Aşk ve Nefret Kitabı

Aşk ve Nefret Kitabı
Joltay Jumat Almaşoğlu

Joltay Jumat Almaşoğlu
Aşk ve Nefret Kitabı (Öyküler ve Dramaturjik İkilem)

BİRİNCİ KİTAP
HAYAT AĞITI

SEM VE SEMİHA

I
Görkemli dağlar – genellikle gururlu, kibirli, zaptedilemezlerdi, bu sefer cömert, arkadaş canlısı ve hoşgörülü görünüyorlardı. Ve güneşin parlak ışınları yakıcı değil, kızı sıcaklığıyla nazikçe okşayarak ruhuna huzur veriyordu. Kıza sanki evrenin tam ortasındaymış gibi geliyordu, mis kokulu doğa onu sanki bir anne şefkatiyle kucaklamıştı, onu titreyen göğsüne bastırmış ve sessizce muhteşem bir melodiyle sakinleştirmişti.
Ancak böyle alışılmadık bir mutluluk durumunda, kız sakinleşememekte, kalbi daha hızlı atmakta, sanki göğsünden çıkmak üzereymiş gibi görünüyordu. Dalgalanan duygular onu bunaltıyor, kıyıların vadilerinde dolup taşan bir dağ nehri gibi ruhun içinde sıkışıyorlardı. Olanlara inanmak zordu, bütün bunlar ona ayrılmak istemediği, acımasız gerçekliğe geri dönmeyi arzu etmediği harika bir rüyayı hatırlatıyordu. Ancak, tüm olanlar sadece onunla bağlantılıysa, sıcaklığı hala hissedilen, kendisine hitap eden sözleri kendi kulaklarıyla duyduysa, nasıl inanmazdı. Delikanlının kalbinden içten duygular dökülmüştü ve varlığının her hücresinde tatlı bir karşılık ile yankılanmış, ruhunu heyecanlandırmıştı. Buna da inanmıyorsanız, başka nasıl bir aşk ilanı olabilirdi?
Böyle bir şey daha önce başına hiç gelmemişti, kız, gizli düşlerinde bile, onu saran duygulardan açıklanamaz bir zevk almasının mümkün olabileceğini hayal edemiyordu. Şu anki duruma benzer bir şey, tutkulu aşk hakkında kitaplar okuduktan sonra, kendini zihinsel olarak güzel kadın kahramanların yerinde hayal ederken, önce ateş basması şeklinde sonra da ürpertiyle kaplanmasına benziyordu. Yine de şimdi başına gelenler ilk kez oluyordu. Ve şimdiye kadar böyle bir mutluluğu yaşamadığı için suçlu muydu? Kaderi böyleymiş. Kimisi için küçük bir mutluluk, arzuladığından çok daha sonra verilir. Tamam, geç olsun ama yeterki gelsin. Ya hiç gelmeseydi? Kaldı ki hayatı boyunca bu mutluluğun tadını tatma fırsatı bulamamış olan ne kadar çok insan vardı.
Düşüncelerin yumuşak esaretinde ve rüyaların tatlılığıyla sarhoş olan kız, kendini gerçeklik ile unutulma arasında bir tür fantastik dünyada hissediyordu. Bugün yaşadığı, genellikle düşmanca ve soğuk olan odası, hafif ve harika müzikle dolmuştu, rahat, sade bir oda gibi görünüyordu. Ancak bu neşeli melodi kızın kalbinden sökülüp atılıyordu…
İstemeden ona sık sık öğüt veren annesini hatırlamıştı: “Kendine iyi bak kızım, kızlık namusunu koru, kuyruk sallayan olma. Erkeklerle düşüp kalkan bir kadın er ya da geç mutsuz olacaktır, ancak saf, namuslu kız kendine layık bir nişanlısını er ya da geç bulacaktır. Genç kız katı kurallarla büyümüş, annesine itaatsizlik etmeyi aklından bile geçirmemişti. Peki sonuçta ne oldu? Uzun yıllar boyunca, sanki hapishanedeymiş gibi, küflü bir odada dizlerine sarılarak oturuyordu. Görkemli yakışıklı erkeklerden bahsetmiyorum bile, en sıradan bir adam bile ona ilgi göstermemişti. Bu yüzden, bu kasvetli odada, metal kafesteki bir kuş gibi, monoton hayatının günlerini sayarak geçiriyordu.
Ve yine de… geç olması hiç olmamasından iyidir. Bir yerde işler yolunda gitmezse, umut kıvılcımları sönerse kime kızalım? Hayali mutluluk kuşunu yakalamaya çalışırken kaderini karmaşıklaştırdığı için suçlanacak biri var mı? Ne de olsa, kimse ona dizgin vurmadı, ısrar etmedi: şunu ya da bunu yap diye! Kimse onu şehre taşınmaya zorlamadı. Kimse ona doğduğu köyü unutmasını ve başka yerlerde daha iyi bir yaşam arayışına girmesini de tavsiye etmedi. Her şeyin suçlusu sadece kendisiydi.
Şehirde olunca, o zaman her şeyin yoluna gireceğine, şimdilerde dedikleri gibi her şeyin “yerli yerine oturacağına” ve özlem duyduğu rüyanın gerçekleşeceğine kendini inandırmıştı. Ayrıca onunla ilgilenecek, kararlılık gösterecek ve ona sert bir şekilde : “Bunu neden yapıyorsun?” diye soracak kimsesi de yoktu. Ölümlü dünyayı erken terk eden babasını belli belirsiz hatırlıyordu. Annesi de bu dünyada fazla oyalanmamıştı, tek kızını zar zor ayağa kaldırmıştı. Zavallı kadın son gücüyle, kendi yavrusunun yetişkin hayatında kaybolmaması için her şeyi yapmıştı. Ve hastalıktan bitkin bir şekilde ölüm anında, bir veda sözü bile fısıldayamamıştı. Yasını tuttuktan, annesi için ağladıktan sonra etrafına bakındığında korkutucu bir gerçekle yakınlarında onu teselli edecek ve onun için endişelenecek kimsenin olmadığını fark etmişti. Bu durum kendisini toparlamasına neden olmuştu. “Bir insan ölür, ama hayat devam eder” – annesi böyle derdi. “Yaşayan bir ruh dişli kurbağadır” sözü de annesinindi. “Yaşayan bir can, güneşin altındaki bir yer için savaşır” – ve bunlar hep annesinin sözleriydi…
Sapargül, eğitimsiz kalarak hayatta hiçbir şeyin başarılamayacağını anlamıştı. O yüzden öğrenim görmek için, şehre gitmeliydi. Bu düşünceyle, zihninde güçlenerek yola çıkmaya hazırlandı.
İşte Sapargül neredeyse sekiz yıldır büyük bir şehirde yaşıyordu. Kendini burada kabül ettirmek için çok cesaret ve azim gerekmişti. Planlananların çoğunu başarıyla gerçekleştirdiği söylenebilir. Çalışmalarını başarıyla tamamladı, imrenilen diplomayı aldı, kendi uzmanlık dalında bir iş buldu. Pansiyonda olmasına rağmen, kendine ait küçük bir odası vardı. Ve bu, öyle görünüyor ki, büsbütün yeterliydi. Ancak yine de… zaman zaman ruhunun derinliklerinden gizli bir hayali ortaya çıkıyordu, onu rahatsız ediyor ve acı çektiriyordu. “Yalnızlık sadece Allah’ı süsler” diye tekrarlamayı severdi annesi. “Kuğular özellikle çiftler halindeyken güzeldir,” derdi sık sık.
“Peki bu tatlı kelimelerin hayatta ne faydası vardı? Tavsiye vermek işin kolayıydı. Güçlü ve dayanıklı olan, istediğini elde etmeye çalışsın. Ama bu her zaman işe yaramazdı. Her şey kendinize bağlı değildi çünkü. Herkes hayatta kendi payına düşeni alır”, diye düşündü kız acı bir şekilde.
“Belki de insanlar, diğer yarınızı bulma umuduyla tanıştığınız ilk kişinin boynuna atlamaktansa, yalnız olmanın daha iyi olduğunu söylemekte haklıydılar. Ayrıca doğuştan gelen bir utangaçlık, ahlak kavramları da işin içinde var. Bunu da bir kenara atamazsınız, vicdanına karşı gelemezsin” diye düşündü Sapargül. – Yoksa hiç bir erkeğe çekice gelmeyecek kadar şanssız mıyım, yoksa aralarında hoşlandığım hiç mi biri yok? Tanrı’ya karşı neyi yanlış yaptım, neden benden yüz çevirdi acaba? Gerçekten sevilmek ve sevmek kaderimde yok mu?, diye aklından geçirmişti.
Gündüzleri onu kasvetli düşüncelerden çalıştığı işi bir şekilde uzak tutmuş olsa da, akşamları ve geceleri soğuk odasının dört duvarları arasında kendi kasvetli düşünceleriyle baş başa kalmışken, en nihayetinde bir gün, bütün bu yıllar boyunca hayal ettiği kişiye rastlamıştı. Düzgün kesili bıyıklarıyla, zarif, esmer yüzlü bir adam ona yaklaştı ve bilindik nezaket sözleri sarfetmeden ve boş konuşmalarla vakit geçirmeden, onun gözlerinin içine bakarak ‘Sizden hoşlanıyorum’ diye sözünü yapıştırmıştı. Bu beklenmedik durum karşısında Sapargül’ün başı duygu yoğunluğundan dönmeye başlamıştı. İşte sonunda gerçek nişanlısını bulmuştu. Ve… pervasızca, aşık olduğu yakışıklı adamın iradesine kendini kaptırmıştı.
Düğün günü geldi.
Bu durum, ıstırap çeken kızın kalbinin daha hızlı atmasını, mutluluktan parçalara ayrılmaya hazır hale getirmez mi?! Evet, duyulmamış mutluluğun önsezisinden, sadece kalp titremiyor, aynı zamanda tüm varlığı da titriyordu. Uzun zamandır beklenen rüyasının gerçekleşmesi için uzun zamandır beklenen an geliyordu. Yarın düğünü var. O evleniyor. Ve sonra… Tabii o zaman peri masalı başlayacak. Masal…
II
Seçtiği kişinin adı Satımsay. Ancak kendisi de bu isminden hoşlanmıyordu, bu yüzden çok acı çekiyordu: “Kazakçamız ilginç, böyle bir isim bulmuşlar! Hiç modern değil. Modası geçmiş. Ağarmış antik çağlardan.” Satımsay’ın babası bu ismin anlamını etkili bir şekilde şöyle açıklamıştı: ‘Bir zamanlar atalarımızdan biri bu isimle yaşardı. Bu yüzden, bu batır kadar cesur, halk tarafından saygı duyulan bir insan olarak büyümen için onun adını sana koyduk’, demişti.
Satımsay, “Peki, ne olmuş yani batır ise?” diye kızmıştı. – Mesele onunla ilgili değildi. Onun adını taşıyan herkes batır olsa… Hayır, hayır, bundan hoşlanmıyorum. Satımsay… Bir yerin ya da köyün ismi gibi görünüyor… Böyle olmaz! Kısacası, bundan sonra bana Sem deyin. Ben Sem’im!..” – diye, inatçı, eski Satımsay kararlı bir şekilde bunu ilan etmişti. Şimdi herkes sevgili kocasına “Sem” diyordu. Ve sadece arkadaşları, dostları, tanıdıklar değil, hatta kendi babası bile.
Bir zamanlar uzak bir köyden büyük bir şehre giden Sapargül, kaderini genç ve yakışıklı bıyıklı bir adamla bağlayacağını, onun kader arkadaşı olacağını hayal bile edemezdi. Kaderin anlamı bu demek: geç de olsa, yine de tanışmışlardı. Birbirlerini sevdiler, birbirlerine içlerini döktüler, sırlarını paylaştılar. Gerçi, Sem konuşkan biri sayılmazdı, gereksiz kelimeleri sevmiyordu. Ve böylece konuşmaları kısa sürüyordu. Sem uzun süre düşünmeden birdenbire “Benimle evlenir misin?” diye sorduğunda Sapargül, gizlice bunu beklemesine rağmen neredeyse heyecandan bayılacaktı. Ve dili damağına yapışmış gibiydi, tek kelime edemedi, yüzü kızarmıştı, sadece başıyla onaylamıştı.
Damadın ebeveynleri düğünü şaşaalı bir şekilde organize ettiler. Damadın babası şehirde çok yetkili biriydi. Aile, doğal olarak, bolluk içinde yaşıyordu. Ve gençler için cimri değildiler. Nüfuzlu baba çocuğuna bir daire ve bir araba hediye etmişti. Aynı şekilde, rahat yuvasının lüks mobilyalar ve diğer gerekli ev eşyaları ile döşenmiş olduğunu da söylemeye gerek yok. Sapargül, sanki sihirli bir değnekle, bomboş pansiyon odasından anında bir masal krallığına transfer olmuştu ve uzun bir süre büyülü rüyayı gerçeklikten ayırt edememişti.
Köyde doğup büyümüş olmasına rağmen yine de şehir hayatını tanımayı başarmış ama böyle bir lüksü hayal bile edemiyordu. Ancak, bunda çok şaşıracak ne vardı? Bazıları bu hayatta azla yetinmek ve aynı zamanda kendilerini mutlu saymak zorunda kalırken, cömert bir kader diğerlerine de sahip oldukları zenginlikle birlikte o kadar akıl almaz hediyeler sunar ki, kıyamete kadar bu fazlasıyla yeterli olurdu onlar için. Sapargül beklenmedik bir şekilde böyle bir servetin içinde kendisini bulmuştu, bu beklenmedik bir olaydı. Sanki bir piyango biletinden milyonlar kazanmıştı. Ama vaktini sabırla beklemeyip de şansını bir an önce bulmayı umarak, hararetle bir o yana bir bu yana koştursaydı, böyle ölçülemez bir mutluluğa layık olur muydu? Zor bir ihtimal. Ama acı çekti, çile çekti – ve şansı yaver gitti, mutluluk ona gülümsedi. Mesele zenginlikle ilgili değildi aslında. En önemli şey, sevdiği biriyle bir araya gelmesiydi. İster adı Satımsay olsun, isterse Sem olsun. Adı onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Sem!.. Tamam, Sem’se Sem… Bir eş, uygun gördüğü şekilde eşine hitap edebilir. Ve bu kimin umurunda ki! En kötü ihtimalle, yarı Kazakların Batı yaşamını taklit ettiğini söyleyebilirler. Öyle olsa bile bunun nesi yanlış? Yurtdışında gerçekten değerli hiç mi bir şey yok? Sonuçta, orada da çok çekici şeyler var, iyi bir şeyler öğrenebilirsiniz. Etrafta medeni dünyada güçlü bir yere sahip kaç ülke var! Tüm dünya tarafından bilinen ne kadar ünlü şehirler var! Başarılarıyla tüm dünyayı şaşırtan az mı ülke var? İstediğin kadar! Ve Sem adına takılacak hiçbir şey yok. Aslında bu isim Kazakların gündelik hayatına pekala girebilir. Kötü şöhretli Kuşikbayev, İtbayev isimleri arasında yaşamaya hala devam etmiyor muyuz sanki? İsim değil, utanç verici lakaplar bunlar. Bununla gurur duymak mümkün mü? Hayır, medeni bir toplumda biz de yerimizi almalıyız. Bizim kuşağımız bunun için çabalıyor. Sadece biz…
Sapargül, “Sem ismi sana çok yakışıyor” diyerek kocasını cilveli bir şekilde övdü.
– Gerçekten mi? Dalga geçmiyorsun değil mi? sevinmişti ve yüzü aydınlanmıştı.
“Doğru,” diye onayladı.
Ama senin adın pek hoşuma gitmiyor, dedi Sem, içini çekerek.
– Neden? Sapargül telaşlanmıştı.
– Çok eski moda: Sapargül, Sapargül … Saçka! Hayır, uymuyor. Senya… o da değil. Hiçbir şeye uymuyor. Evet, buldum! Sen Semiha’sın!
– Müthiş! – yüksek sesle güldü. – Şey, düşündüm! .. Tamam, katılıyorum, senin istediğin gibi olsun – Semiha … Her nasılsa, alışılmadık, ilginç, ama muhtemelen yavaş yavaş alışırım.
– Alışırsın. Elbette alışacaksın! Sem coşkuyla bağırdı. – Sapargül’den çok daha iyi…
Evliliğin ilk günlerinden itibaren genç çift, ortaya çıkan tüm sorunları hızlı ve tereddüt etmeden, ihmal ve hakaret olmadan çözüyordu. Mutluluktan sarhoş olan genç karısı her zaman ve her şeyde Sem ile anlaşarak onun tüm kaprislerini yerine getiriyordu. Sem neticede şehirde büyümüştü, iyi bir eğitim almıştı, o dönemin kültürüyle yetişmişti. Onun kendini insanlarla birlikte uyumlu tutma yeteneği kıskanabilirdi. Hem büyüklere hem de küçüklere karşı eşit derecede nazik davranırdı. Her birine nasıl davranması gerektiğini gayet iyi bilirdi. En ufak bir çekingenlik duymaksızın, babasının yakın arkadaşlarının çevresinde rahatça hareket ederdi. Ve bu aydın çevresi, çok eğitimli, seçkin kişiler, onun aklına, bilgisine, ufkuna değer verdiklerini ve Sem’e daha çok umut bağladıklarını hiçbir zaman gizlemiyorlardı. Şimdi babasının arkadaşları, değerli bir yaşam partneri bulmayı başaran genç adamın doğru seçimi yaptığı gerçeği hakkında tasdik edercesine konuşmaya başlamışlardı. Ayrıca onun eşine Sapargül değil, Semiha demeye başlamışlardı. Yeni aileye katılan Semiha’nın ailenin güzel geleneklerini sürdüreceği coşkuyla dillendiriliyordu. Ancak, orada ne söylediklerini umursamıyordu. Yine de, insanların sıcak sözleri onun için hoş geliyordu, ona bu kadar ilgi gösterilmesi sevindiriciydi.
Dışarıdan bakıldığında, Sem’i alçakgönüllü, hassas, düşünceli, içine kapanık bir adam olarak algılamışlardı. Davranışı kusursuzdu. Bakışlarını kocasına çeviren Semiha, eski “Kazakvari” tavırlarına veda etmeye ve “modern” bir birey olmaya ve hayat arkadaşına layık olmaya karar vermişti. Yavaş yavaş yürüyüşünü değiştirdi, şehirdeki akranları gibi özgür ve kısıtlamasız olmaya çalıştı, konuşması bile değişmişti, Kazakça konuşurken, Rusça kelimeler eklemeye de başlamıştı. Semiha, bu şekilde davranmanın moda olduğuna ve kendisinin modern gençlikten hiçbir şekilde aşağı olmadığına inanmaya başlamıştı. Onda ortaya çıkan metamorfoz, yeni tavırları, karışık konuşması Sem’i de ziyadesiyle memnun etmeye başlamıştı.
Evet ya, tüm gösterişten, sahte utançtan vazgeçmeliyiz. Alçakgönüllülük ve utangaçlık, sessizlik aynı şey değildir. Samimi ve kültürlü kalabilirsiniz, ancak aynı zamanda kendi saygınlığınızı korurken bakış açınızı cesurca savunabilirsiniz, diyordu Sem ona sık sık.
İlk başta, söylenenlerin anlamına fazla önem göstermemişti, yavaş yavaş düşünmeye başlamıştı. Gerçekten de, burada kimin taşra alçakgönüllülüğe ihtiyacı vardı? Burada bunu takdir eden ve anlayan var mı! Tam tersine, bir insan ne kadar alçakgönüllü olursa, diğerleri bunu görerek daha da küstahlaşacaktır. Ne bekliyorsun ki, sorusu akla gelmektedir? Neden pantolon ve mini etekle gösteriş yapan “yarı hippiler” olarak adlandırılan diğer kızlardan eksik bir tarafım mı var sanki? Diye düşünmüştü.
O da bunu da yapabilirdi. Ve sonra kim kimi geride bırakacakmış görelim! Bütün bunlar, eninde sonunda Sem’in hoşuna gidiyorsa, kocası doğru olduğunu düşünüyorsa, vazgeçmeye değer mi?
– Yeter ki senin hoşuna gitsin. İstediğin gibi davranacağım, – itaatkar bir şekilde Sem’e yakınlaştı.
Bununla birlikte, nişanlısı her gün yeni, hatta ona yabancı olan, ruhunu endişelendirdiği bir şeyler yapıyordu. Özellikle geceleri, yatakta… Daha dün gece onunla inanılmaz bir şeyler yapmaya kalkışmıştı. Yabancı gençliğin eğlenceleri ve tuhaflıklarından neşeyle bahsederken onu ürkütmüştü. Semiha utanmıştı, sessiz kalarak sorudan kaçmaya çalışmıştı ama böyle olmadı.
– Seks hakkında ne biliyorsun? – diye kocası doğrudan saldırıya geçti.
–?!
– Neden susuyorsun? Eşler arasında sır olmamalıdır. Aklından geçenleri ortaya koy. Karı kocanın her şeyi ortaktır! Sırrını paylaş.
– Ne anlatacağım?.. Neyden bahsediyorsun? Diye direndi Sapargül.
– Şey, mesela … Seks hakkında ne biliyorsun? Belki benim bilmediğim bir şey biliyorsundur?
‘Hayır, hayır,” dedi Semiha dehşet içinde. – Benim öğreticim sensin. Bana her şeyi sadece sen öğretiyorsun. Başaka bir şey… yani, ben… Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum’, diyebilmişti, kafası karışmıştı.
Bunun üzerine Sem çok sinirlenmişti. Semiha, sözlerinin onu bu kadar sinirlendirmesine şaşırmıştı.
– Sen… Benimle alay mı ediyorsun? Hiçbir şey bilmemen mümkün olamaz. Modern kızlar bunu erkeklerden daha fazla bilir. Evet, tabi ya… İlk geceyi seninle geçirdiğimde anlamıştım. Sen benden önce kimseyle birlikte olmamışsın. Bu o anlama geliyor…
Semiha bir tür gariplik hissetti, kafası karışmıştı, çünkü kocası için sakladığı bekaret konusunda eşi tarafından alaya maruz kalmıştı.
– Bu da ne demek? Sana karşı suçum ne benim? Neden beni aşağılıyorsun? diye fısıldadı gözlerinde yaşlarla ve sesinde bir titremeyle.
Ancak kocası, aptal karısını küçümseyen bir şekilde uyararak ona ders vermeye devam etti.
“Şimdiki zaman tamamen farklı bir zaman” diye çıkıştı.
– İffetinle gurur duymak, kimseyle birlikte olmamış olman gerçeği – gülünç ve saflıktır. Bu, eğer bilmek istersen, hiçbir yaşıtımız arkadaşlarımızı memnun etmeyecek… Benden önce kimseyle birlikte olmadığını duyarlarsa, seni tefe koyarlar. Kısacası artık bundan bahsetmeyelim. Her şey aramızda kalsın…
Semiha’nın cesareti kırılmıştı, alnı ter içinde kalmıştı. ‘Ben delirdim mi? Hangi zamanın gençliğine düşmüşüm, ne kadar ilginç bunu öğrenmek? diye çaresizlik içinde düşünceye dalmıştı. – Sem gibi insanlar benim yaşıtlarım değil mi? Neden pişmanlık duymadan, bütün bunları sanki normal bir şeymiş gibi kabul ettiklerini anlayamıyorum? Yoksa ben mi çağın gerisinde kalmışım?..’
Karmaşık düşünceler zihni karıştırıyordu. Genç, ama aşk işlerinde oldukça deneyimli kocası ne demek istiyordu? “Seks hakkında ne biliyorsun?” diye sorarak. Ne bilmeliyim ki? Birbirlerine aşık olan insanların, ruhlarını birleştirmiş olan bir erkek ve bir kadının bir aile kurması gerektiğini biliyorum. Sonra… yatak konusu. Bunu konuşacak ne var. Cinsel ilişkilere kafa takmaya değer mi? En iyisi gelecekteki yaşam hakkında konuşmak daha iyi olmazmıydı. Bu dünyaya yeni bir nesil geliyor ve bu dünyayla sevgi ve uyum içinde yaşamayı öğrenmeliyiz… Evlilik konuşmaları tam da böyle olmalıydı onun için. Ve bu kadar aleni bir şekilde kutsal bir duyguyu rencide etmenin bir anlamı var mıydı?.. Ah, bu tuhaf dünya ne kadar aldatıcı ve çelişkilerle doluydu!
O gece Sem’i hiç tanıyamamıştı. Günlük yaşamda çok yardımsever, kibar, düşünceli biriydi. Fakat geceleri neler yapıyordu!.. Peki, kendini sadece sevgili karısının önünde böyle gösterseydi, buna dayanılabilirdi. Ama daha da kötüsü, karısının evlenmeden önce kimseyle birlikte olmadığını, başkalarıyla yatıp kalkmadığını arkadaşlarının öğrenmesi halinde onunla dalga geçmelerinden neden bu kadar korkuyordu? Ne korkunç! Burada komik ve utanç verici olan nedir? Ne diye alay edeceklermiş?! Bırak da bir denesinler bakalım…
Tüm vücutunu ani bir öfke nöbeti ele geçirmişti, büyük bir titremeyle sarsıldı. Semiha bir türlü sakinleşememiş, kan beynine sıçramış gibiydi ve genç kadın isterik bir duyguya kapılmıştı.
–Semiha!
– Ha…
Kocası seslenmeye devam etti. ‘Semiha’ – Evet, uyan! Kalk!
– Ne oldu? Bugün tatil günü. Acelen ne?!
Sem, “Dağdaki yazlık evine gidiyoruz” diye sevinçle haykırdı. – Dün bu konuda arkadaşlarla anlaştık. Haydi temiz hava almaya gidelim, üç evli çift birlikte gidiyoruz. Bu gerçek bir tatil olacak…
– Ah, Sem … Beni neden daha önceden uyarmadın? Akşam bunun için uygun yemekler hazırlardım.
“Boşver,” diye elini salladı Sem, “neden bu gereksiz endişelerin? Zaten arkadaşlarım her şeyi kendileri ayarladılar. Dağda mangal yapacağız. Votka, şarap, bira… İyice dinleniriz, rahatlarız…
Semiha kocasına sarıldı ve okşayarak onu ihtirasla öpmeye başladı. Heyecanlanan Sem, onu ince belinden tutarak kendine doğru çekti.
İkisi de aceleyle yolculuk için hazırlanmaya başladılar. İhtiyaç duydukları her şeyi çantalara koyarken, pencerenin arkasından yaklaşan arabaların sabırsız kornaları duyulmaya başlamıştı.
Üç arabayla yola çıktılar. Her ailenin kendi arabası vardı.
Sem’in yakın arkadaşlarının adları Jeter ve Abil’di. Tabii ki, Jeter uzun süredir kendisine John diyor ve Abil ise Aşot adını almıştı. John’un yanında, bir söğüt dalı gibi, esnek gövdesiyle İlisa, Aşot’un yanında ise – Engelsina duruyordu. Semiha onların gerçek isimlerini bile sormamıştı.
Dağın keskin virajlarını ve kıvrımlarını hızla aşan arabalar sonunda iki katlı bir dağ evine ulaştılar. Bu dubleks ev, Sem’in babası tarafından neredeyse gizlice, meraklı gözlerden uzakta inşa edilen o “gri ev” di. Söylenecek bir söz yoktu, muhteşem bir konak. Kapılar, çerçeveler ve zeminler değerli ahşaptan yapılmıştı. Bu ihtişama ne kadar para yatırıldığını hayal eden Semiha’nın başı dönmüştü. Bunu hesap etmeye başındaki saç tellerinin sayısı yetmezdi! Ve bu konağın şu anki sahibi Sem idi.
– Beyler! – diyerek, İlisa ve Engelsina heyecanla seslendiler. – Kristal dağ havasına sağ salim ulaştığımız için kadeh kaldırmamız gerekmez mi?
– Bravo! Çok yerinde bir öneri! – Beyler bunu seve seve desteklemişlerdi, anında şişeleri açtılar ve kadehleri doldurdular.
– Haydi içelim!
– Evet, fon dip olarak! Bir dikişte!
Herkesin önünde beyaz bir karga gibi görünmek istemeyen Semiha da bardağını boşalttı. Ah, ne kadar da acı! Elbette, daha önce sert alkol denemişti, ama böyle bir şeyi – bir dikişte yapması hiç gerekmemişti. Böyle içmek… felaket bir şey! Bir koca karısına böyle bir özgürlük verirse, yarın o kadın alkolik olur ve insan özelliğini kaybedebilirdi. Bunun olmayacağını kim garanti edebilir? Neyse, bugün felsefeyi bırakayım, diye düşündü Semiha. Ne de olsa temiz hava solumak, dinlenmek için dağlara geldik. Ayrıca Sem’in yakın arkadaşları burada. Onlarla eğlenmezsem, Sem gücenebilir. Yazlık ev bizim. Sonuçta bu insanlar bizim misafirimiz. Evet, her şeyin canı cehenneme! İçelim, yiyelim, şarkı söyleyelim, eğlenelim. En nihayetinde hayat gelip geçici… Yeter ki Sem memnun kalsın.
Ziyafet masası doğanın koynuna serilmişti. Etrafında toplananlar şakalar yaptılar, şarkılar söylediler, komik hikayeler anlattılar. Ziyafet uzun süre devam etti. O kadar çok alkol vardı ki kısa sürede hem kızlar hem de delikanlılar iyice sarhoş olmuşlardı. Ancak daha sonra Semiha’nın bütün arzusuna rağmen anlayamadığı bir şeyler olmaya başlamıştı.
Bir kadeh daha kaldırdıklarında, kimsenin fark etmeyeceğini düşünerek Semiha bardağı bir kenara koymaya çalıştı. Ama İlisa onun saf kurnazlığını gördü ve tarif edilemez bir şekilde kızdı.
– Demek öyle, Sem! Küçük karın için üzülüyorsun, onu korumak istiyorsun ama bize içiriyorsun, resmen kadehi ağzımıza dayıyorsun. Merak ediyorum da, Semiha’nın bizden ne ayrıcalığı var acaba? – diye genç kadınlar haykırdılar, dolaşan dillerini zar zor hareket ettirerek.
Bunu duyan Sem, karısına soğuk ve küçümseyen bir bakış attı.
– Ne yapıyorsun? Beni utandırmak için mi buraya geldin? dedi dişlerini gıcırdatarak. Yüzü sertleşti, bakışları sert ve tehditkar hale gelmişti.
Semiha kendini tuhaf hissediyordu.
– Neden böyle konuşuyorsun? Ben sana bağlıyım, seni çok seviyorum ve senin için endişeleniyorum. sadece … bugün ruhsal halim buna direniyor, alkol almıyor, – utanç içinde mırıldandı, alınganlıktan içten içe titriyordu.
– Alır! Almazsa da zorlarız! diye – bağırdı. Genç adamlar da yerlerinden kalkmışlardı. Eşleri de, bu durumdan zevk alırcasına ona ısrar etmeye başladılar. Geri çekilecek hiçbir yer olmadığını anlayan Semiha, kadehini sertçe sıktı ve titrek yudumlarla içkisini boşalttı.
– İşte bu kadar! – diyerek İlisa ve Engelsina onaylarcasına ellerini çırptılar.
Ama bu daha her şeyin başlangıcıydı. Deneyimsiz Semiha’ya inanılmaz görünen başka maceralar olmaya başlamıştı. Kafayı bulmuş olan John aniden burada oturan tüm kadınları öpmek istediğini açıkladı. Semiha’nın bakışları anında karısı İlisa’ya dönmüştü – nasıl bir tepki verecekti? O ise, Semiha’yı çok şaşırtacak şekilde, bu tekliften çok memnun görünüyordu.
– Haydi canım, böyle bir şeyi düşündüysen harekete geç! – dedi cesaret verici bir şekilde, ardından memnun bir kahkaha patlattı. Şaşıran John ayağa kalktı ve tutkuyla Engelsina’nın dudaklarına yapıştı ve aynı zamanda onu sıkıca kendine çekti. Güzel kadın, direnmeyi düşünmedi bile, bunu tuhaf bile saymamıştı. Bundan cesaretlenerek gözünü Semiha’ya dikti. Semiha kafası karışmış ve korkmuş bir şekilde, uzaklaşmaya çalışarak kocasına baktı. Ama bu onun umurunda bile değildi. İlisa’ya sarılmış, ona coşkuyla bir şeyler fısıldıyordu. Çaresiz direnişe rağmen John, Semiha’nın narin boynunu yakalayarak onu sıkıca kendine çekti ve yüzünü çevirerek anında kızın kiraz dudaklarını salya akan ağzına doğru çekti.
Semiha böyle bir küstahlık karşısında şok olmuştu. Bu masum bir eğlence değildi. Ya sarhoş John, herhangi bir nezaketi unutarak sadece bununla yetinmezse ne olacaktı?
Aşot oturduğu yerden fırlamıştı, gözlerini fal taşı gibi açarak ve ellerini kollarını hızla sallayarak konuşmaya başladı.
Beyler! – diyerek, yüksek sesle bağırdı. – ‘Sanırım birbirimizden saklayacak, utanacak, etrafa bakıp sıkılacak bir şeyimiz yok. Yani çok özgün, güzel ve çok makul bir teklifim var. Bir süreliğine eşlerimizi değiştirelim. Ne düşünüyorsunuz? İnanıyorum ki hanımlarımız sadece alışkanlıktan vazgeçmek için değil, bir başkasıyla yeni şehvet duyguları yaşamak için de ilginç bir öneriye itiraz etmezler,’ dedi Aşot, şehvetle.
Duyduklarından Semiha’nın nefesi kesilmişti, vücudundan bir tiksinti ürpertisi geçti. Bu müstehcen adam şaka mı yapıyor du yoksa gerçekten böyle bir utanmazlığı mı ima ediyordu? İşte gerçek sefalet, rezillik! Arkadaşlarla her hangi bir eşyanın değiş tokuşu ya da başka bir şey değil, eşleri değiştirmek… Tanrım, ne utanç! Hayır, hayır, olamaz! Umarım böyle kirli planlar sarhoş hezeyanı olarak kalır!
Ama öyle görünüyor ki, böyle düşünen sadece kendisiydi: İlisa ve Engelsina buna içtenlikle gülerek karşılık vermiş, yanakları kızarmış ve gözleri iştahla parlamıştı.
“Eğer bunu eşlerimiz istiyorsa, bu onların hoşuna gidiyorsa, bu isteğe direnmeyiz, uygun gördüğünüz şekilde hareket edin” dediler ve cilveli bir şekilde bunu kabül ettiler.
Ve sonra tüm bu saçma maskaralıklara sabırla katlanan Semiha buna daha fazla dayanamadı. Aşağılanma ve öfke duygusu ona hakim olmuştu ve oturduğu yerden kalkarken, öfkeden çaresiz bir haykırışa dönüşen sözlerini söyledi:
– Bu nedir, böyle? Bu gerçekten sizin övündüğünüz özgürleşme ve rahatlık mı?! Kızlar, sizin derdiniz ne? Vicdanınız, şerefiniz, gururunuz nerede? Kendi namusunu kurtarmak için ölüme gitmeyi tercih eden Kazak kızları siz değil misiniz?..
– Neden sinirleniyorsun ki? Kazak kadınları neden diğer kızlardan daha aşağı olsunlar? diye bağırdı İlisa. – Ne onurundan bahsediyorsun? Küresel ölçekte değerlendirecek olursak, tüm bunlar kimsenin umurlarında değil. Biz fahişe miyiz sanki? Sevgili kocalarımızı, cinsel tutkularını sinsice tatmin eden bazı yabancı güzeller gibi aldatıyor muyuz? .. Hayır ve yine hayır! Ve bu değişme fikiri bizim düşüncemiz mi? Kocalarımızın kendileri böyle istedi… Bu, bilmek istiyorsanız, özgür aşktır. Bu aşka, duyguya yeni bir bakıştır… Yeni bir zamanın ruhu… Hala anlamıyorsan anla artık!
– Sen… bak… akıllı olmayı ve alınganmış gibi davranmayı bırak, köyünün görgü kurallarını anlatma bize! Hayatın getirdiği yenilikleri keşfedemiyorsan, dilini tut, konuşma ve modası geçmiş görüşlerinle, doldurulmuş bir aptal olarak kalma, diyerek’ Engelsina alaycı bir şekilde çıkıştı.
Sem – genellikle makul, ölçülü bir genç olarak – morarmış ve karısına saldırmamak ve onu parçalamamak için tüm gücüyle kendini tutuyordu. Aşot, dudaklarını iğneleyici bir şekilde kıvırarak münakaşaya müdahale etmek durumunda kalmıştı:
– Sem, yeni evlenirken sana ne tavsiye ettiğimi hatırlıyor musun? Ama sonra benim fikrimi dinlemedin, kendi bildiğin gibi davrandın. Ve işte sana sonuç.
‘Ben de vazgeçirmeye çalışmıştım’ dedi kızgınlıkla John. Çılgına dönen Sem, Sapargül’le yalnızca kendisi arasında kalması gereken sırrı arkadaşlarına anlatmaya kararlıydı, küçük düşürülmüş karısına küçümsemeyle bakarak haykırdı:
– Ah, hiçbir şey bilmiyorsunuz! Bunu bir sır olarak sakladım, sizlerden sakladım. Bir düşünsenize, benden önce tek bir erkeğin ona bakmadığı, imrenmediği ortaya çıktı. Bu kadar yıl yaşamasına rağmen hiç bir erkekle birlikte olmamış! Bu olacak bir şey mi?!
– Öyle mi! İlisa alaycı bir şekilde kıkırdadı. – Yani, erkekler onu görmemezlikten gelmişler ve hiçbiri ona aşık olmamış… İlginç bir durum! Vah, zavallı Sem … Bu kimseye lazım olmayan bakireyi sadece sen, bir budalayı almışsın!
– Hayır, inanamıyorum! Bu olamaz! Sem, şaka mı yapıyorsun? Doğruyu söylediysen, o zaman senin Semiha’n… gerçek bir… aynı… diyerek – güldü Engelsina.
Burada yapacak başka bir şeyi olmadığını hisseden Semiha hızla ayağa kalktı, kendini toparladı ve yolu aramadan hızla oradan uzaklaştı. Geriye dönüp bakmaktan, geride kalan, kaba, alaycı, aşağılık ve iğrenç, işe yaramaz ve utanmaz küçük insan grubuna bir an bile bakmaktan iğreniyordu.
IV
– Semiha, dünkü çıkışını nasıl anlamamı bekliyorsun?
– Tam tersine, bu soruyu sana ben sormak isterim…
– Neden?! Senin gibi vahşi öfkemi göstermedim ben. Mütevazı bir ziyafet olan dostluk buluşma ortamını bozmadım. Ama sen… kendi kültür eksikliğini, arkadaşlarıma saygısızlıkla gösterdin.
– Kültürsüz mü? Yani ben mi kültürsüzmüşüm? Ha ha ha! Benimle dalga mı geçiyorsun? Yani benim haysiyetimi, şerefimi incittiklerini anlamadın mı, ruhumu umursamadıklarını farketmedin mi? Aman Tanrım! Kimlere dönüşüyoruz!?
– Neden “kime dönüşüyoruz” diyorsun? Uygunsuz, olağanüstü bir şey mi oldu? İnsanın arkadaşlarıyla öpüşmesi günah mı? Tamam, eş değiştirmeyi teklif ettiklerinde… kabul etmeyebilirsin. Belki sana bu doğal olmayan, sıradışı gibi görünüyordur. Ama onlar için … tüm bunlar saçmalık, abartılacak bir şey değil. Bu arada, şimdi birçok insan ve bizim çevremiz de böyle düşünüyor. Bu nedenle buna itiraz edemem, aralarında beyaz bir karga gibi görünmek istemem. Yoksa beni anlamazlar ve bana gülerler. Sen sebepsiz yere öfkelendin, zavallılığını ve kötü huyunu gösterdin.
– Görgüsüzlük mü? Neden bahsediyorsun?! Terbiye, ahlaklı davranış, eğitim unsurları tüm Kazaklarda ve hatta tüm insanlıkta ortak değil midir? İnsanlık, ahlak gibi kavramlarından haberin yok mu? Ve tüm bunlar, her şeyden önce, açık bir vicdanla, bir haysiyet duygusuyla başlar. İcat ettiğiniz özel davranış normları umurumda bile değil. Bu, yeni, ultra-modern bir şey için ahlaksızlığı ve yobazlığı savuşturmaya yönelik acıklı girişimlerden başka bir şey değil.
– Hey hey, bırak öfkelenmeyi! Hırsını yeterince gösterdin! İlk olarak, seni değerli kişilerin ortamına kimin soktuğunu unutma. Tanınmış bir soydan ve kabileden olmayan birisi olarak senin taşra alışkanlığınla onurlu bir yere çıkmaya yeltenmemen ve kendi yerini bilmen için seni ve öfkeni daha ne kadar dizginleyebilirim!
– Senin kibirli olarak sandığın taşralı alışkanlıklarından değil, insan davranışından, iletişim kültüründen bahsediyorum. Fakat, görünüşe göre, boşuna uğraşıyorum, bunu sizin gibilerinin anlama olası olmadığı gibi basit gerçekleri anlatmaya çalışıyorum…
– Ah, her şeyi sadece senin anladığın ortaya çıkıyor ve bizim de aptal ve beyinsiz olduğumuz anlamına geliyor. Arkadaşlarım da demek böyle. O zaman konuşacak bir şey yok. Pekala, yolun açık olsun! Kapı önünde. Dört bir yöne yolun var! Seni tutan kimse yok…
– Bak şimdi nasıl konuşmaya başladın! Öyleyse aşkına ne oldu, tanıştığımızda hissettiklerin? Ayrıca seni nikah masasına zorla sürüklemedim. Peki en derindeki hislerin, tutkuyla ve ihtirasla bana fısıldadığın, sevgini gösteren romantik sözlerin nereye gitti? Bunların hepsi bir gösteriş ve aldatmacadan mı ibaretti? diye sordu sesi titreyerek.
– Gösteriş ve aldatma yok. Her şey doğruydu. Sadece her şeyin zamanı var… Evet, sana aşıktım, ama şimdi duygularım soğudu, ruhumda şüpheler belirdi, tamamen farklı düşüncelerle meşgulüm, diyerek- başını eğdi Sem.
– Anlaşıldı. Şimdi her şey artık benim için açık, – diye fısıldadığında gözlerinden yaşlar süzülüyordu ve sesinde acı hissediliyordu Sapargül’ün.
V
Sem ve Semiha boşandılar.
Pansiyondaki eski odasına geri dönmüştü, istismara uğramış aşkını ve başarısız evliliğini korkunç bir rüya olarak unutmaya, işe dalmaya, uzun süredir devam eden bir alışkanlık ritmine girmeye ve yaşanan şoku hatırlamamaya karar vermişti. İlk başlarda, bunları becerebilmişti. Ancak, her geçen gün ruhu daha fazla acı çekiyordu. Geceleri, kabuslarla işkence görmeye başladı, anlaşılmaz depresyon nöbetleri ve açıklanamayan kaygılar onu sarıyordu. Böyle dönemlerde kalbi nedense daha hızlı atmaya başlardı ve nefes alması zorlaşırdı.
Daha önce hiç böyle bir şey başına gelmemişti. Vücutu kurşun yorgunluğuyla dolduğunda, ona itaat etmeyi reddettiğinde boğazı spazmlarla inliyordu, bütün bunlar Sapargül’ün ruh hali üzerinde iç karartıcı bir etki yapıyordu, kasvetli düşüncelere yöneltiyordu.
‘Ve ne tür bir anlaşılmaz, sıkıntılı bir zaman geldi’?! diye şikayet etti, her şeyi anlamaya çalışarak. – Bana hangi çağı yaşamak nasipmiş? Kiminle, hangi gençlikle? Ben kimin çağdaşıyım? Bugünün ahlakı nedir?.. Rahmetli annem sık sık tekrar etmeyi severdi: ‘Vicdan insanın aynasıdır.’ Artık hayatta bu basit gerçeğe gerçekten yer yok mu?! Biz gençler kimi taklit ediyoruz, nereye gidiyoruz?”
Başka bir düşünce de aklını çeliyor ve rahat bırakmıyordu: ‘Eski Kazaklar, yeni Kazaklar diye bir şey var mı? Ve birbirlerinden nasıl farklıdırlar? Bugünün Kazak’ı sadece uzak atalarının değil, hatta yakın akrabalarının – babaların ve büyükbabaların – temellerini, geleneklerini, göreneklerini kibirli bir şekilde reddederse, gelecekte bizi ne bekler? Geriye dönüp Batılı yaşam biçimine bakıp kendi milli özelliklerimizi reddederek canımızın istediğini yaparsak kim oluruz? Geçmişten gelen ahlaki değerlerin hiçbir anlamı yokken, şimdi her yerde ve her şeyde namussuzluk ve vicdansızlık mı hakim oldu? Bununla övünmek mümkün mü? Bu bir rezalet!’
Sapargül işinden tamamen soğumuştu. Önceden yataktan kalkar kalkmaz hızlı bir kahvaltı yaptıktan sonra, en sevdiği işini zevkle yapmak için işyerine diğerlerinden daha önce acele ederken, şimdi yorgun ve her şeyden tiksiniyordu. Kayıtsızlık ve ilgisizlik ona hakim olmuştu. Dikkatlililik ve itina isteyen ve kendisine zevk veren işi artık çekiciliğini kaybetmiş, ona can sıkıcı, anlamsız ve ağır gelmeye başlamıştı ve haftanın beş iş günü işkenceye dönüşmüş, sanki bir kendini kandırmacaya dönüşmüştü ve sanki hayalet gibi gerçek hayatın görünümünü ortaya koymaya çalışıyordu, ancak bunlar birer yanılsamadan ibarettiler sadece! Gözlerinizi açmanın zamanı geldi: gerçekler tamamen farklı. Ya Sem gibi insanlar gerçek, dolu bir hayat yaşıyorlarsa? İyi beslenme konuları veya modaya uygun kıyafetlerin alınması hakkında kesinlikle bir endişeleri yoktur. Her şeye sahiptirler, hiç bir şeyden geri kalmamışlardır. Hayat, tüm maddi imkanlarıyla birlikte kaygısız ve güvenlidir onlar için. Belki de varoluşun anlamı budur? Anlayamadığı tek bir şey vardı, dünya uygarlığına ayak uydurmaya çalışan bu insanlar, nasıl olup da milli köklerinden kopmak için çırpınarak çabalıyorlar, diyorlar ki, eski, sözde modası geçmiş her şeye bir son vermenin zamanı geldi, ve bunu küstahça ‘Kazakçılık’ olarak adlandırıyorlardı… Ciddi anlamda yeni çağın sözcüsü olarak gördükleri yeni kuşağa görkemli kadehler kaldırıyorlar. Yeni çağın ruhuna ve eğilimlerine tam olarak uyan modern gençliğin kendileri olduğuna boş yere inanıyorlar. Ama bu kibirlerinde şunu bilselerdi, tam tersine kendileri çok şey kaybediyorlardı, kendilerini soyuyorlardı. Ve bunu da bilmeleri çok zor. Ve görünüşe göre, bilmek te istemiyorlar. Bu küstah ve vicdansız tiplere dur diyecek, akıl ve vicdan sahibi bir insan çıkmayacak mı?..’
Sapargül, benzer düşüncelerin zihnini doldurduğunda, gözlerini kapatmasına izin vermeyen ve bir depresyon ve baskı durumuna yol açan, uykusuz geceler geçiriyordu. Ve böyle manevi işkenceler içinde daha kaç sıkıcı gün ve kasvetli gece yaşamak zorunda kalacaktı…
İşte yeni sabah ta istenen rahatlamayı getirmemişti, acı veren düşünceler hala kalbine işkence ediyor ve ruhunda acı bir iz bırakıyordu. Gece gündüz kendini kamçılaması zaten dayanılmazdı. Ayrıca ileride bir ışık ta görmüyordu.
“Allah hepsini kahretsin! Gerçekten her şeyin suçlusu ben miyim? Neden memleketimde onlar gibi özgür ve rahat, aşağılanmış ve muhtaç gibi hissetmeden dolaşamıyorum? Diğerlerinden eksik olan tarafım ne? Taşralıysam, unutulmuş bir köyden olmuşsam ne olmuş, en nihayetinde ben de iyi bir eğitim aldım, akıl ve yetenekten mahrum da kalmış değilim. Neden utanayım? Onlar Rusça biliyorsa ben de Kazakça biliyorum. Hatta onlara göre bir avantajım var, onların aksine her iki dili de çok iyi biliyorum. Yani bu narsist gururlu insanların beni suçlayacak hiçbir şeyleri yok. Onur ve gurur tartışmalarına gelince, bu tamamen farklı bir konu. Görüşlerim, ahlak, insan onuru hakkındaki fikirlerim taşradan ilham alıyor. Bu, baba ve annenin, akrabaların, sevdiklerinin çocukluğundan bu yanaki iyi bir etkisidir. ‘Vicdan insanın aynasıdır” derdi annem. Ve yorulmadan kızların onurunu, kızların gururunu koruması gerektiğini söylerdi. Bunda komik, utanç verici ne olabilir? Nedir bu önyargılar?! Bu ahlaki ilkeler değil mi? Bu durumda kim çıldırmış olabilir – ahlak ilkelerini muhafaza eden bir insan mı yoksa zaman mı? Kim en nihayetinde? Kim?’
Karmaşık duygular içinde Sapargül düşüncesizce ayağa kalktı ve balkona çıktı. Güneş artık gökyüzünde zirveye ulaşmıştı, ama sanki daha az önce ışınlarını göstermeye başlamıştı. Işınları, sıcaklıklarıyla doğayı cömertçe besliyordu. Gözün alabildiği uzaklardan, Alatau’nun karla kaplı heybetli zirveleri ona küçümseyerek bakıyordu. Bunların en yükseğinde, güneş parlaması hayali bir şekilde oynuyor, bu yüzden keskin dağ zirveleri hançer bıçaklarını andırıyordu. Böyle bir izlenimde, sanki ilkel gücüyle ezici bu devasa silüet kendisiyle gurur duyuyordu: ‘Benimkinden daha yüksek bir zirve, benden daha güçlü ve görkemli bir şey gördünüz mü?’ Bir an için Sapargül’e dağlar onunla alay ediyor, dalga geçiyorlarmış gibi gelmişti…
Ve kalbini yırtan baskıcı düşüncelerin akışı hala kesilmiyordu. ‘Sığır ruh için bir kurbandır, vicdan ise ruh için bir kurbandır’, – sonuçta Kazaklar çok eski zamanlardan beri böyle derlerdi. Tüm öğütleri görev bilinciyle dinlemiş olmam, kafama sokulan her şeye körü körüne inanmam gerçekten benim suçum mu? Öyleyse, hata aynı zamanda iffetli olmayı, bir kızın onurunu koruması gerektiğini, melek gibi saf bir ruhu korumayı görevim olarak görmemde mi?
Göğsü, bilinmeyen bir kaba kuvvet tarafından acımasızca sıkışıyordu, kalbinin çırpınmasına, kıvranmalarına neden oluyordu. Kasvetli ve acı düşünceler, şiddetli bir fırtına öncesi kara bulutların kütlesi gibi yoğunlaşmıştı. Sapargül kendisini, hayattaki desteğinden mahrum kalmış, etrafındaki dünyaya olan tüm ilgisini kaybetmiş, hem mutluluğunu hem de daha önce tüm engelleri aşmasına yardımcı olan ruhunu kaybetmiş küçük, savunmasız ve talihsiz bir varlık gibi hissediyordu.
Ve sinirleri böyle bir gerginliğe daha fazla dayanamazdı. Boğazından yürek parçalayıcı bir çığlık koptu ve Sapargül isterik bir çığlık attı:
– Tanrım, sana karşı neyi yanlış yaptım? Neden beni böyle cezalandırıyorsun? Neden beni böyle bir çıkmaza sürükledin? Çıkış nerede? Allah’ım, merhamet et, ne yapmam gerektiğini söyle, beni doğru yola ilet! Şimdi kimim ben?.. Kime gerekliyim?! – Kalbi paramparça, büyük bir umutsuzluk içinde, sınırsız hıçkırıklarla sarsılarak bağırdı.
Sapargül, birilerinin onun inleyişlerini duymasını umursamıyordu. Başını dizginlenemez bir öfke nöbeti içinde kaldırarak, birikmiş tüm öfkesini, savunmasız, titreyen ruhunu aşırı bir yükle ezen tüm umutsuzluğunu dışarı kustu. Hayat sert ve acımasızca ona vahşi kurt sırıtışını göstermişti.
Artık yaşamak istemiyordu…

GÜZELLİKTEN BÜYÜLENEN
Bu hikayenin ana karakteri, Mirza Jarashan, hayatta sadece güzellikten etkilenen ve onu gerçekten idolleştiren ölümlülerden biridir. O etrafını saran dünyanın umursamaz bir algılayıcısı değildi, onu dolduran renkleri ve en küçük tonlarını da hissedebiliyor, doğanın ihtişamını büyük bir coşkuyla ve derinden yaşıyordu, onun karşısında eğiliyordu ve, doğal olarak, kadın güzelliğine hayrandı, çünkü ruhunun en derinliklerine kadar işleyen aşk duygusuyla, doğadan ve kadından daha mükemmel bir şeyin olamadığına tüm benliğiyle inanıyordu.
Hayır, romantik bir ortamda olmanın gizli ve samimi yanlarını hala algılayan tecrübesiz ve saf bir genç değildi – zaten oldukça olgun bir yaştaydı, önemli bir yaşam tecrübesi vardı. Ancak, görünüşe göre, yine de, garip bir şekilde, bir tür hayali dünyadaydı, çünkü değişken insan hissinin kolayca alınıp satılabileceğini hayal edemiyordu.
* * *
Jarashan kısa bir süre önce küçük ama hızla büyüyen bir şehre geldi; bu şehir, hızlı bir şekilde gelişmek ve sıradan bir Sindirella’dan bir peri masalı prensesine dönüşmek gibi mutlu bir kadere sahipti. Jarashan kendisini burada kısa bir süreliğine yeni acemi olarak hissetmişti, ancak buraya oldukça hızlı bir şekilde adapte olmuş ve kendisini kalabalık ve gürültülü bir bulvardaki bir muhafaz gibi ve aynı zamanda berbat bir sokakta buradaki yaşamın tüm inceliklerinden anlayan birisiymiş gibi gösterebilirdi. Bu şehirden olması gerektiği gibi, felsefi olarak çok şey aldı. Ve kışın ortasında kendisini bu sert topraklarda bulduğundan alışamadığı tek şey, felaket kasırga rüzgarları ve dondurucu soğuklardı. Üstüne üstlük, hava hemen hemen her gün çarpıcı biçimde değişiyordu: bugün – şiddetli bir kar fırtınası, böyle karlı bir kasırga, beyaz ışığın görünmediği gri bir pus, yarın ise – yakıcı bir rüzgarla beraber güçlü bir ayaz. Bu değişken hava, Jarashan’a eksantrik ve saçma bir kadının öngörülemeyen mizacını ya da hırçın ve kötü niyetli yaşlı bir adamın inatçı karakterini hatırlatıyordu. Bundan önce, Jarashan, adapte olamadığı yerel iklimin aşırı tezahürlerini deneyimlemeye dayanamayarak, çaresizlikten neredeyse mesleki ilerleme umutlarından vazgeçip, kışları bu soğuktan farklı olarak hafif ve kısa süreli olan, bereketli güney sıcaklığına, alışılmış yaşam koşullarına geri dönecekti. ‘Sağlık olduktan sonra, gönlüne göre bir iş her zaman bulunur… İnsan hayata iki kez gelmiyor, hayat sadece bir defalık… Ve bu hayatı da çılgın fırtınaları, dayanılmaz ayazları ve şiddetli rüzgarları olan aptalca bir şehirin hakimiyetine vermenin, öldürücü bir girdaba düşmüş zavallı bir balık gibi kendini hissetmenin, ya da korkudan ve çaresizlikten ötürü tir tir titreyen zavallı bir varlık olmanın bir gereği yoktu. Evet, hayat sadece bir defalıktır…’ diye düşünüyordu Jarashan, nihai kararını vermeye hazırken. Sıradan bekar eşyalarını valizine yerleştirmeye artık niyetlenmişti ve rahatlamış olarak ‘ayt – şu’ veda sözünü söylemeye hazırdı… Fakat, ayrı bir daire alma sırasındayken yaşadığı yurt odasına kurnaz ve atılgan genç olan Seribek geldi. Gürültülü, hareketli, girişken, neşeliydi – ölçülü Jarashan’ın tam tersiydi. Her zaman neşeli bir ruh hali içinde olan Seribek, ne Ocak ayının çatırdatan ayazlarına, ne de Şubat ayının kar yağışlarına ve şiddetli kar fırtınalarına en ufak bir ehemmiyet göstermiyordu. Durmadan dalga dalga gelen ve insanın kemiklerine sızan acı verici rüzgarlar bile ona hiç dokunmuyorlardı, sanki onlar yoktular. Seribek bunlara kayıtsızca boş veriyordu: “Ah, bunlar bir şey değil, – diyerek sırıtıyordu. “Buna kızmamalısın, çünkü sadece bir kez yaşıyorsun, sevgili agay.” Seribek’in ara sıra tekrarladığı bu deyim, Jarashan’ın “sadece bir hayat var” düşüncesiyle örtüşüyordu. Bu kutsal sonuca sadece farklı kavramlar koymuşlardı. Jarashan, bu “tek hayatı” nerede, nasıl ve kiminle yaşayacağına dair düşüncelerle ızdırap çekerken, cesur genç Seribek, herhangi bir şehirde tam olarak güzel yaşamanın mümkün olacağına inanıyordu. İster çılgın bir kar fırtınası patlasın, buz gibi bir kasırga çıkdın, isterse de gökyüzü yeryüzüne karışsın – bu bizim endişemiz olmamalı, sadece havanın tüm kaprislerine alışmamız ve şunu hatırlamanız gerekiyor: bir kez yaşıyoruz, öyleyse yaşamalı ve sızlanmayı bırakmalı, bahtsız bir hasta olarak kendi ruhunuzu parçalamamalısınız. Ve bu durumda dahi kendinizi dört duvara kilitlemenize gerek yok, günlük hayatı sıkıcı bir rutine indirmenize de gerek yok: iş – ev, ev – iş olarak. Böylelikle de hayatı monoton ve sıkıcı gündelik yaşama dönüştürmeyin. Kendinizi toparlamanız, ızdırap veren düşüncelerinizin üstesinden gelmeniz, çevrenize farklı gözlerle bakmanız, sıradan bir varoluşa yeni, ilginç bir şey getirmeniz, bu hayatta bir tür güzellik ve çekicilik bulmanız gerekiyor. Ve sonra nereye giderseniz gidin, nereye adım atarsanız atın, ayaklarınızın altında taşlı toprak değil, kuğu tüyü gibi yumuşak bir toprak olacaktır.
Böyle ya da bunun gibi bir şey, diye düşündü görkemli yakışıklı Seribek, kasvetli ve suskun komşusunu canlandırmaya çalışarak. Ancak kurnaz konuşmaları şimdiye kadar hedefine ulaşmamışlardı.
Jarashan ne kadar uğraşırsa uğraşsın yine de ruhsal dengesini bulamamış, sakinleşmek için herhangi bir destek bulamamış ve rahat bir nefes alamamıştı. Zihninde, yalnızca bir hayatın olduğu ve ne zaman sona ereceğini yalnızca Tanrı’nın bildiği gibi aynı saplantılı düşünce durmaksızın yankılanıyordu. Ve bu ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin, burada takılıp kalmaya niyeti yoktu, çılgın, dondurucu rüzgarların şiddetle estiği bu sevmediği ve yabancı şehirde ölümünü beklemek istemiyordu. Evet, iş konusu, onun için bir arzu varsa, özellikle de oldukça deneyimli bir uzman için ve bununla birlikte sağlıktan yoksun olmayan, güçlü bir fiziğe sahip birisi için her zaman bulunacaktır. Tek ve değerli hayatınızı güzel, arkadaş canlısı, kalbe yakın, bakımlı, pırıl pırıl temiz, soğuk olmayan verimli bir iklime sahip başka bir şehirde geçirmek için var olan doğal arzuya sahip olmanın neresi günahtı? Ve o, Jarashan, yeryüzünde hiçbir şeyin olmadığı kadar güzel olan kendi memleketinin topraklarına karşı konulamaz bir şekilde dönme arzusundan ötürü suçlu muydu? Ancak bu genç, büyüyen şehir de aynı şekilde, kaotik düşünceler ve belirsiz duygular tarafından boğulmuş Jarashan’ın onu sevememesinden kabahatli değildir. Burada kimse suçlanamaz. Ve hayat gerçekten tektir. Ve bunu nasıl ve ne şekilde yaşayacağını da insanın kendi bileceği iştir. Bu kimseyi ilgilendirmez. öyle değil mi?
Ve yine de… bu kusurlu dünyada, var olan her şeye güvenen, kolay başarının peşinden koşanlara aylak, zor denemelerden kaçınan ve zorluklardan korkanlara korkak ve sızlanan denir. ‘Yaban mersini’ tabirli insanlar ise – ruhen zayıf olanlar ve kendilerini olağandışı koşullarda bulur bulmaz hemen geri çekilip kendine güneşin altında sıcak bir yer aramak için acele edenlerdir.
O gerçekten öyle birisi miydi? Zayıf ve sızlanan, ilk dünyevi rahatsızlıklardan korkan “Yaban mersini” ve bir korkak mı?
Ama gerçek şu ki, sadece bir hayat var. Ve insan, işini layıkıyla ve dürüstçe daha uygun koşullarda yapabilecekken, kendi gücünü test etmek için hangi yüce hedefler adına, deneysel bir tavşan gibi olmanın ne anlamı var? Ne kadar acı çekebilirsin, kendini tüketebilir misin? Bu deneyimlere kararlı bir şekilde son vermenin ve bu şehire ‘elveda’ demenin zamanı gelmedi mi?
Kapıyı çalarak, kaygısız ve neşeli bir şekilde Seribek odaya girdi ve Jarashan’ı kaotik düşüncelerden uzaklaştırdı.
Jarashan gülümsedi, yine kendi yaşam formülünün “Hayat sadece tektir” ile komşusunun en sevdiği deyim “Bir kez yaşıyoruz” sözüyle çakışmasına hayret etmişti. Hatta ona öyle geliyordu ki, her iki ifade de birbirlerine yakındı ve bir ‘ortak dil’ buldukları görülüyordu.
Seribek de Jarashan ile bu meyanda konuşarak akşam sohbetini bu şekilde açmış oldu.
– Siz, agay, lütfen “Bir kere yaşıyoruz” ifademi yanlış anlamayın. Demek istediğim, hayat zaten kısa ve mümkünse tüm çabaların faydalı eylemlere, önemli başarılara yönlendirilmesidir…
‘Boş ver’ diyerek onunla mutabık olduğunu ifade etti Jarashan. – Önemli değil, kardeşim, senden on on beş yaş büyük olmama rağmen ben de sonuçta bu zamana aitim. Yaş yaştır, ama ruhum hala genç. Ve yaşlanmak için acelem de yok. Biz istesek te istemesek te o gelip bizi zaten bulacaktır. Doğanın kanunu böyledir. Ve “Sadece bir kez yaşıyoruz” e gelince, ben de sürekli düşünüyorum bu konu hakkında.
“Ah, beni anlaman harika,” diye memnuniyetle güldü Seribek. Jarashan da gülümsedi. O akşamdan itibaren genç, aceleci, cesur Seribek ile sakin Jarashan yavaş yavaş yakınlaşmaya başlamışlardı, yatmadan kısa bir süre daha havadan sudan konular hakkında keyifli konuşmalar yaptılar. İlişkileri, dört dörtlük arkadaşça olmasa da gayet yakın bir dost havası içinde olmaya başlamıştı.
Kısa bir süre sonra, pervasız komşusunun kurnazca söylemlerine Jarashan da hak vermiş ve kendisine ısrarla dört duvar arasına tıkılıp kalmaması, kafeye gitmesi, eğlenmesi, keyfini çıkarması, çünkü hayatın gelip geçici olduğu fikrine katılmaya başlamıştı…
Genç arkadaşının ısrarına boyun eğen Jarashan, kasvetli bir ev sahibi olmayı bıraktı ve serbest akşamlarını Seribek’le geçirmeye, ruhunda kademeli bir rahatlama hissetmeye başladı. Bu kadar külfetli olan, onu rahatsız eden, sinirlerini yoran şeyin, dikkat edilmemesi gereken bir saçmalık olduğu ortaya çıktı. Ve saçma bir kadının inatçı öfkesine benzeyen yerel değişken hava, artık ona hiç dokunmuyordu, ruh halini etkilemiyordu. Aralıksız çılgın rüzgarların esmesine, ısıran ayazların çatırdamasına, kar fırtınalarının şiddetlenmesine izin verin – bunun için üzülmeye değer miydi? İsterse gökyüzü bile yere düşsün – bunu umursamıyordu. Buna takılıp kafasını boş yere lüzümsuz şeylerle doldurmasının bir anlamı yoktu. En önemli şey, sıradan günlük yaşamını küçük bir bayrama dönüştürebilmekti. Gün boyunca, elbette, tüm özen ve titizlikle kendine verdiği işiyle ilgilenecekti, akşamları ve hafta sonları – kendi kendisinin efendisi olarak – kafeler, barlar, restoranlar bekleyecekti… Hoş müzik , büyüleyici danslar… Bütün bunlar heyecan verici, eğlenceye özel bir çekicilik veriyordu. Belki de gerçek olan hayat buydu?
Şimdi onun için her gün, baştan çıkarıcı bir akşam beklentisi içinde, iyi bir ruh haliyle, neşeyle ve kaygısızca sona ermekteydi. Jarashan, ruhunu ve beynini uzun süre ezen ağır ve acı düşüncelerin nasıl çözülmeye başladığını bile fark etmemişti, öbür dünyaya erken göç eden karısını nadiren hatırlıyordu, neredeyse onu rüyalarında görmeyi kesme noktasına gelmişti. Ah kader! Onun güzel yüzünü, çekici gülüşünü, tatlı tavırlarını asla unutamayacağını düşünüyordu… Ama sadece birkaç yıl geçmişti – ve şimdi geceleri onu hayal etmeyi, onu hassasiyet ve özlemle hatırlamayı kesmişti. Ya da belki de onlardan tek bir ortak kan bağı kalmadığından, hiç çocukları olmadığından mıydı? Gerçekten bu yüzden mi? Yoksa cüretkar Seribek’in “Bir kere yaşıyoruz” dediği tılsımlı çığlığının etkisiyle, sevgilisinin ruhunu dolduran anılarından giderek uzaklaşıp gerçek dünyaya dönmesinde mi yatıyor? Bundan mı? Belki sadece zaman insanın en derin kalp yaralarını iyileştiriyordur?
Jarashan, herhangi bir şeyi değiştirmek konusundaki çaresizliğini fark ederek, merhum karısı hakkında giderek daha az düşünmeye başlamıştı ve aldatıcı bir hayatın bazı sevinçleriyle yetinmeye başlamıştı “Yani bir kez yaşıyoruz.”
Şimdi genç şehrin kar fırtınaları, rüzgarları, şiddetli soğukları ona rahatsız edici gelmiyorlardı. Düşünceleri normal bir akışa girmişti. O artık daha sakin ve derin bir uykuya dalıyordu.
Serikbek, akşamı odada geçirmeyi planlayan ve onun yaşındaki birisi için her akşam sağa sola takılmanın doğru olmayacağını düşünerek akşamı evde geçirmeye niyetlenen Jarashan’ı yeniden ayağa kalkmaya zorladı. Genç komşusu geri adım atmadı. Jarashan yorgunluğunu ileri sürerek ne kadar reddetmeye çalışsa da, Seribek yine de onu giyinmeye ikna etmişti ve heyecanla anlatmaya başladı ‘Ah, değerli agay, öyle bir yer keşfettim ki, siz böyle bir yeri hayatınızda görmemişinizdir, gidelim, yalvarıyorum size, kesinlikle bundan pişman olmayacaksınız, keyif çıkarmak için mükemmel bir yer. Tüm yorgunluğunuzu üzerinizden hemen atacaksınız’. Ve onu bir gece barına getirdi, burada sabaha kadar: müzik, danslar, şarkılar vardı. Jarashan ikna olmuştu. Aslında buraya geldiklerine göre boş boşuna geri dönmek, burada olup bitenlere bakmamak günah olurdu. Ve gerçekten de, Jarashan bu duruma çok geçmeden alıştı: zarif bir şekilde dans eden büyüleyici kızlara hayran kaldı, hoş müzik kulaklarını memnun etmişti, konforlu salonun loş ortamı rengarenk ışıltılarla aydınlanıyordu. Ziyaretçiler – çoğunlukla genç insanlardı – masalarda oturmaktansa dur durak bilmeden sürekli dans ediyorlardı.
Dans edenlere bakarken düşüncelere dalmış olan Jarashan, Seribek’in masalarına söğüt dalları gibi ince figürleri olan iki genç kızı getirdiğinde kendine gelmişti.
‘Görüyorum ki henüz dans etmeye niyetiniz yok, bu durumda bu sevimli hanımlarla arkadaşlık edin,” diye önerdi Seribek, alnındaki teri avucuyla silerek.
– Pekala, buyrun, oturunuz, konuşalım, – Jarashan kibarca yanıtladı, göğsünü dikleştirdi ve vücudunda bir enerji dalgası hissetti.
Başlangıçta kızlar onun üzerinde bir etki yapmamışlardı, ancak kızların çok rahat hareket ettiklerini, her hangi bir çekinme ve sıkılma olmadan, hararetli bir şekilde konuşmaya rahatça girdiklerini ve her hangi bir konuda fikir yürütebildiklerini farkedince onlarla sohbete dalmıştı. Ancak, sadece bununla yetinmemişti. Yavaş yavaş, Jarashan kendisine daha yakın oturan sevimli varlığa sempati duymaya başlamıştı. Gizlice kıza bakarken, yanındaki varlığın mükemmelliğin ta kendisi olduğuna, gerçek bir güzellik abidesinin durduğuna giderek daha fazla ikna olmuştu – ince asil özelliklere sahip açık tenli bir yüz; yumuşak, şeftali rengi yanaklar, gülümsediğinde üzerinde beliren sevimli gamzeler; incelikle şekillendirilmiş burun; bir tel ile çekilmiş iri gözlerin gizemli parıltısı; minyatür bir ağız… Ona bir mıknatıs gibi çekiliyordu ve Jarashan sanki kazara uzun parmaklarına ya da yuvarlak dizlerine dokunmaya çalışıyordu. Bu kısacık dokunuşlardan, kalbi genç bir delikanlının ki gibi, tatlı bir şekilde çarpıyordu. Ve ne kadar büyüleyici bir gülüşü vardı! Gümüş bir çanın tekrarlayan sesleri gibi, ruhunda bir tepki uyandırıyordu. Ancak Jarashan belirsiz bir şaka yapar yapmaz, kızın yanaklarında haşhaş rengi gibi bir mahcubiyet kızarması anında belirip kayboluyordu. Kırk yaşını çoktan doldurmuş, ömrü boyunca pek çok güzellik görmüş olan Jarashan’a, bu kızın onlardan hiçbirine benzemediği düşüncesi hakim olmuştu. Ve sadece görünüşü, endamı ile değil, baştan çıkarıcı bir gülüşü, hafifçe dolgun şehvetli dudaklarıyla… Hayır, o büsbütün benzersiz, olağanüstü! Bu bir doğa mucizesi, cennetvari, meleksel bir yaratıktı. Bütün varlığıyla, güzel ellerinin her hareketiyle, mermer sütunlu boynunun, zarif başının hafif bir dönüşüyle, göğsündeki baştan çıkarıcı dolgunluklarıyla, kız, kalın kirpikli gözlerinin altından durgun, davetkar bakışlarıyla büyüleyici bir çekici güç yayıyordu. Bu tılsımlar erkeklerde karşı konulmaz bir çekiciliğe neden olurdu ve kadın güzelliğinin incelikli bir uzmanı olan Jarashan da bir istisna değildi. Baştan çıkarıcı gizem, içinde karşı konulmaz bir tutkuyu alevlendirmişti, bu ilahi bedene dokunma, dalgalı saçlarının gür buklelerini parmaklarına dolama, saten tenini öpücüklerle kaplama arzusu onu ele geçirmişti…
Jarashan sanki şok halindeydi, bir türlü bütün bunlara bir anlam veremiyordu, ya da kızın güzelliğinden ve çekiciliğinden hipnoz durumuna düşmüştü, ya da bu açıklanamaz bir masal büyüsüydü, veya bütün bu duyguların hepsini kapsayan bir duygu ortaya çıkmıştı, – bazen ilk görüşte aşk olur ya.
Bu onun başına gelmiş olamaz mı? Bir düşünce fırtınası tarafından boğulmuş, bir süre konuşma gücünü kaybetmiş gibi görünüyordu, sanki bir şey ruhunu felç etmiş gibiydi. Ateşli gözlerini bu güzellikten ayırmadan sessizce oturuyordu. Genç kız ise sürekli konuşuyordu, sinsice derinden hareket ediyor, davetkar gözleriyle ona bakıyordu, sanki onu uzun zamandır tanıyormuş gibi özgürce, rahat davranıyordu. Bir kırlangıç gibi tatlı bir şekilde cıvıldıyordu. Bu hayalden uyanan Jarashan şu sözleri duydu:
– Biliyor musunuz, hayat geçicidir. Bugün – var, yarın – yok, öyle değil mi? – kız ona sorgular gibi bakmıştı.
Hafifçe gülümseyerek, yine de başıyla onaylamıştı:
– Hayır, katılmıyorum. Mesela, sizin gibi bir güzelliğe sahip olan için, böyle harika verilerle, harika bir figürle, muhteşem bir yüzle hayat geçici olabilir mi?
– Benim özelliklerimi fazla abartıyorsun, dedi – kız utanarak.
– Ama yine de hayat hızla geçiyor. Dedikleri gibi, “geçmiş ile gelecek arasında sadece bir an vardır.”
– Güzellik zamana tabi değildir! – diye coşkuyla haykırdı Jarashan. – Bilmek istersen, hızlı akan zaman gerçek güzelliğe hayrandır ve ona imrenir. Ve en azından bir an için zaman kırılganlığını, geçiciliğini unutur.
– Meğerse siz, bir filozofmuşsunuz! – diyerek güldü genç kız. – Muhtemelen, her kız sizi dinledikten sonra bir gün yaşlanacağını ve hayatının uçup gideceğini unutacaktır.
Jarashan kızın eline nazikçe dokundu, elini şefkatle okşadı.
Bir cevap yerine – ‘Tek kelimeyle harikasın’!, diye fısıldayarak, dudaklarını kızın narin parmaklarına dokundurdu.
Kız utanarak gözlerini indirip, güldü. Onun güzelliğinden başı dönen Jarashan, anlamlı bir ifadeyle şunları söyledi:
– Benzersiz bir çekiciliğe sahipsin, sende diğer güzellerden ayrılan bir incelik var. Sen özel birisin…
Bu sözlere kız gülümsemedi, ama kaprisli bir şekilde dudaklarını büktü:
– Kesin bunları, lütfen. Belki sadece size güzelim gibi geliyor, diğerlerinin dikkatini bile çekmiyorum.
– Hayır, hayır, öyle demeyin! İnan bana, sen gerçekten en güzelisin, bir benzerin yok. Sadece kendi kıymetini bil. Kendine iyi bak ve güzelliğine saygı duy.
Yüzünde ani bir gölge dolaştı genç kızın ve cevap vermeden bakışlarını uzaklara dikti. Görünüşe göre, onun sözleri, bir şeyler onu incitmişti.
Jarashan, bu akşamın kendisini benliğinden kopardığını, duygularını kontrol edemediğinin giderek daha çok farkına varıyordu. Seribek buna anında tepki vererek, hemen açık yüzlü kadına ima ederek fısıldadı:
– Amca senden hoşlandı. Onunla gider misin?
Kız başıyla onayladı. Bir süre sonra, Seribek’in ustaca taktiği ile eğlence mekanından uğurlanan çift, artık Jarashan’ın odasındaydı. O ise, güzel konuşma krizine dalmış bir şekilde, kıza olağanüstü güzelliği hakkında hayranlıkla sözler sarfediyordu. İlhamı bitmek tükenmek bilmiyordu, yüce sözleri aralıksız bir şekilde akıyordu ve sanki ona söylemek istediklerinin yalnızca yüzde birini ifade etmiş gibi geliyordu. Jarashan, bunlardan tekrar tekrar bahsetmek, onun içini kaplayan duyguların yoğunluğunu ifade etmek için en samimi, en canlı kelimeleri bulmak arzusuyla yanıp tutuşuyordu.
Ancak, Jarashan’ın güzel konuşmalarından yorulan genç kız, konuşmacının sözünü kesti, şevkini soğuttu ve coşkulu hayranını göklerden günahkar dünyaya geri döndürdü.
– Affedersiniz, elbette, güzellik hakkında çok güzel konuşuyorsunuz, daha önce güzellik hakkında bu kadar çok kelime duymamıştım. Ancak, estetik üzerine bu çok ilginç dersiniz uzayacak gibi görünüyor, hatta bugün ve yarın da bitmeyebilir. Daha özel konuşmaya geçmenin zamanı gelmedi mi sizce?..
Sözlerini yarıda kesti ve utanarak mırıldandı, heyecanla kelimeleri bulmaya çalıştı:
– O halde… Ne demek istiyorsun?.. Bunu mu demek istiyorsun… Şey mi…
– Evet, onu kastediyorum… Kısacası, konuya gelelim…
Neden bahsettiğini tahmin eden Jarashan aceleyle yaklaştı, kızı belinden tuttu, sıkıca kollarına aldı ve yatağa çekti. Güzel kız nazikçe geri çekildi ve adamın ihitirasını bastırarak şakacı bir şekilde gülümsedi.
– Bir dakika… Bana, yani önce bir karara varalım. Her şeyden önce, anlaşmamız gerekir …
– Ne hakkında? – Jarashan aceleyle sordu. Ve tahmin ettikten sonra şaşkınlıkla ağzını açtı:
– Sen… bir para mı ima ediyorsun?
Kız başını salladı.
– Peki ne kadar?
– Elli dolar… Oldukça makul bir ücret.
– Hayır hayır! Şok olmuştu Jarashan, önünde bir canavar görmüş gibi bağırdı. – Yani… Böyle bir güzellikle… Böyle bir çekicilikle… Sadece bozulmuş olanlar vücudunu satar. Peki, sen… Senin entellektüel bir güzel olduğunu sanıyordum…
Güzel kız inatçılaşmıştı. Talihsiz ve saf hayranına, eğer ödeme gücüne sahip değilse, sarılmalar ve öpücüklerle ona dokunmanın bir anlamı olmadığını ve güzellik hakkındaki tüm konuşmalarının da beş para etmeyeceğini açıkça belirtti. Jarashan’ın kalbinde rahatsız edici bir şekilde ağrı belirmişti. İlhamının alevi sönmeye, küçülmeye, gri bir küle dönüşmeye ve bu kül tabakasının altında kaybolmaya başlamıştı. Yüce duyguların, güzellliğin vermiş olduğu sarhoşluğun yerine, güzelliğin büyülü dünyası için titreyen özlem yerine, ruhunda acı bir tat kalmıştı. Görünen o ki, hiçbir sır, harika bir gizem yoktu. Her şey tiksinti noktasına kadar banal bir şekilde basitti. O anda Jarashan’ın gözleri, en değerli şeyi kaybediyormuş gibi kapanmaya başlamıştı. Göğsünde her şey kabarıyordu, öfkeden ve iğrentiden yüreği yanıyordu.
– Sen… – zorlukla konuşmaya başlamıştı, uyuşukluğunu üzerinden atarak. ‘Sen… güzel vücudunu takas ediyorsun, vücudunu hiç utanmadan açık artırmaya çıkarıyorsun… Güzelliğini nasıl bu kadar acımasızca ayaklar altına alabilirsin?’ Neden böyle bir itinatsızlıkla, böyle bir alaycılıkla, güzelliğini ilk tanıştığın kişinin ayaklarına atıyorsun?
Kız utanmak yerine yüksek sesle güldü ve onun şaşkınlığını ve ezikliğini görünce daha da fazla kahkaha attı.
– Bugün aydan mı düştün yoksa ne? Hangi fantezi dünyasında yaşıyorsun?.. Kısacası – dinle. Zevk almak istiyorsan – parasını ödersin. Bu kuralı ben koymadım, bunu zaman belirlemiş. Ve zaman bizim yegane hükümdarımızdır…
“Hiçbir şey anlamıyorum,” dedi Jarashan şaşkınlıkla. – Yani, sence, vicdan azabı duymadan kolayca bir duyguyu, şefkati, insani bir duyguyu, bir güzellik duygusunu satabilir misin? Mesela, sana para ödersem, o zaman bana karşı tutku duyacak mısın, gerçekten bana karşı sevgi hissedecek misin? Tüm ruhunla teslim olacak mısın?
“Eh, bakarız,” diye omuz silkti güzel kız. – Önce bir öde…
– Ama bu bir taklit, zavallı bir sahtelik! Bu durumda aşık olmanın gerçek hissini bilebilir misin? Büyük şairlerin söylediği saf, kristal, güzel duygu nerede? – diye sordu Jarashan pes etmeyerek.
– Duygu! Duygu! Güzellik! Neden hep aynı şeylere takılıp kaldın?.. Şimdilerde duyguyu anlayacak ve güzelliği takdir edecek bir erkek mi kaldı? Bunu onlar umursamıyorlar. Herkes ve her şey hayatın kırılganlığının kölesidir. Burada herkes büyük bir iştahla lezzetli bir lokmayı kapmaya çalışır. Bunu anlayamayan birisi olarak nereden karşıma çıktın? Yüce değerler hakkında konuşuyorsun, ama kendin vücudumdan bedavadan zevk almak istiyorsun. Öfkesine hakim olamayan güzel kız, küçümseyici bir şekilde ona – ‘Ve sen ahlaktan bahsediyorsun’ diye haykırdı.
Mahzunlaşan Jarashan o anda zavallı bir izlenim bırakmıştı. Bir duraklamadan sonra umutsuzca haykırdı:
– Tanrım, ne kabus bir zamanda yaşıyoruz, duygular bile pazarlık konusu olmuşsa!
Kızın yüzüne bakmadan, artık söylenecek başka bir şey olmadığını açıkça ifade edercesine eski, ezilmiş koltuğuna çöktü. Genç kız ise, üstüne hiç alınmadan, çevik bir şekilde oturduğu yerden fırladı ve aceleyle giyinmeye başladı. Hareket halindeyken düğmelerini ilikleyen kız, dişlerinin arasından alaycı bir şekilde fısıldadı:
– Öf! Ne çok zamanım boşa gitti…
O anda, Jarashan hiçbir duygu hissetmiyordu, son zamanlarda tutkuyla yanıp tutuşan ruhu donmuş gibiydi.
Daha sadece bir veya iki saat önce hayran olduğu ve aklını yitirecek derecede aşık olduğu kişinin bir iz bile bırakmadan kaybolduğuna bakmadan: ‘Duygu!.. Pazarlığın konusu haline gelen duygu …” diyerek – umutsuzca ve acı bir şekilde serzenişte bulundu.
Jarashan, sanki dayanılmaz bir yük tarafından eziliyormuş gibi, omuzlarını istemsizce indirerek sarkmış bir halde oturmuştu. Ve kalkmak, uyuşukluktan kurtulmak için kendisinde güç ve istek bulamıyordu.
“İnsan imajı, dış özelliklerin, düşüncelerin saflığının, karakter özelliklerinin, gerçek duyguların bir kombinasyonundan oluşur ve eğer sıradan bir ölümlü bu nitelikleri ve erdemleri kaybederse, o zaman ne olur?
Kendisinin en emin olduğu görüşlerinde bu şekilde acımasızca aldatılmış olarak hayale uğrayan Jarashan, insan denilen varlığın, ne kadar çekici bir dış güzelliğe sahip olsa da, ahlaki temellerden ve katı prensiplerden mahrum olması durumunda, onun eninde sonunda itici bir etki yaratacağını ve tiksinti doğuracağını acıyla düşündü.
Ağır bir şekilde içini çekti. Bu, onun ruhunu karıştırarak çekip giden güzel kızla birlikte, bu ölümlü ve tezatlar dünyasında güzel, büyülü ve harika olan her şeye yürekten olan inancını anında kaybeden duygusal ve acı çeken bir kişinin iç çekişiydi.
Tüyleri diken diken olmuştu. Bu durum, şiddetli rüzgarların ve çatırdatıcı soğukların etkisinden değil, başka bir şeyden ortaya çıkmıştı…
* * *
…İnsanların güzelliğin cazibesine boyun eğmeyi bırakmakla kalmayıp, aynı zamanda alaycı bir şekilde bir kızın onurunu açık artırmaya çıkardığı, içinde bulunduğumuz çağın görünümüne dikkatlice bakın! İğrenç görünümüne yakından bakın, Mirza Jarashan!
İşte, sana gerçek hayat…

DOĞUM EVİ POLONEZİ

Doğumdan önceki sıkıntıların zorluğu
Firuza’nın morali bozuktu. Ve doğum evinin kapısından girer girmez bu durum daha da belirginleşmişti .
Ama bugün, öyle görünüyor ki, durumu biraz daha iyiye doğru değişmişti. Dünkü gibi değildi. Belki de bu yüzden Firuza karamsar düşüncelere dalmamıştı, son zamanlarda çok baskı altında olduğu gerçeğinden kendini uzaklaştırmaya çalışıyordu. Daha bir kaç gün önce, şiddetli ağrıları ortaya çıktığında, ruhunda, ne pahasına olursa olsun, rahmindeki istenmeyen ceninden kurtulma kararı vermişti. Gün batımından önce, alacakaranlıkta başlayan doğum sancıları Firuza’ya dayanılmaz geliyordu. Tombul bir Tatar olan ev sahibesi, onu böyle içler acısı bir durumda bulunca, bir kadın olarak içtenlikle endişelenmeye başlamıştı:
– Ah canım, yüzünde renk kalmamış, doğumunun çok yakın olduğunu hissediyorum… Yani bekleyecek ve zaman kaybedecek bir şey yok, ambulans çağırmak gerekiyor…
Ve ev sahibi kadın hiç tereddüt etmeden hemen acil servisi aradı. O olmasaydı, Firuza doğumun yakında başlayacağını düşünemezdi bile. Ama tombul ev sahibesi bu kadar telaşlanınca Firuza’yı da bir korku almıştı, bu yüzden ambulans çağırmayı kabul etmişti.
Ev sahibesinin tavsiyelerini her zaman dinlerdi. Ve bu da sebepsiz değildi. Hamileliğini öğrenir öğrenmez ve bu sırrını saklamaya çalışırken, Firuza acilen kendine bir daire aramaya başlamıştı. Günlerce tüm sokakları bir aşağı bir yukarı şekilde umutsuzca dolaşmıştı, ta ki bu Tatar kadına rastlayıncaya kadar.
– Evim rahattır. Küçük çocuk yok. Yalnız yaşıyorum, kendi odan olacak, bu yüzden daha iyisini bulamazsın ”demişti ev sahibesi.
O günden sonra Firuza ve Tatar kadın aynı çatı altında sakin ve dostane bir şekilde yaşadılar.
İlk başta, ev sahibesi hiçbir şeyden şüphelenmemişti, ancak birden kiracısının karnının gözle görülür şekilde yuvarlak bir şekil aldığını görünce gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı:
– Aman Tanrım! Demek sen… hamileymişsin!
‘Evet, öyle oldu işte…’ Firuza, bunu daha fazla saklayayamacağını anlayarak utanmıştı.
Bununla birlikte, ev sahibesi – iyi kalpli biriydi – kiracısını evi tutarken hamile olduğunundan bahsetmediği için azarlamadı. Aksine, buna sempatiyle, kibar bir şekilde tepki gösterdi, akrabasıymış gibi koruyucu davrandı ve moralini yükseltmeye çalıştı:
– Gören de bir felaket oldu sanır! Çocuk – en değerli servettir. Ayrıca, olan biten her şey onun suçu değildir. O halde tereddüt etme, vazgeçme, doğur çocuğunu! Mutlaka doğur! Bu durumda olan ilk sen değilsin!
Ev sahibesinin bu kadar yardımsever ve sıcak tavrı, ruhunu ısıtmış ve talihsiz kıza güç vermişti. Kim bilir, şefkatli bir Tatar kadınının yerinde başka bir kadın olsaydı, kayıtsızca nasihat ederdi: ‘Neden ellerini bağlayacaksın ki? Kürtaj yaptır ve bu dertten kurtul!’ – o zaman Firuza, belki de böyle yapmak isteyecekti…
Ve genç yaşamının bu zor döneminde tam da bu sempatik kadınla tanışması ne kadar iyi olmuştu. Kiracısının hamileliğini öğrendikten sonra hemen onu eğitmeye, pratik tavsiyelerde bulunmaya başlamıştı:
– Hamilelik sırasında canım, ani hareketler yapmamalısın. Kendine dikkat etmelisin, ağır şeyler kaldırma. Kendine iyi bakacaksın – o zaman bebek beklendiği gibi gelişir – diyerek bir anne bilgeliğini onunla paylaşıyordu.
İlk aylarda, karnında kolik ağrılar olduğunda, hiçbir sebep yokken, başı sık sık dönüyordu, ev sahibesi Firuza›yı sakinleştiriyordu:
– Sabırlı ol canım. Bunlar olur. Korkacak bir şey yok. Ancak dokuzuncu ayda biraz daha zor olacaktır. Özellikle sancılı spazmalar…
…Ve şimdi, öyle görünüyor ki, Firuza’nın çok korktuğu, o uzun zamandır beklenen sancılar başlamıştı. Çok şükür, ev sahibesi o anda yanında bulunuyordu. Kader buydu ki, bu iyi huylu ve sevecen kadın kendi hayatında talihsiz bir insandı. Firuza’nın yaşlarındayken iki kez hamile kalmış, ancak hiçbir zaman anne olamamıştı- her iki bebek de anne karnında ölmüştü. Sonra da kocası bir araba kazası geçirmiş ve bu kazada ölmüştü. Ve anne mutluluğunu yaşamak kısmet olmadan, kalbindeki acıyla yıllarca yalnız yaşamak durumunda kalmıştı. Allah ona çocuk vermemiş, hiç değilse bu zavallı kızcağız, inşallah çaresizlikten aptalca bir şeyler yapmaz da sonradan pervasızlığı için pişmanlık duymaz, diye düşünüyordu.
– Çocuk, Yüce Allah’ın bir armağanıdır. Doğum yapmalısın. Çocuk çabuk büyür ve bu yükün ileride sana nasıl destek olmaya başladığını fark etmezsin bile.
Bu sözler Firuza’yı büyük bir güçle teselli etmişti.
Ambulans oldukça hızlı bir şekilde gelmiş ve sokakları tiz bir siren sesiyle sağır edercesine hamile kadını doğum evine teslim etmişti. O geceden beri Firuza iki gündür buradaydı ama bu yükten henüz kurtulmamıştı.
Ağrısı biraz dinip sağlığı düzeldiğinde, kız koğuşta doğum yapmaya hazırlanan başka bir kadın daha olduğunu fark etti. Bu yaklaşık otuz beş-kırk yaşlarında, saçları paspas gibi darmadağınık bir kadındı. Her yöne doğru uzanan bu saç tellerine hiç tarak değmediği izlenimi veriyordu. Geleceğin anneleri tanıştılar. Büyük olanın adı Fatima idi.
‘Sen, canım, görünüşe göre, buraya erken gelmişsin,’ diye seslendi bir uzman havasıyla. – İlk doğum sancıları çoğunlukla aldatıcıdır. Bir süre daha evinde, sıcacık yatağında kalsan daha iyi olurdu. Ne de olsa, burası bir doğum evi… Her zaman gürültülü… Ve bu kargaşada gerçek doğum sancılarını bile gözden kaçırabilirsiniz. Böyle durumlar da oluyor.
Firuza neredeyse kahkahayı patlatacaktı. ‘Ev, sıcacık yatak’… Görünüşe göre, anne babasının evinden geldiğini sanıyordu… Sadece bir yatak için yeri olan küçük ve sıkışık bir odada yaşadığını bilseydi. Ancak, Fatima bunu nereden bilebilsin ki? Doğum evindeki koğuşta bütün gün gürültü olmasına rağmen, koğuş Firuza’ya neredeyse bir cennet köşesi gibi görünüyordu. Temiz yatak… Bedava yemek…
– Bu arada, daha önce doğum yapmış mıydın? diye sordu Fatima. – Yoksa ilk doğum mu?
– Daha önce mi? Ben mi? Firuza ürpermişti. – Ben daha gençim… On dokuzuma daha bu yıl gireceğim…
‘Pekala, peki’ diye kıkırdadı Fatima. – On dokuz, diyor! Bu ilk doğum için küçük bir yaş mı? Bu on altı-on yedi yaşındakilerin neler yapabildiklerini bilmiyormuş gibi konuşuyorsun… İşte, geçenlerde on beş yaşında bir genç kızın buraya karnı burnunda geldiğini duydum… Bu genç ve erken gerçekten!
Firuza tiksintiyle yüzünü buruşturdu:
– Neden bahsediyorsunuz? Bu olamaz! Eğer bu doğruysa…
– Tabii ki doğru! Dahası! Çok yakın zamandaydı… Daha bir lise öğrencisi… Kabahatini ebeveynlerinden gizleyerek gizlice doğum evine gitmiş ve şöyle demiş: ‘Cenini bir an önce rahmimden çıkarın, yoksa derse geç kalacağım’…
– Ah, ne ayıp! Bu doğru mu sahiden?
– Doğru! Neden yalan söyleyeyim?
Firuza arkasını dönmüştü: Bu tür hikayeleri dinlemek onun için hoş bir şey değildi. Ancak Fatima pes etmedi. Şimdi de başka bir şey hakkında öğretici bir şekilde konuşmaya başlamıştı.
– İlk hamilelik büyük bir sınavdır. Anne adayı psikolojik olarak ona hazır olmalıdır… Kapsamlıca… Ne de olsa artık küçük bir kız değilsin, genç bir kadınsın, günden güne anne olacaksın. Yani hayatta seni büyük değişiklikler bekliyor. Ve bunu tüm benliğinle kavraman gerek… Bü yükün altından kolayca kalkman için sadece olumlu olarak düşünmelisin, ilk yavrunun geleceğine dair tahminlerde bulunup hayaller kurmalısın, onun büyüdüğünde nasıl biri ve ne olacağını, hayatta hangi yolu seçeceğini zihninde canlandırmalısın… İşte o zaman nasıl doğum yaptığını farketmezsin bile.
Bu sözler Firuza’nın hoşuna gitmişti ve komşusuna döndü.
– Abla, söyle bana, doğum yapmak zor mu olacak?
‘Neden zor olsun ki’ Fatima küçümseyici bir şekilde gülümsedi. – Zor mu, diyor! Neden zor olsun? Esas zor olan kasılmalardır. Onlara direnirsen, doğumu normal şekilde geçirirsin. Sadece cesur olmalısın…
‘Eğer dediğiniz gibiyse’, Firuza rahatlayarak içini çekti.
– Hayır, başka ne söyleyeceğimi dinle. Kasılmalar farklıdır. Örneğin, senin kasılmaların hayatındaki ilk olanlardır. Ve çoğu zaman yanıltıcıdırlar… Gelip geçerler. Hiçbir şey olmamış gibi. Ama gerçek kasılmalar geldiğinde…
– Peki, sonra ne olur?
– O zaman anlarsın! Ancak, sabredersen…
– Dayanırım! Oğlum için her şeye katlanırım…
– Ah, donup kaldım! Ah, sen daha bir çocuksun!.. Önce söyle bana, orada, ana rahminde bir oğlun olduğunu nereden biliyorsun, ha?
– Biliyorum!
– Nereden?
– Ultrason filminden.
Bak sen şu işe… Devir hızlılar devri! Daha doğurmadan her şeyi biliyorsunuz. Bizim gibi değil… Koca bir karınla, kız mı, oğlan mı taşıdığımızı bilmeden, doğum anı gelene kadar tahmin yürüterek zamanımızı geçirirdik. Şimdi siz gençler, her şeyi önceden biliyorsunuz …
– Abla, buradaki konu gençliğin atikliği ile ilgili değil. Artık zaman farklı. Teknolojik ilerleme çağında hamilelik geçiriyoruz. Bilgisayar çağı geldi…
– Ah, saf kız, bu aptal bilgisayar hakkında konuşmayı bırak. Onun yüzünden çocuklar aptallaşıyor, gergin oluyorlar, gözleri bozuluyor…
– Öyle düşünmemelisiniz! Bilgisayar çağın büyük bir başarısıdır. O olmadan gelecek yok. 21. yüzyıl bilgisayar yüzyılı…
– Amma da laf ettin!.. ‘Onsuz gelecek olmaz’ diyorsun… Kazakların tüm sorunları, onsuz yüzyıllarca mükemmel bir şekilde hayatlarını idrak ettiklerini düşünürsek, bu bilgisayarlara mı dayanıyor?
– Aynen böyle! Bu çağın talebi. Bilmek isterseniz, söyleyeyim, şimdi genç bir uzmanı, isterse üç diploması olsun, bilgisayar kullanamıyorsa hiçbir yerde işe almıyorlar. Artık talepler böyle.
– Bununla şunu mu demek istiyorsun? Deneyimli bir muhasebeci olan ben, aptal bilgisayarı kullanmayı bilmiyorsam, o zaman iş bulamayacak mıyım?
‘Sizin için bir şey söyleyemem. Bilmiyorum. Belki sizin deneyiminizi göz önüne alarak işe alabilirler. Ancak, söz konusu gençler olunca, durum böyle.
– Bak sen şu işe, ne hale gelmişiz! Yıllar önce de, yırtık insanlar Kazakları şöyle uyarmışlardı: ‘Rus diline hakim değilseniz, önemli görevlere alınmazsınız.’ Bir şekilde bunu aştık ve şimdi de başka bir talihsizlik başımızda: “Bilgisayarı bilmiyorsan, iyi bir işi umut etme” … Ey- Allah’ım… bu, görünen o ki, bizim Kazak kaderimiz… Anlaşılan, bizler – şanssız insanlarmışız…
Firuza neredeyse gülecekti ama kendini toparlamayı başardı. Yine de dayanamadı, kahkahayı bastı. Fatima hoşnutsuz bir şekilde ona doğru baktı.
– Neye gülüyorsun? Haksız mıyım?
– Afedersiniz, size gülmüyorum. Sadece bir şey hatırladım…
– Peki neye, eğer sır değilse? Sen, bir tilki gibisin, kurnazlık yapma!
–Burada bilgisayar bilgisi olmadan işe alınmayacaklarından endişeleniyorsunuz. Kazakların şanssız bir halk olduğunu düşünüyorsunuz… Bu sadece Kazakların sorunu mu? Bilgisayar artık tüm dünyayı ele geçirdi. Tüm gezegen onun gücünün etkisinde. Ve biz… İşte söylemek istediğim şey: 21. yüzyıldaki tüm faaliyetler bilgisayar tabanlı olacak. Bu, monoton el emeğinin yavaş yavaş ortadan kalkacağı anlamına gelir. Mesela, tüm karmaşık hesaplamalar, çizimler bir bilgisayarda yapılacaktır. Son zamanlarda bir gazetede şunlar yazıyordu: “Gelecekte uygarlığın tüm başarıları bir bilgisayar ağına bağlanacak, herhangi bir ülkede gerekli bilgileri ihtiyaç duyulduğunda kullanmak mümkün olacaktır. İlginç olan, gelecekte, mesela bir bilim adamı olmak için kütüphanelere, arşivlere gitmeye gerek kalmayacak, ihtiyaç duyulan tüm bilgilere bilgisayardan ulaşılacaktır. Bilgisayarın yazarların ve şairlerin yaratıcı yeteneklerine sahip olması da oldukça muhtemeldir… İşte bilgisayarın gücü bu!
‘İnanması zor,’ diye karşı çıkmıştı Fatima. – Bilgisayar başında oturan biri nasıl büyük bir bilim insanı olabilirdi? Ve bu… şair olmak için… nasıl bir yeteneğe sahip olmak gerek!
– Sadece gerçek yetenekler harika şiirler yazabilir. Bu, Tanrı’nın bir armağanıdır. Bu tür ruhsuz demir parçaları şiirle de mi uğraşacaklar… Böyle bir şey olamaz.
– Buna inanmayabilirsiniz, ancak ilerlemeyi durdurmak imkansızdır. Bahsettiğim zaman çok uzak değil. Evet, yakında tüm bunların gerçekleşeceğine kendiniz de ikna olacaksınız. Sadece şu anda eskiye dönük fikirlerin tutsağısınız.
– Bırak bu saçmalıkları! Kafamı karıştırma, – diyerek komşusu elini boşver dercesine salladı ve uzun süre kendi içine kapanarak sustu. Firuza kendisini tuhaf hissetmişti: yoksa onu istemeden gücendirmiş miydi? Hayır gibi görünüyor. Bir süre sonra Fatima hiçbir şey olmamış gibi tekrar konuşmaya başladı.
– Yani bunun ilk çocuğun olduğunu mu söylüyorsun?
– Evet, ilk.
– Bu durumda, canım, onu mutlaka doğur. İlk doğum önemlidir. Ayrıca doğumdan sonra vücudun da temizlenir. Kan dolaşımı iyileşir. Bu arada, kocan nasıl? Baba olmaktan memnun mu?
Firuza cevap vermemişti.
– Babası kim? O nerede çalışıyor?
– O… o yok.
– Ah, peki nerede?
– Bilmiyorum.
– Nasıl yani ‘Bilmiyorum’?
– İşte öyle…
– Ah, canım, sen neden bahsediyorsun?! Çocuğunun babasını nasıl bilmezsin?
Bana öyle geliyor ki siz gençler, kiminle vakit geçirdiğinizi, dolaştığınızı, kiminle sevgili olduğunuzu ve yattığınızı düşünmüyorsunuz bile… Nasıl bir vurduymazlık bu ha?
Firuza’nın kafası karışmıştı.
– Abla, hayatımda bir kez hata yaptım. Bir arkadaş partisinde, biraz şarap denedim… sarhoş olmuşum…
– Nasıl sarhoş oldun? Hafızanı kaybedecek şekilde ne kadar içmek gerek, bir düşünsene! Hiçbir şey hatırlamıyor musun?
Kız olumlu anlamda başını salladı.
– İşte ebeveynlerin de sanırım hiçbir şey bilmiyorlar. Her şey kendiliğinden olmuş. Partide sarhoş olmuşsun… kendini kimin kollarında bulduğunu hatırlamıyorsun. Vay! Uçmuşsun! Böyle bir durumda ne bilebilirsin ki?
Firuza mekanik bir şekilde elini şişkin karnında gezdirdi.
– Tanrıya şükür, en azından bu varlığı hatırlıyorsun…
Ve o sırada genç kızın içinde keskin bir acı nefesini kesmişti. Firuza karnını kavrayarak inliyordu.
– Ah zavallı kızcağız! Yine azap çekiyor… İnsan ne yapabilir ki… Kadının payına düşen bu… Allah’ın takdiri bu… Dayanmalısın…
– Abla! Dayanamıyorum! Çok acıyor…
– Tamam, tamam, şimdi doktoru çağıracağım.
Fatima koridora koştu ve ardından görevli kadın doktor onu koğuşa kadar takip etti.
Fatima duruma dair açıklamalara başladı:
‘Sanırım doğum öncesi kasılmalar yaşıyor. Onu sakinleştirmek için bir iğneye, ağrı kesiciye ihtiyacı var.
– Lütfen karışmayın. Biz kendimiz de iyi biliyoruz … Şimdi kontrol edeceğiz, – diyerek hoşnutsuzca cevap verdi doktor.
Ama Fatima’nın susmaya niyeti yoktu. İddialı bir şekilde, hararetle konuşuyordu:
– Unutmayın, ben sadece bir kadın değilim. Ben iki çocuk annesiyim ve ben de bir şeyler anlıyorum, o yüzden sözümü iyi dinleyin bacım.
– Uzaklaşın, kenara çekilin… Uzaklaşın! ..
Doktor, Firuza’nın ayağa kalkmasına yardım etti ve onu dikkatli bir şekilde koğuştan çıkardı, aynı zamanda Fatima’dan uzaklaştı. Ama daha önce olduğu gibi, o geride kalmıyordu. Çok geçmeden Firuza tedavi odasından döndü, artık sakinleşmişti. Görünüşe göre, kasılmaları kısa sürmüştü ve şimdi epeyce azalmıştı. Her halukarda, Firuza bunlara kendini tahammül edebilir hissetti. Komşusu memnun bir ses tonuyla açıklamalarda bulunmaktan geri kalmıyordu:
– Sana henüz doğum sancılarının başlamadığını söylemiştim. Ben bunlardan iyi anlarım. Ben yanılmam!
– Abla, kocanız neden görünmüyor? O buraya gelemez mi? Fatima, Firuza’nın naif sorusuna yürekten güldü. Ve gülümseyerek, kaygısız bir hafiflikle ve biraz da kabadayı uslübuyla cevap verdi:
Bilgin olsun, bu aptalı uzun zaman önce evden gönderdim. Karşılıklı anlaşarak boşandığımızdan bu yana altı yıl geçti. Ve tüm bu yıllar boyunca kendi başımaydım. Kiminle gezeceğimi, kiminle yaşayacağımı biliyorum. Yalnız senden ricam, Allah aşkına, bana onu hatırlatma, yoksa midem bulanıyor…
Firuza şaşırmıştı. Kocasından böylesine tiksintiyle bahseden bir kadınla ilk kez karşılaşıyordu. Yasal olarak evliyse nasıl birdenbire boşanır?.. Ve kocası yoksa neden çocuk doğurur? Buna bir türlü akıl erdiremiyordu.
– O halde… altı yıldır yalnız yaşıyorsunuz… o zaman… beklediğiniz bu çocuk nereden?..
– Eh! Fatima küçümseyici bir tavırla elini salladı. – Bu çocuğun babası o aptal değil, başka birisi. Kısacası, sevgilimden.
– Sevgilinden mi? Peki niye? Sonuçta, zaten iki çocuğunuz var. Bu sizin için yeterli değil mi?
– Haklısın. Bana iki tane yeter. Senden saklamayacağım, hamile kaldım çünkü sağlımı düzeltmek istedim. Kısacası, kanımı tazelemek ve vucüdumu arındırmak için.
Firuza’nın yüreği sanki ağzına gelmişti.
– Yani…Bebeğinizin doğup doğmayacağı, nasıl ve hangi durumda olacağı umurunuzda değil miydi?
– Aynen öyle. Benim için ölü doğması daha da iyi aslında… Hiçbir sorun ve sıkıntı olmayacak. Bir yetim daha az olmuş olur.
– Ya sağlıklı doğarsa? ..
– O zaman bir şeyler düşünürüz. Bir sürü öğüt veren çıkar. Uygun bir şeyler düşünürüz.
– Peki çocuğun suçu ne? Firuza gergin bir şekilde bağırdı. Komşusu sert bir şekilde başını kaldırdı.
– Şuna bak! Bana akıl mı öğreteceksin? Ben kendim ne yapacağımı gayet iyi biliyorum. Sen kendine bak önce. Babasız, gayri meşru doğacak oğlunu düşün… Kendini nasıl zincirlere bağladığını düşün…
Firuza kırgın bir şekilde yüzünü duvara döndü, uzun süre sessiz kaldı. Sonra hıçkırıkları Fatima’nın kulaklarına kadar ulaştı, morali bozulan kız gözyaşlarına boğuldu. Komşusu acıyıp, yanına gitti.
– Ağlamayı bırak canım! Böyle bir yükümüz var. Ağır ama taşınması gerekiyor. Yapacak bir şey yok. Sakin ol, bir gün tüm bu kötü şeyler geride kalacak. Ve bana karşı kin besleme. Sana söylediğim şey ruhumun sadeliğinden, sözlerime aldırma.
Komşu kadın Firuza’nın alnını okşadı. Kız içten bir şekilde ona sarıldı. Fatima ona sanki ninni söylüyormuş gibi erkeklerden bahsetmeye başladı.
– Bütün erkekler alçak ve şerefsizdirler. Elbette hepimiz bir babadan doğduk. Ama bir babanın durumu tamamen farklı bir konudur. Sokaklarda dolaşan erkek müsvettelerine gelince, bunlar tam bir canavardırlar…
Firuza aceleyle arkasını döndü ve bu düşünceye tamamen karşı çıktı:
– Bütün erkeklere canavar demek mümkün mü? Bu çok ağır bir itham olmadı mı, abla?
– Hayır! diyerek, cevapladı Fatima. – Aynen böyle! Bundan kendim emin oldum.
– Nasıl? Neden bu kadar kesin yargılısınız? ..
– Bunun nedenleri var. Ben de çok çektim böyle bir tipten… Pek çok aşağılanmaya mahruz kaldım…
– Ne aşağılanmaları?
– Öyle işte…
– Boşuna ne diye anlatayım ki. Bunları daha anlamazsın. Zamanla her şeyi öğreneceksin, benim yaşlarıma gelince.
– Neyi, abla?
– Her şeyi.
– ‘Her şeyi’ demekle neyi kastediyorsun?
– Her erkek kendini bir kadından daha üste çıkarmak için elinden gelen her şeyi yapar. Emir altına almak ister, kadınların namusunu küçük düşürür, haysiyetini ayaklar altına alır. Kendisi bir kuş gibi özgür olmak ister, ama bir kadının ayaklarının dolaşması için çabalar… Daha ne var? Ah, evet, o kadar çok ki, hepsini sayamazsın…
– Belki bir erkekle eşit olmak için ona saygı duyulmalıdır? Onun fikri dinlenmelidir…
– Saçma! Her şeyi onun istediği gibi yapmaya başlarsanız, başınızın üstüne nasıl çıktığını, bacaklarını nasıl uzattığını fark etmezsiniz bile. Daha fazla itip kakmaya başlayacaktır. Öyle bir noktaya gelecek ki, eşi olmadan tuvalete bile adım atmayacaktır…
“Eh, siz de amma abarttınız,” diye söylendi Firuza.
– Canım, senden yıllar önce doğdum. Acı tecrübelerim var. Bir sürü elbise eskittim. Sana örnek olsun diye değil, bu boş hayatın acı tadını biliyordum, o yüzden söylüyorum. Ben hiçbir şeyi kafamdan uydurmuyorum, kendi gözlerimle gördüklerim, bizzat yaşadıklarım bunlar.
Yani kocan…
– Bana yine bu alçağı hatırlattın! ima bile etmemeni rica etmiştim…
– Neden bu kadar gerginsiniz?
– Çünkü, gençliğimi mahvetti, ablacığım. Ama aptallığımdan, ona tamamen güvenmiştim, öyle ki, ayaklarını bile yıkamaya hazırdım… Ama o, tam bir haylazın, utanmazın biri olduğu ortaya çıktı. Ben ise, tam bir aptal gibi, ona yavrular vererek memnun etmeye çalıştım, ardı ardına hamile kaldım… ona iki bebek doğurdum… Beni dört duvara hapsederek, kendisi, meğerse, fahişelere kaçıp gidiyormuş… Evden erkenden çıkardı ama geç saatlerde dönerdi. Kötü bir şeyden şüphelenmedim bile. Belki uzun bir süre daha cehalet içinde kalırdım, ta ki, bir gün bir arkadaşım benim gözlerimi açıncaya kadar: ‘Neden kocana bu kadar serbestlik tanıyorsun? Daha dün bir kafede bir sürtükle nasıl öpüştüğünü gördüm’dedi. Az kalsın kalbime inecekti. Eve geldim, kocam henüz evden kaçacak zamanı bulamadan üzerine atıldım: ‘Her şeyi itiraf et, doğruyu söyle, nerede ve kiminle birlikte oluyorsun?’ Şaşırmıştı, kafası karışmış bir şekilde mırıldandı: ‘Bütün bunlar dedikodu, yalan! Hiç bir kafeye gitmedim…’
Geri adım atmadım: ‘Dürüstçe itiraf etsen iyi olur! Aksi takdirde boşanma davası açacağım!’ dedim. Bağırdı, yemin etmeye başladı: ‘Gerçekten, Tanrım, orada değildim.’
İnandım. affettim. Hiçbir şey olmamış gibi eskisi gibi yaşamaya devam ettik, sonra başka bir arkadaşım bana bir uyarı ile gelince: ‘Kocan gerçek bir kadın avcısı bunu unutma’ demişti. Soruyorum: ‘Bunu nereden biliyorsun?’
– Flört ettiği kişilerden biliyorum.
– Yanılmış olmayasın? Bu doğru mu?
– Tamamen gerçek! Kesin olarak biliyorum. Sadece senin için üzgünüm. Yoksa başkalarının problemlerinden bana ne? Bak, aç gözünü, uyuma. Yoksa kocanı elinden alırlar.
– İşte, bu zehirli örümceğin tüm maceraları tüm ihtişamıyla önüme böylece çıkmış oldu. Kötü söylentilerin kurgu, dedikodu olmadığı ortaya çıktı. Sonunda her şey doğrulandı. Ben de kollarımı sıvadım ve hücuma kalktım. Her gün ona ‘dırdır etmeye’, sitemlerle onu rahatsız etmeye başladım. Saldırılarıma dayanamayacak hale geldi ve evi terk etti. Pılını pırtını topladı ve bir hırsız gibi ortadan kayboldu. Böylece özgür bir kadın oldum. Artık kendi kaderimi kendim kontrol edebilirdim. Böyle bir kadın düşkünü ile birlikte olmaktansa kocasız yaşamak daha iyiydi.
– Ya sonra… neden tekrar evlenmedin?
– Ah, bugün aile kurmak için normal bir erkek bulabilir misin ki? Hepsi de normal bir kadın için fazladan bir yük. Alkolikler. Kadın düşkünleri. Kavgacılar… Eğlenmek ve bir süre vakit geçirmek için onlarla sadece geçici olarak buluşabilirsin. Ve sonra – Çao!
– Düzgün adamların bulunmaması mümkün değil. Az olsalar da, muhtemelen akıllı, zeki kişiler vardır.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/joltay-jumat-almasoglu/ask-ve-nefret-kitabi-69499696/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Aşk ve Nefret Kitabı Joltay Jumat Almaşoğlu
Aşk ve Nefret Kitabı

Joltay Jumat Almaşoğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Aşk ve Nefret Kitabı, электронная книга автора Joltay Jumat Almaşoğlu на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв