Baharı Kim Kaçırdı?
Kemal Beyatlı
Kemal Beyatlı
BAHARI KİM KAÇIRDI?
Türkmeneli’de her gün yeni bir acıya gebe olan insanlara…
Her Türkmen’in
Bir Yanı Ağlamaklıdır.
Bu onun hayatı idi.
Kader denilirdi bazen böyle hayata!
Ne zaman, nerede başladığını bilinir belki, ama sonu öğrenmek için Bahar’ı beklemek gerek!
Onlar! Nereden bileceklerdi yerdeyken ayrı bir gözle, gökteyken ayrı bir gözle bakıldıklarına. Bir avuç kadarı olan cisimleri, siyah kadifemsi tüylerin üstüne grimsi benekler serpilmiş; bahçelerde, çimlerin üzerinde bazen yalnız bazen de kargaların arasında paytak paytak yürüyüşleri, bazen de sıçrayarak yemlerini otların arasından veya toprakta delik açarak solucanları yakalamaya uğraştıklarını kim umursardı ki. Bahçelerde tekil dolaşmaları, elektrik direğinde en fazla on beş-yirmi kaderi yan yana duruşlarını görür geçerdi insanlar. Yerde herhangi bir vaziyette olduklarında insanların o kadar da dikkatlerini çekmezdi. Ama sürü hâlinde binlercesi bir araya gelip göklerde dalgalanmalarına hayran olmayan bir Allah’ın kulu olmazdı.
Sığırcıklar.
Kimine göre göç halindeyken geçtikleri bölgelerde kendilerine kalacak yerleri bulduklarında sevinç dansı yaptıklarıydı. Kimine göre ise –ki bu en fazla göçebe kuş bilimcilerinin söylentileriydi– düşmana karşı elbirliğiyle savunma hareketi olduğunu söylerdi. Gökte binlercesi olmalarına rağmen yırtıcı kuşlara karşı tek vücut görüntüsü verirlerdi.
Yeryüzünde binlerce milyonlarca hayranları arasında biri daha vardı!
Bahar!
Dokuz yaşında bir kız çocuğu ne anlar sığırcıkların huyundan suyundan ve de sürüsünden, demeyin. Huyları suları kendilerinin olsun. Bahar’a lazım olan o muhteşem sürü halleriydi.
Gökte uzakta karartıyı gördüğünde, koşmaya başladı. Sevincini içinde tutamadı. Koştu… Koştu… Yaklaşan karartıya koştukça karartı da ona yaklaştı. Karartı yaklaştıkça sallana sallana dalgalar şeklini almaya başladı. Durduğu tepeciğin tam üstüne geldiğinde işte o an siirc siirc siirc ötüşleri göğü kapladı.
Binlerce sığırcığın dalgalar şeklinde dans etmeleri ne yüklü bir siyah buluta benzerdi ne de her şeyi içene alıp etrafını darmadağın eden hortumlara… Ben de biraz görmek istiyorum, der gibi batışa geçmeyi mümkün derecede geciktirmeye çalışan güneş; kızıl ışınları vurdukça o grimsi ile siyah arasında çok küçük benekli tüyler, yaldızlı dalgalarla dönüp dönüp şahane danslarıyla herkesi büyülerdi. Sığırcıkların dansları ötüşleri gökte bambaşka tablolar oluşturdu.
İçinden “işte” dedi. Sevinci doruktaydı Bahar’ın. Sevinç çığlığı atmamak için elleriyle ağzını kapattı. Gözlerine inanamıyordu, bir avuç kadar olan o küçük hayvanların binlercesi bir araya gelmeleri ne harika bir tabloydu.
Mevsim, sonbahardan kışa doğru yol almıştı. Sığırcıklar, gökte sürü hâlindeydiler.
Demek göçleri başlamıştı.
Damda tek başına sek sek oynarken görmüştü onları. Oyunu bıraktı. Bir solukta kendini evin avlusuna attı. Merdivenleri ikişer ikişer atlayarak indi. Yaşına göre değildi bu hareketler. Annesi işkillenir huylanır diye, biraz yavaşladı. Ta ki kendini evin dışına / sokağa atana kadar. Sokaktaydı. Yürümeye başladı. Görenler “niye koşuyorsun” sorularından kaçmak için yürüdü önceleri. Adımlarını genişletti, koşmak niyetine yürüdü…
“Geldiler!”
Evleri Şaturlu’dan Arafe’ye giden ana yolun iki alt sokağındaydı. Kerkük’ün eski semtlerinde biriydi burası. Yani Şaturlu Mahallesi. Evler sıra şeklinde tek katlı olanlar eski yapılardı. Biraz daha modern olanlar iki katlıydı. Evlerin damları dip dibe idi. Bir evin damından atlayıp onuncu evin damına kolay varılabilirdi. Özellikle evlerin bu yapı şekli yaramaz çocukların işine gelirdi. Kırdıkları potlara karşı babaları sinirlenip dayak atmaya hazırlandığında çocuk soluğu damda alırdı. Oradan komşuların damlarına kolay zıplayıp kaçabilirdi. En azından babasının siniri yatışana kadar o ortamdan uzakta güvende olurdu. Komşuların çoğu birbirine akraba veya çok eski komşu olması yaramaz çocuklar için güven sağlardı. Yaramaz çocuğun işlediği suçun büyüklüğüne göre dayağın da biraz acımasız olacağı kaçınılmazdı. Suç işlen çocuk komşularına yalvarıp babasıyla arasında barışı sağlamak için yalvarmaya başlardı. Bazen de derslerini ihmal eden kafası sokakta oyun oynamakta olan çocuklar aileleri tarafından sokağa çıkma yasağıyla cezalandırılırdı. Yerinde duramayan atak çocukları bağlasan durmaz misali damlardan kaçışları bir seçenek sayılırdı. Nasıl olsa sokakta top, saklambaç, topaç çevrime veya çelik çomak oyunları oynayan bir sürü çocuk vardı. Bahar, sığırcıkları karşılamaya can atarken önce annesinin dikkatini çekmemek için damdan kaçmayı düşündü. Mutlaka bir komşunun damından avlusuna iner ve kendini sokağa atabilirdi. Durdu. Bir kız çocuğu için duvardan duvara tırmanmak hele eteklerini toplamak kolay olmayacağı aklına geldi. Hele duvardan atlarken bacakları sıyrılır yara alırsa akşam annesine ne diyecekti. Annesinin uyarılarına hiç aldırmadan her azarı göze alarak damdan jet hızında basamakları indi. Avludan dışarıya sokağa kendini attı.
Evden dört kavşağın gün batımı tarafındaki küçücük tepeciğe varıncaya kadar koştu. Gökte uzaktan karartı şeklinde görünenler yaklaşınca o da tepeciğe varmıştı. Bahar’ın durduğu tepenin tam üstüne gelmişlerdi. Çok yakınlardı. Tek ritme göre dans ediyorlardı. Gökte topluca sessiz bir senfoni eşliğinde dansları yeri göğü kendilerine hayran bırakıyordu. Gökte yuvarlaklar, ovaller biri birine geçerek on binlercesi dönüp dönüp sanki ilahî bir vecde içinde dans edip dönüyorlardı. Binlercesi… On binlerce… O kalabalığın içinde asla biri birine değmiyordu. Her biri diğerine olan mesafeyi titizlikle koruyordu.
Sığırcıklar topluluğu göğü sarmıştı…
Sadece Sarıkâhya Mahallesi sakinleri değildi göğe kilitlenenler… Şaturlu, Arafa, Elmas, Havaalanı Meydanı, Cirit Meydanı, Gavurbağı etrafındakiler kim varsa o bölgede caddelerde sokaklarda yürüyen herkes, damlara çıkanlar, bir ağızdan sevinçlerini, hayretlerini, dehşetlerini yüzlerindeki tebessümler ve dillerinde “Maşallah” nidalarıyla sığırcıkları seyrediyordu. Yoldan geçen yayalar ayrı arabayla geçenler ayrı durup onlara bakıyordu. Kimisi cep telefonunu çıkarıp o muhteşem gösteriyi videoya kaydediyordu. Hepsi hayran hayran göğün dansçılarına kilitlenip kalmışlardı. Bu Bahar’ın etrafında olup bitenlerdi ve gördükleri idi. Öbür tarafta Bahar’ın görmediği dünyanın öbür tarafında aynı göğün altında olanlar da acaba görüyor muydu bu dansçıları. Onlar da böyle yollarda evlerin damlarında durup seyrediyorlar mıydı? Kim bilir belki onların oldukları yer daha yüksekti ve sığırcıklara daha yakın idiler. Öyleyse onlar daha şanslı sayılırdılar. Gerçi evlerinin damı da yüksek sayılırdı ama annesi yan komşuların dama çıkıp onlar da sığırcıkları seyretmeleri ve abuk sabuk konuşmalarından rahatsız olduğu için tek başına olmayı, dansçıların tek seyircisi gibi durmayı yeğledi Bahar. Onlar da annesi ve komşuları da haklıydılar! Onlar da sığırcıkları seyredip hayran kalıp keyifleniyordu. Sığırcıkların ihtişamlı danslarına kim hayran kalmazdı ki?
“Susup sadece baksalardı, ne iyi olurdu.” içinden bunları geçirirken; “Herkesin hayranlığı dehşeti birkaç dakika sürüp gidecekti. Kısa bir zaman diliminde etkilenip sonra unutabilirlerdi. En fazla akşam evde yemek sofrasında birkaç dakikalığına sığırcıkların konusu açılır ve kapanırdı.”
O akşam Kerkük’te hiçbir insan Bahar kadar sevinçli değildi.
Sığırcıkların hızlı ve kıvrak dönüşlerine Bahar, omuzlarıyla başıyla onların meyillerine göre danslarına uymaya çalışıyordu. Onlara göre bir sağa bir sola hareket ediyordu. Bazen de iki kolunu açıp onları taklit edercesine uçuyor gibi kollarını sallıyordu. Sığırcıklar, gökte idiler… Dansları kaç dakika sürdüğünü hesaplamak zordu. Çünkü o dans sırasında zaman başka bir kalıba girmişti. Zamanın önemi yoktu o anlar. Beş dakika mı on dakika mı, ne fark eder. O muhteşem gösteriş, o görünmeyen ama mutlaka onları yönlendiren maestronun direktifiyle yapılan hareketler zamanla ilgisi yoktu. Orada bir neşe bir sevinç ve ulvî bir yeteneğin gösterisi vardı. Sonra öyle bir tablo çizdiler ki adeta Bahar’a el sallar gibi yapıp vedalaştılar…
“Gittiler!”
Bahar’ın kolları havada kaldı. Dudakları büzüldü. “Durun!” demek istedi. Diyemedi. Yalnız içinden ve yalnız kendisi duyabildiği “durun” kelimesini, dudakları fısıldarken duyabildi. Bahar’ın ayakları yere basıyordu. Bir türlü yükselip uçamıyordu. Yine de mutluydu. Dudaklarındaki tebessüm mutluluğunu yansıtıyordu. Dokuz yaşındaki bir çocuğun sevinci işte…
Ayaklarını sürükleyerek gerisin geri döndü. Gözleri buğulandı. Ara sıra kaçamak olsa da başını kaldırıp göz ucuyla sığırcıkların gittikleri yöne baktı. Yerde biten otlara bazen sert bastı bazen de acıdı ve normal yürüyüşüne devam etti. Basacağı yere basmadı, niye basmadığını kafasının sığırcıklara odaklandığına bağlanabilirdi. Yolun üzerinde sere serpme biten otların arasından birkaç serçe cıvıldayarak uçtu. Onlar da hızlıydılar. Ama her biri bir tarafa gitti. Onlar danstan anlamaz kuşlardı. Serçelere bakarak içinden:
“Sığırcıklar gelip gidiyorlar, sizler?”
Tamamlayamadı sözlerini. Her hayvanın kendine has özelliği olduğunu, o özelliğe göre de içgüdüleri davranışlarına yön verdiğini bilmiyordu. Yol boyunca uzanan birçok yabani bitkiler biri birine karışmıştı. Bir arı vızıldayarak sağ kulağının yanından geçti. Hızlı refleks olarak elini kaldırdı. Savmaya çalıştı. Arı ileride bir çiçeğe kondu. Bir arı daha öncekinin yanına geldi. O da başka bir çiçeğe kondu. Sonra beraber uçtular. Serçeler buradan oraya zıplayıp gagalarını yere vuruyor ve başlarını kaldırıp sağa sola bakıyorlardı. Tekrar tekrar aynı hareketi yapıyorlar. Yerde buldukları yem ne ola ki bu hızda alıp onu yutuyorlardı. Sonra havalanıp gidiyorlardı. Başka serçeler gelip aynı hareketi yapıtılar. Biri diğerinin gagasından düşen küçük bir parçayı aldı uçtu. Ah serçeler, kim buraları daha seviyor? Sığırcıklar mı siz mi? Onlar yılda iki üç haftalığına gelip gidiyorlar, siz hep burada kısmetinize razı olup ve burada da ölüyorsunuz. Çünkü bir serçeyi sokağın başında cansız yerde yattığını görmüştü. Ölü serçeye varana kadar bir kedi alıp kapmıştı.
Sığırcıklar nereye gidiyorlardı?
O tarafta ne vardı ki? Güzel olsaydı hiç gelir miydiler buralara, hiç buraya özenir miydiler?
Bitkiler arasında ufacık çiçekler kendini göstermeye başlamıştı. Beyaz, sarı, hafif kırmızımtırak, mor… Onlara baka baka evin yolunu tuttu. Sokağın ortasında ince arklardan evlerin kirli suları aktığına baktı. Hâlâ eski düzen devam ediyordu. Yirmi birinci yüzyılda dünya zengini Irak’ta ve bu zenginliğin kaynağı Kerkük olmasına rağmen hiç kanalizasyon sistemi olmadı Kerkük’te. Evlerin atık sularını yer altına kanalizasyon sistemine göre proje tasarlamak gelip giden yöneticilerin kafası basacağına da benzemiyordu. Pek çok hastalığa neden olan bu eski düzen belediyelerin sağlık bakanlığının ve en önemlisi hükümetin ihmali değil de nedir? Sokakta bazı çocuklar muziplik olsun; akan kirli suya ayaklarıyla vurup suyun sıçramasına eğlenip gülüyorlardı. Gülecek hâli yoktu Bahar’ın. Eğlenecek hevesi de kalmamıştı. Kirli suyun eteklerine sıçramasından kaçınarak evlerin duvarına bitişik yürümeye başladı.
Bahar’ın sığırcıklarla tanışması geçen yıl başlamıştı. Tam günü ve saati hatırlamak zordu. Ama sığırcıklarla tanışmasının üzerinden bir yıl geçse bile onlar Bahar’ın hayalinde rüyalarında yılın üç yüz altmış beş günü vardı. Yine bir ikindi saatiydi evde damı süpürürken onları görmüştü. İki kolunu damın duvarına koydu ve üstüne çenesini dayadı. Onları seyre daldı. Çok neşelenmişti o akşam. Annesine sığırcıkları anlattı. Maharetlerinden söz etti. Hatta sokağın girişindeki ufak bakkal dükkânına sahip olan Ömer Amca’ya da anlatmıştı.
“Seneye bir daha gelecekler,” demişti Ömer Amca.
Ömer Amca’nın bu cümlesinden ötürü her alışverişini illaki Ömer Amca’dan yapmaya karar vermişti. Onun bu güzel haberi vermesi, Bahar’ı ömür boyu mutlu edecekti.
Bahar, Talimtepe’nin üstüne çıktığında önüne yayılan Bulava Köyü’ne, petrol şirketine giden yolları ve daha ucu nereye kadar varacağı bilinmeyen geniş arazileri göre biliyordu. Talimtepe’ye her gidişinde biraz ilerisindeki Kehriz’in yanına gitmeyi ayaklarını suya daldırmasını çok severdi. Kehriz’in suyu ta Tisin Mahallesi’nden geldiği söylenirdi. Akan su şakırdayarak çıkmazdı. Yine de o civardaki doğal toprak arazi için sulama işine yarardı. Çocuklara ayrıca eğlence yeriydi Kehriz’in akan suyu. Tepenin yamaçları ve tatlı eğilimi sadece çocukların eğlence yeri sayılmazdı. Havaların ısınmasıyla ve baharın gelişiyle bazı aileler ikindi çaylarını börek çörekleri hazırlayarak kimi de bir tencere dolmayla tepede buluşmaya anlaşırlardı. Sofralar serilir, her aile kendine göre hazırladığı yemeği sofraya bırakırdı. Gelenek hâline gelen bu aile buluşmaları genelde kadınlar arasında olurdu. Erkekler işte güçte oldukları saat seçilirdi. Kadınların evde dört duvar arasında ve cıvıldayan çocukların gürültüleri arasında baharı geçirmek sıkıcı olurdu. Talimtepe yeri bir çeşit soluklanma yeri sayılırdı. Kadınların sofrada sergiledikleri yemeklerde bir nevi ustalık yarışmasına dönerdi. Kimi dolmayı yaparken ekşimsi olmasını kimi de pirincin sulu değil de biraz diri kalmasını daha muteber bulurdu. Bazı haşin kadınlar da muziplik olsun “ne lafı eveleyip çeviriyorsunuz, kocanızın ağız tadına göre yaptığınızı söylesenize… Yapmayın da göreyim sizi tencereyi başınıza geçirir valla…” dediğinde sessiz kalanlar olayın gerçeğini kabullenmiş olanlar olduğu anlaşılırdı. Annelerin arasındaki yemek konusu ve dedikodular bir yana dursun. Beri taraftan da Talimtepe çocuklar için benzeri olmayan eğlence yeri sayılırdı. Kehriz’in suyuna ayaklarını şıp şıp batırarak eğlenmeleri, tepenin yukarısından aşağıya yuvarlanmalarını çok keyifle yaparlardı.
Talimtepe Kerkük petrol şirketine giden ana yolların bağlantı göbeği sayılırdı. Tisin, Hamzeli, Bağdat Yolu, Korya, Şaturlu, Ahmet Ağa… Sarıkâhya Mahallesi’nden hemen hemen bütün ana yolları hatta bazı sokakları petrol şirketine çıkar ve bunların hepsi de Talimtepe Kavşağı’nın yanından geçerdi. Kimi yaşlılar o tepeye Talimtepe adı verilmesinin nedenini geçmişlerde o bölge meskûn bölge olmadığı için Kerkük’te askeri birlikler, askerlerin yıllık atış talimlerini bu tepede yapmalarını belirlemişti. Hâlâ da askerî birliklerin silah atışlarında kazdıkları bazı mevziler ve nişan için belirledikleri yerlerin izleri olduğunu söylerlerdi. Tepede U harfi şeklinde toprak yığını düzeni kurmuşlardı. U şeklin açık tarafı petrol şirketi yönüne ayarlanmıştı. Atış için belirlenen nişan yerleri olduğunu, askerlerin attıkları kurşunlar sekip hedefin dışına çıkarsa eğer tepeye yani toprağın içine saplanması da düşünülmüştü. Böylece tepenin Şaturlu tarafına olan kısmına yakın –kazara– yoldan geçenlere isabet etmemiş olurdu.
Petrol şirketinde çalışanların çoğunun evi bu semtlerde olması, işe gidişlerinde zaman açısından çok önemliydi. Daha uzaktaki çalışanlar bisikletlerle gelir ve şirketin güvenlik ana kapısına yakın alanlarda bisikletler için ayarlanan özel parklarda bisikletlerini zincirlere vurup kilitlerdiler. Şirketin güvenlik ana kapısı ile iç bölümlerin arası çok uzaktı. Uzak mesafe –ki kilometrelerce olabiliyordu– işçilerin yürümemesi ve bölümlerine yorgun varmamaları için ana güvenlik kapısı ile bölümler arası özel tren istasyonu yapmıştı İngilizler. İşçiler petrol şirketinin iç bölümlerine trenle gidip iş bitişinde trenle dönerlerdi. Mühendisler, şefler, müdürler ve daha yüksek konumdakiler ise şirketin tahsis ettiği binek arabalarla petrol şirketine çalıştıkları kendi bölümlerinin kapısına kadar gelir-giderlerdi. Petrol şirketinde çalışmalar üç vardiya düzenine göre olsa da işçilerin çoğu sabah işbaşı saat altı ile yedi arası ve akşam beş ile alt arası Şaturlu Mahallesi’nde ve civar yollarda çok yoğun insan seli ile hareketlilik görülürdü. Yüzlerce bisikletliyi akın ettiklerini görürdünüz. Bahar da her Talimtepe’ye gidip dolaştığında eve dönüş saatini belirler, insan seline kapılmamaya özen gösterirdi. Caddeyi atlarken de bisikletlerin arasında sıkışıp kalmayı ve bir kazaya kurban gitmemek için çok dikkatli bir şekilde evin yolunu tutardı.
Talimtepe Bahar’ın en sevdiği uğrak yer idi. Çimlerin üzerinde yürüyerek derin nefesler aldığında kendine gelir ve başındaki dumanları atıverirdi.
Öğleye doğru güneş tek katlı evin avlusunun yarısına gelmişti. Bahar avluda elinde derme çatma her tarafı yamalı bir bebekle sohbet ediyordu. Bazen saçını okşuyor, bazen de gözünün kenarlarını siliyordu.
Bir yılı aşkındır oyuncaklarını annesi yapıyordu. O da annesinin yaptıklarına kanaat getirmişti.
Annesi, “Senin oyuncakların diğerlerinkinden daha sağlamdır.” derdi. “Sevdiğin oyuncak çürüse yırtılsa kolayca yenisini yapabiliriz. Ötekilerinki çoğu parçaları plastiktir. Üzerindeki giysileri plastiğe yapıştırmışlardı. O oyuncaklar kırılsa veya giysileri yırtılsa, çöpe atarlar. Seninki öyle değil ki.”
“Onlarınki yırtılsa kırılsa yenisini daha değişiğini daha güzelini alabiliyorlardı,” diyecekti annesine her defasında. Ama sözcükler boğazına kadar gelirdi ve yutkunurdu. Dokuz yaşındaki bir kız çocuğun boğazına düğmelenen sözler yıllara yayılsa bile unutulur mu hiç.
Neden annesine diyemiyordu?
Kendi kendine sorduğunda, yine kendisi:
“Annenin gözüne baktın mı?”
“Annenin söylediği sözlerle gözlerinin bakışı bir miydi?”
“Asla sözleri ile gözü aynı şeyi söylemiyordu.”
Küçük yaşına rağmen bunu fark ediyor, hissediyor ve iç dünyasında bir buhran içinde kendini zorla da olsa avutmaya çalışıyordu Bahar.
Acaba her çocuk annesine baktığında –kendisi hissettiği gibi– onlar da aynı duyguları hissediyor yaşıyor muydu?
İnsanın dili yerine yüz mimikleri pek çok duyguyu ve daha doğrusu gerçek duyguyu yansıtabiliyordu. Oysa duyguları derinlemesine ayna gibi yansıtan ve insanı ele veren gözdür. Herhangi ifadeyi içinde bastırmaya çalışırsa çalışsın; göz insanı hemen açığa verir, deşifre eder. Onun için birinin suç işlediğinde sorgulama sırasında polisler suçluya sık sık “gözüme bak… gözüme bak…” derler. Çünkü suçlu sürekli kafasını sağa sola çevirir ve gözlerini soruşturmayı yürüten memurdan kaçırmaya çalışır.
Bahar, her zaman olmasa da bazı aralarda can alıcı bir konu geçtiğinde dik dik annesinin gözüne bakardı. Bahar da biliyordu, annesi ondan önemli bir şey saklamıyor. Ama çocuğu, biricik kızı üzülmesin diye bazı sözleri daha yumuşak söylediğini de sezebiliyordu. Evirip çevirip daha ılımlı kelimeleri bulmaya çalışırdı gerektiğinde. Bazen de çok dolambaçlı yollardan konuyu anlatırdı. Bu demek değil ki Türkan kızı Bahar’dan gerçekleri saklıyor veya ona bu çocuk yaşta yalan sözler aşılıyor. Hayır! Türkan neyi ne zaman ve ne şekilde Bahar’a anlatacağını çok iyi biliyordu. Bütün bu davranışının tek nedeni vardı: Bahar üzülmesin!
İşte o sıralarda Bahar avluda elindeki yapmacık bebek oyuncağıyla kendi âlemine dalmış dolaşırken; Nazlı, elinde yepyeni pamuktan yapılmış kocaman bir bebek ile sokak kapısından içeri girdi. Dün akşam geç saatlerde babası şehir dışından gelirken ona almıştı. Nazlı bütün çocuksu saflığıyla:
“Bak babam bana ne aldı.” diyerek bebeğini Bahar’a gösterdi.
Ne olduysa o anda oldu.
Bahar var gücüyle bağırmaya başladı. Avluda dört döndü ve döndükçe de bağırıyordu.
Ağlamıyordu!
Sadece başını kaldırıp duvarlara bağırıyordu. Avluda hep dönüyordu. Güneş bazen yüzüne bazen de sırtına vuruyordu. Beton tuğlalardan yapılan duvarlar engel olduğunu sanır gibi böğürüyordu duvarlara! Nazlı neye uğradığını anlamadan yere çömeldi ve korkudan tir tir titremeye başladı. Babasının yeni almış olduğu bebeğini kucağına sımsıkı tuttu. O da ağlamaya başladı.
Korkmuştu çocuk.
Bahar’ın bağırmasından korkmuştu. Korktuğu için de ağladı.
Türkan, içeri odadan fırladı avluya. Ne olduğunu önceleri anlamadı.
Bir Bahar’a bir Nazlı’ya baktı!
İki kolunu açtı her iki çocuğu bir anda kucakladı.
“Ne oldu?” diye hangisine soracağını şaşırdı.
Bahar’ın haykırışı öyle yüksekti ki sokağın öbür ucundan duyulabiliyordu. Bahar ile Nazlı’nın evlerinin duvarları bitişikti. Bir insan boyunu biraz aşan duvar iki evi ayırıyordu. Nazlı’nın annesi de koşarak sese geldi.
Çocukların seslerini duymamak imkânsızdı. İlkin Nazlı’yı kucakladı Gülboy. Ama gözleri Bahar’ın annesi Türkan’a baktı ve “ne oldu?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı. “Seslerine koştum gel-dim. Hiçbiri bir şey söylemiyor…”
Nazlı ağlıyordu. Bahar hem ağlıyor hem de bağırıyordu!
“Babam niye gelmiyor?”
Bu soru karşısında hem Türkan hem de Gülboy Bahar’ın bağırmasının ve ağlamasının nedenini anlamış oldular.
Akşam Gülboy Bahar’ı görmeye geldi. Nazlı’yı babasının yanında evde bırakıp gelmişti. Bahar’ı merak ettiğini ve öğledeki olayın üzerinden saatler geçse de hâlâ içinde bir endişe vardı. O da biliyordu; Bahar niye bağırdı. Ama hiç bu kadar isyan etmemişti. Zaman zaman Bahar babasını özler ve küserdi veya bir köşeye çekilir ve ağladığı olurdu. O günkü öğle saatindeki bağırmalar kadar hiç olmamıştı. Demek baba özlemi –bazen– çocuklarda doruğa vurabiliyordu.
Gülboy’un merakı sadece komşuluktan kaynaklanmıyordu. İki çocuğun arkadaş olmaları da değildi bu telaş ve endişe.
Nazlı dünyaya geldiğinde babası ona önce Sacide adını vermek istedi. Allah’a sağlıklı bir kız çocuğu vermesi için hep dua ederdi. Sacide, Arapçadan gelen bir sözcük. Secde eden kişi anlamına gelirdi. Erkek çocuklara; Sacit, kız çocuklara ise Sacide adı verilirdi. Babası önceleri çocuğuna böyle bir isim düşünmüştü. Allah’a itaat ta kusur etmeyeceği hep şükredeceğinin sözü idi. Gönülle iman dille ikrar olduğu gibi fiziki itaat ta secde etmekten geçerdi. Kanaati de bu yöndeydi. Yalvarış ve itaat meselesinin altında yatan endişesi şuydu: Son zamanlarda Türkmeneli’de pek çok çocuğun dünyaya sakat gelmesi haberi Arif’i gizliden gizliye gelecek çocuğunun sağlıklı olup olmayacağı korkusu sarmıştı. Gülboy’un gebelik süresince bu korkusundan hiç bahsetmedi Arif.
Nazlı dünyaya geldiğinde annesinin göğsünden süt hiç akmadı. Gülboy, Nazlı’yı evde doğurmuştu. Beklenmedik bir anda suyu gelmişti. Nedeni, o gün arka sokakta duyduğu patlama sesinden idi. Gülboy son ayındaydı. Evde avludayken yerin ayağı altından kaydığını hissetti. Oracıkta yere yığıldı. Bağırmasına Türkan koşup geldi. Gülboy’u yerde gördüğünde feryadı bastı. Diğer komşular da sese geldiler. Kadınlar içgüdülerine güvenerek bir çırpıda kolları sıvadılar doğurma operasyonuna soyuldular. Şükür ki, sağ salim işi tamamladılar. Kazasız belasız güzelim bir kız yavrusunu Gülboy’un kucağına verdiler. Ev, kadınların gözyaşı ve sevinçleri arasında bir patlama sesi daha duyuldu. Bu sefer hepsi yere serildi. Oracıkta hepsini korku sardığı gibi Gülboy kucağındaki yenidünyaya getirdiği bebekle korktuğu gibi baygınlık geçirdi. Çok zor kendine geldi Gülboy. Hâlâ doğum sancıları hafiflemeden patlamayla yerin yarılması göğün çökmesi zannıyla göğsündeki süt pınarları kuruverdi o an. Gülboy, göğsündeki sütün akmamasına çok üzüldü. Gülboy’un göğüsleri hamileliğin son ayındayken doktor tıbbî bakımdan sağlığınız iyi durumdadır, söylemişti.
Belki o patlama sesi bebeği de sarsmıştı ki bebek ağlamaya başladı. Hüngür hüngür ağlıyordu. Defalarca göğsünü bebeğin ağzına verdi. Nafile bir damlacık süt yoktu ki göğsünde bebek emmeye çalışsın.
Bebek ağladı Gülboy ağladı.
Oracıkta hiç tereddüt etmeden Türkan çocuğu aldı ve kendi memesini ağzına sürdü.
Ertesi gün akşama doğru iki kamyon yolun karşıdaki boş arsada park etti. Her zamanki gibi aynı yerde durdu kamyonlar. Orası arabaların park edecek en uygun yer idi. Pek çok araba sahibi o boş arazide park etmeyi tercih ederdi. Sokak aralarını işgal etmemek ve yayaların yolunu engellememek için o boş alan park için en münasip yer idi. Hem de her evin damından park alanı görülürdü. Rahat rahat ara sıra damdan arabaları kontrol etme imkânı da sağlardı.
Bazen çocuklar damlarda oynarken her biri babasına ait arabaya işaret ederek övgüler yağdırırdı. Her birinin arabası muhakkak diğerinkinden daha güçlüydü! Çocuklar arasında öyle konuşmalar geçerdi ki sanki araba babalarının değildi, kendi özel mülkleriymiş gibi pohpohlanırlardı. Zaman zaman hayal kurup direksiyonun arkasına geçerlerdi. Şöyle hız yaptım, böyle tümsekten atladım, şarampole yuvarlanacaktım bir manevrayla tekrar ana yola çıktım… Biri birine övünerek şoförlüğünü anlatırken diğeri inanmadığına dair bir emare gösterdiğinde hemen imdat eyleminde babalarını şahit gösterirlerdi. Tabii işin içine baba girdi mi işin foyası ortaya çıkmaması elde değildi. Direksiyon başında babanın olduğunu biraz da buruklukla itiraf etmek zorunda kalırlardı çocuklar. Direksiyon arkasındaki kahramanlıklar şöyle tamamlanırdı:
“Ben babamın yanında oturuyordum…”
Çocuklar arasında bu ve bu gibi diyaloglara Hilmi ve Arif çok şahit olmuşlardı.
Arif ile Hilmi idi gelenler.
Sokağa ilk girdiklerinde komşulardan biri:
“Gözün aydın Arif abi, bir kızın oldu.” Muştuyu vermişti.
Arif yol arkadaşı, yıllarca beraber kamyonlarıyla gidip geldikleri o şehir benim bu şehir senin, arkadaşı can yoldaşı Hilmi’yi unuttu. Tabana kuvvet eve koştu. Türkan ve Saniye Teyze Gülboy’un yanındaydılar.
Doğumun neden erken olduğunu Arif sormadığı gibi oradakiler da hiç söylemediler. Hatta Gülboy’un göğsünden süt gelmediğini de söylemediler. Arif, Gülboy’un alnından öptü. Bebeği kucağına aldı. Kokladı. Bebek ağladı.
“Acıktı galiba!” dedi Arif gülmeyle sevinç yaşları arasında.
Bebeğin açlığını gidermek için bebeği annesine uzattı. Gülboy bebeği aldı. Arif bekledi. Eşinin göğsünü çıkarıp bebeğin ağzına vermesinden –belki– kocasından utanıyor, diye bir adım geri attı Arif. Odadan çıkmayı düşündü bir ara. Bebek ağlamayı sürdürdü. Gülboy bebeğin fazla ağlamasına tahammül edemedi. Bebeği Türkan’a uzattı. Türkan’ın bebeği almasına Arif ilkin bir anlama veremedi. Gülboy Arif’in elini tuttu:
“Otur” dedi.
Türkan bebeği aldığı gibi dışarı çıktı.
Arif bir şeyin ters gittiğini sezmiş gibi oldu. Gülboy kocasının daha derinlemesine endişelenmesine izin vermedi.
Bir gün önce bombaların patlaması ve Gülboy’un aniden sancısının nüksettiği ve suyunun geldiğini, komşuların yardımıyla bebeği evde doğurduğunu ince ince anlattı. En zoru da göğsünden süt akmadığını dili titreyerek anlattı.
Türkan’ın neden bebeği alıp diğer odaya geçtiğini o an Arif anlamış oldu.
Gülboy’un göğsüne sütün gelmesi için Arif çok dua etti.
Olmadı da olmadı.
Olsaydı bile iş işten geçmişti artık. Bebek Türkan’ın sütünü emmiş oldu. Hem de birkaç kez.
Arif, bir ara, Gülboy’un sütünün nazlandığını düşündü. Böyle bir saçmalığın annelik biyoloji yapısına aykırı bir düşünce olduğunu hatırladı. Gülümsedi. Kafasını salladı; bu saçma düşünceyi kafasından sildi attı. Böyle durumlar bazı kadınlarda doğumdan sonra sütü kesilirmiş. Etrafındaki kadınlar söyledi. Önemli olan Gülboy ve çocuk sağlıklı olmalarıydı. Şükür her ikisi de sağlıklıydı. Süt bulunurdu. Özellikle böyle akraba, eş dostların ve komşuların birlikte yaşadığı mahallede bebeğe süt bulmak hiç de zor olamayacaktı. Olmadı da.
Savaş nedeniyle pek çok kadında değişik hastalıklardan kaynaklanan sütten kesilme olayı, toz süt dedikleri suni sütün de nadir bulunması yenidünyaya gelen bebeklerin anneleri için büyük endişe ve korkuya yol açmıştı. Çocuklu komşu kadınlar durumun vahametini bildikleri için olaya müdahale ederlerdi. Bebeklere kendi sütlerini verip bebeklerin asıl annelerinin çaresizliklerine karşı bir can simidi sayılırdı. Bazı güngörmüş kadınlar Kerkük’te Türkmenler arasında yaygın olan bir deyimi tekrarlar dururdu:
“Türkmenler çayır kökü gibi hepsi biri birine akrabadır.” Belki de zaman zaman kıtlıklarda bebekleri kurtarmanın bir yolu olarak gündeme gelmişti; sütkardeşler.
Çocuğa isim vermeye geldiği sırada kafası biraz karıştı Arif’in. Çünkü hayalinde Sacide ismi vardı. Gülboy’un sağlığı ve çocuğun sağlıklı dünyaya gelmesine karşı Allah’a şükredip secde anlamına gelen Sacide ismini düşünmüştü. Fakat anne göğsünün kuruması, isimde karar değiştirdi. Hani Gülboy’un göğsünün nazlandığını düşünmüştü bir ara. İşte o Naz kelimesi aklına geldi. Bir de süt vardı. Begler Mahallesi’nde Şakir Dayı’nın kahvesinde bazı akşamlar sohbetlerinde büyük usta şairlerin gazellerinde duymuştu. Evet, Gülboy’un göğsündeki sütün nazlanmasına ancak Nazlı uyabilirdi. Hem de Nazlı ismindeki ses uyumu ve müziğimsi bir hoş seda olduğu için, fazlasıyla hoşuna gitmişti.
Bebek ilk sütünü Bahar’ın annesi Türkan’ın göğsünden emdi.
Bahar ile Nazlı sütkardeş oldular.
Bir farkla; Nazlı’nın babası vardı ve onunla her gün görüşüp yaşıyordu. İstediği zaman babasının koynuna girip uyuyabiliyordu. Babası işten gelirken koşarak kendini kucağına atabiliyordu. Babası da onu alıp havalara kaldırıyordu. Zaman zaman yer sofrasında babası kendinden önce kendi kaşığıyla Nazlı’ya yemek yediriyordu. Geceleri yatağın ucuna gelip alnından öpüyor ve üşümesin diye üstünü örtüyordu. Nazlı’nın babasının kamyon şoförü olduğu için bazen Erbil’e Musul’a bazen de Bağdat’a giderdi. Yani şehirlerarası kamyonculuk yapardı. İşi gereği birkaç gün evden uzak kalsa da yine eve dönerdi.
Nazlı’nın babasına kavuşma şansı her zaman vardı.
Bahar’ın böyle bir şansı artık yok.
Bahar’ın okul arkadaşı Pınar da öyleydi. İstediği zaman babasının kucağına kendini atabiliyordu. Babasının iki bacağı dizlerinden yukarı kesik olsa da tekerlekli sandalyede gün boyu oturmuş olsa da yine kollarını açtığında Pınar ona koşarak kendini babasının kucağına atabiliyor ve sımsıkı onunla kucaklaşabiliyordu. Belki babası Pınar’ın böyle kendini hızlı ve sert bir şeklide kucağına attığında babasının canı yanıyordu yine de içinden “olsun kızım bu, onu kucaklamak çok hoş bir şey,” diyordu.
Pınar’ın babası Abdüsselam, Cumhuriyet Caddesi’nin kavşağında teröristlerin önceden ayarlamış oldukları bombalı arabayı patlatmışlardı. Etrafa yayılan ateşten şarapneller ve parçalanan arabaların demir parçaları orada duranı, oturanı ve yayaları hiç affetmedi… Kiminin kolu, kiminin bacağı kiminin başı göğsü uçan şarapnellerden nasibini aldı. Ortalık kan gölüne dönmüştü. Yerlerde insan eti parçaları duvarlar dükkânların vitrinleri kana boyandı. Yaralıları ambulanslarla ve özel binek arabalarla Kerkük Hastanesi’ne götürdüler. Yolda kan kaybından iki kişi vefat etmişti. Kerkük Hastanesi’nde yeteri kadar araç gereç olmadığından ve sık sık yaşanan terör olaylarından hastaneler aciz kalıyordu. Tıbbî malzeme yetersizliği ve deneyimli doktorların çoğu ya suikastta öldürülmüştü ya da canını kurtarmak için yurtdışına kaçmıştı. Irak’ın genelinde hastanelerde yeni mezun olmuş deneyimsiz doktorlar tarafından hastalara yaralılara bakılıyordu.
Bacakları kesilmişti Abdüsselam’ın. “Başka çare yok” demişti doktorlar. Pınar’ın annesi “buna da şükür, kocamın nefesi üzerimizden eksik olmasın o bize yeter” diyordu. Oğlu, lise son sınıftayken okulu bıraktı. Gündelik amele olarak çalışmaya başladı. Abdüsselam patlamanın olduğu yerde tekerlekli sandalyesiyle sigara satmaya başlamıştı. Böylece geçinip gidiyorlardı.
Bazen de Pınar’ın annesi bir tatlı veya kurabiye yaptığında taze taze Pınar’la beraber babalarına götürürlerdi.
“Bak baba sana ne getirdik,” derdi Pınar. O da yanaklarından öperdi.
“Sen mi yaptım?” Babası sorduğunda.
“Annemle birlikte yaptık,” derdi Pınar ve üçü birden gülüşürlerdi.
Pınar da Nazlı da babalarıyla mutluydular.
Bahar’ın böyle bir şansı yoktu…
O şans bir gün doğacak mı?
Hiçbir fikri yoktu Bahar’ın.
Babası Hilmi, bir keserinde Musul’dan Kerkük’e gelirken arabada radyonun frekanslarını çevirirken Türkiye’nin TRT 1 Radyosu’na denk gelmişti. Bir edebiyat programı sunuluyordu. Şiirden bahsediliyordu. O sırada sunucu okuduğu bir şiire denk gelmişti. Şair kızına yazdığı bir şiiri sunucu okumaya başladığında Hilmi çok etkilenmişti. Nasıl olduysa bir dörtlüğünü hemen ezberlemeyi vermişti.
Ömründe dört fasıl var,
Üçü kış, biri bahar.
Çalış ki görmesin kar
Sendeki nisan, kızım
Eve döndüğünde Hilmi hâlâ şiirin etkisinde kalmış olmalı ki, akşam Şakir Dayı’nın kahvesine uğramış ve o duymuş olduğu şiiri sorup soruşturmuştu. Faruk Nafiz Çamlıbel’in kızına yazmış olduğu Kızıma şiirin tamamını genç birisi cep telefonundan bulup kâğıda yazmıştı. Hilmi sık sık o şiiri okurdu. Hele Bahar’ı her kucağına aldığında yanaklarından öperek şiiri okurdu. Arkasından;
“Kızım büyüyünce şair olacak ve babasına da Babama adında bir şiir yazacak.” Demişti. “Öyle değil mi Bahar’ım?”
“Bahar’ım” kelimesini kimden bir kez daha duyacak, kimden çap canlı ismini duyacak? Şair olsa da Babama adında şiir yazsa da duyuracak kişinin önünde okuyup sonra da kendini kucağına atmak olmadıktan sonra neye yarardı…
Yazın lav püskürdüğü bir günde Arif ve Hilmi her biri kendi kamyonuyla Musul’dan Kerkük’e karpuz taşıyorlardı. Arka arkaya yol almışlardı. Vakit, güneşin batışından birkaç dakika sonraydı. Arif kamyonuyla önden gidiyordu. Hilmi ise kamyonuyla arkadan geliyordu. Yol bu, araya bazı binek arabalar veya başka araçlar girebilir düşüncesiyle Kuştepe’ye her hangisi daha erken varırsa durup diğerini bekleyecekti. Kuştepe’de yol kenarında derme çatma dinlenme yeri vardı. Tam teşekküllü şehirlerarası bir dinlenme tesisi değildi. Yine de kamyoncular orada durur dinlenirdi. Acıkmış olan da oradaki marketten, büfeden bir şeyler atıştırırdı. Arabalarına –gerekirse– su yağ ilave ederlerdi. Lastik problemi olan varsa da oradaki kulübede lastikçi ustası işlerini görürdü.
Öyle de oldu. Yolda araya bazı binek arabalar, kamyon, kamyonet ve birkaç kez de köylerden yola yakın çıkan traktörler de trafiğe katıldı. Arif ile Hilmi’nin kamyonlarının arası açıldı.
Arif hayli önden gidiyordu. Aniden bir ses ve arkadaki binek arabanın biri yoldan çıktı. Toprak yolda birkaç takla attığını yan aynadan gördü. Alçak bir ses tonuyla kendi kendine konuşur gibi:
“İnşallah içindekilere bir şey olmamıştır.” dedi.
Bir sigara yaktı. Ayağını biraz gazdan çekti. Yavaşladı. Teybi kapattı. Meraklıydı hoyrat dinlemeye. Cihat Demirci, tespih taneleri gibi hoyratlarını art arda döktürüyordu. Fakat içine bir sıkıntı girdi o an. Bir şey dinlemek istemedi. Dudakları arasında tuttuğu sigarayı çekti attı. Paketten bir sigara çıkardı. Yaktı. Öncekini yarılamıştı oysa. Neden öyle yapıyordu. Kendisi de bir anlam veremedi. Gözünü sağ ve sol aynalardan ayırmadı. Arkadan gelecek Hilmi’nin kamyonunu gözlerken bir patlama sesi duydu.
“Hayırdır İnşallah” der demez başka bir arabanın yanarak yoldan çıktığını gördü.
Arkalarda bir şeyler oluyordu.
Güneş sessizce çekilmeye başladı. Gök üstüne kara bir çarşafı çeker gibi her yer kapkara oldu. Arkalarda uzakta yanan arabanın ateşi biraz etrafı aydınlatsa da gelen arabalar siyah dumanın arasından bir tünelin içinden çıkar gibi görünüyordu. Önce farları siyah dumanlar arasından süzülüyor, siyah dumanlar farların camına yapışıp loş ışıklar zor görünebiliyordu. Sonra arabaların dış çizgileri belirleniyordu. Hilmi işkillendiyse de kamyonu durmakla sürmek arasında sağ şeritten devam etti. Bu kez daha da ağırdan gitti. İkinci viteste hızını sabitlemiş gibiydi. Geriye dönüş imkânı hiç yoktu. Yaklaşık on kilometre ileride ancak dönüş için bir göbek vardı. Bu hızla yirmi- yirmi beş dakikasını alabilirdi. Cep telefonuna sarıldı ve Hilmi’yi aradı. Karşı taraf telefonu açmadı veya açamadı. İşkillenmek endişeye, endişe korkuya dönmeye başladı. Gaza bastı. İki yönlü yolda diğer karşı yönden gelen araçların da yavaşladıklarını gördü. Dört çekerli olan arabalar ani manevrayla toprak yola sapıp gelişin ters istikametine yani Kerkük istikametine döndüklerini gördü. İşte o anda “eyvah” boğazına yapıştı.
Gün batımıyla Erbil-Kerkük arasında teröristler pusu kurmuşlardı. Guruplar hâlinde silahlarıyla yollara akın etmişlerdi. Geçen arabaları durdurarak şoförlerin paralarını yağmalayıp, keyiflerine göre de kimi zaman şoförü öldürüyor, arabayı yüküyle birlikte gasp ediyorlardı. Dur ihtarına uymayan aracı RBC 7 füzesiyle vurup arabayı yangın kümesine çeviriyorlardı. Şoför cesurca hareket edip arabadan atlarsa onu da otomatik silahlarla tarıyorlardı.
Arif, Kuştepe durağına vardı. Kamyonu park etti. Tekrar tekrar cep telefonuyla Hilmi’yi aradı. Nafile. Hiç cevap alamadı. Kuştepe’de Arif sabahladı. Gözüne hiç uyku girmedi. Hilmi ne geldi ne de Hilmi’den bir haber geldi. Zaten Arif’in arabasından sonra Erbil’den Kerkük istikametine üç– dört araba geçtikten sonra yolda başka araba görünmedi.
Kuşluk vaktine yakın Erbil–Kerkük yolu normale döndü ve arabalar yollarda görünmeye başladı. Hilmi toprak yolu aştı ve asfalt yolda beklemeye başladı.
Hilmi gelmedi!
Karşı tarafa geçti ve Kerkük’ten Erbil’e giden arabaların birine atladı. Kuştepe’deki dinlenme tesisinden yaklaşık otuz kilometre gittikten sonra Hilmi’nin kamyonu kül yığını gibi yolun kenarında durduğunu gördü. Yaklaşık bir kilometre mesafede iki binek araba daha yanmış ve bir araba da takla atmış tam ters şekilde yolun kenarında duruyordu. Arabaların etrafında meraklı birkaç kişi vardı. Arif bindiği arabadan atladı ve Hilmi’nin kamyonuna yaklaştı. Şoför kabinini aradı kamyonun etrafında dört döndü. Hilmi’den eser yoktu.
Başka bir arabaya atladı doğru Erbil’e gitti. Erbil girişindeki kontrol noktasındaki polislere, dün akşam yolda yaşanan olayı sordu.
“Duyduk,” dediler. Başka bilgileri olmadığını söylediler.
Yanan arabalardaki insanlar ve şoförlerin akıbetini sordu soruşturdu. Kontrol noktasındakiler duvar kesildiler. Telaşlı bir şekilde başka bir araba durdurdu. Şehrin girişinde bir taksiye atladı ve hastane hastane, karakol karakol dolaştı. Emniyet müdürlüğüne gitti. Vakit ikindiden akşama akıyordu. Emniyet müdürlüğünde mesai bitmişti. Hiçbir bilgiye ulaşmadı Arif.
Hilmi’nin başına nelerin geleceğini hiç düşünmek istemiyordu.
Daha beteri Kerkük’ten beraber yola çıkıp şimdi yalnız dönüşünü Türkan’a nasıl söyleyecekti?
“Hilmi ile yoldaydık. Erbil’i geçtik ama ne olduysa birkaç dakikada oldu ve Hilmi gelmedi. Kamyon yanmış ve Hilmi yok oldu!” Bu gibi cümleleri insan kafasında kurgulaması kolaydı, ama Türkan’a hangi yürekle söylenecekti? Çözülmesi çok zor bir duygu düğümü bu! Yıllar oldu hep beraber yolculuğa çıkarlardı. Lanet olası bu terör belası Türkmeneli Bölgesi’ne musallat olduğu günden beri yaşamak– ki buna yaşamak denilirse– çok zorlaştı.
Begler Mahallesi’nde her şey normal seyrediyordu o gün. Her zaman Hilmi ile Arif şehrin dışına sefere çıkarlardı ve birkaç gün gecikebilirlerdi. Tek başlarına sefere çıkmış oldukları çok nadir idi. Birinin kamyonunda arıza olup işe çıkamadığı günlerde ancak diğeri tek başına işe yani sefere çıkardı. Hilmi ile Arif’in dostlukları askerlik dönemine dayanırdı. Beraber idiler askerlikte. Kader onları bir de aynı mahallede kapı komşusu yapmıştı. Eşleri de çok iyi anlaşırlardı. Abla kardeş gibiydiler.
Bu kez de ikisi beraber yola çıkmışlardı. Fakat biri döndü diğeri dönmedi.
Arif döndü Hilmi dönmedi.
“Hilmi neden dönmedi?”
Türkan sormayacak mı?
Bütün bunları Arif düşündükçe kahroluyordu. Kamyonu arka boş alana park etti. Motoru durdurduktan sonra başını direksiyon üzerine koydu. Kaç dakika hatta kaç saat başını direksiyona dayayıp öylece kalmıştı.
Zaman, nasıl ölçülür böyle durumlarda?
Öyle zaman girdabına kelimeleri düşünceleri ve acıları nasıl yerleştirilebilir. Hangi kelime hangi acıyı anlatabilirdi. Yahut hangi kelime acıyı tarif edebilir, tarif etse bile insanın o bilinmeyen, adı konmamış hücrelere sinen sızıyı nasıl anlatılmalı. Kafasını direksiyondan kaldırdı Arif. Derinden bir “of” çekti. Kolundaki saatine baktı, topu topu yedi sekiz dakika imiş başını direksiyona koyalı. Zaman dilimi başka bir hâl almıştı. Saatler, günler, aylar karman çorman olmuştu Arif’in takviminde. Etrafına bakındı. Belki o anda bir yakınını veya dostunu görür ve bu çekilmesi zor olan işkencede yanında olur, yardım eder. Hiç olmazsa bir fikir verir. Aksilik bu ya; kimsecik yoktu oracıkta. Kendini toparlamaya çalıştı. İçinden “Estağfurullah… Estağfurullah… La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim” diyerek kamyondan indi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/kemal-beyatli/bahari-kim-kacirdi-69499672/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.