekti, sonra derin derin nefes aldı ve kendi kendine ama hepimizin duyacağı sesle konuştu:
“Oh be, büyük bir yük kalktı üstümden!”
Gülüştük. Sonra tekrar kaldırdık kadehleri. Hepimiz sustuğumuzda Bedri bana döndü aynı ciddiyetle:
‘‘Sen ne duruyorsun?”
“Durmuyorum. Ben de sen gibi içiyorum işte.” dedim.
‘Benim üstümde büyük yük yok ki’ diyecektim az kala ki, o devam etti:
“Ne bekliyorsun? Semra’dan mı gelsin ilanıaşk? Erkek gibi vazifeni icra etsen ya! Kaç aydan beri ‘Semra, Semra’ diye sayıklayıp duruyorsun rüyalarında hemen hemen her gece.”
“Bedri!” diye sert sesle haykırdım.
“Ne var? Yalan mı söylüyorum yoksa? Hakikat değil mi?”
Seniha da çıkardı sesini. O da ciddi ciddi sordu:
“Bedri yalan mı söylüyor yoksa Hayri?”
Bir şey diyemedim. Ne “evet”, ne” hayır”. Dilim tutulmuştu sanki. Utanmaktan gözlerimi masadan ayıramıyordum. Bir ara nasıl oldu bilmem; Semra’ya çevirdim bakışlarımı. O da bana bakıyordu ve “Haydi, biraz daha cesaret topla kendine” diyordu sanki. Yüzüm kızara bozara sorabildim:
“Ne yapacağız, Semra?”
“Ne yapalım, Hayri?” diye sordu o da gülümseyerek. En nihayet benim utangaçlığımı anlamış olacak ki:
“Ben seni seviyorum Hayri. Ya sen?” dedi.
“Ben de seviyorum seni Semra. Hem de çok!” diye cevap verdim. Nasıl diyebildim bu sözleri hala bilemiyorum. Ondan sonra daha ne kadar dans ettik, öğrenci yurduna ne zaman toplandık, bir şey hatırlamıyorum. Hepsi hala rüya gibi. Hatırladığım bir şey varsa o da Bedri’nin lakırdıları. Bir ara masaya yine oturmuştuk.
“Size bir havadisim var kızlar. Haberiniz olsun, Hayri bir gün sonra “Şafak” gazetesinde işe başlıyor.” dedi.
Bu defa darılmadım, tebrikleri sakin sakin kabul ettim.
Bedri’nin dediği gibi bir aşk ilanı yüz gram viskiden daha çok sarhoş ediyor insanı…
Gazetede birinci ve ikinci iş günleri için de birkaç satır kaydetmek istiyorum.
İlk iş günü Başmuharririn yanına vardığımda yeni yılı kutlama heyecanından, yeni yıl yorgunluğundan eser kalmamıştı artık. Kapıdan girdiğimi görür görmez diğer personeli odasına topladı ve beni takdim etti. Artık başlamış olan 1984 yılında daha büyük başarılar, sağlık, bahtiyarlık diledi hepimize. Sonra gazetenin yeni sayısının hazırlanması ile ilgili birkaç tavsiyede bulundu. En sonunda da elime bir dosya tutuşturdu:
“Köy muhabirlerimizden bayağı mektup toplandı. Oku, münderecatlarıyla tanış. Hangisi işe yarayacak, hangisi yaramayacak, ayır. İşe yarayacak olanlara birer birer yer veririz gazete sayfalarında. Yaramayacak olanlara kısaca cevap yazarsın neden yer veremeyeceğiz diye.”
Sonra komşu odaya gittik ve çalışma masamı gösterdi.
“Oda arkadaşınızla evvelden tanışıyorsunuz’, değil mi?”
“Tanışıyoruz tabii.”
İki saat içinde mektupların hemen hemen yarısını gözden geçirmiştim ki, oda arkadaşım önündeki kâğıt ları çekmecesine topladı ve dedi:
“Dinlenme zamanı geldi, gidip birer kahve içelim, orada da biraz vakit geçirelim.”
Gittik. Kahvelerimizi alıp uzak bir masaya oturduğumuzda:
“O kadar acele etme,” dedi. “İki saat içinde dosyayı yarı yaptın. Çalışmaya böyle devam edersen öğleye kadar bitireceksin. Öğleden sonra aylak mı duracaksın? Bir şey yapmadığını gören meslektaşlar ‘Yeni işçi aylak duruyor, ona ne ihtiyacımız var?’ diye düşünmeye başlayacaklar hemen.”
Dediğim gibi evvelden tanışıyorduk onunla. Vazifesi gazete sayfalarında tarihi hadiseleri aksettirmek. Yani sorumlu olduğu köşenin adı ‘Tarihte Bugün’ idi. Geçmişte bugün, bu hafta ne gibi mühim hadiseler olmuş, anılması gereken herhangi bir yıldönümünü gazete sayfalarında anmak için yazı tedarik ediyordu. Bu son tavsiyesi ciddi miydi, yoksa şaka tarzında mı, anlayamadım.
“Ne bileyim ağabey, dedim Başmuharrir bu iş için bana vade kesmedi ama yarın başka vazife çıkarsa, bugünkü iş yarıda kalmış olmaz mı?”
“Haftada üç sayı hazırlıyoruz. Her sayıda beş veya altı muhabir yazısına yer veriliyor. Sana her gün on beş on altı mektup gelecek. Onların üçte biri ya istifade edilir ya edilmez.”
“Anladım.”
“Gazetede yer verilmeyen yazılar için hazırlayacağın cevap üç, bilemedin dört satırlık olsun. Hepsine uzun uzadıya eleştiri yazmayacaksın ya…”
“Yavaş yavaş işin içine girerim Halim ağabey. Meslektaşların arasında olan münasebetlere gelince…”
“Yavaş yavaş öğrenirsin.”
Ötesini getirmedi. Sade gözlerimin içine baktı derin derin. Doçent’ in buraya işe başlamama çekingenlik göstermesi meslektaşların arasındaki bazı münasebetlere bağlı değil miydi acaba?
İkinci gün de öyle geçti. Öğleye doğru Başmuharririn odasından bir dosya daha geldi. Bunlar bu sabah gelen muhaberelerdi. Oda arkadaşımın tavsiyelerine bakmayarak her iki dosyayı da okuyup bitirdim. Bana göre iş yapacak olanları bir tarafa ayırdım. Onların içinden de beş tane en iyisini seçtim. Onları önümüzdeki sayıya girmelerini teklif edecektim.
Kahve zamanı gelince yine büfedeydik. Bu defa yanımıza edebiyat sayfası sorumlusu da geldi, oturdu:
“Nasıl, alışıyor musun?”
“Dün bir, bugün iki. Hala her şey karanlık.”
“Alışırsın, alışırsın. Sınavlar ne durumda?”
Anlattım.
“İyi. Benim sayfayı unutma hem. Zaman bulduğunda bir öykü hazırlamaya bak. Elimizde olsun. Bazen seyrek de olsa kısılıp kalıyoruz. Öyle an geldi mi hemen salarız.”
Bu defa “iyi” demek bana düşmüştü. İş yerine dönerken koridorda kolumdan çekti:
“Gel odama kadar. Dün bir şiir geldi mektupla. Sen de oku.”
Gittim. Çekmeceden bir kâğıt çıkardı.
“Enteresan bir şiir. Yollayanı gıyaben tanırsın. Sizin taraftan değil, şiirlerine sık sık yer veriyoruz gazete sayfalarında… Hem dikkat et, yanındakine pek açılma. Ağzı pek sıkı değildir. Tavsiyelerine her zaman kulak asma.”
Bir şey anlamamış gibi ona doğru baktım kaldım ama o arkasını getirmedi. Yanı başındaki dosyayı önüne çekti ve kağıdın birini okumaya başladı. Ben de odama çıktım.

    17.01.1984
Yavaş yavaş işin içine girmeye çalışıyorum. Oda arkadaşım arada sırada bazı tavsiyelerde bulunuyor. Bana yardımı az değil.
Baş muharrir dikkat ayrılması gereken yıldönümlerini, çeşitli hadiselere hasredilmiş günleri ve haftaları anarken gelecek ayda arıcılar gününü de aksettirmemiz gerektiğini kaydetti. Laf arasında babamın arıcı olduğunu andım. O da Halim ağabey de ilgiyle baktılar bana doğru.
“Yani arıcılıktan anlıyorsun?’ diye sordu Başmµharrir.
“Birazcık.”
“O zaman arıcılar haftası münasebetiyle yayınlayacağımız yazıyı sen hazırlayacaksın.” dedi. Ben de kabul ettim.
Kahveden toplanırken Edebiyatçı sordu:
“Geçenlerde verdiğim şiiri beğendin mi?”
“Evet. Gazetenin sayfalarında yer verecek misin?”
“Yakında.”
Şiirde Bulgaristan’da Türk dilinde yaratılan edebiyatın son senelerde gördüğü kısıtlanmalarla ağaç dalında olmak üzereyken kurumaya yüz tutmuş bir elmaya benzetiliyordu. Bu bir hakikat idi ama böyle bir şiire gazete sayfalarında yer vermek için cesaret gerekiyordu…

    18.02.1984
Başmuharrir işimden memnun. Gazeteye her gelen mektubu geciktirmeden okumaya ve gereken cevabı vermeye çalışıyorum. Verdiğim cevapları şimdilik doğru buluyor.
Bu sabah kahveye gitmeden önceydi. Oda arkadaşım önündeki kağıda bir şeyler yazmaya devam ederken sordu:
“Dün sabah kitapçılara ‘Faşizm’ diye yeni bir kitap salmışlar, haberin oldu mu?”
“Hayır, işitmedim. Neden sordun? Çok mu ilginçmiş?”
“Dün sabah erken erken satışa salmışlar. Satılan satılmış, satılmayan nüshalar bu gece raflardan toplanmış.”
“Neden? Kusurlu muymuş yoksa?”
Arkadaşım kalemi elinden bıraktı, bana doğru baktı: “Anlamıyor musun? demek ki, münderecatı bizim idarecilere yaramıyor.”
Bu haber beni iyice ilgilendirdi.
“Başlığına bakarsan faşizmin ne demek olduğunu anlatıyor. Yazılması ve neşredilmesiyle ilgili makamlar münderecatının ne olduğunu ta şimdi mi anlamışlar? Basılmadan önce o kitabı okuyan olmamış mı? Ben bu işten hiçbir şey anlamadım.”
“Anlamayacak ne var? Büyüklerden biri kitabın neşriyatına izin vermiş. Büyüklerden biri bir kusur bulmuş ve toplanmasını emretmiş. Bu sabah otobüslerde, kahvehanelerde hep bu konuşuluyordu.”
“Müellifi kimmiş bu kitabın?”
“Doktor Jelü Jelev. Felsefe enstitüsünde çalışıyor. Ama bu hadise için her yerde ve herkesle konuşulmaz. ‘Altıncı şube’nin her yerde kulağı var.”
“O da ne demek?”
Arkadaşım tekrar baktı gözlerime:
“Öğrenirsin.”
Yavaş yavaş işin içine giriyorum demiştim ama bilmediğim şeyler daha çok.

    15.03.1984
Bütün gece kar yağmıştı. Trotuarlar temizlenmediği ve yayaların işi zorlaştığı için otobüsler ve tramvaylar tıklım tıklımdı. İşe zar zor yetişmiş olan herkes odasına kapanmıştı. Azıcık ısınmış olanı hemen bir salıklık, bir uyku basıyordu. Halim ağabeyle ikimizi de aynı… Bugün ben hatırlattım ona kahve zamanını. Kâğıdı kalemi hemen attı elinden. Saate baktı ve:
“Gidelim, dedi, bugün acele bir iş yok. Gereken yazıları yardımcıya daha akşamdan teslim ettim.”
Her gün ziyaret ettiğimiz büfe bugün tıklım tıklımdı. İçerisi arı sepetine benzemişti. Konuşanlar, sigara içenler…
“Gel, arka sokaktaki kahvehaneye gidelim.”
Orası hakikaten de tenhaydı. Oturduk. Bu defa haber sırası bendeydi:
“Bu sabah yine bir kitap meselesi konuşuluyor,” dedim fısıltıyla.
“Öyle mi?”
“Bir roman. Başlığı ‘Şahs’. Müellifi ünlü bir kadınmış.”
“Çok mu güzelmiş?”
“Kadın mı?”
“İşi alaya çevirme. Romanı sorduğumu çok iyi biliyorsun.”
“Güzelliğini bilmem ama o da kitapçılardan geri alınmış.”
“Sen kimden öğrendin?”
“Otobüste konuşuluyordu. Bir şey daha konuşuluyordu.”
“Ne konuşuluyordu?”
“Önceki kitabın neşriyatına da, şimdikine de izin cumhur reisinin kızından geliyormuş ama yine de satışı durdurdular. Demek senin dediğin “Altıncı şube” hepsinden kuvvetli.”
“Öyle anlaşılıyor.”
“Halim ağabey, senin böyle… satılması sonradan yasak edilmiş kitap gördüğün var mı hiç?”
“Yok. Böyle şeyleri ne sor ne ben cevap vereyim. Öyle daha iyi. İkimiz için de. Öyle bir kitap eline geçtiğinde oku, fakat kimseye söyleme.”

    05.04.1984
Her boş vaktimizde Semra ile beraberdik. Yakında toplanmak niyetindeydik. Tatbikattan döndüğümde bir daire kiralayacağız ve artık bir arada yaşayacağız. Benim devlet sınavları, onun da yılsonu sınavları geçtiğinde önce onun köyüne gideceğiz, sonra da bizimkileri ziyaret edeceğiz. Onun daha bir yılı var. Üniversiteyi o da ikmal ettikten sonra nerede yaşayacağımızı, nerede çalışacağımızı bir karara bağlayacağız.
Sık sık gelecek için çeşitli planlar kuruyoruz. Hemen hemen her akşam beraber çıkıyor ve merkez sokakta kestaneler altında el ele verip geziniyoruz. “Yıldızların Altında” diye bir şarkı var ya, işte onu birlikte söylüyoruz ama bir ağızdan değil, bir mısra o, bir mısra ben. Yalnız nesi var “yıldızların” sözü yerine “kestaneler” diyoruz. Bunu daima sokağı doldurmuş olan kalabalık, bizim gibi akşam gezisine çıkmış olanlar seyrelmeye başladığı zaman yapıyoruz. El ele vermiş yürürken başlayıveriyoruz:
O “Benim gönlüm sarhoştur kestaneler altında,”
Ben “Sevişmek ah ne hoştur kestaneler altında”
O “Yanmam gönül yansa da, ecel beni ansa da”
Ben “Gözlerim kapansa da kestaneler altında”
O “Mavi nurdan bir ırmak, gölgede bir salıncak”
Ben “Biz de ikimiz kalsak kestaneler altında”
O “Yanmam gönül yansa da, ecel beni ansa da”
Ben “Gözlerim kapansa da kestaneler altında”
O “Bir nefes bin “ah” olur kestaneler altında”
Ben “Çakıllar elmas olur kestaneler altında”
O “Yanmam gönül yansa da, ecel beni ansa da”
Ben “Gözlerim kapansa da kestaneler altında”
Gelen geçen bizi duyuyor mu, bize gülen, dikkat ayıran var mı, yok mu, hiç umursamıyoruz. Dünyalar bizim oluyor. Öyle anlarda kimseyi görmüyor, insan kalabalığı içinde tenha ve sakin bir deniz kıyısında yüzer gibi oluyoruz.
Sakin ve ılık gecelerde bu her akşam böyle tekrarlıyor. Hatta sakin sakin yağan yağmur altında bile devam ediyoruz gezilerimize. İkimiz bir şemsiye altına sokulup çıkıyoruz sokağa ve haydi kestaneler altına!
Dün akşam yine çıktık gezmeye. Hava ılıktı ve Kartal köprüye vardığımızda bu defa geri dönmedik, büyük parka doğru devam ettik. Etrafı var kuvvetiyle aydınlatmaya çalışan ay sanki bizi seyrediyor, o da gülümsüyordu bizimle birlikte.
Saatlerce gezindik, onlarca defa buseler aldık, buseler verdik birbirimize. Yine, “Kestaneler Altında” diye şarkı söyledik. Sonra bir banka oturduk. Sustuk ve kuşların ötüşünü dinledik. İnsan kalabalığı sokaklardan çekilince ve her çeşit gürültü hafifleyince onlara sıra gelmişti. Onlarca bülbül kendi konserine başlamıştı. Her biri kendi şarkısını söylüyor, kendi aşkını anlatıyordu. Öyle sessiz sessiz ve sarmaş dolaş olmuş, o tarif edilmez konseri dinlerken, Semra birdenbire başka bir şarkıya başladı:
“Demedim mi nazlı da yarim ben sana çok sevişmek tez ayrılık getirir…”
Yeni yıl akşamında belirmiş ve hiçbir an silinmemiş olan tebessüm yüzümden kayboluverdi. Baktım, onun da aynı.
“Bu şarkı nerden geldi aklına bu güzel akşamda Semra?” diye sordum.
Ciddi ama çok ciddi bir tutumla baktı gözlerime. Bu belki sekiz, belki on saniye devam etti fakat bana saatlerce sürmüş gibi geldi. Benim bakışlarım soru doluydu, onunkiler bomboş, hiçbir şey ifade etmiyordu. Birden sarıldı boynuma, sonra gözlerimi, yanaklarımı, saçlarımı öptü öptü… Durduğunda:
“Seviyorum seni Hayri!” dedi. “Çok seviyorum! Delice seviyorum! Onun için de seni elimden kaçıracağım diye korkuyorum!”
“Ben de seni seviyorum,” diye cevap verdim. “Ben de. Hem de çok seviyorum seni!”
Ben de öptüm saçlarını…

    14.04.1984
Çalışmaya başladığım için bir hafta önce öğrenci yurdunu terk etmem gerekti. Bu sebepten şehir içinden bir oda kiraladım ve oraya taşındım. Merkeze bayağı uzak.
Yarın tatbikatın geçeceği kentin yolunu tutmam gerekiyor. Onun için bugün işleri bitirmek gerekiyordu. Fakülte yönetiminden tatbikat dokümanlarını almak, Başmuharrir’in yanına bir ay izin için dilekçe yatırmak, Semra ile vedalaşmak, Doçent ile devlet sınavı için bazı incelikleri konuşmak ve bazı konularda fikir teatisi…
Akşama kadar hepsini hallettim. Başmuharririn yanına en son gittim. İzinnameyi verirken başka bir pusula uzattı ve izah etti:
“Gittiğin yerde üç gönüllü muhabirimiz var. Adresleri bu kâğıtta. Onları bul, konuş ve cesaretlendir. Daha sık yazsınlar.”
Bavulum çoktan hazır. Semra o işe bari yardım edebildi. Yarın sabah trene binip “Tuzluk Bölgesi’ne hicret etmek var. Bir ay için Semra’ya da; başkente de elveda.
Unutacaktım. Edebiyat sayfası sorumlusu, yanına hoşça kal demek için girdiğimde gazeteye sarılı bir küçük paket uzattı ve:
“Al şu kitapları, sok çantana. Gittiğin yerde okursun aylak kaldıkça. Burada açma.” dedi.
Oda arkadaşım Halim ağabeyle veda kahvesini içtikten sonra yatak odasına toplandım. Paketi ta o zaman açıp bakmak geldi aklıma. Biri Reşat Nuri Güntekin’den “Dağları Bekleyen Kız”, ikincisi Jelü Jelev’den “Faşizm”, yani yakın zamanda kitapçı mağazalarından toplanan kitap! Üçüncüsü de benim için bir sürprizdi: Halide Edip Adıvar’ın “Sinekli Bakkal” romanı!

    15.05.1984
Tatbikat bitti en nihayet.
Gittiğim şehrin lisesinde bir ay boyunca tecrübeli bir öğretmenin yönetmenliği altında öğrencilere ders verdim. İşimden ve orada geçirdiğim vakitten çok memnunum. Şimdiye kadar ayak basmadığım bir kenti gidip gördüm, çeşitli kişilerle tanıştım, yeni yeni intibalar edindim.
Dün sabahtan beri yine başkentteyim.
İmkân olduğu zaman daima tren yolculuğunu tercih ediyorum. İnsan hem dinleniyor hem de vakit kazanıyor. Okumaya da vakit var, uyumaya da. Gece vaktini tamamıyla istifade ediyorum. Şimdi yine öyle yaptım. Varna’dan gelen gece trenini tuttum ve dün sabah istasyondan doğruca gazeteye gittim.
Arkadaşlarımın hepsi iş başında. Ben yokken çıkmış olan sayıları birer birer alıp okumaya imkânım olmuştu ve şimdi burada işin gidişatıyla bir yere kadar tanışıktım.
İlkin oda arkadaşımla görüştüm.
“Yeni eski bir şeyler var mı, Halim ağabey?”
“Yok. Hepsi bıraktığın gibi.” dedi.
“Arayan soran?”
“Yok. Kim olsun. Beklediğin bir kimse var mıydı yoksa?”
“Yok. Sordum işte, laf olsun diye… Taşradan herhangi bir tanıdık, herhangi bir okul arkadaşı arayabilir diye geçti aklımdan…”
“Dosyana gelen muhaberelerin bir kısmını gözden geçirdim. İstifade edebildiklerimizi istifade ettik. Geri kalanına sen bakarsın. Ama Yardımcı sana daha geniş izah eder. Senin gittiğin yerlerde ne haber, ne yenilik?”
“Var. İyisi de kötüsü de. İlk fırsatta oturur konuşuruz. Şef burada mı?”
“Burada.”
Az sonra onun yanına girdim. Döndüğümden haberi olsun, dedim. Hoş beş olduk. Adet yerine gelsin diye tatbikatın nasıl geçtiğini sordu, gittiğim yerlerdeki halkın işleriyle ilgilendi. Ben de yerli muhabirlerle görüşmelerimi konuşmalarımı, tavsiyelerini nasıl ilettiğimi ayrıntılarıyla anlattım.
Sonunda:
“Yardımcının yanına uğradın mı?” diye sordu.
“Hayır, önce sizin yanınıza geldim.”
“Geç onun yanından. Önümüzdeki en acele vazifeler için sana iletecekleri vardır herhalde.”
Yardımcının yanına da girdim. Daha kapıdan:
“Haydi be, nerelere kayboldun? Gazetede işte olduğunu unuttun galiba! Senin bu tatbikat çok uzadı!” diyerek gürültüyle karşıladı beni. Yüzü bayağı asık gibime geldi.
“Ben ise önce ‘hoş geldin’ demenizi beklerdim.” dedim ve yüzüne gözlerimi kıpmadan baktım. O da baktı kaldı bana doğru ve hemen sonra kendini toparladı.
“Hoş geldin! Kusura bakma. Bazen vakit yetmiyor, bazen şeflerin beğenmediği yazılar kaçırıyoruz gazete sayfalarında. Bazen de kendimiz dikkatsizlik ediyoruz. İstemeden sinirler gerilmeye başlıyor…”
“Acele ne iş varsa söyleyin, önce onlarla başlayayım.”
“Oda arkadaşının yardıma ihtiyacı var senden. Son zamanlarda onun işi en yoğundu. Önümüzdeki sayı için acele icra edilmesi gereken vazifelerin daha çoğu onun yanında. Sonraki sayılar için öğleden sonra konuşacağız.”
Kapıdan çıkarken:
“Dur,” dedi, iki mektup var yanımda. Şahsen sana. Biri babandan olmalı. Diğeri… Polis İlçe Müdürlüğü’nden.”
Mektupları alıp odama geldim. Çok sakindim güya ama oda arkadaşımın gözleri epey keskin herhalde ki, sordu:
“Ne oldu? Yardımcının keyfi yerinde değil mi yoksa?” “Bu sabah sol tarafından kalkmış herhalde.” dedim.
“Kulak asma. Durup dururken alevlenmek onun adetidir.”
“Yalnız bu kadar mı?”
“Başka ne olabilir?” diye sordu Halim ağabey.
“Ne bileyim, bazı olmayacak yazıların yayınlanmasını andı.”
Arkadaşım sustu bir süre. Sonra laf arasında anar gibi konuştu:
“Başmuharrir, senin gitmenden sonra çıkan şiir için onu ve Edebiyatçıyı bayağı sert bir tenkide tuttu…”
Beni bekleyen dosyayı önüme çektim ve içindekileri okumaya başladım. Biraz sonra cebimdeki mektuplar aklıma geldi. İlkin babamdan geleni okudum. Çok zamandan beri haber etmediğim için annemle ikisi bayağı telaşlanmışlar. Sınavlardan, sağlık durumumdan ilgileniyor, komşulardan selam iletiyordu. Sonunda da bir haftaya kadar biraz para yollayabileceğini belirtiyordu.
Onların telaşlanmalarında ben kabahatliydim. Son mektubumda gazeteye işe başladığımı bildirmiştim ama paraya ihtiyacım olmayacağını yazmamıştım. Tatbikata gideceğimi de anmamıştım. Bizde şu haberleşmeler o kadar geride ki… Başka memleketlerde artık cep telefonları varmış, biz daha telefon bile edinemiyoruz. Bizde mi pahalı, onlarda mı çok ucuz, kim bilir? Ama benim de kabahatim az değil. Daha bu akşam eve cevap yazıp annemi ve babamı sakinleştirmem lazım.
İkincisini açtım. Mektubu aldığımdan sonra üç gün içinde polis müdürlüğünün altmış altıncı odasına, herhangi bir yoklama ile ilgili olarak ilçe sorumlusu yanına gitmem gerekiyormuş. ‘Üç gün içinde ille de vakit bulurum’, dedim ve iki mektubu da çekmeceme bıraktım.
Oda arkadaşım bir ara büro altını karıştırmaya başladı. Baktım elinde bir elektrikli cezve.
“Artık büfeye gitmek yasak,” dedi soru-sual dolu bakışlarıma cevap olarak. “Kimin kahveden ihtiyacı varsa odasında içebilir. Yardımcının emri böyle. Büfeye gitmekle çok vakit kaybediyoruz. İş vaktinin en az on dakikasını boş lakırdıya harcıyoruz.”
Hazır olan kahveyi iki fincana döktü. Birini bana uzattı: “Afiyetle iç.”
Kahveden bir yudum aldım. Kuvvetliceydi, büfedekine benzemiyordu.
“Halbuki, az önce yeni eski ne var ne yok diye sorduğumda, yok, hepsi bıraktığın gibi diye cevap vermiştin.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/yakup-ismail/kestaneler-altinda-69499702/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kestaneler Altında Yakup İsmail
Kestaneler Altında

Yakup İsmail

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kestaneler Altında, электронная книга автора Yakup İsmail на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв