Yabancı İstanbul′da Bir Kerküklü

Yabancı İstanbul'da Bir Kerküklü
Kemal Beyatlı

KEMAL BEYATLI
YABANCI“İstanbul’da Bir Kerküklü…”

Doğup büyüdüğüm şehrim Kerkük’e


ÇADIR
Beşinci kez çocuğu alıp dışarı fırlayışıydı bu. Sanki bu gece ay, yağı tükenmiş, fitili söndü sönecek durumda, olan manzaraya dayanamayıp dünyayı terk edecekmiş gibi bir izlenim veriyordu.
Bazı çadırların önünde yakılan rutubetli ağaç odunlarına karışan çöp dumanları, çevreye yaydığı ışığın yanında, insan genzini delecek kadar ağır kokusuyla da her yeri kaplamaya başlamıştı. Soluk almaktan bile kaçınmaya çalışıyordu insanlar. Karanlık her yere ağır pençesini bastırmıştı. Dağınık bir şekilde barınaklar alana serpilmişti ancak çadır denebilecekler, bir insan parmaklarının sayısından fazla değildi. Diğerleri, derme çatma değişik kumaş parçaları, naylon veya eni boyu olan her ne bulunduysa birbirine çatıp sağanak yağan yağmurlardan ve esen rüzgârdan korunmak amacıyla birleştirilmişti. Deniz seviyesinden ne kadar yükseklikte olduğu bilinmeyen sıra dağların eteği, akan ince bir çayın kenarı, meçhule göç edenlerin bir durağı haline gelmişti. Zifiri karanlığı delecek şey ancak insanoğlunun gözlerinin keskinliği olabiliyordu.
Canlıların biyolojik yapısında boşaltım gerçeği bir olgu olsa bile insanı yaratıklardan ayıran unsurlardan biri de hayvanların rastgele boşaltım ihtiyaçlarını gidermeye çalışmalarıdır. Oysa insanoğlu, bunun adabını küçük yaştan öğrenmeye başlar. Önceleri örf, adet ve dinlerin sağlık ve temizlik emirlerinin yanında, hayânın bilinçaltında yerleştiğini ve avaranın kadınlarda daha önem arz etmesi, kenarda ve gözden uzak bir köşede bu ihtiyacını gidermeye çalışmasının bir nedenidir.
Koşar adımlarla çadırın içinden dışarı fırladı Ayşe. Kucağındaki çocuk ile beraber karanlığa dalıp kayboldu. Sol ayağındaki lastik terliğin tabanında bir yarık oluşmaya başlamıştı. Koştukça dengesini bozuyordu. Tüm gayretiyle düşmemeye çalışıyordu. Akan çayın yönünü gündüzden ezbere biliyordu. Ayşe, göğsünde sıcak bir şeyin yürüdüğünü hissetti. Çocuk dayanamayıp altına biraz kaçırmaya başlamıştı. Göğsüne sıkmaya başladı çocuğu.
“Dayan, yavrum dayan.”
Çakıl taşların üstünden, yere düşmeden çayın kenarına vardığında, birkaç annenin çocuğuyla orada olduğunu gördü. Çocuklarda ishal başlamıştı. Tüm annelerin korkusu bu salgının dizanteriye dönüşmesiydi. Yetişkinlerde görülse de o kadar korku yaratmıyordu. Çünkü yetişkinlerde bir dayanma gücü vardı. Yalnız bebeklerde ve çocuklarda bunu beklemek zordu. Beslenme yetersizliği, su sıkıntısı oradaki insanları hayli yormuştu. Hele hele yurdunu, yuvasını bırakıp güzel bir yaşam ortamından kopmak, buralarda hiç beklemediği şartlar altında yaşamayı kabullenmek kolay olmasa gerek.
Başka seçenekleri yoktu, Derecik’ e girmeden önce geniş ovada yığın yığın insanlar yayılmışlardı. Alabildiğine gelişi güzel bir yerleşim, kendini meçhule adayan mazlumlar yığını. Çaresizler topluluğu. Aynı çayın hem suyundan içiyorlar, hem de çanak çömleklerini ve elbiselerini yıkıyorlardı. Havaların soğuk olmasına rağmen çocuklar annelerini suyun kenarına kadar takip ediyor, çayın içine dalmaya koşuyorlardı. Giysileri ıslansa da, vücutları soğuk alsa da yapacak fazla bir şey yoktu. Çocuktu onlar. Oynamak onların da hakkıydı. Ama bunun sonrası anneler için endişe, korku ve hastalık anlamına geliyordu. Çünkü yeteri kadar elbise yoktu. Havanın rutubetli olmasından ötürü yıkanan elbisenin kuruması da uzun zaman alıyordu. Soğuk, çocukların iliklerine kadar işliyordu. Kimisinde öksürük başlangıcı görülmeye başlamıştı, kimisinde de ishal.
Yaşlı teyzeler bilgelikleriyle, kuru çay yaprağını ishali olanlara tavsiye ediyorlardı. Yoğurdu da önerenler vardı. Ama bu dağlarda, şehirden kopmuş insanlar için erzak depolamak diye bir şey yok ki. Ne bulduysan günü birlik idare edeceksin. Bölgede dolaşan ve asayişi sağlayan jandarmaların da yapacak bir şeyleri yoktu. Anneler, ne kadar jandarma erlerine yakınsalar da nafile. Onlar, ancak amirlerine durumu iletmekten başka bir şey yapamıyorlardı. Zaman zaman annelerin gönüllerini almak için amirlerine söylediklerini, amirin hemen kaymakamı aradığını, kaymakam da doktorun yola çıktığını söylese de anne yüreği bu, laf dinlemez diken üstünde bekler. Toprak yolu, dağların arasını gözler dururlar, doktorun gelişini beklediler hep.
Hala umudu vardı. Korku tam anlamıyla içini sarmamıştı. “Bir insanın günde altı kez tuvalete çıkmasında endişe edilecek bir şey yok.” Diyen bazı doktorların bu sözü beyninin bir köşesinde saklı duruyordu. Beş kez’ in, sınırı zorlayan bir durum olduğunun da farkındaydı.
“İğne ipliğe döndün balam!” çayın kenarında çocuğunun altını temizlerken tanımadığı bir annenin ağlayışını duydu.
Kendi midesinde de buruklar ve sancılar vardı. Çocuğun durumu, endişesi ona her şeyi unutturmuştu zaten. Kendini bile unutmuştu. Sancı o kadar ağırlaşsa da önemi yoktu. Öncelik çocuktu.
Ateşin etrafında halka şeklinde oturan erkeklerin arasında Ahmet’in yüzü kor ateşin etkisinden kıpkırmızı kesilmişti. Etrafındakiler bir şeyler konuşup mırıldansalar bile ara sıra gözler, Ahmet’i seziyordu. Nemli ayakkabısını o kadar ateşe yaklaştırmıştı ki gön ve deri kokusu oturanları rahatsız etmeye başlamıştı.
“Dikkat et ayakların yanacak” diye yanındakinin uyarmasıyla irkilip, hemen ayaklarını çekti. Ve gözleri uzun mesafeleri kateden ayakkabılarının her iki çifti de deri köseleden birkaç yerden ayrılmış, ayakları su içinde kalmıştı.
Yirmi üç günden beri Kerkük’ten ayrılmış, yollara düşmüşlerdi. Güçleri yettiği kadar bazı hafif eşyalarını alıp çıkmışlardı. Uçakların saldırısına dayanamayıp, ömür boyu topladığı parayla Ayşe’ ye birkaç parça altın almıştı. Birde nişanda hediye ettiği nişan takımı vardı. Uçak mermilerinin yarattığı telaştan onları da evde unuttular. Kerkük’ te yaşadıkları telaş ve anlam veremedikleri olaylar karşısında, küçük dillerini yutmuş gibiydiler. Birkaç gün önce kuzeyden gelenler şehrin altını üstüne getirdiler. Her yer talan oldu. Her yer yakıldı. Üç gün sürmeden güneyden topla uçakla başka bir saldırı başladı. Kerkük, mengenenin iki ağzı arasında kaldı. İki haydudun hesaplaşmasında fatura Kerkük’e kesilmişti.
Bir el çantasını dolduracak kadar elbise aldılar yanlarına. Mart ayının son günleri olmasına rağmen, çocuğa fazlasıyla giysi giydirdiler. Kendileri, üstlerine giydikleri kalın kazak ve ceketin altında sırılsıklam terleseler bile, farkında olmadan ceketin düğmelerini iliklediler. Topladıkları birkaç dinarı aldılar. Altınlar ise, Ahmet Ayşe’nin, Ayşe de Ahmet’in aldığını sanmıştı. Böylece, kara günde insanı maddi sıkıntılardan kurtaracak olan altınları unutuvermişlerdi. Komşunun “Haydi Ahmet, haydi Ahmet, geç kaldık. Bu sefer saldırı Kerkük’e güneyden başlayacak, uçakların arkasından ordu basacak şehri. Hem de toplarla, tanklarla!” bağırmasına, hemen Yavuz’u kucağına kapar gibi almış, peşinden de Ayşe koşarak komşunun pikapına atlayıvermişlerdi. Kuşların yavruları üstüne kanadını gerdiği gibi, çocuklarını kucaklarında iki kolunun arasına saklayıp üstlerine yattılar. Bindikleri pikapın arka bölmesinde uzanıp önce çocuklarını, sonra kendilerini kör kurşundan, şarapnelden korumaya çalıştılar.
Arkalarında, doğup büyüdükleri şehri, güneyden ayrı kuzeyden ayrı çatışmaların kurbanı olan şehri bırakmışlardı. Onlar silahlarla top tüfek geliyorlardı, yetmiyor uçaklar zaman zaman devreye giriyordu! Kerkük Türkmenleri ise silahsız savunmasız bir durumda iki ateşin arasında kalmışlardı. Silahsız insanlara saldırmak kolay oluyordu. Ondandır ki uçaklar şehri terk edenlerin peşini bırakmıyordu.
Kerkük’ü terk edenler önceleri kafalarında, bu tehlike bir iki gün içinde bitiverir ve herkes tekrardan yerine yurduna geri döner. Ama uçakların saldırıları, yolun hemen hemen tamamında mermi yağdırmaları, bu insanları korkuttu. Ya öleceksin ya da şehirden göçüp bir daha geri dönmeyeceksin.
Kerkük’ten Erbil’ e doğru yol aldılar. Oradan da sınırı geçmeyi planlamışlardı. Araba Erbil’i geçtikten sonra, patika yollarda güçlük çekmeye başladılar. Çok geçmeden yakıt tükendi. Arabadan inip, yürümeye başladılar. Zaman zaman çocuklar, soğuktan, açlıktan ağlasa da annelerin yapacağı tek şey göğsünü çocuğun ağzına yerleştirip, emmesini zorla kabul ettirmeye çalışmaktı. Anne de biliyordu ki üç yaşındaki çocuk emzirmeden anlamaz, katı yiyecek ister. Çevrede bazı otlardan başka, ağaçların dallarından sarkan yaprakların dışında bir yiyeceğe rastlanmıyordu. Çocuk ağladıkça, anne de boğazı düğümlenmiş, göğsünü çocuğun ağzına yerleştirip avutmaya çalışıyordu. İşte sınırı geçtiler. Heyecandan, ilk köyü bile atladılar. İkinci köye varmadan, güç denen şey, tükenip sıfıra inmişti. Azıkta taşıdıkları bazı hafif yiyeceklerde bitmişti. Sırılsıklam olan giysilerini ve bedenlerini ayakları artık taşıyamıyordu. Yere çöküp oturdular. Çamurların üstünde oturduklarının farkında bile değildiler. Yüzlerce kişi vardı orada. Çoğu sima tanıdıktı.
Yapısı değişik malzemeden oluşan çadırın içinde on sekiz yetişkin ve beş çocuk kalıyordu. Hacmi belli olmayan bir çadırda da geceleri kadınlar ve çocuklar kalıyordu. Erkekler ise geceyi dışarıda yaktıkları ateşin etrafında geçiriyorlardı. İçeride sıklaşan bayanların arasında yatmak, uygun olmazdı. Akrabalık falan yoktu. Ama ayni şehrin insanları olmaları ve ayni dili konuşmaları nedeniyle içlerinde de yabancılık hissi yoktu. Geceleri, erkekler dışarıda çadırın önünde geçirmeye mecbur kalıyorlardı. Gündüzleri de kadınlar biraz da olsa dışarıya çıkıp, erkeklere uyuma, dinlenme fırsatı veriyorlardı.
“Ne oldu Ayşe?” diye sordu Ahmet.
Ağlayarak çadıra doğru dönen Ayşe;
“Çocuk tükenmeye başladı Ahmet. Bir şeyler yap.”
“Gecenin bu karanlığında ne yapabilirim ki?” Der gibi baktı Ahmet ve ellerini uzatıp çocuğu kucağına aldı.
Birden, yüzü fark edilmeyen, ateşin etrafında oturanların birisinden bir ses yankılandı.
“Sen üzülme bacı. Allah büyüktür. Geçer İnşallah.”
Kendini tutamadı Ayşe, tekrardan çocuğu kucağına alıp çadırın içine koştu.
Hiç hesapta olmayan bu göç, bir anda oluverdi. Daha iyi yaşam için değildi. Tam tersine, canı kurtarmak için, yollara düşmüşlerdi. Beklemedikleri bir sinsi pusunun içinde buldular kendilerini. Yol öylesine aldı kendilerini, bittiği yerde başladı, durmak bilmedi. Her gün evden çarşıya, çarşıdan eve mekik dokuyan, Korya Pazarı’nda ufacık manav dükkânından başka sermayesi yoktu Ahmet’in. Dünyası, ev ile dükkân arasındaki büyüklükteydi. Dedesinden babasına, babasından da kendisine kalan bir evi vardı. Sessiz, basit bir yaşam sürdüren ailenin böyle bu şekilde yollara düşmesi hayalinden bile geçmemişti.
Çadırın içinde ayaklarını uzatacak yeri olmayan Ayşe, çocuğun başını omuzlarına dayayıp, boncuk boncuk yaşların gözünden süzüldüğünün farkında bile değildi. Yorgundu. Oturduğu yerde, çocuk ile beraber uykuya dalmıştı.
* * *
“Hep oğlan derdin. Bak işte, nur topu gibi bir oğlun oldu. Müjdeyi, Ahmet’e ben veririm, hediyemi de alırım.”
“Benden de alırsın Emine Teyze merak etme.” Gülüşmüşlerdi Ayşe ile ebe Emine Teyze.
“Ayşecim, geçmiş olsun. Evimizi neşelendiren geldi nihayet. Tıpış tıpış yürüyecek, koşacak, dükkânda bana yardım edecek.”
“Hayır, hayır, bırakmam. Okuyacak, belki doktor olur, kim bilir, belki de mühendis.”
“Pazarda herkese şeker dağıtacağım. Herkes bilsin, benimde bir oğlum var artık.”
“Sünnetini yaparız. Beyaz elbiselerle donatırız.”
“Damat elbiselerini de beyaz yaparız.”
“Beyaz… Beyaz… Beyaz…”
* * *
“Allah-u Ekber, Allah-u Ekber!” alanda dalgalanan ses, sabah namazı vakti geldiğini hatırlatır. Göç edenlerin birisi, ellerini kulağına siper ederek avazı çıktığı kadar ezanı okur. Her darda kalanın sığınacağı tek yer Allah’ın rahmeti olduğunu bir kez daha hatırlatır.
Tir tir titriyordu çocuk karanlık çadırın içinde. Titremesi, anneyi bile sarsmaya başladı. Anne, gözünü açar açmaz gözlerini çocuğun yüzüne dikti. İçini bir burukluk sardı. Çocuğun boynu, kollarının arasından düşüverdi.
“Ahmeeet!” diye bir çığlık çadırın içinden yükseldi birden. Dışarıda, ateşin etrafında uykuya dalıp kafaları omuzlarına düşenler, bir anda irkilip yerlerinden fırladılar:
“Ne oldu?” birbirine bakar oldu herkes. Çadırın içinden gürültüler geldi. Birbirini çiğneyerek, Ayşe’nin sesine koştular. Ateş, Ahmet’in ayaklarını yakmaya başlamıştı. Isı, vücudunda yükselmeye devam ediyordu…

    27 Mayıs 2001

İHSAN BEG’İN VASİYETİ
“Başka ne yapabilirdim ki?”
Tüm umutsuzluklarını, yaşamdan kopmalarını kırmak için tek çözümü kendini toprağa vermek olmuştu İhsan Beg’in. Sokakta, kahvede, evde kendi ailesi içinde bile küçümseyen bakışlara hiç aldırış etmiyordu. Elbette uygun bir günde, uygun bir saatte ve uygun bir yerde hepsinin karşına dikilecekti ve haykıracaktı:
“Geç kalmadan bu toprakları biz sürmeliyiz.”
Belki ilkin anlamayacaklardı. Ancak anladıkları zaman da yüzleri kızarıp utanacaklarını, saklanmak için bir delik arayacaklarını şimdiden hisseder gibiydi İhsan Beg.
“Affet bizi, seni yanlış anladık” kekeleyip duracaklardı.
İnsanoğlunun yaptığı bazı şeylerin gerekçeleri, aynı anda açıklanamaz. Bir süre sonra gereken açıklamalar yapılabilir. Bu süre belki çok uzun da olabilir. Ne demişler: Allah’ın küçük sabrı kırk yıldır. Ama gel de insanlara anlat. Herkes her şeyi aynı anda anlamak ister.
Tarım işiyle uğraşmak tam anlamıyla sabır ister. Tarım işinden Begler de çiftçiler kadar anlarlar. Ekip-biçmekten ziyade mahsul veren topraklara herkes göz bebeği gibi bakar. Çiftçilerin ekilen toprağa iyi bakmaları, Begin o çiftçilere bakma derecesine göre ölçülürdü. İşte İhsan Beg ile çiftçilerin arasındaki ilişki, işveren ile çalışan arasındaki ilişki gibi değildi.
Çiftçiler, Nur Baba Köyü’nün topraklarını öz toprakları olarak bellemişlerdi. Bu sahiplenmek hem köylüleri hem de İhsan Beg’i memnun etmişti.
Her yıl mahsulden elde edilen paradan istisnasız herkes hakkını alırdı. İhsan Beg’in köylülere bir güzelliği daha vardı. Devlete ödediği vergileri kendi payına düşenden öderdi. Köylüyü buna katmazdı. Dededen babasına, babasından kendisine üstüne basa basa vasiyet edilmişti.
Beg’in de bu insanlara karşı sorumluluğu olduğunun ve bu sorumluluğun yerine getirilmesi için çaba gösterdiği de aşikâr. Bu çaba ve uğraşı çiftçileri memnun ediyordu. Bir de bunun ötesinde Beg’in devlete karşı sorumluluğunun da olduğunun bilincindeydiler. Yeni makine alımı, gübre alımı, ekilen tarım arazilerinin sulama yöntemlerin geliştirilmesini ve daha neler… Bütün bunlara rağmen İhsan Beg’in güzel bir lafı vardı: “Biz bu toprakların insanlarıyız. Bu topraklarda çalışırız, eker biçeriz, yeriz içeriz ve devlete vergi vermekten de kaçınmayız, bu bir vatandaşlık görevidir.”
Bunların hepsini bilip yaşamamıza rağmen neden böyle bir düşünce peşine sürüklenip gittiğini çözemedik. “Başka ne yapabilirdim ki?” sözünün altında derin bir haykırış olduğunu sezmeye çalışıyordu etrafındakiler.
“Bu topraklar çok verimlidir. Bunu bizler işleteceğiz. Senin tekelciliğine son vereceğiz. Devlet baba bireylerin çıkarları değil toplumun çıkarını düşündüğü için Dakuk Kasabası’nın civarındaki tüm arazilere el koyuyoruz. Biz kendi adamlarımıza dağıtıp işleteceğiz. Artık gidebilirsin. Unutma ki biz izin verdiğimiz için gidebiliyorsun!” çıka gelen memurların, polislerin başındakinin balyoz gibi sözleriydi bunlar.
Yıllarını o topraklara verip, dededen babadan kalma güzelim araziler bir çırpıda yok olup gitti. Devlet baba dedikleri ejderha, tüm Beglerin köylülerin umudunu yuttu. Alın terlerini içti. Derler ya geriye bir ceket ve ayaklarında yırtık bir çift kundura kaldı.
Her gün güneş doğmadan çiftçilerin tarlalara koşmaları artık olmuyor. Her çiftçi sabahları aynı saatte erkenden horoz ötmeden kalkar, giyinip dışarı çıkardı. Ama tarlaya gidemiyordu. Tarlaya girmek bile onlara yasaklanmıştı. Evin, kapı eşiğinde çömelenip oturuyordu. Gözler tarlaya doğru baksa da dizlerini bir ağrı, gözlerini kara duman kaplıyordu.
Bir yıl beklediler. İkinci yıl da geçti. Birinci kış ikinci kış geldi geçti. Tarlaya devlet babanın(!) yavru ejderhalarından uğrayan olmadı. Kimi çiftçiler şehre göç etti. Başka meslek başka iş peşinde olsalar da ellerindeki nasırlar kürekten başka bir alete uyum sağlayamamıştı.
Aileler bölündü. Baba ocağı dağıldı. İhsan Beg ile birkaç yaşlı köylü beklediler durdular.
Bir sabah yeni çiftçiler köye akın etmeye başladı. Devlet babanın kamyonları yeni çiftçileri aileleri ile birlikte Nur Baba Köyü’ne getirdi. Çok hızlı ama çok hızlı bir katlı evler yaptırıldı onlara. O evler bitene kadar yeni gelen aileler rasgele gelişi güzel Nur Baba Köyü’nde çadırlarını kurdular. Köyü gitgide çöp yığınları kaplamaya başladı. Onların köye girmelerinden sonra sinek, sivrisinek ve hele hele kocaman fareler köyde baş göstermeye başladı. Köyün camisine bile girmeye insanlar tiksiniyordu.
Çadırlardan bir katlı evlere geçişten kısa bir süre sonra, evlerinin önünde pikap Japon menşeli arabalar göründü. Devlet baba işlerini kolaylaştırmak için onlara birer araba vermiş, yanında da on bin dinar ikramiye vermiş. Yeni yerleşim yerlerinde ellerinde iyi bir sermaye olsun diye vermiş. Fakat tarla yine boş duruyordu.
Ne uğrayan var ne de soran.
Toprakta oluk oluk çatlaklar oldu.
Yeni köylüler ellerindeki parayla ikide bir şehre inip ihtiyaçları olan sebze meyveleri alıp kolay tüketici konumundaydı, keyiflerine diyecek yoktu.
İhsan Beg ve bazı köylü arkadaşları evlerinin önünde veya evin arka bahçesinde ufak da olsa toprakta değişik sebzeleri ekmek için bölümlere ayırtmışlar ve günlük ihtiyaçlarını temin etmeye çalışıyordular.
“Bunlar toprağı öldürdüler. Kaç yıl geçti, bu topraklar ne sürüldü ne de bir ilgilenen oldu.” İhtiyarın biri içini çekerek konuşuyordu, bir yandan da avucundaki nasırların yavaş yavaş azaldığını ve elinin içi daha yumuşak olduğunun farkına vardı.
“Bu yöreyi bilmiyorlar. Ekseler de bir şey biçemezler. Buraların suyu başka toprağı başka havası da başkadır. Lalın dilinden anası anlar derler ya, işte öyle, bu toprağın dilinden ancak biz anlarız” dedi İhsan Beg. “Onun için kararımı verdim arkadaşlar…” devam etmek istedi fakat sağına soluna bakındığında gözlerdeki garip ifadeleri sezdi.
“Ne oluyor arkadaşlar, niye böyle tuhaf tuhaf baktınız? Benden ne bekliyordunuz?” Sorusuna çok sevdiği saygı duyduğu Hasan Emmi söze karıştı, “Sen de mi İhsan Beg…” cümlesini tamamlamaya izin vermeden İhsan Beg söze atıldı. “Benim almış olduğum kararı yarın göreceksiniz, şimdilik yorumlarınızı erteleyin.” dedi.
“Arkalarında koca bir hükümet var, devlet bilerek çoğuna silah vermiş. Çarşıda pazarda şımarık davranışları dikkatinizi çekmiyor mu?” dedi Hasan Emmi, “Bu yabani kişilere karşı tek başına bir çılgınlık yapmayı düşünmüyorsun her halde?”
“Çılgınlık olabilir. Sert çiviye sert ve ağır çekiç gerekir. Yumuşak çivi için de küçük nazik çekiç kullanılır Hasan Emmi.”
“Ne dediğini açıkla, insanları böyle meraklandırma” dedi Hasan Emmi.
Uzun bir sessizlik odayı sardı. Konuşmalar sadece göz bakışları ile oldu. Herkes diğerinin konuşmasını bekliyordu. Kapı açıldı Hasan Emmi’nin gelini elinde içi ayran dolu büyük bir çini ile içeri girdi, arkasından misafirlerin sayısı kadar tas getirdi küçük oğlu.
Kocandan haber var mı kızım?” diye sordu İhsan Beg.
“Şehirde bir gün çalışıyor bir gün çalışmıyor. Gündelik çalışıyor Beğim. İş olmadığı zamanda kendi kendini yiyor.”
“Sabırlı ol kızım, sen çocuklara dikkat et.”
“İhsan Beg ayranını iç de kafandaki cinleri dışarı salıver bakalım.”
“Ben yarın toprağı sürmeye çıkacağım.”
İhsan Beg’in bu sözleri yıldırım gibi ortaya düştü. Oturanların çoğunun dudakları ayran tasına değmiş olsa da tastan bir yudum almadan tası dudaklarından uzaklaştırdı. Ağızlarında yutmaya aldıkları ayranı yutmakta zorlandı bazıları. Birbirine bakıp İhsan Beg’in bu lafına anlam veremediler.
“Evet, yarın tarlayı süreceğim!”
“Sana kim izin verir ki? Şimdi tarlaların sahibi onlar. Tapu dairelerine uğramadan kimsenin haberi olmadan tüm belgeleri değiştirmediler mi? Sen suçlu duruma düşersin. Onların aradığı da bu… Köylüden bir taşkınlık bekliyorlar, hemen silahlarla üstümüze yürüyecekler.”
“Yok, Hasan Emmi yok. Benim düşüncem farklı…” dedi İhsan Beg, “Bu topraklar bizim olduğuna inandığımız gibi onlar da bu toprakların, onların olmadığına inanıyorlar. Bizim bir an önce bu toprakları yeşertmeye can atmamız kadar onlar bu topraklardan gidecekleri günü bekliyorlar… Onlar bu toprakları işletemeyeceklerini kendileri kadar devlet de biliyor. Amaç elimizdeki tüm olanakları da tüketip İllallah dedirtip bırakıp buraları terk etmek ya da bizleri buralardan sürmektir.”
“Bunu biz de biliyoruz,” oturanlardan birisi lafa karıştı. “Ama nereye gideceğiz? Şehre alışmak da zor.”
Alışılmış bir yaşam tarzını değiştirme endişesi, günahıyla sevabıyla alışılmışı sürdürmek rahatlığı, insanın olaylara bakış açısını daraltır. Bir sorunun, sorundan uzaklaşmakla çözülemeyeceğini, tam tersine sorun ile karşı karşıya kalındığı zaman kurtuluş yolunun ancak sorunun üstüne gitmekle olacağını, mangal gibi bir yürekle sistemin akışına kapılmamasını da göz önüne almak, İhsan Beg’ in kafasını çok önceden beri kurcalıyordu.
“Bizim ölüp tükeneceğimizi kimse endişe etmesin. Bunu yapmaya tek Allah kadirdir. Onu da yaparsa, eh dünyada nasibimiz bu kadar imiş deriz gideriz. Ama gidişatın bunu göstermediği de ortada. Benim kafamı yoran bu tarla. Bizim gözümüzün önünde yok olup gidiyor. Toprak kuruyup çatlamaya başladı. Yüzeyi kum tanecikleri gibi oldu. Her rüzgâr estiğinde birazını alıp götürüyor. Birkaç yıl sonra bu topraklar bitecek demektir. Çocuklarımıza bırakacak bir avuç toprağımız kalmayacak.”
“Karşı çıkarlar” sarma sigaranın dumanına karışan bu sözlerin arkasında pala bıyıklı Haydar Dayı, “Beğim bunlar garip insanlardır. Ne onlar bizi biliyorlar ne de biz onları. Hele bir bekleyelim gün ola hayır ola…”
Klasik bir kaçış yöntemi, bekle gör. Zaman kaybından öte bir işe yaramayacağını, çoğu zaman da “ne yaparsanız yapın yeter ki bana dokunmayın ” düşüncesine kapılanların savunma yöntemini İhsan Beg’in haykırışı, ortalığı gürleyen bir ses tonu ile salladı:
“Evet, sabah ola hayır ola, güneşin her doğuşu yeni bir başlangıcın habercisidir.”
Ertesi sabah köyde kurşun sesleri duyuldu. Köylüler evlerinden dışarı fırladı. Yeni köylüler kapılarının önünde ellerinde silah bekliyorlardı. Tarlada sırtından vurulmuş, traktör üstünden yere düşmüş kan içinde İhsan Beg’ i gördüler.
“İhsan Beg vuruldu… İhsan Beg vuruldu…”
Çınlayan bu sözler, köylüleri daha tedirgin etti. Bu kez çoluk çocuk herkes tarlaya koşmaya başladı. Yeni köylüler bir katlı evlerinin önünde ellerinde silahlarla tetikte bekliyorlardı. İçlerinden birisi telaş içinde saklanmak için kurna bucak yer arıyordu, diğerleri de ona yer gösterir gibi işaretler edip aralarında fısıltılı fısıltılı konuşuyorlardı.
İhsan Beg, ruhunu hala teslim etmemişti. İhsan Beg vuruldu lafını duyan Hasan Emmi yaşlı olmasına rağmen en hızlı koşanlar arasında idi. İhsan Beg› in cesedine yaklaştı, sırtından vurulduğunu görünce kendini tutamadı:
“Vay kahpeler, vay alçaklar…”
Beş kurşun sırtının değişik yerlerine isabet etmişti. Yüz üstü toprağa düşmüştü.
“Neden böyle acele ettin İhsan Beg?” Kelimeler titrek dudaklarının arasından çıkıyordu Hasan Emmi’nin. Sakin bir tavırla hiç de kekelemeden yanıt verdi İhsan Beg:
“Geç kaldım bile, başka ne yapabilirdim ki, bu topraklar bizim, sürülmesi lazım, sakın ha ölmesine izin vermeyin.”
Bu sözler, Nur Baba Köyünde İhsan Beg’ in son sözleri olmuştu.
Cenaze merasiminden sonra başsağlığına gelen köylülere Hasan Emmi, İhsan Beg’in son sözlerini bir vasiyetname olarak yalnız kendi köylülerine söylemiyordu, komşu köylerden gelenlere de durumu anlatıyordu. Bir bir vasiyeti de hatırlatıyordu:
“Geç kalmadan bu toprakları biz sürmeliyiz.”

    Kasım 2001

EKMEK KIRINTISI
“İşine gelirse!”
Dedi, masa üzerindeki yazar kasanın arkasına gövdesinin yarısı gömülüp, kayıp olan adam.
“Ama çalışmak istiyorum.”
Elleri birbirine kenetlenmiş, boynu bir tarafa sarkmış şekilde duran Cemal:
“Camda yazmışsınız: Çırak Aranıyor” demesine pek anlam verememesine rağmen bunu söyledi. Üç günden beri dolaşıp dükkânların vitrinlerinde asılan ve dikkatini çeken bu yazıyı her gördüğünde umutlara kapılıp dükkânın içine dalıyordu. Dalış o kadar hızlı oluyordu ki, hasmının üstüne saldırır gibi çılğınca gidiyordu “Bu sefer kazanacağım! Bu sefer kurtuluşun yok!” Diyordu içinden… “Hayır” duvarına çarptığı an, boncuk boncuk ter sırtından aşağı inmeye başlıyordu… Birkez daha raundu kayıp ediyor ve vücudu ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Gölgesi arkasından zar zor sürükleniyordu…
“Doğru, ama oniki onüç yaşlarında delikanlı istiyoruz, senin gibi zırtapoz değil. Senin yaşın kaç?”
“Otuz iki amca.”
“Bak, sen çıraklık yapamazsın.”
“Yaparım yaparım,” bir solukta söyledi. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Yazar kasanın arkasından başını kaldırıp “evet” demesini beklerken “olmaz” kelimesi çekiç gibi başına indi. Gözleri karardı.
Adamın iki dudağı arasından çıkan “olmaz” top mermilerinin kasvetinden daha acı, korku ve ölüm saçıyordu etrafa.
“Üç gündür evime bir şey girmedi. Çocuklar aç!”
“Kaç çocuk var?” “Dört abi.”
“Masaları temizlemeyebilir misin, boş tabakları toplayabilir misin?”
“Yaparım abi.”
Kabul görüldüğünü hisseder gibi içine güneşin ilk doğuşunun ışınları girmeye başladı. Bağırsaklarındaki kuru sesler gidiverdi bir an. Evde sofra serildi. Sofrayı dolduracak bir şeyler bekleniyordu.
O gün işe başladı. Fatih’te mahalle arasında küçük bir lokanta idi. Konu komşu ve yoldan geçenlerin ucuza karınlarını doyurmak için uğradıkları küçük bir lokanta.
Boş masaları bile sık sık silip temizliyordu. Hazır olda bekliyordu. Gözleri patronun gözlerini, dudaklarından çıkacak her sözü kendi işi olduğunu sanıyordu. Müşterilerin arkasından hemen tabakları toplayıp rüzgâr hızıyla alıp yıkayıp ocakçının yanındaki dolaba istifliyordu.
Alacağı yevmiye hakkında konuşmadılar. Önce işi bulmaktı gayesi.
Akşama doğru, insanlar sokaktan çekilmeye başladı. Lokantada çalışanlar önlüklerini çıkartıp normal kıyafetlerini gidiler, gitmeye hazırlandılar. Aralarında üstünü değiştirmeye gerek duymayan bir Cemal vardı. Çünkü önlüğü falan yoktu. Gözleri patrondan başkasını göremiyordu. Patron dükkânın anahtarların hazırlayıp yazar kasada toplanan paraları çalışanlar görmeden, nazardan korumak için saymadan cebine indirdi. Cemal tüm cesaretini topladı ve patrona yaklaştı,
“Yevmiyemi alabilir miyim?” demesine pişman olacağına korkuyordu, ama yapacak bir şey yoktu evde yavrular bekliyordu.
“Dur hele, birkaç gün çalışta etini budunu görelim. Ondan sonra yevmiyeden bahsedersin!”
Patronun sözleri Cemal’ı dipsiz kuyuya attı. Lambalar bir anda sönüverdi. Her yer karanlık. Cemal’in içi dışı kapkara oldu. Karanlıkta gözleri patronun göz pırıltısından başka bir şey görmüyordu, umutları suya düştü.
Evdeki sofra boş açıldığı gibi boş toplanacaktı bu akşam da.
Açlık insanı bazen cesaretlendirir olsa da, utangaçlık duygusu cesareti frenler de bazen. Bunun yarını da var. Şimdi patronla zıtlaşırsa iyi olmaz.
Eve gideceği yüzü kalmamıştı. Ağlamak istedi gırtlağı kilitlendi. Kerkük’te babasının dükkânını hükümet tarafından yağma edilmesi emri verildiği günü hatırladı! Hükümet yandaşlarının dükkândan çuval çuval pirinç, un, mercimek ve teneke teneke yağ götürdüklerini gözünün önüne geldi. O anı hatırladı babasının göğsüne başını dayadığı anı ve aynı, şimdiki gibi boğazının kilitlendiği anı hatırladı; yılların birikimi bir anda tükendi gitti.
Şimdide patronun “dur hele” demesi bir anda eşinin ve dört çocuğunun aç bekledikleri baba, eve gitmeye korkuyordu ve daha doğrusu utanıyordu…
Ocağın bulunduğu tezgâhın arkasına geçti, eğilip tezgâhın altında müşterilerin masalarından arta kalan ekmek kırıntılarını cebine doldurdu ve evin yolunu tuttu.

    Ocak 2002

İSTANBUL’DA BİR KERKÜK’LÜ
“İstanbul Fatih’te,
Rutubetli Bodrum
Katında Yaşayan
Bir Kerküklü
Dostuma”

Birinci Mahmut Kaşgarlı Hikâye Yarışmasında – 2008 Mansiyon Ödülü Kazanan Hikâye
Biz dünyaya gelir gelmez, Türkiye’ye sevdalanırdık. İlk aşkımız Türkiye’yi sevmekle başlardı hayat. “Oraları görmek kısmet olur mu?” diye hasret çekerdik hep. Bizim topraklar ile Türkiye topraklarının bir olduğunu, kurnazca bir oyun sonucu araya bir kırmızı çizgi çekildiğini ve adına da sınır denildiğini bilir ve bu kırmızı çizgilerin ardındaki Türkiye’yi özlerdik. Oraları görmek başka bir sevda, başka bir arzu, başka bir umuttu… Hele İstanbul! İstanbul’u görmek, bambaşka bir heves, bambaşka bir aşktı.
Oradaki havayı bir teneffüs etsek… Sokaklarında bir gezip, dolaşsak… Bir şehir ki, iki kıtaya yayılmış, her tarafı sularla kaplanmış, tarih boyunca birçok komutanın rüyalarına girmiş, sonunda da Türklerin olmuş… İstanbul’un ne denli büyük ve muazzam, tılsımlarla dolu bir şehir olduğunu hayal edip dururduk.
İstanbul’da, kimlerle görüşmek için can atmazdık ki! Bırakın ünlüleri, medyatik kişileri, futbolcuları… Bir bilseniz, orada yolda yürüyen insanlarla bile selamlaşıp, yanaklarımızı sonuna kadar gererek güler yüzle: “Ben geldim” demek; içimizin ta en derin hücrelerinden, daha içten, gülen bir yüzle; “Abi ben geldim”, “abla ben geldim” demek, umutların zirvesinde oturan bir umuttu bizim için. Irak’ta yaşadığımız işkencelerin ana sebebi bu aşktı; bu sevgiydi. Bu gözle görünmez bir bağlılıktı. Kerkük’te birçok Türkmen’in zindanlara atılması, ağır işkencelere tabi tutulması, hatta idam sehpasına çıkarılmasının ana nedeni de bu aşktı.
Türkiye’den Irak’a veya körfez ülkelerine mal götüren kamyonlara, tırlara kollarımızı olabildiğince kaldırıp el sallar, akşamları da evde herkese anlatırdık;
“Bugün Türk kamyonları gördüm, Türk şoförlere el salladım, onlar da bana el salladı…”
“Senin ki de bir şey mi, ben molası verirlerken Türk şoförlerin yanına gittim. Onlarla konuştum bile…”
Diğeri böbürlenerek cevap verirdi. Birde koynundan bir Türk gazetesi çıkarıp; “Bakın, bakın Türk şoförler bana gazete bile verdiler.” diyerek ortalığı kızıştırırdı.
Bir diğeri:
“Bana da Barış Manço’nun resmini verdiler,” derdi.
Muhabbet öyle uzayıp giderdi.
Baas rejimi, Türkçe basılmış her şeyi yasaklamıştı. Kamyon ve tır şoförlerin verdikleri yırtık pırtık gazete kâğıtları, sanatçıların resimleri kaç Türkmen’in başına bela oldu. Bu yüzden tutuklananlar oldu, aileler Kerkük’ü terk etmeye zorlandı, Irak’ın güneyine, sürgüne gönderildiler. Baas rejimi, Türkmenleri baskı ve zorla Irak’ın güneyine göç ettirerek Türkmenleri, Türkiye sınırlarından olabildiğince uzaklaştırmak istiyordu. Belki de amaçları, bizleri Misak-i Milli sınırları dışına çıkartmaktı…
Türkiye semalarında dolaşan havanın, es kaza Kerkük semalarına gelmesi Türkmenlerin o havayı teneffüs etmesi bile, Irak yönetimine büyük bir endişe; büyük bir korku verirdi! Belki korku denilen şey de buydu.
Evkaf caddesinde terzilik yaparak geçimini sağlayan Abdülhadi ve arkadaşlarının, yedişer yıl hüküm giymelerinin nedeni: Adamcağızın dükkânında Türkçe gazete parçaları bulundurmasıydı. Abdülhadi, sıradan bir müşteri kılığında, dükkânına gelip sipariş veren, gözleri dört dönen ve etrafı süzen adamın, bir şeylerin peşinde olduğunun sonradan anlamıştı. Bu sebepten Abdülhadi Vedüd, Fatih Şakir birçokları, yedi yıl hapiste yattılar. Fatih Şakir’in mahpushanede sağ ayağının kangren olması, akabinde sağ ayağının kesilmesi ve aylarca askeri hastanede yatması bile onun affedilip mahpushaneden çıkarılmasına yetmedi. Fatih Şakir yatalak bir şekilde mahpushanede can verdi. Fatih Şakir de o aşk uğruna ölenlerdendi.
Geceleri kulağımızı transistörlü radyolara dayayarak, Türkiye Radyosundan Yurttan Sesler Korosunu dinlerdik. Yaz aylarında damda yatarken, pırıl pırıl yıldızları seyrederdik. “Bu yıldızlar acaba İstanbul’un hangi evinin üzerinde,” diye düşünürdük. Kerkük ile İstanbul arasında yıldızlar birer iletişim aracı olurdu. Yıldızlar çöpçatanlık yapardı, Kerkük ile İstanbul arasında. Bu hayal, bu kurgu, her gencin kafasındaydı, zihnindeydi.
İstanbul bir hayal ülkesiydi bizim gençler için. Beyaz atlı prensi dört gözle bekleyip durdular ve hiç göremedikleri o sevgiliyi görmek için can atarlardı.
*
Yıl 1991… Körfez savaşı patlak verdi. Savaş, Ortadoğu da birçok dengeyi bozdu. İşte İstanbul’u görme fırsatı doğdu. O büyük aşkın vuslat zamanı geldi. Âşık ve maşuk artık yan yana diz dize oturacaklar, dertleşeceklerdi. Biri diğerine: “Nerede kaldın?” diye sitem edip soracak; diğeri ise “senden, gel diye bir işaret alamadım ki!” diyecek. Yıllarca süren ayrılığın acısını birbirlerine anlatacaklardı.
1991’in Mart ayında, Irak’ın birçok şehrinde otorite boşluğu doğdu. Halk ayaklandı, Baas rejimi ayaklanmayı bastırmak için, orduyu kullanarak askerleri halkın üzerine sürdü. Çok kayıplar oldu. O günlerde ben de Kerkük’ten çıkıp İstanbul’un yolunu tuttum. Büyük aşkımı görmek için yasadışı yollara başvurup, kaçakçılara para vererek yollara düştüm. “Fırsat bu fırsat” dedim. O aşk canlandı kalbimde. O büyük hayal gerçek olacaktı. O umut yeşerdi artık, meyvesini alma zamanı gelmişti.
Otobüsle, Derecik, Hakkâri, Van ve diğer birçok şehirden geçerken, zihnimde hep bir türkü dolaşıyor ve o türkü, aralıksız yankılanıyordu kulaklarımda,
“Burası Muştur yolu yokuştur,
Giden gelmiyor acep ne iştir?”
Muş neresiydi acaba? Bu türkü niçin bu kadar acılı, dertli söyleniyordu? Türk şairlerin, ezbere bildiğim şiirleri geldi aklıma. Birden Faruk Nafiz Çamlıbel’in kızına yazdığı nasihat şiirinin bir dörtlüğü döküldü dudaklarımdan:
“Ömrünün dört faslı var
Üçü kış biri bahar
Çalış ki görmesin kar
Sendeki Nisan kızım.”
Belki de bu dörtlüğü hatırlamamın nedeni nisan ayında olmamızdı. Otobüsün camından dışarı baktım, Türkiye’nin göz alabildiğine uzanan yemyeşil ovaları, heybetle yükselen dağları, o güzelliklerini seyrettim uzun uzun. Otobüste, kimsenin bana aldırış etmemesi dikkatimi çekti. Herkes kendi halindeydi. Kimi yatmış, kimi gazete okuyordu… Gözüm gazete okuyan birine ilişti. Az kalsın gidip;
“Ağabey, bu gazeteyi ben de okuyabilirim. Ben bunu okumak için nelere katlandım, neler çektim. Bizler bu gazeteleri okumaktan dolayı mahkemelere çıkartıldık. Bu sebeple cezaevlerine atıldık. Sen öyle bacak bacak üstüne atıp bu gazeteye hor bakma, sayfalarını yavaşça katla’’ demek istiyordum…
Muavin yolculara su ikram ederken yanımdan geçiyordu. Göz göze geldiğimizde, ona gülümseyerek; “Ben seni tanıyorum, ben Kerkük’ten geldim. Hani kendi hayalimde kendi dünyamda sana selam verirdim. Sen de selamımı alırdın. Sohbet ederdik. Burada oturan yolcularla da tanışıklığım var. Hepsiyle, hemen hemen hepsiyle konuşmuşluğum vardır,” demek istiyordum.
Biz zannederdik ki, İstanbul’a vardığımızda herkes bizi tanıyacak, orada insanlar bize kucak açıp, çiçeklerle karşılayacak. Yürüdüğümüz sokaklarda, caddelerde herkes bizi parmakla gösterecek; “Bakın bakın, işte Kerküklü kardeşimiz geldi.” diyecekler. Kahvelerde çay yudumlarken konu sadece biz olacağız. Kimse bizden başkasını konuşmayacak.
Yıllar önce, 50’li, 60’lı hatta 70’li yıllarda Türkiye’deki Üniversitelere okumaya gelenler, yaz tatilinde Kerkük’ e döndüklerinde bize pek değişik bir şey söylemezlerdi. Biz ise tam tersine öğrencilere gıptayla bakardık; “Vay be! Bunlar Türkiye’ yi, İstanbul’ u görmüş adamlar,” derdik. O öğrencilerden bazıları özel araba ile gelirlerdi. Arabasıyla Kerkük’e gezelerdi. O arabalar, caddelerde 34 plakalı ile dolaşırken herkesin gözü o plakaya dikilirdi. Sanki kutsal binek, “Burak” yeryüzüne inmişti! Büyük bir heyecanla o arabayı seyrederdi herkes. Öğrenci ise, hiç oralı olmazdı, havalı havalı direksiyonu çevirip ne sağa, ne de sola bakardı. Biz ise hasret dolu bir bekleyiş içinde dikilip kalırdık yolda.
Otobüste, yolcularının tamamı kendi âleminde, kendi hülyalarına dalmış uzun bir boşluğa bakıyorlardı. Otobüsün tekerlekleri zaman zaman yolcuların hülyalarını çiğniyordu. Otobüs gâh bir çukura dalıyor, gâh bir tümsekten geçiyor; herkesi sarsıyordu. O anda yolcuların hülyaları da paramparça oluyordu.
Ankara’dan geçtik. Ne büyük başkentmiş Ankara. Kimleri ağırlamadı ki, hangi hükümdarlar bu yollardan geçmedi ki? Ben, şimdi o hükümdarlar kadar başı dik geçiyordum Ankara’dan. Ankara’yı fethetmiş gibi başımı biraz daha yukarı kaldırıyordum. Ne bahtı açık bir insanmışım ben! Ankara’yı da gördüm! İstanbul, ah İstanbul! İşte ben geldim. Aç kollarını, seni görmek için rüyalara daldığım İstanbul. Her gece rüyalarımda, kollarını açıp beni çağırdığını duyardım. Ama gelemezdim, bir sürü canavar yolumu keserdi. Zebaniler gibi beni ateşe atmak isterlerdi. Rüyalarımdaki buluşmamıza bile engel oluyorlardı. İstanbul, senin için ne canlar feda oldu bilsen… Bitti artık. Her şey bitti. Şimdi özgürce senin yollarına düştüm, bekle, geliyorum…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/kemal-beyatli/yabanci-istanbul-da-bir-kerkuklu-69499669/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Yabancı İstanbul′da Bir Kerküklü Kemal Beyatlı
Yabancı İstanbul′da Bir Kerküklü

Kemal Beyatlı

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Yabancı İstanbul′da Bir Kerküklü, электронная книга автора Kemal Beyatlı на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв