Manas Destanı
Keneş Yusuf
Keneş Yusuf
Manas Destanı
Önsöz
Bilindiği gibi, 1995, UNESCO tarafından Manas’ın 1000. yılını kutlama yılı olarak ilan edilmiştir. Bütün ülkelerde, Manas’la ilgili toplantılar, bilimsel araştırmalar yapılacak ve insanlığın yaratıp, kuşaktan kuşağa aktardığı bu büyük eser dünya kamuoyuna tanıtılacaktır.
İlk derlemesi W. Radloff tarafından geçen yüzyılda yapılan Manas Destanı’nın uzunluğu hakkında efsaneler oluşmuştur. Manas’ı anlatan Kırgız akınlarına Manasçı denmektedir. Bazı Manasçıların bu eseri aylarca anlattıkları, dinleyicilerin usanmadan, aynı heyecanla bu anlatıcıları dinledikleri bilinmektedir. Doğu Türkistan Kırgızlarından Yusuf Mamay adlı Manasçı, üç yüz bin mısralık bir metni ezbere bilmekte ve anlatmaktadır. Onun anlatması derlenmiş ve her biri 400-500 sayfa olan 11 ciltlik kısmı yayımlanmıştır. Halen bu yayın devam etmektedir.
Kırgızistan’da da değişik Manasçılardan yapılan derlemelerin yayını yapılmaktadır.
Bu dev eserin Türk okuyucusuna kazandırılması, hem tarihimiz hem de ortak kültürümüz açısından büyük öneme sahiptir. Ancak çeşitli varyantları olan Manas Destanı’nın karşılaştırmalı bilimsel bir yayınını yapmak için uzun bir zamana ve uzman bir ekibe ihtiyaç vardır. Biz, bütün Türk dünyası destanlarını tespit etmek ve Türkiye Türkçesine aktarmak üzere 10 yıllık büyük bir projeyi Devlet Planlama Teşkilatı’na sunduk. Ancak, daha önce Kırgızistan’da yayımlanan 4 ciltlik Manas Destanı’nı özet halinde yayımlayan, Abdulkadir İnan ile Radloff’un derlediği metni orijinali ile birlikte yayımlayan Emine Gürsoy Naskali’nin eserlerinden farklı olarak halkın okuyabileceği, ana çizgisi bozulmadan, değişik varyantları karşılaştırarak, olaylar zinciri tamam olan başka bir metni okuyucularımıza sunmak istedik. Bu metin, Kırgızistan’da yayımlanan Alatoo (Aladağ) Dergisi’nin baş redaktörü Keneş Yusupov tarafından hazırlandı.
Keneş Yusupov, Doğu Türkistan ve Afganistan’daki Manas varyantlarını da incelemiş, epik üslûbu olan tanınmış bir yazardır. Kırgızistan’da da henüz yayımlanmayan bu eseri, Türkçeye aktarmamız için, Kırgızistan Cumhuriyeti’nin Ankara’daki Büyük Elçisi Sayın Tölörnüş Okayev’in teklifini kabul ettik ve eser üzerinde çalışmaya başladık.
Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü elemanlarından, Yrd.Doç.Dr. İbrahim Şahin, doktora öğrencilerim Alimcan İnayet (Doğu Türkistanlı) ve Mirlan Namatov (Kırgızistanlı)’un da yardımlarıyla bu eserden herkesin faydalanması imkânı doğdu.
Eseri, Türkiye Türkçesine aktarırken, Kırgız söyleyiş tarzından anlaşılabilen kısımlarını bozmamaya dikkat ettik. Bunun dışında bazı kısımları da kelime kelime aktarma yerine, Türkçede bunu en iyi nasıl söyleyebiliriz diye düşünüp, öyle ifade ettik.
Sonunda halkın rahatça okuyabileceği bir eserin ortaya çıktığına inanıyoruz.
Kitabımızın çok kısa sürede basılmasını sağlayan Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Sadık Tural’a ve Kurum Sekreteri İmran Baba’ya, yine kitabımızın basımı sırasında titiz bir çalışma gösteren Türk Tarih Kurumu Basımevi yöneticisi ve çalışanlarına teşekkür ediyoruz.
Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN
Temmuz – 1995
Bornova
Manas Destanı
Ey oğul! Atalar ne demiş: Geçmişini inkâr etme, beddua alırsın; ona saygı göster, akıl bulursun; yedi atanı bilmezsen köksüz kalırsın.
Dinle evladım! Söz uludur. Söz canlının uğurudur, kötü söz ölmüş sözdür. Yalan da kötü sözdür.
Taa eski zamanlardan beri ecdatlarımız ulu Manas Destanı’nı söyleye gelmiştir. Manas’ı ilk defa kimin söylediğini kimse bilmez. Belki de ilkin, Manas’ın yanında bulunan, onun kahramanlığını gören, can dostu, söz ustası bir ozan söylemiştir. Ya da Manas’ın macerası, Altay ve Alay arasındaki dağ ve ovalardaki taşlara yazılmıştır. Yahut da dağılan, kederli halkı bir araya toplamak, düşenleri ayağa kaldırmak, şerefini, heybetini, kuvvetini eski haline getirmek için Manas bir bayrak olsun diye, ulu önderler söylemiştir. Belki, bunu söylediği için, söyleyenlerin dilleri kesilmiştir, ya da onlar sürülmüştür… Nasıl olursa olsun, Manas’ın ölmez macerası, kutsallığı; atadan oğla, ağızdan ağza, yürekten yüreğe geçip asırdan asıra unutulmadan yaşamaktadır. Kim söylemişse söylemiş; destanda Kırgız halkının hayatı, kaderi, acıları, kahramanlığı, mücadelesi ve hayali vardır.
Ey evlâdım! Büyüklerin sözünü aklından çıkarma! Asırlardan beri gelen atalarının öğüdünü, söylediklerini işit. Ulu Manas’ı bilir ve anlarsan, Tanrı da, atalarının ruhları da sana destek olur.
Nesir Halinde Yazan:
Keneş YUSUPOV
Manas’ın Çocukluğu
Çok eski zamanlarda, Kervan devrinde, tulpar[1 - Efsanevi kır at.] gün ışığında eşinirken; ay ışığında kemerini çıkartmadan, at üstünde kuş uykusu uyuyan erler zamanında, aç aslana benzeyen suratıyla, düşmana saldıran, bayrağı gökyüzünde dalgalanan, şanı âleme yayılan, başından ak kalpağı çıkmayan, binere tulpar dayanmayan, kükreyerek yaşayan, Kırgız denen çok eski bir millet yaşardı. Onların bayrağı gök mavisiydi. Dostlarından çok düşmanları vardı.
Bir zaman Tanrı Dağı’ndaki eski Kırgızları yöneten, halkının şanını uzaklara duyuran Karahan adlı Han, tahta geçti. Onun kahramanlığı söz ile anlatılamaz, zenginliği de tarif edilemezdi. Şöhreti gökyüzündeki yıldızlara ulaşmıştı.
Tanrım hiçbir şeyi ebedî yaratmamıştır. Tanrı, bu korkunç dünyada geleni gideni, büyüğü küçüğü dengelemiştir. Bir gün kara yeri titreten Karahan da öbür dünyaya göç etti. Onun tahtına oğlu Oğuz Han oturdu. Oğuz Han da adil ve heybetli idi, askeri de çoktu; Türk eline, Kırgızlara baş olup, kükreyip; doğudan ovalarını, düzlüklerini dağ ve ormanlarını aslan gibi dolaştı. O da dönüşü olmayan yere gitti.
Oğuz Han’dan sonra Babir Han, ondan sonra Tüböy Han, ondan sonra Kögöy Han başa geçtiler. Kögöy Han’dan sonra Nogoy Han geldi.
Yıllar sonra karanlık bir gecede, saksağan Nogoy Han’a uğursuz bir işaret verdi. Uzun zamandır ona kin besleyen, onun malına, mülküne ve yerine göz koyan kurnaz Kara-Hitay Hanı Esen Han Nogoy Han’a savaş açtı. Nogoy Han’ın beli kırıldı, geniş dünyası daraldı. Ala-Dağ’daki Kırgızların Ak otağı yağmalandı, ocağı söndü. Türk kabileleri darmadağın oldular.
Nogoy Han’ın Orozdu, Üsön, Bay, Cakıp (Yakup) adında dört oğlu vardı. Onlarda kırılan kılıç gibi, kervan göçüne başladılar. Biri Altay’a, biri Opol’a, biri Kâşgar’a, biri Tibet’e sürüldü.
Kırk Kırgız aile ile Cakıp iki eli bağlı olarak Kalmuk’ta, Çin’de dolaşıp Altay’a geldi. Sürgün edilen bu kırk Kırgız aileyi yerleştiren; bölünmüş, dağılmış halkı bir araya getiren Akbalta oldu. Kırgızlar Akbalta Batır’ın himayesine sığındılar. “Akıllıyı dinlersek millet oluruz, Akbalta’nın sözünü dinlemezsek atalarımızın (ruhunun) gazabına uğrarız” diyerek bir araya gelip and içtiler. Akbalta Batır’ın bir dediğini iki etmediler.
Akbalta aksakal ve kutsaldı. Onu her zaman destekleyen, ona yol gösteren bir meleği vardı.
Kırk Kırgız ailesi Altay’a geldiler. Ama barınmaya delik, yemeye kavut, giymeye elbise bulamadılar. Şimdi nasıl geçineceğiz diye düşünürken nerden aklına geldiyse, Akbalta boz boğayı seçip, kurban ederek halka şöyle dedi:
– Halkın huzurunu ahlâksızlar bozar. Milletlerin kötüsü olmaz. Kalmuklar da, Mançular da iyi millettir. Dünya, Kalmuk’un tatlı tebessümüne, kibarlığına aldanır. Ancak o herkesi yumuşakça ele geçirir. Eline düşersen çırpınan kuş olursun. Malın, mülkün yoksa eksiksin, varsa rahat yaşarsın. Kalmuklarla çatışmayalım. Hayvan yetiştirelim, çiftçilikle uğraşalım. Altay’ın toprağı altındır. Ekersen meyvesi, kazarsan altını vardır. Çalışsan toprak verir, dua etsen Tanrı verir. Çalış Kırgız, belini bağlayıp başını kaldır!
Yurtsuz Kırgızlar, Akbalta’nın sözünü haklı bularak Kalmukların hanına Ala Dağ’dan getirilen gümüşlerle süslenmiş tulpar (kırat) ı hediye ettiler. Altay’da yaz için yeşil yayla, kış için düzlükten yer seçtiler ve oraya yerleştiler.
Günler geçti, yıllar geçti. Altay’daki Kırgızlar Kalmuk ile Mançuların arasında kalmalarına rağmen tekrar canlandılar. Türk soydaşlarını bulup onlarla ilişki kurdular. Malları çoğaldı, kırk aile yetmiş aile oldu, ordu kurup hilâl işaretli bayrağı dalgalandırdılar ve düşmanı ürküttüler.
Cakıp Bay’ın yurdunda nesilden nesile geçen bir çift ak otak, tam ortaya; onun etrafına kırk beyaz çadır kuruldu. Çocuklar oynamakta, ağılda mallar dolu, dağlarda yılkılar otluyorlar… Evlerin bacalarından sızarak çıkan duman yurdun huzur ve bereket içinde olduğunu gösteriyordu.
Cakıp tündükten[2 - Çadırın tepesindeki havalandırma ve aydınlatma deliği.] giren güneş ışığı yüzüne geldiğinde, kalkarak siyah tulumdaki iyi karıştırılmış bal gibi kımızdan bir kâse yudumlayıp, kır atına binerek yurttan ayrıldı. Atını kamçılamak maksadıyla ellerini sıvazlayarak gümüş saplı kamçısını kaldırır kaldırmaz kır atı uçar gibi yurttan uzaklaştı.
Kırk ocaklı Kırgız, Altay’a yorgun bir hâlde geldiğinde, Cakıp sanki hâlâ şımarıklığı bırakmayan bir çocuktu. Daha kimsenin dikkatini çekmemişti. Çocukluğunda Kalmuk, Moğol ve Çinlilerin insanlık dışı muamelesini gören bir köle idi. Dünyadan nasibi kesilmemiş olmalı ki o eziyetlere, açlıklara, azap ve ıztıraplara direnebilmişti. Çinlilerin ve Kalmukların dilini öğrenmeye mecbur oldu. Aklı erdi, bıyığı çıkmaya başladı. Boylu poslu yiğit oldu. Önceki şımarık Cakıp artık değişti, kibar oldu. Kalmukların içine girdi, kendini beğendirdi, onlarla alış veriş yaptı. Sonunda Çıyırdı adlı hanımının üzerine Kalmuklardan Bakdöölöt isimli bir kızla evlendi.
Cakıp, sekiz yıl sonra Altay’da kendi evini kurdu. Aşağı yukarı on aileyi bir araya getirip bir odaya yerleştirdi. Meyveli ormanları olan geniş yerlerde, çiftçilikle uğraştılar. Ürettiği mahsulü, yaptığı kımızı, ceylanın ödünü, boynuzunu, yakaladığı kunduzun ve su samurunun kürklerini, bulduğu altın ve gümüşleri, zırh gömleğini, hançerlerini, derilerini komşu ülkelerin ipek, porselen, çay ve parfümleriyle değiştirdi, iyi para kazanarak işi gittikçe büyüttü.
Altay’da otuz yıl Çinliler ve Kalmuklardan eziyet gören Cakıp Bay artık onlara “Han” seçilmişti. Kışın su samurundan şapka, yazın altınla süslenmiş ak kalpak giyebilecek, sırtına kürk giyip beline hançer asıp, altın eğerli bir kızıl cins ata binebilecek hâle gelmişti. Beş yüz beyaz devesi, bir baş ala sığırı, hadsiz hesapsız koyunları vardı.
Ağılı hayvanla, heybesi yemekle, hazinesi altınla dolmuş olmasına rağmen, Cakıp Bay’ın yüreğinde bir acı vardı. Onun derdi şuydu: Hesapsız sığırı ve devleti vardı yalancı dünyada gözü doymuştu; her gün yağla, etle besleniyordu ancak kara günlerde onu koruyacak, ocağını devam ettirecek, tahtına varis olacak bir çocuğu yoktu. Çocuğu olmayanın dünyası kururmuş. Cakıp Bay’la obada “ihtiyar”, “çocuksuz ihtiyar” denilerek alay ediliyordu.
Cakıp, çocuğum yok diye gezmeye başladığı bir gün, kutsal dağdaki bir süt pınarına gelerek dua etti. Gözyaşlarını yağmur gibi döktü. Sonra, Azoo Bel’in kenarındaki Calgız Arca (Yalnız Ardıç) ‘ya varıp Tanrısı Ak Taylak’ı çağırıp, çocuğum yok diye ağlayarak, derdine derman istedi. Hanımı Çıyırdı’yı, kendini günahkâr hisseden miskin eşini, beraberinde götürüp, atalarının mezarında konakladı, dua edip Tanrı’ya yalvardı.
Tanrı onu duymadı.
Cakıp Bay, hayvan saymayı bahane ederek her gün erken obadan uzaklaşırdı. Her gün dağda çobana uğramadan dertle telaşla, cin çarpmış gibi, değişik kıyafetle dağlarda dolaşıyor, saçını başını yolarak “Tanrım benden bir çocuğu niçin esirgiyorsun?” diyerek şaşkın şaşkın yürüyordu.
Cakıp; akşama doğru, Ulu Dağ’a gölge düştüğünde kendine gelip derhal atının başını yurda çevirdi. Tanrı böyle istemişse başka çare yoktur. Çocuksuz dünya kuşsuz yuvaya, kuşları yok çınara, bakımsız küçük göle, otsuz çöle benzer.
Cakıp Bay dağdan inerken dağ deresindeki Kara Önkür (Mağara) yolunda, yaşı yetmiş civarında, sakalı göğsüne kadar uzayan bir dervişe rastladı. Derviş, Kara Önkür[3 - Kara mağara.]’e ara sıra gelirdi. Kıpçak neslindendi. Dünyayı dolaşıp dururdu. Evi ocağı, çoluk çocuğu yoktu. Sık sık Kırgızların yurduna gelirdi. Çoğu zaman Kalmuk, Çinli, Mançu ve Uygur’daki Türk soydaşlarına, Andican’a, İran’a kadar giderdi. Kuş gibi özgür yaşardı. Dünyaya, zenginliğe doymuş bir adamdı. Bu dervişle konuşmak isteyen Cakıp, atından indi. Elindeki tulumdan kımız, heybesinden kurut alıp ona vererek:
“Derviş, malın canın esen mi?” dedi. Derviş;
“Ey Cakıp Bay, bana malımı sorma”, dedi. “Benim malım yoktur. Dünyaya doymuş insanım. Göğün altındaki dünya benimdir. Senin dünyan da benimdir. Ben malı sizin gibi biriktirmem.” Cakıp;
“A evliyam, bunu bilememişim, kızmayın!” dedi.
“Tanrımın yarattığı insanlara kızmam.” dedi Derviş. “Ya sen neye küsüp duruyorsun Cakıp? Senin malın mülkün bol değil mi?”
“Yaşım kırk sekize ulaştı, gençliğimde mal biriktirdim. Gördüm ki mala mülke sahip çıkacak olan çocuk imiş, çocuğu olmayanın malı mülkü kurusun, çocuğu olmayanın yuvası, yıkılmış şehre benziyormuş.” Cakıp, Dervişe derdini anlattı.
Derviş düşündü.
“Bir yerden duymuştum. Geçmişte atalar, hanımı doğurmazsa onu küçümser, hakir görürlermiş. Eskiler böyle anlatırdı. Tibet’e gidersem bin çeşit ottanbunun için yapılmış bir ilacı getireceğim. “ dedi derviş.
Cakıp “Evliyam, sözüne, aklına sağlık” dedi ve dervişin eline altın vererek yolcu etti.
Ondan beri Cakıp Bay hanımını, yani ömür boyu gönlünü incitmeden saygı gösterdiği hanımını, nasıl utandırabileceğini düşünüyordu.
Çocuk arzusuyla yanan Cakıp Bay, hasret şiirleri söyleyerek Altay’ın dağ ve düzlüklerinde hüzünle ağlıyordu.
Kırmızı saplı aybaltayı
Kırmadan kim yapabilir?
Daima dağınık olan halkı
Kırmadan kim toplayabilir?
Sapasağlam aybaltayı
Kırmadan kim yapabilir?
Tutsak olan bu millete?
Kim adil han olabilir?
Zavallı Cakıp yurduna yaklaştığında boğuk sesini kesti. Önüne Akimbeğ’in Mendibay adlı şımarık çocuğu çıkıp onu selamladı.
“Babacığım, niye bunca ağlıyorsunuz?” dedi çırak oğlan, Cakıp Bay’a acıyarak.
Cakıp ancak o zaman kendine gelerek gözyaşlarını sildi. Çocuğun sorusuna cevap vermeden, Atı Tuuçunak’ı direğe bağlamadan, sağa sola bakmadan evine girdi. Bu esnada dışarıda atı kaçtı, “Cakıp Bay’ın atını yakalayın!” diye bir gürültü koptu. Cakıp buna aldırış etmedi.
Çıyırdı, ihtiyarın elbisesini çıkarmadan rastgele uzandığını görünce kadının korkudan rengi uçtu. Hemen ipek döşek serip etrafında pervane oldu. Hatun, Cakıp’ın son zamanlardaki derdini bildiği için nezaketsizlik etmedi. Kibar davrandı, arzusunu sormaya cesaret edemedi, bilmezlikten geldi. Çocuk doğurmadığı için yüzü safran gibi sarardı. Sonunda Çıyırdı:
“İhtiyar, ne oldu sana, ne derdin var?” diye bağırdı.
Cakıp yere delercesine bakarak suskun oturuyordu. Bir zaman sonra konuştu.
“Kocadığında mı bana çocuk doğurup neslimi devam ettireceksin. Bunu anlamıyor musun? Beni çocuksuz bırakıp çocuk gibi bağırıyorsun. Benim çocuksuz ihtiyar; senin, kısır kadın diye adımız çıktı. Çocuğumu koklayıp yüzünü öpseydim hasretim kalmazdı. Ne kardeşimin yüzünü gördüm, ne de çocuk yüzü gördüm. Çocuk doğurmayan senin gibi karıyı, çalılığa mı bıraksam, çöle mi bıraksam diye düşünüyorum. Çocuksuz kadından oğlağı olan keçi yeğdir.
İpek elbise giyen Çıyırdı’nın yüreği tuz serpilmiş gibi sızladı, öleyim dedi, yer kabul etmedi. Gönlü sökülüp, gözlerinden yaş dökülüp üzüntüden kıvrandı.
Akşama doğru yorgun bir hâlde gelen Cakıp, yattığı yerde horlayıp tanyeri ağarıncaya kadar kımıldamadan uyudu.
“Bayım, gece kaçan Tuuçunak’ın peşinden giden çocuktan haber yok. Annesi çok merak ediyor. Kalkıp onun çocuğunu bul, niye böyle hiçbir şey olmamış gibi uyuyorsun?” Ak maral gibi gerilen, rengi uçan zavallı Çıyırdı, Cakıp’ı uyandırdı.
“E, hanım, artık üzülme. Şu ana kadar ömrümüzü hasret ile geçirdik. Bana bak, uğurlu bir rüya gördüm. Anka kuşu gibi heybetli bir kuşu yakalamışım. Yeryüzündeki hayvanlar bu kuşun heybetinden çekiniyordu. Ona uzun ipek bağ taktım. Bu talihe işarettir. Tanrım bize lütfedecek gibi…” diyen Cakıp, Tündüke bakarak Tanrıya sığındı.
“Ağzına yağ vereyim ihtiyar, dediğin olsun! Tanrım versin! Başına talih kuşu konacakmış” dedi. Çıyırdı, sevinip “Ben de uğurlu bir rüya gördüm. Elma yemiştim, içinden altmış kulaç ejderha ıslık çalarak çıkıp ata dönüşerek, uzandı.” dedi
Bunu başkalarına söyleyelim mi, ya da kimseye söylemeyelim mi, diye birbirine danışıp dururken, dışarıda yüksek sesle konuşan bir kadının sesi duyuldu.
Kapıdan Mengdibay adlı çocuğun annesi, Kanımcan, yüksek sesle hakarete başladı. Avulda bunun gibi şirret kadın yoktu.
“Ya Cakıp! Dünden beri senin atının peşinden giden çocuğumdan haber yok, ya al senin kölen olsun. A… sen bu evde çocuk bakacağına dünyayı umursamadan karının yanında eğlenip oturursun ha. Çocuğu olmayan insan çocuğun kıymetini bilmez tabii. Sizinki gibi dünyanın bizim için anlamı yoktur, çocuk kıymetlidir, çocuğumu bul.”
Cakıp Bay terbiyesiz kadınla muhatap olmadı ama bu alayla da yanmadık yeri kalmadı.
Huzuru kaçıp kapıya çıktı ve her tarafa adam gönderdi. Kendisi koyun çobanının bindiği kumral al renkli atla, Tuuçunak’ın ardından giden Mengdibay’ı aramak için Kara su nehri boyunca at sürdü.
Cakıp, çaresiz büyük bir ümitsizlikle giderken, bir adacıkta deminki kahrolası Mengdibay hiçbir şey olmamış gibi oturuyordu. Tuuçunak’ın üzerine Ak parsın derisi örtülmüştü.
Hiçbir şeyden korkmayan Mengdibay, Cakıp Bay’a akla gelmedik hadiseleri anlattı: Mengdibay, Tuuçunak’ı takip ederek gelirken, kırdan çıkan kırk çocuk atı yakalamış eğleniyorlarmış. Ormandan çıkıp saldıran parsı, gürzle öldürüp derisini Tuuçunak’ın üzerine örtmüşler ve biz Cakıp Bay’ın çocuklarıyız demişler.
Hayrete düşen Cakıp, avula gelip çocuktan duyduklarını sadece hanımına anlattı.
***
Ertesi gün Cakıp, hanımları, avuldaki büyükleri ve yakınları ile danışarak gece gördüğü rüyası için lâyıkıyla büyük bir ziyafet vermeye hazırlandı.
Cakıp ziyafete Altay’daki on iki kabile ile birlikte, Kırgız’ı, Kazak’ı, Noygut’u, Nogoy’u, Türk soydaşlarını, bunlardan başka yine Kalmuk ve Tırgoot Moğolları da alınmasınlar diye, davet etti. Servete düşkün Cakıp bu kez cimrilik etmedi. Sevincinden, topladığını, biriktirdiğini tamamıyla harcadı. İki altın hazinesinin ağzını açtı. Sayısız atlarından dokuz kara kısrak, tulumluk altı malı ile doksan kara koyun, akbaş dişi deve ve yedi inek kesti.
Cakıp’ın ziyafetine çağrılanlar, birbirlerinden haber alanlar koşarak geldiler. Ziyafeti Akbalta idare etti. Yetmiş Kırgız ailesi, iki gün misafir edildi. Cakıp Bay yağma gören Kırgız’a, unuttuğu hayır duayı hatırlatmak için, at kestirdi. Aç halkı doyurdu, giydirip kuşattı. Eline para verdi, uzaktan gelenlere, çapan giydirdi, değerli misafirlere at hediye etti. Ziyafete gelenler Cakıp’ın bu cömertliği hakkında kendilerine göre yorum yaptılar. Bazıları ziyafetin Mengdibay sağ-salim bulunduğu için yapıldığını söylediler. Fakirler ve garipler ise “ Cakıp Bay sahipsiz kalan malını koyacak yer bulamadığı için savuruyor” dediler. Kalmuklar, Moğollar basiretli halk olduğu için hemen şüphelendiler, kusur bularak “Kırgız’ın malı var ama devleti yok. Cakıp’ın bize yaltaklanması bize tabi olmasındandır” diye düşündüler. Cakıp Bay ise “Allah ü Teâlâ bize rüyayı boşuna göstermemiştir, bu bir hayırlı işarettir, rüyam gerçek olur mu, yüreğimdeki buzları eritir mi?” diye dua edip iyi dilekler diledi.
Cakıp Bay ziyafetten sonra Kıpçak, Noygut, Nogoy ve Türk kabilelerinin liderlerini ve yakınlarını rüyayı yorumlamak için alıkoydu. Onları ziyafet obasına davet etti, onlara birer elbise giydirdi. O zaman Cakıp şöyle dedi:
“Halkım! Bir acayip rüya gördüm, rüyamda böyle bir iş gördüm. Ala-Dağ’da dolaşıyordum. Bir kuş yakaladım. Kuşun ötmesi çok değişikti. Kuyruğu ve başı parlıyordu, gagası çelik, ayağı hançer idi. Uçurduğum zaman göğün altını, kara yerin üstünü karıştırdı, gökteki kanatlılar, yerdeki ayaklılar ona karşı gelemediler, hiçbiri kurtulamadı. Halkım rüyamı yorunuz. Bunun tabiri nedir?
Bilgiçler, akıllılar, rehberler başlarını eğip, sarkmış uzun aksakallarını sıvazlayıp, Cakıp’ın gördüğü rüyayı zevkle dinleyip oturdular.
Oturanların hiçbirinden ses çıkmazken, aksakallı, görmüş geçirmiş Bay Cigit, Cakıp’ın rüyasını iyiliğe yordu:
“Ey Cakıp’ım, hanımının ve senin gördüğün rüya çok güzel rüyadır. Millete hayırlıdır. Başına talih kuşu konmuştur. Arzuladığın erkek çocuk dünyaya gelecektir. O aslan gibi heybetli bir yiğit olacaktır, dünyaya hâkim olacaktır. Başına devlet kuşu konacaktır. Rüyalarınız gerçek olsun! Niyetiniz makbul olsun! Tanrı yardımcınız olsun!”
Dağılan halk Tanrıya sığınıp sevincinden hıçkıran Cakıp’a hayır dualar ettiler.
***
Ziyafet yapıldı ve geçti. Ertesi gün, Cakıp’ın avulundakiler gökte insan vücuduna benzeyen bir soğuk kara bulutun yer- yüzünü kapladığını gördüler. Kadın Şaman, bahsi ve gözü açıkların tarifine göre, bu kötü haberin işareti idi. Nihayet söylenenler doğru çıktı, kötülük avula çabucak geldi.
Cakıp Bay’ın yaptığı ziyafetin haberi Kalmuk ve Hitay Hanlarına çabuk ulaşmıştı. Bu haberi aldığında korkunç suratlı, ırmaklar dolusu kan akıtan Esen Han yerinde duramadı.
Hitayların ve Kalmukların, Kırgızlarda ezeli öcü, bitmez tükenmez intikamı vardı. Esen Han, “Kırgız Hanları, bizim batı ve kuzey tarafa yaptığımız yağmaları hep engellediler. Birkaç defa ipek, kumaş, çay ve türlü eşyalarımızı, kervanlarımızı yağma ettiler. Bugün öldürsen, ertesi gün tekrar kalkan böyle inatçı halk görmedim.” dedi.
Esen Han sarayına, durumu önceden sezen, acayip sihirleri bilen, gözü açıklara kürek kemiğiyle fal açan falcıları, İlim-i Biçik (Kalmukların mukaddes kitabı) okumuş sihirbazları çağırttırarak:
“Kahrolası Kırgızlar nasıl bu kadar canlandılar? Bunların haberini, sırrını bana söyleyin” dedi.
Bilgiçler, uzmanlar, kâhinler üç gün evden çıkmadılar. Sonunda Esen Han’a diz çökerek şöyle dediler:
“Esen Han Hazretleri, biz söylesek yanılırız, sizin gazabınıza uğrarız. Bunun doğru cevabı Çong-Beecin’deki Kara Han’ın sarayında Açık asman (Gök) önündeki taş sandıkta özenle saklanan eski kutsal kitapta yazılıdır. Oraya adam gönderip öğrenelim!”
Esen Han buna inandı. Kardeşi Kara Han’a mektup yazıp mührünü bastı. Kırgızlardan, Türklerden, Kazaklardan yağmaladıkları kumaşı, pars kürkünü, bir kutu altını hediye koydu. Onlara dört beş kâhin de gönderdi.
Esen Han’ın dayandığı dağ, akrabaları idi. O zamanlar Kırk Hanlı Hitay padişahlığının ordugâhı, Kara Han, Alev-ke, Esen Han, Aziz Han adlı dört kardeş tarafından yönetilirdi. Onlar eski atalarından kalan küçüğün büyüğe, çocuğun babaya saygı göstermek gibi adetlerini bozmadan yaşatan, yurtta ünü yayılmış cesur Hanlar idi. Kara Han kırk hanlığın sarayını yönetirdi. Aziz Han, Esen Han ve Alevke; Pekin’in Orta ve Çetbeecin Hanları olarak atanıp obaları yönettiler. On bin kişilik orduya komutan olup kuzey ile batı taraftaki Hanlıkları padişaha tabi olan yurtların hanlarıydılar.
Gönderilen kâhinler üç ayda geldiler.
Kutsal kitapta şöyle yazılmıştı:
“Kuzeydeki Kırgızlardan Manas adında bir alp doğacaktır. Onun arkasında kara mavi yelesi, omuzu üzerinde tahta gibi kızıl beni olacaktır. Manas, Kalmuk ve Hitay’ı karıştıracaktır. Gök ile yerin güzelliği olan ulu şehir Pekin’i harap edecektir. Altı ay Han olacaktır. Hitay kahramanları tutsak olup ölecektir.”
Bunu öğrenen zalim Esen Han vurulmuş ayı gibi titredi. Kendini kaybetti, feryat etti ve kana susamış gibi bağırmaya başladı.
“Vahşi Kırgızların hamile kadınlarının tümünü cezalandırın! Çocuklarını Köle edin Manas’ı bulup getirmezseniz hiçbirinizi canlı bırakmayacağım.”
Böyle müşkül durumda, altın karşılığında kiralanan casus Kalmuk rahibi, Cakıp Bay’a yedi gece yaya yürüyerek ulaştı. Bu haberi ona söyledi. Kırgızlar kaçamadılar. Ertesi sabah Kalmuk askerleri boynuzdan kaval çalarak Cakıp’ın avulunu çembere aldılar.
Ne yapacağını şaşıran Cakıp Bay, Kalmuklara boyun eğerek, at kesip, kımızdan yaptığı içkileri ikram etti. Torbada biriktirdiği altınları hediye verdi. Çok gözyaşı döktü, içlerin deki müzevir Hitay temsilcisinden korkan, Kalmuk askerleri, Cakıp Bay’ın sözünü dinlemeden Esen Han’ın emrini ilettiler.
“Hamile kadın kalmasın!” Askerler kamların, Kırgızların evlerini arayıp taradılar.
Kalmuk askerleri yetmiş Kırgız ailesinin hamile kalan kadınlarını topladılar. Onlara hiç acımadan, kılıçlarıyla karınlarını yararak bebeklerini çekip çıkardılar; kemiklerini köpeklere verdiler.
“Kırgızların tohumunu kurutacağız. Esen Han’ın emri böyledir!” Askerler avuldaki sütten kesilmemiş bebeklerden, yaşı on yediye kadar olan çocukların hiçbirini bırakmadan at gibi dizip, adını sorarak saydılar. Manas adlı çocuğu bulamayınca kaçamayanları öldürüp kalanlarını dönüşü olmayan Pekin’e götürdüler. Han avulunu yağma ettiler.
Kırgızlarda doğan çocukların sayısını kontrol etmek için her beş aileye birer Kalmuk gözcü koydular. Kalmuk gözcüleri, çocuk buldukları ya da hamile kadın gördükleri evin üstüne siyah bağ bağlardı. Bu işaretlere dokunan adamın başı kesilirdi. Kırgızlar kara giyindi, kadınları kara sarık sardılar, köpekleri her yerde uludular. Ölmek isteyip de ölemeden, kendi canlarına kıyamadan acılar içinde kıvrandılar.
Halkın inleyişlerinden ürkmüş kuşlar uçmadılar, ağaçlarda bülbüller ötmediler. Köpekler her yerde havlayıp durdular.
Alevke’nin gönderdiği askerler, Kırgızlardan Manas adlı çocuğu bulamayınca her yeri cehenneme çevirerek onu başka Türklerde aradılar. Oralarda da bulamayınca Buhara’ya, Semerkant’a girdiler. Sonunda Semerkant’ta kamburu çıkmış, onun geniş omuzlu Car Manas adlı Çon Eşen’in çocuğunu bulup, gözlerini bağlayıp, ayaklarına demir bukağı takıp, sevinerek çocuğu Pekin’e götürdüler. Kalmuk gözcülerin, kervanların ulaştırdığı habere göre Hitay Çon Eşen’in Manas adlı çocuğunu, kırk ip boyundaki büyük zindana koyup bir belâdan kurtulduklarını düşünerek huzura kavuştu.
Bu haberi öğrenen Cakıp, belini sıkıca bağladı.
O günün üzerinden çok geçmeden çocuk gülüşü ve ağlaması duyulmayan avulu bir araya toplayan Akbalta, halkın gönlünü avutup şöyle dedi:
“Sonunda görecek günlerimiz iyi olur. Tanrım dilediklerimizi verir. Başınızı kaldırın! Kara başı yalnız kendimiz koruruz! Yatarak ölmektense savaşarak ölelim! Her erkek düşmanın silahına baksın. Gizlice silah yapalım!”
Taşa damga basan, demiri toprak gibi yoğuran Dögür Usta başta olmak üzere gözcülere sezdirmeden ormandan kömür hazırlayıp, dağdan demir kazdırıp, örtülü kara keçe evini usta hane (atölye) yaparak Davut ata mesleği diye pulat kılıç ve mızrak yaptılar. Her erkek için birer kılıç ve mızrak yapıldı.
Akbalta, bunların çoğunu deriye sararak kuru toprağa gömdürüp üzerine işaret koydu.
***
Bir yıl geçti. İki yıl geçti.
Yorgun düşen Cakıp Bay, Akbalta’nın sözünü dinleyerek Kalmuk’a, Tir-got’a altın ve hayvan verip otlağını yeniledi.
Cakıp, sonraki zamanlarda evvelkinden daha çok kuvvetlendi, hanın yüzüne renk geldi, gönlü açıldı; hayvanlarının hesabını tutup hayatını daha düzenli hale getirdi. Cakıp’ın canlanmasında bir sebep vardı. Tatlı Hanımı Cıyırdı, hamile kalalı üç ay olmuştu. Cakıp, bunu Hanımının yemek yememesi ve bulantısının şiddetlenmesinden öğrendi. Cıyırdı, Kırgız’ın da, Kalmukların da, Hitayların da yemeklerini istemediği için sabahtan akşama kadar üzülüp ağlayarak, istediği şeyin aslan yüreği olduğunu söyledi.
Kırgızlarda aslan avlayacak avcı kalmamıştı. Akbalta’nın tavsiyesiyle Kalmuk, Tırgot, Kazak, Türk kabilelerine adam gönderip şehirlerini aradılar, taradılar. Sonunda Kangay’ın kara avcısı, aslan avlamış diye bir haber duydular. Cıyırdı at bakıcısına para ve altın vererek aslan yüreğini aldırıp getirtti.
Bıldırcın gibi büzülen Cıyırdı Hanım, aslanın yüreğiyle ciğerini kazanda hafifçe kaynatıp çorbasıyla beraber tamamen yedi.
“Bayım, şimdi bana can geldi!” dedi. Cıyırdı yedi gün yedi gece terleyerek hiç bir şey yemeden rahat uyudu.
Dokuz ay geçti. Çıyırdı’nın karnı büyüyüp doğum günü yaklaştı. “Kalmuk rahibi askerbaşıyla geliyor!” şeklindeki haber Kırgızlara ulaştı. Cakıp bay kendini kaybetti; sanki uyuşmuş gibi şuursuz dolanıp ne yapacağını şaşırdı.
Akıllı Akbalta ormanda bir kulübe yaptırıp yedi delikanlıyı kulübeyi korumakla görevlendirip Çıyırdı’yı her yanından örtüp gizledi:
Askerbaşı avulu toplayıp emri okudu: “Yeryüzündeki güneş gören halkların hükümdarı olan Çin Maçın Hanı Esen Han’ın doğum günü için Kırgızlar değerli hediyeler hazırlasınlar!” Kırgızlar “Doymayan kâfirlere ses çıkarmadan hediyesini verelim de bir an önce defolsunlar. Çocuk görmek üzereyiz. O çocuğa gelecek belâ askerlerle beraber gitsin” dediler.
Kırgızlar bu kez karşılık göstermeden güle oynaya altın ve gümüş toplayıp süsledikleri ata güzel kızı bindirdiler. Heybeyi altın mücevher ile doldurdular, hayvanları dokuzar dokuzar sürüp çıkardılar.
Askerbaşı sarayına döndü.
Kırgızlar, Çıyırdı’yı sakladıkları için çok sevindiler.
Beklenen gün de yaklaştı. Çıyırdı’nın doğum anı geldi. Hanımın sancısı başladı.
Sancı başladığında Cakıp’ın evine bahşılar ve kadın şamanlar toplandılar. Tünek’i dayamak için altın sırık diktiler. Kadınlar telaşlanıp beyaz evde (Ak otağda) gürültü kopardılar.
Cakıp efsun okuyup, akbozdan kısrağı, baykuş başlı koyun, ay boynuzlu ineği, enenmiş deveyi kurban kesti.
Avulda Çıyırdı’nın şiddetle bağırmaları, çığlık atışları yedi gün sekiz gece kesilmedi. “Şefkatli kayıp kuş (dağlı geviş getiren hayvanların hamisi), Umay Ana[4 - Eski Türklerde hamile kadınların koruyucusu, Tanrıça.], kuş ana, şefkatini esirgeme, yardım et!” Kadın şamanlar bahşılar sıçrayıp, davul çalıp Umay Ana’yı yardıma çağırdılar. Ateş Ana’ya sığınıp ateş yaktılar, süt ve yağ saçarak, ardıç ağacı yaktılar.
Yetmiş Kırgız ailesinin erkekleri Çıyırdı’nın doğum sancıları geçirmekte olduğunu öğrenince sevinip Cakıp Bay’ın evine gittiler, yavaşça gelip olup bitenleri dikkatlice seyrettiler. Tanrım bize ne verecek, görelim diye küçükten büyüğe herkes dağa taşa sığındı.
Dokuzuncu gece Çıyırdı’nın sancısı bitti diye kadınlar heyecanla bağırıştılar.
“Cakıp Bay, hanımın şimdi doğuracak!” sözünü işiten Cakıp; yüksek sesle ağlayıp, çocuğun sesini duyduğumda kalbim parçalanmasın, benimle gene alay etmesinler avulda durmayayım diye tepelere gitti.
Cakıp Bay, hanımı erkek çocuk doğurursa muştuluk vermek için kerme[5 - Atları bağlamak için iki çadır arasına gerilen urgan.] ye kırk kara boz at yavrusu[6 - Dört yaşına basan at.] bağlattı.
Böylesini hiç bir insan görmemişti. İnsanlar sevinerek göğe baktılar, etraf sessiz ve sakindi, hayat adeta durmuştu, kanatlı kuşlar uçmadı, akan sular akmadı. Avuldaki köpekler havlamadılar, otların başı sallanmadı.
Bu bir iyilik işaretiydi. Bu çocuktan, kimse ürkmedi, korkmadı. Hepsi merak ettikleri sırrın açıklanmasını beklediler. Hepsi kulaklarını kabarttılar.
Altay’ı sarstı “Baa!” diye ağlayan çocuğun sesi. Kara yer sallandı. Âlemi sarsan bir gök gürültüsü duyuldu. Ak Otağ’a kut düştü. Gökkuşağı gibi eğilen parlak bir ışık Cakıp’ın avulunun üzerini kapladı.
Dağ başında Kayberen[7 - Dağlı geviş getiren hayvanların hamisi.] böğürdü, bahçedeki kuşlar öttü, yerdeki yılanlar ıslık çaldı. Avuldaki köpekler havlamaya, atlar kişnemeye başladı.
Bebek iki elinde kan pıhtısı olduğu halde doğdu. Bebeğin on beş yaşındaki çocuk kadar ağırlığı vardı. Çırpınışları otuz yaşındaki insanın kuvveti kadardı. Bebeğin iki omzunda kara yele görüldü. Ağzına yiyecek verildiğinde üç tulum yağı bir defada yedi. Soylu kadın Çıyırdı bebeğe memesini verdiği zaman memesinden önce süt sonra kan çıktı, Hanım buna dayanamadı.
Yetmiş Kırgız ailesinin mutlu günleri gelmişti, nice aylardan, nice yıllardan beri çocuk ağlamasını işitmeyen Kırgızlar çok sevindiler.
Avulun erkekleri o anda çocuğun babası olan Cakıp’ı hatırladılar. Ona bu haberi ulaştırıp hediye almak için kemredeki
Kırk at yavrusuna binerek her tarafı aradılar. At bulamayanlar da çoktu; kimisi yaya, kimisi atlı gitti.
Avulda erkeklerden yalnız Akbalta tedirgin bir halde evinde kalmıştı. Sulayka bunu görüp şaşırdı, “İhtiyar, müjdeden boş kalma, koşan almaz, nasibi olan alır. Cakıp’ın sevincini paylaş!” diye yalvardıktan sonra Akbalta da yola koyuldu.
Akbalta, Kökçolok atını döverek avdan kalan köpek gibi seğirtti. Cakıp Bay dağ eteğindeki gök çukurun yüzünde, ırmak kenarında; kanatlı at veya gök kır tay gibi, kara yeleli kula kısrağa yürümeyi öğretmek için tek başına uğraşıyordu.
O zavallı Cakıp Akbalta’nın getirdiği sevinçli haber ile titreyerek bayıldı. Sonra ayılıp şükrederek avula geldiler.
Akbalta, Cakıp’a ulaştırdığı sevinçli haberin karşılığında dokuz hayvan aldı.
Cakıp Bay, boz evine, Cıyırdı’yı kutlamaya hiç şaşırmadan sakince girdi.
“Var ol hanım! Evladının beşik bağı sıkı olsun! Beşik bağı kutlu olsun! Çocuğunu Tanrı korusun!”
“Var ol bayım, dediğin olsun!” diyerek rahatlayan Çıyırdı, beyaz memelerini uzatıp, beyaz gerdanını çıkarıp ihtiyar kocasına çocuğunu uzattı.
Cakıp, bağırarak ağlayan bebeğin göbeğini kokladı. “İhtiyarlıkta sahip olduğum oğlan bu mudur?” diye bebeği Tünek’e yaklaştırıp dikkatlice baktı. Tanrının verdiği bu çocuk ağırbaşlı, aslan boyunlu, gözü açık, kaşları çatık, sert, kaplan gibi heybetli, kuvvet fışkıran bir oğlan idi. Cakıp, çocuğun arkasında kara mavi yeleyi gördü, iki omzunda koruyucu melek kükreyip duruyordu.
Mutsuz Çıyırdı “İşte sen! Vücudumun bir parçası olan gözbebeğimi seni dokuz ay, dokuz gün karnımda taşıyıp bin bir zorlukla doğurdum. Artık ak sütümün hakkını verirsin!” diye içinden üzülerek Umay Ana’ya derdini anlattı.
Çıyırdı, çocuğu doğururken gözüne görünen bir ikaz işareti hakkında Cakıp’a da, yakınlarına da bir şey söylemedi. Bu annenin kalbinde bir sır olarak kaldı.
Bir aksakallı derviş tünekten inerek “Oğlunun adı Evliya’dır. Büyüdükten sonra savaşçı bahadır olacaktır. Bir çelik ok tahsis ettim, onu çocuğuna emdir. Asıl lazım olanını yakasına tak. On ikiye girdiğinde bir ustaya yay yaptırtacaksın. Olgunlaştığında altı yiğide verilmesi için gökten altı kılıç inecektir” dedi. İhtiyar evliya çocuğun alnını üç kez sıvazlayarak oku verdikten sonra gözden kayboldu. Çıyırdı dervişin söylediklerini kimseye anlatmadı. Çelik oku çocuğa emdirdi, gömleğinin yakasına ipek iple dikip taktı.
Cakıp: “Rüyada gördüğüm oldu. Allah’ım şu çocuğun bahtını ver, ömrünü ziyade eyle, düşmandan intikamımı alsın, kaybettiklerimi bulsun.” diye dilekte bulundu.
Kederli halk ise: “Zorluklarla pençeleşirken hepimiz bir çocuk istedik. Dileğimizi makbul gördün. Şu çocuğumuz dünyaya kement atan oğul olsun, ıstıraplarımızı gidersin, başımızı kurtarsın! Ayaklar altında kalan bayrağımızı kaldırsın, kılıcımızı keskin eylesin! Kaybettiğimiz toprakları geri alsın! Yolu, kolu, gözü açık olsun!” diye hep birlikte Tanrı’ya yalvardı.
Kırgızların ahı herhalde Tanrı’ya ulaşmış. Tanrı bu zavallı halka acımış Kırgızların bedduası tutmuş, belki de Tanrı kahretmiş, son zamanlarda Kalmuk ve Çinlilerin Kırgız, Kazak ve Türk kabilelerine yaptığı baskı hafifledi. Çon Beecin’deki Hanlar arasında iç çekişmeler, Kırk Han’ın hâkimiyet ve dünyalık kapma kavgası sebebiyle, Kalmuk ve Çinlilerin göçmen halka baskı yapacak ve zulüm edecek hali kalmamıştı. Halk arasındaki Kalmuk serdarları, casus ve muhabirleri yer yer eriyen kar gibi gizlice kaybolmaya başladılar.
Bunun farkına varan Cakıp, avulun ileri gelenlerini, yakınlarını toplayıp danıştı. “İhtiyarlığımda oğul sahibi oldum, hayvanlarım yok olmadı. Otlar yetiştiğinde, hayvanlar doyduğunda, Uç-Aral’da bir ziyafet vereceğim.” dedi.
Yurdun ileri gelenleri Cakıp’a katıldılar. Keşke Kalmuk, Tırgot, Çinlilerden sır saklayıp, Cakıp’ın, on iki direkli, Ak şanlı üç kardeşini bulsa da onları çağırıp köşeye oturtsa, sevincini onlarla paylaşsa, ziyafetin tadını çıkarsa. Ama onlardan şu ana kadar hiç bir haber alamadı. Bunu düşündükçe yüreği sızlıyordu. Oruz’u Opal’da, Bay’ı Kaşgar’da, Usön’ü Tibet’te diye biliyordu.
Cakıp her şeyden evvel, Kazak’a, Noygut’a, Katagan’a, Türk kabilelerine, Alçın’a, Uyşun’a, Nayman’a, Kıpçak’a, Abak’a, Tarak’a, Argın’a dört beş ay önceden çocuğunun düğününe davet etmek için haber gönderdi.
Uzun zamandır ziyafeti özleyen Kırgızlar yurdu yenilediler, evlerini düzeltip kurdular. Kadınlar süslenip, kara başörtüsü yerine beyaz sarık ve beyaz başörtüsü kullandılar. Kızlar saçlarını çeşitli şekilde örüp, baykuş tüyleriyle süslenen kalpaklarını giydiler. Erkekler kesmek için hayvan hazırladılar, ocak yaptılar, odun hazırladılar, yarış atı hazırladılar, misafirleri ağırlama işini görüştüler.
Cakıp Bay, bir gün Ala-Dağdaki Nogoy’un evine benzeterek, Altay’da altı direkli bir otağ kurup süsledi. Ardıç dumanıyla evi tütsüledi, davul çaldırıp bahşıya evdeki belayı kovdurdu, kıllı mızrağa kızıl tuğ takıp tünekten çıkardı.
Akbalta, önce Cakıp’ın fikrini beğenmemişti, sonra halkın ziyafete hasret kaldığını görüp zavallıların gönlü neşelensin, başları bir araya gelsin.” diye kabul etti ve ziyafet işlerini üzerine aldı. Bu yüzden, o ne uyuyabildi, ne de rahat soluk alabildi. Hep koşturup durdu. Ziyafet yedi gün sürdü. “Cakıp’ın çocuğunun ziyafeti bizim de ziyafetimiz, şimdi hizmetini etmeyelim de ne zaman edelim.” diyerek Argın’ı, Kalmuk’u, Nogoy’u, Kıpçak’ı hep beraber misafirleri ağırladılar. Oyun, güreş, mızrak müsabakası, at yarışı düzenlendi. Cakıp’ın ziyafeti Altay’da çabuk duyuldu.
Kalmuk Tırgot, Çinliler ve Moğollar “Bu Kırgız Ak Otağ kurduğu için mi böyle şımarıyor? Onun bizim bilmediğimiz bir çocuğu var. Alevke’ye söyleyelim” diyerek kötü niyetle avullarına döndüler.
Cakıp, her kabilenin başta gelenlerini, yakınlarını, bilgili aksakalları, özellikle ziyafet sonrasında alıkoyup, her birine elbise giydirdi. Aksakalları özellikle ziyafet sonrasında alıkoyup her birine elbise giydirdi, çocuğunu sağ eteğine koyarak, hanımını peşine takıp ortaya çıktı.
Sevgili kardeşlerim! Tanrımın verdiği oğluma ad veriniz.” Cakıp diz üzerine oturup dileği için dua etti.
Çocuktan çıkan ışığa bakıp ona layık bir ad bulamayan halk şaşırıp kaldı.
Ah, Tanrım! Tam bu sırada beyaz çadıra yırtık deri elbise giyen, elinde beyaz asa tutan, beline çakmak taşı bağlayan, ayağına çarık saran bembeyaz sakallı, ak külahlı bir derviş içeri girdi.
“Millet!” dedi yüzü ışıldayan derviş, şaşkın oturanlara bakarak, “Müsaade ederseniz nur yüzlü çocuğun adını ben vereyim.”
Onlar da; “Olsun! Ağzından çıkan kutlu olsun, çocuğun adını sen ver ihtiyar.” dediler.
“Söylemek benden, söz Tanrı’dan… Çocuğun adı Manas olsun! Ulu adına layık bahadır olsun! Belalardan uzak dursun” dedi gözlerinde ateşi olan evliya derviş elindeki asasını çocuğun üzerine silkerek “Manas, ok geçirmeyen kürklü ol! Ok yetişemeyen atlı ol! Sana dokunanları kılıçtan geçir, karşına düşman çıkarsa belini büküp öcünü al! Seninle tutuşan yenemesin, sana dokunana aman verme! Yalnız başına bozkurt ol, kırk kişiye bedel ol! Adını şimdilik sakla.” dedi.
Oradakiler “Dediğin olsun. Tanrım versin!” diye uğultuyla güneş ışığının girdiği tüneke bakarak Gök Tanrı’ya sığındılar.
Çıyırdı Hanım, çocuğuna ad veren adama elindeki ipek kumaşla altını vereyim diye düşünürken beyaz sakallı derviş bir anda gözden kayboluverdi. Onu dışarıda olanlar da görmemişlerdi.
Manas Manas olunca, adı sanı duyulunca, yurtta ona muhatap çıkmadı.
Küçücük Manas, bağırınca dağdaki kayberen ürkerdi, ormandaki kaplanlar kaçardı.
Manas bebekliğinde ağlamayı bilmiyordu, yaramazlık yapardı, istese obanın ocağındaki ateşten yalın ayak geçerdi. İçinden geçilmez çam ormanında tek başına dolaşırdı. Ev kadar taşları dağdan yuvarlardı. On beş yaşındaki çocuğun elini sıkıp onu ağlatıyordu.
Çocukcağız üç yaşına geldiğinde Çong Cindi diye biliniyordu. Delikanlılarla eşit oldu, devenin kuyruk sokumu kemiğini tek eliyle birleştirir, Gök öküzün boynuzunu kırardı. Onunla güreşmeye kimse çıkamazdı.
Çong Cindi dört yaşına geldiğinde sık sık dövüşmeye başladı. Karaağacı yerden köküyle beraber kopardı. Canıyla yarışıp, gücüyle kapıştı, suya bassa dalmadı, ateşe bassa yanmadı. Aslan gibi heybetli oldu, belalı Cindi diye adlandırıldı. Çong Cindi henüz küçükken marifetini millete gösterdi, beş yaşına geldiği zaman, öküz kadar taşları kaldırdı, yılanın başını ısırdı, bir tulum kımızı bir seferde içti.
Genç Manas altı yaşına geldiğinde uzun boylu delikanlı oldu, yiğitlerle denk oldu. Çong Cindi adını bıraktı, kendi adıyla çağırılmak istedi.
Manas, yedi yaşında kırıp dökmeye başladı. Can dostları ondan bezerek kaçtılar. Deliliği arttı, bir kuzunun eti ile doymadı, onunla güreşecek yiğit kalmadı.
Manas sekiz yaşına girip erkeklik çağına erince, her gün kırlarda dolaştı. Ev yüzünü görmedi, kervan yolunda gelip geçen tüccar ve kervancıları soyup, malını mülkünü çocuklara dağıttı. Avuldakiler “Cakıp Bay’ın bir tanesi laf dinlemez, şımarık!” diye dedikodu yaptığı halde hiç kimse karşısına çıkamazdı.
Bir keresinde Manas, avuldan kırk çocuğu toplayıp, geniş Altay’ın tepeli alanlarında karargâh kurup eğlence düzenledi. Eğlence kıvamına geldiğinde yukarıdaki dağ tepesinden Kalmuk, Tırgot, Moğol’un kudurmuş seksen çocuğu sallana sallana gelip avulun çocuklarına büyüklük tasladı.
“Serseri Kırgızların çocukları eğlence düzenlemişler. Onlara eğlenmeyi gösterelim! Esen Han atamız bunların derisini yüzüp gözünü oyacak!” diye sunardılar. Onlardan birine “Erkek isen yap!” dedi Manas. Kalmuk’un, Moğol’un, genç çocukları savaş parolasını söyleyip Kırgızları her yandan kuşattılar, bağırıp çağırarak, kavga çıkardılar. Kaçan Kırgız çocuklarını küçük büyük demeden ölesiye dövdüler. Epeydir bir kenarda duran Manas artık “Yeter!” diye araya girdi.
“Bu hakeme bak, kötü Kırgız!” diye Kalmuk çocuklarının başı, Manas’a değnekle vurdu.
Manas dayak yedikten sonra yerinde duramadı. Yerdeki değneği alıp Kalmuklara öyle bir hareket yaptı ki, değneğin dokunduğu on iki çocuk öldü. Manas’ın heybetini gören Kalmuk çocukları köşe bucak kaçmaya başladılar. Kırgız diye savaş parolasını söyleyen kırk çocuk Kalmukları kovaladılar.
Manas, Kalmuklara yetişip tam onların cezasını vermek üzereyken karşısında Cakıp Bay peyda oldu.
Cakıp “Hey yaramaz!” diye, Manas’a bağırdı, “Kalmuklara bunu nasıl ödeyebilirim! Başımızı yiyeceksin bu hareketinle, dur!” dedi.
Manas kırk çocuğu peşine takarak hiçbir şey olmamış gibi avula geldi.
Ertesi gün Kalmuklara dokuzarlı gruplar halinde hayvan götüren Akbalta şöyle dedi:
“Avulumuzdaki Çong Cindi denen çocuk kavga çıkarmış, onun cezasını biz verelim. Ayağına geldik, çocukların işi yüzünden birbirimize düşman olmayalım” diyerek Kalmukların ayağına kapandı.
Onun malını mülkünü alan, içkisini içen Kalmuklar şöyle dediler:
“Kırgızlar! Sizin af dilemelerinize alıştık artık. Çong Cindi’nize sahip çıkın!”
“Tamam” dedi sırrı içinde saklayan Akbalta.
O olaydan beri Cakıp oğlundan kaygılanıyordu.
Cakıp sonunda hanımına danışarak Manas’ı Oşpur’a bir an önce vermek istedi. “Çocuğu uşak mı yapacak, Hanzâde mi yapacak, budala mı yapacak kendisi bilsin. Onun eline verelim, hem Kalmukların gözünden uzak dursun” diye atına binerek yola koyuldu.
Cakıp’ın bildiği kadarıyla Oşpur çobanların başı Tengir Bay’a tabi olan, töreleri iyi bilen, sözü bir özü bir insandı. Oşpur, gençliğinde dünyadan bıktığı için halkına geç katılmıştı. O dağın tepesinde düşüncelere dalmış bir halde akşama kadar otururdu. Gece boyu uyumasa bile gündüz yine halinden hiçbir şey eksilmiyordu. Kolay kolay sırrını söylemezdi. Birçok dili biliyordu, Karakuş gibi ihtiyar gözükmesine rağmen tekmeyle taş yaran, eliyle her şeyi kırabilen kişiydi. Yedi gecede Kalmuk ve Çin’e yaya olarak gidip gelirdi. Oşpur, dağdan seyrek olarak inerdi. Ömrünün büyük bir bölümünü ak karlı, mavi buzlu yükseklerde kuzuların otladığı, kayberenlerin yayıldığı yerlerde, koyunlar arasında geçirirdi.
“Oşpur Bay nerdesin?” dedi Cakıp yüksek sesle, “Sana bir kul getirdim.”
“Buradayım Cakıp Bay.” Oşpur Ak çadırından çıktı, “A, oğlunuzu ağılıma alıp gelmişsiniz…”
Oşpur, Manas’a dikkatlice bakarak ona bir sarı keçi yavrusunu kurban kesti.
“Oşpurcuğum, sen çok şey bilirsin, söylemesen de bunu fark edebiliyorum. Bunu adam et. Seni Tanrı’ya, oğlumu sana emanet ediyorum.”
Çoban başı, Bay’ın sözünü dinledikten sonra cesaret bularak:
“Bayım, peki. Avuldaki Çege Bay ile oynasın!”
“Oğlumun gözünün yaşına bakma! Vur, döv! Yattığı yer kara kulübe olsun, önü taar[8 - Kaba yünlü kumaş.] keçe olsun! Şımartma” diyerek Cakıp evine döndü.
Manas Oşpur’un yanında kaldı.
Ertesi gün kara kulübede horlayıp uyumakta olan Manas’ı Oşpur tan atmadan uyandırdı.
“Hey, Manas! Sen buraya uyumaya gelmedin. Çobansın. Dediğimi yapacaksın, kalk! Normalde öğlene kadar uyuyan uykusever Manas bugün hiç ses çıkarmadan gözünü açtı.
“Söyle bana, nasıl insan olmak istersin?” dedi Oşpur onu sorguya çekerek.
“Bahadır olmak istiyorum” dedi Manas rahatça.
“Peki, bahadır olunca ne yapacaksın?”
“Bahadır olursam düşmanlarımı param parça edeceğim.”
“Öyle mi! Niçin düşmanlarını öldüreceksin?”
Manas buna cevap veremedi.
“Halkımı yağmalayıp soyduğu, öldürdüğü için desene!” dedi Oşpur “Kan dökerek mi bahadır olacaksın?”
“Bilmiyorum.”
“Şimdi sözümü dinlersen bahadır olacaksın.” dedi Oşpur. Manas çobana “Tamam!” işareti yaparak başını salladı. Oşpur, Manas’ı büyük nehrin aktığı geniş dereye götürdü. “Şimdi buradan öteki kıyıya geçeceğiz, yol bul.” dedi Oşpur. “At ile geçemez miyiz?” dedi Manas.
“Bahadırlar pek çok zorluk yaşarlar. Bahadır olmak istersen yaya geç!” dedi, Oşpur Manas’a bakıp.
Gerçekten Manas nehre elbiseleriyle girdi. Beş adım gittikten sonra Manas bir taşa takılıp kayarak düştü. Suda sürüklenmeye başladı, suda boğulmak üzereydi, iki gözü Oşpur’daydı.
Oşpur, suda akıp gitmekte olan Manas’ı takip ederek, şaşmadan nehir kıyısı boyunca gelmekteydi. Manas çaresizdi, nehir onu almış götürüyordu.
Nehrin kıvrımına geldiğinde, Manas’ın gücü kalmamıştı. Oşpur, kıyıdan elini uzatıp onu nehirden çıkardı.
“Bahadır olmak kolay mıymış?” dedi Oşpur gülümseyerek.
“Bahadır savaşta dövüşür, düşmanla savaşır, suda akmaz!” dedi Manas kızgın hâlde.
“Suda dövüşmek, yaya olarak nehir geçmek bahadırların başına her an gelebilir” dedi Oşpur.” Uykudan kalkıp, bir anda kara gücünle olman lazım.”
Oşpur, Manas’ı öteki kıyıya geçirip taşlı dereyi gösterdi.
“Bu deredeki taşları iki günde bir yere toplayacaksın.”
Manas daha da sinirlendi.
“Onunla sur mu yapacağız?” dedi tersleyerek.
“Hayır. Senin gücünü deneyeceğiz” dedi Oşpur. “Bunları topladıktan sonra eve gidebilirsin.”
Oşpur atına binip Manas’ı derede bırakarak gitti.
Manas, burada iki gece kaldı, bin bir zorlukla ev kadar taşları bir yere topladı.
Üçüncü gün Oşpur geldi, toplanan taşları görüp Manas’ın omzunu tuttu.
“Şimdi, senin gelecekte bahadır olacağın belli oldu, Manas.”
Oşpur o zamandan sonra Manas’ı rahat bırakmadı. Onu Süt-köl denen yayladaki suyu çok soğuk olan derin göle, etrafında Kamçatka ördeklerinin bulunduğu yere götürdü. Beline ip bağlayıp suya daldırdı. Böylece Manas yüzmeyi öğrendi.
Bu Oşpur’un eziyetlerinin başlangıcıydı. Ne olursa olsun, Oşpur’un eziyetleri Manas’ın hoşuna gidiyordu. Dikkatiyle, canla başla Oşpur’un söylediklerini, itiraz etmeden hemen yerine getiriyordu. Bahadır olmanın kolay olmadığını artık anlamıştı Manas.
Bir ayda Manas yayın nasıl yapılacağını, nasıl çekileceğini öğrendi. İki ay sonra dayanıklı mızrak yapmanın sırrını öğrendi. Üç ayda kılıç yapmayı ve kullanmayı öğrendi. Dört ayda erkek yarışları[9 - At üzerinde yapılan bir birini eyerden düşürme yarışı.]na alıştı. Beş ayda Oşpur ile tutuştu, kara gücü geldiğinde Manas onu bir eliyle kaldırdı, bunu fırsat bilen Oşpur ayak çalmak suretiyle çocuğu yere serdi.
Oşpurun bilmediği şey yoktu. Tibet ve Çin’den öğrenip geldiği sırrı; ineğin derisini asıp eliyle saplayarak delmeyi, bir değnekte otuz kişiyle tutuşmayı, tekme atmayı Manas’a öğretti.
Altı ay sonra o etine dolgun çocuk zayıflamıştı. Boyu uzamış yaramazlığı kalmamıştı. Vücudu kuvvetlenmiş boz bir oğlan olmuştu. Ondan sonra Oşpur, Manas’a güvenerek onu Çege Bay’la beraber koyun gütmeye gönderdi.
“Üzerine Kalmuk’un taşını tak!” dedi Oşpur, “Yoksa Kalmuklar senin ayaklarını ve kollarını keser.”
“Oşpur Ağa! Kalmuk’un taşını takıp yaşamaktansa ölürüm daha iyi!” Manas buna gücenerek beyaz kalpağını, üstüne kementay[10 - Keçeden üst giyim, çapan.]ını giydi ve yanına kılıcını aldı.
Manas on yaşına geldiğinde tırmanmak için dağ, savaşmak için düşman bulamadı. O dağdaki çobanlardan kırk çocuk bulup almak istedi.
Bir sıcak yaz gününde, Manas ile Çege Bay dağa koyunları otlatmaya çıkmışlardı.
Tam karşıdaki kaya taşında bir kurt, koyunları arasında aksak beyaz kuzuyu yakalayıp güpegündüz parçaladı. Bunu gören Çege Bay’ın ödü koptu; bağırmak için sesi dahi çıkmadı, ardıç ağacına çıkarak saklandı.
“Hey, bu hangi köpek?” dedi Manas.
“Köpek değil, kurt” dedi yaşça büyük olan Çege Bay. “Bizi de yiyecek, saklan buraya.”
“Kurtsa ne varmış. Bunun ciğerini söküp alacağım” diye on yaşındaki Manas kurda saldırdı. Kuyruğundan yakalayacaktı ama yetişemedi.
Kurt kaçıp gitmekte idi. Manas akan kan izinden onu takip etti. Kurt kayanın önündeki kara mağaraya girip saklandı. Manas da onun izinden mağaraya girdi.
Manas mağaraya girince gördüklerine inanamadı. Köşede iri yarı, şık elbise giyen kırk kişi sırayla oturmuştu. Kanatlı atları vardı; gönülleri açık, yüzleri nurluydu. Onların yanında Oşpur’un aksak kuzusu meleyip duruyordu.
Büyüklerden çekinen Manas onlara selam verdi:
“Ağalar, Kuzuyu kapan kurdu gördünüz mü?” dedi.
“Gördük” dediler. Oturanlar birbirlerine bakarak gülümsediler. “O kurt işte biziz. Biz kırklarız.”
Manas’ın onlara pek inanmadığını gören kırklardan biri bir anda kurt şekline girdi. Manas da böylece inandı.
“Biz kırklar senin yoldaşlarınız.” dedi oturanların büyüğü, “Ne zaman zorda kalırsan biz hemen yardımına koşarız. Sana söz!”
Kırklar Manas ile göğüslerini birbirine değdirerek sözleştiler.
O esnada mağaraya Çege Bay girdi.
“Onun adı ne?” dedi kırkların büyüğü.
“Kadoo Bay’ın oğlu Çege Bay, çobanımız.”
“Bu çocuk sonra sana can yoldaş olacaktır, adı Kütübi olsun.” dediler ve kırklar gözden kayboldular.
Manas ile Çege Bay geri dönüp koyun kuzularını saydılar, eksik çıkmadı. Manas bu gördüklerini iyiliğe yordu. Deminki beyaz kuzuyu Çege Bay’la kesip kızartarak yediler.
Gündüz dağdaki koyunlara saldıran kurtları gören çobanlar, akşamüstü deredeki koyunlarını sayıp kontrol ettiler. Ağıldaki koyunların ve otlaktaki atların hiçbiri eksilmemişti. Oşpur’un koyunlarına da bir şey olmamıştı. Ağılda deminki aksak ak kuzu da vardı.
Oşpur, koyunlarını güderek tepe boyunca gelirken deredeki çukurda Manas başta olmak üzere kırk çocuğun eğlenmekte olduğunu gördü. Çocukların eğlenmesini seyretmek için attan inerek bir söğüdün altında oturdu.
Çocuklar artık büyümüşlerdi. Onlar durmadan ordo[11 - Hanın karargâhını ele geçirmek için olan savaşı temsil eder.] oyunu oynuyorlardı. Sonra kazandaki etleri alıp yediler. Çocukların arasında Manas Opol dağı gibi gözüküyordu, o bu görünüşüyle diğerlerinden farklı idi.
“Bahadıra itaat edelim!” Kırk çocuk Manas’ın etrafında dönerek ona saygı gösterdi. Manas bununla yetinmeyerek, adetlerde olduğu gibi somurtkan davrandı. Çocukların kendisine beyim demelerini sağladı.
Eti yedikten sonra Manas söğüdün gölgesinde uykuya daldı. Bir zaman sonra üst taraftan Kara Kalmuk’un seyi si Kancarkol, yolundan şaşmış köpek gibi koşturup geliyordu. Bu kâfirin işini Oşpur biliyordu. Bu adam Kalmuk ve Çin’de, Sibirya parsı gibi emir dinleyen, insanın başını eliyle kesebilen, elini göğse saplasa hançer gibi giren, bu yüzden Kancarkol diye adlandırılan belâlı biriydi. Oşpur, içinden fırsat bulsam da Kancarkol ile yerde teketek dövüşsem diye düşünüyordu.
Kancarkol, yol boyundaki çocukları görünce köpek gibi fırlayıp gelerek kamçısıyla onları kamçılamaya başladı. Çocuklar Tarançı[12 - Çiftçi, tarımla uğraşan.] gibi sağa sola dağıldılar, bazıları korktu. At üzerinde dövüşemeyen Kalmuk attan inip kuşattığı çocuklardan dördünü eliyle vurarak öldürdü. Sonra onları toplayıp üzerlerine oturdu.
Manas, çocukların gürültüsünden uyandı. O Kancarkol’a doğru heybetle, aslan gibi kükreyerek geldi. Onun gücünü fark eden Kancarkol da önceden tedbirini aldı. Oşpur:
“Ne yazık, Manas belki o tecrübeli kâfire yenik düşebilir, keşke onun yerinde ben olsam! Kancarkol, Manas’ı parçalarsa, Cakıp’a ne söyleyeceğim.” diye düşündü.
Manas ile Kancarkol meydanda dönerek birbirini korkutmaya çalıştılar. Bir ara, Kancarkol eliyle Manas’a göz açıp kapayıncaya kadar vurmak istedi. Yiğit Manas, kendini bir yana attığından, Kalmuk’un eli söğüde saplanmıştı. Bir anda Manas ayağıyla onun böbreğine vurup, kaldırdı ve kucaklayarak yere fırlattı. Kancarkol yere serildi.
Oşpur, Manas’tan emin olarak; çocuk, göreceğini görmüş, öğreneceğini öğrenmiş, olgunlaşmıştır. Sağ salimken Cakıp’ın eline teslim edeyim diye yola koyuldu.
Oşpur’u gören Çıyırdı, sevincinden bağırdı. Heyecandan Oşpur’a verebilecek hediye, giydirebilecek elbise bulamadı.
“Sana kurban olayım Oşpurcuğum! Manas kuzum aman mı? İki yıldır onu görmedim. On çocuğu varmış gibi ihtiyar onu görmeye gitmedi. Manas adından Kalmukların, Çinlilerin haberi var mı? Almak istersen işte hayvan! Para istiyorsan onu da senden esirgemem. Beslediğim oğul adam olacak mı?”
Sözde hasis, derin düşünceli olan Oşpur şöyle dedi:
“Oğlumuz amandır, kimseye yenilmez, güreşte, kimseye boyun eğmez biri oldu, kıvamına geldi. Söyleyeceğimi söyledim, vereceğimi verdim. Artık Kalmuklardan, Çinlilerden korkmaz oldu. Çocuğa ihtiyacınız varsa alabilirsiniz.”
Ertesi gün Cakıp Bay Manas’ı alıp gelmek için Oşpur’la beraber gitti. Cakıp oğlunun olgunlaştığını görüp sevindi. “Ya kurban olayım kuzum, beri gel, konuşalım. İhtiyar Kalmuk’u dövmüşsün. Çakmağıyla bıçağını almışsın. Şimdi Kalmuklar bize felaket yağdırmaz mı? Başımıza belâ olmayacaklar mı?” diye Cakıp ağladı.
“Ben onu ganimet aldım. Ganimeti vermeyeceğim.” dedi Manas dudaklarını bükerek. “Ey baba! Ne zamana kadar böyle saklanıp yaşayacağız? Artık kaçmayacağım Kalmuk’tan, ölümden öte yol yok!” dedi.
“Ya, yavrum, arkadaşlarına hayvan kesip yedirip israf etmişsin.” dedi Cakıp.
“Ey baba kızma. İnsana, dünya ile hayvan bulunur. Bunca sahipsiz hayvanı güdüp ne bulacaksın. İnsana birazcık servet yetmiyor mu?”
Cakıp, çocuğunun söylediklerine karşılık bulamadı. Manas’ın akıl bulduğunu, büyüdüğünü gören Cakıp, içten memnun oldu.
Oşpur, elini Manas’ın omzuna koyup vedalaşırken sordu:
“Manas, olgunluk çağına geldin. Şimdi seni babana teslim ediyorum. Söyle bakayım, benden ne öğrendin?” dedi Oşpur.
“Nasıl bahadır olunacağını, nasıl savaşılacağını!” dedi Manas.
“Hoşlanmadığın herkesle savaşır mısın?” dedi Oşpur.
“Saldırırsa, evet!”
“Manas sağ kulağınla da, sol kulağınla da dinle. Önce halkına saldıran düşmanla savaşacaksın. Her zaman halkını düşüneceksin, sonra kendini. Bu, her yiğidin parolasıdır. Benim sana verecek vasiyetim budur.”
Manas nasihatini bitiren Oşpur’un önünde diz çöktü.
***
Cakıp Bay’la Manas sabahın köründe yola koyuldular. Doğuda güneş ışınları bulutlara aksederken Batıda ay henüz kaybolmamıştı. Tepeleri beyaz karla örtülen dağlar, kül rengine bürünmüştü. Kuş sürüleri dizi halinde göç etmeye başlamış, yerde otlar sararmış, şafak süzülmüştü.
Cakıp Bay da, gök yavrularını yetiştiren kuş gibi, boyu uzayan, at üzerinde mağrur oturan yiğit oğlunu, dikkatle süzüp, daha önce “Keşke yanımda bir oğlum olsaydı, hasretim kalmazdı.” şeklindeki dileğinin sonunda gerçekleştiğine şükrederek, hanımına çabuk ulaşmak için atın dizginini silkti.
Tör-Su nehrini geçip Ak-Ötek’e geldiğinde uzaktan buram buram yükselen toz duman içinde, ürkmüş at sürüsü göründü. Cakıp ürkmüş atların önünü kesip, damgalarına bakarak onların kendi atları olduğunu gördü.
Cakıp bu sıcakta temiz atları korkutarak süregelen yabancı Kalmuk’a sordu:
“Hey, atları nereye götürüyorsunuz?”
Yer kapan Kalmuk, Cakıp’ın sözünü anlamadan atları, sövüp sayarak sürüp gitti.
Atların ardından koşan lyman adlı at çobanı, Cakıp’ı görüp acı acı ağladı.
“Kalmuklar bizi dövüp, yurdumuzu alarak, atları sürüp götürüyorlar, bayım.”
O sırada Manas yetişip geldi, ağlayan at çobanını görüp babasına sordu:
“Bu at çobanını kim dövmüş, baba?” Cakıp doğruyu söyledi.
“Deminki Kalmukların işi yavrum. Altı grup Kalmuk yer değiştirmiş. Kısa zaman önce otuz kısrakla, beş atı otlak ücreti olarak vermiştim. Bunu az görüp atları otlaktan kovmuşlar.”
Atların ardındaki al donlu ata binen Kalmuk reisi Kor-tuk, Cakıp’ı tanıyıp kaba sesle bağırdı:
“Pis, vahşi Kırgız! Otlağın sahibini bilmiyor musun? Hayvanlarına bir yer bulsaydın? Şimdi sana göstereceğim! Tohumunu göstereceğim.” diye Kalmukça sövüp, Cakıp’ı atından indirip, kovaladı.
“Ya baba, bunlar ne diyorlar?” diyen Manas hâlâ hiçbir şey anlayamamıştı.
“Ey yavrum, çocuklar böyle sözleri anlamaz.” dedi Ca-kıp telaşlanarak.
Bu sırada kenarda duran Kalmuk, Cakıp’ı kamçıladı. Bayın zardava kalpağı yere düşüp çenesinden kan aktı. On Kalmuk Cakıp’a saldırdı onu fena dövdüler.
Bunu gören Manas tahammül edemedi. At çobanı lyman’ın elindeki huş ağacından yapılmış sırığı (kement) kapıp kükreyen Kortuk’un üzerine fırlattı. Kalmuk’un başı parçalanarak beyni sırığa takılı kaldı. Bunu göre Kalmuklar atlarının dizginlerini çektiler, şaşırdılar. Atlarının üzerine yerleşerek Manas’ı yakalamaya yeltendiler. Mızrak ve kılıçla saldıran Kalmuklar, Manas’ı her taraftan kuşattılar. Manas atıyla bir yana kaçarak sırıkla onları birer birer yere düşürdü. Kalmukların yedisi yere düştü. Manas gök kır atının yorgun düşmesine rağmen ayaklarıyla onun böğürlerine vurarak kaçan Kalmukları inatla takip etti. Cakıp Manas’ın arkasından bağırarak gök kır atın dizginini tutmaya çalışsa da ulaşamıyordu.
“Hey, yapma yavrum, dur!” diye ağlıyordu Cakıp. “Kendine gel! Arkana bak, vay-vay! Bu yaptığın nedir? Köklü kabilen mi var senin? Keşke kırk yoldaşını bekleseydin? Tek başına Kalmukları öldürüp bitirebilir misin? Bırak yavrum, dur!”
Manas babasına acıyıp gök kır atının dizginini çekti.
“Kurban olayım sana yavrum. Bu Kalmuklar bundan sonra seni boş bırakmazlar. Bakarsın yarın Kortuk’u öldürdün diye, intikam almak isterler. Onlar “Kun” isterler. Manas atın dizginini sıkı tutup uslu duruyordu.
“Kun ne demek baba?”
“Oğlum birisini öldürdüğün zaman, zarar gören taraf kun ister. Kuna bakarak (at, koyun, deve, inek) altın ve benzeri dünya kıymetlerini alır. Onu ödemezsek baş alır veya ailemizden birisinin öldürülmesini isterler.” “Kalmuklar Kortuk’un Kun’u için bizi esir alıp malımızı yağma ederler mi?” Avula ulaşmaya az kaldığında, Manas düşünceye dalmıştı, sonra Cakıp’ın yanına yaklaşarak:
“Ya baba sen beni çocuk mu sanıyorsun?”
“Büyüdün, akıllandın. Daha nereye büyüyeceksin? Dev gibi boyun var.”
“Bana güveniyor musun?”
“Güveniyorum.”
“Ben sana bir şey soracağım, saklamadan doğruyu söyler misin?”
“O soracağın soruya bağlı, yavrum.”
“Soru oğlunun babasına sorabileceği bir sorudur. Cevap ise akıllı bir babanın büyümüş oğluna vermesi gereken doğrulukta olmalıdır, baba.”
“O zaman sor oğlum. Bundan sonra sana gerçekleri söyleyeceğim, senden hiçbir şey gizlemeyeceğim.”
“Baba soyunu sopunu bilmeyen adam olmaz. Bana yedi göbek soyumu anlat. Ala-Too’dan Altay’a gelişimizden başlayarak hepsini anlat.”
“Oo, oğlum, sen sormaz olsaydın; ben de söz vermiş olmasaydım. Babanın da çocuğuna söyleyebileceği söz var, söyleyemeyeceği söz var. Ama sen atalarının geçmişini bilmek zorundasın. Bunları sen biraz daha büyüyünce söylemeyi düşünüyordum. Sorman, büyüdüğünün işaretidir. Atalarımızın geçmişi nesilden nesile emanettir. Senin övünebileceğin, gurur uyabileceğin bir halkın var. Soyun Kırgız, sözünden dönmeyen, savaş denince durmayan, cesur, akıllı ve inatçıdır. Dostunu düşmanını bilen, namuslu, cesur, savaşçı ve kırk kabileli, cennetlik bir halkın vardı. Cakıp Bay, oğluna, yedi göbek atasını onların kahramanlıklarını masal gibi anlatarak büyük dedesi Nogoy Han’ın tarihine geldi.
“Büyük deden Nogoy’un yedi göbek atası hep handı. Onların hepsi aslan gibi güçlüydüler. Nogoy Han da onlardan eksik değildi. Rızkını hiç kimse ile paylaşmadı. Tacını kimseye giydirmedi. Komşularıyla iyi geçindi. Düşmana hakkını yedirmedi. Nogoy Han, ilkbaharda babalarının eskiden izlediği büyük yolu takip ederek Ala-Too’dan göç etti. Otlak arayıp Enesay, Altay, Ming-Suu (nehir) ya kadar giderek serinledi. Oraya eskiden yerleşmiş bulunan kırk Kırgız kabilesiyle, oniki Türk soylu kabile yaylayı paylaştılar, hayvan alış verişinde bulundular, dünürleştiler, adetleri beraber muhafaza ettiler, düşmana karşı beraber savaştılar, güz gelince yüklerini, hayvanlarını alıp göç ettiler. Ancak altı ay sonra Ala Too (Aladağ), Andican, Alay gibi ılık yerlere gelip kışladılar. Dürüst deden Nogoy, Esen Han’la yapılan savaşta yüreğine mızrak saplandığı için can çekişirken, oğullarına, halkına acı acı ağlayarak şöyle vasiyette bulunmuştu: “İyi niyetli yiğitlerim, köklü halkım, bizim düşmana yenik düşmemizin sebebini şimdi anladınız mı? Düşmana askerimiz az olduğu için boyun eğmedik. Halk birleşmedi. İçimizden çürüdük. Birlik ve beraberliğimiz bozuldu. Töreden uzaklaştık. Arzu ve hevesimiz kalmadı, bilgelerin sözünü ciddiye almadık. Töreleri bıraktık, kötülere kandık. Küçükler büyüklere hürmet etmediler, çocuklar, atalarını bilmediler, kadınlar kocalarını düşünmediler. Tanrıyı tanımadık. Böylece yurdumuzdan gayret, iman, haysiyet kuvvet gitti. Gerçekte akıllı önderlerinize ve memleketinize karşı olan sizsiniz. Düşmana kucak açan sizsiniz. Bundan ibret alınız! Bunu sonraki nesillere, çocuklarınıza anlatınız…”
Oğlum; Nogoy deden vefat ettiği zaman hansız kalan halk şaşırdı, han hazinesi tüketildi, sayısız hayvanları talan edildi. Yiğit erkekler köle oldular; narin belli, nazlı gelinler, küçük kızlar, cariye oldular. Böyle zilleti Tanrım kimseye göstermesin. Zamanında güçlü olan göçmen halkın başına felaket ve dert geldi. Ay batmış gibi ocağı söndü, başı derde girdi. Pis Esen Han “Bu Kırgızlara yardım edenin kim olduğunu anlayamadım. Pek çok kez onları soyup soğana çevirdiysem de yine başını kaldırıyor. Başları bir araya gelirse tekrar dirilip kavga çıkaracak.” diyen danışmanının sözünü dinleyerek, yok edemediklerini dağ derelerine, kuru yataklara kum gibi dağıttı. Kırgız çocuklarını Çinlilerin, Kalmukların atlarına bakıcı yaptı. Karşılık gösteren Kırgızların dilini kestiler, eline çivi çaktılar. Usta okçuların gözlerini oydular, söz dinlemeyenin kulağına kurşun döktüler. Ata binip kuş gibi özgür dolaşan halk şimdi güneşin doğuşunu batışını görememekte. Onlar tutsak oldular, dertlerini kimseye söyleyemediler, kuma akan su gibi tutunacak yer bulamadan, şaşırdılar. Çin Hanı Esen Han eline geçirdiği göçmen Türk ve Kırgız yiğitleriyle “vahşiler” diye alay etti. Kalmuk, Moğol ve Tırgotlardan muhafız koyup dağa ve ata alışmış halkı, gasp ettikleri hayvanlara bakıcı yaptılar. Onları hududa yakın yerleştirip, Çin Şeddi’nin önünde saldıran düşmanına karşı mızrak kalkanı olarak kullandılar. Zavallı halk bir deri bir kemik kalmıştı. Kabahat halkımızdaydı. Onlar, yıllar sonra Altay’da ancak birleşebildiler. İşte şimdi sen doğdun. Demin de söylediğim gibi aklını buldun, kuvvetle doldun. Yavrum, ataların, halkı gözbebeği gibi koruyup, muska gibi onlara tünek olup, saklayıp korudular. Atalığın gereğini yerine getirdiler. Ben onlar kadar olamadım. Ahvalim iyi gitmedi. Aklım, kuvvetim kâfi gelmedi. Şimdi senin zamanın, senin yerine getirmen gereken şeyler var. Umudum sendedir. Halkın senden beklediklerini gerçekleştir. Şerefini koru. Korktuğum şey şudur; artık sırtını dayayabileceğin ataların, o kuvvetli Kırgızlar yok. Etrafında toplanan arkadaşların yok. Yalnızsın, yavrum…” Gönlündekini söylediği için rahatlayan Cakıp, derin bir iç çekti. Manas düşündü.
Manas’ın aklına sözleştiği kırklar geldi. O anda karşısında hoş bir ata binen, kara bir elbise giyen, görünüşü muazzam, gök bayraklı, gaza için var olan Kırklar peyda oldu. Onlar Manas’tan başka kimseye görünmeden, sözleri duyulmadan değişik bir kılıkla çıkageldiler. Manas onlarla şakalaşarak onlara Kortuk’u öldürdüğünü söyledi.
Cakıp Bay, oğlu sapasağlam iken birdenbire hiç bir şey yokken onun ileri geri konuştuğunu, boşu boşuna kahkaha atıp çırpındığını görünce, çok korktu. Oğluma cin çarptı diye ne yapacağını şaşırdı. O bu korkulu anda hanımı Cıyırdı’yı hatırladı.” Hanıma çabuk ulaşayım, ıssız yerlerde dolaştığı için Manas’ın delirdiğini anlatayım. Baksın, yüreği sızlasın.” diye atını kamçıladı.
Cakıp Bay, atını bağlamadan, kimseye bakmadan, kamçısını sallayarak yürüdü. Gözlerinden yaş dökülüyordu. Başını eğdi. Dalgın dalgın yürüyordu. Çıyırdı’nın çadırına felaket haberi getirdi.
“Ey Hanım, bunu kimse bilmesin, tamam mı? Bizim ışığımız söndü. Gözümüz oyuldu. Hayatımızı karanlık bastı. Felâket geldi.” diye Cakıp dizlerine vurdu.
“Ne diyorsun, dilin yansın senin ihtiyar! Ağzındaki sözlerini köpeğe söyle. Yavrumun hâlini çabuk anlat! Ölüyorum, çabuk söyle…”
Cakıp Manas’ın sararmış sahrada dolaşıp delirdiğini anlattı.
“Gözbebeğim, bir tanemi sahrada niye yalnız bıraktın? Hey deli ihtiyar, ben Baykuş Ana oldum, çocuğa doyan sen oldun. Senin Manas’tan başka kimin var? Atalarınla beraber soyun kurusun, onları niye böyle esirgiyorsun? Bana yavrumu göster. Yavrum, kuzum ne olursa olsun, atını yedekleyerek onu eve getir, hadi! Oğlum sahraya bırakılır mı, baş belası, ihtiyar!” diye bağırdı Cıyırdı gözlerinden yaş dökerek.
Cıyırdı’nın dünyası karardı, o ateşe düşen sinek gibi kıvranıyordu. Bu aciz kullar arasında Cıyırdı gibi yaşlandığında sahip olduğu biricik oğlundan kötü haber alıp da üzülmeyen kadın var mıdır? Bu kadınlar dünyasında, yavrusuna yardım elini uzatmadan yuvasını yılan basan turgay gibi kıvranan bir başka zavallı var mıdır?
Cakıp, avuluna gelirken bir kötü haber daha ulaşmıştı. Kalmuklar Kortuk’un kan bedeli olarak yarın Cakıp’ın avulunu herkesin gözü önünde yok etmek istiyormuş. Her şey üst üste gelip Cakıp’ı sıkıştırdı. O, Akbalta’yı çağırtıp onu dinledikten sonra kendine geldi. Cesaret bulup, sırdaş ve komşu Kazak, Nayman, Konguratlardan yardım istemeye adam gönderdi.
Zavallı Cıyırdı, Kalmuklar gelmeden önce Manas’ı görmek istiyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı.
Cıyırdı başındaki büyük beyaz sarığını çıkarıp, yerine kara başörtüsünü örttü. Belini sıkı bağladı, ışık saçan yüzü sarardı. Her zaman nazik idi, bu kez kocasının hiç binmediği Boztaylak’ına binip, kocasının engellemesine rağmen “ölmüşse ben de öleyim, yaşıyorsa beraber geliriz.” diye çöle doğru yola koyuldu.
Biricik oğlum Manas’la birlikte ben de ıssız çölde delireyim, terk-i dünya edip dolaşayım. Biricik oğlumdan ayrılıp yaşamanın bir anlamı yoktur diye ağlıyordu Cıyırdı.
Issız çölde Cıyırdı’nın eteği rüzgârla savruluyor, atının kuyruğu ve yelesi dalgalanıyordu. O bir tepenin eteğinde Manas’ı arıyordu.
Atları otlatmakta olan Manas, annesi Çıyırdı’yı görünce karşısına çıktı.
“Anne, sana ne oldu?”
Cıyırdı bir söz söylemeden atın üzerinde Manas’a sarılarak gözlerini boşalttı, yalvardı, ağladı. “Kurban olayım bir tanem! Gökteki güneşim! Sağ mısın? Var mısın? Başın sağ mı?”
Çıyırdı oğlunun sağ salim olduğunu görünce, kalbi rahatladı, esenlik buldu, ağlaması kesildi, dünyaya yeniden gelmiş gibi sevinerek yola çıkmak için hazırlandı. Babasının söylediklerini öğrenen Manas “Allah iyiliğini versin senin baba!” diye kahkaha ile güldü, ona itibar etmedi.
Manas ile Çıyırdı’nın önüne birden bire atlarını yedeğe alan yedi Kalmuk çıkıverdi. Onların birisi Manas’ı tanımıştı, “Kortuk’u öldüren işte o!” diye bağırmaya başladı. Biri atlarına baktı, altısı Manas’a vurmak için ellerini kaldırarak yaklaştılar.
“Ne olur, biricik oğluma dokunmayın! Beni üzmeyin!” diye Manas’ın önüne geçerek bağırdı, Çıyırdı.
“Anneciğim, ne yapıyorsun?” dedi Manas önüne çıkarak. “Ee, bunlar altı kişi değil mi. Altmışı gelse de bir şey yapamaz, anneciğim.”
Bu sırada Kalmuklar Çıyırdı’nın atını dizgininden tutarak götürdüler.
“Hey çek elini dizginden! Gebereceksin!” dedi Manas hiddetlenerek.
Kalmuklar söz dinlemeden atı yedeğe aldılar.
Manas iki Kalmuk’u omuzlarından tutup birbirine öyle bir çarptı ki, onlar o anda can verdiler. Bunu gören Kalmuklar atlarını bırakıp kaçtılar.
Manas ile Çıyırdı avula geldiğinde Cakıp’ın bıyığı diken diken olmuş neredeyse korkudan ödü patlamıştı. Oğlunun sağ salim olduğunu görünce kalbi rahatladı, şükrederek beyaz tekeyi kesti, keyfi yerine geldi.
“Tanrının yazdığını görelim. Artık Kırgızlar epey güçlendiler. Kalmuklar mahvolsun. Oğlum Manas varken bir savaşıp görelim!..”
Manas, Kalmukların saldıracağı gün hiçbir şeye aldırmadan, güneş doğuncaya kadar uyudu.
“Kırgızlar yiğitlerimizi öldürdü. Kardeşimizseniz yardıma gelin, Kırgızları keselim.” diye haber gönderdi Mançular, Altay Kalmuklarına.
Mançular ile Altay Kalmukları kardeş gözüktüğü hâlde birbirlerini çekemiyor, kıskanıyorlardı. Davet üzerine ancak dört yüz asker toplandı. Altay ve Mançu Kalmuklarından oluşan yedi yüz asker Kırgızlara saldırıp intikam almak için ellerine bayrak alarak yola çıkmıştı. Aç gözlü Altaylı Kalmuklar Cakıp’ın yolda otlamakta olan sekiz bin atını görünce “Suç işleyenin, kan güdenin.” diye sevinerek hiç bir şeyi umursamadan atları alıp götürdüler.
Yolun yarısında Mançu askerleriyle Kalmuk askerleri atları paylaşmak için dövüşmeye başladılar. Sayıca üstün olan Altaylılar “Mançuları keseceğiz, kadın ve kızlarını ganimet alacağız!” diye onların avullarına saldırdılar. Mançular kanımızın son damlasına kadar dövüşeceğiz diye çoluk çocuk, kadın kız ellerine hançer alıp üç yüz askere yardım ettiler, evlerini kale yaparak onların canını kurtardılar. Mançuların içinden genç olsa da akıllı olan, Manas’ın öldürdüğü Kortuk’un oğlu kurnaz Şakum bir çare buldu:
“Kendi horluğumu görmektense düşmanın horluğunu göreyim, boşuboşuna ölmektense bir şeyler yaparak öleyim.” diye Kırgızların üzerine yürüdü.
Kalmukların atlarını götürdüğünü öğrenip sabırsızlanan Cakıp altmış kişiyle birlikte yola çıkmıştı. Karşısına Şakum çıkıp ağladı ve derdini anlatıp Cakıp’ın ayağına kapandı.
“Kurban olayım Bahadır Cakıp, Altaylılar avulumu yağmalıyor. Otlaktaki hayvanlarını almasına engel olmuştum, Kırgızlara acıdın, diye benim avulumu yok etmek istiyorlar. Bizi kurtarın. Ağılında kalayım; komşun, akraban olayım. Ölen babamın kan bedelinden vazgeçtim!”
Bu sırada Kırgızların yardımına gelen Kızık, Nayman, Uysun, Alçın, Argın ve Türklerden oluşan askerler:
“Babası ölen oğlanın avulunu yağmalatmayalım!, kurtaralım!” diye savaşa giriştiler. Birinci kez her kabileden oluşan yedi yüz seksen asker göğü sarsarcasına “Manas” şeklindeki savaş parolasını haykırarak hücuma geçtiler.
Olgunlaşan Manas gök mızrağını eline alıp gök kır atına binip, mızrak vurup bağırıp düşmanının canına okudu. Kırkların koruduğu Manas yolundakileri temizleyip ilerliyordu. Altaylı Kalmuklar Manas’ın heybetine dayanamadılar. Altaylıların reisi ok ile gebertildikten sonra, geriye kalanlar atlarına kamçı vurarak kaçtılar.
Cakıp’ın iki gözü hep Manas’ta idi. Manas gazaba gelmiş nara atarak Kalmukların peşinden alana çıkmıştı. Cakıp, elindeki gök bayrağı Akbalta’ya verdi. Manas’ın arkasından yetişerek atının dizginini tuttu.
“Kurban olayım kuzum, yeter, dur! Kalmukların bayrağı indirildi.”
Zaferden sonra Cakıp ve Akbalta, baş belası Mançuların dediğini yapıp istediğimizi versinler diyerek avula geldiler.
Mançulu Kalmukların reisi Dögön isimli aksakal, itaatini bildirerek Cakıp ile Akbalta’nın önünde diz çöktü:
“Kırgız kardeşler, önce birbirimize düşman olmuştuk. Şimdi huyunuzu, savaşçı olduğunuzu, kahramanlığınızı gördük. Sizinle bir millet olalım. Bizi akrabalığa kabul ediniz.”
“İyi ise, yakındaki komşu uzaktaki akrabadan iyidir. Artık kimin kim olduğunu öğrendik.” dedi Cakıp. Akbalta:
“Aksakal haklıdır.” diyerek kabile reislerini, ileri gelenleri ak otağa davet ederek “Şimdi Mançular ve Kalmuklarla akraba olduk. Yurdumuz bir, ocağımız bir, yaylamız bir, törelerimiz bir, takdirimiz bir oldu.” dedi.
Savaşta ölen yüz kadar kişinin çoğu Mançulardan ve Kalmuklardan idi. Dögön reis:
“Bu ölenleri nasıl gömelim?” diye Akbalta’nın getirdiği yaşlılara sordu. Kimseden ses çıkmayınca Manas akıl verdi.
“Eğer uygun görürseniz, dediklerimi yaparsanız, şöyle bilin kardeşlerim. Altaylı Kalmuklarla olan savaşta her halktan yiğitler öldüler. Onların hepsini, yeni âdetlere göre, birlikte gömelim.”
“Akıl yaşta değil, baştadır, Manas doğru söyledi.” dedi ihtiyarlar.
Alanda büyük bir çukur kazıp, yiğitleri atı ve eyerleriyle birlikte gömdüler. Uzaktaki büyük taşları öküze çektirerek getirdiler, bunları kaldırarak diktiler. Kara taşın yüzüne:
“Altay’ın şahinleri, uçup gelip, bu ışıklı alana beraber kondular.” diye yazdırdılar.
Kırgız, Kazak, Noygut, Kıpçak, Türk, Argın, Mançu ve Karmuk reisleri toplandılar. Cakıp’ın kambarbozlarından ak boz kısrağını getirtip kurban kestiler. Sonra yaşayacaksak bir tepede yaşayalım, öleceksek bir çukura gömülelim diyerek and içtiler.
Akbalta’nın rehberlik ettiği kabile reisleri, bilgiçler; cenazenin çıktığı evlere girip taziyelerini bildirip çıktılar.
Cakıp Bay cömert davrandı. Para vererek kurtardığı atlarından dört yüzünü; Mançulardan babası ölen yetimlere ve cenaze çıkan evlere bölüştürüp verdi.
O yerde babası ölen Macik, Mançu Kalmuklarının beyi seçilerek babasının yerini aldı.
Düşmana karşı beraber savaşan, bayrağı beraber tutan halkları Cakıp, avuluna getirip ağırladı. Bir gece misafir ettikten sonra ertesi gün misafirlere, âdete göre at hediye etti üzerlerine güzel elbise giydirdi. “Yeni akraba bulduk, yetmiş aile idik, yedi yüz aile olduk, gerisini Tanrı’dan dileyelim.” dedi.
Cakıp’ın avulu kısa sürede şehire dönüştü. Mançu Kalmukları toprakla uğraşırdı, çadırlara alışamadılar. Toprağı hamur gibi yoğurup kerpiç yaptılar. Taş topladılar, otları kurutup duvar yaptılar ve oraya kara şehir adını verdiler. Dört bir yandan gelen kervanlar, bu şehirden eksilmiyordu. Yavaş yavaş halk ticarete alıştı.
Manas, henüz hayattayken kara toprağın altına girmeyeyim, babalarım gibi özgür yaşayayım diye kara şehirden bir parça uzakta dağa çıkarak Kırgızlarla çadırda yaşadı.
***
On bir yaşını doldurduğu zaman Manas, artık çocuklarla oynamayı bıraktı, bozkurt oyunu da oynamadı. Önceki yaramazlığını bırakıp büyüklerle ordo atışarak dokuz korgol[13 - Bir çeşit oyundur.] oyununa başladı. Ondan beri dokuz korgol oyunu Manas’tan kalmıştır denilmektedir.
Çinlilerin, Kalmukların, Tırgotların arasına gözcü gönderip onların sırrını öğrenmeyi, orduyu nasıl kurmak gerektiğini, saklanmayı, avul içine bekçi koyup düşmana karşı silah yapmayı, silahları gizleyip saklamayı, Manas’a akıllı Akbalta öğretti.
Bir defasında Manas, canı sıkıldığı için yatıyordu. Atların doğum zamanı gelmişti. Manas atlara bir bakayım diye Aymanboz atına binerek dağ yolunu tuttu. Dev gibi muhteşem Aymanboz, daha sekiz yaşında olmasına rağmen Manas bindiğinde dimdik duruyordu. Dağda, taşkınlık etmekte olan çobanlara gidip, doğurmamış kısrağı kesti. Azemil suyunun kenarına, dokuz yolun kavşağına karargâh kurup can sıkıntılarını gidermek istedi.
Manas, karargahta aşık oynuyordu; o sırada kalabalık bir kervan geldi. Kervanın mahiyetinde Çinli, Kalmuk, Tırgot ve Şart vardı. Kervanbaşı olan Çinli ile Kalmuk, Şart ile Tırgot Manas’ı hiç umursamadan karargâha girdiler.
“Hey, çek deveni!” dediler kenarda duranlar, bağırarak. Eğlenmekte olanlar da bağırdılar.
Altı Çin muhafızı, boynuna ipek sarılı, altın takılı devesini yedeğe almışlardı. Han’ın devesini sadece Kalmuk ve Çinliler değil herkes biliyordu. Onun olduğu yerde kimse ona çıt diyemezdi. Han’ın adamı ile Han’ın devesine karşı gelenler ölümle cezalandırılırdı.
Arada Han’ın adamları yoktu. Onlar develerinin dizginini tutup, söz dinlemeden Çince bir şeyler söyleyerek karargâhı geçtiler.
Bu esnada aslan Manas elindeki aşıkla bir kenardaki aşığa vurdu. Aşık sıçrayıp uçarak, önündeki devenin ayağına ok gibi isabet etti, deve olduğu yerde düştü. İkinci aşık öndeki eşeğin ayağına saplandı ve o da yıkıldı.
“Han’ın devesini yıktı. Bu Kırgız’ı yakalayın.” diye bağırdı kervanbaşı. Altı kişi Manas’a yapıştı.
Onlara Manas’ın yiğitleri engel oldular. İki taraf dövüşmeye başladı.
Er Manas, Çinlilerin küstah kervanbaşını altın kemerinden tutarak kaldırıp yere attı; göğsüne basarak başını kopardı. Efendisinin öldüğünü gören Çinli, Kalmuk ve Şartlar uslu uslu bakıp durdular.
“Bize dokunan bu muhafızların cezası ölüm olsun. Öldürün!” dedi Manas. Bunu duyan otuz çocuk, Çinli Kalmukları öldürdüler. Kervandan on Şart sağ kaldı.
“Bize kıymayın! Biz Türk soyundan, üçümüz Uygur’dan. Malımızı alın! Bizde kabahat yok. Canımızı bağışlayın…” dediler. Şartlar yalvararak ağızlarından bal akıttılar.
“Eğer Türk soyundan iseniz, sırrınızı söyleyin. Yoksa Çinli ve Kalmuklar gibi başınızı koparırım.” dedi Manas kılıcını kınından çıkarıp.
Deveciye hizmet eden Şartlar ellerini kavuşturarak sırlarını söylediler.
Çinliler ticaret yapmak için Türk illerinin dilini bilen pek çok Uygur’u, Kaşgâr’dan Terez’e, mahsus getirmişlerdi. Onlara yıllardır Türk, Kırgız, Kazak ve Nogoy ülkesine giden kervanların develerini güttürmüşler, tercümana ihtiyaçları olduğu zamanlar tercüman olarak kullanmışlardı.
Altı ay önce Kalmuk Hanı Alevke “Altay’daki Kırgızlardan Manas adında bir belâ çıktı. Altı ayda dört yüz Kalmuk askerinin başını yedi. İhmal edersek, Çin Hakanlığına saldırıp bizi ejder gibi yutabilir. Asker toplayıp onu küçükken yok edelim. Asker ver!” diyerek Çin Hanından talepte bulundu.
Esen Han, Alevke’ye: “Bu kurnaz Kalmuk’un, komşusu olan bir avuç Kırgız’a gücü yetmiyor yahut bize durumu tam olarak anlatmıyor. Kırgızların malına, altınına kondu herhalde. Alevke’ye güven olmaz.” diyerek kızdı.
“Pis Kırgızlardan Manas diye başka bir oğlanı getirdiniz. Beni kandırdınız.” diyen Esen Han titreyerek, Çong Eşen’in Car Manas denen oğlunu yakalayıp getiren açıkgözleri, sihirbazları ve komutanları öldürdü. Bağırmasından gök inledi. Alevke, mahsus bir kervan kurup dünyayı gezen tüccarlar gibi giyinen muhafızlarını Kırgızların durumunu, gücünü öğrenmeye gönderdi. Onlara eğer gücünüz yeterse Manas’ı öldürün diye emretti. Kervan, yol bilen Şartların kılavuzluğunda hiç durmadan beş ay yürüyüp Altay’a varınca, tam da Manas’ın kendisine rastladı.
Manas, ölen Çinli ve Kalmukların silahlarını ganimet alıp yiğitlerine verdi. “Kırk beş deveye yüklenen malı babam Cakıp, bilgiç Akbalta gelip hemen Kırgızlara katılan Mançu Kalmuklarına eşit derecede paylaştırıp versin.” diye her tarafa sekiz haberci gönderdi. Ertesi sabah halk gelmeye başladı. Öğleden hemen sonra Cakıp ve Akbalta geldi.
Bu olup bitenler Cakıp’ı korkutmuştu.
“Eyvah, Manas yine mi kötü bir iş yaptı. Bu çocuk beni yaşatmayacak! Çocuğun sesini duyduktan sonra ölseydim keşke. Dertli başım gene dertten kurtulamadı. Şimdi başımı yedin, Çin Hakanının hazinesini gasp eden sağ kalmayacaktır. Han’a dokunan iyilik görmez. Başımız derde girdi. Otuz yıl önce Esen Han’ın kılıcıyla Altay’a sürüldüğümüzü nasıl böyle çabuk unuttuk. Beni dinlersen oğlum, Şartları yükleriyle birlikte yoluna bırak.”
Bunu işiten Akbalta şöyle dedi:
“Oğul olsa er olsun! Er olmasa yok olsun! Olan oldu. Öleni hayata döndüremezsin, Cakıp. Pekin denen beş aylık yol. Çinliler gelinceye kadar bir çaresini görürüz. Öfkelenme, Cakıp’ım, ganimeti yoksul halka paylaştır.” İhtiyar Akbalta cesaret verdikten sonra, Manas babasına ilk defa karşı geldi.
“Yazıklar olsun babacığım, aklınız nerede kaldı! Seni ecelden servet kurtarmaz. Servetin kurusun senin. Üzülme. Boşuna korkma! Korktuğun için hor olmuşsun. Esen Han sıkıştırırsa beni tutup ver. Çinli ile Kalmuk’tan korkup titreyerek yaşamaktansa at üzerinde ölürüm daha iyi.”
Manas’ın sözünü işiten Cakıp, kan çekilmiş gibi birdenbire durdu.
“Akbalta ağa, develeri herkese eşit paylaştırıver.” dedi Manas.
Akbalta kırk beş deveyi kırk baba oğullu Kırgız’a, Türklere, yeni akraba olmuş iki yüz doksan haneli Mançu Kalmuğuna eşit olarak paylaştırdı. En sonra kemiği kırılan deve Cakıp’a düştü. Cakıp deveyi kesti, yüklerini çözdü. Gördü ki, içinde zümrüt, mücevher, beyaz inci ve ipek var. Diğer kırk devede çelik kılıç, lamba, buulum kumaşı, ipek, Çin ipeği, patiska vardı. Bunları paylaşan halk evlerine uyumaya gittiler.
Manas kimsenin üzerine gitmedi, bir kuruş bile almadı.
“Bize katılmak isterseniz, biz yadırgamayız. Suçunuzu affettik” dedi. Akbalta on tüccara ev yaptırdı. Binmesi için tüccarlara at verdi, onları evlendirip yerleştirdiler.
Ay dolmadan tüccarlardan hastalıklı olan biri gece bir at çalarak Kalmuklara kaçtı.
Çin Hanı Esen Han tarafından öldürülen Nogoy Han’ın Orozdu ve Bay adlı iki oğlu, Opal dağına yerleşip günlerini gün ettiler.
Orozdu’nun on çocuğu arasında birlik yoktu. Birbirlerine düşman kesilmiş, birbirleriyle çekişiyorlardı. Hayvanları yağmalama kavgası bitmemişti. Yine araları bozuktu. Seksen yaşındaki Orozdu çocuklarının kavgasından dolayı çok üzgündü.
Bay’ın Bakay ve Taylak adında iki çocuğu vardı. İki kardeş akıllı davrandıkları ve birbiriyle iyi geçindikleri için servete gark olmuşlardı. Orozdu’nun oğlu onların hayvanlarını ellerinden aldı. Onlara hakaret etti, fakat geri vermediğinden dolayı, Bay çocuklarıyla beraber Kaşgâr’dan kaçıp, Yarkend’in ortasındaki şehre geldi.
Bir gün Bay, Bakay adındaki akıllı oğluna danıştı:
“Oğlum dinle. Akrabalarının hali budur. Atlanıp baltayı belime takıp Altay’ı aramaya çıkacağım. Cakıp adlı akraba mızdan, o tarafa sürülen Kırgızların yaşayıp yaşamadığını öğreneceğim. Kendisi ulaşmasa, sözü ulaşır, ya öyle ya böyle haberi gelir. Kırgızlar haysiyetli halktır. Tanrı yardım etmişse bir araya gelmişlerdir, yurt kurmuşlardır diye düşünüyorum. Gidip dolaşayım. Yalnız olsam da gideceğim.”
On sekiz yaşında olmasına rağmen akılda olgunlaşan Bakay, babasının sözünü doğru buldu.
“Yakında bir rüya gördüm, baba. Aksakallı derviş koşarak gelip bana: “Sana yoldaş olacak Manas aslanın var. Arkadaşını bul. Senin dayanacağın adam odur, dedi ve gözden kayboldu”
“Rüya düzelmeden, işler yürümez. Rüyan rüya olarak kalmasın, gerçekleşsin” diye Bakay Tanrı’ya sığındı.
“Altay’dan birini bulursan, haber gönderirsin baba. Ölmezsem arkandan gelirim!” Bakay, babasının sözünü doğru buldu, yetmiş yaşına dayanan Bay, hanımı vefat ettikten sora evlenmemişti. Gençliğim geride kaldı, artık beni ölüm bekliyor, sinek kadar kalan canın neyini esirgeyeyim. Karabaşım eğerin terkisindedir diye belini bağlayıp yola koyuldu. Üç günde vahşi çölde ark kazıp, köprü yapmakta olan, karınca gibi kaynaşan altı bin kişiye rastladı; yağmaya çıkan askerler gibiydiler. Nehri başka yöne çevirip; ark, köprü yaparak yolu ele geçirmişlerdi. Neskara adlı dev onların reisiydi.
Zavallı Bay, arkın yapımını yöneten Basankul adlı adamın yanına gitti. Basankul onun atını kesti, eline kazma verip ark kazdırdı. İki gün hiçbir şey yemeden çalıştığı için bayılıp düştü. Adamlar ihtiyarı öldü sanarak onu arkın kenarındaki söğüdün altına çekip, toprakla adamın üzerini gelişi güzel örttüler. Bay’ın şansı varmış ki çukurda yarım gün kaldıktan sonra kendine geldi. Etrafına bakıp küçücük delikten dışarıdakileri gördü. Müthiş yayını kuşanan Neskara dev, kimseye gözükmeden, kimseyi kuşkulandırmadan ark kenarına Bay’ın yattığı yere gelip Çabdar atıyla konuştu. Çabdar atın insan gibi konuşan, sahibine akıl öğreten sihirli hayvan olduğunu gördü.
Bu konuşmada Çabdar’ın insanın bilmediği bir hileden de bahsettiğini Bay duydu:
“Bu yarı yolda padişahın köprüsünü boşu boşuna ele geçirdin. Şimdi Esen Han’ın emrini yerine getirmeye bak. Senin yakalayıp geleceğin Manas adlı çocuk gün geçtikçe güçlenmektedir. Seni yok edecek olan odur. Onu küçükken yakalayıp yok et. Arkı kazmakta olan altı bin kişiyi doyurup, onları altı bin ata bindir. Ellerine silah ver. Senin altı bin atlı, güçlü askerin olur. Sana kimse karşı koyamaz. Oraya gecikmeden var!” Neskara dev altı bin kişiyi sürüp Altay’daki Cakıp Bay’ın atlarını ele geçirmek, oğlunu yakalamak için harekete geçti. Çölde tozu dumana katarak yola koyuldu.
Bay topraktan sıyrılıp çıktı. Örtüdeki katıra binerek gidenleri peşlerinden takip etti.
Bay altı gün yol gitti, insan yüzü görür müyüm, ya da açlıktan ıssız dağ geçidinde, ıssız dağlarda ölür müyüm diye yürürken Uludağın kenarına geldiğinde beklenmedik bir yerden kıratını çekerek bir kişi çıkageldi. Yaşlı Bay atlının selamına Kalmukça cevap verdi.
Aksakallıyı gören Cakıp, atını çekerek bu yabancıya tek gözüyle baktı.
“Var ol bahadır!” dedi aksakal katırını çekerek.
“Var olan aksakal.” dedi. Cakıp sakalını sıvazlayarak.
“Oğlum! Adın sanın kimdir?” dedi ihtiyar.
“Adımı sanımı sordunuz: İlk atam Buygur, devlet yöneten kişidir. İkincisi Babir Han, üçüncüsü Tüböy, dördüncüsü Kögöy. Kögöy’den Nogoy, Nogoy’dan ben oldum… Otuz yıldan beri Altay’ın dağlarında yaşadım. Adım Cakıp…
“Ah, aman Tanrım! Cakıp’ım sen misin? Ciğerim sağ mısın?” diye Bay çığlık attı. “Ben Bay, ağabeyinim.”
Cakıp attan kendini atarak katır üzerindeki ihtiyarı kucaklayıp indirdi. Gözlerinden yaş döktü; ağladı, ağladı. Yıllardır birbirinden ayrı olan iki kardeş çölde ağlayıp dertleştiler. Birbirine kavuştuklarına sevinen zavallılar gözlerinden yaş akıtıp bir süre oturdular.
“Cakıp’ım, seni araya araya atım kuş kirazı gibi, bitim Torgay gibi oldu” dedi Bay.
Cakıp “Ah, tövbe!” diye Tanrı’ya sığındı. “O günleri Tanrı haber verdiği ya da ruhlardan işaret geldiği zaman uykum kaçıp, oturacak yer bulamadım. Kalbim yerinden oynadı, perişan oldum, ağabey hep seni düşündüm, rüyama girdin. Beklediğime değdi, şimdi işte rüyam gerçekleşti.”
Güngörmüş iki ihtiyar birbirine sarılıp başlarından geçenleri anlattılar. Sevindiler, bezdiğimizde dağılsak da, ölmediğimiz sürece görüşecekmişiz diye Tanrının takdirine şaşırıp, söylemeye söz bulamadılar.
“Kaç çocuğun var Cakıp’ım?” diye sordu Bay.
“Bir tane.”
“Çocuğunun adı nedir?” dedi Bay.
“Adı Manas. On üç yaşında”.
“Ad veren bilerek vermiş, adı kutsal bir addır. Atalarımızın ruhu yardımcı olsun!” diye Bay Tanrı’ya sığındı. “Şimdi aklımdayken söyleyeyim. “Manas’ı yakalayıp getirin!” diye Esen Han’ın gönderdiği Neskara adlı dev altı bin askerle geliyor. Bunu gözümle gördüm, kulağımla duydum.”
“O zaman yola çıkalım, Bay ağabey.” Cakıp’ın kalbi sızlayıp kayası titredi, çabucak avul yolunu tuttu.
Cakıp avula haber verdi. Neskara’nın askerlerinin binlerce olduğundan korkmaya başladı.
“Bu Çinli ve Kalmukların askeri çokmuş. Bize saldıracaklarmış. Neskara gördüğünü diri yutan bir devmiş. Bunlara at, kız hediye edelim, hayvan ve altın hazırlayalım.” dedi Cakıp.
“Ey baba, düşmanı gördüğün zaman böyle korkup duruyorsun. Yüreğin sökülüp alınmış gibi. Artık korkma! Canını sıkma. Yaşadığım hâlde halkımı tutup nasıl onlara vereyim. Kaderimde varsa oktan öleyim. Kara canı esirgemeden mücadele edeyim. Bu kudurmuş Kalmukların yiğitliğini deneyeyim. Cezasını vereyim.” dedi Manas.
Manas’ın fikrini Akbalta destekledi. Komşu Türk kabilelerine, altı günlük mesafedeki Kazaklara haber gönderdi.
Neskara’nın aç kalan altı bin askeri yolunu şaşırıp Cakıp’ın kışlağı olan Keng-Aral’a geçerek yoldaki Moğolların yurdunu basıp, on bin at ele geçirmişlerdi. Sayıları beş yüze varmayan Moğollar “Nereden çıktı bu haydutlar! Ya savaşmanın yolunu bilmiyorlar ya da küstahlık ediyorlar!” diye onların peşine düştüler.
“Hey, siz kimsiniz? Düşmanınız olan kim?” diyerek hayvanlarını çaldıran Moğol beyi Caysangbay at üzerinden bağırdı.
Dil bilen Şart Basangkul seslendi:
“Hey, Cakıp Bay’ın avulu nerede? Onu arıyoruz.”
“Hey, o Kulan yaylasında. Onlar için mi bizim hayvanlarımızı soyup götürüyorsunuz? Onlar çöpünü yedirtmeyen kötü insanlardır. Öç alacaksanız onlardan alınız, hayvanlarımızı geri verin.”
Neskara “Atları çok olan kurnaz ihtiyar Cakıp, oğlunu saklayıp yolumuzu sapıttı; hile yaptı, bunun atlarını geri verip, Cakıp’ı yakalayalım.” diye düşündü.
Basangkul “Hey, hayvanlarına dokunmayacağız. Buraya gel. Bize Cakıp’ın oğlu Manas’ı bul.” diyerek Caysang’ı çağırdı.
“Bunca insan arasında yol bilen biri yok muydu? Yol bilmeden ordu yönetilir mi? Hey, at ve avulumu yağmalasan bile Manas bahadıra dokunmam.”
Basangkul, Caysang’ı yakalamak için onu kovalamıştı. Moğol’un okçusu yay ile Şart’ı düşürdü. Sanagkul’un öldüğünü gören Neskara, Moğollara saldırdı. Çinlilerin askeri kalabalık olduğu için Caysang dayanamadan avuldan kaçtı.
Neskara, Moğolların avulunu yağmaladı. Erkeklerin başlarını kesti, on beş yaşındaki kızlardan yüz otuzunu, karakaşlı güzel gelinlerden iki yüzünü seçip, ganimet olarak aldı. Develerini bağırtarak, eşeklerini anırtarak yola koyuldular.
* * *
Cakıp haber verdikten sonra davul çalındı, Kırgızlar toplu olarak ayağa kalktı. Cakıp’ın avuluna sığınan Altaylı Türklerden, katılan her kabileden ordu kuruldu, Akbalta asker başı oldu.
Manas’ın yönettiği altı yüz kişilik ordu dağ geçidinin ağzında Neskara’nın önünü kesti. Birden bire çıkan toplu haldeki ordu, Neskara’nın altı bin dörtyüz askerini şaşkına çevirdi, onlar arkalarına bile dönemeden kuşatıldı.
Manas’ın ordusu Kalmuk için Çin’in arasındaki hudutta Neskara’yı yarım gün tuttu, sonra Altaylı Türkler; Kazak, Nayman, Moğol, Uyşunlardan oluşan büyük bir ordu ile Manas’a yardım etmek için geldiler. “Ya ölürüm, ya görürüm… Manas’ın başını Esen Han’a ulaştırayım.” diyen Neskara sinirlendi.
Kök Çologunu mahmuzlayıp ortaya çıkan beyaz sakallı Akbalta “Ey, Neskara dev! Kanlı gazanın laneti, andı vardır. Oyunu kuralına göre oynayalım. Teke tek çıkalım!” dedi.
Çinlilerden Dang-Dang adlı pehlivan Ularboz atını oynatıp, ucu pulat mızrağını uzatıp, kazan kadar olan gürzünü eline alıp ortaya çıktı.
Kırgız tarafından, Moğol’un yaman bahadırı olan Künös pehlivan gürzünü sürükleyip böğürerek ortaya çıktı. İki bahadır mızrak oynatıp birbirlerine uzaktan saldırdılar. Taraflar birbirlerine üstün gelemeden dayanıştılar, mızraklardan kendilerini çekemediler. Gürzlerini düzeltip kükreyerek vuruştular. Gürzleri ellerinden çıktıktan sonra onu almak için eğildiler. Dang-Dang pehlivan atının ayağı yere saplanan zavallı Künös’ü kuşatıp yere vurup düşürdü. Künös öldü. Dang-Dang ensesindeki saçları düğümleyip atını ortada oynattı. “Kuvvetli devinizi öldürdüm. Şimdi eceli gelen çıksın!”
Bunu gören yiğit oğlan Kökçö Bahadır bağırarak meydana doğru fırladı.
“Oğlum bir dakika, dur!” diye Aydar Han oğlunun atının dizginini tuttu. “Sen daha küçüksün, pehlivan gücüne ermedin, on altı yaşındasın. Vazgeç oğlum bu işten! Onu bana bırak, kâfire ben saldırayım.”
Kökçö babasının sözünü kıramadı, atının başını çevirip üzüntülü halde yerine döndü.
Soylu Aydar Han, Altay Kazak halkının hakiki bahadırı idi. Eline mızrağını alıp atını kamçılayarak Dang-Dang’a bütün gücüyle saldırdı. Aydar Han, Dang-Dang’ın uzattığı mızrağına vurarak, bu Çinli deve mızrağını sapladı.
Bu esnada Çinlilerden Küdöng adlı pehlivan Aydar Han’a saldırdı. Baktı ki, o canını avucuna almış, hırsa kapılmış; Aydarhan, Küdöng pehlivandan kaçtı.
Bunu gören Manas, tahammül edemedi, elindeki bayrağı Akbalta’ya verip Akkula atını doludizgin koşturarak Küdöng’e yöneldi. Yetiştiği yerde Küdöng’ü kalpak gibi uçurup ezerek geçti.
Onların Irangsoo adlı pehlivanı Manas’a doğru mızrak fırlattı. Manas onu bir vuruşta devirdi. Yere düşen, uçuruma başı saplanan Irangsoo’ya mızrağıyla vurduğunda, onun kanları fışkırdı. Çinlilerin attığını vuran nişancısı Manas’a ok attı. Bunu gören Er Manas ikinci yayı çekinceye kadar kılıçla Şangmusar’ın kellesini uçurdu. Yaralanan atını bir kenara çekerek amcası Bay’a verdi. Bay dua etti.
Manas Manas olduktan, Manas adını aldıktan beri yaşı on üçe gelinceye kadar bunca düşmanı yenmemişti. Bu kadar kan dökmemişti, bu kadar öfkelenmemişti, bu kadar düşmanın hakkından gelmemişti.
Er Manas geleceğim yere geldim, beklemediğim şeylere ulaştım diyerek şimdi gelmesini arz ettiği Neskara’yı bekledi.
O zaman karşısına çıkanı sağ bırakmayan, yaşı on dokuzda olan Neskara, Türk oğluna düşman idi. Saçları dağınık, çakır gözlü, yassı burunluydu. Burnun her deliği on iki Şibe, Kırk Moğol girip oba kurabilecek kadar büyüktü. Dev Neskara, Çabdar’ı kamçıladı.
“Sen Kırgız oğlu isen, ben de Çinli oğluyum, benim neyim eksikmiş, canına okurum, kanını içerim!” diye Neskara dağ geçidini sarsacak şekilde bağırıp hakaret yağdırarak hü cum etti. “Sen önce Maceslerle savaşıp şımarmışsın. Şimdi Neskara’nın yiğitliğini bir gör.”
Er Manas “Piç kâfir. Seni cehenneme göndereceğim, Kırgızları yok etmek mi istiyorsun yok edecek bahadır sen misin? Oyacağım gözünü, sökeceğim ödünü.” diye Akkula’sını kamçıladı. Manas’ı gizli kötülüklerden koruyan gökte bulutları açarak uçan Alp Kara Kuş idi. Ejder gibi büyüyen, aslan gibi heybetli Er Manas dövüşmeyi öğrenmişti, gittikçe kuvvetleniyordu. Manas’ın heybetinden korkan elli dev kaçıp giderken, Neskara sinek kadar canından umudunu kesip, atını kamçılayarak askerlerinin etrafında dolaştıktan sonra kaçtı.
Gök yeleli Manas “Kaçanı kadınlar bile yener, halin bu muydu Neskara? Sana dünyanın kaç bucak olduğunu göstereyim” diyerek beyaz mızrağını sıkıca tutup Neskara’nın ardından fırlattı.
Çabdar şeytan gibi uçan hayvan idi, altı bin askeri altı defa dolaştıktan sonra kaçtı.
Manas, Ak-kula’yı seke seke koşturup kaçan Neskara’yı yakalamak için peşinden gitti.
Kaçan Neskara, kendi kendine söyleniyordu:
“Dünya kurusun. Esen Han’ın beni kandırıp ölüme gönderdiğini niye anlamadım? Çinlilerin kutsal kitabındaki “Manas hiçbir düşmana yenilmez!” sözüne niye inanmadım? Muhatabımla dövüşmedim, yediğim aş oldu mu?”
Neskara askerlerinden uzaklaşarak kara yola girdi, o Pekin’e doğru kaçarken gözleri ateş gibi kızardı, tüyleri ördek gibi uzadı. Ak-kula ile koşmakta olan Manas adlı er yiğit arkasından yetişip altın kemerin kenarına, omzuna sırlı mızrağını vurdu. Sırlı mızrak devin omzuna saplanmış olduğu halde sallanarak gidiyordu.
Neskara atını yukarıya çekti, yorgun düşen Ak-kula yokuşta Manas’ı kaldıramadan yığıldı.
Çok değişik olan yürük Çabdar ak bulutlu göğün altında biten otların üzerinde uçuyordu.
Manas yerin dibine de girsen de sonunda sana ulaşacağım diyerek Neskara’yı inatla kovalıyordu. Manas dağ sırtına geldiğinde, babası Cakıp, Tuuçunak’ı koşturup, uçan kuş gibi hızla ona yetişti.
“Dur oğlum, dur!” diye Cakıp yalvararak arkasından koştu. “Önderleri ölüp, Neskara kaçtıktan sonra Çin askeri yenilgiyi kabul etti. Boşuna çabalama!”
Manas nefes aldı ve ordusunun yanına döndü. Neskara’nın ordusu, Manas’ın hükmü altına girdi; bayrakları indirildi. Moğolların Neskara’nın askerinin içindeki 400 civarındaki Sart’ın malını mülkünü zapt ettiklerini duyan Manas çok kızdı.
“Ey Moğollar! Sizi teke mi çarptı? Ya da aklınızı mı kaybettiniz? Paragöz mü oldunuz? Esirlerin malını alarak durumunuzun düzeleceğini mi sanıyorsunuz? Bunu görenler ne diyecekler? Mallarını mülklerini geri veriniz.”
“Biz almıştık!” diye suçlanarak utandı yiğit Umöt.
“Kinin varsa, mertçe, yiğitçe savaşarak yenin. Mala mülke aldanmayın. Dünyaperest olmayın. Mal toplamak er işi değil!” Kızgınlığı yatışmamış Manas bağırdı. “Mal lazımsa benden alın. İstediğiniz kadar alabilirsiniz.” dedi.
Moğol önderleri görüştükten sonra Cakıp’ın yanına geldiler.
– Manas, mertlik edip, bizi ölümden kurtardı. Ona tabi oluyoruz. Bizi aklıyla yendi. Doğru söz söyledi ve hatamızı yüzümüze vurdu. Moğol yiğitleri ak gönüllüdür. Düşmanlardan çok çektik. Dost kim, düşman kim, akraba kimmiş öğrendik; gözümüz açıldı. Siz atalarında töresi, geleneği olan milletsiniz. Altay’da yolunu şaşıran bir avuç Moğol’u, kanatlarınızın altına alınız. Elinizin altında, hizmetinizde olalım.
“Kendiniz iyi niyetle isteyerek gelirseniz sizi yadırgamayız. Akraba olmaktan kaçmayız.” dedi Manas liyakatiyle. “Yediğimiz tuğ aynı, içtiğimiz su aynı olacaktır. Göğün altındaki toprakları dağıtmayalım, genişletelim. Bir halk olalım.”
Cakıp, Tanrı’ya sığınıp, ak boz kısrağı kestirdi.
Neskara’dan kalan ganimeti Manas ne yapacak acaba diye kalabalık halk akşama kadar merakla beklediler.
Manas, Neskara’nın askerleri arasında; kızlara, kadınlara, ihtiyar ve koca karılara, çoluk çocuğa dokunan, mal mülkü yağmalayanları kalabalık halkın önünde idam ettirdi. Onların atlarını, eşyalarını yağma edilen halka eşit olarak bölüştürüp verdi. Altı bin üç yüz Çinli askerin silahlarını, atlarını ganimet olarak alıp onları serbest bıraktı.
“ Hanınız başını alıp kaçtı. Sizin canınıza zarar gelmeyecektir, gideceğim derseniz işte yol, kalacağım derseniz işte yurt. Sizi dövmeyiz, size sövmeyiz. Bize katılıp tebaamız olursunuz.” dedi.
Askerlerin yarısı “Kendi yerimize döneceğiz.” dediler.
Manas onlara şöyle dedi:
“Esen Han’a söyleyin. Göğün altında yaşıyorsak bir gün görüşürüz. O zaman bahadırlar gibi konuşuruz.”
Üç bin altı yüz Çinli asker diz çökerek yalvardı:
“Manas bahadır, sen Alevke ile Esen Han’ın korktuğu kadar bir yiğitmişsin. Biz seni takdir ettik. Bizi kabul et, kabilene girelim.”
“İstediğiniz kabul olsun! Kabilemize girmek isteyenlere kapımız açıktır! Halka yardımcı, Manas’a yoldaş olunuz. Size kin beslemeyeceğiz.” dedi Akbalta.
Avul reisi Akbalta Kırgızlara katılan Çinlilere başını sokabileceği yer, binebileceği at, yiyebileceği yemek verdi.
Moğollar başlarından pek çok kötülük geçmiş, görmüş geçirmiş ama ruhunu kaybetmemiş, çileli bir halk idi. Onların Kuldur adlı reisi Manas’ın önüne geldi.
“Bundan sonra kökümüz bir, parolamız aynı oldu Manas. Genç olsan da kahramanlığına diyeceğimiz yok, yetişmişsin. Sen yalnız Cakıp’a ya da Kırgızlara değil; Altay’daki bizim gibi ufak, dağınık halklara da gereklisin. Erkeğin yanında disiplinli bir ordunun bulunması lazım… Yalnız ağaç, göze çarpmaz. Uygun görürsen her kabile reisi kırk aileden kırk oğlu çıkarıp sana can yoldaşı olarak verelim. Sen kendine yakışan uşakları hizmetine al. Onlar her işte senin yanında olsun, ölümde beraber iman bir olsun. Onlar senin kölelerindir. Onlar kuvvetli olursa sen çınar gibi olursun! Ağabeyim Künös pehlivanın intikamını Neskara’dan aldın. Sadece Çegambay adında bir şımarık oğlum var. O senin yoldaşlarından, uşaklarından biri olsun. Yanına al!”
Cakıp’ın avuluna katılan Altay Türkleri, Kangaylıklar, Moğol, Alçın, Uysun Argın, Kazak, Noygut kabilelerinin reisleri Kuldur’un sözünü haklı bulup, Manas’a can yoldaşı vermek istediler. Büyük küçük bir araya gelip antlaştılar.
Manas olgunlaşıp yaşı on dörde ulaştığında; köpeğini koyuverdi, kuşunu salıverdi. Sabahtan akşama kadar Altay’ı dolaştı. Öte tarafta Opol dağı, Kangay’a kadar tepeleri aşıp, nehirlerden geçip, ormanları dolaştı. Avcılığa kendini verip yoldaşlarıyla on, on beş gün kaybolurdu.
Bir keresinde Manas’ın yedi yoldaşıyla beraber kayboluşunun üzerinden on bir gün geçmişken Cakıp’ın gönlü dayanamayarak “Onların haberini duyan kimse yok, bu oğla ne oldu, yaramazlık edip Kalmuklarla tutuşup başı derde mi girdi acaba? Niye böyle gecikti?” diye yollara baktı.
Kuru geçide geldiğinde karşısına gökdemirden zırh giyinmiş elinde mızrak tutan, beline kılıç kuşanmış, omzuna tüfek asmış bir sürü asker çıkıp Cakıp’ı ortaya aldılar.
“Cakıp’ın oğlu Manas’ı biliyor musun? Bizi onun avuluna götür.” dediler.
Bunların dost olmadığını sezen Cakıp şaşalamadan onlara sordu:
“Âdetimize göre büyüklere selam verilir, adı, sanı söylenir. Bu âdeti bilmiyorsunuz, nerelisiniz?”
“Konuşma, ihtiyar. Önce sen kendini anlat?” diye askerler onu kuşattılar.
“Adım Berdike. Babam Türk’tür. Atalarımızdan beri Altaylıyız. Cakıp’la düşmanız. O Manas’ı yakalayıp görürseniz bizim için de iyi olurdu. O bize gün göstermiyor, kendiniz hangi tebaadansınız?” dedi Cakıp.
Anladı ki, Esen Han on bir askeri seçerek göndermişti. Kalmuklar, Çinliler bu Kırgızlarla dövüşsek dağa, bir de çöle kaçıp gidiyorlar, bir şey yapamıyoruz, başka çare bulalım demişler. Hakan; Çin’in, Çin-Maçin’in her yerinden becerikli pehlivanlardan on bir yiğidi deneyip seçmiş. Esen Han şöyle demiş:
Manas’ı bile bile zehirleyip öldürün! Ya da bağlayarak canlı getirin! Aksi halde geri gelmeyin!”.
Askerler efendimizin gönderdiği adamlarız, elçiyiz diye yola çıkmışlardı.
Cakıp, askerleri başka bir yola gönderip, kendi avuluna koştu. Cakıp gördüklerini anlattı, danışmanı Berdike, avul reisi Akbalta, kardeşi Bay ve ileri gelenlere akıl danıştı.
“Bu Çinli, Kalmuklar onu sağ bırakmayacak, Manas’a kin besliyorlar. Bir çare düşündüm. Şu anda Türk oğulları ile Kırgızların kabilesi büyüdü. Düşmanlar yıprandılar. Avuldaki birisine para ve hayvan verelim. Kan bedelini ödeyelim, kabul ederse, Manas işte budur diye Çinli ve Kalmuk elçilerini yakalatalım. Böylece huzura kavuşalım!”.
Bu sözü işiten Bay, Cakıp’a derhal karşı çıktı.
“Sözlerine dikkat et, ciğerim! Babalarımız hayvan satsa da can satmamıştır. Bir insan nasıl olur da oğlunu pul paraya satar. Bugün Kırgız’ın başına kıyamet koparıp felaket yağdıran düşman yok. Şaşırma. Altı bin düşmana karşı koyan Manas’a bu on bir asker ne imiş?
Cakıp’ın aklı karışıp dururken, kırmızı perçemli on bir asker Manas’ı ortalarına almış olarak geldiler. Manas ise onlara hiç aldırmadan mağrur duruyordu.
Bunu gören Cakıp bayıldı, canı manı kalmadı. Konuşamadı.
“Babamı sorarsanız işte bu kişi!” diye, Manas, askerlere Cakıp’ı gösterdi.
“Hey, biraz önce bizi yoldan saptıran odur, yakalayın! diyen askerler Cakıp’ı gösterdiler “Piçin başına deri giydirin.”
Dört asker vakit kaybetmeden Cakıp’ı yakaladılar.
Cakıp’ın sözünü dinlemeyen askerler, onun ellerini bağladılar.
“Ey askerler, ne yapıyorsunuz? Yeter! Han’ın adamı iseniz terbiyeli olun! Söz dinlemeden ona ne yapıyorsunuz? Beni kızdırmayın!” diye Manas babasını kurtarmak istedi fakat askerler bağırıp çağırdılar.
“Onu bağlayın!” diyen askerler Manas’a hücum ettiler.
Manas öyle hiddetlendi ki gözlerinden ateş çıkararak dördünü birden yakalayıp gömlek gibi salladı, kaldırıp yere vurdu. Kendine asılan altısını yere yıktı, ikisini bir eliyle birleştirerek tuttu.
“Söz dinlemediniz, bunu hak ettiniz. Hanınız erkekse gelsin, gücünü göstersin; ondan korkacak kimse yok. Gidip bunu söyleyin.”
Manas yarı canlı kalan askerlerin kırmızı perçemlerini koparıp kendilerini salıverdi. Manas’ın yanında duran delikanlılar; onlarla alay ederek askerlerin atlarının kuyruklarını, yelelerini kestiler.
Cakıp Bay ocağını yeniledi. İkinci Hanımı Bakdöölöt bir oğlan doğurdu. “Manas’ımın dayansa dağı, eğilse direği olsun!” diye adını Abike koydu.
Cakıp Bay’ın sadece hayvanları değil, soyu da çoğaldı, avulu genişledi, otlağı uzadı. Komşusu Kalmuk, Tırgot, Moğollar ile yerleri paylaştı, hudutları sağlamlaştırdı. Taş koyup üzerine yazı yazdırdı, kâğıda mühür bastırdı, herkes kendi yerine sahip oldu.
Altay’daki yüksek dağların etekleri çok güzel yerler idi. Kuzeyinde Altın-Köl güneyinde Barköl olup buralarda kayberen kuşu çok bulunurdu. Bahadır Manas avlanmaya çıktı. Yanında kırk boz oğlan vardı. Bir o kadar da yoldaş buldu. Av kuşunu beraberinde götürdü, canı sıkılırsa ceylan avlamak için yay da aldı. Karakuşları vurup gönlünce eğlenmek istedi.
Manas ve arkadaşları Çarkastan’ın çukuruna çadır dikip keçe evi kurdular. Boz oğlanlar atlarını oynatıp yarış düzenlediler. Köpeklerini bıraktılar, yay çektiler, kuşlarını salıverdiler. Sungur kuşu oyunu oynadılar, kurt, tilki, mavi tilki avladılar. Güreş düzenlediler, ip çekme oyunu düzenleyip yarıştılar.
Laf lafı açtı, çocukların birisi büyük adam gibi konuşmaya başladı.
“Biz de elimize mızrak alıp, kılıç tutup dövüştük. Yiğitliğimiz kalmamışsa gençliğimiz de bitmiş demektir. Arkadaşlar artık kendimizden bir bey veya Han seçip kendimize baş yapmaya ne dersiniz? Ona itaat edip, hanımızın dediğini yerine getirelim, böyle birlik olmazsak olmaz!” dedi Çegebay. “ Hanginiz bunu desteklersiniz?”
“Hey, Çegebay’ın dediği doğru” diye boz oğlanlar bu teklifi birden kabul ettiler. “Han seçelim. Onu süsleyelim, törelere göre muamele edelim. Fırsat gelmiştir. Geciktirmeyelim.”
“Öyleyse kimi seçelim? Şartı nasıl olsun?” dedi Aydar-kan oğlu Er-Kökçö.
İyi düşünceli, sözü geçen Salamat oğlu Aynakul Han seçimini yönetti.
“Bana kalırsa, bir şart koymak lazım. Hepinize şöyle bir şart koyuyorum: Kim Han olmak istiyorsa onun bindiği atı derhal kurban keselim. Tamam mı? Hadi cesur olan çıksın?
Biraz önce yaygara eden çocukların hiçbirisi ben atımı kurban keseyim diyerek öne çıkmadı.
“Hepiniz zengin çocuklarısınız. Şu kadarcık bir işe de yaramazsınız. Han olacak kimse için bir atın lafı mı olur? Babanızın oğlu değil misiniz?” diye Aynakul taşı gediğine koydu.” Hani, erkek olan kim?”
Çocuklar suskun dururken Aynakul “ Han olup atını kesebilir misin?” diye Mançu’dan Şakundu’ya, Oşpur’un oğlu Nazarbek’e, Askar’ın oğlu Cabakı’ya, Aydarkan’ın oğlu Kökçö’ye, Karakoco oğlu Kaldar’a, Anzar’ın oğlu Koyon’a sordu; hiçbiri atını vermeye yanaşmadı.
Sonunda Aynakul, çocukların en küçüğü olan on beş yaşındaki Manas’a sordu:
“Cakıp Bay’ın oğlu Manas beğ sen ne dersin?”
“Atını kesip Han olmak, halkımızın âdeti değildir. Eğer canınız et yemek istiyorsa, Ak-Kula’yı keseyim. Bunu sizden esirgemeyeceğim. Atı buraya getirin.
Bunu duyan Çegebay yaygara etti.
“Ak-kula zayıflamış, kemiği kalmış. Bir lokma et çıkmaz, onu kurtlar da yemez. Cakıp Bay’ın semiz kısrağını ben kullanıyordum. Manas verirse onu keselim.
“O zaman kısrağı kurban keselim” dedi Manas.
Çocuklar Manas’ın önünde boz kısrağı kurban kestiler. Etini büyük kazana koydular. Manas’ı teğeltinin üzerine çıkardılar, on eyeri bir araya toplayıp, altın tahtın diye onu oturttular, yanına gök bayrak diktiler.
“ Hanımız Manas!” diye bağırdılar.
“ Hanımızı Tanrı korusun!”
“Var ol Manas!”
“Geniş bozkırın kurdu ol, Manas.” Çocuklar bağırıp Çarkastan’ı sarstılar.
“Han’a destek olalım! Manas’a uşak olalım! Sözünü dinlemeyenler Altay’dan ayrılsın, Kalmuklara gitsin!” diye sıraya geçip başlarını eğip duran çocukları gören Manas kahkahayı bastı. O Han kaidesini yerine getirdi.
“Kendiniz beni, kaçsam da Han yaptınız. Şimdi söylediğim söz söz olsun, hepinize kolay gelsin! Yarın Altay’dan öteye geçeceğiz. Kalmuklara kadar yolları yoklayalım. İyi yerleri bulalım. Büyükleri rahatsız etmeyelim. Yolun durumunu görelim.”
Ondan beri Manas’ın bir dediği iki olmadı. Ertesi gün seksen delikanlı Altay’ı aşarak yol yürüdü. Güzel yerleri gördüler.
Manas iki çocuğu Kalmuk ve Çin taraflarına bakıp gelsinler diye bir günlük yola gönderdi. Tepelere nöbetçi koydu.
Gürleyerek akan Urkul nehri boyunca üç yol kavşağında, katmer katmer ormanda, üzerinde bin yuva bulunan bir çınarın dibinde altı gün vaziyeti yokladılar. Yedinci gün Manas’ın gönderdiği çocuklar geri dönüp malumat verdiler. Esen Han’ın yük yükleyen kırk beş deveden oluşan kervanı, altı Şive, on Uygur, on Kalmuk mahiyetinde gelmekteydi. Dokuz yüz askerde Nuuker adlı bir bahadırın yönetiminde arkasından geliyordu.
Nuuker, “ Bir grupta askerlere rastlarsanız çocuklarıysa sürüp getirin.” Diyerek yüz asker gönderdi. Askerlerv yatağına coşarak akan Urkul Nehrinin kıyısına geldiler. Nehirden geçemeyen askerler kıyıda şaşırıp çocukların alayına maruz kaldılar.
“Göreceksiniz, nehirden geçersek gözünüzü çıkaracağız.” diye bağırdılar askerler.
Sonunda bir haberci, Nuuker’e gelip “Nehir kabarmıştır, insan geçebilecek gibi değil!” dedi. Askerbaşı emir verdi: “Ölen suda temizlenir, diri kalan o kıyıya çıksın.”
Suya giren yüz kişinin yirmisi boğulup gitti, geri kalan sekseni sürüklenerek ıslak hâlde Manas’a ulaştılar.
Askerlerin, büzülmüş, üşümekten titreyen hâlini gören çocuklar at üzerinde kıs kıs gülmeye başladılar.
“Nereden gelip nereye gidiyorsunuz? Kılıcı niye taşıyorsunuz?” dedi asker başı patlayarak.
“Görmüyor musunuz? Elimizde kuş, tazı, belimizde kılıç kuşanarak avlanan çocuklarız. Ya siz kimsiniz?” dedi Manas.
“Çin Hakanının halkıyız. Askerbaşı Nuuker sizi sürüp götürmemiz için gönderdi.”
“Ee, Nuuker’in bahadırları açık söyleyin. Kiminle dövüşmeye geldiniz. Kiminle dost olmaya gidiyorsunuz?
“Öff, bizim dosttan çok düşmanımız vardır. Düşmanın kim olduğunu Nuuker anlatır.”
“O zaman söz ve töre bilmeyen halkmışsınız.” dedi Manas kamçısıyla yere vurarak.
Askerbaşı Manas’a yönelerek “Hey, bu şımaran Kırgızın sözü zehirmiş, önce onu götürün!” dedi askerlerine.
“Ey, beni sürüp götürecek olan sen misin?” Manas keskin kılıcıyla hiç tereddüt etmeden askerin başını kesti.
Seksen asker birden Manas’a saldırdı. Manas kıpırdamadan kenarda durdu. Askerleri, çocuklar imha ettiler.
Manas sanki hiçbir şey olmamış, hiçbir şey görmemiş gibi seksen çocukla beraber kaldığı yere gelip rahat bir şekilde geceledi.
Yüz askerden bir haber alamayan Nuuker ordusunu sürerken kara nehre rastladı. Manas ve arkadaşları nehrin öteki kıyısında durup Nuuker’in askerlerini saydılar.
“Ormanın her yerine ateş yakalım. Askerlerimizi çok gösterelim.”diyen Manas her tarafta alev alev ateş yaktırdı.
Ertesi gün Nuuker, kavak ve söğüt kestirip sal yaptırdı, adamlarını suya sürdü. Dört salla suya girenlerin pek çoğu birbirlerine çarpıp suda boğuldu.
Nuuker’in askerleri Manas’ı kuşattılar.
“Siz hangi halkın çocuklarınız?”
“Hey, ecdadımız Türk’tür. Atamız Tüböy Han’dır. Dedem Nogoy, babam Cakıp’tır. Adım Manas.” dedi Manas rahat bir şekilde.
“Kırgızlar; bizim aradığımız sizsiniz!” Kımkar adlı pehlivan kılıcını çıkarıp bağırarak geldi.
“Bu düşmanla dövüşmek kolay değil, onlara dokunmadan sağ salimken eve dönmeyelim mi?” dedi Kökçö.
“Hey, akılsız, Kökçö ciğerim. Eceli gelmeyen ölmez. Han taht üzerinde ölmez. Askerin çokluğundan korkma. Saçma sapan konuşma! Atlanalım! Manas hazırlanıp tek başına çıkmak üzereyken Aynakul önünü kesti.
“Manas! Ey sen Hansın! Han rahat durur!”
Bu esnada Manas’tan küfür işiten Kökçö, Kımkar denen askerle dövüşüyordu. Kökçö mızrağıyla Kımkar’ı Kök katırdan devirdi.
Bolcong adlı bahadır beklenmedik bir anda Kökçö’ye vurmak üzereyken bahadır Manas onu yayla gebertti.
Bunu gören Nuuker, tahammül edemedi, atını kamçılayarak Manas’a doğru geldi. Manas da korkmadan atına vurarak Nuuker’e doğru geldi.
“Hey, sana söylemedim mi Han Manas, sen seviyeni korumadan niye düşmanla dövüşeceksin ki? Dur! Onu bize bırak!” dedi Kökçe şaşırarak.
Bu sırada Kökçö’ye doğrudan saldıran Nuuker, nâra atarak onu attan tutup indirdi. Elindeki Kökçö’yü taşa vurmak üzereyken, Manas Ak-kulasını kamçılayarak yetişip geldi ve Nuuker’i omzundan tutup yukarıya dimdik kaldırdı. Kökçö, Nuuker’in elinde; Nuuker, Manas’ın elinde dimdik dikilerek gidiyordu. Nuuker’i atın yelesine koyunca baktı ki, Kökçö’nün eli Nuuker’in böğrüne yapışıp kalmıştı.
Manas Nuuker’in başını kopardığında çocuklar Manas diye haykırarak gevşeyip kalan askerlere saldırdılar.
Dağlar da Manas, Manas diye haykırdı. Ormanlar da Manas, Manas diye seslendi.
***
Aydıng köl’ün kenarı. Göl, mavi buz gibi parlıyordu, bulutlara değen muhteşem sivri dağların göçü geliyordu.
Ak Otağdan çıkınca göklere doğru yükselen Ulu dağın, güneş ışığında kırmızı renk alan çarpık tepeleri, ateş gibi kızarmış bulutlar, mavimsi dağlar gözüküyordu. Gökyüzünde ufak parçalara ayrılan, köpük gibi köpüren, şekilden sekile giren bulutlar vardı.
Bu yaşamın ulu gününde, güneş dağ arkasından çıktığında, Altay’daki Kırgız Cakıp’ın avulunda zurna ve davul çalındı. Tek davul çalınırsa, kötü haberin işareti diye halk telaşlanır, korkudan ödü kopardı. Zurnanın çalınması, iyili ğin işareti idi. Sabah erkenden çalınan yulaflı zurna sesi dağı neşelendiriyordu.
Bugün Cakıp’ın avulunda büyük işler vardı. Obadaki tepeye Kâşgar halısı konmuş Noygut, Totu ve Sartlardan haber geldi. “Öğlene doğru yurt reisleri gelecektir” dedi. Akbalta’nın yardımcıları “Türk kardeşlerimizin hepsi gelecek.”dedi.
Güneş tünekten köşedeki keçe yüzüne düştüğünde, haberdar edilen salâbetli avul reisleri, beyzadeleri Cakıp’ın beyaz evine gelip toplandılar.
“Ey milletim, hepimizin çektiği sıkıntıyı anlatmak istiyorum. Tanrı yardım ettiği için beli bükülen halkımız yeniden doğrulup kuvvetlendi. Köklerimiz yayıldı, dallarımız tormurcuk bağladı. Az da olsa askerimiz var. Bize sataşanlara gücümüzü gösterdik. Şimdi etrafımızda düşman var. Bakıp durmayalım. Uyanık olalım. Kendimizi muhafaza edelim. Babamız Nogoy gibi bir gün felakete kalmayalım. Eskiden babalarımızın sarayı, hanı, bayrağı vardı. Halkın kuvveti, hanı olması gerekir. Eğer uygun görürseniz halka sahip çıkacak, ülküsü olan birini Han yaptım.” dedi Akbalta.
“Aferin size. Çok haklısınız.”
“Bilge gibi konuştun. Han soyundansın, Akbalta”.
“Yaşa Akbalta” diye bağırdı millet.
Gürültü kesildikten sonra aksakallar sohbete başladılar.
“Kalan sözü aksakalımız Berdike söylesin.” dedi Akbal-ta halka hitaben.
Avulun en akıllısı olan Berdike aksakalını sıvazlayarak gelenlere baktı.
“Altay’ın kabile reislerinin tamamı ve Türkler bir araya geldik. Altı şehir halkı hep bir aradayız. Hangi erkeğin erkeği, bahadırın bahadırı, yiğidin yiğidi, aklıyla yol bulan, sözüyle sır çözen, kılıcıyla düşman kesen ben Han olacağım diye meydana çıkacak?”
Kalabalık karşısına “Han olacak işte benim” demeye cesaret eden, bileklerini sıvazlayıp göğüs geren kimse çıkmadı.
Halk bekledi, aksakallar yere baktılar, yiğitler suskun suskun durdular.
“Bugünkü ufak dallarımız yarın çınar olacaktır. Bu yavrular arasından Han olacak kimse yok mu?” dedi Berdike çukurlarda oynayan, dağlarda dolaşan çocuklara bakarak.
Çocukların içinde Salamat’ın oğlu Aynakul söz söylemede usta idi; kalabalık halka doğru döndü:
“Millet, atalar! Geçende seksen çocuk avlanmaya çıktığımızda, boz kısrağı kesip Manas’ı kendimize Han yapmıştık. Bizim seçtiğimiz Han size yarayacak mı? Bunu bilmediğimiz için suskun duruyorduk.”
“Bu yaramazın söylediğini duydunuz mu millet?” dedi Berdike neşeli bir şekilde. “Gençlerin gözü iyi, niyetleri sabah güneşi kadar temiz. Tanrım çocukların dilediğini ver, halkın dilediğini ver, Kırgız’ın dilediğini ver!”
Akbalta deve gibi çırpınıp, hanımı doğurmuş gibi sevinip açıldı:
“Hey millet, gencinizle yaşlınızla buradasınız, söyleyeceğinizi şimdi söyleyin! Gönlünüzde bir şey kalmasın.”
Derken aslan Manas, Opol dağı gibi heybetli şekilde yere basa basa ortaya geldi.
“Kısrak kesip han seçmek çocukların işidir. Bütün halka han olmak başkadır. Türk ve Türk’ten başka her milletin önderleri ve akıllıları işte buradasınız, benden başkasını han seçiniz.”
Manas iki yanına bağırıp çağırırken daha kuvvetli daha muhteşem görünüyordu. Etrafına bakınıp aksakal Berdike’nin karşısına geldi.
Berdike altı kulaç beyaz keçeyi yere yayarak koydu.
“Bizim dediğimiz uygun ise, emrettiğimiz yerine getirilirse, hanı böyle seçelim.” Akbalta ile Berdike Cakıp Bay’ı beyaz keçeye oturttular.
“Simdi bulduk, hanımız Cakıp olsun!” diye beyaz keçenin üzerindeki Cakıp’ı kaldırmaya kalktılar.
“Hey, durun bir dakika, millet! Bırakın!” Cakıp beyaz keçeyi kaldıranları durdurdu “Millet, hürmetinize sevindim. Benim gibi bir ihtiyarı bırakıp, şu tek oğlum Manas’ı han yapınız!”
Cakıp gözlerinden yaş döküp, ağlayarak durdu. “Bizi Altay’da halk yapan Cakıp’tır, bizi Altay’da aslan yapan Manas’tır!”diyen halk bağıra çağıra Manas’ı da beyaz keçeye getirdi “Baba oğul han olsun!”
Çırpınıp duran kalabalık içinden ayrılıp çıkan aksakallar, bilgiçler vay vay demelerine bakmadan Cakıp ile Manas’ı beyaz keçeye koyup kaldırdılar.
“Hey millet, sözümü dinleyin!” Yedi adım atıldığında Cakıp halkı durdurdu. “Gökte bir ay, bir güneş olur, bu Tanrı’nın kudretidir. Halkın başında bir han, bir bayrak olur. Bu ataların âdetidir. Hanınız işte Manas! Onu tutunuz!”
Cakıp beyaz keçeden indi, Cakıp’ın hanlığa Manas’ı aday göstermesine halk da razı oldu.
“Manas!”
“Manas! Biz seni Tanrıdan dileyerek aldık!”
“Yaşa Manas!” Beyaz keçeyi Manas’la beraber kaldırıp taşıyanlara kalabalık halk yarılarak yol açtılar. Keçeyi taşıyan kalabalığı dokuz kez dönünceye kadar halk diz çöküp oturdu.
Kambar Boz’un hayırlı kurban içinde seçilen atlarından kırmızı kısrak Manas’ın önünde kesildiğinde halk sükûnet içindeydi.
Manas başına kenarları altınla süslenen, tepesi büyük Han kalpağını giyip Toruçaar’a bindiğinde halk uğulduyordu.
“Maksadımıza erdik. Sonuna kadar han ol Manas!” “ Han Manas’ı Tanrı korusun! Bin yıl yaşasın!”
“Başkalara perçem, karşı çıkana ok olsun!” Bu hayırla dilekler göğü sarstı.
Nogoy Han’dan miras kalan mavi bayrağı Cakıp otuz yıl derilere sararak yüklerinin arasında saklamıştı. Şimdi onu alıp çıkıp direğe çekti.
Cakıp Bay; oğlum Manas han oldu diye doksan kısrak kesip dokuz gün toy düzenledi.
***
Manas; Bay ile danışıp, delikanlıları göndererek Kâşgar tarafından Bakay’ı getirtti. Kaplan Bakay dağ gibi kocaman biriydi. Kaplan gibi bakışları vardı, boynu boğanın boynu gibi, butları buğra butu gibi idi. Gök tulpara [14 - Kanatlı at] benzeyen bir ata binmişti, mavi elbise giymişti. Sağ omzunda her şeyi altı ay önceden haber veren, bilmediği şeyleri bildiren, duymadığı şeyleri duyuran melek vardı. Açıkgözlü, tecrübeli, şirin sözlü, hiçbir şeyden çekinmeyen akıllı bir adamdı.
Manas Kalmuk ve Çin’i dolaşarak dilini, sırrını, âdetlerini öğrenen, sözü kesen bilge Bakay’ı; han danışmanı yaptı.
“Uğurum Manas, seni görmek arzusuyla on yıl aradım. Şimdi seni buldum, başka arzum yoktur. Manas kardeşim, sana hediye olarak can dost Acıbay’ı buldum, dostluğunuzu takdir ediyorum” dedi Bakay.
Argın’ın hanı Acıbay babasına darılarak sarayını terketmişti. Kendisi gibi aslan yürekli birini arıyordu. Manas’ın yiğitliğini işitmişti. Bahadırı rüyasında görüp, aslana arkadaş olacağım diyerek at boroyun kazarak, kulağı duyduğu, gözü gördüğü yerleri aralayıp sonunda Bakay’a rastlamıştı. Akıllı Bakay erkeğin kanadı erkekle çıkar diye siyah elbise giyen, koyu al renkli ata binen Acıbay’ı Han Manas’a can arkadaşı olmaya layık görüp peşine alıp getirmişti. Acıbay çatal sakallı, kırmızı yüzlü, uzun boylu, geniş omuzlu, yiğit görünüşlü, geniş göğüslü, yassı dilli, yenilmez söz ustası, yetmiş dil bilen, kara dilin kayrağan, han karşısında susmayan azizlerden biri idi.
Bakay Manas’a şöyle dedi:
“Etrafımıza bak. Geçmiş babalarının yolunu öğren. Hanlığı keskin kılıçla, mızrakla muhafaza et. Yerini göğsünle genişlet. Halkını akılla, yiğitliğinle yönet.”
Sükûnetle, oturanları seyreden heybetli Bakay yine konuşmaya başladı:
“Manas! Sana bir akıl vereyim. Senin dokuz atan han olmuştur. Dokuzunun da yanında kırk arkadaşı vardı. O âdeti muhafaza et. Ormana bakan kırk boz oğlan ve diğerleri içerisinden deneyerek kırk arkadaş seç!”.
Han Manas, böylece akıllılara ve bilgelere danışarak iyilerin iyisinden, bahadırın bahadırından kırk yiğit seçti. Kırk yiğide başka kabilelerden Moğol Caysang’ı, Kuldurdan Çalıbay’ı Mançudan Macik’i, Kangaylı Keldikey’i, Danggıt’tan gelen Kayıp Han’ı, Dagalıktan Munar’ı, yine Altaylıların hepsinden; Alçın, Uysun Nayman, Abak, Kırgız, Kıpçak, Noygut, Nogoy, Özbek, Toru, Nabat, Andıcanlı, Kazak, Karakalpak, Döölös topladı. Kırk yiğide baş olarak kaplan tabiatlı, kurt gözlü, kalın kemikli, geniş göğüslü, ağırbaşlı, tatlı sözlü Kırgıl tayin edildi.
Kırk yiğit, Han Manas’ın etrafında dolaşıp durdu. Manas gökten inen, düşmana korku veren altı kılıcı arkadaşlarına hediye etti. Dayanıklı olan zülfikarı kendisi aldı. Hayırlı dilek için Kambarboz’un atlarından kısrak aldırıp kırk yiğidin şerefine kurban kestirdi.
Han Manas, dedesi Nogoy’dan kalan keskin bulat kılıcını aldırdı. Ota değdiği zaman yakan, onu sallayanı ansızın öldüren dağa vurulduğu zaman taşları kesen, bele doğru vurulduğu zaman baş kesen, gecede kınından çıkarıldığı zaman ateş gibi kızaran, düşmana doğru sallandığı zaman kırk yedi arşın uzayan kılıcı; Açalbars’ı Bakay’ın eline verdi, kırk yiğit diz üstünde oturarak ant içtiler.
“Hanımız Manas! Han ile canımız beraberdir. Eğer hana karşı suç işlersek, niyetimiz bozulursa yüce Tanrı cezamızı versin! Canımızı işte bu kılıç alsın!”
Her bir yiğit albars kılıcı öperek kanını değdirdi.
Manas’ın salâvatlı kırk yiğidinin hepsi bahadır diye adlandırıldı. Her birine ak otağ tahsis edildi, uşak verildi. Kırk yiğidin atlarının alnına muska takıldı.
Er Manas iki dizgin bir yuları elinde tutup, talihsiz Kırgızın ocağını düzeltti, birbirinden kopanları birleştirdi, çevresini genişletti, Kalmuk ve Moğol’u eşit seviyeye getirdi. Evvelki zavallı millet artık dertlerinden kurtulup, beyaz kalpağını giyip, sıkıntılarını çözüp, “Tanrım, Han Manas’ı koru!” diye canı huzur içinde üzüntüsüz yaşamaya başladı.
* * *
Manas, dokuz yıl benzeri bulunmayan han oldu. Manas tahta oturduktan sonra halkı muhtaçlıktan kurtuldu. Hanın bahadırı çoğaldı. Altay, Kazak, Türk, Uygur, Moğol ve komşu kabileler arasında itibar sahibi oldu. Kırgızlar; onlardan kız aldılar, onlara kızlarını verdiler, onları ata bindirdiler, onlarla mal mülk değiştirdiler, kervan kurup ticaret yaptılar. Manas’ın tarlası (toprağı) Altay’dan Kaşgar’a, Kaşgar’dan Tibet’e, Tibet’ten Semerkand’a ulaştı.
Manas’ın saltanatını, Kalmuk Hanı olan yalancı Alevke, Çin Hanı olan kurnaz Esen Han, Mançu Hanı Neskara çekemediler. Çok eski kinini, üç kez gönderdiği ordusundan ayrılıp kaldığını hatırladılar. Savaş açmaya gücü yetmediği için “Bekleyin de görün Kırgızlar!” diyerek uygun bir haberin gelmesini beklediler. Kendi aralarında anlaşıp “Türkleri iple boğmaktansa, onları birbirine düşürmek lazım” diyerek çare aradılar. Kalmuk ve Çin’in rahip, sofi, kalender ve dervişleri casusluk yaparak avulları dolaştılar. Kaşgar, Moğol, Semerkand’a giden kervan Kırgız elinden geçerdi. Bunların çoğu Alevke ile Esen Han’ın mahsus gönderdiği adamlar idi.
Kurnaz Esen Han, birbirine yakın bulunan Türkleri, Uygur ve Kalmukları Kırgızlara karşı kışkırttı. Manas’ın gücünü, gazabını bilen komşuları başkaldırdılar, düşman olmaktan vazgeçebildi. Çukura düşen ayı gibi çırpındı.
Altay’daki düşmanların durumunu iyi bilen Manas, Çin ve Kalmukların hareketini sezerek Kalmuk ile Kırgız sınırına gece gündüz nöbetçi koyup ordusunu hazır durumda tuttu.
Bahadır Manas sefere çıkarken çok daha heybetli gözükürdü, cebe giyerdi. Kurulup oturduğunda, kulağı kalkan gibiydi, gözleri ateşli idi, kapaklı ve büyük idi, öfkeli hâli vardı. Görünüşüne gelince bir bakarsın kaplana, bir bakarsın aslana benzerdi. Aklının ve gücünün mükemmel olduğu bir yaştaydı.
Han Manas’ın Zaferleri
Kalmuk hanı Alevke Dangu şehrinin hükümdarı Kayıp Dang’ı saraya çağırdı. “Kayıp Dang, Kara Şehir’in hanı Manas’ın sonu geldi. Şehri Tırgot, Mangullar yapmıştır. İçtiği suyunu üç gün kesip ondan sonra suya zehir koydur. Halkını öldür! Kapısını gece açtır. Ardından ordu girecek.” diye emretti Alevke.
Kayıp Dang, bunu kabul etti. Şehir yöneticilerini çağırıp ertesi gün Karaşehir’in suyunu kestirmek için gizlice adam gönderdi. Alevke’nin emrini duyan Kayıp Dang’ın rahipleri akşamleyin bu haberi Manas’a ulaştırıp karşılığında altın aldılar.
Manas gün geçmeden Karaşehir’in suyuna zehir koyacak olan Kalmuk ve hain Moğol’u öldürdü. O gün Dangu şehrine süratle akın yaptılar, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar şehirden kaçtılar.
Kayıp Dang’ın kızı Karaberk, kırk kız arkadaşıyla halk arasında kalıp düşmana direndi ve pek çok yiğitleri atlarından devirdi. Karaberk, Bakay’ı da yaralamıştı.
Manas, nişancı kızın yaptıklarını duyup onu canlı yakalatıp getirtti. Manas, han kızının güzelliğini gördükten sonra, onu öldürmeden onunla evlenmek istedi.
Kız babasının öldüğünü öğrendikten sonra “Manas’a varmak değil, ondan babamın intikamını almak istiyorum.” Diye Manas’ı tehdit etti: “Kız nazı ile sevilir.” diyen Manas, Karaberk’in karşı koyuşundan, kahramanlığından memnun oldu.
Ele geçen Kayıp Dang’ı kızının yanına getirdiler. Kayıp Dang ile Manas barıştı.
Üç kahraman dost oldu. Buğday ekmeğini çiğnediler, el tutuştular, çubuk kırdılar, ellerinden kan çıkardılar:
“Ekmek kutsaldır. Buğday gibi temiz niyetle yaşayalım! Birbirimize kötü niyette bulunursak çubuk gibi kırılalım! Düşmanımıza beraber saldıralım. Düşmanlaşsak kanımız aksın!” diyen bahadırlar Tanrı’nın huzurunda anlaştılar.
Kayıp Dang büyük bir düğün düzenledi. Bay, Akbalta, Berdike, Bakay başta olmak üzere Dangu şehrindeki âdetler gereğince baş dünür olarak geldiler. Han Manas şanına yakışır bir şekilde Karaberk ile evlendi. Kayıp Dang, âdetlere göre Türk ustalarına kızı Karaberk için on iki katlı ev yaptırıp, içerisini türlü türlü eşyalarla süsledi. Bu evin güzelliğini ozan Caysang yarım gün methederek bitirememiştir.
***
Tanrı’nın ulu gününde Cakıp avuldan altmış akıllıyı bir araya topladı, aksakallılarla kurultay düzenledi. Bu yine ne diyecek acaba diye Bay’ın sözünü dinlediler. İhtiyarlar kısrak kesip, tören olan eve yerleştiler.
Ağzında sözü var, dilinde balı var Cakıp şöyle dedi:
“Görmüş geçirmiş ihtiyarlar, size söyleyecek derdim var. Görmediğimizi gördük içmediğimizi içtik. Dolaştık. Gördük ki Altay kutsal yer imiş. Başıboş dolaşmıştık, şimdi canlandık; kurumuştuk, şimdi yeşerdik. Ama dünyalarımız çoğalıyor. Kalmuk ve Çinliler bize gün göstermeyecektir. Hâlimiz iyi iken yer arayalım. Uygun görürseniz, Altay’dan Ala Dağ ve Andıcan taraflarına göç edelim.
Avulun büyüğü Berdike bu sözü beğenmedi.
“Hayvanlarına yer dar geldiği için böyle söylüyorsun herhalde. Düşmanlar artık yıpranıp bizden korkmaya başladılar. Şimdi nereye kaçacağız? Kazandığımız malı mülkü niye savuralım?
İhtiyarların sükûnetini Bay yiğit bozdu:
“Cakıp’ın dediği doğrudur. Korumak isteyeni korurum.” buyurmuş Tanrım. Issız bucaksız sınırı olan Çin’in askerlerinin hesabı yok. Altay’daki Kırgız’ın ordusu kuvvetli değildir. Bir gün gelip bizi yok etmesin! Doğuda Sarı Arka, Kuzey tarafta İdil, Nura Suyu[15 - Nehir], Opol dağı var. Oralar annemizin babamızın büyüdüğü yerdir. Bu taraflara bir bakalım.”
Bu sırada Kambar’ın oğlu Aydarkan şöyle dedi:
“Başımıza bir şey geldiği yok, niye göç edelim diye söyleniyorsunuz? Yoksa Çinliler mi geliyor? Veya Kangay mı geliyor? Doğmak var, ölmek var. Nereye gidersek gidelim ecelimiz gelmişse öleceğiz. Alnımıza yazılanı görelim.”
“Vay dünya! Göbek kanımız damlayan topraktan iyi ne var!” dedi Bay.
Manas şöyle dedi:
“Milletim, düşmanın gölgesinden korkup kızışmayalım. Beni han yaptınız, hanın sözünü dinleyiniz! Babalarımız düşmana kanını verse de topraklarını vermiş değildir. Çinliler topraklarımızı elimizden aldılar. Topraklarımızı geri alalım. Bunu yapamazsak Kırgız olmayalım. Şerefimizi koruyarak; intikamımızı, topraklarımızı aldıktan sonra Ala Dağ’a göç edelim.”
Manas’ın sözünü herkes beğendi.
Beş gün sonra Manas’ın karşısına muhtelif boylardan kurulmuş sekiz yüz bin kişilik ordu geldi, bayrakları dalgalanıyor, zırhları parlıyordu.
Manas ilk seferini Altay’daki büyük hana karşı, yani Kırgızlara defalarca saldırıp topraklarını zapt eden Tekes Han’a yaptı.
Han Manas, Tekes Han’a mektup gönderdi:
“Tekes Han! Kırgızdan aldığın toprakları geri ver, yiğitlerinin kan bedelini öde! Otuz yıldan beri aldığın vergileri geri ver; aksi halde, yüz yüze gel!”
Mektubu alan Tekes Han öfkelendi:
“Sürgündeki bir avuç Kırgız’dan çıkan nasıl bahadır imiş, Manas?”
Tekes Han, Kuyas adındaki kurnaz adamını “Doğudaki Kırgızları gözleyin, düşmanı görürseniz haber verin.” diye casusluğa gönderdi.
Tekes, düşmana karşı tedbir almaya çalışırken yedi gün sonra casuslar gelerek:
“Kırgızlar bizden önce harekete geçmiş.” dediler.
Şaşkına dönen Tekes:
“Kuyascığım, bir çare bul!” diye yalvardı.
“Ele geçiremediğimiz Kırgız kendisi geliyormuş. Eceli gelmiş demek, gelsin bakalım!” dedi Kuyas aldırış etmeden.
Kuyas gece yola koyulup Kırgızların saldıracağı tarafa varıp sihir yaptı. Geniş dağ deresindeki otlar, çiğ [16 - Bir çeşit bitki], kuray [17 - Bitki], söğüt ve kavakların hepsini insan şekline getirip gayet çok asker varmış gibi gösterdi.
Ertesi gün Kuyas gelip Tekes’in gönlünü avuttu.
“Gayet çok asker hazırladım. Hududa yerleştirdim. Git gör?”
Tekes hududa gelip baktı ki düşmana karşı topuzlarını eline alan, kılıçlarını hazır tutan tamamı pehlivanlardan oluşan sayısız asker var.
Tekes Kuyas’ın hünerinden memnun olup, bununla karşılaşan Kırgızlar ölecektir diye komşu hanlara haber vermeden, yardım talep etmeden rahat yattı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/kenes-yusuf/manas-destani-69499663/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Efsanevi kır at.
2
Çadırın tepesindeki havalandırma ve aydınlatma deliği.
3
Kara mağara.
4
Eski Türklerde hamile kadınların koruyucusu, Tanrıça.
5
Atları bağlamak için iki çadır arasına gerilen urgan.
6
Dört yaşına basan at.
7
Dağlı geviş getiren hayvanların hamisi.
8
Kaba yünlü kumaş.
9
At üzerinde yapılan bir birini eyerden düşürme yarışı.
10
Keçeden üst giyim, çapan.
11
Hanın karargâhını ele geçirmek için olan savaşı temsil eder.
12
Çiftçi, tarımla uğraşan.
13
Bir çeşit oyundur.
14
Kanatlı at
15
Nehir
16
Bir çeşit bitki
17
Bitki