Modern Seyahatname
Osman Oktay
Osman Oktay
Modern Seyahatname
ÖNSÖZ
“…Kuzey ormanlarından çıkıp geldiler; cesur, dağınık, marifetli ve henüz yolun başındaydılar. Önce bozkıra, sonra Çin içlerine ve sonra da sonu başı belli olmayan bir sel gibi garba doğru yayıldılar…”
Orta Asya ve Türk kültürü ile ilgili pek çok araştırma yapıp yüzlerce makale yazan ve 25 kitap yayınlayan -kendi ifadesi ile “Mağrip’ten Ganj’a, Belgrad’dan Pekin’e egemenlik kuran” Türkleri araştıran- Fransız Türkolog Jean-Paul Roux, dilimize “Türklerin Tarihi” adıyla çevrilen eserinde bunları ifade ediyor ve ekliyor: “Türkler adıyla tarihe geçen bu boylar, aileler ve kavimler bütünü bize büyük bir gizem olarak gözüken büyük göçlerinin; bu halkların Asya yollarına gönderdikleri kervanlar tarafından hazırlandığını, bu kervancıların önden giderek edindikleri coğrafi bilgileri daha sonra bu halklara aktardıklarını, dolayısıyla bu göçmenlerin bilinmeyen topraklarda maceraya atılmadıklarını; aksine nereye gittiklerini, nelerle karşılaşacaklarını ve oralarda ne bulacaklarını çok iyi bildiklerini keşfettim.”
Şahsen ben de Orta Avrupa ülkelerini ve dolayısıyla Tuna boylarını, Balkanları gezerken “Atalarımız buralara boş yere gelmemişler” hükmünü vermiştim. Bu hüküm verişte elbette ilkokul sıralarından başlayarak bizlere öğretile gelen “kuraklığa dayalı göç” yakıştırmasının etkisi büyüktü. Daha sonra Orta Asya ülkelerine ve dolayısıyla oralardaki Türk Coğrafyası’na yaptığım seyahatler sonunda hâlâ akıp duran ırmakları, çağıldayan şelaleleri, gölleri, şehirlerin içinden ve çöllerden geçirilen su kanallarını görünce de “Demek kuraklık işi bir masalmış” demekten kendimi alamadım. Öyle ya; dünyanın giderek kuraklaşmaya yüz tuttuğu, su kaynaklarının hoyratça kullanıldığı bir zamanda bile bu sular var olduğuna göre yüzyıllar öncesi daha coşkulu, daha gümrah olmalıydılar.
Göçlerin olduğu dönemin şartları malum; güçlü olan daima zayıfı emri altına almaya çalışır, buna razı olunursa ne âlâ, razı olunmazsa da artık ne olacaksa olurdu. Bilge Kağan’ın, Kül Tigin’in abidelerinde yer alan hitabeler bunun tarihe ışık tutan yazılı belgeleri olarak hâlâ ayakta durmaktadır. Dolayısıyla göçlerin sebebini yalnızca kuraklığa bağlamak doğru değildir. İyiyi ve güzeli aramak, tehlikeden kurtulmak ya da tehlike olabilecekleri sindirmek gibi daha pek çok sebep sayılabilir.
Biz Türklerde ezelden beri adaletli davranmak büyük bir erdem olduğu için kurduğumuz büyük imparatorlukların içinde genellikle Türk olmayan unsurlar buluna gelmiştir. Tabii, tarihi bir gerçek daha var: Hun, Göktürk ve Uygur hâkimiyeti altında kaldığı için Moğollar Türk kültür ve devlet geleneklerinden büyük ölçüde etkilenmiş hatta Türkleşmişler. İçinde büyük ölçüde Türkleri de barındıran fakat Moğollar tarafından kurulmuş olan Altın Orda ve Çağatay devletlerinin birer Türk Devleti olarak bilinmesi bundandır. Türkçenin Çağatay lehçesi Çağatay devleti içinde gelişmiş, Ali Şir Nevai gibi büyük bir Türk Edibi orada yetişmiştir. Bu sebepledir ki Moğolistan’da bugün bile bize “Amcaoğulları” diye hitap edenler var. Kaldı ki bizde de Cengiz Han’ın Türk olduğu ifade edilebilmektedir.
Bütün yıkıma ve Haçlı barbarlığına rağmen Avrupa’nın göbeğinde duran Türk eserleri ile Macaristan’daki Attila Caddesi, Balkanlardaki camiler, minareler, taş köprüler, bedestenler “Adriyatik’ten Çin Seddine” uzanan Türk hâkimiyetinin mühürleridir. Osmanlı’nın çekildiği Ortadoğu huzur ve sükûna hasrettir. Allah nasip ettiği için Irak ve Suriye’yi böylesine harap olmadan önce görebilmiştim. Türk egemenliği altında huzur beldesi olan Yugoslavya pâre pâre dağıldı, Bosna Hersek’te vahşet ayyuka çıktı. Allah korusun baştanbaşa Balkanlar yanıp kül olmak için bir kıvılcım bekliyor.
Dünya, birkaç “kabadayı” devletin insafına bırakılamayacak kadar güzel; yaşamaya ve gezmeye değer. “Türk Dünyası” dediğimiz büyük coğrafya ise nereden bakarsanız bakınız dünyanın en az yarısını ilgilendiriyor. Biz kısaca “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” deyip geçiyoruz ama mesela Sibirya’yı, Tuva’yı çağrıştırmadığı için eksik olmakla birlikte Fransız Türkolog Jean-Paul Roux’un tanımlamasında yer alan “Mağrip’ten Ganj’a, Belgrad’dan Pekin’e” ifadesi de kullanılabilir. Mağrip malum; Cezayir, Fas, Tunus gibi Kuzey-Batı Afrika ülkeleri ile İber Yarımadası, Malta ve hatta Sicilya adalarını da içine alan bölgenin adıdır. Ben tam bu satırları yazarken çalışmalarımı bilen ve Türk Dünyası’na yaptığım seyahatlerden haberdar olan bir arkadaşım bir şişe içinde İtalya’daki Garda Gölü’nün suyunu getirdi. Batı Hun İmparatoru Attila mutlaka o göl kıyısında konaklamış olmalıydı. Onun için o suyu memnuniyetle aldım ve bizzat gittiğim Orhun’un, Selenge’nin, Tuna’nın, Issıg Göl’ün sularıyla Estergon’un, Kosova’nın, Bilge Kağan, Kültigin diyarlarının taşları ve topraklarının yer aldığı Türk Dünyası Koleksiyonuma dâhil ettim. Keza bugün kaynayan bir kazan olan Ortadoğu ve İslamiyet’in doğduğu topraklar olan Hicaz bölgesi… Oralar da aslında 1055 yılında Tuğrul Bey’in gelişi ve 1517’de Yavuz Sultan Selim’in çıktığı seferle Türk Dünyası’nın birer parçası haline gelmişlerdi. Ne zaman ki bize ihanet edip gittiler ve artık onulmaz bir derdin içindeler.
Kısacası Türk Dünyası uçsuz bucaksız koskoca bir derya, bir okyanus. “O mahiler ki derya içredirler deryayı bilmezler” kavlince biz bu deryadan habersiz yaşayıp gidiyoruz. Devletimiz, milletimiz ve sözünü ettiğimiz uçsuz bucaksız coğrafyada yaşayan kardeşlerimiz bu deryayı coşturacak yerde enerjilerini boş işlere harcayıp art niyetli devletlerin, toplulukların peşinde koşuyorlar.
Ben, altmış yaşından sonra da olsa gençliğimden beri hayallerimi süsleyen Türk Dünyası’nı keşfe çıktım, gezip gördüklerimi ve yaptığım incelemeleri karınca kararınca yazıp anlatmaya çalıştım, resimler çektim. Bir tarih araştırması ya da akademik bir çalışma yapmadığım için -hissi, duygusal, hamasi.. ne derseniz deyiniz- ifadelerimi hoş göreceğinizi umarım.
Yalnız şu hususu özellikle belirtmek istiyor ve genç arkadaşlara tavsiye ediyorum ki sakın ve sakın Türk Dünyası seyahatlerinizi ertelemeyin. Çünkü dünyanın bin bir türlü hali var ve ne olacağı bilinmiyor. Mesela ben, Irak ve Suriye’ye zamanında gitmeseydim böylesine harap olduktan sonra artık gidip göremezdim. Tıpkı, 2008’deki Suriye seyahatim sırasında çok arzu ettiğim halde güzergâh farklılığından dolayı göremediğim Caber’i ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin aldığı bir kararla 21 Şubat 2015’i 22 Şubat 2015’e bağlayan gece ordumuzun tanklarıyla toplarıyla gidip kendi ellerimizle berhava ettiğimiz yurt dışında kalan tek Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’ni yerinde görme imkânım kalmadığı gibi. Tıpkı çok arzu etmeme, Büyükelçimizin devreye girmesine ve kaç defa gidiş – dönüş tarihimi belirleyip uçak sefer sayılarımı bile bildirmeme rağmen Türkmenistan’a gidemeyip çok sevdiğim o ülkenin kaskatı tutumlu yöneticilerine kırıldığım gibi. (Bunun hikâyesi kitabın sayfaları içinde okunacaktır) Ve tıpkı, “Kırım kolay, her fırsatta giderim” diye sona bıraktığım ve artık Rus işgalinden sonra bu şansımı kaybettiğim gibi… Şimdi ben, yıllar yılı vatan hasreti çeken Kırımlılar misali; o içli, duygu yüklü hasret türküsünde geçen şu nakaratı tekrar edip duruyorum: “Men bu yerde yaşalmadım, yaşlığıma toyalmadım/ Vatanıma hasret kaldım ey güzel Kırım!”
İnsanlığın bitmeyen arzuları, hırsları, emperyalist duyguları, ırkçılık, mezhepçilik anlayışı yok olmadığı sürece dünyanın ve uçsuz bucaksız Türk Dünyası’nın başka başka yerlerinin de karışması mümkündür. Gerçi, Asırlık Türk Ocakları’nın uzun yıllar Umumi Reisliğini yapan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’in bir konferansında işaret ettiği gibi, “Ormana bir duvar çekerseniz ağaçları birbirinden ayırmış olmazsınız; alttan kökler, üstten dallar buluşur” ama yine de arzu edilen yerleri bir an önce gezip görmekte fayda var. Öyle ki, 15 kişilik bir grupla çıktığımız Doğu Türkistan seyahatimizde olduğu gibi mesela, geziniz Urumçi Havaalanı’nda sona erip sınır dışı edilseniz bile Türk Dünyası’nı gezmek her şeye değer.
Hayallerim ve hatıralarımla gerçekleri yoğurup fotoğrafladığım bu eserimle Türk Dünyası’nın tanıtılmasına bir katkım olur da başka dostların ve özellikle gençlerin gezip görmesine vesile olabilirsem ne mutlu bana ve bütün görüp yaşadıklarımdan sonra gururla haykırıyorum:
Ne Mutlu Türküm Diyene.
Osman OKTAY
Ankara
ATA YURDUNA SEYAHAT
Tanrı Dağları önünde…
TANRI DAĞLARI’NIN GÖLGESİNDE
Türkmenistan ve Özbekistan’a, bir başka deyişle, o geniş ve zengin Ata yurdumuzun bu iki güzide ülkesine gitmek için hazırlıklarımızı yaparken o da ne? Belirlenen seyahat tarihine 5-6 gün kala Türkmenistan’dan vize alınamadığını öğreniyoruz. Hayret ki ne hayret! Avrupa ülkelerini, Balkanları, İran’ı, harap edilmeden önce Suriye’yi ve hatta Saddam döneminde bile Irak’ı adeta Türkiye’mizdeki bir şehirden öbürüne gidiyormuşçasına dolaşacaksınız, adı üstünde Türkmenistan’a; kardeşlerimizin, soydaşlarımızın, dindaşlarımızın ülkesine gidebilmek için bir sürü formalite istenecek ve sonra da “olmaz!” denecek… Bu iş hiç de hoş değil. Dünyanın pek çok devleti ülkelerine turist çekebilmek için dokuz takla atarken, Rusya bile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını vizesiz kabul ederken (Tabii o uçak hadisesinden önce) uğruna canlarımızı vermekten çekinmediğimiz, yine de çekinmeyeceğimiz bazı Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin bizleri davetiye ile kabul etmeleri, başka birtakım formalite istemeye kalkmaları ve yine de vize vermemelerini nasıl izah edebiliriz? Peki ya Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı? Kardeşlerimizle olan bu ve benzeri problemler hâlâ niye, neden, nasıl çözülmüyor, çözülemiyor? Tabir yerinde ise şeytan taşlamayı bırakıp biraz da şu işlere bakılsa olmaz mı?
Neyse ki Kırgızistanlı kardeşlerimiz vize istemiyorlardı. Biz de Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’tan başlayacak olan gezimizi tarih bile değiştirmeden Bişkek’ten başlatmaya karar veriyoruz. Organizatörümüz, sevgili hemşerim Kadir Tosun Türk Cumhuriyetlerine defalarca gidip geldiği için pratik olarak böyle bir çözüm buldu ve bizleri mağdur etmedi.
Aslında, “Olanda hayır vardır” kavlince bu işe bir yönüyle çok sevindiğimi, gönlüme göre olduğunu da belirtmek durumundayım. Çünkü “Türk’ün şanlı bayrağını Turan ele asacağız…” diye marşlar söylemeye başladığımız yaklaşık 50 yıl öncesinde, Harezm’deki Özbek Hanlarından Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakima (Türklerin Soy Kütüğü) isimli eserini okumuştum. Kırgızistan’daki Isıggöl işte o zaman zihnime kazınmıştı.
Türk Adının Doğduğu Yer
İşte, Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın o meşhur eserinden bir bölüm:
“…Nuh peygamber babasının yerine oturdu. 250 yaşına geldiğinde Yüce Tanrı ona peygamberlik verdi. 700 yıl halkı doğru yola çağırdı. Erkek ve kadın olmak üzere seksen kişi iman getirdi. Yedi yüz yılın içinde seksenden fazla kişi(nin) iman getirmemesine öfkelenip halka beddua etti.
Cebrail geldi ve “Yüce Tanrı senin duanı kabul etti, herhangi bir zamanda halkı suya batıracak, sen gemi yap” dedi ve geminin nasıl yapılacağını gösterdi. Yerden su çıktı, gökyüzünden yağmur yağdı, yeryüzündeki canlıların hepsi boğuldu. Nuh Peygamber, üç oğlu ve iman getiren seksen kişiyle gemiye bindi. Birkaç aydan sonra yer, yüce Tanrı’nın emriyle suyu kendine çekti. Gemi Musul adlı şehrin yakınında(ki) Cudi denilen dağdan çıktı, gemiden çıkan kişilerin hepsi hasta oldu. Nuh Peygamber, üç oğlu, üç gelini ile iyileştiler, onların dışında(ki) kişilerin hepsi öldü. Ondan sonra Nuh Peygamber üç oğlunun her birini bir yere gönderdi. Ham adlı oğlunu Hindistan’a gönderdi. Sam adlı oğlunu İran’a gönderdi. Yafes adlı oğlunu Kuzey tarafına gönderdi ve üçüne “üçünüzden başka insanoğlu kalmadı. Şimdi üçünüz üç yurtta yaşayın, çocuklarınız çok olduğu zaman bu yerleri yurt edinip oturun” dedi.
Kimileri Yafes’in peygamber olduğunu, kimileri ise olmadığını söyler. Yafes babasının emriyle Cudi dağından ayrılıp İtil ve Yayık suyunun yakasına ulaştı. 250 yıl orada yaşadı ve vefat etti. Sekiz oğlu vardı. Çok çocuğu olmuştu.
Çocuklarının adları şunlardır:
Türk, Hazar, Saklap, Rus, Ming, Çin, Kimarı, Tarih… Yafes ölümüne yakın büyük oğlu Türk’ü yerinde oturtup diğer çocuklarına “Türk’ü kendinize padişah bilip onun sözünden çıkmayın” dedi. Türk’e “Yafes oğlu” diye ad taktılar. Çok terbiyeli ve akıllı birisiydi. Babasından sonra birçok yere gitti ve (birçok yeri) gördü. Bir yeri beğenip orada oturdu. Bugün oraya “Isıg Kol” derler.”
Mademki biz ata yurdumuza seyahat edecektik, Türklüğün yeryüzüne yayılma noktası olarak kabul edilen Isıggöl ya da Isıg Kol’un bulunduğu topraklardan başlamak en iyisi değil mi idi? Kaldı ki ben, Sovyetler’in dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetleri ile ilgili olarak yaptığım bir çalışmada Kırgızistan için şöyle bir giriş yapmıştım:
“Altaylar, Tanrı Dağları, Aladağlar, Isıggöl… Binlerce yıl önce Türk gülünün ilk defa açarak dünyaya güzel kokular saçmaya başladığı diyarlar… Kırgızistan işte bu diyarlarla iç içe ve Atayurdumuzun tam ortasında: Altayların gölgesinde, Tanrı Dağları’nın eteklerinde, Isıkgöl’ün çevresinde. Onun için şimdi çok uzaklarda olan bizleri kıskandırıp duruyor…”
Üstüne üstlük, yıllar önce Türk ve Dünya tarihinin en büyük destanlarından biri olan Manas’ın Çizgi Roman ve Çizgi Film senaryolarını da yazmıştım. “Manas Diye Bir Çocuk” ve “Aslan Manas” isimlerini verdiğim çizgi roman senaryoları resimletilerek Kültür Bakanlığı’nca bastırılmış, çizgi film senaryomun prodüksiyonu da yine aynı Bakanlıkça hazırlatılıp gösterime sunulmuştu. Demek oluyor ki ben, Kırgızistan seyahati için geç bile kalmıştım. Hal böyle olunca Türkmenistan seyahatinin Kırgızistan’a dönüşmesini hayra yormamız gerekiyor ve daha yola çıkmadan sanki Kırgızları esaretten kurtarmak için “Aymanboz” isimli atı üstünde haykıran Manas’ı duyar gibi oluyorum:
“-İşte Aymanboz’a bindim; bu canım milletime feda olsun! Tanrıdağları’na, Uludağ’a doğru, babalarımızın öz yurtlarına doğru yürüyelim!..”
Manas’ın At Oynattığı Topraklar
Sonra Manas’ın hatunu Kanıkey, oğlu Semetey, arkadaşları, yiğitleri bir bir gözlerimde canlandı ve biz 25 Mayıs 2014 akşamı saat 21.15’te Türk Hava Yolları uçağı ile Bişkek’e doğru havalandık.
Yolculuğumuz beş saat sürecek ve sabah dinlenmeden oradaki programı uygulayacaktık. Onun için uçakta uyumak en iyisi olacaktı ve öyle yaptık. Uyandığımda uçağımız Manas Havaalanı’na inmek üzereydi ve güneşin ilk ışıkları Kırgızistan semalarını aydınlatmaya başlıyordu. Fotoğraf makinem yanımda olduğu için bu fırsatı kaçırmadım ve uçak penceresinden o anı kaydetmeyi başardım. Sonra da, “Acaba” dedim, “Işık gözlerimi kamaştırdığı için fark edemedim ama güneş Tanrı Dağları’nın arkasından mı doğuyordu?”
Havaalanından şehre giderken o başından kar eksik olmayan ve oralarda “Ala Too” yani Ala Dağ ya da Ulu Dağ diye de isimlendirilen Tanrı Dağlarını uzaktan da olsa gördük işte. Uzak olmasına rağmen o ne heybetti öyle? Biz Türkiye’de “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” olduğumuzu söyleye gelen idealistlerdik. Allah’a hamdolsun ki Elest Meclisi’nde Yaradanımıza verdiğimiz ahde sadık kalanlardan olarak Müslüman’dık ve yıllar önce ilk vahyin indiği Hıra Dağı’nı görme şerefine de ermiştik. İşte şimdi Türklüğün yeryüzüne dağıldığı ve heybetini aldığı mekân olarak bilinen Tanrı Dağları karşımızda idi; heyecanlanmamak mümkün mü?
Yol boyunca sıra sıra dizilmiş devasa ağaçlar var ve etraf yemyeşil. Kadir Bey kardeşim, “Bişkek dünyanın en yeşil Başkenti” diyor, doğrudur.
Otele intikal edip eşyalarımızı yerleştirdikten sonra kahvaltı yapıyor ve hemen Manas Üniversitesi’ne gidiyoruz. Kampüse girerken Anadolu Türk Mimarisi’nin eseri olduğu anlaşılan bir cami inşaatı dikkatimizi çekiyor. Aklımıza hemen Orta Asya coğrafyasında buna benzer başka camilerin inşa edilmesinde büyük emeği olduğunu bildiğimiz Özer Revanoğlu Ağabey geliyor. Meğer bu cami inşaatı ile de ilgileniyormuş. Kendisinin o anda Kırgızistan’da olduğunu söylediler ama ulaşmak mümkün olmadı. Üniversitede bize, ahbaplığımız 1970’lere dayanan Öğretim Üyesi arkadaşımız Muzaffer Kılıç refakat ederek Türkiye – Kırgızistan ortak eseri olan okul hakkında bilgiler verdi. Öğrencilerle ve yine eski dostumuz, ressam akademisyen Mehmet Başbuğ ve Türkiye’den başka öğretim üyesi arkadaşlarla sohbet ettikten sonra turumuza başladık.
Yolumuz önce, Kırgız Türklerinin ünlü Destan Kahramanı Manas adına düzenlenen Manas Köyü ya da Parkı’na uğradı. Orada Manas’ın heykelleri, Kırgız Türkleri’nin özelliklerini yansıtan başka figürler, otantik Kırgız Çadırı ve eşyaları sergileniyor. Yalnız ne var ki ülkenin ekonomik sıkıntılar içinde olduğu hemen belli oluyor. İyi niyet ve beklentilerle oluşturulduğunda şüphe olmayan bu mekân ne yazık ki çok bakımsız. Daha önce yaptığım Balkan gezisi sırasında ülkemizin gurur verici hizmetler yaptığına şahit olduğum kurumlarından biri olan TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) keşke orada da bir çalışma yapsa…
Atabeyt… Bir Hüzün Durağı
Ardından acıları depreştiren, 75 – 76 yıl sonra da olsa yürekleri dağlamaya devam eden ve edecek olan, ünlü Kırgız Romancı Cengiz Aytmatov’un mezarının da bulunduğu Atabeyt (Ata-Beyit – Baba Mezarı) ziyaret edildi. Atabeyt, 1936–1937 yıllarında Kırgızistan’da yaşanan ve Stalin rejimi tarafından yapılan katliamın yapıldığı ve onlar adına yapılan anıt mezarların bulunduğu yer. İnsanlıktan uzak Rus komünistlerinin, aralarında 12 Kırgız Bakan’ın da bulunduğu çoğu Kırgız Türklerine ait tam 138 aydını topluca katlederek bir kireç ya da tuğla ocağına atıp toprakla kapatmaları dünyanın olduğu gibi Türk âleminin bile gündemine girmemişti. Aytmatov’un, en son dokuz yaşındayken görebildiği babası Törekul Aytmatov da katledilenler arasındaydı ve Haziran 2008’de vefat eden oğlu, dünyaca ünlü yazar Cengiz Aytmatov vasiyeti üzerine babasının yakınına defnedilmişti. Sovyetlerin çeşitli bölgelerinde 1936–1945 yılları arasında yapılan bu katliamlardan ne yazık ki 1993 yılına kadar kimsenin haberi olmadı. Ta ki Tuğla ocağı bekçisi Hıdır Aliyev’in, gizlendiği yerde şahit olduğu ve korkusundan yıllarca gizlemek zorunda kaldığı bu katliamı, ölmeden önce kızına anlatana kadar: “Şunu herkes bilsin ki kireç ocağında çok büyük olaylar oldu. Zamanı gelince herkes öğrenmeli!”
Hıdır Aliyev’in bu sözleri kızını çok etkilemişti ve anlatmak için fırsat kolluyordu. O fırsat nihayet doğmuştu ve konu, bağımsızlığın ilan edilişinden yaklaşık iki yıl sonra 1993 yılında Kırgız hükümetine iletildi. Kırgızistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Askar Akayev hemen bir kazı yapılmasını isteyince gerçek bütün açıklığıyla ortaya çıktı. Kazılar sonucunda bulunan toplu mezar sadece Kırgızistan’ı değil tüm Orta Asya cumhuriyetlerinin kanını dondurdu. Toplu mezarda 138 ceset ve binlerce mermi kovanı bulunmuştu. Yapılan arşiv araştırmaları ve DNA testleri sonucunda iki kadın cesedi dışında herkesin isimleri belirlendi. O isimlerin listesi Ata Beyit’te ve müzede yer alıyor. Ata Beyit’te şehitlerin anısına yaptırılan bir de anıt var.
Ata Beyit’te yaşanan duygu dolu anlar ve oradaki müze sorumlusundan bilgiler aldıktan sonra hüzünle ayrıldık ve otantik Kırgız Çadırlarından oluşan bir mekânda öğle yemeği yedik. Ardından Oş Pazarını ve Ala Tov Meydanı’nı gezdikten sonra otelimize geçtik. Gece yolculuk yapıp akşama kadar da gezdiğimiz için yorgunluk hat safhada. Yarın da otobüsle Isıggöl’e yolculuk yapacağımız için yatıp dinlenmeliydik; öyle yaptık.
Otelimizin kahvaltısını bir Rus bayan hazırlıyor ve alışkanlıklarımızın dışında bir durumla karşılaşınca biraz tedirgin olduk. Hele hele bol ekmek yemeğe alışık olduğumuz için adam başı verdiği küçük ekmek dilimi, tabir yerinde ise dişimizin kovuğunu bile doldurmadı! Neyse ki eşimle ben tedbirli davranarak memleketten zeytinle peynir götürmüştük, oldukça işe yaradı.
Artık benim için gezinin en heyecanlı anı başlıyordu. Çünkü gençliğimden beri hayalini kurduğum Isıggöl yolculuğu başlamıştı. Yaklaşık 230 kilometrelik bir yolumuz vardı ama uzunca bir süre hiç Bişkek’ten çıkmamışçasına yol aldık. Tıpkı bizim Karadeniz sahili gibi yerleşim yerleri birbirine bağlanmış durumdaydı ve sanki Kırgızistan Bişkek’ten ibaretti…
Yol boyunca iğde ve dut ağaçlarını görmek bize tebessüm ettiriyordu. Çin’e doğru uzanan tarihi İpek Yolu’ndan gidiyorduk ve adına uygun olarak ipek böceklerine yem olması için dut ağaçlarının dalları budanmış, amiyane tabirle cascavlak kalmıştı. Derken otobüsümüz ana yoldan ayrıldı ve Isıggöl heyecanını da bastıracak olan Balasagun’a yöneldi…
Burana… Türk Dünyası’nın İlk Minaresi
“İslam Peygamberi Hz. Muhammed, kanatlı atı Burak’ın sırtında göklere yükseldiği ‘Miraç gecesinde gök katlarında kendinden önceki Peygamberleri görür. Bunlar arasında birini tanıyamaz ve Cebrail’e bunun kim olduğunu sorar. Cebrail şöyle der:
-Bu zat Peygamber değildir. Siz ruhunuzu Ulu Tanrıya emanetettiğiniz günden üç yüzyıl sonra yeryüzüne inecek ve dininizi Türkistan’da yayacaktır.
Cebrail Aleyhisselam’ın bu cevabı üzerine Hazreti Muhammed çok sevinmiş, Miraçtan sonra, gece gündüz bu mübarek ruh için dua etmeğe başlamıştı. Tabi bu arada, bu mübarek zattan sahabelerine de bahsetmişve sahabelerinin bu zatın ruhunu görmeği istemeleri üzerine Hazreti Muhammed de dua ederek Miraç esnasında gördüğü zatın ruhunun onlara da görünmesini arzulamıştı.
Hazreti Muhammed’in duası üzerine birden karşılarında kırk silahlı atlı belirdi. Selam verip yaklaştılar. Bu atlılar, başlarında Satuk Buğra Han’ın bulunduğu kırk arkadaşının ruhu idi…”
Bu satırlar, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın destanlaşan hayat hikâyesinde (Tezkire-i Buğra Han) geçiyor. Gerçek olan şu ki O, bir hükümdar olarak İslamiyet’i kabul etmek suretiyle Türk Milleti’nin kitleler halinde Müslüman olmasına öncülük etti. Bunu, Türk tarihinin akışını değiştirmek olarak da ifade edebiliriz. Balasagun’a, mis kokulu çilek tarlaları arasından geçen bir yolla ulaştık. Karşımızda, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın hâlâ ayakta durmakta olan ve orada “Burana” denen minaresi vardı, uzakta da Tanrı Dağlarının başı karlı uzantıları görünüyordu; heyecan dorukta idi.
Düşünebiliyor musunuz; o an bulunduğumuz yerde, bin kusur yıl önce devletin başı bir sabah kalkıyor ve “Ben Müslüman oldum” diyor, millet arkasından yürüyor. Heyecan duymamak, duygu yüklü olmamak mümkün mü? O yüce Hakan’ın ruhuna Fatihalar okuyor ve peş peşe fotoğraflar çekiyoruz. Etrafta barakamsı yapılar ve otantik Kırgız çadırları içinde hediyelik eşya satanlar var. Gözlerimiz müze arıyor ve bulamıyoruz. Neden sonra, o barakaları merak eden arkadaşlardan biri müzeyi fark edip haber verdi. Hayret! Orada asırlar öncesinden kalma pek çok eşya var ve bunları modern bir binada sergileyip tanıtamıyorlar. Müze için giriş parası da ödemiyorsunuz ve görevli bayan bilgiler veriyor. Resim çekmek yasak ama ben izin alarak Kutad Gubilig yazarı değerli üstad Yusuf Has Hacib’in büstü ve her iki yanındaki vitrin bölmeleri ile ayrı bir yerde sergilenen Kutad Gubilig baskılarının bulunduğu camekânın fotoğraflarını çektim. Yalnız, Avrupa’da, İran’da, Arap ülkelerinde karşılaştığımız dert buralarda, Ata yurdumuzda da bizi bırakmıyor. Müzelerde, yollarda, oralarda buralarda Türkiye Türkçesi ile yazılmış bir ibare, bir broşür yok. Oysa oralara en çok biz gidiyoruz ve Türk Dünyası’nın alfabe birliğine geçmesinin gereği bir defa daha bütün açıklığı ile ortaya çıkıyor.
Müzeden çıktıktan sonra gözüm yine minarede idi ve cesaret edip çıktım. Ziyarete gelen Kırgız öğrenciler ve bizim gruptan bazı arkadaşlar da çıkmışlardı. Orada içimden bir şeyler koptu ve yüksek sesle ezan okumaya başladım. Aşağıdan grup arkadaşlarım da duymuşlar ve onlar da duygu yüklü olarak ezanı dinlemişler.
Isıggöl’e vakitlice ulaşabilmek için ayrılmamız gerekiyordu ve ayrıldık. Yine çilek tarlaları arasından geçiyorduk ve bu defa mola verdik. Hemen orada yemek için aldığımız iki kova çileğin parasını Alanya’dan turumuza katılan cefakâr, vefakâr Bayram Ağabey ödedi. Neredeyse avuç avuç yedik ve tadı damağımızda kaldı.
Az sonra güzel bir asfalt yolla Tanrı Dağları’ndan doğup gelen Çu Nehri’nden geçiyor ve onu Isıggöl’e doğru bir sağımızda bir solumuzda görerek devam ediyoruz. Bu nehrin Isıggöl’e döküldüğünü sanıyordum ama yanılmışım; meğer o güzel ve bizim için anlamlı gölün yakınına kadar geldikten sonra batıya doğru yöneliyor ve Çuy Vadisi’nden akıp gidiyormuş.
Gittiğimiz güzel yolun Çin tarafından yapıldığını öğreniyoruz ve Isıggöl’e sanırım 30 – 40 kilometre kala sağa yönelip -tabii ki Çin’e doğru- gidiyor. Biz ise şose – asfalt karışımı bir yola düştük. Tırların o tarafa gidip geldiğine şahit olunca da tabii, Çin’in o güzel yolu babasının hayrına değil, ihraç mallarının pazarlaması için yaptığını anlamakta gecikmedik.
Çu Nehri’nin Isıggöl’e yaklaşıp selam vermeden dönüp gitmesi gibi biz de gölü gördükten sonra nerede ise 25 – 30 kilometre daha gidiyoruz ve suya/sevgiliye kavuşma hasretimiz artıyor. İşin garibi, yol ayrımından sonra toprak yapısı da değişiyor ve adeta bozkıra dönüşüyor. Yer yer yeni oluşturulmuş kayısı bahçeleri görüyoruz. Kurutulmuş balık ve bal satanları gördüğümüzde artık hedefe ulaşmaya az kaldığını anlıyoruz.
Orhun ve Ötüken Gibi Aziz Olan Isıggöl
Şehir içinde, Manas Köyü/Parkı’nda ve hatta Ata-Beyit’teki dağınıklığın aksine Isıggöl girişinde daha düzenli bir yapı ile karşılaştık. Girişler paralı, ayrıca vapur gezisi yapma imkânı var. Niyetimiz, büyük büyük atalarımızın yıkandığı bu suya girmek ve sanki Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yafes, onun oğlu Türk bir anda karşımıza çıkıverecek gibi heyecanlıyız. Göl kenarındaki kumsalda biraz yürüyor ve hayal edip, “Acaba” diyorum, “Acaba Türk atamız et yerken şu kayalıklara mı düşürmüştü de tekrar ağzına götürdüğünde lezzetinin arttığını anlayıp…” Öyle ya, anlatıldığına göre tuz böyle güzel bir tesadüf eseri bulunmuş ve bunu biz başarmışız, Türk Atamız ya da onun oğlu başarmış!
Sonra grup olarak vapur gezisi yapmaya karar verdik. Hava serin, su soğuk. Yalnız, vapur gezisinden sonra belki de yaşça gruptakilerin en büyüğü olan Ali Yıldız büyük bir cesaretle ve bizim adımıza vapurdan suya atlayıp küçük bir gösteri yaptı. Ben de Isıggöl hayaliyle gelirken yolda yazdığım şiirimi yüksek sesle okudum:
Gölcük, Karagöl, Acıgöl, Kurugöl
Göller içinde ilk gölüm Isıggöl
Nice denizler olsa da Türk’e göl;
Ege, Hazar, Karadeniz, Akdeniz
Hasretle biz sana geldik Isıggöl.
Sonra da, Türkiyemize getirip evimde saklamak üzere gölün suyundan ve kumundan bir miktar alıp pet şişelere koydum.
Isıggöl’e, Balasagun’a, Manas’ın, Abdülkerim Satuk Buğra Han’la Aytmatov’un ülkelerine olan hasretimiz bitmişti ama Issız bucaksız Türk coğrafyasında hasretini çektiğimiz daha nice diyar vardı. Ertesi gün sabah erkenden Kırgızistan havayollarına ait bir uçakla Özbekistan’ın başkenti Taşkent’e doğru havalandık…
TAŞKENT’TEN SEMERKAND’A
“Uçağın merdiveninden inerken karşıya bakan hemen herkes şaşırıyordu. Gözlerimize inanamıyorduk, kulaklarımıza inanamıyorduk. Kalabalık, hava alanından adeta taşıyordu. Terminal binası ağzına kadar tıklım tıklım dolu idi. Yaşa diye bağıranlar, selamünaleyküm diyenler, el sallayanlar, alkışlayanlar ve nihayet hıçkıra hıçkıra ağlayanlar… Demet demet, renk renk çiçekler sunuluyor, kucak kucak çiçek yağmuruna tutuluyoruz. Herkes birbirini çiğnercesine koşuyor, itişiyor, herkes bizi görmek, bize yaklaşmak için kendini kaybetmişe benziyordu…
….Uzakta kalanlar, bizi göremeyenler ileri atılmak için çırpınıyor, zorluyor, kordonu geçmek için kalabalık dalgalanıyor… Alkış, çığlık ve bağırmalar… Sarsıla sarsıla ağlamalar ve hıçkırıklar…
Terminal binasının radyosu sonuna kadar açılmış. Bizim, yüzde yüz bizim olan bir ses, yine yüzde yüz bizim olan bir türküyü söylüyor. Tıpkı Anadolu kasabalarında, herhangi bir kahvede olduğu gibi. Tıpkı Anadolu yaylalarında pilli radyolarda dinlediklerimiz gibi…
….Candan alaka, samimiyet, alkış ve müzik, hepimizi şaşkına çeviriyor. Ne yapacağımızı, nasıl mukabele edeceğimizi bilemiyoruz. Kimimiz şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor ve bir kazadan yeni kurtulmuş, fakat henüz kendine gelememiş bir insanı andırıyor. Kimimiz durgunlaşmış, tıkanmış ve konuşamaz halde. Fakat hiçbirimiz diğerinin yüzüne bakamıyoruz. Herhalde birbirimizin ne halde olduğunu görmemek için veya göz göze gelip halimizin görülmemesi için… Çoğumuz ise zaten birbirini göremeyecek halde, gözyaşlarını tutamayarak ağlıyor, ağlıyor… Ben de ağlayanlar arasındayım. Niçin ağlıyorum? Hırsımdan mı? Sevincimden mi? Heyecanımdan mı? Bunu ben de bilemiyorum. Gözyaşlarımı zaptedeyim diyorum, zaptedemiyorum; dişlerimi sıkıyorum, olmuyor; boşalıyorum ve ağlamaya devam ediyorum. Hem de hayatımda hiçbir zaman yapmadığım şekilde bir ağlayışla…”
Bu karşılama bizim için olmadığı gibi yukarıdaki satırlar da bana ait değil. 1968 yılında devrin Başbakanı Süleyman Demirel’le birlikte Özbekistan’a giden ve eli kalem tutan ender siyasetçilerimizden biri olan Mehmet Turgut, 1969 yılında yayınladığı “Taşkent’e Doğru” isimli eserinde Taşkent Havaalanı’ndaki karşılanışlarını böyle anlatıyor. 1917 yılındaki komünist ihtilalinin vukuundan 50, şimdiki Ortaasya Türk Cumhuriyetlerinin SSCB’nin birer “unsuru” olarak oluşturuluşunun üzerinden de yaklaşık 45 yıl geçmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı beraberindeki bir heyetle birlikte Özbekistan’a gidiyor. Hasret ve özlem duygularının tavan yaptığı bir dönem. İnsanlar baskıya, zulme ve başlarına gelecekleri bile bile tek bağımsız Türk Devleti olan Türkiye’den gelenleri böyle karşılıyor, buradan gidenler de onları gönülden kucaklıyorlar.
O seyahatten sonra aradan 25 yıla yakın bir süre geçmiş ve Sovyetler’in dağılmasıyla birlikte 1991 yılında peş peşe gelen bağımsızlık ilanları tabuları yıkmaya başlamış, karşılıklı gidip gelişler hasreti sona erdirmişti. Haliyle kavuşma heyecanı da giderek azaldı. Biz siyasi bir heyet de değildik ve elbette öyle bir karşılama beklemiyorduk. Ancak çok iyi bildiğimiz bir şey vardı ki biz oradaki kardeşlerimizi çok seviyorduk, onların da bizleri sevdiklerinden emindik. Bunda hiç yanılmadığımızı sivil halkla ilk karşılaşmamızda hemen anladık. O dost bakışlar, “Gardaş… Siz de Müslüman biz de Müslüman” diye sarılışlar başka ne anlama gelebilir? Seyrettikleri Türk dizilerinin kahramanlarını soruşları, hele hele tanıdığımızı, gördüğümüzü söyleyince sanki onlarla karşılaşmışlar gibi yeniden sarılışları aramızda binlerce kilometre mesafe, dağlar, çöller, göller ve denizler olmasına rağmen kanlarımızın kaynayıp birbirini çektiğinin işareti değil de nedir? Yeter ki siyasiler gölge etmesinler, Adriyatik’den Çin Seddi’ne Türkler 6 – 7 değil, 15 – 20 devlet olsalar da aslında tek bir millet olduklarının şuurunda olacaklardır.
Taşkent… Meydanlar, Yeşillikler, Güzellikler Şehri
26 Mayıs 2014 Pazartesi sabahı güneş doğarken Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e inmiştik, 28 Mayıs sabahı güneş doğarken de Özbekistan’ın başkenti Taşkent’teyiz. Gece hiç uyumadığımız için önce otele gidip eşyalarımızı bıraktık, sabah kahvaltısını yapıp dinlendikten sonra şehir turuna çıktık. Hemen şunu söylemeliyim ki daha ilk bakışta hayran kaldım ve adeta çarpıldım. Geniş ve düzenli yollar, yeşil – yemyeşil çevre, devasa ağaçlar ve hayranlığıma hayranlık katan koca koca meydanlar… Evet evet; meydanlar! Burada Timur Meydanı’nı, Bağımsızlık Meydanı’nı, Tiyatro Meydanı’nı gördükten sonra yine dertlerim depreşti. Artık kesinlikle eminim ki bizde şehircilik diye bir şey yok. Öyle inanıyor ve iddia ediyorum ki gelmiş geçmiş ve hâlihazırdaki belediye başkanlarımızla kendi sorumluluk dönemlerinde ortaya çıkan heyula binalardan sözüm ona şikâyet eden, onları yapan müteahhitlere “darıldığını” söyleyen siyaset adamları samimi değiller ve riyakârlar. Avrupa’ya, İran’a, Turan’a yaptığım bütün seyahatlerde en çok meydanlara, şehirlerin temizliğine hayran oluyor, “bizde neden böyle olmuyor” diye hayıflanıyorum. Seyahat yazılarımın hemen hepsinde özellikle meydanlar konusunda bir not düşüyorum. Çünkü bir şehri, bir beldeyi gösteren meydanlarıdır. Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara sözüm ona “modern” bir şehir olmasına rağmen meydanı olmayan bir şehirdir. “Meydan” olarak geçen Kızılay, Tandoğan, Ulus yalnızca birer kavşak noktası, ya da dört yol ağzı konumundalar. Artık giderek bir görmemişliğe dönüşen rantiyecilik, yeni oluşup gelişen semtleri bile berbat etti. Daha on yıl öncesine kadar gecekondu bölgesi iken yeni bir yapılanma ile Ankara’da siyasetçilerin ve özellikle mevcut iktidarın gözdesi haline gelen Çukurambar Semti bile nerede ise 100 – 200 metrede bir yolkesen trafik lambaları, yüksekliğine bakmaya çalışırken insanın şapkasını yere düşüren ve her an yıkılıverecekmiş gibi duran, göz zevkini bozduğu yetmiyormuş gibi rüzgârı ve hava akımını kestiği için mahalle sakinlerine nefes aldırmayan heyula binaları ile şimdiden yaşanmaz hale geldi, getirildi.
Gezip görmek insanın ufkunu açacak yerde gördüğüm güzelliklerle bizdeki garabetleri karşılaştırıyor ve işte böyle öfkelenip derdimi satırlara döküyorum. Sahi, sık sık yurt dışı seyahatlere çıkan yerel ve genel yöneticilerimiz acaba benim gördüklerimi görmüyorlar mı ya da gördüklerinden ders alıp hiç değilse kopya etmeyi de akıl edemiyorlar mı? Ne dersiniz?
Çevre Bilinci
Sonra, Çırçık nehrinden alınan ve Taşkent’in içinden geçirilen su kanalları… Burada sözüm, yöneticilerimizle birlikte kendi insanımıza… Şehrin ortasından geçen su kanalında bir çöp, bir kâğıt parçası, bir pet şişe vb. atık olmaz mı? Özellikle baktım, defalarca baktım, göremedim. Peki, bizde neden öyle değil? Bizde otomobillerde içilen sigaraların kül tablaları, içilen suların şişeleri, yenen meyvelerin artıkları neden yollara dökülüp saçılır? Denizlerimiz, göllerimiz, akarsularımız neden çöplük gibi kullanılır? Avrupa’da ve işte Ortaasya’da sürücüler yayalara saygı gösterirlerken bizde neden yol hakkının hep kendilerinde olduğunu düşünürler?
İşte böyle efendim; gezip görmenin bir alameti olmalı, insana bir şeyler katmalı, kazandırmalı ve yerine göre iğneyi başkasına batırırken çuvaldızı da kendimize batırmayı bilmeliyiz. “İyi de, oralarda eleştirilecek hiç mi bir şey yok?” Var elbette: Öncelikle ve özellikle tuvalet kültürü! Hem en modern, en medeni bildiğimiz Avrupa’da, hem Balkanlarda, hem Ortaasya’da, hem İran’da ve hem de Arap ülkelerinde bu konuda en ileri, en modern, en medeni ülke Türkiye, en dikkatli insanlar da bizim insanlarımız, onda hiç ama hiç şüphe yok. Allah’a şükür evlerimizde, işyerlerimizde, otellerimizde bulunan klasik (Alaturka) ve modern (Alafranga) tuvaletlerimizde musluklar, lavabolar ve bütün dünya ülkelerine fark attığımız taharet musluklarımız var. Klozetlere konan taharet musluklarını ilk defa kim akıl edip uygulamışsa İnşaallah Cennetliktir. Türkiye’ye gelip giden Müslüman – Hıristiyan ülke yetkilileri, özel teşebbüs temsilcileri bizdeki bu uygulamayı neden alıp uygulamazlar acaba? Yoksa onlar da bizimkiler gibi yalnızca turistik gezi mi yapıyorlar, bilemiyorum!
Beni çok rahatsız eden bu konuyu not düştükten sonra Özbekistan’da Merhum Kerimov’un gayretleri ile son yıllarda gerçekleştirilen yenileme çalışmaları ile birlikte bazı türbe ve camilere bu sıkıntıyı giderecek modern lavabolar ve tuvaletler yapıldığını şükranla karşıladığımızı da belirtmeliyim.
Söz Bir İncidir ki…
Litvanya Cumhurbaşkanı’nın ziyareti dolayısıyla Taşkent programımız aksasa da gezip göreceğimiz yerlerde takdim – tehir yaparak amacımıza ulaşmaya çalıştık. Ali Şir Nevai Caddesi’nden geçerken ve cadde üzerinde kendi adına açılan Kütüphaneyi görünce O’ndan söz etmemek olmazdı. Türkçe’nin Çağatay lehçesinde eserler veren bu ünlü simanın kaleme aldığı ve Farsça ile Türkçe’yi karşılaştırdığı Muhakemetü’l Lügateyn isimli eseri ve divanları oldukça ünlüdür. “Nazım Bahçesi’nin Şakrak Bülbülü” olarak nitelendirilen Ali Şir Nevai’ye göre “Söz bir incidir ki onun denizi gönüldür ve gönül bütün anlamları kendisinde toplar” ve “Gönülden söz incileri çıkarma şerefine erenler (Yazarlar – şairler) de bu işin mütehassısıdırlar”
Nevai’nin, “Gönülden söz incisi çıkaracak” olanlara tavsiyelerinden birkaçı şöyle:
“…Türk ve Fars dilleri arasındaki kusursuzluk veya noksanlık bakımından çok büyük farklar vardır. Söz ve ibarede, kelimelerin anlam ve kavramında Türk Fars’tan üstündür. Türk’ün öz dilinde öyle incelikler, güzellikler, sanatlar vardır ki İnşaallah yeri geldikçe gösterilecektir…”
“…Fars dili yüksek ve derin konuları anlatmada yetersizdir. Çünkü Türkçe’nin oluşumunda ve konularında pek çok incelik, özgünlük vardır. İnce farklar, en aşırı kavramlar için bile kelimeler yaratılmıştır ki ancak bilgili kimseler tarafından açıklanabilir.”
“…Türk’ün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak Farsça şiirler söylemeye özeniyorlar. İyi ve etraflı düşünseler Türkçe’de bu kadar genişlik ve zenginlik durup dururken bu dilde şiir söylemenin ve sanat göstermenin daha beğenilir olacağını anlarlar.”
Aslında değişen bir şey yok tabii… Gençler, siyasiler, sade vatandaşlar, esnaf şimdi de İngilizce’ye özeniyorlar.
Ali Şir Nevai Kütüphanesi’nin ardından modern Kongre Sarayı Marifet Merkezi’ni de gördükten sonra bir sürprizle karşılaşıyoruz: Karşımızda Atatürk Caddesi! Bu cadde taşıt trafiğine kapalı ve adeta bir sanat galerisi gibi. Ressamlar, müzisyenler, el sanatları ile uğraşanlar eserlerini sergileyip satış yapıyorlar.
Taşkent’te dikkatimizi çeken bir şey var: Minare göremiyoruz! Rehberimiz, “Mahalle camilerinde minare olmadığını ve ezanın içeride okunduğunu” söyledi. Nitekim Ortaasya’ya has minareyi ikindi vaktine doğru gittiğimiz İmam Külliyesi’nde gördük ve daha sonra ezan sesi de duyduk.
İmam Külliyesi geniş bir alana yayılmış ve oldukça etkileyici. Hele içeride Hz. Osman’ın derlediği el yazması Kur’an-ı Kerim’in orijinalini görünce etkilenip duygulanmamak mümkün değil. Emir Timur bu muazzam ve bir eşi daha bulunmayan Kur’an nüshasını 1401 yılında yani hüzünle andığımız o Ankara savaşından bir yıl kadar önce Bağdat’tan alıp Taşkent’e göndermiş. Ardından Rus Çarları tarafından Rusya’nın değişik yerlerine götürüldükten sonra Özbekistan SSCB Özerk Cumhuriyeti olarak ilan edilince 1924 yılında tekrar Taşkent’e getirilerek sergilenmiş. Ne yazık ki bu arada 11 sayfası çalınmış ve kayıp. Sonra, dünyanın çeşitli yerlerinde basılan Kur’an-ı Kerim nüshalarının sergilendiği bir vitrin önüne geçiyoruz. Gözlerimiz haliyle Türkiye’den gönderilen bir Kur’an baskısı arıyor ve bir özel yayınevince basılan nüshayı görüyor, Diyanet İşleri Başkanlığınca basılan bir nüshanın da orada olması gerektiğine hükmederek ayrılıyoruz. Devletimiz ve dolayısıyla resmi kurumlarımız nedense bu konulara önem vermiyorlar. Yıllar önce Azerbaycan’da -konu farklı olsa da- benzer bir durumla karşılaşmıştım.
Dostlarla birlikte “Azerbaycan Musiki Medeniyeti Devlet Müzesi”ni gezerken Tarih boyunca Azerbaycan başta olmak üzere çevredeki Türk ellerinde kullanılan musiki aletleri ve konu ile ilgili yayınların bir düzen içerisinde sergilendiğini görmüş ve gözlerimiz yine Türkiye’den gönderilen müzik aletlerini aramıştı. Durumu müze sorumlusu Şahla Hanım’a sorduğumuzda saygılı ve alçakgönüllü bir ifade ile: “Aynı kültürü temsil ettiğimiz için gerek görülmemiştir” deyivermişti ama öyle olmadığı apaçık ortada idi.
Sonraki durağımız Taşkent Pazarı oldu…
Taşkent Pazarı oldukça geniş bir alana yayılmış ve üç ana bölümden oluşuyor: Bir sanat eseri olan devasa bir kubbe altında kurulan Et Pazarı, bizdeki çardaklı pazarlar misali alanlarda kurulan Kuru Gıda, Kuru Yemiş Pazarı ve Sebze Meyve Pazarı.Ayrıca bu pazarların hemen yakınında hediyelik eşya ve özellikle ipekli ürünler satan dükkânlar, mağazalar.
Alper Tunga öldi mi/Ödlek öcün aldı mi/Issız acun kaldı mi/Emdi yürek yırtılur
29 Mayıs sabahı Semerkand’a gitmek üzere Taşkent Tren İstasyonu’ndayız. Yolculuk yapacağımız hızlı trenin adının Afrosiyab (Alper Tunga) olduğunu öğrenince lise sıralarında okuduğumuz Alper Tunga Destanı’nı hatırlayıp heyecanlandık. Alper Tunga aslında, şimdiki Özbekistan topraklarında yaşayan bir Türk kahramanı. Farslarla savaştığını ve hemen hiç yenilmediğini biliyoruz. Sonunda İran’daki Med Hükümdarı Keyhusrev O’nu bir ziyafete çağırır ve orada zehirleterek öldürür. Dolayısıyla, Farsların korkulu rüyası olduğu için Alper Tunga’ya “Kötülük ilahlarına” verdikleri isim olan “Afrosiyab” adını takmışlardır. Fars kültürünün etkisiyle Ortaasya coğrafyasında da bu adla anıla geliyor olması biraz tuhaf. İşte o kahramanın adını taşıyan trenle Anadolu’da İslamiyet’in yayılıp şekillenmesindeki ana unsurların kaynaklarından biri olan Semerkand’a doğru hareket ettik.
Tren yolu güzergâhında –özellikle pamuk- ekili tarlaları, düzenli bahçeleri ve otlayan küçük ve büyükbaş hayvanları görünce -sanki Türkiye’de bunları görmemiş gibi- heyecanlanıp sevinmemin/sevinmemizin anlamı herhalde hasret duygularıyla ifade edilebilir. Derken ayrı bir heyecan dalgası geliyor; rehberimiz Mansur Buhari “Az sonra Siriderya (Seyhun) Nehri’nin üstünden geçeceğiz” deyince zaten elimde hazır bekleyen fotoğraf makinemi tren penceresine doğru yöneltip nehir görüntüye girdiği anda düğmeye basmak üzere avcılar misali nişan pozisyonu alıyor ve -olabildiği kadar- başarıyorum… Az sonra Zerefşan (Altın Akan) Nehri’ni de görüyoruz. Zaten Semerkand da Zerefşan Vadisi’nde kurulan bir şehir. Hemen Amuderya (Ceyhun) Nehri’ni merak ediyoruz ve onu Buhara’dan sonra, Hive’ye giderken göreceğimiz söyleniyor.
Evet… Bu coğrafyada bulunan nehirler, bu toprak, bu hayvanlar, kuşlar ve hatta çöller bize hep geçmişimizi, atalarımızı hatırlatıyor ve heyecanlandırıyor. Yol kenarlarında ve yerleşim yerlerinin giriş çıkışlarında bulunan tabelalarda, “Vatanı sevmek imandandır”, “Müstakillik en iyi nimettir”, “Şu aziz vatan parçalanmaz ki”, “Özbekistan, geleceği büyük devlet” gibi daha pek çok sözü okuyor ve ister istemez Türkiyemizdeki okullarda okunan Andımız’ın yasaklanması konusunu hatırlıyoruz.
Hızlı tren hızla akıp gidiyor ve Semerkand’a ulaşıyoruz. Burada tren istasyonuna “Vokzal” adını vermişler. Rehberimizin ifade ettiğine göre, Sovyetler zamanında İngiltere’ye gidenler orada Vokzal isimli bir yerleşim yerinin isminden etkilenerek bu adı kullanmaya başlamışlar ve bir daha da değiştirilmemiş.
Derler ki Semerkand, “Güzel şehirlerin birincisi ve İslamiyet’in kubbesi/kuvveti”dir… İşte biz şimdi bu güzel ve anlamlı şehirdeyiz. Bu şehirde gezilip görülecek, manevi atmosferinden faydalanılacak o kadar yer var ki: İmam Buhari Türbesi, Uluğbey Medresesi, Sher-Dor (Ser-dar) Medresesi, Tilya-Kari Medresesi, Uluğ Bey Rasathanesi, Semerkand Afrasiyab müzesi, Timur’un Gur Emîr türbesi, Shakh-i Zinda (Şah-ı Zinde) türbesi, Bibi Hanım Camii, Hazreti Hızır Camii, Davud Peygamber türbesi, Zümrüt Hoca Camii, Bibi Hanım türbesi, Kok Camii, Chorsu (Çarsu) antik ticaret merkezi, Abu Mansur Matridiy (Ebu Mansur el-Matüridî) türbesi, Rukhobod türbesi, Aksaray türbesi, Nisbatdor Hoca Cami, Abdu Darun Hoca türbesi, Ishrat-Khana (Ishrathona – İşrethane), Namazgâh Cami, Kok Saray kalıntıları…
Hepsini gezip görmek için en az bir hafta Semerkand’da kalmak gerekiyor ancak bir tur organizasyonunda zaman sınırlı. Üstüne üstlük Litvanya Cumhurbaşkanı da peşimizi bırakmıyor. Bir gün önce Taşkent’te olduğu gibi onunla adeta köşe kapmaca oynuyor ve ziyaret edeceğimiz yerleri ya öne alıyor ya da sonraya bırakıyoruz. Bu iş bizde de öyle değil mi? Cumhurbaşkanı ya da Başbakan’ın da katılacağı bir yemeği, hatta bir cenaze törenini düşünün; gittiğinize gideceğinize pişman olursunuz!
Meydanlar ve Türbeler…
Meydan konusuna girmeden geçersem ayıp olur. Bizdeki meydansız şehirler, ilçeler ve köylerin aksine oralarda ilk göze çarpan meydanlar. Semerkand’da özellikle Recistan (Kumluk Alan) Meydanı’na hayran olmamak mümkün değil.
Semerkand’da ilk ziyaretimizi Buhari Hazretleri adına düzenlenen ve türbesinin de içinde bulunduğu külliyeye yaptık. Buhari,bilindiği gibi İslamdininin en büyük Hadis Âlimisayılır. İslam Peygamberinin vefatından 178 yıl sonra dünyaya gelmiş olmasına rağmen büyük bir araştırma içine girerek Kuran-ı Kerim’den sonraki en büyük İslami kaynak olan Hadis-i Şerifleri önemli ölçüde derlemeyi başardı ve Hadis İlmi’nin oluşmasına öncülük etti.
Sünni Müslümanlığın itikad (inanç) imamlarından Maturidi Hazretleri, Türk kültür dairesinde yetişen ve milletimizin dini inançlarının oluşmasında büyük rolü olan muhterem zat. O’nun türbesi de Semerkand’da. Ziyaret edip ruhuna Fatihalar gönderdikten sonra Emir Timur’un çok sevdiği hanımı Bibi Hatun Türbesi ve Bibi Hatun Camisi’ni ziyaret ettik. Bu caminin avlusunda bulunan ve Taşkent’te ziyaret ettiğimiz Hz. Osman zamanında derlenen el yazması Kur’an-ı Kerim’in boyutlarındaki mermer rahle oldukça dikkat çekici idi. Emir Timur Türbesine gitmeden önce Bibi Hatun Türbesi ve Camii’nin hemen yakınında bulunan Pazar yerine uğramayı da ihmal etmedik.
Ve Emir Timur Türbesi… Dünya ve Ortaasya tarihinde önemli bir yeri olan bu büyük komutan haklı olarak Özbekistan’da çok seviliyor. Hemen bütün meydanlarda onun devasa heykellerini görmek mümkün. Timur’un türbesi de muhteşem. Türbe içinde yalnız kendi mezarı değil, hocası Seyit Bereke, büyük âlim ve devlet adamı Uluğ Bey ve başkaları da medfun bulunuyor.
Elde olmayan sebepler yüzünden program aksadığı için akşam oldu ve Uluğ Bey Rasathanesi ile Şah-ı Zinde ziyaretlerini ertesi güne bırakmak zorunda kaldık. Dolayısıyla sabah erken çıkmayı planladığımız Buhara yolculuğuna gecikmeli olarak başlayabileceğiz.
30 Mayıs günü otelde yaptığımız sabah kahvaltısından sonra ilk durağımız Uluğ Bey Rasathanesi oldu. Astronomi alanındaki buluşları ile ilim adamlığı devlet adamlığının önüne geçen bu büyük insanın mezarını Emir Timur Türbesi içinde ziyaret etmiştik ama adına düzenlenen ve ilim tarihine yaptığı hizmetleri sergileyen rasathane – müzeyi görmeden gidemezdik.
Bu güzel şehirdeki son ziyaretimizi Ortaasya’daki tek Sahabe olarak bilinen Peygamber Efendimiz’in amcası Hz. Abbas’ın oğlu Şah-ı Zinde (Yaşayan Şah) Kusam bin Abbas’ın türbesinin bulunduğu külliyeye yapıyoruz. Külliye Efrasiyab Tepesi’nin yamacında bulunuyor ve Giriş, Orta ve Üst olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Kusam bin Abbas, Semerkand’ı İslam’a kazandıran Sahabelerden olup 672 yılında şehid olarak buraya defnedilmiş. Timur zamanında da etrafında, sayıları onu bulan diğer türbe/mezarlar oluşturulmuş. Bu mezarların, Emir Timur’un yakınları ve devlette önemli görevleri olan kişiler olduğu biliniyor. Tam bir manevi atmosfer ortamındayız. Cümlesini rahmetle anarak ve ruhlarına Fatihalar göndererek Semerkand’a veda ediyoruz. Veda şiiri, grubumuzun eli kalem tutanlarından cefakâr ülkü adamı Ali Yıldız’dan:
“Şimdi gidiyorum selametle kal/Gönlüm sende kaldı yahşi Semerkand
Meydan meydan gönülleri fethettin/Uluğ Beğ’li, Maturidli Semerkand
Beş bin yılı bir şehre sığdıran,/Şah-ı Zinde ile rahmet yağdıran
İmanını Buhariyle yoğuran/Türklük bereketi, Özbek Semerkand.
Yıllarca ağıtlar yaktık adına,/Şu bahtsız Türklüğün şanı adına,
İçten dileğimiz; er muradına,/Emir Timur yadigârı Semerkand.”
ÇÖLDE YEŞEREN MEDENİYET GÜLLERİ: BUHARA VE HİVE
30Mayıs 2014 günü Emir Timur yadigârı Semerkant’tan ayrılarak otobüsle Buhara’ya doğru yola çıkıyoruz ama Emir Timur’dan ayrılmıyoruz. Çünkü yolumuz O’nun doğduğu Şehr-i Sebz’den geçecek.
Kırgızistan, Taşkent ve Semerkant’ta da olduğu gibi yol boyunca ve geçtiğimiz yerleşim yerlerinde nerede ise bütün dalları budanmış sıra sıra dut ağaçları görüyoruz. Çin’den başlayıp Anadolumuza, buradan da Avrupa’ya uzanan tarihi İpek Yolu güzergâhında ipekçiliğin ana unsurlarından biri olan dut ağaçları bu coğrafyada sanki bir sembol gibi. Zaten bizler de mevsimin ilk dut meyvesini bu seyahat sırasında yedik. Özbekistan’a baştanbaşa bir dutlar ve leylekler ülkesi dense yeridir. Biz Türkiye’de leyleği ya havada ya yuvasında ya da tarlalar içinde ve uzaktan görebiliriz ama Özbekistan’da öyle değil. Evcil hayvanlar gibi insanların arasında dolaşıp duruyorlar.
Semerkand’dan ayrıldıktan sonra bir süre düzenli bağlar, bahçeler arasından geçiyoruz, ardından stepler başlıyor ve Şehr-i Sebz yol ayrımına kadar devam ediyor. Yeniden ekili tarlalar, bahçeler ve su kanalları görüyoruz. Su gerçekten başlıca hayat unsuru. Yeter ki suyu görsün; çöl bile canlanıveriyor!
Rehberimiz bizi, Çerağcı Kasabası’nda otantik halı, kilim ve el işlerinin de üretilip satıldığı bir köy evine götürdü. Orada, Şerif Baba, oğlu Muhammed, gelini ve torunları ile tanıştık, tandırdan hemen o anda çıkardıkları sıcak köy ekmeği ve çay ikram ettiler. Bizler de el emeği göz nuru ürünlerinden satın alıp yolumuza devam ettik.
Emir Timur’un doğduğu yer olan Şehr-i Sebz’de (Yeşil Şehir) bizi yine O’nun heykeli karşıladı. Timur, 1370 yılında Moğolları kovarak Semerkand’ı başkent yapmışsa da doğduğu yeri ihmal etmedi. Burada yaptırdığı saray oldukça yıpranmış olmasına rağmen ilgi ve turist çekiyor. Saray ziyaretinden sonra Şehr-i Sebz’de, ev yemekleri yapan otantik bir mekânda Kazan Kebabı ve Maşkorda Çorbası içtik. Yemekten sonra hemen yakınlardaki Hazreti İmam Mescidi’ne gittik. Darü’l Tilavet ve Darü’s Saadet bölümlerinin de bulunduğu Hz. İmam Mescidi külliyesinde Timur’un babası, hocası ve birinci oğlu Cihangir’in mezarları bulunuyor.
Şehr-i Sebz’den ayrıldıktan sonra Buhara’ya doğru şiddetli bir yağmur altında ilerliyoruz. Otobüsümüzün silecekleri nerede ise yeterli olmuyor ve camlar buğulandığı için bir süre etrafı göremiyoruz.
On – on beş dakika sonra yağmur kesiliyor ve “Karşı” diye adlandırılan bölgede, Isparta gül tarlalarını andıran bir gül bahçesinden sonra gelen akaryakıt istasyonunda kısa bir ihtiyaç molası veriyoruz. Maalesef yine içinde musluğu olmayan tuvaletlerde ihtiyaçlar giderildi. Buna rağmen görevli genç, kişi başı 500 som almayı ihmal etmiyor. İstasyonda çay – kahve imkânı da olmadığı için açık alanda, otobüsün termosundan faydalanıp çaylarımızı içtikten sonra yolculuğumuza Sarı Kum Çölü’nün ortasında devam ettik. Çölde haliyle bağ – bahçe yoktu ama zengin doğalgaz yatakları vardı. Doğalgaz Çevrim Santralleri’ni ve alçı ocaklarını gördük. Allah insanları nimetsiz bırakmıyor. Tabiatın suyu ve yeşili yoksa gazı ve petrolü oluyor. Onun içindir ki Yaradanımıza ne kadar şükretsek yine de az. Yalnız Özbekistan seyahati sırasında bizi biraz hayrete ve hatta şaşkınlığa düşüren bir konudan bahsetmeden geçemeyeceğim: Anlaşılan o ki zengin kaynaklara sahip olunduğu için koca ülkede doğalgaz girmeyen ev yok. Nerede ise dağda, çölde, ovada, tarlada ve aklınıza gelen her yerde bir ev varsa oraya doğalgaz verilmiş. Bizi şaşırtan ise tesisatlar… Bizde cadde ve sokaklardan geçen ana borular yeraltına alınıyor, bağlantı boruları ana kapı girişine kadar yine yeraltından getirilip binalara duvar üstünden giriş veriliyor. Oralarda ise sanki yeraltından geçen hiç doğalgaz borusu yok. Borular, ekilip biçilen tarla kenarlarından, yollardan, sokaklardan hep açıkta ve korunaksız olarak geçiriliyor, evden eve havadan aktarılıyor, yola rastlayan yerlerde borulara ters “U” şeklinde bir kıvrım verilip taşıt ve insan trafiğinin alttan işlemesi sağlanıyor. Hal böyle olunca çirkin bir manzara oluşuyor ve dolayısıyla tehlike arz ediyor.
Çölde kum fırtınasını önlemek için yer yer sagsagut ya da sazak olarak adlandırılan bitkilerin dikildiğini ve oralarda bir hayat belirtisi olarak keçilerin de otladığını gördük. Bu manzara bana Arafat’ı hatırlattı. Bir zamanlar ve tabii Peygamber Efendimiz zamanında tamamen yakıcı bir çöl durumunda olan Arafat’a da ortama uygun bitkilerin yetiştirilmesiyle yemyeşil, ağaçlık bir görünüm kazandırıldı.
Meslek olarak Ziraat Mühendisi olan Kadir Tosun arkadaşımız, çölün bitki fakirliğini giderecek bir Kaktüs Projesi’ni Türkmenistan’a sunduğunu, bu gerçekleştirilebilirse Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan gibi çölleri olan ülkelerin çehrelerinin değişeceğini ve yeni bir zenginlik kaynağına sahip olacaklarını ifade etti.
Nihayet Buhara’ya yaklaşınca çöl ortamı bitti ve yeniden alabildiğine geniş pamuk tarlalarını, yeşil alanları görmeye başladık. Az sonra önümüze bir ırmak çıkmasın mı? Biz “Ceyhun mu yoksa” diye sorarken rehberimiz, “Hayır, Amuderya yani Ceyhun’dan getirilen su kanalı” dedi. Koca bir ırmak gibi su kanalı! İşte çölün önemli bir bölümü bu kanallarla sulanıyor ve canlandırılıyor.
Buhara’da Özbek Pilavı
Buhara’ya girerken saat 20.00’ye geliyordu. Akşam yemeği de öğleyin Şehr-i Sebz’de olduğu gibi yine otantik bir ortamda organize edilmişti ve Özbekistan’a gidip de Özbek Pilavı yememek olmazdı. Ulubek kardeşin evinde, aile fertleri Zuhra, Aziz Bek ve afacan Cevahir’in kusursuz hizmetleriyle bizim için özel olarak hazırlanan pilavı afiyetle yedik. Yemek sırasında Özbek Sanatçı Saadet Hanım bize Özbekistan, Azerbaycan ve Türkiye Türkçeleri ile şarkılar söyledi.
Yol yorgunluğumuz geçmişti ve adeta her karış toprağından tarih fışkıran Buhara’yı yarın sabahtan itibaren doya doya gezebilmek için uykuya da ihtiyacımız vardı. Otelimize gidip yerleştik.
Buhara… Tarih ve Maneviyat Fışkıran Şehir
31 Mayıs günü, kaldığımız Buhara Otel’in tam da şehrin merkezinde ve tarihin kucağında olduğunu sabah kahvaltısı vaktinden bir saat kadar önce dışarı çıkınca anladım. Kendimi bir anda 1100’le 1700. yıllar arasında buluvermiştim. Otelimizin karşısı, sağı, solu her yanı tarihi eserlerle dolu idi. Her eserin önünde künyesi, devlet tarafından koruma altında olduğuna dair tabelaları vardı. Daha sonra “Leb-i Havuz” olarak adlandırılmış olduğunu öğrendiğim bu yerdeki tarihi eserlerin yalnızca dış mekânlarının fotoğraflarını -otelimizden en fazla 250 – 300 metre ayrılmış olmama rağmen- ancak bir saatte çekebildim. Hepsini anlatmak zor ama 1600 – 1700’lü yıllara kadar orada yapılan mescidler, bir bölümü artık müze olarak kullanılmakta olan kervansaraylar, medreseler, konaklar, çarşılar ve onlarla yaşıt dut ağaçları olduğunu belirtmekle yetineyim.
Kahvaltıdan sonra rehberimizle birlikte önce tarihte ilk tuğla kullanılan yapı olduğu söylenen İsmail Samani Türbesi’ne gittik. “İyi düşün, iyi konuş, iyi davran” sözünü bir düstur haline getiren İsmail Samani’ye ait türbenin işçiliği gerçekten görülmeye değer.
Buhara şehri bölgenin özelliği dolayısıyla devamlı baskınlara, işgallere ve el değiştirmelere rağmen kurulduğu tarihten beri yerini değiştirmemiş, aynı yerde büyüyüp küçülmüş. İsmail Samani Türbesi’nden sonra önce Çeşme-i Eyyub Türbesini sonra da Özbekistan Müslümanları İdaresi’nin denetimindeki Bala Havz Mescidi’ni ziyaret ettik. Artık kaleye çıkabilirdik.
Semerkand’da olduğu gibi burada da aynı isimle anılan Recistan Meydanı var. Meydanın doğusunda da “Ark Kalesi”. Bugün artık bir kale/müze durumunda olan kalenin doğu ve batısında iki kapısı var. Doğu kapısı Guriyan Kapısı (Cuma Mescidi), batı kapısı ise Recistan Kapısı olarak biliniyor. Kalede bulunan sarayın çeşitli bölümleri ve diğer müştemilat tarihi eserler, el yazması Kur’an-ı Kerimler, eski el sanatları ve çeşitli işlemelerle donatılmış. Hanlardan birine hediye edilmiş olması muhtemel bir Kâbe Örtüsü ile hat örnekleri de orada sergileniyordu.
Kaleden indik ve 16. Yüzyılda yapılan Mir Arap Medresesi ile Karahanlı Arslan Han tarafından yaptırılan Kalan (Kalyon) Camii’ni ziyaret ettik.
Sonraki durağımız, İslam dünyasında ve özellikle Türkiye’de pek çok müridi bulunan Bahaeddin Nakşibend’in türbesi oldu. Özbekistan’da hüküm süren Çağatay Hanedanı ve Timurlular devrinde Buhara ve çevresinde yaşayıp Nakşibendiyye Tarikatı’nı kuran Bahaeddin Nakşibend, Hz. Ebubekir’le başlatılan “Altın Silsile”nin en önemli simalarından biri idi ve Ortaasya dini hayatında oldukça etkili olmuş, başta Uluğ Bey olmak üzere devlet adamları da O’ndan etkilenmişlerdi. “Elin kârda, gönül yarda” (Elin işte, gönlün Allah’ta olsun” diyen Nakşibend Hazretleri’nin doğum yeri olan Kasrıârifan’daki türbesi son yıllarda Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un başlattığı restorasyon çalışmaları sonunda adeta yenilenmiş ve çevre düzenlemesi yapılmış. Bahaeddin Nakşibend’in türbesi alışılagelmiş türbelerden farklı ve üstü açık. Bu durum, kendisinin açık havada yatıp uyumayı sevmesine bağlanıyor.
Ertesi gün Özbekistan’ın bir başka incisi, Harzemşahların merkezi, Türklerin Soy Kütüğü’nü yazan Hive Hanı Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın merkezine hareket edecektik ki sabah otelden ayrılırken bir teyze gelip bizi tütsüledi. Nazar deymez İnşaallah ve seyahatimizi sağ salim tamamlarız.
Yola revan olmuşken Kadir Bey kardeşimiz ve tur rehberimiz Mansur, “Orayı görmeden Buhara’dan ayrılmamamız gerekir” diyerek otobüsümüzü durdurdular ve birlikte yürüyerek hemen ara sokaklara girdik ki karşımızda küçük ve şirin ama yapısı itibariyle oldukça farklı bir cami var: Chor Minor (Dört Minareli Cami). O camiyi de ziyaret edip yola devam ettik.
Buhara’ya gelirken Sarıkum Çölü’nü geçip gelmiştik, Hive’ye giderken bu defa, çizgiroman müptelalarının hatırlayacağı Karaoğlan’ın at koşturduğu Kızılkum Çölü’nü asırlar sonra biz otobüsle geçerken bir de durup poz verdik. Hive’ye 200 kilometre kala çölün ortasında duble beton yol konforu yaşamaya başladık. Bu konfora rağmen yolun fazla işlek olmadığını söyleyebilirim. Buhara – Hive arasındaki yaklaşık 500 kilometrelik yol boyunca gördüğümüz araç sayısı, Rusya’ya gelip giden tırlar dışında sanırım 50’yi geçmedi. Çölde yolculuk gerçekten zor. Zaman zamangelen kum fırtınaları o güzelim asfaltı bir anda kum yığınına dönüştürebiliyor. Dolayısıyla yol uzayınca mola verme ihtiyacı doğdu ve yol üstündeki bir kır bahçesinde piknik misali öğle yemeği yedik.
Türkmenistan Karşımızda…
Tekrar yola koyulduktan bir süre sonraheyecanla beklediğimiz Ceyhun (Amuderya) Nehri nihayet göründü. Meğer nehrin karşı tarafı da vize verilmediği için -şimdilik- gidemediğimiz Türkmenistan toprakları imiş. Yolun nehre hâkim bir noktasında mola verip vize bürokrasisine inat resim çektik, çektirdik.
Aslında bu durum bizi tatmin etmemiş, atalarımızın hatıralarını taşıyan Ceyhun Nehri’ni uzaktan seyredebildiğimiz için üzülmüştük. Ancak nehri asıl Hive yakınlarındaki Ürgenç tarafında görüp üstünden geçeceğimizi öğrenince teselli bulduk.
Tekrar yola koyulduktan bir süre sonra Ceyhun Nehri sandığımız bir akarsudan geçerek yeni bir heyecan yaşadık ve bu suyun da Ceyhun’dan aktarılan sulama kanallarından biri olduğunu öğrenmekte gecikmedik. Evet, Aral Gölü işte bu yüzden kuruyor ama suyun geçtiği yerlerde de tabiat canlanıyor, yerleşim yerleri oluşuyor. Geçtiğimiz yer Karakalpakistan Özerk Bölgesi ve insanlar tarlalarda, bahçelerde çalışırlarken bize el sallıyorlar.
İşte beklediğimiz an geldi… Karakalpakistan Özerk Bölgesi’nden Harezm Bölgesi’ne yol alırken Ceyhun (Amuderya) Nehri üzerinden geçiyoruz. Köprünün iki başında karakol olduğu için resim çekmek yasak. Biz ara bölgede, otobüsün içinden yakalayabildiğimiz kareleri çekiyoruz. Bir gün önce yağmur yağdığı için su bulanık akıyor. Ceyhun Nehri’ni bu kadar yakından seyrederken fotoğraf karesine girdiği için eşim benden daha şanslı idi.
Ceyhun’dan sonra su içindeki pirinç tarlalarını seyrederek Harezm’in başkenti Ürgenç’ten geçip Hive’ye doğru yol aldık. Harezm’in “Köhne Ürgenç” olarak anılan eski başkenti ise Türkmenistan sınırları içinde kalıyor. (Bakalım bürokrasiyi aşıp Köhne Ürgenç’i de görebilecek miyiz?)
Masal Şehir Hive
Ürgenç’le Hive arası 35 kilometre ve arada troleybüs çalışıyor. Bölge oldukça sulak ve verimli. Peş peşe bahçeler, pirinç tarlaları göze çarpıyor ve yol kenarındaki bir tabelada “Sözün Başı Selam İşin Başı İntizam” vecizesini okuduktan sonra “Minareler ve kubbeler” ya da “Masal şehri” olarak nitelendirilen Hive’ye girdik.
1917’de vuku bulan komünist ihtilaline kadar Ortaasya’nın en önemli dini merkezlerinden biri olan Hive’de 94 cami ve 63 medrese (Peygamber Efendimizin her yaşı için bir medrese) bulunmakta idi. Nitekim biz de 1970 yılından beri otel olarak kullanılmakta olan Muhammed Rahimhan Medresesi’nin dersliklerinde kaldık.
Hive, tıpkı Buhara ve benzeri Ortaasya şehirleri gibi sık sık baskına uğrayan, kısacık tarihinde 125 Han tarafından yönetilen bir ülke. Buna rağmen başta Şir Gazi Han, İlbars Han, Timur Gazi Han, Muhammed Rahim Han ve Ebu’l Gazi Bahadır Han olmak üzere hanların önemli bir kısmı ilim erbabını ve sanatkârları koruyup kollamalarının yanında kendileri de ilim ve sanatla uğraşıyorlardı. Şecere-i Türkî ve Şecere-i Terakima isimli eserlerin müellifi olan Ebu’l Gazi Bahadır Han hem iyi bir taraihçi idi hem de hüküm sürdüğü dönemde Hive Hanlığı’nı Ortaasya’nın en güçlü devletlerinden biri haline getirmişti.
Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın Mezarı
Türk tarihi açısından günümüzde de önemli birer kaynak olarak kabul edilen eserlerinden dolayı Ebu’l Gazi Bahadır Han’a özel bir hayranlığım vardı. Nitekim Kırgızistan seyahatimiz sırasında Issıggöl kenarında da O’na atıfta bulunarak bu gölün Türk tarihindeki önemini anlatmaya çalışmıştım. Hive’deki ilk işim de O’nun izlerini aramak oldu. Ne yazık ki Özbek rehberimiz bu büyük şahsiyetten habersizdi. Gezmekte olduğumuz müzede camekânlı bölmelerde sergilenen tarihi evrak ve malzemeleri incelerken Ebu’l Gazi Bahadır Han’dan söz eden bazı sayfalara rastlayıp hemen rehberimize gösterince mahcup oldu ve “mezarını araştırıp öğreneceğini” söyledi. Müzeyi gezerken nihayet Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın çerçeveli bir portresine de rastladım.
Hive Hanlarının sembolünün de ayyıldız olduğunu bu müzedeki incelememiz sırasında öğrenince bir daha, bir daha heyecanlandık ve Türk tarihi ile tekrar tekrar gururlandık. Bu heyecan ve gururla, ışıklandırılmış camekân içindeki ayyıldızın fotoğrafını çekmeye koyuldum. Işıklardan dolayı cam parladığı için sonuç almak zordu ama benim için hoş bir sürpriz oldu: Görüntüm cama yansımış, ayyıldızla iç içe bir halde kendimi de çekmişim. Tebessümle çektiğim fotoğrafa bakarken grubumuz müzeden ayrılıyordu. Peşlerine düşüp gittim.
Gidilen yer “Pehlivan Mahmud Türbesi” olarak anılan bir külliye idi. İçeride Hive hanlarının da türbeleri olmasına rağmen veciz sözleri ve şiirleri de olup “Sırtı yere gelmeyen Pehlivan” olarak ün yapan Pehlivan Mahmud’un adı öne çıkıyor ve külliye O’nun adıyla anılıyor. Avluya girince de zaten duvarlarda Pehlivan Mahmud’un vecize haline gelen mısraları ile karşılaşılıyor. İşte onlardan biri: “Üç yüz dağı parçalamak kolaydır/Gökyüzünü kalbin kanıyla boyamak kolaydır/Yüz yıl hapiste kalmak kolaydır ama/İlimsiz insanla bir saniye konuşmak zordur.”
Başta Birinci Muhammed Rahim Han olmak üzere içerideki türbelere Fatihalar okuyup fotoğraflarını çekmeye çalışırken rehberimiz heyecanla yanıma gelip müjdeyi verdi… Evet, Ebu’l Gazi Bahadır Han’ın mezarı meğer birkaç metre yakınımızda bulunuyormuş. Rehber ayrıldı, ben o tarafa gittim. Az önce de oradan geçmiş, gelen ziyaretçilere bazen bir, bazen iki ayet okuyarak “El Fatiha” diyen görevlinin yaslandığı paravanın arkasında kalan tabut şeklindeki iki mezarı fark etmemiştim. Emin olmak için o mezarların kime ait olduğunu Kur’an ayetleri okuyan görevli kişiye de sordum. “Ebu’l Gazi Bahadır Han’la oğlu Enuşa Han” deyince sanki mezarın yerini ilk defa keşfeden bilim adamı gibi sevindim. Fatihamı okuduktan sonra görevli kişiden kalkmasını rica ederek paravanı da kenara çektim ve mezarları fotoğrafladım. İşte şimdi olmuştu ve Türklerin Soy kütüğünü çıkaran Ebu’l Gazi Bahadır Han’la Yafes’in oğlu Türk ve Issıg Göl’le Hive bir araya geldiği için Kırgızistan gezisi ile Özbekistan seyahati bir bütünlük kazanıvermişti. Tekrar tekrar mezarlara baktım, görevliye teşekkür edip ayrıldım.
Grup arkadaşlarım ortalıkta yoklardı. Dışarı koştum ve az ilerde yetişerek bu konuyu merak eden Ali Yıldız, Muharrem Yelli-ce ve Resul Kaya’ya müjdeyi verdim. Onlar da hemen gidip fotoğraf çektiler.
Bir sonraki durağımız, “Ağaç oymacılığının müzesi” olarak ün yapan, beş bin kişinin namaz kılabildiği, Cuma ve bayram günlerinde şerbetler yapılıp ikram edilen 213 sütunlu Cuma Mescidi idi. Mescid, 10. Yüzyıldan başlayarak değişik zamanlarda yakılıp yıkılmış ama hep yenilenmiş ve şu anda 19. Yüzyıldaki haliyle ayakta duruyor.
Yüksek bir yerden bakıldığı zaman Hive “bir avuç” yer gibi görünüyordu ama her zerresinde tarihin izleri olunca öyle bir – iki günde gezip incelemek mümkün değildi. Günlerimiz ise sayılı idi ve bu yüzden akşamüstü Ürgenç’e gidecek, oradan uçakla Taşkent’e geçip 3 Haziran sabahı da Türkiyemize uçacaktık.
Yeni Ürgenç
Hive ile bir zamanlar Harzemşahlar’ın idare merkezi iken -Şimdi artık Türkmenistan sınırları içinde kalan ve tarih kokan “Köhne/Eski Ürgenç eski hallerini hemen hiç bozulmadan korurlarken, giderek günümüzün betonlaşan “modern” şehirlerinden biri olma yoluna giren Yeni Ürgenç’in Havaalanı yakınlarında Harzemşahların önde gelen kahramanlarından Celaleddin Manguberdi’nin heykeli önünde toplu fotoğraf çektirdik. O ki, Cengiz Han’a karşı yiğitçe savaşan bir kahramandı. Eğer yapılacak mücadele konusunda Hükümdar olan babası Muhammed Harzemşah’ı ikna edebilseydi Cengiz Han büyük bir ihtimalle orada durdurulacak ve geniş bir coğrafyada on binlerce insan hunharca katledilmeyecekti.
26 Mayıs 2014’te Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te başlayıp 3 Haziran 2014’te Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te sona eren bu seyahatimiz bizleri gerçek anlamıyla mutlu etti. Soyu bir, dili bir, dini bir, örfü âdeti bir kardeşlerimizle kucaklaşma imkânı bulduk. Bizi görünce Türkiye’den geldiğimizi hemen anlayıp “Gardaş” diyerek selam veren, el uzatıp kucak açan kardeşlerimizi unutmak mümkün değil. Bu madalyonun bir yüzü. Ancak ne var ki devlet bürokrasileri ve siyasilerin kaprisleri bu kardeşliği yaralıyor. Bu yüzdendir ki biz neye niyet etmiştik, -sonucu iyi de olsa- kısmetimize ne çıkmıştı?
Evet… Türkmenistan’dan başlayıp Özbekistan’da bitecek olan gezimiz Kırgızistan’da başlayıp Özbekistan’da bitti. Şimdi aslında, Türkmenistan’a olan özlemimiz, hasretimiz daha da arttı.
Türkmenistan’ın Sovyetler döneminden 1991 yılında bağımsızlığa geçişteki lideri Saparmurat Niyazoğlu hazırladığı Ruhname isimli eserde, kendi ülkesi olan Türkmenistan topraklarını şöyle anlatıyordu:
“Gerçekten de millet ile vatan, ruhla beden gibidir. Bu toprak bizim için kerametlidir. Bağımsızlık uğrunda, vatan uğrunda canını feda eden erler, aslanlar bu toprağın bağrında yatar. Bu topraklarda bütün İslâm dünyasını kerametiyle bağlayan, geze geze dua okuyup zikreden Mane Baba (Ebû Said Ebu’l-Hayr)’nın katre katre gözyaşı vardır. Seher vakti, gece vakti dağlar taşlar içinde gezen Mahtumkulu’nun ahı vardır. Kıratıyla dörtnala dolaşan Köroğlu’nun ruhu vardır. Dede Korkut, Hoca Ahmet Yesevî, Bahaeddin Nakşibendî, Necmeddin Kübra, Sular Baba gibi pirlerin nefesi gibi kerametli, kudretli bu toprak bin derdin dermanıdır. Yavşan kokulu sahrasından ayrı düşüp ağlaya ağlaya kör olanın gözlerine sürsen, bu toprak onun gözlerini açar…
Beşbin yıl mesafeden nesil başı Oğuz Han selâmlar milletimizi. Mert halkımızın devlete susayışı gibi bu toprak da şahlanışa susamıştır. Böyle güzel bir vatanda yaşayan milletimizin başı Köpetdağ gibi yüce, ruhu Ceyhun gibi coşkun, kalbi Sumbar vadisi gibi güzel olmaz mı?”
Biz, akıl almaz bir devlet bürokrasisi sebebiyle bu güzel hatıraları barındıran Türkmenistan’ımızı -şimdilik- göremedik. İnşaallah en kısa zamanda bu dileğimiz gerçekleşir ve oradaki kardeşlerimizle de kucaklaşırız.
Aytmatov’un mezarı başında
Bağımsızlık Meydanı ve Manas
Balasagun Müze’sinde Yusuf Has Hacib heykeli
Balasagun Burana’da ezan
Bişkek-Isıggöl arasında bir cami
Bişkek’te Atabeyt
Isıggöl ve çevresi
Kırgız teyze
Kırgızistan’da bir mezarlık
Kırgızistan’da Manas Üniversitesi kampüsünün hemen yanında yapılan cami
Buhara Leb-i Havuz’dan
Buhara’da dört minareli cami (Çehar Minor)
Buhara’da İsmail Samani Türbesi
Buhara’dan ayrılırken tütsülendim
Buhari Türbesi
Çerağcı Kasabası – Özbekistan
Çeşme-i Eyyup Türbesi – Buhara
Hive hatırası
Hive’de 213 sütunlu Cuma Mescidi
Hive’de İpek Yolu Haritası önünde turistler
Hive’de Muhammed Rahimhan Medresesi
Semerkand Recistan (Kumluk Alan) Meydanı
Semerkand Şehr-i Sebz yolu üzerindeki Çerağcı Kabası’ndan
Semerkand’da Bibi Hatun Camii avlusunda rahle
Semerkand’da Buhari Hz. kabri
Semerkand’da Emir Timur Türbesi
Semerkand’da İmam Maturidi Türbesi
Şah-ı Zinde Türbesi
Taşkent’te Hz. Osman dönemi Kur’an
Taşkent’te İmam Külliyesi
AH BÜROKRASİ VAH BÜROKRASİ
Türkmenistan Bağımsızlık Anıtı
TÜRKMENİSTAN
Kırgızistan ve Özbekistan gezilerimizi anlattığım yazılarımı şu ifadelerle bitirmiştim: “Biz, akıl almaz bir devlet bürokrasisi sebebiyle bu güzel hatıraları barındıran Türkmenistan’ımızı -şimdilik- göremedik. İnşaallah en kısa zamanda bu dileğimiz gerçekleşir ve oradaki kardeşlerimizle de kucaklaşırız.”
Evet, akıl almaz bir devlet bürokrasisi ile karşılaştığımız için Türkmenistan’ı gezmemiz ve güzelliklerini yaşayıp atalarımızın oralardaki hatıralarını yerinde görmemiz mümkün olmamıştı. Yılmadım ve girişimlerimi sürdürdüm. Buna rağmen gezip görmek, ata yurdumuzun bir parçası olmaktan öte -büyük bir ihtimalle- bilmem kaç göbek ötedeki dedelerimin geldiği yer olan Türkmenistan’ı tanıtmaktan başka amaç taşımadığım halde yine de gidemedim. Şöyle ki: Konuyu daha önce Türkmenistan Büyük Elçiliğimizi yapan bir diplomatımıza anlatmış ve isteği üzerine yetkililere ulaştırması için şöyle bir yazı yazmıştım:
“Sayın Büyükelçim;
Türkmen olmamız ve atalar yurduna olan hasret duygularımız sebebiyle Bağımsız Türk Cumhuriyetleri’nden özellikle Türkmenistan’a karşı özel bir sempatim var. Ne yazık ki bugüne kadar bu güzel ve şirin ülkeyi ziyaret etmem mümkün olmadı. En kısa zamanda ziyaretimi gerçekleştirip hazırlamakta olduğum Seyahat Kitabı’nda Türkmenistan’ı en güzel yanlarıyla tanıtmak arzusundayım.
Eğer mümkünse 26 Ekim 2014 günü Türkmenistan’da olup 27 Ekim’de kutlanacak olan Garaşsızlık (Bağımsızlık) Günü’ne katılmak ve 5 gün ya da bir hafta süreyle Türkmenistan’ı doya doya gezmek istiyorum.
Gereğini saygılarımla arz ederim.”
Sayın Büyükelçimiz sağ olsunlar niyetimi ve amacımı meslektaşı ve aynı zamanda arkadaşı olan zamanın Türkiye Türkmenistan Büyükelçisi’ne iletti. Sayın Büyükelçi’nin sekreteri beni telefonla aradı ve gidiş – dönüş tarihlerimi sordu. Buna göre Türkmenistan Dışişleri Bakanlığı’na, “Büyükelçilik ile temaslarda bulunmak üzere” açıklaması ile bir “nota” vererek (diplomatik dilde öyle ifade ediliyor) ülkelerine gidebilmem için resmi müracaatta bulundular. Bu müracaatta, yeşil pasaportumun ilgili bölümlerinin fotokopisi ile hangi tarihler arasında ve Türk Hava Yolları’nın hangi sefer sayılı uçakları ile gidip döneceğim bile belirtilmişti. Büyükelçiliğimizin sekreteri on – on beş gün sonra arayarak üzgün bir ifade ile izin çıkmadığını belirttikten sonra bahar aylarında tekrar müracaat etmemi tavsiye etti. Kendisine çok teşekkür ederek Sayın Büyükelçimize de teşekkür ve hürmetlerimi iletmesini söyledim. Kendimi suçlu gibi hissediyordum. Öyle ya, daha önce grup olarak yaptığımız müracaat kabul görmemiş, fert olarak da gitmem mümkün olmamıştı. Türkmenistan’ı sevdiğim, üstelik Türkmen olduğumu söylediğim için adeta suçlu ve sakıncalı biri gibiydim! Evet, Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta da Oğuzhan heykeli var, benim Türkiye’de doğup büyüdüğüm yer olan ve eski adı Oğuzhan olarak bilinirken her ne hikmetse “Bucak” olarak tescillenmiş olan ilçemde de… Buna rağmen Türkmenistan’a gitmek, gidebilmek mesele oluyorsa artık başka ne diyeyim?
Tavsiyeye uyarak bahar aylarında yeniden müracaat etme niyetim olsa da git-geller içindeydim. Ya bir olumsuz cevap daha alırsam! Sonunda, Türkmenistan’a olan sevgi ve özlemim baki kalmak üzere o güzel ülkenin basiretsiz bürokrasisine bir tepki olarak gitmekten -daha doğrusu- gidebilmek için yeni bir müracaatta bulunmaktan vazgeçmiştim ki, daha önce İran seyahatine çıktığım şirketten aradılar ve Türkmenistan’a vize alabileceklerini, 2015 Kasım ayı başları için organizasyon yaptıklarını bildirdiler. Bu işin kolay olmadığını ve konu ile ilgili olarak başımdan geçenleri anlatmama rağmen oldukça iddialı idiler. Belirledikleri tarihler için vize alamayınca işin zorluğunu anladılar ama onlar da benim gibi “inatçı” idiler. Yaptıkları görüşmelerden sonra Kasım 2015 sonları için yeni bir tarih belirlendi ve beklemeye koyulduk. Derken, hareket tarihine 4 gün kala malum haber geldi: “Türkmenistan’da at şenlikleri olduğu için dışarıdan turist kabul etmiyorlarmış. Onun için seyahat iptal edildi!” Hayret ki ne hayret!…
Ekim ayı sonlarında Garaşsızlık (Bağımsızlık) Bayramları olur, turist kabul etmezler, Kasım ayında At Şenlikleri olur, dışarıdan gelecek olanlara göstermezler. Yani kendileri çalıp kendileri oynamayı çok seviyorlar vesselam. Daha önce de yazdığım gibi başka ülkeler turist çekebilmek için adeta dokuz takla atarlarken Türkmenistan’ın tutumunu anlamak mümkün değil. Avrupa ülkeleri, Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Moğolistan -hatta Suriye krizi çıkana kadar- Rusya bile bizi kabul ediyor, oralarda dilediğimiz gibi geziyoruz ama Türkmenistan’a gidebilmek için kırk dereden su getirmemiz isteniyor; olacak iş değil! Türkmenistan’daki kardeşlerimizin hiçbir kabahatleri yok ama yöneticilerinin tutumlarından dolayı onlardan ve o diyarda medfun bulunan Sultan Alparslan’ın, Sultan Sencer’in ruhlarından özür dileyerek bu ülkeye seyahat planlarımı gündemden çıkarıyorum demiştim ki, Şubat ayı başlarında bir seyahat firmasından telefon geldi. Türkmenistan’da irtibat halinde oldukları firma, 2017 Nevruz Şenlikleri için 16 kişilik davetiyeleri olduğunu ve organize ederlerse kesin olarak götürebileceklerini ifade etmişler. Onlar da beni aradı, çoğu yeşil pasaportlu olarak grup tamamlandı ve müracaatlar yapıldı. Ancak hareket gününden iki gün öncesine kadar bir türlü netlik kazanmadı. Dolayısıyla uçak rezervasyonları iptal edilmiş, resmi kurumlarda çalışanlar izin alamamışlardı ve günlerden Cuma, saat 17.00 idi. Yani yorgunu yokuşa sürmek diye buna denirdi işte ve biz Türkmenistan’a yine gidemedik. Bu satırları, konunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak ve iki ülke arasındaki devlet ve siyaset adamlarının artık bir çözüm bulmalarının şart olduğunu dile getirmek için yazıyorum vesselam… Türk Dünyası aşkım galebe çaldığı için “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” için “Hayaller, Hatıralar ve Gerçekler”i konu alan kitabımda Türkmenistan’a yer vermeden geçmiyor; “İnadına Türkmenistan” diyorum.
Bürokrasiye İnat Türkmenistan
Bu güzel ve şirin ülke, Orta Asya’da Türklüğü devletin resmî adı olarak yaşatan tek devlet… Ülkenin kuzeyinde Kazakistan, doğusunda Özbekistan, güneyinde İran ve Afganistan, batısında ise Hazar Denizi bulunuyor. Dünyanın en büyük kum çöllerinden biri olan Karakum Çölü Türkmenistan’ın tam ortasında bulunuyor ve neredeyse ülke topraklarının üçte ikisini kaplıyor.
“Türkmen” adı ilk olarak 8. yüzyılda yazıldığı anlaşılan bir mektupta geçmekle birlikte yaygın olarak 11. yüzyıldan sonra batıya göç eden Müslüman Oğuzlar için kullanıla geldi. Bu ad günümüzde Türkmenistan Cumhuriyeti’nde yaşayanlarla Irak, İran, Suriye ve Anadolu’daki Türkmen boylarına mensup soydaşlarımız için kullanılmaktadır. Bugün ülkemizde “Yörük” adıyla anılan Türkmenler Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda olduğu gibi Anadolu’nun Türkleşmesinde de önemli rol oynadılar. Anadolu Selçukluları döneminde göçebelikten yerleşik hayata geçen Türkmenler “tımar” ya da “ikta” sisteminin özünü oluşturuyorlardı. Ordularını Türkmen gençlerinden seçtikleri askerlerden oluşturan Anadolu Selçukluları onları ve oymaklarını toprak vererek sınır boylarına (uç) yerleştiriyorlardı. Bizanslılara ve öteki Haçlı saldırılarına karşı devleti koruyan güçler onlardı.
Türkmenler Anadolu Beylikleri döneminde de etkin bir güç olarak varlıklarını sürdürdüler. Osmanlı Beyliği’nin nüfus temeli yine Türkmenlerden oluşuyordu.
Türkmen Türkçesi; Azerbaycan, Türkiye ve Horasan Türkçeleriyle birlikte Türk Dili’nin Oğuz Lehçesi grubunu oluşturmaktadır.
Bağımsız Türkmenistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Saparmurat Niyazov (Türkmenbaşı), kaleme aldığı Ruhnâme adlı kitapta Türkmenlerin tarihi ve bu kelimenin anlamı hakkında şu bilgileri veriyor:
“Ademoğlu’nun yaratıldığı günden bu yana Yüce Allah Türkmen Milleti’ni büyük ve zor imtihanlardan geçirdi. Benim halkım o sınamaların hepsinden de yüzünün akıyla çıkmasını bildi. Kökü ta beş bin yıl öncesine, milletimizin başı Oğuz Han’a dayanan Türkmen halkı doğuda Hindistan’dan, batıda Akdeniz’e kadar uzanan coğrafyada ortaya çıkan dünya değerlerinin hepsine katkıda bulundu.
Türkmen halkının Nuh Aleyhisselam’a kadar uzanan büyük tarihî geçmişi var. Nuh Aleyhisselam, oğullarından Yafes’in soyuna yurt olarak Türkistan iklimini verdi. Yüce Tanrı Türkmen’e doğurganlık verdi; çoğaldıkça çoğaldı. Tanrı ona iki özellik verdi: Ruh yüceliği ve cesaret…. Yolunu aydınlatacak bir ışık olarak da onun gönlüne ve zihnine feraset meşalesini koydu. Bundan sonra bu kullarına genel bir isim verdi: Türk-İman. Türk, “asıl”, İman, “nur” demektir. Buna göre Türk-İman yani Türkmen şu anlama gelir: “Aslı nurdan.” Türkmen adı dünyada işte böyle türedi.”
Kafkasya’yı Hazar üstünden Orta Asya’ya ve İran’a bağlayan stratejik ticarî yol Türkmen topraklarından geçtiği için Çarlık Rusyası; bölgeyi ele geçirmek istiyordu. Bağımsız Türkmenistan’ın Orta Asya’daki öteki Türk gruplarının bağımsızlık isteklerini kamçılaması da Rusların bir an önce hareket etmelerinde etkili oldu. Sonuç olarak, Türkmenistan’ın Ruslar tarafından başlatılan işgal harekâtı 1884’de tamamlandı.
Başta Cüneyt Han olmak üzere Ruslara karşı başlatılan bağımsızlık hareketleri ne yazık ki başarılı olmadı ve Ruslar öteki Türk bölgelerinde olduğu gibi Türkmenistan’da da hâkimiyetlerini kurmuş oldular. 1917 yılında gerçekleşen komünist ihtilalden sonra da durum değişmedi. 14 Ekim 1924 tarihinde Türkmen Sosyalist Cumhuriyeti kurularak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne dâhil edildi.
Türkmenleri Ruslaştırma hareketleri 1960 ve 1970’li yıllarda bütün hızıyla devam ediyordu. Bu yıllarda TKP’nin başına Muhammed Nazar Gapurov gibi Moskova’ya sadık, milliyetçi hareketlere ve aydın çevrelere baskı uygulayan yöneticiler getirildi. Türkmenistan’da 1917’de yaklaşık 500 camii bulunurken SSCB döneminde ülkedeki camiler kapatıldı, sünnet törenleri ile cenazelerin İslamî esaslara göre defnedilmesi yasaklandı.
Türkmen aydınları çocuklarına resmi ad olarak bir Rus adı takmak zorunda kalmalarına rağmen her çocuğun aile ve akraba çevresinde kullanılan Türkmen Türkçesi veya İslam kökenli bir adı daha bulunuyordu. Türkmenistan’ın bağımsızlığı sonrası resmî Rus adları hızla terk edilerek aile içi kullanılan adlar resmi ad oldu.
1985 yılında M. Gorbaçov’un Açıklık (Glasnost) ve Yeniden Yapılanma (Perestroyka) politikası sonucu SSCB’de düzenin yüksek sesle eleştirilmeye başlanması sonrasında TKP’nin Moskova yönetimini küstürmeden halka daha yumuşak davrandığı görüldü. Bu yumuşama içinde 1989 yılında Türkmenistan hükümeti aldığı kararla Türkmen dilini Rusça ile birlikte cumhuriyetin resmi dili haline getirdi. Bu karar Türkmen Türkçesinin devlet dili olması için atılan ilk adım olmasından dolayı büyük önem taşımaktadır.
Türkmenistan, 27 Ekim 1991 tarihinde yapılan referandum sonucu bağımsızlığını ilan etti ve bağımsızlığını ilk tanıyan ülke yine Türkiye Cumhuriyeti oldu.
Türkmenistan Cumhuriyeti’nin başkenti olan Aşkabad, Hazar Denizi’nin doğusunda bulunan Karakum Çölü’nün güneyinde; Türkmenistan ile İran arasında uzanan Kopet dağ silsilesinin kuzey eteklerinde ve sınırdan 30 kilometre içerde yer alıyor. 19. yüzyıl sonlarına kadar halkını Teke Türkmenlerinin oluşturması sebebiyle “Ahal Teke” adıyla anılan bu şehir vâhâlar bölgesinin beş yüz çadırlı en önemli obası idi.
Aşkabad, bugün bir ticaret, sanayi, kültür ve sanat kenti durumunda. Sovyetler döneminde, öteki Türk Cumhuriyetlerinde de olduğu gibi ülkenin bütün kaynakları Rusya’ya akıtılıyordu. Cumhurbaşkanı Türkmenbaşı, “Ruhnâme” isimli eserinde bu konuda şunları yazıyor:
“Ey Türkmen!
SSCB döneminde neredeyse dilini yitirecektin. Rusça’yı bilmiyorsan seni ne okula, ne işe alıyorlardı. Dinini, örf ve âdetlerini unuttun. İktisadî açıdan en geri kalan ülke idin. Milletimiz köyler ve şehirlerde kötü şartlarda yaşadı. Evet… Ak saçlı ihtiyarlarımızın gençlere bunları anlatması şarttır.
Türkmenistan, SSCB hazinesine her sene 10 – 18 milyar USD’lik gelir (petrol, gaz, pamuk, kimyasal ürünler) sağlıyor, geriye 1 milyon USD bile dönmüyordu. Üstelik bu dönemde manevî değerler yitip; gayri meşru kazanç, namussuzluk, hayâsızlık, güvensizlik, sahtekârlık sıradan bir durum haline gelmişti…”
“…Türkmen millî ruhunun 5. altın çağı (bağımsızlığın ilan edildiği) 1991 yılının 27 Ekim günü başlar.
Aslında Allah Teâlâ bizim milletimizin alnına ilginç bir kader yazmış: Her bin yılın başında Türkmen ruhu yeniden yükseliyor. İşte, üçüncü bin yılın başında aynısı tekrarlandı. Tanrı, Türkmen’e tarihî yaratıcılık ilhamını verdi. Bu çağ, Türkmen ruhunun olgunluk çağıdır.”
Türkmenbaşı’nın işaret ettiği Türkmen ya da Türk Ruhu yükselişini sürdürüyor. Bugün Türkmenistan; yıllarca aynı kaderi paylaştığı Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan ve Özbekistan gibi gelişiyor, güçleniyor. Aşkabat’ı bağımsızlığın ilan edildiği yıllarda ve hatta on yıl sonrasında görmüş olanlar bugün gittiklerinde tanıyamıyorlar. Gelişme, modernleşme bütün hızıyla sürüyor. Türkmenler Rusların yıllarca sömürdüğü yer altı kaynaklarını artık kendileri kullanıyorlar. Onun için devlet; doğalgazı, elektriği milletine parasız veriyor. Kısacası Türkmenistan, Atayurdumuzda varlığını sürdürüyor ve geleceğe umutla bakıyor.
Aşkabat, Âşıklar Şehri…
“Âşıklar Şehri” demek olan başkent Aşkabat, Kopet Dağları’nın eteklerinde ünlü Karakum Çölü’ne inat modern bir şehir olarak büyüyor, gelişiyor. Geniş ve düzgün caddeleri, meydanları, park ve bahçeleriyle çekim merkezi olmaya devam ediyor.
Aşkabat’ın çevresi tarihi eserlere sahiplik ediyor. Başkentin 10 kilometre doğusunda, Ebu’l Kasım Babür tarafından yaptırılan ve yaklaşık 600 yıllık bir geçmişi olan bir caminin de bulunduğu Anov Harabeleri, 7 kilometre batısında ise Nusay şehir kalıntıları var. Yine başkent yakınlarında bulunan Kıpçak Köyü’nde ilk Cumhurbaşkanı, Sefer Murat Türkmenbaşı’nın Anıt Mezarı ile muhteşem görünümlü Kıpçak Camii var. Aşkabat’a 50 kilometre mesafedeki Göktepe ise kalesi, müzesi ve camii ile görülmeye değer.
Türkmenistan, dünyada “At Bakanlığı” olan tek ülke olma özelliğine de sahip. Çünkü dünyaca meşhur Ahalteke Atlarının korunup kollanması, nesillerinin sürdürülmesi gerekiyor. Orta Asya coğrafyasının öteki örneklerinin aksine Türkmenistan’da ata duyulan saygıdan olsa gerek at eti yenmiyor, kımız içilmiyor.
Aşkabat’ta görülmeye değer yerlerden biri de, Orta Asya’nın en büyük açık pazarı olma özelliği taşıyan ve Türkiye’den bir inşaat firması tarafından yapılan yaklaşık bir milyon kilometre kare üzerine kurulup haftanın yedi günü açık olan Çöl Pazarı. Burada her türlü alışveriş yapılabiliyor. Hediyelik eşya ve ünlü Türkmen halılarından almak isteyenlerin uğrak yeri. Türkmenistan’a gelen devlet adamları da bu pazara uğramadan geçemiyorlar.
Selçuklu İmparatorluğu’nun Başkenti Kadim Merv
Şimdilerde “Bayram Ali” diye de adlandırılan Kadim (Eski) Merv bilindiği üzere Selçuklu İmparatorluğu adıyla hüküm süren Oğuz Türklerinin İran, Irak, Suriye ve Anadolu’ya dalga dalga yayıldıkları merkez. 1055 yılında Bağdat’a giren Tuğrul Bey, kazanılan nice zaferlere komutanlık eden Çağrı Bey ve 1071’de kazandığı Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun Türk yurdu olmasını sağlayan Sultan Alparslan’ın ayak bastıkları, karargâh kurup geleceği planladıkları diyarlar insanı nasıl heyecanlandırmaz ve görebilmek için nasıl sabırsızlandırmaz ki! Hele hele Türklüğün ve İslamiyet’in büyük hizmetkârları olan Çağrı Bey’le Sultan Alparslan’ın, Sultan Sencer’in mezarlarının da oralarda bir yerlerde olması Türkmenistan’a gitmek için yeterli sebep değil midir? Tuğrul Bey’in türbesini İran’da, Tahran yakınlarındaki Rey’de gece yarısı ziyaret etmek kısmet olmuştu ama Türkmenistan bana kapılarını açmadığı için Merv’e gidemiyorum. İnşaallah bu sitemlerim muhataplarına ulaşır da Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Türkmenistan Cumhuriyeti Devleti bir an önce konuyu görüşerek iki ülke vatandaşları -daha doğrusu kardeşler- arasındaki gidiş gelişleri kolaylaştırırlar.
Neyse ki Kırgızistan, Özbekistan ve Moğolistan gezilerimizi organize eden, o gezilerde yol arkadaşlığı da yaptığımız Kadir Tosun daha önce Türkmenistan’a gidip gezmiş, üstelik Türkiye – Türkmenistan Dostluk Derneği Başkanlığı da yapmıştı. O’nun “İran’dan Turan’a” adıyla yayınladığı kitapta yer alan Türkmenistan notlarından da faydalanarak bu bölümü tamamlamaya çalışacağım.
Merv’de ilk çağlardan buyana farklı dönemlerde özellikle kerpiçten yapılmış kale ve köşklerden kalan izlere rastlanıyor. Bunları Bayram Ali Han Kale, Abdullah Han Kale, Ulu Kız Kale, Küçük Kız Kale ve Melikşah döneminde yapılan Sultan Kale olarak sıralayabiliriz. Çevrede ayrıca Yusuf Hemadani Külliyesi, Gâvur Kalesi ve Erk Kalesi gibi yapılar bulunuyor. Asıl adı Ebû Yakûb Yûsuf Hemadanî olan Yusuf Hemadani önemli din bilginlerinden olup Ahmet Yesevi’nin de hocasıdır. Geniş bir alana yayılan ve surlarının çoğu yıkılmış olup adeta Kadim Merv şehrini kuşatmış olduğu anlaşılan Sultan Kale, Sultan Sencer’in türbesini de içinde barındırdığı için ayrı bir öneme sahip. Sultan Alparslan’ın torunu ve Sultan Melikşah’ın oğlu olan Sultan Sencer 1157 yılında vefat edince burada kendi yaptırdığı türbeye defnedilmiş. Sultan Sencer’in mezarı, devletimiz tarafından restore edilen türbenin ortasında bulunuyor. Kadim Merv’deki kaleler/köşkler kerpiç/toprak yapılar olduğu için büyük ölçüde yıpranıp harabe haline gelmiş ve geniş çaplı restorasyonla ayağa kaldırılmayı bekliyor.
Sultan Sencer’in türbesinin bilinmesi akla hemen Sultan Alparslan’la babası Çağrı Bey’in mezarlarını getiriyor. Ancak ne var ki bu konuda ihtilaf var. Malazgirt Zaferi sonrasında 1072 yılında Merv’e dönüşünde bir suikasta kurban giden Sultan Alparslan, Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı olan MHP Milletvekili Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun tarihi kaynaklara ve yerinde yaptığı incelemelere dayanarak 2009 yılında yaptığı tespitlere göre, babasının yanı başına defnedildi. Bu tespite göre baba – oğlun mezarları, orada bulunan ve TİKA tarafından restore edilen Sahabe’den Al Hakem Gıfari ve Bureyda Al Aslami’nin medfun bulundukları türbelerin yakınında bir yerde bulunuyor.
Köhne Ürgenç
Özbekistan seyahatimiz sırasında, Hive Hanlığı’nın merkezine yakın bir yerde kurulan Yeni Ürgenç’i görmüştük ama aklımız asıl tarihi öneme sahip olan Köhne (Eski) Ürgenç’te kalmıştı. Köhne Ürgenç, Amuderya (Ceyhun) Nehri’nin güney kıyılarında, Taşoğuz ilinde yer alan ortaçağ harabelerine verilen ad ve bir zamanlar bölgede hüküm süren Harzemşahların başkenti. Dolayısıyla her karış toprağından tarih fışkırıyor: Necmeddin-i Kübra (Cuma) Mescidi ve Türbesi, Törebek (Turabek) Hanım Türbesi, Seyyid Ahmet Türbesi, Kutluk Temir Minaresi, Sultan Tekeş Medresesi ve Türbesi, Kırk Molla Kalesi, Fahrettin Razi Türbesi ve Sultan Ali Türbesini tarihi eserlerin başlıcaları arasında saymak mümkün.
İlim tahsili için birçok İslam beldesini dolaşıp önde gelen âlimlerinden ders alan ve asıl adı Ahmed olan “Necmeddin-i Kübra” Köhne Ürgenç ve civarında öğrenciler yetiştirip İslam ilimleri üzerine eserler veren bir zattır. O’nun adına yapıldığı anlaşılan Cuma Camii de Köhne Ürgenç’te ilk göze çarpan eserlerden biri.
Orta Asya coğrafyasının en yüksek minaresi olarak bilinen Kutluk Temir Minaresi’nin 84 metre olarak yapıldığı ancak üst bölmesinin yıkılmasıyla 64 metrelik bir bölümünün kaldığı ifade ediliyor. Minarenin böylesine yüksek yapılmasının iki sebebi varmış: Ezan sesinin daha uzaklara ulaştırılabilmesi ve çölde yolculuk yapan ticaret kervanları için işaret ve gözlem yeri olarak görev yapması.
Törebek ya da Turabek Hanım, Altınordu Sultanı Özbek Han’ın kızı ve Ürgenç Emiri Kutluk Temir’in hanımı imiş. Kutluk Temir, 1336 yılında katıldığı bir savaşta ölünce Turabek Hanım tahta çıkmış on yıl saltanat sürmüş. Ölünce çok sevdiği köşkünün içine defnederek türbe haline getirmişler.
Ürgenç’te bulunan önemli eserlerden biri olan Fahreddin er-Razi Türbesi’nin, Rey’de doğup 1210 yılında Herat’ta vefat eden ancak bir ara Ürgenç’te bulunan büyük İslam Âlimi adına yaptırılan bir Makam Türbesi olduğu sanılıyor.
Türkmenistan İçin Sonuç:
Büyük Türk Tarihçisi Prof. Dr. Osman Turan, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” isimli eserinde, Sultan Alparslan’ın suikasta uğradıktan sonra ölüm döşeğinde iken söylediklerini şöyle nakleder:
“Bir tepe üzerine çıktığımız vakit ordumun azametinden ve askerlerimin çokluğundan altımda yerlerin titrediğini hissediyor ve kendi kendime, ‘Ben dünyanın Hükümdarıyım; hiçbir kuvvet bana karşı çıkamaz; bu ordu ile Çin’i de fethederim’ diyordum. Bu gurur yüzünden bu duruma düştüm. Hâlbuki her sefere çıktığımda daima Allah’tan yardım dilerdim.”
Yine aynı eserde belirtildiğine göre Alparslan’ın oğlu Sultan Melikşah da kurdukları ilim ve irfan yuvasının amacını şöyle açıklıyordu: “Biz Nizamiye Medresesi’ni bir mezhebi korumak için değil, ilmi yükseltmek maksadı ile kurduk. Mezhepler arası bir ayırım istemiyoruz.”
Onlar böylesine inançlı kimselerdi ve sözleri hem zamanımızın devlet adamları ve hem de birtakım din bezirgânları için ibretlerle dolu idi. Türkmenistan toprakları, özellikle Anadolu’da yaşayan bizler için çok değerli hatıraları bağrında taşıdığı için büyük önem taşıyor.
Ahalteke Atları
Alparslan ve Sencer Mezarları
Aşkabat
Kıpçak Camii – Aşkabat
Köhne Ürgençte Sultan Tekeç Türbesi
Ertuğrul Gazi Camii – Aşkabat
Yusuf Hemedani Türbesi
Sultan Sencer Türbesi
YESEVİ YURDU
Yesevi Türbesi
KAZAKİSTAN
Asya ile Avrupa arasında en önemli geçiş ülkelerinden birisi olan Kazakistan, doğuda Doğu Türkistan (Çin hâkimiyetinde), güneyde Kırgızistan ve Özbekistan, batıda Hazar denizi, kuzeyde Rusya Federasyonu ile çevrilmiş olup 2.717.000 kilometre karelik bir yüz ölçüme sahip. Hani, kuzeyindeki Rusya olmasa tamamen Türk akrabalarıyla kuşatılan bir ülke burası.
Karakum ve Kızılkum çöllerini bünyesinde barındıran Kazakistan aynı zamanda bir akarsu ve göl zengini. Ülkede çoğu yaz aylarında kuruyan yedi binden fazla akarsu bulunuyor. En önemli nehirleri Ural, Emba, Sirderya, İli ve İrtiş. Başlıca gölleri ise Aral, Balkaş, Zaysan, Alakol, Tengiz ve Seletitengiz. Ülkenin en büyük gölü olan Aral ne yazık ki gün geçtikçe kurumaktadır.
“Başına buyruk, yiğit, cesur, bozkır atlısı..” gibi anlamları taşıyan “Kazak” kelimesi, Hazar Denizi’nin kuzeyinden Altay Dağları’na kadar uzanan geniş bir bölgede yaşayan ve adlarına uygun tavırlar sergileyen bir Türk kavmine verilen ad. Önceleri “Küçük”, “Orta”, “Ulu” cüz ya da bir başka deyişle “Orda”lara ayrılan Kazaklar, 16. yüzyılın başlarında Kasım Han’ın etrafında birleşerek Hazar Denizi’nin doğusu ile Aral Gölü’nün kuzeyinde kalan topraklardan, İrtiş Irmağı’nın yukarı havzasına ve Altay Dağları’nın batısına kadar uzanan geniş alanda ilk birleşik Kazak Hanlığı’nı kurdular.
Hanlığın kurulmasından sonra gelişip güçlenen ve hızla nüfusları artan Kazaklar sınırlarını genişleterek 17. yüzyılın sonlarına doğru bugünkü Kazakistan’a hâkim oldular. Kasım Han’dan sonra bir ara dağılma tehlikesi geçiren ve yeniden “cüz”lere ya da “orda”lara ayrılan Kazaklar, Kasım Han’ın küçük oğlu Hak Nazar Han’ın liderliğinde yeniden birleşerek güçlendiler. Hak Nazar, güneye doğru inerek Özbek Türklerine karşı üstünlük sağladı ve Taşkent’i işgal etti. Tevekkel Han ise sınırları daha da genişleterek Yesi ve Semerkant’ı da ele geçirip Mâverâünnehir’e kadar uzandı. Bundan sonra bir bakıma felâketler devri başladı.
Moğol asıllı Oyratlar, Kalmuklar, Jungarlar ve Ruslarla yapılan savaşlar Birleşik Kazak Hanlığı’nı dağıttı. Kazaklar adeta bir var olup yok olma mücadelesi veriyorlardı. Bir süre Kalmuk hâkimiyetinde kaldıktan sonra 19. yüzyıl başlarında bu defa Rus hâkimiyetine girdiler. Ruslar, uyguladıkları politikalarla Kazak cüzlerinin birlikte hareket etmelerini önlediler. Han seçimlerini de Ruslar yönlendiriyordu. 1845 yılından sonra Han seçimine de izin vermediler. Kazakları görünüşte Rus subayların denetiminde Kazak ileri gelenlerinden oluşturulan Şûra yönetiyordu ama bütün işler Rusların isteği doğrultusunda yürüyordu. Türkler aç kalır, açıkta kalır ama köleliğe razı olamazlardı. Nitekim Kazaklarda millî şuur harekete geçti.
1916 yılında başlayan Kazak ayaklanması kısa sürede bütün ülkeye yayıldı. “Küçük Cüz”, “Orta Cüz”, “Büyük Cüz”, ya da “Orda”lar hepsi harekete geçmişti ki, Rusya’da 1917 ihtilali gerçekleşti. Çarlık yıkılmış, yönetim komünistlerin eline geçmişti ama Ruslar arasındaki iç savaş devam ediyordu. Kazaklar kararlarından dönmediler. Ülkede seçim kararı alındı ve Kazak ülkesinin her köşesinde seçimleri milliyetçiler kazandı. Toplanan Büyük Kazak Kurultayı’nda devletin geleceği için önemli kararlar alındı. Milliyetçiler, yeni kurulan Alaş Partisi’nin etrafında kenetlendiler. Bu partinin öncülüğünde kurulan Kazak Hükümeti’ne “Alaş Orda” adı verildi. Çünkü Kazaklar kendilerinin, Alaş (Alaç) isimli bir Ata’dan geldiklerine, bu Ata’nın üç oğlu olduğuna ve üç Kazak Boyu’nun bu üç oğuldan geldiğine inanıyorlardı.
Rusya’da Çarlık taraftarlarıyla komünistler arasındaki iç savaş devam ederken 1917 yılının Aralık ayında Kazakistan muhtariyetini ilan etti. Kazak Devleti kuruluşunu tamamlarken Rusya’da iç savaş sona ermiş, komünistler kontrolü tamamen ele geçirmişlerdi. Çok katı ve acımasız prensipleri olan Kızılordu Birlikleri, 1919 yılında Kazakistan’ı işgal ettiler. Çarlık döneminin baskısından bunalan Kazaklar, daha kötü bir baskı rejiminin kıskacı altına girmişlerdi. Herkes korku içindeydi ve sık sık tutuklamalar, sürgünler oluyordu. Ruslar nihayet, 20 Ağustos 1920 tarihinde Kazak Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni kurdular. Bu Cumhuriyet’in merkezi Orenburg’du. 1924 yılında yeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri oluşturulurken sınırlarda da düzenlemeler yapıldı ve bugünkü Kazakistan’ın sınırları o sırada belirlenmiş oldu. Başkent, 1925 yılında Kızıl Orda’ya, 1929 yılında da Alma-Ata’ya taşındı.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, 1936’da yapılan bir düzenleme ile bazı “özerk” cumhuriyetlerin statülerinde değişiklik yaptı. Kazakistan’ın “özerkliği” de bu düzenleme ile kaldırıldı ve devletin adı Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Bu değişimden sonra kurulan Kazakistan Komünist Partisi ilk kongresini 1937 yılında yaptı. Devletin adı değişmişti ama değişen bir şey yoktu. Kazakistan’ın bütün yer altı ve yerüstü zenginlikleri Sovyet Rusya tarafından kullanılıyordu. Kazakistan Komünist Partisi Birinci Sekreteri Jumabay Şayahmetov, Sovyetlerin tarım üretimini arttırmak amacıyla Kazakistan’da yeni tarım alanları açma isteklerine karşı çıktığı için 1954 yılında görevinden alındı. İşi daha sıkı tutan Ruslar Birinci ve İkinci Sekreterliklere Slav asıllı kişileri getirdiler. Bundan sonra Kazakistan tamamen Rusların kontrolüne girdi. Ruslar, ünlü Baykonur Uzay Üssü’nü de Kazakistan topraklarında kurdular.
Ruslar, yalnızca kaynakları kullanmak ve ülke yönetimini yönlendirmekle kalmayıp büyük çapta bir asimilasyon hareketine de giriştiler. Rus ve Ukraynalılar kitleler halinde getirilerek Kazakistan’a yerleştirildi. Bunun sonucu olarak Kazak Türkleri giderek kendi yurtlarında azınlık haline getirildiler. Bunda, toplu kıyımlar ve sürgünler de önemli rol oynadı. Kazakistan’da yaşayan Müslümanların ibadet hürriyetleri kaldırıldı, camiler kapatıldı. Ateistlik bir taraftan okullarda ders olarak okutulurken bir taraftan da okul çağını geçmiş olan halk zorla ateistlik konferanslarına götürülüyordu. Büyük bir “beyin yıkama” faaliyeti vardı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dini ve özellikle İslamiyet’i kötüleyen çok sayıda kitap Ruslar tarafından Kazak Türkçesi’ne çevirttirilerek insanlara zorla okutuldu. Önceleri Arap Alfabesi’ni kullanan Kazaklar, Rusların zorlamasıyla 1929 – 40 yılları arasında Latin, 1940’tan sonra da Kiril Alfabesi’ni kullandılar. Rusların amacı, tıpkı öteki Türk topluluklarında olduğu gibi Kazakların da geçmişle olan bütün bağlarını koparmaktı.
Kazak Türkleri; Türkçe’nin başlıca Kazakistan, Doğu Türkistan, Moğolistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da kullanılan Kıpçak Dil Grubu’na dâhildirler. Her şeye rağmen Rusların dil üzerinde kurdukları baskı istenen sonucu vermedi. Kazakların en güzel edebî eserleri yine halkın en çok kullandığı Kazak şivesi ile yazıldı. Çokan Velihanov ve Abay Kunanbay gibi yazarlar bugün bizleri de heyecanlandıran eserlerini bu şîve ile yazdılar.
Abay Kunanbay, Kazakları göçebe hayattan uzaklaşarak yeni meslekler edinmeleri konusunda teşvik ediyordu. Şiirleri halk tarafından Kazak bozkırlarında ezbere okunuyordu.Fikirlerini hem şiirle hem de yazı ile duyurdu. 1800’lü yılların sonlarında yaşadı ama yıllar sonra bile şiirleri her yerde söyleniyor.
Abay Kunanbay’ın şiirinden bir örnek:
“Allah’ın özi de ras, sözi de ras
Ras söz eş vakıtta çalgan bolmaş.
Köp kitap keldi Alla’dan, onın törti,
Alla’nı tanıtuvga sözi ayrılmas.
(Allah’ın kendisi de gerçek, sözü de gerçek
Gerçek söz hiçbir zaman yalan olmaz.
Çok kitap geldi Allah’tan; onun dördü
Allah’ı tanıtırken sözü ayrılmaz.)
*
Mahabbatpen jaratkan adamzattı
Sen de süv Alanlı janan tetti
Adamzattın berin süy bayrım dep
Jane Hak joli osı dep ediletti.
(Allah insanı muhabbetle yarattığı için
Sen de O Allah’ı canından tatlı sev
İnsanların hepsini “kardeşim” diye sev
Hak yolu budur diye adaleti gözet.)
“Mal cutaydı, öner cutamaydı” yani, “Mal tükenir, sanat tükenmez” diyen Kunanbay’ın pek çok sözü Kazakistan’da ve Türk Dünyası’nda birer darb-ı mesel gibi söylenmekte, insanlığa ışık tutmaktadır. İşte onlardan birkaç örnek:
Kötü arkadaş – gölgedir. Başına talih kuşu konarsa ondan kaçıp kurtulamazsın, başına bir felâket gelirse de arayıp bulamazsın!
Bütün insanoğlunu rezil eden üç şey vardır. Onlardan kaçmak gerekir: Önce cahillik, ardından üşengeçlik, üçüncü olarak da zalimlik!
İnsanoğlu insanoğlundan akıl, ilim, ar, huy denen şeylerle üstün olur.
Dünyada en çok Başkent değiştiren ülkelerden biri olan Kazakistan, 16 Kasım 1991’de bağımsızlığını ilan ettikten sonra yeni ve modern bir şehir kurarak başkenti 1998 yılında Alma-Ata’dan Astana’ya taşıdı. Tıpkı öteki Türk Cumhuriyetlerinde olduğu gibi, Kazakistan’ın bağımsızlığını ilk tanıyan ülke yine Türkiye Cumhuriyeti oldu.
Türk Dünyası’nın ünlü düşünürü olan ve Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol oynayan Ahmet Yesevî’nin türbesi Kazakistan’ın Türkistan şehrinde bulunuyor. O, “Sabahları kulağıma nida geldi/Zikret dedi, zikrini deyip yürüdüm işte,/Aşksızları gördüm ise, yolda kaldı;/O sebepten aşk dükkânın kurdum işte” diyerek yola çıkmış ve bir ekol, bir yol gösterici olarak güneş gibi parlamış, erenleri, öğrencileri dört bir yana dağılıp ışığını yaymışlardı.
Hep niyetimizde olmasına rağmen Kazakistan’a gitmek bir türlü nasip olmamıştı. “Her şerde bir hayır” aranır ya, bizimki de öyle oldu…
2016 Mayıs’ında Doğu Türkistan’ın başkenti Urumçi Havaalanı’nda tam on saat bekletilip, Türk Ocaklı oluşumuz gerekçesiyle “Derhal ülkemizi terk etmeniz gerekiyor” denilince Dışişleri Bakanlığımızı ve ilgili birimleri aradık ama ilgi de gösterilmesine rağmen sonuç alınamayınca çareyi dost ve kardeş ülke Kazakistan’a gitmekte bulduk. Allah’tan akşam saatlerinde Almatı’ya uçak vardı.
Almatı Başkonsolosluğumuz durumdan haberdar edildiği için havaalanına inişimizden itibaren adeta şeref konuğu gibi karşılandık ve ağırlandık. Önce Konsolos Yardımcısı Sayın Altay Alper, ardından da Başkonsolos Rıza Kağan Yılmaz otele gelip “Hoş-geldiniz” dediler ve derdimizi paylaşıp teselli ettiler. Ertesi gün için de program yapmışlardı. 30 saatten beri ayakta idik ve tahmin edileceği üzere bu moralle deliksiz bir uyku çektik.
Sabah kahvaltısından sonra genç ve dinamik Konsolos Yardımcısı Altay Alper Bey bize güzel bir şehir turu attırdı. Öğle sonrası Başkonsolosumuz Rıza Kağan Yılmaz Bey nezih bir lokantada muntazam bir yemek ikramında bulundu. Yemeğe muhterem eşleri ve ikiz çocukları Batu ile Duru’nun da katılması bizi gerçekten duygulandırdı. Daha sonra Kök Tepe’den Almatı şehrini seyrettik ve en güzeli, en anlamlısı, çocukluğumuzdan beri hayallerimizi süsleyen Tanrı Dağları’nı, Ala Dağları, Altayları doya doya seyrettik, resimler çektik, çektirdik. Hele, 70’lik delikanlı Prof. Dr. Ramazan Demir Hocam benim ak saçlarımla Tanrı Dağlarını birleştiren bir resmimi çekti ki her şeye değer. Görenler bu resmi fotomontaj sanabilirler ama gerçeğin ta kendisi. Bizler, “Tanrı Dağı Kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” olduğumuzu haykıra haykıra büyümüştük ve işte o tablo: Ben, Almatı Kök Tepe’de Tanrı Dağları’nın en güzel fotoğraf karesini yakalamaya çalışırken bir de ne göreyim; bir Kazak kadını biraz aşağıdaki çimler üzerinde namaz kılıyor… Ağaçlar kapattığı için Tanrı Dağları ile ikisini aynı kareye almam mümkün olmadı ama o kardeşimizin huşu içinde kıldığı namazı tam da rükû halinde yakalamayı başardım.
İnsan yurt dışında, vatanından uzakta olduğu anlarda Devletini de yanında görmek istiyor. Vatandaşına tepeden bakan pek çok elçilik, konsolosluk, diplomatlık hikâyesi dinlemişizdir. Ben, Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’daki Büyükelçimiz Murat Karagöz ve Almatı Başkonsolosumuz Rıza Kağan Yılmaz’la Yardımcısı Altay Alper’in şahıslarında özlemini duyduğumuz diplomat resmini gördüm ve çok mutlu oldum. Atayurtlarımızı ziyaret edip fırsat bulunca oralarda yaşayan kardeşlerimizle dertleşmekten başka gayesi olmayan bizlere kucak açtılar ve 10 saatlik Çin zulmünü unutturmaya çalıştılar. Üstüne üstlük ertesi gün sabaha karşı saat tam 04’te otelimize gelen Altay Bey bizi Almatı Havaalanı’na kadar götürdü ve son arkadaşımız uçağa geçene kadar da oradan ayrılmadı.
Almatı’ya kadar gitmişken elbette Çimkent’e, oradan da Türkistan’a uzanıp Yesevi hazretlerini ziyaret etmek gerekirdi ama başımıza gelen bunca işten sonra cesaretimiz kırıldı, gidemedik. O, bir Hikmet’inde, “Bismillah deyip beyan ederek hikmet söyleyip/Talep edenlere inci, cevher saçtım ben işte…” diyordu. Biz de talepkardık ama niyetimiz halis olmasına rağmen ulaşamadık. Bakalım gelecek günler, aylar ve yıllar ne gösterecek!
Almatı’da Turan Üniversitesi
Almatı’nın Sembolü
Astana
Kazak Çadırı
Havadan Seyhun… Türk’ün Ortaasya’daki imzası gibi
Aral Gölü kuruyor
Tanrı Dağları’nın gölgesinde Namaz
Hoca Ahmet Yesevi Camii
ÖTÜKEN’E YOLCULUK
Moğolistan’da…
BOZKIR İMPARATORLUKLARININ MERKEZİNDE
“Ey Türk – Oğuz Beyleri, milleti, işitin: Yukarıda gök çökmese, aşağıda yer delinmese; Türk Milleti, ilini töreni kim bozabilir? Ey Türk Milleti, titre ve kendine dön!” (Bilge Kağan)
Bu sözü işiteli yıllar olmuş, gençliğimizde bize bir dinamizm kazandırmıştı ama sanki bir slogan olmaktan öte de götürememiştik. Oysa bu hitapta geçen üç kelime her şeyi özetliyordu: “Titre, kendine dön!”
Ne öyle içten titreyebildik, ne de bunca ikazımıza rağmen muhataplarımızı titretip kendilerine getirebildik. Yaş kemale erip saçlara aklar düştüğünde ise ecdadımızın ortaya çıktığı toprakları ve coşkun bir sel gibi akıp dağıldığı diyarları gezip dolaşmaya başladık. Kısacası, -neden sonra da olsa- felek gençliğimizin hayallerini süsleyen, bir aşk ve sevda gibi benliğimizi saran diyarları gezdirerek ehli dil olanları dilşad etmişti.
Buna bir iman tazelemek mi denir bilmiyorum. Belki de imkân meselesidir ama ben Allah’ın bir vesile yaratıp gönlüme göre verdiğine inanıyor ve kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü biz o yerlere sevdalı isek karasevdalı olup Kürşadların, Yamtarların, Bögü Alpların, Almılaların; kısacası o toprakların romanını; Bozkurtları yazan Atsız, “Vatan ne Türkiyedir Türklere ne Türkistan, vatan büyük ve müebbed bir ülkedir; Turan” diyen Ziya Gökalp, Kırk yiğit arkadaşıyla birlikte Çin Ordusu’na kafa tutan Kürşad’ın hikâyesini destanlaştıran Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Türk gençliğini milli şuurla donatıp milletimizin kızıl emperyalizme kul olmasının önüne geçen Başbuğ Türkeş ve daha 17 yaşında olduğu bir sırada Turan yolculuğuna çıkmışken Van’dan geri çevrilen Galip Erdem’le daha nice Türklük sevdalısı bu imkânı bulamadan göçüp gittiler. Şu feleğin işine bakın ki, “Yollara Kürşadlar uzanmış, ölü…/Ağlasın Akülke, ağlasın Sütgölü!/Yiğitlerim uyur gurbet ellerde…/Kimi Semerkant’ta bekler beni,/Kimi Caber’de./ Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok/Ben nasıl varım?/ Ağla, ey Tanrı Dağlarından/İndirilmiş Tanrım!” diye ağıtlar yakan Arif Nihat Asya da o diyarlara hasret gitti. Biz oralarda onları da yâd ettik. Hele hele Ötüken Coğrafyası’ndan geçerken, Orhun Nehri’ni doya doya seyredip serin sularında yıkanırken Atsız üstadın Kürşad Marşı’nı dilimizden düşürmedik: “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz/Çünkü bu yol kutludur, gider Tanrı Dağı’na…”
Evet, Tanrı Dağı’na gidiyorduk. Atalarımızın oralardan buralara atla geçtikleri binlerce kilometrelik yolu uçakla gitmemize rağmen on saat süren hava yolu bile çetindi ki, kara yollarında nelerle karşılaşacağımızı daha sonra görecektik. Azerbaycan ve Kazakistan üzerinden Manas ve Abdulkerim Satuk Buğra Han diyarı Kırgızistan’a doğru süzülürken, kardeşlerimizin Çin esareti altında bulunduğu Doğu Türkistan’ın Başkenti Urumçi’yi selamlarken Ağustos ayının son günlerinde bile başı karlarla buzlarla kaplı olan Tanrı Dağları ile karşı karşıya gelmek içimizde ne büyük heyecan fırtınaları estirdi bir bilseniz!
Türk Hava Yolları’nın o kırmızı beyaz arması sanki Tanrı Dağları ile aynı hizada idi ve çok güzel bir manzara oluşturuyor, duygu selimizi kabartıyordu. Pilotumuz da kumandası altındaki uçağa o dağları doya doya seyredelim diye pozisyon aldırıyor gibiydi…
***
Bir kalemde Tanrı Dağları’nın zirvesine çıkıverdiğim için okuyucuların heyecanımı bağışlayacaklarını umuyorum. Yolculuğumuz 27 Ağustos 2014 günü saat 19.05’te Türk Hava Yolları’nın Bişkek üzerinden Moğolistan’ın Başkenti Ulanbatur’a giden uçağıyla başlamıştı ve on altı kişilik bir gruptuk. Yaklaşık 4,5 saat sonra Bişkek’te Manas Havaalanı’na indik. O sırada Türkiye’de gece yarısı, Atayurdunda ise sabahın seher vaktine giriliyordu. Ben aynı yılın Nisan ayı sonlarında da organizatörümüz Kadir Tosun arkadaşım başta olmak üzere grubumuzda bulunan birkaç arkadaşla birlikte Bişkek’e gelmiş ve bu Manas, Abdülkerim Satuk Buğra Han ve Cengiz Aytmatov diyarını doya doya gezip Issıggöl’de geçmişi yâd etmiştik. Şimdi ise yalnızca bir mola veriyorduk. Nitekim bir saat sonra yeniden havalandık ve Moğolistan’a doğru yol aldık.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/osman-oktay/modern-seyahatname-69499549/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.