Anar′ın Dünyası

Anar'ın Dünyası
Pervin

Pervin
Anar’ın Dünyası

Ön Söz

Pervin’in Anar Dünyası
20. yüzyıl Azerbaycan medeniyetinin birçok şahsiyetinin adı, imzaları gurur vericidir. Yüzyılın başlarında Sabir, Mirza Celil, Eli Bey Hüseynzade, Cavid, Üzeyir Bey, sonrasında bu sıraya katılan Samed Vurgun, Mikayıl Müşfik, Şehriyar, Resul Rıza, Mirza İbrahimov, İlyas Efendiyev, Mir Celal, Bahtiyar Vahapzade benim tasavvurumda 20.yüzyıl Azerbaycan medeniyetinin en büyük simalarındandır. Ben sadece bu medeniyetin söz, kalem burcunu işaret ettim ve bu sırada başka kimselerin isimlerini saymadım. Tabii ki dünya haritasında bir menekşe yaprağı kadar olan Azerbaycanımız 20.yüzyılda tezatlarla dolu, karmaşık ve üzüntülü devirler, merhalaler, yıllar yaşamış, fakat menekşe yaprağı boyundaki toprağın sinesi parça parça olsa da, üstünde işgalci orduların döktüğü kanlar hâlâ silinmese de insanlar, kahramanlar, dahiler yetiştirmeye kadirdir.
Geçen yüzyılın 1960’lı yıllarında, 20. yüzyıl Azerbaycan medeniyeti tarihinde ikinci bir intibah devri sayılabilir (Birinci devir geçen yüzyılın başlarındadır-VY). İntibah denildiğinde ben Yeni Dünya görüşünü, medeniyet, özellikle de edebiyat dünyasında ortaya çıkan önemli değişiklikleri göz önünde bulunduruyorum. Yeni Dünya görüşü, yeni medeniyet, yeni bir edebiyat meydana getirir. Sovyet sisteminin tutarsız olduğu, sistemin daha çökmediği ama barometrenin sıklıkla fırtınayı gösterdiği bir devirde edebiyatın, söz sanatının, yeni bir gençliği ortaya çıktı. Altmışlılar edebiyata girdiler ve yenileşmeye teşebbüs eden üstadlarla birlikte edebiyatın niteliğini, karakterini, değiştirmeye, onu millî ânanelerden tecrit olmamak şartı ile dünya edebiyatı ile birleştirmeye çalıştılar. Fakat sosyalist realizmin prensipleri, on yıl süresince “Şair, hükümdarın huzurundasın”, “Edebiyat işi, genel işçi mekânizmasının bir tekeri, vincidir” hükümleri kırılmaya, karşı çıkılsa da, yavaş yavaş sönmeye, ölmeye başladı. Edebiyatta müspet kahraman, lider kişi modelleri dağılmaya başladı. Müstesna kahramanların yerini sade fakat maneviyatça zengin insan tiplemeleri yer değiştirdiler. İnsanı çok yönlü, hem müspet hem de menfi, karışmış renklerle tasvir etme prensibi, hayatı gerçeklerle gösterme değil, bütün tezatları ile tasvir etme meyli gittikçe güçlenmeye başladı. Bu süreçte Yusuf Samedoğlu, Anar, Elçin, İsi Melikzade, Maksudve İbrahimbeyov kardeşleri, Ferman Kerimzade, Sabir Azeri, Mövlud Süleymanlı ve elbette onlardan on yıl önce edebiyatın içinde olan İsa Hüseynov, İsmail Şıhlı mühim rol oynar.
Anar, o yıllarda bu oluşumun öncü temsilcilerinden biri olan, günümüzde 20.yüzyılın hikmetli sanatkârı, Azerbaycan’ı, hakiki manada temsil eden meşhur edebiyat adamı olarak tanıdığımız bu büyük aydın şimdi ömrünün sekseninci baharına doğru yol alıyor. Ben onun sadece 20. yüzyılda değil 21.yüzyılda da fikir, akide, bağımsızlık mücahidi olduğunu düşünüyorum. İngiliz şairi Ben Jonson’un W. Shakespeare hakkında söylediği düşünceyi kayıtsız şartsız ona da atfedebilirim: O, bir asır için değil, bütün zamanlar içindir.
Anar Resul oğlu Rzayev ansiklopedik bir zekâya sahiptir, onu bir yazar, bir sanatı olarak kabul etmek azdır.
Anar, 20. ve 21.yüzyılda Sabir, Mirza Celil, Üzeyir Bey ânanelerini yaşatan, bu ânanelere sadık kalan, kendisi de ânane yaratan kudretli bir kalem erbabıdır.
Anar bütün varlığı ile Azerbaycan’a, onun geçmişine, millî manevi servetlerine bağlılık duyan, onun bağımsızlığını arzulayan bu yolda mücadele sürdüren, sadece eserleri ile değil sosyal ve siyasi faaliyetleri ile de büyük aydın, vatanperver sıfatlarını taşıyan bir Azerbaycanlıdır.
Anar, Türk dünyasının sayılan, seçkin Türkçülüğü, Turancılığı sadece sözde değil, uygulamada da gösteren bir Türktür.
Anar, Azerbaycan medeniyetini dünya arenasında tebliğ eden, dünyanın Azerbaycan kürsüsünde ve tribününde söz söylemeye ihtiyarı ve salahiyeti olan halk ve devlet adamıdır.
Anar bugünkü Azerbaycan edebiyatının başında ona yön veren, istikamet veren, aksakallık salahiyetini layıkınca yerine getiren bir şahsiyettir.
Anar, sinemamızın, tiyatromuzun, basın yayınımızın gelişmesinde hatırda kalacak, unutulmayacak sanat eserlerinin yazarıdır.
Anar, gençliğin dostudur.
Ben bu saydıklarımı genişletebilirim fakat bu yazıda belirteceğim maksadı sonuç bölümünde belirtmek istiyorum.
Genç nasir, araştırmacı Pervin’in Anar dünyasına büyük muhabbetinin derinlerinde de görülüyor ki Anar ömrü boyunca gençliğin sevgilisi olmuştur. O yetenekli gençliğin parlamasına, bu yeteneğe millî manevi hasletlerimizin katılmasına her zaman yardımını desteğini esirgememiştir. Anar’a yerli yersiz taş atanların yanında vaktiyle onun takdir ettiği, hatta yazı hayatına soktuğu gençlerin de bulunduğunu gizlememek lazım. Fakat Anar bu yeteneklere düşman olmamıştır ve yıllar geçtikçe o civanların çoğu utanarak yine Anar’a sığınmışlardır.
Pervin’in, bu yetenekli yazarın Anar’a muhabbetini, onun şahsiyeti, yüceliği, muhteşem büyüklüğü olarak belirtmesi, bana göre, hiç de bağlılık, beklenti, kariyer arzusundan kaynaklanmaz. Bu münasebetin kökeninde iki amil bulunmaktadır: Birincisi Anar’ın edebiyatçı gençlere, tabii ki bu gençliğin en yeteneklilerine desteği, bu desteğin sözde değil, uygulamada da gerçekleşmesine… İkincisi Pervin’in kendi yeteneğidir.
Son yıllarda Pervin Nuraliyev imzası gerçekten de edebi medyada sık sık duyulmaktadır. Bu kızın “Natavan” kulübündeki akıcı, mantıklı, düşünceleri temelinde konuşmalarını işitmiştim. 525. Gazete’deki çeşitli konulardaki yazılarını da okudum ve övgüyle yürekten kadın yazarlarımız arasından bir yıldız doğuyor, dedim ( İşte Pervin isminin manası da Ülker yıldızı, Yedikardeş yıldızı demektir). Pervin’in aynı gazetede bir levha gibi sergilediği “ her şairden bir sevgi şiiri” ben de öyle bir kanaat uyandırdı ki Pervin Azerbaycan edebiyatının klasik dönemini de çağdaş devrini de iyi kavramıştır. Bunu niçin mi söylüyorum? Çünkü bizim aramızda öyleleri var ki Fuzuli’den Sabir’e kadar gelirler ama Sabir’den bu yana geçemezler ya da tam tersi. Bazıları çağdaş sanatçılarımızı bilir, ama Ramiz Rövşen’den Sabir’e kadar yol giderler. Arada durur oradan bu yana nefesleri tükenir, Nebati’ye, Zakir’a, Vakif’e, Fuzuli’ye doğru adım atamazlar. Pervin’in 525. Gazete’de tiyatroyla, opera sanatıyla, sinemayla ilgili makaleleri de onun yeteneğinin başka bir yönünü gösterir.
Elbette bu övgüler Pervin’i şaşırtmasın. Bu benim düşüncem isterse kimse kabul etmesin. Yeter ki Pervin yeteneğine ihanet etmesin, yaşıtları olan bazı gençler gibi içinde “Ben dahiyim, benden [ başkası] olmaz!” gibi ölümcül bir hastalığına yakalanmasın.
Pervin’in Anar nesri ile ilgili makaleler kitabı (O monografi diye de adlandırılabilir) sadece Anarşinaslik olarak da adlanadırabileceğimiz bir devrin ilgi çekici örneğidir. Anar’ın yaratıcılığı hakkında büyükçe, işte onun eserleri kadar monografiler, makaleler, sunumlar, yazmışlar, tebliğler vermişler ve sadece Azerbaycan’da değil, sınırları dışında da ( Rusya’da, Türkiye’de, Avrupa ülkelerinde, Amerikada) devam etmiştir. Sadece Türkiye’de yazılmış, basılmış makaleleri bir yere toplasan kalın bir kitap ortaya çıkar (Pervin’in kitabında bu konuda bir deneme de bulunmaktadır).
Pervin’in kitabının son yıllarda Anar yaratıcılığına, açıkça belirtirsem, onun nesrine hasredilen değerli bir kitap olduğunu düşünüyorum. Pervin Anar’ın ilk hikâyelerinden başlayarak sonuncu eseri Göz Boncuğu’na kadar bütün eserlerine 21.yüzyılın toplumsal eleştirisiyle yaklaşır, kıymet verir, değerlendirir. Bu eserler hakkında geçen asırda da değerli görüşler belirtmişlerdir; Pervin sık sık bu görüşlere başvurur. Pervin bir makalesinde Yusif Semedoğlu’nun Anar’ın kitabına yazmış olduğu ön söze müracaat eder. İşte bu yazıda Yusif Samedoğlu Anar’ın Çağdaş Azerbaycan nesrine getirdiği taze suyu şöyle değerlendirir:
“Sadece bu hikâyeyle (Anar’ın Askılıkta Çalışan Kadının Hikâyesi’nden söz ediliyor,VY) sonradan yazılacak ve çoğunun çağdaş nesir hakkında düşüncelerini iyi yönde alt üst edecek birçok güzel povest ve hikayenin ortaya çıkması için zemin yarattı. Bazen bir cümle ile karakter yaratmak, küçücük bir satırla güçlü bir tesir uyandırmak ânanevi yazı akışının yeknesaklığını bozup yeni güçlü benzetmelere metaforlara, üslup ve kompozisyon unsurlarına yer verme becerisi, bu zamandan başlamış yazarın sonraki yıllarda yarattığı eserlerde daha da sağlamlaşmıştır.” Şöyle de söylenebilir; Pervin, Yusif Semedoğlu’nun daha 1960’lı yıllarda müşahade ettiği çok doğru tespiti bütün makalelerinde ortaya koyar. Tabii ki yeni çağdaş düşünceyle; geniş izahlarla…
Anar’ın nesri konu bakımından rengârenktir günlük hayat olaylarından global mana taşıyan olaylara kadar… Burada manevi, ahlaki problemler de aks eder; dünyayı düşündüren milleti meşgul eden siyasi sosyal meselelerde … Anar nesri zaman mekân sınırlarına göre de hem yerli hem de genel konuludur. Bu nesirde bir günün, bir saatin olayları da ilgi çeker. Asırlardır devam eden, hatta sonsuza kadar süren hadiseler de, mekânlar da sık sık değişir, birbirinin yerini alır. Bakı, Moskova, Buzovna Bağları, İçerişeher, Türkiye şehirleri, Nahçivan, Karabağ, bir ev, bir kabin, bir tren, muhtelif yollar, sokaklar, bulvar ve gemiler… Anar nesrinde Pervin’in kaydettiği doğrular gibi, Azerbaycan insanının, Türk insanının hayatı, lirik ve zarif hislerle canlandırılır. Anar nesrindeki lirikliği Pervin ilk olarak incelediği bir nesneye çevirir. Anar bu nesir eserlerinde şairlik etmez ama onun nesri kendi nitelikleri itibariyle felsefik psikolojik olduğu kadar liriktir. Anar da üslup yapışkan değil dayanıklıdır. Burada Mirze Celil nesrine has olan eleştiri, mizah, komik unsurlar olduğu kadar Fuzuli şiirlerinden istifade edilen incelikler de dikkati çeker. “ Üslup bütün üslupların akıldan çıkarılmasıdır” cümlesi bir araştırmacını sözüdür. Bu manada Anar’ın nesir üslubu, bütün ânanelerin, bütün yeniliklerin toplu hâlde Anar üslubu özelliğinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Pervin bu meseleler de de doğru, inandırıcı izahatlar verir.
Ak Koç Kara Koç ve Göz Boncuğu povestleri hakkında yazdığı denemelerde Pervin Anar yaratıcılığındaki iki merhalayi belirtir: Biri 1990’lı yıllardır ki Anar; bu yıllarda nesir kıtlığında belirli bir boşluğu doldurdu ve Azerbaycan’ın gelecek beklentilerinden önce öngörülerini takdim etti. Pervin Ak Koç Kara Koç’u Anar’ın Azerbaycancılık düşüncesinin sosyal ve siyasi düşünceden edebi söze geçmesi olarak tespit etmiştir. Genellikle Azerbaycancılık Anar’ın mefkûresidir, arzusudur ve Anar siyasi ve toplumsal yaratıcılığının bütün zorluğu bu mevzunun omzundadır. Ak Koç, Kara Koç’da ütopik konu paralellikleri de tesadüfi değildir. Anar, efsane, fantastik, gerçek dışı olaylara daha yazarlığının ilk dönemlerinde, İlişki povestinde yer vermiştir. Göz Boncuğu povesti hakkındaki yazısı edebi tenkidin üç çeşidini aks ettirir: Biri sadece gerçek düşünceleri yansıtan eleştiri yazısı; diğeri tenkitle beraber onun içindeki siyasi ve sosyal durum; üçüncüsü ise duygusal ruh hâlinden kaynaklanan deneme. Benim kanatimce, Pervin gerçek bir tenkitçi gibi tanınmak istiyorsa bu türlerden birincisini seçmelidir. Fakat rasyonal düşünce tarzının duygusallıktan mahrum olmaması şartıyla.
Pervin Anar’a hasrettiği kitaba, Resul Rıza, Nigar Refibeyli, Enver Memmedhanlı hakkında kaleme aldığı, Anar hakkında yazdıklarından geri kalmayan makalelerini de dahil etmiştir. Bu da sebepsiz değildir. Çünkü Anar şahsiyeti, Anar yüceliği birdenbire havadan sudan ortaya çıkmamıştır. Resul Rıza Anar’ın fikir dünyasına giden yolu göstermiş, Nigar Hanım zarif ve naif dünyasına tesir etmiş, Enver Memmedhanlı bir şahsiyet olarak ona örneklik etmiştir. Bu birincisi, ikincisi Pervin’in Resul Rıza ve Nigar Refibeyli yaratıcılıklarına yaklaşımı analitik nitelik taşımaktadır, Bu yazılarda serbest düşünce tarzı bulunmaktadır.
Benve “Serbest düşünce tarzı” üç bölümde birleşmektedir: Genç ve yetenekli Azerbaycan Hanım’ı Pervin’in bütün yazılarına has olan samimiyeti, o tabiliği, o tahlil mahareti. Bırakın bu düşünce tarzı Pervin’in sonraki yazılarında da eksik olmasın

    Vagif Yusifli
    Filoloji İlmleri Doktoru

Yazarından
İlk defa Anar’ı okuduğumda 12-13 yaşlarındaydım…
…Abşeron köylerinden birinde, denize yakın küçük, sade bir bahçemiz vardı. O bahçe hatırımda sadece kaygısız, rahat günlerimle, denizden gelen ılık, bazen de çok sıcak rüzgârıyla, deniz kokusuyla, semaver çayıyla, komşularla sabaha kadar süren çeşitli oyunlarıyla değil, okuduğum kitaplarla da kalmış. Okula gittiğimiz zamanlarda genellikle kitaplarımı okuyordum ama yaz aylarında okumak için, kitaplarla “oynamak” için çokça vaktim oluyordu. Kitaplar da çoğunlukla çocuk kitaplarıydı. Masallar, çocuk şiirleri, macera kitapları vs. Ama günlerden bir gün annemin Anar’ın “Sizsiz”ini okuyup nasıl müteesir olduğunu gördüm. Bu sahne şimdi olmuş gibi gözlerimin önündedir. Galiba, o çocuk merakım da daha terk etmemişti beni. Sabahleyin gözlerden kaçıp bahçenin bir köşesine çekildim ve okumaya başladım. O zaman evimizde kitapları kontrol etme çok fazlaydı. Her eser de okunmamalıydı, özellikle annem bu konuda çok dikkatliydi. Bunun için de “Sizsiz”i okumaya başladığımda çok tedirgindim, şimdi bunu elimden alıp “Büyüdüğünde okursun” diyeceklerini düşünüyordum. Ama aksi oldu, Annam beni “suç” üstünde yakaladığında itiraz etmedi.
…“Sizsiz” benim çocuk dünyamı alt üst etmişti. O zamana kadar hayatın en büyük hadisesinden, felsefesinden, ölümden habersizdim, ninelerim, dedelerim, kardeşlerim hepsi sağ selametti. “ Sizsiz” ise bir mersiyeydi ve ben ölümün, kaybın ne olduğunu ilk defa o zaman öğrendim, bunu hayattan değil, edebiyattan öğrendim.
Edebi eser her yaşta, bir biçimde insanı etkiler. İlginçtir ki o zaman “Sizsiz”in beni etkileyen karekteri Günel’di. Şimdi eseri tekrar okuduğumda çok farklı karakterler yaratan Anar küçük bir çocuğun da ölümden sonra hissettiklerini öyle doğru yazmış ki o zaman tahminen işte Günel’in eserdeki yaşında olduğum için çok etkilendiğimi düşünüyorum. Ve ilginçtir ki yıllar geçse de yine o çocuğun korkuları içimdedir, ben büyüdüm ama korkular aynıdır:
“Sanki yürek korkular için dardır, orada yalnız bir ya da iki insanı yitirmek için yer var. Garip ki annemle babamın vefatından sonra bu korkunun Günel’in kalbine yuvarlandığını görüyorum. İlk kez yakınını- dedesini, ninesini yitirmiş kızcağız- kendi ana babası için kaygılanıyor.”
Eseri okuduktan sonra aynı Anar’ın yazdığı gibi anne ve babamın göğsüne sokulduğum, onları kaybetmekten korkum hatırımdadır. Ve o zamandan beri Anar benim ilgiyle okuduğum, her okuduğumda yeni hislerimi, korkularımı, isteklerimi, fantezilerimi keşfettiğim bir yazar oldu. Sonraları bizim okuyucu-yazar münasebetimiz o kadar derinleşti ki ben onun sadece nesrini değil, tiyatro eserlerini, filmlerini de, denemelerini de öğrendim. Çok iyi öğrendim. Şimdi ise bu öğrendiklerimi başkalarına da öğretmeye, söylemeye, anlatmaya ihtiyaç duydum. Doktorada hiç düşünmeden sadece Anar’ın sanatçılığı hakkında yazmak, araştırma yapmak istediğimi bildirdim. Konu kabul edildikten sonra bu eserleri artık okuyucu gözüyle değil, araştırmacı gözüyle okumaya başladım. Anar farklı fikirlere yer veren, çeşitli görüşlere kapı açan bir yazardır. Bazen aynı eseri hakkında iki eleştirmenin birbirine taban tabana zıt fikirlerine rastlanır. Bu sebeple ben onun yazarlığını kendi gördüğüm, duyduğum şekilde sunmak, okuyucuya ulaştırmak istedim. Ve kitap da sadece bu gayeyle yazıldı. Asıl niyetim okuyucuyu yazar ile yakınlaştırmak, biraz daha kardeş etmektir. Kitaptaki farklı denemelerde yazarın çeşitli eserlerine yer vermeye, derine inip alt manalarını, açıkça görülmeyen maksatlarını anlamaya, bütün bunları yalnız uzmanların bildiği, anladığı dilde değil, sade bir okuyucunun anlayacağı şekilde tahlil etmeye çalıştım. Çünkü Anar’ın eserleri hangi mevzuda, hangi üslupta olursa olsun herkesindir, herkes içindir. Eleştirinin asıl amacı herkesin anlayamadığı düğümleri çözmek, görmediği meseleleri aydınlatmaktır. Bütün bunlara ne derece nail olduğumu ise zaman gösterecek elbette.
Kitapta Resul Rıza, Nigar Refibeyli, Enver Memmedhanlı hakkında yazdığım denemelerin yer alması okuyucuları şaşırtabilir. Konu şu ki sözü edilen bu denemeler farklı zamanlarda, sanatçıları kutlama veya anma günlerinde yazılmıştır. Fakat kitap basım için hazırlandığında bu yazıların dâhil edilmesinin maksada uygun olacağını düşündüm. Öncelikle şu sebeple, Anar’dan bahsetmeden bu sanatçılar hakkında yazmak mümkün değildir ve ben onun eserlerinden çok faydalandım. Ama asıl sebep her üç sanatçının Anar’ın yazar olarak yetişmesine, düşüncelerine tesir etmeleridir. Beğenilen bir yazarın yetişmesinde muhitin rolü inkâr edilemez. Anar’ın muhiti, biyografisi, talihiyle ilgiliydi. Yani aslında muhit onun büyüdüğü evin içerisiydi. Bu muhitte sadece üç sanatçı, Resul Rıza, Nigar Hanım ve Enver Memmedhanlı onun zevkinin, edebiyata, dünyaya bakışının şekillenmesine tesir etmişti. Şimdi yazarın “ Sizsiz” eserinde, Enver Memmdehanlı hakkında “Hayatım Ağrıyor” uzun hikâyesinde yazmış olduğu hatıraları, mektupları okuduğunda bu insanların ona sadece anne baba, akraba olarak değil, sanatçı olarak tesir ettiğini görürüz.Yazar “Seçilmiş Eserler”inin birinci cildinde ilk hikâyeleri hakkında şöyle yazar:
‘İstırabın vicdanı”nı ise babam beğenmişti ama Enver Memmedhanlı bu hikâyeyi okuyup kati surette kötüledi. Hikâyenin saklanmış tek nüshasının son sayfasında Enver muallimin karakalemle yazılmış çok sert düşünceleri durur.” At sobaya! Büyük, tarihi bir faciayı anlamsız bayağı bir saçmalığın yaygaralarının hedefi etmek olmaz!”
Enver Memmedhanlı’nın sert notu hayli düşündürücüydü. Anar’ın şahsi arşivinden aldığım incelediğim, bastırmadığı hikâyelerinin sonunda bu şekilde ciddi kayıtlar, notlar var. Yani bu sebeple şair ve yazar ailesinde büyümenin üstünlüğü, ne yazarsan yaz, bastırmak değildir. Aksine yazılarına böyle dikkatli, sert bir eleştirmen gözüyle bakan vardı ve bu çok büyük üstünlüktü, kazanç da buydu. Fakat onlarında yaratıcılıklarının derinliklerine gidildiğinde Anar’ın tesirini de görülebilmesi asıl meseledir. Resul Rıza mektuplarının birinde şöyle yazar:
“Oğlum!
Bilsen yerin nasıl boş. Her defa yeni bir şiir yazıp bitirdiğimde gözlerim seni arıyorr, işte sen bizim edebi sohbetlerimizin, münakaşalarımızın arabulucusuydun.”
Mektubun işte bu iki cümlesinde Resul Rıza ailesinin herhangi bir yerinde yazılmamış kuralları hissedilebilir. Asıl kaideyse birbirlerine sınırsız bağlılık, sevgidir. Bunun için Anar hakkındaki kitaba Resul Rıza’dan, Nigar Hanım’dan bahsederek başlamam tabiidir. Büyük ihtimalle Anar dünyasına da işte buradan başlanır: Resul Rıza’nın denizinden, Nigar Hanım’ın çiçeklerinden!!!



Resul Rıza’nın Rengârenk Denizi…

Ufuklar, sanki,
Çekilir perde perde,
Renkler saklanbaç oynuyor;
Deniz sakin olsun ya da dalgalı,
İstiyorum gün doğmadan
Kalkayım Buzovna kayalarına,
Haykırayım:– Hey…insanlar!!
Kalkın, kalkın.
    Resul Rıza
Resul Rıza’nın şiirini bütün manaları, renkleri, ahengi, melodisi ile tamamıyle anlamak, hissetmek için zaman gerekir… Bir de sakin düşünce! Aynı zamanda, hayata olgun ve derin bakış! Fazlasıyla hassaslık! Şiire daha farklı münasebetle, yeniliği anlamak, “yakalamak” becerisinden bahsetmiyorum… Ve bunları saydıkça, birisinin entelektüelliğini söylemenin, seviyesini de bu biçimde Resul Rıza’nın şiiriyle münasebetine göre ayırt etmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. …Bana göre sadece Resul Rıza’nın değil, işte bütün Azerbaycan’ın, Türk şiirinin zirvelerinden biridir “Renkler”. Ve bu “zirve”yi yaratmak, yazmak şair den ne kadar ustalık talep ediyorsa, okuyucu için ayağa kalkmak da bir o kadar zahmet istiyor. Bu silsileye ait şiirleri anlamak, folklordan, gelenek ve göreneklerden, güzel sanatlardan, ressamlıktan, dünyadan, savaşlardan, tarihten haberdar olmak demektir. Ramiz Rövşen şairin 100.yılı münasebeti sebebiyle yazdığı “ Ömrün birinci yüz yılı” makalesinde şöyle belirtir: Hakikat şu ki entelektüel şiirin emsalsiz örneği olan böyle dizeleri yazmak kendisine her şair diyen şairin işi olamadığı gibi, satır altı manalar ve işaretlerle dolu bu şiirlerin okuyucusu olmak da her insanın işi değildir. Daha 1960’lar-da öğrenci arkadaşlarımla bu şiirlerdeki en karmâşık mısraların sırrı açıldığında ne kadar sevindiğimi hatırlıyorum.” Bu satırları okuduklarında Resul Rıza’nın gençlere tesir gücüne hayret ettim. Çünkü Ramiz Rövşen’in öğrenciliğinden tahminen kırk yıl sonra bizler de Resul Rıza renklerinin “sırlarını” bulduğumuzda, açtığımızda sevincimizin sınırı olmazdı. Üniversitenin soğuk okuma salonunda “Renkler”i sırayla okuyarak her yeni keşfimizde nasıl gururlandığımız da çok iyi hatırımdadır…
MAVİ
Dalgasız deniz,
Istırapsız muhabbeti
Semanın derinliği.
Müziğin “rakkaseler”i,
Küçük bir ressamın çizdiği güneş.
Gözlerin dinçliği.
İnsan düşünceleri.
Buz adaları arasında
Su sokakları.
O zamanlar “Küçük bir ressamın çizdiği güneş…” mısrasına şöyle anlam verdiğimizi hatırlıyorum: Küçük bir öğrencinin tükenmez kalemle defterinin bir köşesine güneş çizdiğini belirtir…
Bence insan yaşı ilerledikçe, böyle derin ve düşündürücü şiirin de ondaki tesiri kuvvetlenir, büyür. Ve bu düşünceyle her seferinde Resul Rıza’nın yaratıcılığına ve onun açısıyla “Renkler”e yeniden bakınca tamamen farklı, yeni manalar ortaya koymak mümkündür.
…Dahi şairin doğum günü arefesinde onun eserlerini, hakkında yazılmış makaleleri ve denemeleri, halk yazarı Anar’ın “Mücadele Bugün de Var”-Resul Rıza’nın hayatı ve yazarlığı hakkındaki düşünceleri belirten kitabını, “Sizsiz” hatıra romanını yeniden okuduktan sonra “Renkler”in tamamen bambaşka bir tonunu hissettim. Daha doğrusu Resul Rıza’nın yaratılığındaki bütün renklerin harmonisini hissettim ve onun mürekkebinin denizden geldiğine şüphem kalmadı. Yazarlığının, şiirlerinin merkezinden kırmızı bir çizgiyle geçen denizi Resul Rıza’nın şahsi malı sayabiliriz. Elbette, bu fikre itiraz ederek başka şairlerin de bu konuya temas ettikleri söylenebilir. Fakat diğerlerinin denizi ile Resul Rıza’nın denizi farklıdır, onun denizi bir tek renk değil, onun denizi rengârenktir:
DENİZ NE RENKTİR?
Mavi,
Öyle mi?
Fakat ben denizi yeşil gördüm
Deniz yeşil olur,
Öyle mi?
Fakat ben denizi siyah gördüm,
Deniz siyah olur; öyle mi?
Fakat ben denizi beyaz gördüm,
Ben denizi üşümüş gördüm.
Ben denizi öfkeli gördüm,
Güldüğünde de,
Ne renktedir deniz?
Resul Rıza denizin yanındadır daima ya da deniz şairin yazarlığı ve hayatı boyunca onun hatırındadır ve yanındadır. Sanatçıların doğduğu, yaşadığı muhit, tabiat onu yazdıklarına, sanatla münasebetine, tasvirlerine, izlenimlerine tesir eder, kesinlikle eder. Bunun içinde Resul Rıza’nın şiirine, Abşeron’dan “Deniz”, Gökçay’dan “Renkler” gelmiş ve bunların ikisinin birleşmesi şiirlerin çoğunda en değişik, ideal şiirsel sunumlarla kendini gösterir. “Hayat adamı” şiirindeki mısralar buna örnektir:
Dünyayı renkli gördüm uykuda.
Gördüm beyazsız, siyahsız.
Denizler-
Deniz renkli;
Masmavi,
Mavi,
Sarımsı.
Resul Rıza için dünya denizden başlar… Deniz renkliyse, dünya renklidir. Bunun için de çoğunun sadece açık ya da koyu mavi saydığı denizi şair, istediği renkte görüp hissedebilir. Renkler’den aldığım birkaç mısra bunun için örnektir:
Gümüşi-köpüklü dalgalar…
Yeşilimsi-yaz başında deniz.
Mavi dalgasız deniz.
Siyahımsı – Denizin öfkesi.
Firuzemsi -Denize yakışan.
Yukarıda belirtilen misaller okunduğunda Resul Rıza’nın bunları bir maksatla yazdığı düşünülür. Sanki şair Gökçay’ın doğasından aldığı boyalarla Abşeron’un sert, çıplak güzelliğinin temelini teşkil eden denizi gönlünün istediği gibi renklendirmiş, biraz daha cazibeli hâle getirmiş. Ve bu işi öyle ustalıkla yapmış ki süslenmiş deniz tabiliğini, zarifliğini zerre kadar kaybetmemiş, aksine! Belki de gerçekte o, renkleri de denizleştirmiş ve bu şekilde mana vermiş. Şairin iki farklı şiirinde Deniz’e ve Renkler’e benzer münasebeti, ilgisi, sevgisi besbelli görünür. Biri “Renkler Fışkırması”, diğeri “Denizden Büyük” şiiridir. “Renkler Fışkırması”nda:


Tablonun sahibi Tural Anaroğludur

Renkler!
Sevincim,
Acım, kırgınlığım!
Sizsiz ne rahatım,
Ne dincim.
…diyen şairin “Denizden Büyük”de denize aynı hassaslıkla, ilgiyle yaklaşır:
Dünya ne kadar olurdu,
Deniz olmasaydı.
Deniz düşündürür beni.
Hayatın gücüne.
Şairin “Seçilmiş Eserleri’ne “Denizle ilgili nağmeler” başlığı da ilave edilmiş şiirlere “Renkler” (1962) dizisinden önce ve sonra yazılmış eserler dâhildir. Bu şiirlerde sadece rengârenk değil, kendine has özellikleri olan, sinirlenen, üşüyen, sıkılan, seven, sevilen, şikâyet eden, özlemle sabahı bekleyen, şaire ilham veren Deniz imgesini görebiliriz. Fakat onun diğer-“Renkler” ve “Denizle ilgili nağmeler” dizisine alınmayan şiirlerinde de bu iki imgeye, renkli denize veya deniz renklerine sık sık rastlanır. Şairin “ Balıkların nağmesi”, “Taşlar ne söylüyordu?”, “ Toprak olmuş kemikler”, “geçen günler”, “sensiz”, “sevgilim” ve başka şiirleri bu kunuda dikkati çeker. …Resul Rıza yenilikçi, yaratıcı, kendine has ekloü olan bir şairdir. Hiç şüphesiz, onun denizi, renkleri farklı, değerli, şaşırtıcı olduğu kadar göğü, yeri, meşesi, çayı, dünyası da benzersizdir. Sadece bunları hisseden, idrak eden araştırmacıya ihtiyacı vardır şairin. Bence o okuyucuyu da araştırmacıyı da Resul Rıza’nın kendisi yetiştirir… Yazdıklarıyla. Sadece zaman gereklidir. Yazımın başlarında da söylediğim gibi… Bir de sakin düşünce…

P.S. şimdi, nedense, birden bire “Küçük ressamın çizdiği…” küçük öğrencinin tükenmez kalemle defterinin köşesine karaladığı güneş aklıma geldi. Daha doğrusu deminki defter.Kırmızı kalemle yavaş yavaş dalgalanan deniz de çizilmiş oraya… Güneşin gölgesinden ya da belki utandığından kızarmış deniz… Resul Rıza’nın rengârenk denizi…

Çiçek kokulu şiirler…

Gönlün yine bin derdine çare bulunmaz
Bir derdimi arz eyleyen o yâre bulunmaz
Ahşam kızıllaşmış göklere çöktüğünde karanlık,
Gönlüm evini yakan ateşlere bulunmaz
Âşıklara sordum, dediler: Ey gamı pünhan
Gizli yaranın ağrısı çok yâre bulunmaz.
    Nigar Refibeyli
…Kadın olmak her şeyden önce mesuliyettir. Nigar
Refibeyli’nin mesuliyeti ise üç kattır. Hududat Bey Refibeyli’nin kızı, Resul Rıza’nın hanımı, Anar’ın annesi olmanın mesuliyeti… Bu üç şahsiyetin hayatını, yaşadıklarını, yazdıklarını düşündüğümde Nigar Hanım’ın gücüne hayret ederim. Her mısrasında masumluk kokan çiçek kokulu şiirler yazarı, zarif ruhlu hanımın sağlam karakterinin belki de neredeyse ilahi bir sihir vasıtasıyla her üç kişiyi de sonuna kadar korudu, zirveyi korudu. Ve şimdi, bu özel kadının yüz yaşında biyografisine, şiirlerine, yazılarına, tercümelerine bakıldığında onların üçünün de yansıması açıkça görülür.
…Babası Hudadat Bey Avrupa’da okumuş, yüksek öğrenim görmüş Azerbaycanlı bir cerrahtı. Bizim açımızdan bakıldığında sadece bu gerçekle ömür boyu gururlanılır değil mi? Ama o zaman devir başkaydı. Hatta o kadar başkaydı ki küçük Nigar’ın yüksek öğrenim görmüş babasını Nargin Adası’nda kurşuna dizdiler. Çünkü o, Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti zamanında Sağlık Bakanlığı, Gence vilayetinin valiliği görevlerinde bulunmuştu…Aslında hangisi daha acıydı, bilmiyorum: Çocukken babasız kalmak mı ya da cumhuriyetçi beyin kızı olduğu için sonuna kadar baskı korkusu ile yaşamak mı?! Her hâlde hiçbiri hafif değildi. Bugün ilk gençlik yıllarından Bolşevik Eliheyder Karayev’in ifadesiyle belirtirsek “Matmazel Nigar” manevi baskılara, zorlamalara maruz kalıyordu. Ve bence “her an bir şey olabilir” tedirginliği, beklentisi şairi sonuna kadar terk etmedi. Ama en ilginci şu ki devrin kaidelerine göre ilk bakışta hürmet görmeyen geçmişini, beylik hasletini Nigar Hanım gizleyemez, bu onun şiirinde açıkça görünür:
Ben gönül mülkünün hükümdarıyım,
Hayal dünyasının baş nigarıyım.
Vatan toprağında iftihar olan
Şanlı nesillerin yadigârıyım.
Elbette kanından, geninden gelen asillik NigarRefibeyli’nin karekterinde, davranışındaydı… Şiirindeydi! Ama yaşamak uğruna mücadele, sonuna kadar devam etmeliydi. Bunun için yazarlığının ilk yıllarından, istibaratçıların kalemini köreltmek için yeni yapıyı anlatan şiirler, “Komsomolçu[1 - Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Leninist Genç Koministler Birliği’nin kısaltmasıdır.]Kızlar” şiiri gibi eserler yazıyordu. Fakat bununla beirlikte şaire asıl vazifesinden de geri durmuyordu. Güzelliği terennüm etmekti onun asıl işi… İnsan hislerinin, tabiatın, hayatın, yaşamanın, dünyanın güzelliğini:
Uykuda dünyayla vedalaşıyordum,
Dünya güzeldi, ayrılmak çetin.
Diyorlar, güzeldir yaşlanıp ölmek,
Böyledir kanunu kor tabiatın.
Dünyadan ayrılmak çetindir, gülüm,
Tezde gelse, geç de götürse ölüm.
Hayatın günleri geçse de acı,
Ölümden istemez insan ilacı…
“Veda” şiiirnden aldığım mısralarda Nigar Hanım’ın hayata ümitle, iyimser bakışı sergilenir… Onun tabiatı dillendirdiği, çiçekleri konuşturduğu, turna olduğu, denizle dost olduğu günlerde de dünyaya sonsuz sevgi, ince münasebet aşılanır.
…Ve öyle bir anda dünyayı güzelleştiren temel mevzuda konuşmanın önemi ortaya çıkar. Nigar Hanım’ın hayatında ise bu zaman 1931’de görülür. O zamanlar “Kendi bildiği gibi” yazarak şair olmak isteyen Resul Rıza ile tanıştığında. İşte o yıllarda “yasemin renkli mantosuyla güzeller güzeli” hanımın adıyla Resul Rıza adı birlikte anılır.
Halk yazarı Anar” Gece Düşünceleri’nde şöyle belirtir:

“Basında tuhaf ve şahsen beni etkileyen bir haber okudum. Malum olduğu üzre Hazar’da yüzen gemilerden birinin adı Resul Rıza, diğerininki Nigar Refibeyli’dir. Kazakistan limanlarının birinde tesadüfen iki gemi aynı zamnda demirle atmış. Resul Rıza gemisinde içme suyu bitmiş, ne sahilden ne de başka bir gemiden su alamamışlar. Yalnız Nigar Refibeyli gemisinden onlara su gönderilmişler.
Yanılmıyorsam bu hadise 2004 yılında meydana gelmiş. Gerçekten bir o kadar mistik etki bırakıyor. Fakat Resul, Nigar birlikteliğinin bize görünen, şiir biçimine bakıldığında buradaki sembol daha açıkça idrak edilir. Şüphesiz Resul Rıza gibi önemli, büyük, nüfuzlu bir şairin yanında kendini kaybetmeden, üslubunu koruyarak yazmak, yazarlığa devam etmek bir beceridir… Ama Resul yaratıcılığının suyu Nigar’dandır… Ve Nigar Hanım’ın muhabbet şiirine bakıldığında bu beslenmenin, etkilenmelerin karşılıklı olduğu göze çarpar:
Bir sen oldun gönlümün
Yakın dostu, hemdemi.
Sen olmazsan tutmazdı
Belki elim kalemi.
Sen olmazsan baharın
Yazın ıtrı olmazdı.
Sen olmazsan bir dünya
Sevinç böyle çok azdı.
Baharın çiçekleri
Açıp solmasın sensiz.
Ömrüm sensiz olmasın,
Şiirim olmasın sensiz.
Işıktan ilham aldığını sıklıkla dile getiren “Ben ışık kızıyım, ışık evladı” diyen Nigar Refibeyli başka bir şiirinde şöyle yazar:
Gönlümde sönmeyen bir ışık yanar,
Onu sen yaktın muhabbetinle…
İşte bu mısralarda bir başka sembol göze çarpar. Nigar ve Resul şiirinin birbirinden hava, su ve bir de ışık alması… Birbirini aydınlatması.
Nigar Hanım’ın yazarlığından yüzlerce bu türde örnek de verilebilir. İster sevgi isterse da tabiatı dillendiren şiirleri, sadece belli bir ışıkla dikkati çeker. Fakat ince ruhlu şaire dünyanın kirinden, adaletsizliğinden, insafsızlığından, beklentilerinden de sıyrılmıştır:
Biri selam vermez
Hayat bizi eğdiğinde…
Biri bizimle selamlaşmaz
Yoldaşımla arasında konuşanda…
Biri mihnetle selam verir,
Biri hayli azap ve eziyetle selam verir…
Sade selamları severim!
Bu şiirindeki basit bir selamlaşma tasviri ile şairenin o dönemdeki çeşitli karakterlerdeki insanları göstermesi, bu şiiri benzersiz kılar ve şiirin sonunda ““Ben sade insanları severim” mısrası da kendisinin özelliğini gösterir.
Nigar Hanım’ın şiirinin ilgi cekici yönlerinden biri de dostlarına, sevdiklerine şiir yazmasıdır. Şüphesiz ki her kalem erbabı kendi çağdaşlarına eserler hasredebilir. Fakat Nigar Refibeyli bunu zerre kadar kıskanmaz. “Benim şair kardeşlerim”, “Musa”, “Şair Hüseyin Arif’e”, “Refikam benim”, “Müşkünaz Hanım’ın aziz hatırasına” vs. şiirlerini okunduğunuzda kadının söz zenginliğine şaşırmazsınız. Onun haksızlıklara kendine has, hüzünlü isyanı da hayli etkileyicidir:
Muhabbetten yaralanmış,
Yar yoldaştan aralanmış,
Diriler cergesinden
Adı sanı karalanmış
Gamsızların kısmetine,
Derdine mihnetine
Dayanamıyorum…
Şiirleri, denemeleri, tercümeleri Nigar Refibeyli’nin ilgi çekici ve dopdolu bir kadın olduğunu düşündürür. Fuzuli, Nazim Hikmet, Mayakovski eserlerini seven, ezberleyen hanımın mutfak kaygılarından söz etmesi ilk önce tuhaftır. İşte biz tek taraftan bakmayı öğrenmişiz… Fakat Nigar Hanım çok yönlüydü. Onun sanatçı olarak nasıl olduğunu eserleri temelinde tahlil ettiğimizde yalnızca insan olarak karakterini Anar’ın Sizsiz’inden, kardeşlerinin televizyon programındaki hatıra konuşmalarından öğrenme imkânımız olur.
Anar “…Annem yazabileceklerinin yüzde birini dahi yazamadı. Aile sorumluluğu, analık vazifesi, büyük bir evin kaygıları onun yaratıcılığına mani oluyordu. Biz mani oluyorduk, biz hepimiz. Biz hepimiz ve elbette, en çok da ben onun vaktini çalıyorduk, zorluyorduk, onu yazı masasından ayırıyorduk, duygularını, düşüncelerini dağıtıyor, parça parça ediyorduk.” diye yazar.
“Sizsiz hatıra romanında Nigar Hanım’ın oğluna mektuplarında mutfak, günlük telaşlar sebebiyle yazarlığa vakit bulamamasından sikayetlendiğine şahit oluruz. Hatta bu konuda tencereleri, tavaları lirik kahramana çevirdiği “Mutfak Şiirleri” de yazdı. Fakat bana göre günlük hayat Nigar Hanım’ın şair ruhuna kötü tesir etmiyordu:
Bir küçük mutfak penceresinden
Yılın dört mevsimini görürüm…
İşte bu şiirin son mısralarında şöyle diyordu şaire:
Gönülde bir ışık,
Bir ateş varsa,
Küçücük bir mutfaktan da
Büyük bir dünya
Görünür…
Yine ışık, ateş… Bu hanımın sarı ışıktan sıkıntısı yoktu. Çünkü ne mutfak ne günlük işler onu değiştirmiyor, basitleştirmiyordu.
Bence Nigar Refibeyli’nin farklı özelliklerinden biri de mizah yeteneğiydi. Bu onun şiirlerinde de kendini gösrerir. Belki de yukarıda saydıklarımın onun karakterine, zarif ruhuna tesir etmemesinin bir sebebi de mizah duygusuydu. Elbette çoğu zaman Sizsiz’deki mektuplarda, hadiselerde bu hanım, evlatlarına, özellikle Anar’a, neşeli bazen candan sevgisini göstermiş. Lakin hayatının son günlerinde, zor zamanlarında şöyle, ona has şakalardan geri durmaması da şaşırtıcıdır.
Bu konuda düşünüldüğünde ne heyecan ne de duygular zaptedilir. O ışık şimdi ,üç aydır, hayatta yoktu. Nigar da gidiyordu. Karanlığa, ebedi zulmete doğru… Ama o bu hâlinde de kendinde şaka yapmaya güç buluyordu…
“Beni eve mi getirdiniz?, diye sordu. “Ben de gömmeye götürüyorsunuz sandım.”
Fidan onun tarzında bir şakayla sertçe:
_Hiç diri adamı da gömerler mi Nuruş?-dedi.
Evde ise aniden yine Fidan’a döndü:
-Mademki ölmüyorum, o zaman ver yüzüğümü, dedi. Daha sana bağışlayacak değilim…”
Anar’ın Sizsiz’inden aldığım bu parçanın şiirsel cevabı var. Kızkardeşi Fidan Hanım’ın yazdığı yegâne şiir:
Katılarak güleceğiz
Önce ben,
Sonra sen.
Öyle böyle sebepsiz,
Katılarak güleceğiz yürekten
Mutlu gülüşümüz,
Duyulacak cennette
Korkusuz, kayıpsız,
Ölümsüz cennette.
İlk bakışta yukarıda verilen parçalar arasında alaka belki zayıf görünür. Fakat ben bunları içerdiği mana bakımından aynı gördüm. Her iki örnekte şairenin anne baba karakteri ortaya çıkar. Birinde oğlunun, birinde kızının gözüyle.
…Şairenin kızı Terane Hanım’a yazdığı “Terane kucağında bize bahar getirdi” şiiri de onun karakterindeki inceliğin, hassaslığın ifadesidir. Moskova’da ağır hastalık tedavisi gören anne, kızının gelişini şöyle tasvir eder:
Hastane odası,
Hasta, yorgun kadınlar,
İyileşmek ümidi, hayat sorusu…
Terane gelir, basmış göğsüne
File torbada getirdiği
nergizleri,
Soğuk vurup dondurmasın diye…
Nigar Refibeyli hatta hasta hâlinde bile baharı kızının kucağında görebilen bir anneydi… O, ölümünü bile unutturmak için güldürürdü evlatlarını. Fidan Hanım’ın söylediği gibi “Öyle böyle sebepsiz…”
Bütün bu yukarıda sıraladığım yönleri ile Nigar Refibeyli her Azeri, Türk hanımına örnektir. Onun yüzüncü yaş kutlaması münasebetiyle basılmış, seçme şiirlerinden ibaret kitap şairenin sanatçılığına yeni bir bakış imkânı yaratır. Aynı zamanda kitaba ilave edilmiş Cd ‘de Nigar Refibeyli severlere değerli bir hediyedeir. Yazarının okuduğu şiiri dinlemek şiire özel bir bakıştır. Nigar Hanım’ın sunduğu bu eserlerin derinliklerine inmek mümkündür. Hissedilen bu derinlikler, beliren arzular halk şairi Nigar Refibeyli’nin her üç yönünü daha da aydınlatır. Hudadat Bey’in kızı, Resul Rıza’nın Hanımı, Anar’ın annesi…

SENDEN AYRI, SENSİZLİKTE… NEYLEYİM?
Dersin sonuna 3-5 dakika kala öğrencilerden biri soru sordu: Niye Müslüman olmayanların, meşşanların[2 - Rusya’da alt tabaka, esnaf tabakası.] sevgi hikâyelerini yazıyorsunuz fakat kendimizinki kalıyor? Günümüz gençlerinin olur olmaz bir şeye itiraz etmeleri, entelektüel görünme gayretlerini biliyordum. O zamana kadar meşşanları yazdığımdan habersiz olsam da durumumu değiştirmeden temkinli cevap verdim Azerbaycanlıların aşk hikâyelerini yazmak zordur. Çünkü birçok gerçek gizlenmiştir. Fakat şüphesiz tarihte öyle meşhur olanlar var ki onları yazmalı. Mesela, Nigar Hanım’la Resul Rıza’yı… Ne kadar gayret etsem de başka bir isim gelmiyor aklıma… Ve zil çaldı.
…Elbette birçok sanatçının da, onların hanımlarının da adı aklımdaydı. Ama sohbet sevgiyle ilgiliydi işte…
Bugünlerde, Nigar Refibeyli’nin yüzüncü yılı arefesinde isyankâr gençle aramızdaki diyaloğu hatırladım. Nigar Hanım’ın şiirlerinden biriyle ilgili deneme yazmayı düşünüyordum. Büyük şairenin “Ömrüm sensiz olmasın, şiirim olmasın sensiz…” mısralarını hatırlayıp doğum gününde yazacağım deneme de onsuz olmazsa, Nigar Hanım’ın ruhu şad olur, diye düşündüm.
Sevgi her şeyden önce düşünmektir. Bu his, düşünceyle başlar. İşte ilk kıvılcım dediğimiz de beyni birdenbire zaptetmiş düşüncelerden başka bir şey değildir. Çünkü bu düşünce tereddütsüz sevginin temeli nitelendirilebilir. Fakat zamanla o temelin üstüne dikeceğin abide yüreğinin ve ruhunun gücüne bağlıdır. Birine ait fikirlerle zaptedilmiş beyninden. Sevgi adlı abidenin yükselmesi, sağlamlaşması da ilginçtir aslında. Eğer kendine bir köşeden bakmayı becerebilirsen duygularını tahil et. O vakit dünküne baktığında bir “taş” yuvarlansa kazancındır. Ancak sabah uykudan kalkıp bir de baksan karşında azametli bir kale durmuş ve yalnız onun içinde nefes alıp yaşayabiliyorsun ve senin için oradan ötede hiçbir hayat arzu, sevinç olmadığını görürsen şaşırma. Mucizeler sadece masallarda olmuyor. İşte sevginin de asıl görevi inanılmazı gerçekleştirmek, yüksektekini yakına getirmek, yalnızca uykuda görebileceğin bir hayatı yaşamaktır. Becerirsen zamanla bütün güzellikleri o sevgi kalesinin içine taşıyacak, rahatlığı ve saadeti bir adamda bulacaksın. Bak en büyük mutluluk budur: Başka hiç kimse, farklı hiçbir şey gerekmez sana, dünya malı, servet peşinde değilsin. Onunla huzurlusun, dopdolusun… En tesirli müzik birlikte yediğiniz, en ilginç film birlikte seyrettiğiniz… Ve böyle sevmek…(İşte sevmek denildiğinde ki sevmek işte böyle olur)Tehlikelidir. Çünkü –Allah etmesin- kısa müddetlik ya da ömürlük farkı yoktur. Yalnızlığa dayanamazsın. İşte bu kale iki kişi için düşünülmüş, orada tek başına yaşamak olamaz… Sevdiğinin uzaklaşması ile her şey- yer, gök, dünya, hepsi- gözünden düşer, hayat anlamsızlaşır. Yüz kilometre ötede de olsa veya bin… Aynıdır, uzaklık işte darılmaktır. “Darılsan da yaz…” diyor usta sanatçılar. Belli ki bu, yılların deneyimlerinden çıkmış ilaçtır, yaz, yüreğini boşalt, bütün ruhunu sarmış bir arzuyla, zaman ve mesafeyle mücadeleni sürdür.
Nigar Refibeyli’nin “Neyleyim”, Resul Rıza’nın “Sensiz” şiirlerini birleştiren asıl yön budur. Her ikisi de darılmış her ikisinde de mesafeye, uzaklığa isyan var. Fakat ayrılığın mükâfatı da şiirlerde açıkça görülür. Çünkü mısralarda hasreti keder, toz zerreleri [gibi] ne kadar incelikle tasvir edilse de, altındaki ışık, ümitli ve hızla kavuşmaya inancı da bir o kadar zarif ifade edilmiştir.
Şiirlerin her birinde ister hanımın isterse de erkeğin o büyük muhabbet kalesindeki yalnızlığı ve bu yalnızlığın tahammülsüzlüğü hissedilir. Dert aynıdır. Sevgili uzaktadır. Sıkılır, hasret çeker. Hayat manasızlaşmış, bütün güzellikler, tabiat solmuştur. Şairleri aynılaştıran bir başka yön de insan ruhunun tabiata tesiri, onun insan derdine ortak olması ya da onsuz olduğunda tabiatın solmasıdır. Eğer yazarı gizlense bile birinci şiiri kadının, ikincisini bir erkeğin yazdığının anlaşılması ilginçtir.
…Ela gözlü yârinden ayrı, her gecesi bir yıl gibi uzun, üzgün hanımın derdine çiçekler ortak olur. Ne kadar hassas ve basit olmayan bir yaklaşım değil mi?! Şiirlerinde çiçekleri her zaman öven, yücelten şaire, bu kez sıkılmış, hasretten ayrılıktan yorulmuş bir kadının duygularını onların üzerinden anlatır. Çünkü “gözleri yaşla dolmak”, “bakıp kederlenmek”, “gözü yolda kalmak”, “saçını yolmak”, “saçları perişan olmak”, kadına özgü duygular ve hareketlerdir. Ve Nigar Hanım bu vaziyetin hepsini çiçeklerin üzerine atsa da az bir dikkatle okunduğunda göz önünde kederli, saçları perişan, gözleri yolda bir kadın canlanır. Kadın duygularının, sıkılmış kadının düşüncelerinin zirvesi ise “Esen rüzgârın da yoktur vefası, // Düşmüştür başına başka sevdası…”mısralarıdır. Sevdiğini uzağa gönderen, andan ayrılmış kadının kıskanmaması imkânsızdır. Bu mısralarda hanımın sevdiğine iması, açıkça dikkati çeker. Burada garip bir soru hissediyorum: Ben burada, senden ayrı sıkıldığımda, çiçeklerle, güllerle birlikte solup sarardığımda, senin başına başka bir sevda düşmedi mi?! Resul Rıza” Sensiz şiirinde bu dokundurmanın cevabı mevcut: Rüzgarlar da okşamıyor çiçekleri senden ayrı! Sakin ol… Esen rüzgârın vefası var… Çiçekleri okşamıyor.
…Bu hislerle, acıyla, kederle yaşayan âşık da sırası geldiğinde duygularını dile getirir. Burada ise yalnızlık ama temkinli, sakin bir yalnızlık tasvir edilir. Çünkü o kişi ondan ayrı günleri zor geçirdiğinde “gülüşün şelalesi”ni, “titrek, kıvrılan dudağın piyalesini “hatırlar… Deniz, rüzgâr, kuşlar, bulutlar âşıkla beraber kederlenir… Hanıma çiçeklerin dert ortağı olduğu gibi…
…Şiirlerin her ikisini de tekrar tekrar okuyup, tahlil ettikten sonra böyle sevmek, böyle sıkılmak, o kaleyi yüceltip sonra içinde yalnız kalmak konusunu düşünüyorum. Yürek sızlamasının nedir çaresi? Başını rahat bırakmayan ağrıdan nasıl kurtulacaksın?! İşte bu soruların cevabı da şiirlerdedir. İlacı sevdiğinden istemelisin, ondan sormalısın… “Neyleyim?”. “Şimdi ben ne yapayım? diyerek…
Nigar Refibeyli:
“Esen rüzgârın da yoktur vefası…”
Ela gözlüm senden ayrı geceler
Bir yıl gibi uzun olur neyleyim?
Bahçemizde kızıl güller her seher
Erken açar, vakitsiz solar, neyleyim!
Nergizlerin gözü yaşla dolduğunda,
Menekşeler bakıp kederli olduğunda,
Karanfilin gözü yolda kaldığında
Yasemenler saçını yolar, neyleyim?
Esen rüzgârın da yoktur vefası,
Düşmüştür başına başka sevdası,
Lalenin yırtılmış gamdan yakası,
Saçları perişan olur neyleyim?
Belki tez gelirsin, ilaç verirsin,
Sümbüllerin saçını toplar örersin,
Elvan çiçekleri kendin derersin,
Gözleri yolda kalır, neyleyim?
Çeker çiçeklerin gözü intizar,
Ayrılıktan beter dünyada ne var,
Bu bahar akşamı seni bak, Nigar
Hazin hazin hatırlar, neyleyim?
Resul Rıza:
“Rüzgârlar da okşamıyor çiçekleri…”
Günler geçti ağır ağır
Senden ayrı.
Yollarıma gece gündüz
Çisil çisil keder yağıyor
Senden ayrı.
Kulağımda gülüşünün
Şelalesi senden ayrı
Hayalimde titrek, kırılgan
Dudağının piyalesi senden ayrı,
Deniz gelir dalga dalga,
Kıvrım kıvrım.
Döner geri
Sensiz görüp sahilleri.
Rüzgârlar da okşamıyor
Çiçekleri senden ayrı.
Nağmeler desöylenmiyor Senden ayrı.
Şarkılar da mırıldanmıyor Sensizlikte.
Bulutlar da salınıyor
Hazin hazin.
Hasretinden delileşmiş
Kıvrımları mavi denizin.
Kuşlar susmuş, ötüşmüyor
Sensizlikte,
Şafaklarda kıpırdamıyor
Sensizlikte.
Şimdi söyle, men neyleyim?

Enver’in Acısı


“Sen o kadar yalnızsın ki hiçbir vakit yalnız olduğunu bilmeyeceksin…”
    Enver Memmedhanlı
Daha çocuk yaşlarımda edebi eser okuduğumda hayalimde sadece kahramanların görünüşünü, sesini, yaşadığı evi, binasını ve bahçesini, sokağını, şehrini değil, yazarını da canlandırmaya çalışırdım. Belki de çalışmıyordum… Sadece bazı sorulara cevap bulmak istiyordum. Sonraları kabartmaları araştımak, eserlerdeki sokakların aslını, orjinalini bulup karşılaştırmak gibi üzücü (tabii, benimle gezmeye çıkanlar için) özelliğim buradan geliyordu… Bu arayışımdan. Mesela, yazar penceresini açtığında hangi manzarayı görmüş ki bunu yazmış?! Onunla aynı binada filanca oturduğu için eserinde falanca adlı bir tip mevcut. Yazar laboratuarlarına sınırsız merakımı şimdi iyice anlıyorum. Bence yazar olma arzusundan geliyor. Tam olarak söylersem daha iyi yazma isteğinden! Sanki sevdiğim bir yazarın herhangi bir incelemesini, raporunu benimsemekle az kalsın “evrika” haykırmasına denk keşiflerimle,”bak bu tip falancanın tiplemesidir” diye tespitlerimin üstüne gitmekle amacıma doğru yaklaşıyormuşum. Şüphesiz, şimdi bütün bunların sadece çocukluk merakı olduğu anlaşılır ve o keşiflerimin yazarlığa değil, sadece okuyuculuğa, hassas okuyuculuğa doğru götürdüğünü de anlıyorum.
Bilmem niye, son zamanlarda bugün yüz yaşına basan Enver Memmedhanlı’yı okuduğumda hayalimdeki kahramanlarından daha çok kendisi, kendi görünüşü canlanır. Soğuk odalarda görüyorum onu! Birçok kitap rafı vardır. Duvarlar denilebilir ki görümüyor. Belki de odanın duvarları yok, öylece kitap raflarıyla kurulmuş dekorasyon… Enver Memmedhanlı’nın yaptığı dekorasyon. Her taraf kağıt mağıt, defterdir… Bir yanda bitirilmemiş hikâyelerin karalamaları, diğer yanda eserlerini tercüme ettiği yazarların kitapları… Başının üstünde Anar muallimin söylediği Demokles kılıcı asılmış. Ama yazar kendi işinin başındadır.
…Hangi işinde? Edebiyat işinde…Başka bir iş gelmiyordu işte elinden?! Daha doğrusu başından, ruhundan, yüreğinden… Enver Memmedhanlı’nın 1913 yılında Göyçay’da doğduğu doğrudur. Fakat kızmasalar yazarın doğum tarihini değiştirirdim.




Bence o dünyaya 1934 yılında gelmiştir. Fakat buraya kadar Gökçay’da iptidai mektebi bitirdikten sonra Bakı’da N. Nerimanov adlı Sanayi Ortaokulu’nda tahsil görür. İlk zamanlar Bakı’da makine fabrikasında daha sonra Azerbaycan Petrol Enstitüsü nezdinde ilmi araştırmalar merkezinde çalışır. Enver Memmedhanlı hayatının çözümleyici, kendi ve edebiyatımız için gerekli bölümü sadece burasıdır. Yazımın burasında! Anne-babalarının, yakınlarının bütün uyarılarına, itirazlarına bakmadan o, 1934 yılında tahsilini yarım bırakır, enstitütüden atılır… Azerneşr’in edebiyat bölümünde faaliyete başlar. 1936-38 yıllarında ise Moskova’da Sinema Enstitüsü’ne devam eder. Bunlar yazarın hayatının biyografik bölümleridir. Fakat bence onun biyografisinin asıl bölümüne bakılmamıştır. Geçtiği yolları gördüğünüzde, eserlerini ve hakkında yazılanları okuduğunuzda insanda şöyle bir düşünce oluşur. Sanki o, hayatını edebiyatın, sanatın içine gizlemiştir. Gerçeği zordur. Daha doğrusu gerçek dünyadaki zorlukların birçoğunu görmüştü. Savaş, kayıp, korku, hastalık… Hem de zamanla bu karmâşıklıkların hiç biri azalmıyordu, aksine daha da artıyordu! Belki de bu sebeple “Nasılsın?” sorusuna “Hayatım ağrıyor!”, diye cevap verirmiş. Ağrıyan hayata derman ise belli ki sadece sanat olabilirdi. Anar” “İzsiz” romanında şöyle yazar:
Bana öyle geliyor ki Enver Memmedxanlı’nın yalnızlığı – bütün ömrünü yalnızlık içinde, fakat kitapları, yazıları, notları arasında geçmiş, zengin, geniş değerlendirmelerinin ve inanılmaz bir hafızanın ürünü olan fikirler, fikrin tekamülünden doğan düşünceler, geçmiş ve çağdaş insanların tahlili ve ayrıca kendini tahlili – bütün ömrü bunlarla dolmuş Enver Memmedhanlı’nın insanlardan tecrit olmuş yaşayışı-işte bu yalnızlığın sınırı da yok….”
….Enver Memmedhanlı yalnızlığının tahlilini okuduğunda elle dokunulan, gözle görülen dünya azabından, kirinden, katılığından, zalimliğinden, adaletsizliğinden kurtuluşun kağıttan kalemden geçtiğine bir daha emin oluyorsun. (Elbette herkes için değil, bu tarzdaki yazar için)Yukarıda saydığım soyut duyguların hepsinin onun hayatında meydana gelmiş hadiselerle alakalı olması ilginçtir. Müsavatçı[3 - Müsavat: 1. Eşitlik 2.28 Mayıs 1918 27 Nisan 1920 yılları arasında Azerbaycan’da iktidarda olan milliyetçi, demokratik ve Türkçü partinin adı.] babayı her ana yitirme korkusu, 1937 yılının ürpertisi, esir düşmüş kardeşe yas tutmak, gammazlanmaktan, sansürlerden bezginlik, anlayışsızlar arasında bedbinlik vs. Bütün bunlardan Enver Memmedhanlı’nın acıları, şakaları, sohbetleri, eserleri, karşılaştığı haksızlıklar, yaşadığı edebiyat, gizlediği hayattan… Anar “Hayatım acıyor” povestinde[4 - Kısa roman, uzun hikâye.] yazarın karmâşık dönemi, karakteri, eserleri genişçe tasvir edilir (Acıyla tasvir eder. Enver’in yokluğu acısıyla!) ve bütün bunları şaşıramazsın. İşte böyle zorluklar yaşayan bir insan bu tarzda hoş, lirik, ılık eserleri nasıl yazabilir? Yine de aynı sahne gelir gözümün önüne…. İşte bu oda… Dört tarafı kitap rafı olan.Düvarın o tarafındaki gerçek dünyayı gammazların, ot gibi olanların sürgünleri, hasetleriyle birlikte unutturan dünya! Ama bütün yazdıklarının da hayatın içinden geldiğine, yaşananların süslenmiş olduğuna hiçbir şüphe yoktur!
…Enver Memmedhanlı yaratıcılığındaki savaş ve Güney Azerbaycan konusu da onun biyografisi sebebiyledir. O, 1942 yılının sonunda Kuzey Kafkas cephesinde, 416. Tümende hizmet eder. Sonraları Zaqafqaziya cephesine, oradan İran’a savaş gazetesi editörlüğünde özel huhabir olarak çalışır.
Onun Güney Azerbaycan hakkında yazadığı”Qızıl goncalar”, “Boyun bağı”, Kervan durdu” hikâyeleri “ ateş arasında” piyesi özellikle dikkati çeker.
Bu noktada savaş konusunda, ama çok farklı yazılmış “Buzdan Heykel” hikâyesini hatırlıyorum. “Buzdan Heykel” de Enver Memmedhanlı’yı okula gidenlere tanıttığı, sevdirdiği için ilgi çekicidir. Bence günümüzde buna birçoğunun, işte benim de sevgimin temelinde bu hikâye bulunur! Bu konuda o talihi açık bir yazar olduğunu düşünüyorum. İşte çocuğun sevgisi saf, küçücük yüreğin sevgisi beklentisiz olur. Şimdi yine o yılların düşüncelerine dönüyorum, ilginç bir mesele aklıma geliyor.” Buzdan heykel”i uzun yıllar çocuk hikâyesi diye değerlendiriyordum. Şimdi o çocuğu kaldırıp niçin böyle düşündüğünü nü bulmak istiyorum. İşte orada belini doğrultmak isteyen deve, boyunu kısaltmak isteyen zürafa ya da sahibinin elinden yemek yiyen küçük bir köpek yoktu… Peki bunun sebebi neydi? Hikâyeyi bir daha okunduğunda her şey belli olur. Enver Memmedhanlı bu hikâyeyi gerçekten de çocuklar için yazmış…Onlara ne kadar sevimli ve değerli olduklarını anlatmak için. Analarını anlatmak için… Mücadeleyi…Sevgiyi… anlatmak için!




“….ve ana yine bir eliyle sırtından bir şey koparır hepsini bir bir çocuğunun üstüne örter ve titreyen son nefesini, işitilmeyen son sözünü de çocuğunun üstün örter, Korkma çocuğum, korkma küçüğüm, son nefesimin sıcağı da senindir…”
İşte bu satırlarda ananın korkusu, telaşı daha çok hissedilir. Heyecanlandırır. Ama , bencei “Buzdan Heykel’i okuyan her çocuk, kendini buzu kırıp sağ kalan çocuğun yerne koyar, annesini kahraman görüp ve sonunda mücadeleyi çocuk aklıyla anlayabilir…
Edebiyatsever alim Mikayıl Rızakuluzade, Enver Memmedhanlı hakkında Azerbaycan nesrinde lirik üslubu nkurucusu sayılabilir, diyor. Yazarın daha yazarlığının ilk yıllarınada kaleme aldığı “Bakı geceleri” hikâyesini edebiyatımızda lirik üslupta yazılmış en güzel eser diye adlandırabiliriz.Eyaletten başkente, büyük, çok büyük arzular ve ümitlerle gelen gencin duyguları o kadar zarif, ince, akıcı bir dille tasvir edilir ki insan hikâyeyi okuduğunda gerçeği unutur.
“Yüreğin sabırsızlığı mıydı, beklemenin tükenişi miydi, esrarengiz bir sesin çağırışı mıydı, ne idiyse, beni böyle bir heyecan içinde şehrin yukarı tarafından aşağıya kadar kovmuştu sanki, o deniz şimdi eteğini eline alıp kaçmaya başlayacaktı ve ben onun arkasından gidecektim ama ulaşamayacaktım. Sonra bütün ömrüm, sonrasında ise bütün ömrüm boyunca o mavi denizin kenarında diyar diyar gezecektim…”
Yazar hayatı boyunca deniz görmeyen ve görmek isteyen bir gencin arzusunu öyle bir dille, eneyjiyle tasvir eder ki onun şehrine gitmemenin imkânı yoktur.”Ayrıldılar”, “Batmayan Güneş”, “Ay ışığında” bu türden hikâyeleridir. Fakat yazarın benzersizliği de şudur, o tarihi kahramanlık konulu eserlerini de aynı zarif, ince bir nüansla takdim edebilir.
Enver Memmedhanlı “Cazibe Kuvveti”, “Leyla ve Mecnun”, “Feteli Han” (Mehdi Hüseyn’le birlikte )vs filmlerin senaryo yazarıdır. Fakat bugüne kadar her birimizin severek, gururla seyrettiğimiz Babek” bu sıralamadan özellikle ayrılır.
…Rafael Hüseynov “Milletin Zerresi”kitabında yer alan “Bahçe Romanı” denemesinde Enver Memmedhanlı’nın günlüğünden bölümler verir:
“Hiç olmazsa bir defa, son defa onun elini elime alıp doyuncaya ya kadar yüzüne baksaydım…
Benim bu düşüncelerim, belki de başkalarına gülünç görünecek!Olsun!
Ben onu ömrümün sonuna kadar unutmayacağım…”
Bu cümleleri okunduğunda “Babek” filminden sonra az kalsın aforizmaya çevrilmiş, Babek’in sevdiği kadın-Pervin hakkında söylediği- Unutulmayan kadın budur!-ifadesini hatırladım. Ve o oda, yazarın çevresindeki kağıt mağıt dağınıklığını, kabarmış saçlarını biraz daha karıştırıp yazdığı aklıma geldi. Kimbilir hangi unutulmayanın ömrünün sonuna kadar unutmayacağının hasretiyle yanıyormuş bu satırları.
* * *
Enver Memmedhanlı zamanının okşamasını da – Azerbaycan Emekdar Sanat Hadimi, halk yazarı sıfatını almasıyla- darbesini de –“Şarkın sabahı” piyesinin SSRİ Devlet başarısına layık görülmüş, mükafat alanların listesinde adının olmamasıyla tatmış sanatçıdır.Aslında belki her ikisini de daha farklı, daha acı tatmıştı. Bütün bunlar onun geçmişinde, biyorafisinde bizim edebiyat tarihimiz deyer alır.Ama şimdi…?
Anar” Hayatım acıyor” povestinde şöyle yazar:

“Enver ilk hikâyelerinin yazarı olarak otuzuncu yıllarda her ne sebepleyse, Allah korusun, dünyasını değiştirecek olsaydı o gün onu, mesela, farzedelim musiki de Asef Zeynallı, ressamlıkta Rüstem Mustafayev gibi çok erken vefat etmiş nadir bir istidad olarak hatırlar, değer verir. Babası için, çılgın hareketleri sebebiyle 1937 yılında kurban edilseydi günümüzde daha da çok putlaştırılırdı. Azerbaycan nesrinin savaş kurbanı olarak anılırdı…
Fakat edebiyatta hakiki tavizsiz ölçülerle temellenmiş yerini bulması için bütün ömrünü , bütün acı dolu hayatını yaşamalıymış…Ve birinin çok doğru belirttiği gibi yazarlık yalnız sanat değil hem dünyada yaşam tarzıdır da. Enver’in maneviyatımızdaki yeri bugün belirlenmiş yerinden oldukça yüksektir. Edebiyat tarihimizde ona ayrılmış bölümden defalarca yüksektir.
Son günlerde Enver Memmedhanlı’nın yazarlığına tekrar bakıldığında o büyüklüğünü, yüceliğini hissettim. Fakat bunu daha iyi anlamak için ona başka gözle, daha hassas bir yürekle bakmalıyız… Edebiyat dünyasının duvarsız odalarının içine girerek, Demokles’in kılıcını altında oturarak!

ÜÇÜNÜN YALNIZLIĞI


Edebi eleştirinin edebi eserlere veya herhangi bir sanatçının yazarlığına tamamen yaklaşmasının temel anahtarı tarihtir. Tarih yazarının, şairin hayatını, hayatını geçirdiği muhiti öğrenmeden, bilmeden eseri tarafsız değerlendirmesi mümkün değildir. Bunun için birçok eserin asıl değerlerinin kenarda bırakılarak bugünün gözüyle araştırılması bilgisizlikten gelen gülünç mülahazalar ortaya çıkarır. Çünkü eleştirinin asıl vazifesi, ilk önce yaratıldığı tarihi gerçeği ortaya çıkarmak, okuyucu da devir hakkında gerçek tasavvurlar yaratmaktır. Fakat devrin, zamanın sadece konusuna veya oradan belirtilen sözcüklere, terimlere, uslübün tesiri değil, başlı başına sanatçının kendisinin karakterine ve şöyle de söylenilebilir, ruhunun yansıması zor ve derin bir meseledir. Örneğin nasıl olur da aynı tarihi şartlarda doğmuş aynı şartlarda yaşamış yetenekli iki sanatçı aynı hadiseye ve konuya farklı yaklaşabilir?! Bu sadece insan olarak farklılıklaradan mı gelir veya ortaya çıkanları herkesin başka türlü kavramasından mı hissetmesinden mi bilinmiyor! Elbette bu söylediğim zor meseleler sadece edebiyatın değil felsefenin de psikolojinin de araştırma konususudur. Fakat bazen aynı şairin veya yazarın yaratıcılığındaki bir duygunun, ruhun çeşitli ifadelerini görsen de bu sorunun cevabını yine sanatçının hayatında aramalısın.
….Azerbaycan edebiyatı tarihinde yeri bulunan, yazdıkları eserlerle geniş okuyucu kitlesinin sevgisini, ilgidini kazanmış üç sanatçı, Resul Rıza, Nigar Refibeyli, Anar! Bu üç sanaçıyı birleştiren sadece aile değil, sanattır, edebiyattır. Bazen onların yazarlığında benzer hislerin farklı ifadesini görünce yine de muhiti, şartları düşünür, anahtarı ararsın. Anar’ın yaratıcılığında ilk gençlik yıllarından beri yazdığı, denilebilir ki bütün eserlerinde yalnızlık mevzusuna rastlanır. Yazarın şahsi arşivinden aldığım hiç yayımlanmamış hatta daha çocukken yazdığı hikâyelerde de bu ruh hissedildiğinde çocukça düşüncelerle kaleme aldığı sade konulardan içerisinde de insanın yalnızlığının ifade edildiğini de gördüğünde şaşırmıyorsun.Çoğuna göre şanslı, bahtı açıkbiri sayılan “ak gömlek’le doğmuş yazarın yalnızlık konusunu neden, hangi sebeple bu kadar düşünmüş?! Belki de sorunun cevabı ailededir, ana babanın hayatında, yazarlığındadır. İşte insan yaşadıkça sadece kendisinin değil anne babalarının tecrübelerini de kendine mal eder. Çocuklukta yaşadıkların veya gördüklerin veya ailenden işittiklerin sanki kendinin yaşadıklarına, hatıralarına döner. Anar’ın anne ve babasının, Resul Rıza ve Nigar Refibeyli’nin yalnızlık konusunu yazması veya yalnızlık hisisi yaratan terbiye usulleri son derece tabi görülür. Resul Rıza, Han soyundandır. Gökçaylı Mehmet’in soyundan, Nigar Refibeyli Genceli Hudadat Bey’in kızıdır. Bu kısa biyografik bilgi Sovyet Hükümeti kurulmamış olsaydı bugün başka türlü anlam bulur, kavranırdı. Fakat Sovyet Hükümeti’nin Azerbaycan’da kurulması bu, han kelimeleri düşman sözüyle eş anlamlı sayılıyorsa halk düşmanı baba, Türkiye’de yaşayan kardeş (Nigar Refibeyli’nin babası Hudadat Bey “halk düşmanı” suçlamasıyla kurşuna dizilmiş, kardeşi Kamil ise Türkiye’te göçmüştü.) gibi biyografik detaylar da onun için tehlikeliyse de düşüncelerini, arzularını, hayallerini açıkça konuşmak anlatmak korkutuyorsa, bugün sorulduğunda ekmek kesen birinin yonca (yonca, o dönemde hafiye haberci manasında kullanılan bir jargondur) olduğunu öğrenirsen içine kapanmaktan, küçük, ufacık dar, çevrende yaşamaktan başka yol kalmaz. Bu kısıtlılık belki de tabiatın her insana verdiği, her insanın içindeki yalnızlık duygusunu ortaya çıkarıp şiddetlendirir. Resul Rıza kendisinin “Sıkıntı” şiirinde bu hissi doğrudan ifade eder:
Uzun yıllar sıktı beni:
Kâh çizmelerim-
Bazen uzunu, bazen eni ile,
Kâh geçip giden bir teessüfüm,
Kâh ümidim yeni ile,
Kâh dünyanın derdi, gamı sıktı beni,
Kâh çoraplarımın boğazı.
Kâh alçak bulutların kalın perdesi,
Kâh bir nadan kaleminden
Dökülen yazı.
Şairin bu şiirinde sıkılma kendiliğinden ortaya çıkan, bu sıkıntıyı, yalnızlığı hissetmektir. Ama bu Ezop tarzında tasvir edilmiş sıkıntı hiç şüphesiz ayakkabının yarattığı sıkıntı değil, muhitin koymuş olduğu yasakların, çerçevelerin sembolüdür. Dün, gerçekten han soyundan olmakla övünen, büyük arzularla şehre gelen yetenekli bir gencin birdenbire bu çevreye sınırların içine sığması ne kadar zordur… Çünkü çocukluktan, yeniyetmelikten beklentileri, istekleri değişmişti. Enver Memmedhanlı “İki ömrün Işığı” kitabının ön sözünde şöyle yazar:
Çocukluk yıllarımızın en büyük arzusunu hatırlanmaya çalıştığımda hafızamda kalan şuydu: Bizim en büyük arzumuz seyahat etmekti. Bir keresinde Gökçay’ın üst tarafındaki Boz Dağ’a yemliki turşeng[5 - Turşeng Bitki adı.], quşeppe[6 - Guşeppe Bitki adı.]toplamaya gittiğimizde bir tepenin başından uzaklara bakarken Resul bana “hiç kimseye söyleme, yakında evden kaçarız, başımızı alıp gider, bütün dünyayı gezeriz demişti”
Başını alıp gitmek, bütün dünyayı gezmek arzusundaki bir gencin şiirde belirtiği gibi sıkılması, sınırlar içine girmesi, yalnızlık, kimsesizlik hislerine tesir etmeyebilirdi. Aynı zamanda şairin birçok şiirinde satır altında ifade ettiği biçimde, geçmişinin daha doğrusu han soyuna mensup olmanın yarattığı baskılar, maniler de diğer yandan:
Heyhat!
Yine geldi kemikler,
Kemikler bentlendi.
Kemikler kementlendi,
Kemikler
Bırakmadı ileri.
Sonra neler oldu neler!…
Buz dağları gibi sıktı beni
Hayat adlı, ömür adlı mengeneler,
    (Resul Rıza Toprak Olmuş Kemikler)
İster “Sıkıntı” isterse de “Toprak Olmuş Kemikler” şiirlerindeki keder, acı, hayatın kuralıdır, dersek yanılmayız. Ömür boyu “Toprak Olmuş Kemikler”in (Yani ölmüş akrabalar) cevabını, hesabını vermek, “nadan kaleminden dökülen” yazılardan sıkılmak” “buz dağları gibi sıkan, ömür adlı mengeneler”in içinde yaşamak vs. Fakat Nigar Refibeyli ve Resul Rıza için bütün bunlar -sıkıntılar, korkular- sonradan oluşmuşsa da, Anar bunların arasında dünyaya gelmiştir. Gözünü açtığında çevresi, hayatı, insanları bu durumda görmüştür. Belki de bunun için Anar’ın yazılarında bütün bu konular daha tabi, yani bir şekilde hayatın kanunu olarak ifade edilir. Yalnızlık insanın tabi hâlidir. Anar’a göre insan başkalarına benzemiyorsa sessizce kendine dönerek de yaşayabilir ve sıkıntı, korkular hayatın bir parçasıdır, dert değil, şikâyet konusu değildir. Bir yandan boşalan dünya, diğer yandan dolar. “O gecenin sabahı” hikâyesinde olduğu kimi. Her gece endişe içinde komşu kapılarının dövülmesini dinleyen komşular, daha doğrusu, 1937 yılının “sakinleri” yeni bir bebeğin dünyaya gelmesini de birinin gitmesi biçiminde yanlış algılarlar:
“Murat:
-Kötü niyetli olmayın, dedi. Cankurtarandı, Feride’yi doğumevine götürdük. Bu gece oğlum oldu.
Tavus elini alnına vurdu, Aaaa, yaaa, dedi. Tamamen unutmuşum. Feride, doğru karnı burnunda geziyordu.
Züleyha:
– Gerçekten yaa, hiç aklımıza gelmedi, dedi. Allah korusun. Allah ömürler versin. Anasıyla, babasıyla.
Civanşir nedense sarardı. Acele sigara çıkardı. Sakine nedense kızardı. Başını aşağı indirdi.
Takırtı işitildi, fırça Beşir’in elinden kayarak düştü.
Surhay:
“Gözün aydın, tebrik ederiz” dedi ve acele çıkıp gitti.”
Yazar kendisinin de belirttiği gibi, halkın hafızasına tek renk kazınmış olan, tarihe farklı bakış açısıyla bakar, yalnızca günahsız insanların katledilmesine değil, yeni insanın doğumuna da dikkat çeker. Aslında burada da sembol vardır. Yazar sadece güzel veya sadece kötü düşünceler taşımanın tabi olmadığına dikkati çeker. Yalnızca bu detay, yani sadece iyinin değil kötünün de varlığı veya tam tersi sadece kötünün değil, iyinin de varlığı (İster zamanda, ister çevrede, isterse de insan karekterinde ) Anar yaratıcılığının asıl dikkati çeken taraflarından biridir. Yalnızlığın kendisi de bu eserlerde tek bir mana ile ifade edilmez. Bu konuda “ İyidir, kötüdür”, ”doğrudur, yanlıştır”, “üstünlüktür-anlaşmazlıktır” gibi müspet bir fikri söylemelidir. Fakat Resul Rıza’nın şiiirlerinde yalnızlık, kimsesizlik ne kadar gizliyse ima ile verilirse bile, gerçekte muhitle ve bazı olaylarla ilgilidir. Bu insanın tabi hâli, kaçınılmaz talihi değildir. Şair “Genç İşçide” adlı şiirinde kaybettiği dostlarından ve kendi yalnızlığından bahseder:
Şimdi sen yok,
Müşfik yok,
Mikayil yok,
Faruk yok,
Samed yok,
Eli Nazim yok, Mehdi yoktur.
Yalnızca, nasıl döneyim o günlere,
Nasıl geçeyim o yolu?
Şairin şiirinde yalnızlığı yaratanın sadece dostlarını kaybetmesi olduğu görülür. Onların varlığı bu kederi kovar, o hatıralara dönüp kendisini mutlu hissetmesine sebep olabilir. Anar nesrinde insan dostları, kardeşleri arasında da yalnız ve kimsesiz olabilir. Yine Resul Rıza’nın meşhur “Kime diyeyim derdimi?! // Dünya dolu insandır” sorusu Daha çok Anar’ın kahramanlarının yalnızlığını ifade eder.
…Ve o kahramanlar bazen kendi yalnızlıklarına tamamen başka, farklı vasıtalarla, denilebilir ki, sadece radyo dinlemek veya tanımadığı bir kişiyle dertleşmekle nokta koyabilirler. Mesela “Ben, Sen, O ve Telefon” hikâyesinin kahramanı Seymur, dostlarının kardeşlerinin arasında yalnızdır. Veya “Ak Liman” povestinin kahramanı Nemet, ailesi, çocukları, zengin bir hayatı, başarılı kariyeri olmasına rağmen yalnızdır, tekdüze, ışığını yitirmiş bir çevrenin içerisinde yalnızdır. Ve bu yalnızlıktan onu ne gürültülü patırtılı aile meclisleri ne de neşeli, sevgili kızları kurtarabilir. Sadece bir telefon, Tehmine’nin telefonu bembeyaz limanda kırmızı gemilerin varlığına inandırır onu:
– İzin verirsen rüyamı anlatayım, sen de onu yor.
– Anlat:
– Ben bu rüyayı sık sık görüyorum. Aynı rüyayı. Biraz önce sen telefon ettiğinde de görüyordum. Deniz sahilinde olduğumu görüyorum. Açık, aydınlık bir gün. Sahil bomboş. Tek başımayım. Yapayalnız. Deniz masmavi. Uzakta, ta uzakta ufuk çizgisi civarında ak bir liman görünüyor ve bu ak limanda kıpkırmızı gemiler durmuş.
– Garip bir rüya. Çok sağol, sevgilim. İyi geceler değil, iyi sabahlar. Affet beni.
– Sen de sağ ol. Dördüncü düğme unutma”
Burada sembol olan “dördüncü düğme” aslında yazarın birçok eserindeki çıkış yoludur. Ya da en azından hafifleştirme yöntemi de sembolik olarak verilir. Nemet Tehmine ile konuştu dördüncü düğmeye basıp tekdüze, ışıksız hayatının küçük bir modeli olan teyp bandını bozdu ve sessizleşti, gidip yattı. O zaman uykusunda ak limanı, kırmızı gemileri de gördü.
Yalnızlığın Resul Rıza ve Anar’ın sanatındaki muhtelf yansımalarını gördükçe, derinine indikçe Nigar Hanım’ın şiirindeki aynı duygular daha zarif ve biraz da hafif gelir insana. Resul Rıza da yalnızlık kendisinin talihi, muhitin sınırları, dost kaybı, aynı zamanda yenilikçiliğinin hiç de daima tek anlamlı bulunmamasıyla, çeşirli saldırılarla, gammazlarla ilgiliyse de Anar’ın belirttiği yalnızlık insanın kendisi ve iç âlemiyse, kendi düşüncelerinden ve başkalarından geliyorsa, Nigar Hanım’ın yalnızlığı ailesiyle, sevdikleriyle ilgiliydi. Genellikle Nigar Refibeyli’nın hayatına ve yazarlığına bakıldığında bu kadının içindeki iyimser ruhu, hayata bağlılığı görürsünüz. Bunun sebebi hayat bütün karmâşıklıkları ve zorluklarıyla da güzel olmasıydı.
“Uykuda dünyayla vedalaşıyordum.
Dünya güzeldi, ayrılmak zor.”
    (Veda)
Şairenin bu güzel dünyasının düzeni, güzelliği, ailesi, sevdikleri, kardeşleridir. Bu manada Nigar Refibeyli Anar’ın kahramanlarından bir hayli farklıdır. O, ailesinin arasında yalnız kalamaz, kendini kardeşleri arasında yalnız hissetmez. Yalnız sevdiğinin uzaklığı veya mahrem bir adamın kaybından doğabilir bu his:
“Gittin gecelerimin tatlı uykusunu götürdün
Gönlümün sevinç, ferah duygusunu götürdün
Hasretim, hicranım benim.”
    (Gittin)
Veya başka bir şiirinde Nigar Hanım şöyle yazar:
“Bulut gibi seslenirim,
Yurdumda garip olurum.
Hem sararıp hem solarım
Bir gün seni görmediğimde.
    (Bir gün seni görmediğimde)
Nigar Refibeyli’nin şiirlerinden aldığım bu mısralardan da açıkça anlaşılıyor ki, onun şiirlerinde yalnızlık, kimsesizlik daha çok geçici bir zamandır, geçici durumdur, birçok zaman hasretle, özlemle ilgilidir. O, yalnızlığı yenmenin, kimsesizliği savurturmanın tek yolu ailesine, sevdiklerine sığınmaktı.
1941 yılında Resul Rıza savaşa gittiğinde Nigar Refibeyli “ Güle Güle”yi yazdı, “Git, sevgilim, uğurlar olsun” dedi ve birçok hasret, ayrılık şiirinde de sadece bu konu üzerinde durdu. Ama şairenin günlüklerinde bu günlere ait notlara bakıldığında onun yalnızca sanatçı olarak değil, bir kadın ve anne olarak da bilgeliğini görürsünüz.
“1 Ocak 1942
Sabah uyandığımda Anar mutlu bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Anar!.. Anar!.. Her derdi bir gülümsemeyle unutturan Anar.”
“23 Ocak 1942
…Akşam o (Resul Rıza-P) giderken evimiz insanlarla doluydu. O, kapıdan çıkarken ben boğazıma bir şey takılmış gibi boğulup kalmıştım. Ağlamak istiyordum. Gözyaşlarımı zorla saklıyordum. O gittikten sonra Anar’ı kucağıma alıp yattım…”
Aslında, çağdaş dünyada yazarlığın, şairliğin göstergelerinden biri de gerçek hayattan uzaklıktır. Orta derecede yeteneği, az çok yazıp çizme kabiliyeti olan biri dünyayı terk etme belirtisi ya da yalnızlık hayalleri ile kendini farklı göstermeye, sanatçı niteliğini ortaya çıkarmaya çalışır. Yazar, şair sanki gerçek hayat sevinçleriyle yaşayamaz, ana baba kaygısı çekmek veya evlat varlığından mutlu olmak onun için önemsiz işlerdir, çünkü o “yazardır, şairdir” ve daha evrensel meseleler hakkında kafa yorar. Bu konuda her üç sanatçının yaratıcılığında yalnızlık, kimsesizlik uydurulmuş, imaj için yaratılmış bir şey değildir. Nigar Hanım’ın yalnızlığı ise sadece kadın yalnızlığıdır. Kiminin kurtuluşu anne sevicinde, sevgili, hanım olarak yârine kavuşmaktır. Sevdiğine “Ömrüm sensiz olmasın, şiirlerim sensiz olmasın…” diyen kadının başka bir isteği de yoktur. Çünkü Nigar Hanım sadece şaire değil, evladının gülüşünden sıkıntısını unutan annedir, eşinin varlığıyla bütün “sıkıntılardan” sınırlardan kurtulan bir kadındır. Ve hatta yaşının, yılların getirdiği ardı arda kayıpların sebep olduğu yalnızlık duygusu da Nigar Refibeyli’nin yaratıcılığında dert olarak değil, şikâyet olarak değil, esefle, sancı olarak ifade edilmiştir. Onun “Refikam Benim”, “Müşkünaz Hanım’ın Aziz Hatırasına”, “Benim Şair Kardeşlerim” vb. şiirleri bu konuda dikkati çeker. Ancak yine de şiirlerinden birinde Nigar Hanım yaşı sebebiyle, hastalıkla ortaya çıkan yalnızlığını kızıyla paylaşır ve teselliyi onda bulduğunu söyler:
“Ömrümün hazan çağındayım,
Terane.
Sonbahar bağındayım…
Hatıralı günler
Kızıl kızıl yapraklar gibi dökülür.
Ömrümün çıplak dallarından
Işıklı bir ümit gülüyor.
O sensin Teranem, o sensin…”
Şiirin daha ilk mısrasında ömrün hazan vaktinin taşıdığı keder, hasret hissedilir. Ama şaire yine de o sonbahar bağında etkileyici bir ışık görür; Terane’yi, kızını… Bu Nigar Hanım için kadınlığı, anneliği daha çok kaygı ve zorluk değil aksine bütün çıkmazlardan kurtuluştu.
İhtiyarlığın, geride kalmış yılların, hatıraların “getirdiği” yalnızlık Resul Rıza ve Anar yaratıcılığında daha sancılı, daha kederli görülür. Anar nesrinin birçok kahramanı sadece yalnız değil, hem ihtiyarlığın hem de geride kalmış güzel günlerin kederini, kayıpların azabını çeken insanlardır. Mesela, “Dante’nin Anma Töreni”nde Kebirlinski yalnızca kendi “kabında”, muhitinde olmadığı için yalnız değil, hem gençliği, turneleri hem de köy köy gezip oynadığı rolleri (iyi kötü farkı yok) geride kaldığı için yalnızdır. Ya da “Ak Liman” da Sefter dayı ve Memmed Nesir yalnızlığının esas sebebi de ihtiyarlıkla ilgiliydi. Yazar bu insanların yalnızlığını farklı şekillerde ifade eder. Mesela, Memmed Nesir’in karşısına çıkan her insana havada sudan konuşması ve bununla o güzel günlerine geri dönmesi veya kendisiyle tavla oynaması asıl detaydır. Yazar “bir hasır, bir Mehmet Nesir” de acılarını unutmak için yol da gösterir, içkiyi:
“Mehmet Nesir 35 yıldır bu idarede kapıcıydı. Ama üçüncü kadehten sonra editör oluyorum, beşinci kadehten sonra şube müdürü, yedinciden sonra idarenin müdürü oluyorum diyordu. Sonunda da hesabı şaşırıyorum. Fakat bir vakit başkan yardımcısı, sonra başkan olduğumu görüyorum. Sonra Hindistan padişahı. Sonra Allah…”
Anar’ın kalemine özgü mizah, bu meselede de kahramana bir şekilde yardımcı olur. Bazen şaka, hafif, hissedilmeyecek derecede hafif bir ironiyle belirtilen sorunu rahat kavramaya yardım eder. Resul Rıza’nın ise bu meselelere bir hayli ciddi yaklaştığını, buna ihtiyarlığın, yılların getirdiği garipseme duygusunu “Ömür Yolu” şiirinde etkileyici bir vurguyla dile getirdiğini söyleyebiliriz:
“Ne sokaklar,
Ne yapraklarında
Damla damla yağmur damlaları, ağaçlar
Yumuşak geceler
Dağınık saçla
Geride kaldı.
Uykulu ela gözler
Dokunaklı sözler
Mihriban yüzler
Geride kaldı.
Şair için bütün bu geride kalanlarla beraber hala yaşaması, geleceğe kalanların varlığı bir tesellidir. Ama o kaybedilen sadece gençlik aşkı, yumuşak geceler değildi işte. Dost kayıpları, sevgili yüzlerin geride kalması daha acıydı, dayanılmazdı bazen… Telefon ahizesinden işittiğin uzun bir ses gibi…
“Bu adı, bu numarası.
Şimdi bir yokluk var,
Bir sızı,
Bir de kulağımda
Onun hayali sesi.
Durdum, bekledim boşuna.
Bir sessizlik vardı,
Bir de hiç kimse!”
Şair, artık hayatta olmayan dostunu arayan ve telefon ahizesinden duyduğu uzun sinyallerden kalbi sızlayan, kendini yalnız hisseden insanın ruh hâlini tasvir etmiş. Aynı Anar’ın “Ak Liman” ındaki telefon rehberini karşısına koyup telefon edecek insan bulamayan Sefter dayının hâline benziyor değil mi?
“Birden acaba birisi telefonuyla kendi numarasını arasa ne olur diye düşündü? Bakalım. Ahizeyi alıp numarayı çevirdi. 4, 1, 5, 2, 0… işte. Hızlı, aralıksız, kesik sinyaller duyulmaya başladı.
– Du, du, … du, du, du…
Sefter dayı:
– Meşgul, konuşuyor,– dedi. Güldü, sonra nedense biraz tutulmuş gibi oldu. Dinlemeye başladı. Bir hayli dinledi. Ahizeden komik, sürekli ses duyuluyordu: du, du, du, du…
– Sanki sonbahar günü damın akıyor
Yine hayatın kanunu, yalnızlığın kaçınılmazlığı, doğallığı öne çıkmış meseledir. Yine yalnızlık sonbahar vakti damın akması kadar sıradan bir iştir. Elbette Anar’a için. Resul Rıza ise “Nasıl böyle sükûtu dinlemeye varır ömrümün günü” diye düşünür.
Anar, Resul Rıza’nın yaratıcılığına hasrettiği “Mücadele Bugün de Var” kitabında şöyle yazar:
“Putlar yıkıldıktan, ideallere inancı kırıldıktan, ilk gençlik yıllarında buldukları birçok hakikat berbat olduktan sonra bu aldanışların acısını yazmak için kader Resul Rıza’ya daha fazla süre verdi. 71 yıllık ömrünün son gününe kadar kalemi elinden bırakmadı, hem kendinin hem çağdaşlarının hem de soydaşlarının, hem cemiyetin, yapının ters, musibetli, azap ve ıstırap dolu yolundan, farklı insanların facialarından, mutsuz talihinden söz eden nice nice eserler yazdı.”
Bence her üç sanatçının yaşadığı, hissettiği acıları, yalnızlığı veya gözlemledikleri haksızlıkları, karşılaştıkları adaletsizlikleri ifade etmek, acılarını hafifletmek için asıl vasıta yazmaktı. Bütün sanatçılarda olduğu gibi sanat gerçeğin ve hayatın zor, ıstıraplı yönlerinden kurtuluştu sadece… Hem işte bütün bu saydıklarım asıl edebiyatın ortaya çıkması için gerekliydi. Resul Rıza “ Akşamlar keder getirse böyle, karanlık gece can sıksa da, yine gereklidir, yine arzu edilendir” der. Sadece bu karanlıkları aydınlatmanın yolunu herkes bir şekilde yapıyor. Resul Rıza’nın, Nigar Refibeyli’nin, Anar’ın ışığı ise kalemlerinden gelir!

Ömrümün Yüz Günü




Şiirlerinin birinde Anar “Yazar hayatının iki vakti var: Yaşama zamanı ve yazma zamanı” der. Bazen bu zamanlar birbirine karışır ve nasılsa bir an gelir ki yazar ne yaşadığını ne yazdığını ayırt edemez.

Yaşananlar yazılmış veya hâli hazırda kaleme alınmış bir esermiş gibi gelir insana, yazılanlar hayat kadar gerçek olur. Bence Anar’ın ömrünün yüz günü ana ve babasını kaybettiği, 1981 yılındaki yüz gün sadece böyle ortak bir zamandır. Yaşamakla yazmanın kesiştiği, birbirini sıkıştırdığı zamandır.
…1981 yılında Anar bütün bu hadiseleri, hisleri, acıyı, kederi, korkuları da yaşaya yaşaya yazıyordu. Kafasında, kalbinde, iç dünyasında yazıyordu. Sonra her şey bitti, tükendi! Ve bir sonraki iki yıl süresince “Sizsiz” hatıra romanını yazarak yeniden yaşadı o yüz günü!
“Sizsiz”i roman olarak da adlandırabiliriz, felsefi inceleme yazısı, anı da ya da mersiye de sayabiliriz. Azerbaycan’ın iki büyük şairi Resul Rıza ve Nigar Refibeyli’nin hayatları, hastalıkları, ölümleri hakkında bir hatıra romanı. Fakat sadece şairler değil, Anar’ın babası ve annesi hakkında…
* * *
“Sizsiz”i felsefi bir inceleme yazısı demem abes değildir. Eserin hemen hemen her cümlesi düşünmek, araştırmak, bir şey anlamak, hissetmek için bir temadır. Romanın esas cevheriyse yazarın ruhudur. “Kalemi kanayan” yazarın yüreği de kan ağlar, bu acı, keder, hüzün çok çok derinlerden gelir… Ve burada yazar ile okuyucuyu yakınlaştıran, kardeş eden yalnızca genel ağrıdır, kederdir. Çünkü herkes er ya da geç bu duyguları yaşar, böyle kayıplardan geçer.
Karakteri içe dönük olan, kendi içinde yaşayan Anar bu eserinde açıkça konuşur, hiçbir şey gizlemez:
“Ama ben bu yazıda sadece herhangi bir yalanı kalemimin dört yanına bırakmayacağım, ne bir şey gizlemek, ne bir konuda susmak, hangi bir sezgininse üstünden geçmek de istemiyorum.”
Dostlarının, kardeşinizin “Sizsiz” hakkındaki sözlerini öğrenince şu fikirlerin belirdiğini görürüz. Ferhat Bedelbeyli’nin dediği gibi “ Sizsiz kitabı başka bir Anar’dan haber verir, iç dünyasını, duygularını, korkularını, okuyucusuyla cömertçe paylaşan Anar’dan kendisini zayıf veya güçlü hissettiği meseleleri çekinmeden itiraf eden yazardan…”
“O bütün varlığıyla, canıyla, kanıyla ana-babasına bağlıydı. Manen, ruhen, psikoloji, profesyonel sanat açısından da bağlıydı, bu anlamda onlar bir bütün varlık gibiydiler. Ölüm daima gafil avlar… Annesinin dünyadan ayrıldığı gün Anar’ı hatırlıyorum… Evet, o başka Anar’dı. Belki, yeni tanıdığım Anar…” bu düşünceler de Ferhat Bedelbeyli’nindir. Bence, “Sizsiz” in yazarı yalnızca dostları, yakınları için değil, bütün okuyucuları için başka Anar’dı; daima samimi, alçak gönüllü, gerçekçi, dürüst ama aynı zamanda da diğer eserlerinde görülmeyen…
“Sizsiz” başka hatıra eserlerinden çok farklıdır. Bunun için de bu eserin türünü tam olarak belirlemek zordur, belki sanatlı nesir denilse, daha doğru olur… Fakat bana göre başlıca fark yazarın kendisini nasıl tanıttığıdır. Bir kural olarak hatıratlarda yazarın kendisi eserin kahramanı sayılır. Bütün hadiseler, şu veya diğer şekilde onun etrafında döner, dolaşır. Ve burada en zor mesele objektifliği, samimiliği korumaktır. Yani insanın kendisinin olumsuz davranışlarından, yanılgılarından, eksikliklerinden konuşması ne kadar zorsa bu konuda yazması da bir o kadar zordur. Çünkü insan karakterinde kendisini övmek olmasa da en azından iyi taraflarını seçip sunmak, göstermek meyli çoktur… Bu anlamda Anar benzersizdir, o kendisini olayların merkezi olarak kaleme almaz, cemiyette ondan daha az tanınan kız kardeşlerini ayırmaz, aile fertlerinin her birinde gözlemlediği tesirli, çözümleyici anları belirtir. Kısacası “Sizsiz”in kahramanı bütün bir ailedir. Resul Rıza’nın ve Nigar Refibeyli’nin ailesi…
Edebiyat tarihimizde kendilerine has yerleri olan bu iki sanatçının aynı zamanda hastalanmaları, çocuklarının telaşı, dostlarının ve düşmanlarının münasebetleri, muhit ve zorlukları, mahrumiyetler, geçmiş ve gelecek, onların arasında yitip giden ‘şimdi’, bütün bunlar, Anar için “araştırma” konusudur. Yazar bir ailenin örneğinde 1960 ve 1980’li yıllarda Azerbaycan’ı, toplumunu, onun yazılı ve sözlü kanunlarını kaleme alır ve bütün eser boyunca çeşitli Anarlar kalemi posta gibi birbirlerine iletirler: Oğul Anar, kardeş Anar, baba Anar, yazar Anar, görevli Anar, filozof Anar… Bu Anarların her birinin yazdıklarından konuşmadan önce bir konuyu özellikle vurgulamak isterim.
Cemiyette sık sık konu edilen “yazar ailesi” mevzusunda birçok sorunun cevabı “Sizsiz”de bulunabilir. Bu eser “yazar kimsesiz olmalıdır”, “yazar aç kalmalıdır”, “yazar sefil olmalıdır” vs. Bu türden olan birçok anlamsız, yersiz fikirleri alt üst eder. Anar, ideal bir Azerbaycan ailesi modelini yazmakla yani ailesindeki ilişkileri, sevgiyi, hürmeti, terbiyeyi kaleme almakla da kendisinin birçok başarısının, meşhurluğunun, halk tarafından böyle sevilmesinin sebeplerini (elbette başlıca sebepleri değil, sadece temeli, başlangıcı) gösterir. Büyüğe saygı, küçüğe merhamet, insanın ailesinin başında olması, kadının kocasını her yönden desteklemesi, sözde değil, uygulamada da -aile kurumu- işte budur ve “Sizsiz” de gösterir ki bütün insanların yetişmesi için bunların hepsi son derece gereklidir. Ve şimdi Anar’ın karakter olarak birçok yönlerinin kaynağını yalnızca ailesinde, “Sizsiz” de anlattığı mektuplarda, daha doğrusu onlarda ifade edilen ilişkilerde görmek mümkündür.


Eseri okutan asıl hususlardan biri de işte bu mektuplardır. Yazar, yalnızca ana babasının hastalıklarından, yüz gün içinde ölümlerinden bahsetmez. Onların hayatlarından, gençliklerinden, iyimser, hoş, sevgi dolu günlerinden, mücadelelerinden konuşur ve böylece eserin son derece hüzünlü atmosferini hafifleştirir. Yazar Resul Rıza ve Nigar Hanım’ı, şiirlerini seve seve okuduğumuz, ezberlediğimiz, şarkılarını dinlediğimiz şairleri okuyucu ile (onların okuyucusu ile!) biraz daha yakınlaştırır. Onların büyük sanatları, hikâyeleri, arkasındaki karekterlerini gösterir. Nigar Hanım’ın yeteneği, kırılganlığı, çocuklarına çok derin sevgisi, kaygısı, sevgi dolu, yumuşak tabiatı, en önemlisi ince mizahı, temkinliliği, bütün bunların bir insanda toplanmasına şaşıramazsınız. Resul Rıza’nın biraz sert, zorlu karakteri, bilgeliği, sanat, edebiyat hakkındaki farklı fikirleri, yenilikçiliği küçük oğluna mektuplarında şöyle hissedilir:
“Ben şimdi sana çocuk gibi değil, olgun bir genç gibi bakıyorum. İsteğim şudur: Ben olmadığımda evin erkeği sen ol, annene ve kız kardeşlerine göz kulak ol.”
“…Sanatçılığı çok garip anlıyorlar. Başka derslere göz ucuyla bakıyor, ancak muhabbet destanı yazmakla meşgul oluyorlar. Onların yazdıkları çoğunlukla soyut, hayat ve halkla hiçbir alakası olmayan eserler oluyor.”
“Öpüyorum, selam vefasız Fidan’ı, vefalı Terane’yi ve canım, gözüm Nigar’ı”
“Ben konuşmadım, ancak sonunda aramak istemiş… Geçen yıl Azerbaycan’ın sekiz numarasından parçalar okudum. Burada o, şimdi söylediğinin tam tersini, yani benim ne kadar çağdaş ve iyi yazdığımı söylüyor. Makaleyi hatırlarsın.”
“Oğlum! İnsanın anlamaya gücü yeterse hiçbir mahrumiyet, zorluk, darbe onu sarsamaz.”
Şairin oğluna mektuplarından aldığım bu ayrı ayrı parçalarda onun mert, inatçı, kararlı, sert mizacı, aynı zamanda derinliği, bilgeliği, eşsizliği hissedilir.
En ilginci de şudur ki Anar, anne ve babasının şiirleri, mektupları, dostlarında iz bırakmış hatıraları, sözleri, sohbetleri aracılığıyla onların portresini çizer ama hiçbir şekilde anne ve babasını idealleştirmez, bu şekilde tanıtmaya çalışmaz. Yazarın hem nesir hem de deneme kahramanlarıyla olan bu ilişkisini, daima her mevzuda objektifliğini korumasını, anne ve babası için de uygulaması sebebiyle onun samimiyetinden hiç şüphe edilmez. Mesela, işte Resul Rıza hakkında “Hastalık, mizacının en eksik yönlerini ortaya çıkarırdı, asabi ve tahammülsüz, sert, kaba, huysuz oluyordu” demesi bunun açıkça kanıtıdır. Yazarın Nigar Hanım hakkındaki fikirlerinde, yargılarında ise garip bir günahkârlık hissedilir. Sanki Anar daha kendisi dünyaya gelmeden önce annesinin başına gelenlerden (babasının kurşunlanması, yazmadığı şiirler için eleştirilere maruz kalması vs. ) dolayı kendisini suçlu sayar. Bu da çok tabiidir ama aynı zamanda eşsiz bir evlatlık duygusudur.
“Yaz mevsiminin başlamasıyla ilgili olarak evde birçok iş görülür. Neyse, Anar’ım, han torunları istirahattedirler. Sakin deniz havası, çiçek açan ağaçların kokusu, bir de sessizlik.”
“Hayatımın bir parçası, çalışma masasının arkasında kalın kalın tercüme kitaplar ya da değerlendirmesiyle geçti, insafsız kalp vefasız çıktıktan sonra ise mutfağa, ocak başına geçtim. Ben hiç bedava ekmek yemedim.”
“Neyse, görüyorsun ki benim hayatımda ilgi çekici, medeni, manevi bir olay yok. Arada zaman bulduğumda kitap okuyorum ve bu benim tek manevi gıdamdır.”
Nigar Hanım’ın Anar’a mektuplarının bu bölümlerinde şairenin derin bir sanat ateşi, yazma ihtiyacı hissedilir. Fakat aynı zamanda da bizim kadınlara özgü olan karakteri, ailesini, aile kaygılarını, evlatlarına olan düşkünlüğünü herşeyden üstün tutması önemlidir. Ancak yaratıcılık aşkının ne olduğunu, bu arzunun bastırılmasının kötülüğünü iyi bilen yazar, kendi üzüntüsünü gizlemez:
“Çoğu zaman kendi kendisiyle yalnız kalma imkânından mahrum olan annem, elbette yazmaya isteği kadar zaman ayıramıyordu. Sonuç ise yazdıklarının yazabileceklerine oranla kat kat az olmasıdır. Yazarlıkla biz ilgileniyorduk, bizim kaygılarımızı ise o çekiyordu. Benim yazdığım her yazı, babamın yazdığı her şiir, annemin yazılmamış şiiri ve yazısıdır.”
Elbette bütün bu meseleler son derecede önemli ve düşündürücüdür. Ama “Sizsiz” in ve onun yazarının daha büyük derdi ölümdür, kayıptır. Maksud İbrahimbeyov bu durumu çok yerinde ifade eder: “Sizsiz” kitabı, büyük şahsın manevi sarsıntıdan yakasını kurtarma, bu derdi ilahi seviyeye getirme gayretidir… Hayır, oradaki karamsarlık değil, bilgeliktir. Sanırım o, (Anar, P.) birçoğundan önce, benden önce ölüm hakkında düşünmeye başlamıştır. Bu da bilgelik alametidir.”
Böylelikle eserin daha ilk cümlelerinde filozof Anar ölüm, hayat, zaman ve insan konusundaki düşüncelerini paylaşır; acısından, içini kemiren düşüncelerinden bahseder. Ve aslında bütün bu üzücü, tesirli değerlendirmeler ile okuyucuyu asıl konuya, hadiseye hazırlar. Bana göre eserin temel özelliği özgünlüğüdür. Anar olayları sadece oğul gözüyle değil, yazar gözüyle gözlemler ve nesir diliyle vurgular. Onun nesrine has birçok üslup ve dil özellikleri bu eserde de görülebilir. Bunlardan birisi de kısa diyaloglarla büyük arzuları, derin anlamları ifade etmesidir.
“Hastanenin numarasını çeviriyorum. Ahizeyi kendisi alır. Sesimi duyunca yüksek bir tonla konuşur.
– Çok iyiyim. Nigar da burada, yanımda. O da çok iyi.
Ahizeyi annem alır. Sesinde sevinç, neşe var. Elbette iki bin kilometre mesafede tedirginliğimi sakinleştirmenin tek yolu budur. Keyifleri iyi, neşeleri yerinde… Güya… Hiç hastaneden konuşmuyorlar sanki.”
Resul Rıza bu telefon sohbetinde “çok iyiyim” dediğinde ömrünün bitmesine az kalmıştı. Ama bu “çok” lafının içinde ne kadar büyük bir temkinlilik, bilgelik var… Evladına sıkıntı vermemek, onu incitmemek için “gösteri” bu. Genellikle “Sizsiz” de fazlaca görünen asıl durumlardan biri de bu ailenin birbirine son derece bağlılığı, manevi destek olmasıdır. Hepsi birbirinin acısını bir şekilde dindirmeye çalışıyor; Anar, annesinin hastalığının ne kadar ciddi olduğunu kız kardeşlerinden gizler, kız kardeşleri onun çok düşünmemesi için ellerinden gelenini yaparlar, dostları ölüm haberini alır almaz soluğu Anar’ın yanında alırlar, ailesi her durumda, her vakit ona destektir, kısaca bu dert, kayıp hepsini birleştirip, yakınlaştırmış, daha da kardeş etmiştir. Bu insanların içinde on yaşındaki Günel’in duyguları en etkileyici durumlardan biridir:
“…Günel’in boynuma sarılması için bu sözler yeterliydi. O anlarda, o da iç dünyasında benim hayalimde gördüklerimi görüyor, duyduklarımı duyduğunu açıkça hissettim. Sonraları da ben bu on yaşındaki kızın hassaslığına şaşırıp kalıyordum. Ben zaman zaman susuyorum, dalgın oluyorum, kendi kabuğuma çekiliyorum. Hiçbir zaman bana mani olmuyor. Düşüncelerimden ayrılmaz. Ama o günler dalgınlaşmış gibi geçmişin sahnelerini aklımda görür gibi, Günel neyi hissederse benim iç dünyamı görüyor, yanıma gelip beni kucaklayıp okşuyordu
– Baba –diyordu. Annenle babanı mı düşünüyorsun, ha?
– Evet, kızım onlar geldi aklıma, senin dedenle ninen”.
Yıllar sonra Anar’ın ailesine yazdığı “Noktalar” denemesinde Günel, o zamanlara “Sizsiz” in yazıldığı zamana gider.
“Bu durumda babamın yazarlığında, kanaatimce, tesir kuvvetine göre en güçlü eserlerden biri olan “Sizsiz” eserinin yazıldığı günleri hatırlıyorum. Daktilonun arkasında sigara dumanı arasında geceyi sabaha yaklaştıran, kalbini acıtan, parçalayan duyguları kâğıda geçirmeyi çabalayan yazar, evlatlık borcunu yerine getirmeden yaşayamayan rahat nefes alamayan evlat.”
Ne kadar etkileyici değil mi? Babasının içtiği sigaraları saymış, nine ve dedesinin kaybına, anne ve babasının kederlenmesine kadar her şeyi düşünen küçük kızcağız… Babasının gögsüne sokulmaktan, keyfini yerine getirmek için bir şekilde komiklik etmekten başka bir şey gelmeyen çocuk. Anar annesinin ölümünden sonra onun fotoğrafına bakıp şöyle der: …ve bu aralar ben onun hakkında annem gibi değil, kızım gibi düşünüyordum. Bence, Günel’in de tasası, kaygısı, kırılganlığı daha çok anne duygusuydu, sadece evlat değil.
…Sonra bu duygular, acılar Günel’in yaratıcılığında da görülecek. Hatta “Sizsiz” de tasvir edilen Şuşa, Buzovna, bahçe, komşular, o çevre onun hikâyelerinde “Altıncı” povestinde edebi bir şekilde kaleme alınacak ama bu konuda başka denememde bahsettiğim için burada genişçe açıklamayacağım. Ancak şunu da dile getirmek gerekiyor ki bütün bunlar on yaşındaki kızının veya ölümün eşiğindeki anne ve babanın duygularına etkili kılan Anar’ın yazma tarzıdır; orijinal görüşleri ve bunları nasıl ifade ettiğidir. Mesela, çevrenin güçlüklerini hatta korkulu yanlarını yazar, bazı büyük olaylarla gösterirken aynı zamanda ufak da olsa “Bizi bir yerlerde görmeseler iyi olur” düşüncesi ile ifade eder. Yazar bu meseleleri öne çıkarmakla da kahramanlarının-Resul Rıza ve Nigar Hanım’ın- hayatlarını tam, kapsamlı şekilde yazmış olur. Resul Rıza’nın ansiklopedinin baş editörü olarak çalışırken yaşadığı zorluklar veya “Renkler” in haksız, maksatlı eleştirilere maruz kalması, Nigar Hanım’ın ailesi ve kökeni sebebiyle her an tehlikeyle yüz yüze kalması, açıkça bütün bunların hepsi, yalnızca onların hayatlarının değil ölümlerinin de hastalıklarının da parçasısır. Hastalıklara götüren yolu kısaltan sebeplerdir ve dönemin esaslarına göre hakkın yerini bulması Resul Rıza’nın Sosyalist Emek Kahramanı, Nigar Refibeyli’nin fahri halk şairi unvanlarını almalarının sadece ömürlerinin sonunda olması da zamanın acımasızlığının göstergesidir. “Bizi bir yerde görmeseler iyi olur” yazarlarının münasebetlerinin birden bire değişmesi de hepsinin:
“Azerbaycan halkı kendi şairlerini çok sever.”-dedim. “Özellikle o zamanlardaki hükümet de onları sever.”
“Sizsiz” den aldığım bu küçük bölümde Anar’ın üzüntüsü, acısı hissedilir. Daha sonraları eleştirmen Besti Alibeyli’ye verdiği röportajda yazar düşüncesini şöyle ifade eder:
“O düşünceyi biraz duygulara kapılarak yazdım. Çünkü o zaman ansiklopedi ile ilgilenen Resul Rıza’yla hükümetin arası iyi değildi. Beni de “Qobustan”sebebiyle sıkıyorlardı. Sanki etrafımızda bir boşluk oluşmuştu. Hatta dost bildiğim insanlar da sokakta rastladığımda çabucak konuşup gitmeye çalışıyorlardı. Babam da büyük bir yalnızlık içindeydi. Sonra Haydar Aliyev sağ olsun, ona Sosyalist Emek Kahramanı unvanını verdi, eleştiriler bitti, her yerden tebrikler geldi, övgüler işitildi. O zaman bende bu olaya üzüldüğümden “şairi hükümet severse halk da sever”-dedim.
Bütün bunları okuduğumda insanın aklına şairlerin, yazarların, yaratıcı insanların hele ailesine Allah özel, ayrı bir kader yazmış ve ne kadar acıklı seslenirse bunu sanat adına yapar. O şiirlerin, hikâyelerin yazılması için, “Sizsiz” in yazılması için… Çünkü orada öyle sahneler var ki gerçekte de yaşanmış, öyle olduğu gibi, öyle süssüz-püssüz sanattır.
“Moskova’da Kursk bölgesinde Bakü treninin karşısına geldiğimde birkaç dakika sonra beni neyin beklediğini bilmiyordum. Hasta babamı mı karşılayacağım yoksa, Allah göstermesin, onun cenazesini mi?”
İşte bu çocukça sahne herhangi bir filmin en etkili kısmı gibidir. Ya da Nigar Hanım ile Resul Rıza’nın son görüşmesi. Birbirlerine “Çok iyiyim.”diyerek destek vermeleri… Resul Rıza’nın ömründeki diğer “son”lar; Enver’le son sohbeti, Buzovna bahçesine son gidişi, Nigar’a yazdığı son mektup, son şiiri, son bakışı, yüzündeki son ifade… Ve son! Ve şimdi oğul Anar kalemi bayrağı alıp biraz çocukça konuşur:
“Hiç bir şekilde aklım almıyordu, yarım saat ya da bundan bir asır önce bizimle bak şurada, bu oda, bu masanın arkasında oturan, konuşan, yeni kitabının sayfalarını çeviren, Nigar’ı soran, eldivenini giyen, ayakkabısının bağını bağlayan adam, benim için dünyadaki-insanların en önemlisi, babaların en iyisi benim babam, artık yoktur, sonsuza kadar yoktur, bir daha hiçbir zaman da olmayacak.”
Buradaki “babaların en iyisi benim babam” sözlerinde çocukça, kırılgan, isyankâr bir çocuk belirir. Sanırım, herkes kendi babası hakkında düşündüğünde, konuştuğunda çocuklaşır ve yazar bu duyguları samimi bir şekilde ifade eder. Resul Rıza’nın ölümüyle başlar o uğursuz yüz gün. Yüz günlük tereddüt, yüz günlük beklenti, ölüm nöbetinin, Nigar Hanım’ın ölümünün beklentisi. Anar ve kız kardeşleri babalarına yas tutarak hasta annelerinin derdine derman bulmayı düşünürler, Moskova’dan hekimler çağırırlar. Ama kaderin buyruğudur Hekimler gelip sadece vaktinin az kaldığını söylerler ve Fidan Hanım ve Terane Hanım’ın söylediği “kendini çarmıha germe” bundan sonra başlar. Nigar Hanım’a Resul Rıza’nın iyi olduğuna inandırmak için çok çaba harcarlar. Bazen ‘Selam’ını, bazen gönderdiği gülleri bazen de yeni şiirlerini getirirler ona. Hem de bunları yürekleri kan ağlayarak, içinde baba acısını taşıyarak yaparlar.
…Yazımın öncesinde yazarın kendisi hakkında çok konuştuğunu, kendini kahramana dönüştürmediğini vurgulamıştım. O bunu açıkça da belirtir:
“Ama o zaman kitap kendim hakkında kitap olurdu. Benim duygularım, düşüncelerim, iç dünyam hakkında… Ben ise şimdi kendim hakkında yazmıyorum, onlar hakkında yazıyorum.”
Bununla beraber, eser boyunca bir anda Anar’ın kendi duygularından, duyduğu heyecandan söz etmesi, çocuk heyecanını dile getirmesi çok etkilidir ve bunların her birinde ayrıca edebi eser konusu, yükü var.
“Belli ki o gece, Mart’ın 24’ünden 25’ine geçen gece, Ağdam misafirhanesinin azıcık sıvası dökülmüş, rutubetli odasında geçirdiğim o gece, hayatımın en korkunç gecesiydi. Hatta babamı kaybettiğim günün,1 Nisan gecesinden ve annemi kaybetiğim 10 Temmuz gecesinden de korkunçtu. Ben onları bu gece, sadece bu gece, hem de ikisini birden yitirdim.”
Bu düşünceler bir insanın hastalık, ölüm, kader karşısındaki güçsüzlüğüne, zamanın acımasızlığına teslim olması hakkındadır. Açıkçası, o gece, misafirhanede yalnız kalıp herşeyi düşünüp derinliğine dek anladığı gece Anar, kaderin kaçınılmaz fermanıyla barışmıştır. Bunun için de kayıplar, iki büyük ölüm karanlık, o gece başlar.
Nigar Hanım ömrünün sonuna kadar eşinin ölümünden habersizdi. Bunu ondan gizlediler. Onsuz da dermansız hasta olan kadının acılarını artırmamak için. Bu davranışın sebebini de yazar kendine has samimiyetle açıklar, terddütlerini de gizlemez:
“Gerçeği söyleseydik, sadece bu bir ay annem için korkunç acılar içinde geçerdi, belki, o kalan kısa ömrü de yarıya inerdi. Onsuz da az kalmış günlerinin sayısı bir hayli azalmıştı. Biz doğru olanı yapmıştık. İnsaflı bir karar vermiştik. Ama… Fakat herhâlde… Herhâlde… Herhâlde…”
Yazarın ifade ettiği şekilde söylersek “yalnız ömürlerimizi değil ölümlerimizi böyle düzenleyenler” muhitinde, cemiyetinde birçok şey bulanıktı ve bu “ölümden sonraki” kesifliği yazar, hem babasının hem de annesinin defin merasimlerinin tasvirinde belirtir. Ama bütün bu durumlar insanı acıtan, derin bir keder duygusundan ayıramaz, uzaklaştıramaz. Nigar Hanım’ın ölümüyle boşluk tamamlanır.
“Yüz günün içinde ikinci defadır tabutun ağırlığını omuzlarımda hissediyordum. Cenazeyi Hakani Sokağı’ndan götürüyorduk. Bu sokak ömrümün bin bir hatırası ile ilgilidir.”
Daha sonra bu sahneler Anar’ın “Bakümün Sokakları” şiirine yansır:
Babamın tabutunu, annemin tabutunu
Omuzumda taşıdığım
Sokakların matemi…
…Nigar Hanım’ı ömür boyu tehdit eden tehlike, soyu, ailesi sebebiyle karşılaşabileceği mahrumiyet, sürgün, ceza ölümünden sonra “icra edilir”…
Yazar, Nigar Hanım’ın ömrünü, ölümünü, son menzile varmasını kısa ama çok etkili bir şekilde ifade eder:
“İnsanlık, kadınlık, annelik borcunu sonuna kadar yerine getirdi…
…Ve şimdi ölümünden sonra, kocasının ölümünden sonra ve kendi ölümünden sonra, hayat yolunun sonuna kadar gelip, borcunu sonuna kadar ödeyip yine ailesinin yanına döndü. O insanlar ki kırk yıl önce onlardan ayrılıp başka bir hayata gitmişti. Yine dönmüştü aziz, kardeş Refibeylilerin içine, ince bir muhabbetle sevdiği insanların arasına, yanında annesi, ninesi, dayısı, dayıoğulları.”
…Onu hayat arkadaşının yanında gömmeye izin vermiyorlar. Yalnızca bu olayı düşününce Sovyet devrinin bazı acımasız amansız kanunları anlaşılır. Ama yazarın da belirttiği gibi o yeniden Refibeylilerin içine döner.
Nigar Hanım’ın Resul Rıza’nın yanında gömülmesi için çok çalışan, izin verilmediği için kendini zayıf hisseden evlat, okuyucusuyla bu garip tesellisini paylaşır . Daha doğrusu bu yazar tesellisidir.
“Fidan yavaşça bana:
-Ne güzel yer burası,-dedi, bilmiyorum bunu kasten mi söyledi, hassasiyetle benim acılarımı hissederek annemin babamın yanında çok fazla bastıramadığım ıstırabımı hissettiğinden mi söyledi, doğrusu bu sade, sessiz köşe annemin tabiatına uygundu. Ona yakışan şairane bir menzil miydi? Bilmem fakat böyle bir anımda Fidan’ın bana söylediği bu sözler için ona çok minnettarım.”
Burada konu dışına çıkıp Fidan Hanım ile Anar arasındaki ruh kardeşliğinden de söz etmek isterim. Elbette, abla kardeş duyguları, sevgisi açıktır ama o yukarıda belirtilen bölümde ya da Anar’ın Fidan Hanım’ın anısına hasrettiği “Yine O Zaman Olaydı” denemesinde, onlar arasındaki açıklanamaz, belki de gözle görüımeyen bir ruh ortaklığı hissedilir. Ve buradaki sebep yalnızca kan akrabalığı ya da ortak aile terbiyesi değildir. Bence asıl sebep Fidan Hanım’ın kardeşini dışardan gözlemleyebilmesi ve bazen de sade bir okuyucu olarak hissetmesidir. Bugünlerde tesadüf sonucunda okuduğum birkaç cümlelik denemede bu his, duygular açıkça görünüyor. Fidan Hanım’ın yazdığı ve “Yorgun Gemi” isimli küçük deneme:


Bacısı Fidan hanımla


Bacısı Terane hanımla

“Yorgun Gemi” Türkiye’de çıkarılan bir müzik albümünün adıdır. Bu ad bana çok anlamlı ve çok etkileyici göründü. Limanlarda sessizce dinlenmiş, birilerini getirmiş, götürmüş, bütün dünyayı gezip dolaşmış, çeşit çeşit sahillere yanaşmış, açık denizlerde rüzgârlarla, tufanlarla boğuşmuş fırtınalara göğüs germiş, yenilmemiş, nice nice darbelere hedef olmuş, kayalara çarpmış, savrulmuş yine de galip çıkmış, selametle dönmüş ama yaşlanmış, ezilmiş, eskimiş, yorulmuş muhteşem gemi…”
“Yorgun gemi… Bana birini hatırlatır… O da muhteşem, güçlü, yenilmez, başarılara sahip olmuş, en zor işlerin üstesinden gelmiş, omuzlarında birilerinin yükünü, kaygısını taşımış, bazılarına yardım etmiş, bazılarını kurtarmış, dikkatli, bilgili ama o kadar da acılar, ağrılar çeken, kaybettiklerinin acısını avutamayan, haksız zorbalıklara, eleştirilere maruz kalan sevgili kardeşim, biriciğim, bu adaletsiz dünyada sığınağım, ışığım, ocağım, babam, keşke sana yardım edebilseydim. Düşmanlarını yok edebilseydim…
Her şeye katlanan, kendisinden başka herkesi düşünen, güzel yüreklim, yorgun gemim.”
* * *
Âdet olduğu üzre şairlerin, yazarların ölümü resmi haberlerde duyurulur. Azerbaycan edebiyatında dabir kayıp yaşanmıştır. Bütün bu resmiliği bir kenara bırakarak söylersek Resul Rıza’nın ve Nigar Refibeyli’nin ölümü, kısa zaman aralıklarıyla vefat etmeleri, hakikaten edebiyatımızın ağır kayıplarıdır. Ama şunu da itiraf edelim ki, onların yaşamları, ölümleri hakkında yazılmış “Sizsiz” edebiyatımızın kazancıdır. Anar’ın kaleminden çıkan kazancı…

Sonbahar, daha kış değil…



Rakamların insan ruhuna etkisi gariptir. Bazen çok büyük rakamlar insanı korkutur, telaşlandırır, bazen de rahatlatır, sevindirir. Ama bazen de inanmak istemezsin rakamlara. Hayat sayacına bakarsın, hayretten gözlerin büyür…Belki, seni karabasan basar?! Bu yıllar ne hızlı geçti…
İşte bugünlerde o müzik mektebinin önünden geçerken hatırlamıştın örgülü güzel kızı, sınıf arkadaşını! İşte ne kadar geçmiş üstünden? Hiçbir şey!
Sanki dün gibiydi… İri saatini koluna takıp ilk defa okula gitmenin, annenin eteğinden tutup, “Gitme, sen de otur yanımda” demenin… O kızı da ilk defa orada görmüştün. 1945 yılının sonbaharında! Dünyanın savaştan kurtulmasından topu topu birkaç gün geçmişti. Kazanan ülkenin şanslı çocuğuydun! Radyo dalgalarından duyduğun debdebeli sözler şimdiki gibi aklındadır…O zaman sinema da siyah-beyazdı ya… İşte şimdi de o yılları hatırladıkça her şey film şeridi gibi geçer gözünün önünden: Önce sıraya oturmuştu o uzun örgülü kız, güzel kız! Çalışkandı! Yoksa onu nereden hatırlayacaktın ?! Ya işte çalışkanlar levhasındaki fotoğrafı da sen çalmıştın… Kaç yıl geçmiş bak! Hiç inananasın gelmiyor bu rakamlara…Yani bu kadar zamanda hiç etkisini kaybetmedi mi gönüldaşın?! Konservatuarın basamakları, telefon edip astığın telefon ahizesinin rengi,’’evet’’ cevabı alır almaz koşup gitmen, annenin isteme hazırlıkları, hepsi capcanlı hatırında… Valla, sanki dün gibiydi !
Zaman gerçek sevgileri büyütür, derinleştirir, zenginleştirir. Muhabbet de büyür, şüphesiz… Yıllar geçtikçe sevginin bazı yönleri zayıflar, yerine yenileri yetişir. Çılgınlık kaybolur, belki, daha çocuk gibi düşüp kalkmaz, sık sık küsüp barışmaz, yaramazlık yapmaz, kıskanmazsın… Ama sevdiğinle kendi aranızda, daha yeni derin, daha olgun bağlar oluşur. Hayat yoldaşı, sevgili, dost, arkadaş, hepsi bir kişide birleşir!
Ve bir de hatıralar! İşte sayacı da yılların sayacını da yalancı çıkaran hatıralar olur, bence… Çünkü daha çocukluktan sevdiğin, aile kurduğun, yıllarca bir çatının altında yaşadığın kişi seninle beraber büyür, bütün o hatıraları da beraber yaratırsınız, kısacası, sen yaşamaya karışır, zamanın farkında olmazsın hiç. Ve bir gün takvime bakınca irkilirsin!
Anar’ın hayat arkadaşı Zemfira Hanım’a hasrettiği şiir de işte bu hislerle yazılmıştır. Şairliğini “bir oradan bir buradan tutan yolunu kaybeder”diye nitelendiren yazarın bu duygularını şiir yoluyla ifade etmesi şaşırtmaz. Elbette, bu konuda hikâye de roman da yazılabilirdi. Ama öyle duygular var ki onlar saf şiirdir. Bence bu şiirin asıl önemi mektup tesirinde olmasıdır! Anar sanki bir şiir yazmıyor, sadece hanımıyla dertleşiyor. Kırk yılda yaşananlardan, duygularından, sevincinden, kaderinden, hatıralarından, geleceğe dönük arzularından… Sakin, patırtısız, heyecansız, iddiasızca anlatıyor, sonunda şiir ortaya çıkıyor!
Gerçek şahsiyetlerden, tarihte olmuş olaylardan bahseden eserler, büyük ilgiyle karşılanır. Bu şiirin de asıl özelliği kahramanların herkes tarafından tanınmış olması, meşhurluğudur.
Yazar Anar ve hanımı, müzik alimi, profesör, Azerbaycan Millî İlimler Akademisi’nin önemli kişisi Zemfira Seferova… Her ikisi de tanınmış, yetenekli, fevkalade simalardır! Ve aslında, böyle meşhur insanların hem de yarım asır birlikte olması, ailelerinin dayanıklılığı insanı güzel manada şaşırtır. Çevreden, cemiyetten uzak, bütün dedikoduların, yalanların, iftiraların dışında tutup, aileni koruyup, muhafaza etmeye, karşılıklı hürmet, muhabbet beslemeye ne var ki! En zoru da şuydu: Hem insanların, halkın içindesin hem de herkesten uzak, herkesten koruduğun bir kaleciğin var… Ve sen Nazım Hikmet’in dediği gibi, sabah vakti işine, akşam evine sevinerek gitmek için çok şeye hazırsın! Belki de, bunların hepsini rakamlar belirler, şiirin de tam kırk yıl sonra yazılmasının esas şarttır, belki, bütün bu koruma tecrübeleri yıllarla ortaya çıkar… Ancak herhâlde, şimdi, bu zamanda, “karakterimiz uyuşmadı” bahaneleriyle dağılan bir yıllık ailelerin zemininde şiir çok mucizevi, ama samimidir de.
Eserin yazarın kaleminden çıkması da ilginç bir durumdur… Hazin, yumuşak bir hikâye de var bu şiirde… Hem de hareket var, heyecanın zik zak biçiminde artıp azalması da açıkça görülür. Yazar, sevdiği hanımla beraber dünyaya bahşettiği namuslu, liyakatli, alnı açık çocuklarından söz ettiğinde ne kadar sakin, yumuşak sözlerle konuşuyorsa “1945 yılının sonbaharında seni ilk gördüğüm gün nasılsan, öylesin. Söyle bunun sırrını, nasıl böyle kaldın sen ?’’dediğinde de o kadar sıcak, heyecanla ifade ediyor hislerini…
Zemfire Hanım “Sonrası Yaşanılır” adlı hatıra kitabında şöyle yazar: Bu eserde, benim Anar hakkında, bizim ilişkimiz hakkında şunu söyleyeyim demem, hiçbir şey yazmamam demektir. Kalemimin bunun için çok zayıf olmasından korkarım. Bunu Anar’ın kendisi yazmalıdır, fakat kuşkusuz o da kendisini yazamaz…’’
…Aslında, her bir yazar bu veya şu şekilde kendini, kendi hislerini yazar… Parçalar hâlinde, küçük veya büyük detaylarla hayatını kağıda yansıtır! Ama her hâlde, şüphesiz, en zoru otobiyogrofik eser yazmaktır. Bilhassa yaşadığı hayat rengârenk, duyguları sıradan değilse… Ne yazarsan, solgun, basit görülür! Allah’ın yardımıyla bütün yaşananları yazmak için ikinci bir hayat istemek de geçer gönlünden… Fakat, ömür bir defa verilir herkese, ama sen bunu bilsen de, her gün bir bahaneyle o eseri sonraya saklarsın. İşte burada, yazarın eşine “Daha yazmadığım en güzel eserimsin” (tam olarak yazmadığım!) sözlerinden hafif bir huzursuzluk hissediliyor. Ve belki de, bu şiir bu sözü edilen eserin ana cümlesi olabilir.
…Fakat hâlâ şiir bitmiş mi? Zemfire Hanım “SONRASI YAŞANILACAK!” demiş.



Anar: En güzel eserimsin!!!

    Zemfira’ma
Zaman ne çabuk geçti,
Şaşıp kaldım kendi kendime.
Tam kırk yıl bundan önce
Olmuş düğünümüz bizim.
Bu kırk yıl nasıl geçti?
Sanki kırk yıl değil,
Kırk gün, kırk gece geçti.
Yıllar yıllara eklendi,
Sevgi, bekleyiş, keder,
Sevinç, rahatlık, kayıplar
Birbirine karıştı.
Peki bu koca dünyada
Neler geçip gidendi,
Neler her vakit kalandı?
Para servet biriktirmedik,
Makamlar kazanmadık,
Hayatımız boyunca.
Ülkeleri, diyarları
Gezdik, gördük doyunca.
Hasetle karşılaştık,
Haksızlıklarla rastlaştık,
Ne beynimiz pas tuttu,
Ne kalbimiz taşlaştı,
Neredeyse, kırk yıl sonra
(Keşke böyle olaydı)
Dünyayla vedalaşıp,
Ömür serhaddini aşıp,
Çekildiğimizde gaibe biz
Öteki dünyada da
Birlikte atacak kalbimiz.
Burada bizden ne kalır?
Namuslu, liyakatli,
Alnı açık çocuklar,
Şirin, tatlı torunlar,
Ak sayfalar üstünde
Çektiğimiz azaplar-
Yazdığımız kitaplar,
Bir de hatıralarda
Yaşayacak aşkımız-
Sıcak, pak, temiz…
1945 yılının sonbaharında
Seni ilk gördüğüm gün
Nasılsan, öylesin,
Söyle bunun sırrını,
Nasıl kaldın böyle sen?
Daha akşam olmamış
Bu kararan kaş değil.
Bahar geçip, yaz bitse de
Sonbahar, daha kış değil.
Kış gelirse gelsin, bırak
Kış günü değil miydi
Hediyesiz, kimsesiz,
Bizim unutulmaz düğün?
Yılın dört mevsiminde de,
Baharımsın, yazımsın,
Benim alın yazımsın,
Hâlâ daha yazmadığım
En güzel eserimsin,
Yazacağım yazımsın.
Yakında veya uzakta
Seni her zaman anar
Eski mektep arkadaşın,
Hayat arkadaşın.
    Anar

İlk Hikâyeler



Anar nesrinin özelliklerini anlamak için ilk hikâyelerine dönüp bakmak, araştırmak gerekir. Yazarın 2003 yılında basılmış ‘Seçilmiş Eserleri’nin ilk cildinde o zamana kadar basılmamış birkaç hikâyesi de bulunmaktadır. Anar’ın ilk basılmış hikâyeleri ‘Bayram Hasretinde’ ve ‘Geçen Yılın Son Gecesi’dir, 1960 yılında ‘Azerbaycan’ dergisinde yayımlanmıştır. Lakin yazar sonradan diğer yeniyetmelik hikâyelerini de kendisinin yazdığı küçük bir ön sözle 1.ciltte okuyucularına takdim etmiştir. Bunlar ‘İki Deniz’, ‘Hikâye’, ‘Gönlümüzün Gecesi’, ‘Sabah Uyanık Olacağız’ hikâyeleridir. Bu eserlerin kahramanlarını ayrı ayrı tahlil ettiğimizde onların benzer ve farklı yönleri hakkında düşündüğümüzde yazarın daha ilk kalem tecrübelerinden başlayarak yolunu nasıl kesinlikle belirlediği, ayırdığı açıkça görülür.
Anar’ın asıl incelediği obje insandı. Ve o, daha ilk hikâyelerinden başlayarak insana mahsus en mühtelif yönleri, çizgileri kaleme almıştır. Yazarın sonraki yıllarda yazdığı eserlerinde daha açık, daha fazla görünen birçok farklılığın ve ferdi üslubunun temeli, işte bu ilk hikâyelerde atılmıştır. Bu konuda öncelikle Anar nesrinde sık sık karşılaştığımız sembollerden, daha doğrusu, belirgin büyük isteklerin ustalıkla kodlanmasından bahsetmek gerekir. On dört yaşındayken Şuşa’da yazdığı ‘İki Deniz` hikâyesinde yazar, belli doğal felaket neticesinde büyük denizden ayrılmış küçük denizle ilgili konuşur. Büyük denizin serbestliği, özgürlüğü ile küçük denizin sınırlar, esaret altında olmasını karışılaştırır:
“Orada deniz yularsız at gibiydi. Burada dalgalar otlaktan dönen koyunlar gibi yavaş yavaş, yorgun yorgun, tembel tembel geliyorlardı.”
Hayatının belli kısmını Sovyet rejiminde yaşamış ve rejimin her yüzünü görmüş yazarın bu devre övgüler dizen ya da tebliğ eden eserlerine, genellikle rastlanmaz. Ve bence Anar’ın devri, yasaklara isyanı bu ‘İki Deniz’ hikâyesinden başlar. Bu hikâyede daha bir düşündürücü kısım, Sovyet dönemi çocuklarının, gençlerinin daha erken yaşlarından yasaları iyi bilmeleridir. Şüphesiz ki, yazar isyankâr fikirlerini Ezop tarzında yazmaya mecbur olan ebeveynlerini de görüyordu. Bu sebeple bölünmüş, özgürlüğü elinden alınmış, vatanının kaderini, acısını bu tür sembollerle kaleme alması da tabidir. ‘İki Deniz’ hikâyesinde tasvir edilen deniz, aslında Azerbaycan’dır… Nasıl olmuşsa “depremler”, “tabii felaketler” neticesinde küçük deniz büyük denizden ayrılmıştır. Ama müellifin sonunda biraz da çocuk romantizmi ile “mutlaka birleşeceklerdir” demesini umutlu ve beklediğimiz netice olarak görmeliyiz. Yazarın daha çocukluktan itibaren kullandığı bu üslup, büyük hadiseleri detaylarla, sembollerle vermek mahareti ‘Askılıkta Çalışan Kadının Sohbeti` hikâyesinde daha öne çikmış bir şekilde kendini gösterir.
Yusuf Samedoğlu Anar’ın ‘İnsanın insanı` kitabına yazdığı ön sözde şöyle belirtir: ‘Askılıkta Çalışan Kadının Sohbeti` Anar’ın ilk basılmış eserlerindendir. Kanaatimce bu küçük yazı duygusal yanı ve yalnız Anar’a has olan ilgi çekici üslup hususiyetleri ile son yıllarda Azerbaycan nesrinde yazılmış en güzel hikâyelerden biridir. İşte bu hikâye sonradan yazılacak ve çoğumuzun yazılmış nesir hakkında düşüncelerini güzel anlamda alt üst edecek birçok güzel povest ve hikâyenin ortaya çıkması için zemin olmuştur. Bazen bir cümle ile karakter yaratmak, küçücük bir paragrafla güçlü, duygulu etki yaratmak, geleneksel yazı manevrasının tek tipliliğini cesaretle bozarak yeni güçlü benzetmelere metaforlara, üslup ve kompozisyon unsurlarına geniş yer vermek tecrübesi bu zeminden başlamış, yazarın sonraki yıllarda yazdığı eserlerde daha da sağlamlaşmıştır.
Yusuf Samedoğlu’nun yıllar önce yazdığı bu fikirleri doğru kabul etmemek olmaz. Hakikaten, Anar’ın bir cümle değil, hatta bazen ifade ile karakter yaratması, ilk bakışta basit bir ayrıntıyla insan duygularını tam olarak ifade edebilmesi onun kendine mahsus, tabii becerisidir. Sözünü ettiğim ‘Askılıkta Çalışan Kadının Sohbeti` hikâyesinde yazar basit bir sahneyle, paltoların hangisinin nereye asılmasından bahseden gardıropçu kadının sözleriyle insan ilişkilerini tasvir eder:
“Ya, bir de atkıları vardı, beyaz yün atkılar olur ya, erkek atkıları. Ya, bak ondan da bir tane vardı. Onu adamın paltosunun cebini düzeltirdim. Ama soğuk olunca o atkı kadın mantosunun üstünde gelirdi.”
Yukarıda aldığım parçada yazar sade bir detayla, atkıdan faydalanarak kaygılı insan karakterini gösterir, hava soğuk olunca yün atkıyı sevdiği kadının boynuna dolayan kişiyi tasvir eder, aslında. Ama bunu da kendine mahsus ve biraz da gizli, dolaylı yolla yapar. Yani asıl durumu anlamak, hissetmek okuyucuya kalır. İşte bu hikâyenin sonunda da eski mantoyu pahâlı bordo bir mantoyla değiştiren ‘kadın mantosu` sembollerden biridir. Burada da maddiyatçı bir kadın karakteri bu şekilde orijinal yolla ifade edilmiştir.
Genellikle, derin arzuların, ağrıların gizlenmesi, tek başına değil bazen ‘ayna` yansımasıyla, bazen de bazı paralel olaylar, durumlar vasıtasıyla verilmesi Anar’ın ilk hikâyelerinde de açık açık görülür.
Rus eleştirmen Lev Aninski ‘Dairenin Genişleşmesi`adlı makalesinde şöyle belirtir: Anar kendi sanat yoldaşları arasında ince analitiktir. Onun yazısında sık sık grafik çizilmesi, denilebilir ki, renkli süslemelere gerek görülmese de, ifadelerin bir şekilde ima edilmesi güçlüdür. Düşüncenin ihtiyatla seçilmesi ve doğruluğu ve edepli bir yaklaşım onun eşi benzeri olmayan bir usta olduğunu gösterir. Onun acısının üstü örtülüdür. Kalbinin derinliklerine sokulmuş, gizlenmiş ve parlak zekâ tarafından çoğu tamamen örtülmüş olsa da, bu sebeple daha güçlü beklenmedik ve ve dehşetli sarsıntı uyandırır.
Bu konuda Rus eleştirmen Aninski’nin yazdığı gibi, bu ‘üstü örtülü acı…` yazarın ‘Sabah Uyanık Olacağız’ hikâyesinde de görülür. Eserin kahramanı Zeynal dostu Aydın’la içki sofrasında oturup sohbet eder. Her ikisi de içer, konuşur. Aslında, yazar bu içki meclisinin kendisiyle, arada bir çadıra girip kahramanları azarlayan Rühsara hala tiplemesiyle, bir derde, acıya dikkati çeker. Okuyucusunu bir gerçeğe hazırlar. Ama kahramanların diyaloglarında çeşitli, amaçlarına uygun olmayan konuların ortaya atılması, bir çeşit problemden kaçınma, derdi kendinden uzaklaştırma için vasıta gibi düşünülebilir. Fakat birden hikâyenin kahramanı ‘Kamile’deyip durunca, ‘Kamile’yi istiyorum’ dediğinde ve Kamile’nin annesine telefon edince, her şey ortaya çıkar.
“Niye deli olayım, Melek hala, Kamile’yi istiyorum, Kamile, diye ben hasretle bağırıyorum -N’apayım, peki n’apayım? Bedbaht kadın aralıksız bir iniltiyle:
-Kamile’yi koruyamadın, zavallı -diye ağlar-kara topraklara verdin.’’
Bütün hikâye boyunca üstü örtülen, gizlenen dert –Zeynal’in nişanlısı Kamile’nin gençken vefat etmesi- eserin bu bölümünde anlatılır. Ve çaresizliği “Ne yapayım, peki ne yapayım ?” sorusu ile ifade eden yazar çıkış yolunu göstermiyor, daha doğrusu, kahramanın bulduğu biricik teselli imkânını vurguluyor -içmeyi ve unutmaya çalışmayı… Ama yazarın son derece gerçekçiliği yine de işine yarar. Zeynal’ın “Ama sabah ayılmış olacağım.”demesi, aslında yine de semboldür, kaçınılmazlığın sembolü, içkinin yahud başka olayların getirdiği rahatlığın, unutkanlığın geçici olduğuna işarettir. Zeynal sabah ayılacak ve bütün hikâye boyunca olduğu gibi çeşitli konularda konuşarak kendini aldatamayacak, Kamile’nin yokluğunu ayık bir şekilde, dinç bir beyinle anlayacak. Onun derdini avutmak için zaman yardım edebilir. Belki de, hayır, öyle dertler var ki, onların karşısında zaman da acizdir.

Yaşar Karayev “Ak limanda başlayan yol” makalesinde şöyle yazar: …Zaman tiplemesi, Anar’ın bütün eserlerinde gizli “metin altı” veya belirgin bir kahramandır. Ünvan, yol, telefon, sürat, mevsimler, bunlar yalnızca zahiri detaylardır. Bu eserlerin ruhu, vaziyeti, metin altı, “zaman felsefesi” ile anlaşılır.
Merhum araştırmacının düşüncelerini okuduğumuzda “Taksi ve Zaman’’hikâyesi akla gelir. Eleştirmen düşüncesini vurgulamak için bu hikâyeye başvurur. Genellikle, Anar’ın kahramanlarının hislerinde, giden zaman için keder, geçen, yahud geçmekte olan zaman için üzüntü, sıklıkla kendini gösterir. “Taksi ve Zaman’’ hikâyesinin kahramanı da bir zamanlar sevdiği, ama sevgisini dile getirmeye, itiraf etmeye cesareti olmadığından bıraktığı, taksiye bindirip yolcu ettiği kadının hasretiyle yaşar. Aslında, bu açıkça bir insanı düşünmek, onu arzulamaktır, yoksa sadece deli bir aşkla hayatındaki boşluğu doldurmak, kimsesizliğe dur demek arzusudur, diye belirtmek zordur.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/pervin/anar-in-dunyasi-69499546/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Leninist Genç Koministler Birliği’nin kısaltmasıdır.

2
Rusya’da alt tabaka, esnaf tabakası.

3
Müsavat: 1. Eşitlik 2.28 Mayıs 1918 27 Nisan 1920 yılları arasında Azerbaycan’da iktidarda olan milliyetçi, demokratik ve Türkçü partinin adı.

4
Kısa roman, uzun hikâye.

5
Turşeng Bitki adı.

6
Guşeppe Bitki adı.
Anar′ın Dünyası Pervin
Anar′ın Dünyası

Pervin

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Anar′ın Dünyası, электронная книга автора Pervin на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв