Beyaz Kelebekler

Beyaz Kelebekler
Rahimcan Otarbayev

Rahimcan Otarbayev
Beyaz Kelebekler

Takdim

Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi
Kazak halkının kültürel ve sanatsal birikimlerinden biri sayılan Kazak edebiyatının, geçmiş ile günümüzün aydın dimağlarını yetiştirdiği, söz sanatına yeni bir boyut, yeni bir ufuk kazandırdığı ve milletin kaderi açısından geleceği daha net görebilmek için kendine has rengiyle ve şivesiyle derin bir düşünce dünyasını oluşturduğu gerçektir. Kazak edebiyatı, her ne kadar zamanın devamlı değişen konjoktörüne bağlı kalarak şekillenmiş olsa da, herbir insanı temel olarak ilgilendiren ortak değerleri anlatmadan ve aktarmadan hiçbir zaman vazgeçmiş değildir. Şüphesiz sanat dünyasına sadık kalarak millî ruhumuzun abidesini ikame etmeye kendi hayatlarını adayan sanat fedailerine, değerli yazarlarımıza bağlı olmuştur. İşte Kazak yazarı Rahimcan Otarbayev, edebiyatımızın sunturlu söz sanatçılarından biri olarak asırlardan devam ede gelen bu önemli kültürel misyonunu en iyi şekilde yerine getirmektedir.
Rahimcan Otarbayev, kendine has yazı sitiliyle kimseyi tekrarlamayan önemli bir kuşak temsilcisidir. Edebiyat adlı kutsal dünyaya ter ü taze duygularla gelen yazar, sanatını sergileyerek yoğun bir okur kitlesine kendisini kabul ettirmiştir. Onun eserlerindeki hayatın ölümsüz kareleri gerçek resim şeklinde göz önünde canlanır. Yazarın kaleminden doğan her cümle doğal bir şekilde gönlünde yer edinir.
Rahimcan Otarbayev, gerçekçi bir yazardır. Eserleri, hayatın eseridir. Toplumun ürünüdür. İnsanın tarzıdır. Bazen sevimsiz bir manzarayı veya olayı hiç değiştirmeden olduğu gibi yansıtır. Eleştirdiğinden dolayı değil, topluma karşı ayna tuttuğundan, gerçek yüzünü göstermek amaçlı olduğundan. Hayatta olduğu gibi edebiyat dünyasında da aynı gerçeğin peşindedir. Günümüzün moda tabiriyle realitelerin arayışındadır. İşte bu haslet dolayı okur yanıldığını yada yanıltıldığını düşünmez, yazara güven besler. Sanırım, bu önemli yazar ile okur arasında önemli bir ilişkidir.
Rahimcan Otarbayev, Kazakistan Cumhuriyeti Bişkek Büyükelçiliğinde uzun yıllar çalıştığı için hem uluslararası platformlarda bir diplomat olarak memleketini en iyi şekilde temsil ederek insanlığın maruz kaldığı sorunları üzerinde birçok çalışmalara imza attı. Özellikle, Kazak ile Kırgız ilişkilerinde büyük katkı sağlayarak kültürel bağın daha çok güçlenmesi için çaba sarf etmiştir. Kazakistan’da birçok kültür ve sanatla ilgili olan kurumlarda görev yaparak Kazak manevi değerlerinin zenginleşmesine büyük katkı sağlamıştır. Kazak kültür ve sanatının gelişmesine büyük emek vermiştir.
Umarım, bu kitap okurlarımızın ilgisini çeker ve kardeş ülke Kazakistan’a, Kazak halkına yeni bir sevgi hissini uyandırır. Değerli Kazak yazarı Rahimcan Otarbayev’in eserlerini Türk diline aktaran Gülzada TEMENOVA ve Malik OTARBAYEV’e ve yayına hazırlanmasında emeği geçen Avrasya Yazarlar Birliği’nin “BENGÜ” yayınevine teşekkürlerimi sunar, bu kitabın okurlarımıza yararlı olmasını dilerim.

Önsöz

Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı
Rus edebiyatının usta yazarlarından Mihail Saltıkov-Şçedrin: “Yazar basit bir şeyden derin bir dünyayı, derin bir dünyadan basit bir şeyi algılar,” der. Sanırım, bu tür yazarlar, sadece iş olarak yazar değildirler, aynı zamanda ruhu itibarıyla, yaratılışlarıyla yazardırlar. Öyle ki, onlar beyaz kağıt üzerinde kelimelerle resim çizen söz sanatının ressamlarıdırlar. Ressamların yazdığı eserleri tabi ki bir tek coğrafyayla, bir tek toplumla sınırlı kalmaz, kalmamalıdır da. Ve onlar toplumlar arasında kültürel etkileşime tesir ederek bir manada yön verirler. Zihniyetin değişmesine, düşüncelerin farklı bir bakışa doğru yönelmesini etkilerler. Bu, gerçek manada olağanüstü bir fenomendir.
Kazak edebiyatının meşhur kalem erbabı Rahimcan Otarbayev efsaneleşme yolunda olan bir yazardır. Meşgale olarak değil, yaratılışıyla, karakteriyle, kabiliyet ve yeteneğiyle tam bir yazardır. Daha doğrusu günümüze kadar yazdığı eserleriyle, eserlerinde işlediği birbirinden ilginç konularıyla bunu defalarca ortaya koymuştur. Onun her bir eseri sadece müellifin diliyle konuşur, düşüncesiyle kıvranır, ruhuyla çırpınır ve sanatıyla şekillenir. O, günümüzde olup biten şeylere öyle değerler katar ki, doğal olarak önem ver(e)mediğimiz, fakat yaşadığımız, nefes alıp verdiğimiz herhangi bir anı bize farklı bir açıdan gösterir. Basit bir olay, sıradan bir vakıa onun için sıra dışıdır, olağan üstüdür. Dolayısıyla o, ölmeye namzet olan kelimeleri öyle diriltir ki, o kelimeler çeşitli anlamlar kazanarak değişik manalara bürünürler. İşte, bu anlamların bir arada beyan edildiğini, hikaye yada roman adıyla şekillendiğini görünce apayrı bir dünyanın oluştuğunu fark etmek mümkündür.
Rahimcan Otarbayev, gerçekçi bir yazardır. Sanatın diliyle gerçeği anlatır. Ölmez diliyle yani. Böyle bir duyarlılıkla doğan eserin sayesinde hem sanat hem de dil ölümsüzlüğe kanat açar. Onun, her bir eseri insan, zaman, mekan ve felsefe çerçevesinde değerlendirilir. Sıradan bir kasabadaki bir insanın yaşantısını resmederken şehirlerde bile bulamadığınız bir güzellik katar, farklı bir boya çalar. Sonuçta o sıradan insanın bile o kadar derin felsefi görüşü, bu görüşün temelinde şekillenen hayatı var ki, özenmemek yada onunla özdeşleşmemek elde değildir. Zamana gelince, yazar toplumun değişime uğradığı iki dönemi yaşadı. Biri, Sovyet Birliği yıkılmadan önceki dönem, ikincisi ise şuan ki bağımsızlık yılları. İşte bu geçiş dönemi çok iyi anlatan, özel hayattan sosyal hayata kadar, hayatın her alanının kelimelerle ‘resim çizen’ bir yazardır. Bağımsızlık döneminde Kazakistan ve Kazak halkının hayatına, tarihine hikaye, roman ve piyesleriyle ayna tutan en önemli yazarlardan biri Rahimcan Otarabayev’dir.
Türkçeye kazandırılan bu eserlerin büyük ilgi göreceğini düşünüyorum. Eserleri Türk diline aktaran Gülzada Temenova ile Malik Otarbayev’e teşekkür eder, Türkiye ile Kazakistan arasındaki kardeşlik bağı pekiştiren, edebiyatla güçlendiren Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliğine şükran duygularımı arz ederim.

AMERİKA’NIN MİLLİ HAZİNESİ
Avcı, tek atışlı tüfeğini kundağından çıkartarak yağlı bezle siliyordu. “Kapar’ın kanlı kırması” olarak herkesçe bilinen tüfeğin namlusu o kadar kusursuz yağlanmıştı ki göz kamaştırıyordu. Bu nadide tüfek, merhum babasının yadigarıydı.
Koşalak’ın tepelerinde ava çıkardı babası. Avdan elinin boş döndüğü görülmemişti. İşinin rast gitmediği zamanlarda bile en azından bir tavşanla dönerdi. Avcılığıyla değil, tüfeğiyle övünür, “Bu tüfeğin namlusundan bin av çıkar.” derdi.
Babası av sonrası ganimetle eve döndüğünde annesi eteklerini toplar, içini sıcak suyla doldurduğu bakır leğeni babasının önüne koyduğunda babası gururla konuşurdu:
“Bu günlerde kazanını kaynatarak taze et yiyen kim var? Millet, domates ve hıyar yiyerek yaşıyor.”
O ise ava çıktığı zaman etrafa yağdıracağı mermilerin hayaliyle, atın dizginlerini dizine vura vura babasının atını otlatıyordu.
Bozkırda gezinen vahşi hayvanları, ahırdaki evcil hayvanlarla bir tutar gibi yaşadı babası ve hiç hayvanlarını çoğaltmadı. Miras olarak bıraktığı sadece tek bir ev ile beş altı hayvan vardı.
Güneş battığı zaman, ocağın yanında duran lambayı yaktı. Gölgeler evin dört bir köşesine saklandı. Kazanı kaynatan ateş azalmıştı. Ocağın önünde bulunan ılgının bir iki dalını ateşe attı. Taze etin kokusu sardı odayı, bir sıcaklık kucakladı evini.
Ocağın önünde uzanarak, babasıyla annesinin büyütülen resimlerine baktı. Lambanın sararan ışığıyla yüzü her zaman beyaz kesilen babasının siması nurlanmış gibiydi. Keskin bakışları yumuşamıştı. “Kurdun yavrusunu vurmadan önce, ana ile baba kurdu öldür. Yoksa çobanların otlattıkları hayvanları yok ederler.” der gibiydi.
Babasının kurt tuzağına benzer huyunu iyi bilen Kapar, onu hayatında sadece bir kere öfkelendirmişti. Askerlikten döndüğü yıl idi. Yatılı okulda okuyan Hatice’yle; yani şimdiki iki evladının annesiyle evleneceği zamandı. Millete hava atarak, asker üniformasını çıkartmadan dört beş ay gezinmişti. İşte o havayla, komşu köye at koşturup Hatice’nin gönlüne girdi.
Nikah kesildi. Düğün, dünür, dürün derken öfkeli sesler yükseldi. Birkaç akrabasıyla birlikte istişare ederken babası:
“Dünüre yakalı gömleği hediye edeceğiz.” diye verilecek hediyelerin listesini okudu.
“Yakasız elbise olmaz ki zaten!” dedi, gelen misafirler.
Elindeki azıcık malıyla yetinen babasının gözlerinden ateş püskürdü. Fakat sessiz kaldı. Sessizliği bozan annesi, “Allah çok versin.” diye mırıldandı.
“Gelinin annesine ne hediye verilecek” diye herkes merak içindeydi.
“Annesine renkli başörtüsü verelim.” dedi annesi sesini kısarak.
“Başörtü de nedir? Hiç olmazsa, yelek giydirin.” dedi Kapar.
“Oğlum, sen askerlikten yeni geldin. Bu ince işlere hiç önem verme. Git, işine bak!” diyen dayısı ortaya konuştu: “Düğünde ne keseceğiz?”
Kapar düşüncesizce ortaya atıldı:
“Lekeli ineğimiz yok mu?” dedi, yine anne ile babasını konuşturmadan.
“Baban ne der?” dedi dayısı yastığa yaslanarak.
“Evlenen ben değil miyim? Niye bu kadar işime karışıyorlar?” diye kendisine karar verme hakkı verilmediğinden dolayı sinirlenen Kapar’ın son sözü bardağı taşırdı: “Baba ne bilir!”
İşte o anda yüzü beyaz kesilen ihtiyar baba, adeta bir ecel meleği gibi yerinden fırladı. O kadar öfkeliydi ki, patlamak üzereydi:
“Lanet olsun! Tek ineğimizi keserek yarın gelini mi sağacaksın, söylesene!”
Gelen akrabalar ihtiyar babayı teselli ederek, “Bunu için kızılır mı? Haaa!” diye boşuna öfkelenmemesini istediler ve sakinleştirdiler zavallı babayı.
Lambanın sararan ışığının yüzlerinde oynadığı anne ve babasının resmi, duvara dayanarak sanki oğullarına “Oğlum, bak…” der gibiydi.
Kapar silahını yeniden topladı ve koridordaki uzun kalın çiviye astı. İçinden, “Kazandaki hazır olmalı, birkaç dakika sonra tabaklara servis edilir. Yarın erken kalkmam gerekiyor, hemen yemeği yiyip uzanayım.” derken dışarıda at kişnedi. Sonra kapı açılarak, “Selamün aleyküm!” diyen kısa boylu, sarı adam içeriye girdi.
“Aleykümselam. Hadi gel!”
“Kapar abi, ne bu ya! Tek başına oturuyorsun. Yenge nerede?” diyen sarı adam, dizlerini kucaklayarak oturdu.
“Bizim şu Jetes değil misin? Hoş geldin!”
Adam başıyla onayladı. Kapar’ın soru dolu gözlerine bakarak konuştu:
“Seçim için koşturuyorum. ‘Adayları seçin, milletvekili yapalım’ diye propaganda yapıyorum.”
Dünyada olup biten her şeyden haberdar olan bu ilginç adam, karısı Hatice’nin de akrabasıydı.
“Hatice yaramazlar için okula gitti. Selam iletmiş ‘Ablamın et kavurmasını özledik!’ diye. Kazandaki çorbayı istemedikleri belli, geziyorlar.”
“Ne zaman gelecekler?”
“Dükkâna giderler. Belki yarın gelirler.”
“Demek abi bugün yalnızsın ha. Kazan ile mutfağın sahibi sensin. Ne güzel!” diye Jetes sofranın başına geçti. “Koyun kellesi de ne?”
“Bir kurbanlık idi. Etini kavurup işkembede sakladık. Nasibin kazandadır senin, demek sana nasip oldu. Hadi buyrun!”
“Barekallah! Ben de iliğime kadar üşümüştüm. Yaz rüzgârı, yavuzu da yıkar derler. Hem şu atımın yürüyüşü de kötü. Midemi boşalttı.”
Kapar’ın elinde bir kelle paça, diğeri ise Jetes›in elinde.
“Yahu abi, şuna bak be! Bu koyunda hiç beyin kalmamış ki. Tarladan eve nasıl dönerdi?” diye bembeyaz beynini ağzına götüren Jetes ev sahibine gözlerini kamaştıra kamaştıra bakıyordu.
Kapar kaburgayı temizlerken mırıldandı: “Seçim de artık doyurdu be abi,” dedi, arkasından çorbayı üfleyerek. Az önceki gibi değil, boğazından geçmiyordu. Demek doymuştu. “Sahibeden ile karısı Ağibe, milletvekili adayı olmak için mücadele veriyorlar. Sanki düşman toprakları işgal etmiş gibi.”
“Yapma ya, haberler sendeymiş.”
“Deme ya abi. Kocası, Kete sülalesinden çıkan Seysenbay’ı destekledi. Karısı ise Tama sülalesinden olan Sarsenbay’a taraftar oldu. Savaş meydanı gibi valla. Dünya küreselleşme sürecine girdi, bunlar hâlâ sülaleden bahsediyorlar… Cahillik işte, ne yapalım?” diye elleriyle yüzünü sıvazladı. Cehalete incinen sofra duasını bile unuttu.
“Hangisi galip geldi, kim mağlup oldu?”
“Tabi ki, Ağibe. Tama sülalesinden çıkanlar, ‘Kardeşimizi seçmezsen, sana gün yüzünü göstermeyiz.” dediler. Kadıncağız güçlüydü. Her ne ise, avladın mı bir şey?”
“Çakallar hayvanlara saldırıyorlar. Bakalım çakalların işine.”
“Çakal mı?”
“Evet. On senedir saldırıyorlar.”
Jetes yaslandığı yerden yuvarlandı. Yastığı girişe doğru fırlattı.
“Çakal mı?” dedi yine. Güldü mü, ağladı mı, belli değildi. Yüzü morardı. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
Kapar’ın eğitim gören bu adamla şakalaştığı an, bu andı. Ya korkar, ya da panikleşir. Şu karakteriyle Sahibeden ile Ağibe’yi nasıl kavga ettirmesin ki…
“Evet, çakal…”
“Allah korusun abi!” diye yaslanacağı yastığı bulamadan kafasını duvara çarptı. “Ay! Ay! Huzur içinde yaşayan milletin milli hazinesine tüfek dayatmak ta nedir abi? Aklını oynatmış olmayasın!”
Bu laf Kapar’ın yüzünde belirlenen gülümseyi ürküttü:
“Ne hazinesi? Hangi zenginlikten bahsediyorsun sen?”
Jetes kelime-i şehadeti söyleyememiş gibi mırıldanarak etrafına göz attı. Cebinden bükülen bir kağıdı çıkartarak dizlerin üzerine koydu.
“Kalem nerede?” diye aramaya başladı. “Adaylarımı barıştıracağım darken kalemimi de kaybettim. Kapar abi, evde kalem var mı?”
“Onu ne yapacaksın? Yok öyle bir şey! Yerin dibinde karıyla birlikte kardeşimizle mektup mu yazışıyoruz sanki?”
“Kalem yani. Cehalet, seni ne edeyim?” diye çaresiz kalan Jetes gözlerinde öfkesi olan evsahibine dikilerek kafa salladı.
“Hey beyefendi, söyler misin? Ben kimin hazinesine el sokmuşum?”
“Çakalları avladığın doğru mu?”
“E doğru olsa ne olur?”
“Bu, Amerika’nın milli hazinesi olarak bilinen hayvandır.”
Kapar tok bir kahkaha attı.
Kah kah! Kurt ile tilkinin ortasında olan bir yaratığa o kadar değer verilmesine bak! Kurt gibi heybetli, tilki gibi kurnaz olmayan, grup halinde dolaşan, ölen hayvanların etlerini yiyen, aç ve zayıf bir yaratığa ok harcamak bile yazık… Geçen sene, karın ilk yağdığı gün Koşalak›ın tepesini aşarken derenin dibinden çakalın sesini duymuştu. Dereye doğru inerek bakınca, çakallar yavrularıyla birlikte bir danayı ortalarına almışlar. Her taraftan delirilcesine cıyaklayıp zavallı dananın kuyruğuna yapışmışlar. Çaresiz kalan dana terlemiş vaziyette, gözleri fal taşı gibi açılmış haliyle mücadele veriyordu. Şimdi olmazsa… Atlı adamı gördüğünde çok mu korktu, evvela yere yıkıldı, sonra yeniden kendini kaybetmiş gibi ayağa kalktı. “Şeytana bak!” diyen avcı alelacele iki kere vurdu. Sonra kuyruğunu bağlayarak yerinden kayboldu. Karlı toprakta sürüne sürüne derisi yünden arıldı. Deriler kumaş gibi işlendi…
“Pekala, bu zamana kadar ne kadar çakalı korkuttun?”
“Sende hiç akıl var mı, lan? O kadar çakalı ben nerden sayayım, kardeşim!”
“Ne oldu? Senin çakallarına mı acıdım diye zannetin? Senin ne büyük felakete duçar olduğunu söylemeye çalışıyorum, o kadar,” diyen Jetes bükülen kağıdını diğer dizinin üzerine koydu. “Cahilmişsin, öyleyse, çakalların tarihini dinle bakalım. Teknik ile teknolojisi geliştiği için ve insanların nüfusu arttığı için Amerika’nın toprağı daraldı ve çakallar yok olmasın diye Asya ile Afrika kıtalarına gönderdiler. Asya ise şu bizim bulunduğumuz Koşalak.”
“E sonra?”
“Ne sonrası? Amerika’daki sorunlar çözüldükten sonra ve buradaki çakalların sayısı çoğaldığında geri isteyecekler. Milli hazinelerini dışarıda bırakacak değiller ya!”
“Allah Allah!”
“Ya inanmıyorsun bana. Son on sene içerisinde burada kurt ile tilkiden başka hayvana rastladın mı, söylesene! Öyleyse bu kadar cayıklayan çakallar gökyüzünden düşmüş değiller ya!”
“Sahi mi? Bunlar başka hazine bulamamışlar mı?”
“Cehalet işte.” diye Jetes dizlerine vurdu. “Yahu onlar var ya, çekirgeleri bile milli değer olarak kabul ederler. Çok inceler, araştırırlar. Hatta yetiştirirler. Eğer kunduzun derisinden şapka takan, tilkinin derisinden yaka saran birini görürlerse hemen içeriye atarlar.”
“Daha neler!”
“Diri hayvanı öldürdüğü için atarlar. Çünkü onların da yaşama hakkı vardır. Esasında bu bir suçtur.”
Kapar bu sözlerden sonra rahatsız oldu, panik içine düşmüş gibiydi. Jetes’in dizisindeki kâğıda göz attı, kâğıt yoktu. Cebine mi soktu, belli değil. Kalemin bulunmaması daha mı iyi oldu acaba? Yoksa… Hani Koşalak’ta avı kovalayarak atı terletip tepeden tepeye koşturan ihtiyar babası buna bazen kızardı ya: “İnce derilisin. Tam mücadele vereceğin anda pes ettin. Kırbacıyla dövüşmek yerine, korkuya sarılmış zavallı!” diye paylardı.
Kocasına söz söylemeye cesaret edemeyen annesi ise, “Öküzü enendikten sonra güya gözlerimiz açıldı ya.” diye nazlanırdı.
“Hayalin bir gün gerçekleşir inşallah.” derdi annesinin sözüne kulak asan babası kahkahayla gülerek. “Şu it oğlu itin askerlikten döndüğünde hepimize hava atması nerede? Hani cesurdu? Hani diriydi bu köpek? Ben onu kastettim.”
“Jetes, sen saçmalamıyorsun değil mi? Afrika’ya nasıl gönderirler ya?” diyen Kapar, sohbetini Koşalak’tan uzak tuttu.
“Deme ya… Geçende televizyonda izledim. Zencilerin neredeyse hepsini vurmuşlar. Sonra askerler helikopterlerle gelip yakalıyorlardı.”
“Çakalları mı?”
“Ne çakalı? Zencilerden söz ediyorum.”
“Zavallılar…”
“Bir kavmin aksakalını ellerine kelepçe takarak, ‘Size emanet ettiğimiz milli zenginliğimizi yok ettiniz. Şimdi bizden çok şeyler göreceğiniz var. Köle olarak ne güzelsiniz ama insan olarak hiçbir değeriniz yok.’ dedi ve o aksakalın gözüne bir çarptı ki kalbim titredi valla.”
“O kadar milletin içinden, her taşın altında bir ucubenin bulunduğunu uzaklardan nasıl bilmişler?”
“Ne yapalım, cehalet işte,” diyen Jetes, cebindeki kâğıdı yeniden çıkarttı. “Uzaydan! Senin parmak oynattığına kadar tepeden izleyerek aynadan görüyorlar. Senin her malını sayıyorlar. Baksana! Yoksa o kadar para harcayıp her sene uzaya gemi boşuna mı gönderiyorlar sandın?”
Az önce “Uzayda!” dediği anda Jetes’in işaret parmağı hava kaldı. Parmağa göz atınca hâlâ havada kaldığını gördü. Meselenin ciddiyetini yeniden kavrayan Kapar titredi:
“Köle olayım, şu parmağını indirsene.” diye yalvardı. “Çakallar sana kurban olsun, hadi yatalım.”
Şu baş belasına baksana, insanı ister istemez korkutuyor… “Zamanında dünyaya hükmeden Saddamı bile yılan gibi gizlendiği delikten çıkarabildiklerinde, sen de nice olursun? Helikopterle “Hadi Kapar! Elbiseni giy bakalım! Çakalların gerçek sahibi kim olduğunu hala bilmezmişsin. Elektrik sandalyeye bağlarız seni. Diri diri yan bakım. İşin bitmiştir senin!” diyerek götürseler, n’olacak? Çok şükür halim çok iyi.
Henüz gelin olmadan annesiyle babasını dünürleyle kavga ettiren eşi de saçlarını ağartmıştı. Üç evladı da annesinin dediklerine inanır, babalarını karşılarına alırlardı. Şimdi baksana… Eşi, çakalın iki derisinden birisini Astana’da yaşayan kız kardeşine göndermiş, diğerini ise paltosunun yakasına diktirmiş.
Astana’daki baldızından şubat ayında mektup gelmişti. “Çok ama çok değerli Kapar enişteme selamlar.” diyerek başlayan mektupta adeta kan kusuyordu. “Nasipse, eğitimimi tamamladıktan sonra burada kalırım diye düşünüyorum.” der. Niye yerin dibine gitmiyorsun? “Sahi, enişte, bana gönderdiğiniz deriyi aldım. Alev gibi göz önümde yanıyor. Kürkün yakasına diktirdim. Öyle yakıştı ki, anlatamam. Sokakta dolaşan yabancılar bile ellerini değdirmeden, kafalarını sallatmadan geçmiyorlar. Hayret içinde kalıyorlar. Bana nazar değmez bundan sonra. Mümkünse, bir-iki tanesini yine gönderirsiniz. Arkadaşlarıma söz verdim.” Yok canım, daha neler!
Bu ne soysuzluk ya! Astana’da neyin peşinde bu kız? “Koşalak’ta avcı eniştem vardır, çakalları yakalar.” diye millete ilan edip çekirgeye bile insan gözüyle bakan yabancıların önünde hava atıyor demek.
Allah canını almasın, şu hatun da birdenbire Kanışken’e kaçmış… Şu it oğlu it de habire kâğıdına bir şeyler not etmekle meşgul, boşuna değil herhalde? Amerika›nın gizli ajanı olmasın. Yine bedava can vermek var mıdır? Birkaç soruyla yine kurcalamayı arzuladı:
“Jetescim, akıllı çocuğum, bana söyler misin? Yani şu çakallara göz yumalım, hayvanlarımızı göz göre göre mi verelim ha? Bu mahluk onların zenginliğiyse, şu kurban olan hayvanlar, bizim nafakamız değil mi?”
Jetes bir tabak yoğurdu ağzını götürüp yudumladıktan sonra kenara koydu. Sonraki sohbete hazırlıklı gibi kendini dik tuttu:
“Dışı boş, içi bok olan hayvanı mı kastediyorsun? Senin hayvanların sana avucunu yalatarak kuyruklarıyla petrolünü çekmiyorlar mı? Petrolünü diyorum! Ey Kazak oğlu, bunu niye düşünmüyorsun?!”
Kapar birdenbire irkildi. Altına serdiği yorgana bakıyordu. Kırışmış meğer. Kapının deliğinden midir, yoksa pencerenin çatlak camından mıdır, bir cereyanın olduğunu hissederek üşüdü. Fakat korku duygusunu dindirmek istedi ve “İhtimal, güçlü bir devlet…” diyerek bu konuya pek ilgisiz olduğunu hissettirmek için lambadaki ışığı biraz azalttı.
“Tabi ki canım! Onlar bizim gibi mi sanki? Onlar Anayasaya kilitlenmiş milletlerdir. Hani Clinton’u bilirsin değil mi?” diye Jetes işaret parmağını kaldırdı.
Yorgana sarılarak uzanan Kapar ise:
“Görsem tanırım…” diye fısıldadı.
“İşte Beyaz Evdeki olay bilirsin ya, hani bir oruspu kadınla… İsmi neydi ya? M-mo… Ma…”
“Marziye,” diye Kapar yorganından kafasını çıkarttı.
“Marziye de nereden çıktı? Koyşıbay’ın karısını mı düşünüyorsun?”
Kapar gözlerini kapatıp kafasını yorgana sakladı.
“Monşak mı, Boncuk mu?”
“Ne ise bir delik boncuğun birisi işte. Kurban olayım, koltuk dayandırır mı? Clinton beyefendi işte o kadınla ilişki kurmuş… Onun karısıysa, ‘Bir eve iki kadın sığmaz, sana kötü günler yaşatacağım’ demiş!”
Sohbetin konusu çakallardan uzaklaşınca gönlü rahatlayan avcı, uzandığından utandı ve kendini biraz topladı.
“Ne büyük skandal olmuş desene!”
“Yaaa… O kadın, ‘Beni ya ikinci karı yaparsın, ya da sana ayırdığım zamanım için ödeme yap’ diyerek…”
“E sonra?”
“Clinton karısından utanarak iki arada bir derede kaldı. Sonra o kadın ‘Benim onuruma dokundu, çektiğim az değil, şu kadar para ödemelisin’ diye mahkemeye şikayet etti.”
“Korkunç!”
“Asıl korkunç sonunda. Bu kavgaya millet şahit oldu. Sesler yükseldi. Erkeklerin taraftarları, ‘Aferin, Clinton! Ne oldu sanki? Az bile’ diye destek verdiler. Kadınlar ise, ‘Erkek yaparsa, bunu yapar zaten. Hepiniz dişinin peşini bırakmazsınız. Erkeklere ders olsun diye bu Başkanı içeriye atmak lazım!’ diye inat ettiler. E abiciğim kadınlara ne dersin?”
“Pekala yargıladılar mı?”
“ ‘Kurban olayım, benim sevgili vatandaşlarım! Şu beladan beni kurtarın lütfen!’ diye milletin önünde mağdur görünerek yine destek topladı. Sonra paraları o kadına vererek paçasını zor kurtardı.”
“Kanun işliyormuş meğer.”
“İşlemeseydi, devlet olmazdı. Düşün şimdi, halkının önünde oruspuluk etti nerdeyse, ölecekti. Peki çakalları öldürenleri ne yapsınlar? Şu kadının adı neydi ya? Dilimin ucunda…”
Lambanın yağı mı bitti belli değil, ışık sönecek gibi oldu. Yorganın içinde uzanan Kapar’ın düşünceleri dünyanın dört bir yanında geziniyordu. Uyuyor muydu, derin düşüncelere mi daldı, belli değildi.
“Buldum!” diyen acı acı yükselen ses kulağının pasını çözdü.
“Neyi lan?”
“Mo-ni-ka!”
“Git buradan it oğlu it!”
O gece rüya gördü. Saddam Hüseyin’le birlikte Koşalak’ın beyaz kumlarında at koşturuyorlarmış…
Ertesi gün alnındaki iz iyice derinlemiş, ağzını zor açıyordu. Vücudu o kadar uyuşmuş ki, yavaş hareket etti. Duvarda asılı olan tüfeğine bakmak istemedi. Jetes sabahın köründe evi terk etmiş. Her ne kadar karları eriten mart ayı gelmiş ise de, dışarısı soğuktu.
Ahırdaki birkaç davara ot vermek için dirgeni eline aldı. Hatice: “Ahırı saman otlardan ve pisliklerden iyice temizledim,” demişti. Doğruymuş meğer. Gerçekten de tertemizdi. Hayvanlarına ot verdikten sonra nedense evine girmek istemedi, dışarıda oyalandı.
Şeytan gibi damdan düşen şu adama bak! Düşünce dünyasını alt üst etti. Bilmediği belası yok adamın. Yıllar önce “Gorbaçov yaşasın!”, “Perestroyka yaşasın!” diye at koşturup her tarafı zehir zemberek etmişti. Hayvanlarını otlatan millet sanki “Yaşamasın!” der gibi he bire bağırıp sloganlar atmıştı. Gorbaçov gidince Jetes’in eski söylemleri de aniden değişti: “Böyle olacağından haberim vardı. Karga pislik bırakmış gibi kafasındaki benini de sevmedim. Eşi Rayısa ise bizim kızdır, Tatardır. O da kocasına hükmetti. Damadımız ise korkaktı. İki arada bir derede kaldı…” diyerek rüzgâr gibi yön değiştirerek esmişti.
Dünkü anlattıkları neydi ya…
“Küreselleşeceğiz, sınırları yıkacağız, hepimiz kucak kucak sarılacağız…” dedi. Hay Allah, bu it oğlu itin kucağına kim ihtiyaç duyar?.. Her ne kadar falanı “beyaz” desen, o da bir yol bulur eksik yanını bahis eder. “Alkol kullanması iyi değildi, çok utanç verici…” diyerek Eltsin’i de koltuğundan düşürmüştü ya? Cebindeki kâğıdı bırakmadan çakalları savundu it oğlu it, demek bir bela gelecek…
Danaya saldıran çakalı vurmak istediğinde ise çakal, kurt yada tilki gibi kaçmadı. Hiç hareket etmeden inadına duruyordu ki, kendisiyle “Ne yapabilirsin ki?” diye dalga geçer gibiydi. Sadece kedi gibi “miyav” yaptı. Kapar ise, kendi kendine “Ne demişler ‘Yolcu yoluna gerek!’ diyebilmiş. Arkanda Amerika gibi dayanak devletin varsa, mermiyi kim umursayacak ki?”
O gün ne olursa olsun bir çakalı vurdu. Derisini yüzdü. Etini çöpe atmak istemedi. Köpeğin tabağına attı. Kutjol ismindeki köpeği ise, burnunu ateş koruna dokundurmuş gibi ürperdi. Evden uzaklaşarak kaçtı. Birkaç gün gelmedi. Köpek de olsa, çok değerli hayvan, kötü koku alınca yada birşeyi hissedince, evini bile terk etti.
Demire gerilen iki çakal derisini atın eyerine bağlayarak Kanişken’e götürdü. Orada kurt derisine altı bin tenge verirler, çakala ise o miktarın yarısı. O da az değildi. Yine küçük bir deriyi kokan kulübenin içine girip uzattı. Daha birkaç gün önce deriyi kapmak için elalem buna saldırıyordu. Kulübe içindeki adam: “At bunu abiciğim!” dedi kendisine arka dönerek. Büyük bir felaketin olacağını hissetti o anda…
Allah’ın kulu, belâyı kendisi bulur. Derileri atmadan evine getirdi ve iyice işletti.
Öğleden sonra çay demledi. Birkaç kâse çay içti. İçinde kaldı bu çakal olayı. Dışarıya atamıyordu. Sonra, “Allah’tan kork, vazgeçtim!” diyerek mırıldandı ve yüzünü sıvazlayarak ayaklarını uzattı. Uzanınca gözüne yine tüfeği ilşti. Tam o esnada, “Allah belanı versin! Nerdeyse düşmanımla baş başa kalacaktım. Hatun da gelmedi!” diye yerinden fırladı. Güneş ufuğa doğru kaymış. Ahırda koyun kuzu meleştiler. Peline doyan kuzular susadılar. Kargalar uçuştular. Evin çatısına çıktı. Simsiyah yağ sürülmüş gibi baca vardı. Dumansız baca da garipmiş. Uzanan yola doğru baktı. Uzaktan birşeyin hareket ettiğini gördü. Hatice olmalı evine acele eden. Deriyi paltonun yakasına diktirmişti kadıncağız… Kanişken’de kim sahip çıkar ki? Yazması olan kağıda dayanır. Bebeklerine kadar televizyonun önünde uzanarak yatarlar. Onlara hava atmıştır herhalde… Düşmanları, koyunlar gibi melemiştir.
Ölmek istese can ciğerinden tatlı, gömülmek istese toprak taştan daha katı… Of çekerek etrafını izledi. İki çakalın kafası çatı üzerindeydi. Titremeye başladı. Soğuk ter döktü. Kafası zonkluyordu, çocukluk döneminden kalan radyonun anlamsız sesleri kulaklarını çınlatıyordu.
“Yaramaz çocuklar çatıya fırlatmışlar,” diye kafasını salladı. Ansızın bakışları bulandı, halsizlik üzerine çöktü. Kendisi topladı ve çakalların kafalarına göz atınca sanki ikisi de onu takip ediyor gibiydi. Ucubeler gibi göz dikmişlerdi. Hatta tırnaklarıyla toprağı kazan gulyabaniler gibi cehenneme doğru sürükleyeceklerdi sanki. “Merak etme Kapar! Afrikalıları götürdüğümüz gibi seni alırız! Miyav, miyav…” der gibiydi.
Canı sıkıldı. Sanki medet bekler gibi yolu izledi. Hatice evine varmakta acele ediyordu. Paltosunun yakası ateş koru gibi yanarak göze öyle batıyordu ki. Yaka değildi, sanki çakal boyununa sarılarak hiç bırakmıyordu. Gök yüzünde dolaşan kargalar mıydı, belli değil. Fakat gök yüzünü bulutlar kaplamış gibiydi. Radyo sesi kulakları öyle çınlatmıştı ki, helikopter sesi geliyordu.
“Allah Allah!” dedi çaresiz kalan avcı, bacaya dayanarak. “Pis çakallar gitsinler Amerika’nın milli zenginlikleri olsunlar. O zaman ben kimim? Devletin zenginliği miyim, yoksa… Biçare gezen sahipsiz birisi miyim? Bu dünyadaki kazancımla, öbür dünyanın imanıyla bir şeyler istemeye hakkım yok mu? Sağ el hain olsa, sol el imdada koşmaz mı? Bu devlet devlet midir, yoksa hayvanlar ahırı mı, lan!”
Gözleri yaşardı.
Batan güneş fani dünyanın güzelliğinden vazgeçmek istemez gibi her tarafı aydınlatıyordu.



ÇİN HEDİYESİ
İkindi ile akşam arasındaki gök gürültüsü, yeryüzüyle baharın göbek bağını kesmişti. Kış mevsiminin şiddetli soğuğundan zayıf düşen köylü, çişeleyen yağmuru seyredip, “Kudrete bak!” derken içleri umut ve sevinçle doluydu. Tarladan doymadan dönen hayvanlar bile gübre kokulu ahıra acele etmeden yavaş yavaş geliyorlardı. O esnada Bazargül siyah ineğini sağıyor, Ömırbay ise eline aldığı çubukla bir buzağıyı uzaklaştırıyordu.
“Bey, sen ne yapıyorsun? Şu akrabasının peşine düşüp sınır ötesine giden Takay var ya, meğer geri dönmüş. Bir sürü mal getirmiş,” dedi eşi memeyi çekerken. Memeyi sıkı tutan güçlü kadın kovaya süt akıtarak buzağıya dönüp baktı. “Geçen şu komşu kadın söyledi; fakirmiş ama maşallah gözü tokmuş.”
Ömırbay’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Belini doğrultamadan zor yürüyen eşine, hareketsiz duran siyah ineğine, memeye uzanmak isteyen buzağıya baktı. “Çeksene ayağını! Baksana şuna! Buzağıya süt vereceğine… Sanki son sağma sütü azmış gibi. Sen de içsene, hadi yapış!” dedi Ömırbay hayvanlara kızarak.
Bazargül’ün gözüne uzun boylu, kırpık bıyıklı bir adam ilişti. Yerinden hemen fırladı. “Çin’e kaçarken bitleri semirmişti, bak şimdi, adam olmuşlar,” diye düşündü.
Eşinin bu keskin sözleri Ömırbay’a çok dokundu. Dışarıdaki kapıyı sertçe kapatıp eve giren Bazargül’e de, sakız çiğner gibi ağız dolu köpüğünü akıtan buzağıya da dikkat etmedi. ‘Takay geri dönmüş’ sözü kulağında çınlıyordu.
Her tarafa sürükleyen dolu dizgin düşünceler, bir kâse çayı bile yudumlatmadı. “Hay, Allah! Zaten millet Çin’den gelen ucuz mallara çoktan doymuştur,” dedi içinden.
Yüzünde çizgilerin belirginleşmeye başladığı sarışın eşi, kaynayan semaverle birlikte adeta korsuz yanıyordu.
“Rengin solmuş, n’oldu?” diye sordu Bazargül şüphelenerek.
“Yok birşeyim” dedi Ömırbay.
“Beni dinle! Az önce Astana’dan arayan kızın ile damadın geleceklerini söylediler. Torunumuz Yerlan ‘Dede ile nineyi özledim’ demiş. Kurban olayım torunuma! Sabah şu kısır maryayı tarlaya gönderme. Torunumuz güzel bir çorba içsin.”
Bazargül’e seslenmek istediği anda kapı gıcırdadı. İçeriye Takay girdi. Elindeki bohçayı kapı önüne atarak yüksek sesle selam verdi.
“Hay, Allah! İki yanağına bak, kıpkırmızı, ne kadar gençleşmişsin! Yoksa yağ mı sürdün yüzüne?”
“Hadi yengeciğim, çay kaynatıver! Yağı da sürdüler, balı da. Boş ver, hadi sen işine bak!”
Ömırbay kardeşini sofranın başına oturtturdu. Kendisi ise ocağın dibine doğru kaydı. “Yağ sürmez ha!” diyebildi.
Bazargül , Takay’ın getirdiği emaneti istemeden aldı.
“Millet iyi mi?” diye sordu Ömırbay.
“Herkesin bol bol selamı var abi. Eskisi gibi rahatlık yok tabii ki. Ne yapalım zaman işte…” dedi Takay.
Ömırbay’ın gözüne biraz önceki hayal ilişti. Eşi ile kayınço arasındaki şakalaşmalara önem vermedi.
Yalnız kaldıkları zaman Bazargül Çin’den gelen hediyelere bakarak:
“Düşmanından da alsan, menfaatine derler ya… Al şunu! Çin’deki karın göndermiş,” dedi. Ömırbay elinde parlak mavi bir kumaşın olduğunu fark etti.
“Ne kadar güzelmiş!” diye hayret etti. “Küçücük teybi de göndermiş. Zavallı ne yapsın?!” diye mırıldandı Ömırbay.
Pelüş gibi yumuşak işlenmiş, boy posuna uygun biçilmiş siyah kürk Ömırbay’a çok yakıştı. Vücudunu öyle ısıtıyordu ki, çıkartmayı düşünmedi.
“Sana yakışmadı. İhtiyara ne yakışır? Astana çok soğuk. En iyisi damada hediye et! Şansa bak. Kızım için diyorum. Avuçlarını yalıyordu zavallı. Şu kumaşı alıp kendisine güzel elbise diktirsin. Şu teybi torunum görürse, çok sevinecek. Ne ise yatalım. Sabah hayvanları tarlaya erkenden sürmek lazım,” diyen Bazargül, sevincini gizleyemedi. Gerdek gecesini hatırlamış gibi yatağını acele etmeden düzeltti. Bembeyaz yorganını serdi. Kürk ile mavi kumaşı katlayarak dolabın içine koydu.
Her ne kadar vakit gece yarısını da geçmiş olsa da, Ömırbay gözlerini kapatamadı. Sarışın yüzlü eşi sağa sola dönerek derin nefes alıp uyuyordu. Ömırbay ise yorganı teperek kendisiyle mücadele ediyor gibiydi.
“Yengeciğimin iki güzel hasleti var: Uykusu taş, sözü ise zehir gibidir,” diye konuşan Takay’ı hatırladı.
Gözlerini nasıl kapatabilirdi ki? Vücudu yataktayken hayali Çin’de gezip dolaşıyordu. Tepeden tepeye dolaştıran o eski atını hatırladı. Neydi o günler…
***
Beyaz Çarlık’ın yerle bir olduğu, Kızıl askerlerin güç kazandığı o korkunç devirde Ömırbay’ın annesi ile babası iflas edince, sınıra yakın olan Çin’deki Kulja ilçesine göçmüşler. Geldiklerinde çok zorlanmışlar. Ömırbay ise ailenin tek oğlu olarak nazlı nazlı büyüyordu. O dönemde ilçede Çinliler pek yoktu. Sonraki dönemlerde bir gün içerisinde çoğalmışlardı. Çok mu özlemişlerdi vatanlarını? İlk günlerde akşamleyin ocağı yakarken geldikleri tarafa bakarak ağlarlardı. O zor dönemlerde hayatında ağzına haram lokma atmayan Kazak yaşlıların fareyi ateşte pişirip yemelerine hayret etmişti. Yetim çocukların savaş esnasında zamanın çıldırtıcılığına uyarak ellerine silah alıp bir anda asker üniformalarına bürüneceklerini kim aklından geçirebilirdi ki?
Ömırbay babasının istediği kızla evlenmişti. O günlerde Çinlilere karşı savaş ilan eden Osman dayısı vardı. Osman Batır daha önceki hukümetle yaka paça olmuştu. Bu sefer Kuomintang’a karşı baş kaldırmıştı. “Kim varsa, herkes atına binsin! Ezilmek isteyen Çinlilerin ayakları altında kalsın!” diye haykırmıştı.
Annesi bırakmıyordu oğlunu. Bir sürü bahaneler ileri sürse de, dinine bağlı olan babasına söz geçiremiyordu. “Git oğlum!” diyen babası, “Ruhun Allah’a emanet; nefesin kısmettir. Babayiğitlerin başıdır Osman. Milletin hayalidir Hürriyet. Osman’dan daha güçlü, hürriyetten daha mukaddes bir şey yoktur oğlum. Git!” demişti.
“Tek oğlumu nasıl savaşa gönderirsin? Fıtratı çok farklı. Korkaktır senin oğlun. Çocuğunun ölmesini mi istiyorsun? Çinliler peşini bırakmazlar oğlumun! Gelinim yapayalnız kalacak. Baksana, hamile haliyle kıvranıyor. Osman dayısı ise farklı, herşeyi gören bir insandır. Gerekirse bir hayvan için bile savaşacak fıtratı var onun.” diyerek hayatında nadiren konuşan annesi içini dökmüştü.
“Sus!!!” diye babası susturmuştu.
İşte o andan sonra dağları dolaşarak kayaların üzerinde yürümüştü. Düşmana karşı nice mücadele meydanlarında bulunmuştu.
“İt oğlu itlere bak ya! Eskiden asker ata binemezmiş. Bir askere bir atlı Kazak’ı verirlermiş. İki kişi ata binermiş. Asker tüfek tutar, Kazak arkadan askeri tutarmış. Tabii ki et yiyen Kazak’la denk olunur mu?” diye konuşurdu genç Ömırbay. “At koştururken bağırıp çağırın! Düşmanın nefesi kesilsin!” derdi.
Sovyetle savaşan Osman Batır, eninde sonunda Çinlilerin eliyle kurban oldu. Osman şehit düşünce Çinliler lidersiz kalan Kazak askerlerini Kulja ilçesindeki hapse attılar. Eskiden fareye dönüp bakmayan askerler, açlıktan fareyi bile bulamaz oldular. İşte Ömırbay, Tamuğun ateşinden zar zor kurtulabildi.
Yıllar geçti. Ömırbay’ın ikinci oğlu dünyaya gelmişti…
Herkes kendi gölgesinden korkarak baskılara alışmaya başladığı sırada, Sovyet Birliği yumuşamış, Çin-Sovyet sınırı açılmıştı. “Vatanlarını özleyenler için geri dönüş!” haberi ulaşmıştı. Millet paniklemişti. Herşey belirsizdi. Her kafadan bir ses çıkıyordu: “Müjde, sınır bir sene boyunca kapanmayacakmış… Hayır, bir ay açık kalacakmış… Sovyet askerleri kadın ile erkeği ayrı kabul edeceklermiş…. Çin’in bitine kadar herşeyi sayarız demişler….”
Ömırbay, eşi Asemay ile iki oğlunu Altay’da oturan kayınvalidelerin evine gönderdi. Kayınvalideler de sınırı geçeceklermiş. Kızla damadı bekliyorlarmış. Ömırbay ise Boztepe’nin eteğinde kalan annesi ile babasının mezarını ziyaret ederek sınıra gelecekti. Kayınvalidesi ile eşi Asemay sınıra gelene kadar büyük oğlu bir gün öncesinden sırayı bekleyecekti.
Sovyet Birliği’nin hangi şehrinde veya ilçesinde yerleşeceklerini sınırda haber vereceklermiş. Eğer akrabalar listeye dahil olmazsa, gözyaşına bakmadan herkesi her tarafa tespih taneleri gibi dağatacaklarmış. En çok da bu haber yürekleri hoplatıyordu.
Ömırbay sınıra vardığında sınır kapısı kapanmış, kendisi kalabalığı yararak son anda geçmiş, ailesi öte yanda kalmıştı.
***
Ömırbay düşüncelerinde boğuluyordu. Kalktı, sigara yaktı. Yatakta uzanan sarışın eşi kıpırdamadan uyuyordu. İçini yakan acı dumanı nefes vererek çıkarttı. Küllüğe el uzattığı anda Çin’den gelen küçük teybi fark etti. Yine uzandı. Yorganına büründü. Biraz sonra teybin düğmelerine elini uzatıp basınca o eski yıllara karışan Asemay’ın sesini duydu. Gelin olarak evine gelen Asemay’ın sesi ne güzeldi!
Perde arkasından utana utana çıkar, esmer yüzüne yakışan o güzel saçlarını eliyle tarar, anne ve babasına çay ikram ederdi. Gülümsediği zaman iki şirin gamzesi belirirdi. İşte o güzeller güzeli Asemay’ın sesi eskisi gibi değildi.
“Önünüzde eğilerek selam verdim! Bu, Allah’ın emriyle nikâhladığınız Asemay,” diye konuştuğunda Ömırbay titremeye başladı. Havasızdı. Yüreği ağzına geldi. Kaseti döndüren teyp yine çalışıyordu. “Bizi unutmadınız değil mi? Hiç olmazsa, sözümü duyasınız diye mektup yazdım. Ne yapalım, kader işte. Bizler Altay’dan yetişene kadar sınır kapısını açılmayacak şekilde kapatmışlar. Siz ise kalabalıkla birlikte geçmişsiniz. Hissetmiştim aslında, sınıra yaklaşana kadar rahat değildim zaten…”
Kendisini o an kaybetmişti. Gözünde o eski acı hatıralar canlandı. Sınır kapısının önünde yaşananlar gözünün önünden geçiyordu…
***
Dün kalabalıkla geçti dedikleri kayınvalidesi ile eşini ve iki evladını bulamadığı için takati bittiği anda:
“Ömırbay hayatta ise hemen gelsin,” demiş Çin sınırındaki asker komutanı.
Acı haberi duyan herkes üzülmüştü.
“Böyle olacağını biliyordum zaten.”
“Ne diyorsun sen? Belki ailesini bulmuştur.”
“Asemay ile iki evladına bakarak kapıyı açmazlar.”
“Sus! Osman Batır’la birlikte hükümete baş kaldıran adamı Sovyet Birliği’ne sokmayız, demişler.”
“Aldatıp bir şekilde Kulja’nın hapsine sokalım, demişler.”
“Sen ne diyorsun, elini ayağını bağlayın, dilini koparın, demişler.”
“Reddet kardeşim! Çocuk belindedir, eşin yolundadır.”
“Vatanımıza geldik” dediğimizde, yolumuzu hep sarhoş adamlar kesti. Nereye geldik?” diye kadın erkek herkes konuştu.
Bunlar olurken Ömırbay’ı Rus askeri götürmüştü…
***
Asemay’ın teypteki konuşması devam ediyordu.
“Gecikmeden Sovyet’teki bir güzelle evlenmişsiniz diye duyduk. Yakıştıysa problem yok. Fakir eşiniz ise hep eski hatıralarla yaşayıp ihtiyarladı. Sabaha doğru rüya gördüm. Saçlarım beyazlaşmış meğerse. Yanınıza eşinizi alarak bizlerden uzaklaştınız. Sonra dans ediyordunuz. Dansı bilirsiniz… Karajorğa! Sonra uyandım… Yahu şu ahmak kafaya bak, birini anlatırken öbürünü unutmuşum. Size kürk gönderdim. Sağlığınıza dikkat ediniz, Bey’im…”
Yüreğine hançer gibi saplanan o güzeller güzelinin sözünü kesmek istediyse de teybin düğmesine basamadı.
Meğer Asemay’ın haberi varmış. Evet, Ömırbay sınırı geçtikten sonra bir kızı olan dul bir kadına evlendi. Dul olan Bazargül’ün evi barkı vardı da ondan. Kendisinden 13 yaş küçüktü. Çocuk doğuramadı. Bazargül köydeki mağazada çalışıyordu. Kendisi ise postadaydı.
“İçimdeki ızdırap bitmiş değil, Bey’im. ‘N’olur kapıyı açınız! Kocama bırakın beni!’ diye yalvardım. Nikah ahdimizi içtik ama kâğıtla ne işimiz var? Sınırdaki asker, ‹Tamam, kağıdınız yoksa, en azından eşiniz gelsin, bu benim eşimdir.’ desin. O zaman açarız.’ demişti…”
Titrek elleriye yine sigara yaktı. Ağzından çıkan duman, adeta bir serap gibi belirdi…
***
Evet, bir Rus askeri götürmüştü Ömırbay’ı. Konuşmaları çok kısa geçti. Fakat Rus yalnız değildi. Bir Çinli askerle birlikteydi.
“Eşiniz olduğu doğru mudur?” dedi Çinli asker.
“Hayır, ne eşi? Osman Batır’ı görmedim bile.” demişti Ömırbay.
“Pekala, evlatlarınız var mı?”
“Kimseyi tanımıyorum. Hükümete karşı baş kaldırmadım.” dedi.
“Yalnız mısınız?”
“Evet.”
***
“Bey’im…” diye devam etti Asemay. ‘Evet, arkada Asemay ve iki oğlum kaldı.’ deseydiniz bizleri de sınırdan geçireceklerdi. Sizi sorgularken bizler yan tarafta duyuyorduk konuşmalarınızı. Bizi bırakmanız, bizleri feda etmeniz… Nasıl olur? Hani yüreğiniz yumuşaktı ya…”
Ömırbay hıçkırıklara boğuldu. Yorganı örttü. Sıcak gözyaşları yüzünü adeta yakıyordu. Teypteki ses durmadan yüreğinden vuruyordu. Asemay ete kemiğe bürünmüştü. Yorganını açmak istemedi. Utanıyordu. Asemay ağlamaya başlayınca nefes alamadı. Esmer yüzlü Asemay’dan çekiniyordu. Sesi o eski günlere karışan ney sesi gibi duyuldu. Ağlamaları ne kadar tatlıydı…
“Ne ise, sonra bizleri sınıra yakın olan köye götürdüler. Kış mevsiminde hayvanlarımıza baktık, yazın ot topladık. Şiddetli kışlarda donarak, sıcak yazların azabıyla iki evladınızı büyüttüm. Bilir misiniz tam size çekmişler keratalar… Kölsay’da ot toplarken şu sizin iki yaramazınız tepeye çıkıp, sınırın ötesinden sizi beklerlerdi. Bir siyah nokta görseler, ‘Baba geliyor, baba!’ diye velveleye getirirlerdi. Ben de onlara inanarak tepeye kadar tırmanıp çıkardım. Uzaktan siz geliyorsunuz diye türkü söylerdim. Hani ilk evlendiğimiz günlerde, Dolunayın altında ‘Kaz civcivi’ni söylerdik ya… Hatırınızda mıdır?
Bu ülke köyümüzdür bizim, At koşturduğumuz tarlamızdır bizim!
Gözümüze nur gibi ilişir, Sevgilimizle dolaştığımız yerlerimiz bizim!
A-h-a-uu! A-h-a-uu!
Uçurdum kaz civcivini…
Evlatlarınızla söylediğimiz bu türküyü duyabildiniz mi, Bey’im?!”
Üzerindeki yorganı atarak Ömırbay bağırdı:
“Sen beni diri diri gömdün Asemay! Civcivlerim benim!.. Affet beni! Affet!”
Yanında uzanan Bazargül yataktan fırladı: “Ne oldu! Uyutmuyorsun bile!”
Karanlık yavaş yavaş çekilerek duvarın dört bir köşesine saklandı.



BEYAZ KELEBEKLER
N’olur karıncaya dokunmayın,
Onun aradığı tek şey, hayattır.
    Firdevsi
Yine beyaz kelebeklerin peşinde koşarak yorgun düştü, susamış haliyle uyandı.
* * *
Dümdüz caddenin sağ tarafında, birbirine çarparak yürüyen kalabalığın içinde düşe kalka yürüdü. Çarşının yolunu tuttu. Her gün aynı yol. Susuzluktu onu rahatsız eden…
Yürüyüşe alışan millet onun yavaş yavaş ilerleyişine önem vermiyor gibiydi. Sabahleyin sökülen şafak aydınlığa dönüşünce, güneş alnını ısıtırcasına ışık saçıyordu. Beyaz baret şapkasıyla alnını kapatarak yukarıya doğru baktı. Henüz tüyünü dökmemiş olan yetim deve gibi darmadağınık yapayalnız gezinen bulutlar vardı gökyüzünde. Ağustosun çiyiyle gagasını çalkalayan serçe kuşu da kalabalığa alışmış; zıplıyor, uçuyor, yerinde duramıyordu. Onun da pazardan nasibi olmalı. Birdenbire, “Devran geçti o devran!” diye yükselerek çıkan sese doğru döndü. Yerinde duran kimse yoktu. Ayakları şişen yaşlı nine yanından geçiyordu. Elinden tutarak hızına yetişemeyen genç kızına tavsiyede bulunuyor, birşeyler anlatıyordu sanki.
“Ben de öyleydim.” dedi nine.
Kızcağız şaşkın bakışlarıyla, uzun yolun karşı tarafını izliyordu. Kısa gömleğiyle eteğinin arasından tek göz gibi dikilen göbek çukuru, yürüyenlerin gözlerine batıyordu.
“Sen de benim gibi olursun…”
Nine ile kızcağız kaybolduktan sonra ayıldı. Düşüncenin derinliğinde dolaşan, endişeleri içine sindiremeyen, sonsuzluğun dipsiz karanlığına sürüklenen tek o değildi. Herkes…
Eskiden Devran, büyük şehrin kocaman çarşısında pantolon satardı. Zayıf kadıncağızın zor sığabileceği küçük bir yere sahipti.
Pantolonların her çeşit renginden asarak, “Ağabey, sana tam oldu… Ne güzel yakıştı… Amcacığım tam sana göre dikilmiş.” diye malını satmaya çalışırken kendisi de şaşardı.
Alıcıları da her yaştandı. Yerinde duramayan genci, toprakta sürünen ihtiyarı, uzun boylusu, topalı, bodur boylusu, herkes vardı… Paranın yüzüne bakmayan cömerti de, paranın mührünü yalayan cimrisi de eksik olmazdı.
“Hey gidi dünya!” dersin. Her ne ise, bu kıvırcık saçlı, zayıf sarı yüzlü delikanlının kazancı aylık ev kirasına, iaşesine, hatta Jarbay köyünde yalnız yaşayan annesine de yeter ve artardı. Kocasının yaptırdığı evini terk etmek istemeyen annesini ayda bir ziyaret eder, ihtiyaçlarını gidererek sevindirirdi. Ziyaretin sonunda dönmek zorunda kaldığında, “Yavrum!” diye karayoluna kadar uğurlayan annesi, etekleriyle gözyaşını silerek huzur dolu hislerle kalırdı. O ise şehre girer girmez çok yoğun, hatta rahatsız verici hayat tarzına alışarak geçirirdi günlerini… Ruhunu satacak kadar düşmezdi bu bataklığa… Onun bir Alima’sı vardı. Hani pazarın girişinde su satan, iki kaşının ortasında beni olan kız vardı ya… İşte o! Pantolonları satar satmaz, su içmek için yanına gelirdi.
“Kerbala çölünden mi geldiniz?” dedi bir gün gülemseyerek.
“Hayır, engin tuzlu topraklardan geldim.”
Cevaba güldü. Öylesine bir gülücük değildi. Sanki çini kırılarak havaya buharlaşmıştı. İşte o andan itibaren o, suyu değil, kırılan çininin sesini duymak için arardı. Yine o ses, havada kaybolan ses. Ağabey ile yengenin destekleriyle yaşayan yetim kızmış. Yüzünde bebekliğin, korkudan sığınmak isteyen bakışlarında ümidin izleri vardı. Heveslenerek içtiği hüzünlü gülüşünü bu ümide bağlamıştı…
“Sonbahara doğru düğün yaparız…” diye anlaşmışlardı.
“Jarbay’da yalnız oturan anneyi de evimize alırız…” demişlerdi. Fakat…
“Eski mezarlığı yerle bir ederek şu Nikah Salonunu yapmışlar. Sonumuz hayırlı olsun!” diyen tanıdık sese doğru dönüp baktı. Ayağı şişen o nineymiş. Biraz rahatlamış gibi.
“Bugün nikah kesenler o kadaaar çok ki.”
Göbeği açık kız “O kadar” kelimesini sakız gibi çiğneyerek çekti.
“Hayvanlar beslendiler. Sebze meyve pişti. Milletin şehveti uyanmaz da, kimin uyanır?”
Nineyi takip eden kızın duyguları coştu.
“Günümüzün gençleri kararsızdırlar. Gece verdikleri sözden sabah hemen dönerler… Şu pazar da nerede kaldı, ne kadar uzak!”
Dükkânları takip ederek kimseye yol vermemesi de nedir!
…Fakat!
Günlük pantolon ticareti kızıştığı anda, “Çarşı sahibi seni çağırıyor. Hemen yanına git!” diye haber almıştı. Şaşkın şaşkın baktı. Yüzü kırmızı kesilen mavi gözlü çarşı sahibiyle bazen karşılaşırdı. Sahip olduğu zenginliğiyle ilgili pazardaki kadınlar konuşa konuşa bitiremediler.
“Yahu ceketini günde iki kere değiştirirmiş.”
“Ceket te nedir kardeşim, haftada bir yeni arabaya biner.”
“Karısına Paris’te vila almış. Karısı ise, her kokuyu beğenmez, ‘Coco Chanel’ banyosu yaparmış.”
“Bir tek kızı var. ‘Jeep’ arabasından hiç ama hiç inmezmiş.”
“Deme ya… Arabadan inmez de kendisine koca arar belki de. Sen de deli karısın, o sen yada ben değil ki?”
“Saçmalama! Zenci bir erkek bulsun, bir kabile reisinin karısı olsun, sonra yurdundan kovulsun da bakalım. Çivi çakılmış gibi oturur mu?” diye arı yuvası gibi zıvır zıvır konuşmalar bitmezdi. Hatta tartışmaya girer, bazen kavga ederlerdi.
Bir eli yağda, diğer eli balda olan çarşı sahibi neden bununla görüşmek istemiştir ki? Yoksa çarşıda çalışmak isteyenlerin sayısı çoktur. “Küçücük yerimden olmasam keşke” diye korkmuştu. Annesi de her gittiğinde, “Yavrum, zirvelere çıkarım diye düşünme!” diye ikna ederdi. Pantolon satan oğlu sanki çarşının en şerefli yerini elde etmiş gibi konuşurdu. Titrek hareketiyle büyük odanın içine girdiğinde yüzü kırmızı kesilen mavi gözlü beyefendi yerinden gülümseyerek kalktı.
“Gel kardeşim, buyrun! Sen benim kardeşimsin, sana göz diktim.”
Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordu. Çarşı sahibi kurt gibiydi, başından ayaklarına kadar süzdü.
“Selamünaleyküm!” dedi yeniden ne konuştuğunu bilmeden.
“Aleykümselam. Otur kardeş. Sakin ol. Pantolonu ne yapacaksın? Boş ver! Bugünden itibaren danışmanım ol. Kızımla birlikte… Hem çok paran olur.”
“Satamadığım malım var…”
Çarşı sahibi kahkahaya bastı:
“Kardeşim, güzel kardeşim, kimse pantalonsuz kalmaz, korkma. Başkasına veririz.”
Devran bu görüşmeden sonra zor ayıldı…
Yürürken adeta düşüyor ve kalkıyordu. Çarşıya doğru yürüyordu. Her gün bu yönde hareket ederdi. Fakat zayıf düşüren susuzluktu… Sokaktaki insanların boş konuşmalarını dinliyerek geçiyordu. Harfleri yutarcasına konuşan bir dede, uzun boylu oğluna kızıyordu.
“Geçen sene büyüttüğüm öküzü satıp seni okumaya verdim. Öğretmenlerin şikâyet ediyorlar, ‘Senin oğlun bir harf bile öğrenemedi’ diye. Bak şu işe… Oğlum Yargıtay olacak diye annen gece gündüz çalışıyor. Bizler eskiden kitapları ezberlerdik. Sılkıbay denen adımı kirlettin, köpek oğlu köpek!”
“Baba n’olur, yeter artık!” der oğlu…
Çarşı sahibinin iki danışmanından biri, satış yapan kadınların çarşı sahibinden sonra çarşıyı sahiplenecek dedikleri Sırğalı idi. Elma yüzlü, erkek tenli, çok hareketli kadındı. Gözlerinin rengi babasının koyu renginden değil, gök rengindendi. Yüz yüze karşılaşırsan eğer, gövdesinden yüzün görünmez olur.
O gün Alima, “Başkanım bizim suyumuzdan tatarsa, ne güzel olurdu,” diye gülümsemişti.
“Senin su kaynağına bayılırım ben,” demişti Devran büyük bardağı çevirerek. “Güneş her tarafı yakıyor. Sahi, yarın tiyatroya gidelim, olur mu? Güzel bir oyun varmış diye duydum.”
Sesini yükseltmeden konuştu: “Gidelim. Mercedes’ine beni bindirecen mi?”
“Tabi canım.”
O anda kırılan cam sesi onu korkuttu. Meğer bardak yere düşmüş.
Yoldan geçerken çarşı sahibinin odasına girdi. Çarşı sahibi ses çıkartmadı. Aşağıya doğru bakıyordu. Yanında duran erkek tenli kadının yüz rengi değişti.
“Sen!” dedi öfkelenerek. “Ne yapıyorsun orada! Koskoca adam değil misin?! Babamdan sonra bu işe sahip olan sen değil misin?! Çarşının girişinde bir de su içersin ha! Bundan sonra sana kim saygı duyar?”
Devran sessiz kaldı.
“Yoksa buzdolabın mı doldu?”
“Tamam, kes!” diye velveleye getiren kızının konuşmasını kesti babası. “Yeter artık! Devran, kardeşim, iyi geçinmek iyidir. Fakat bu millet senin iyiliğini anlamaz. Azıcık bağladın mı sonra vazgeçmek kolay olmaz. Hiçbir şey önemli değil. Sırğalı’nın düşündüğü tek şey, senin onurundur. Gençlerin dilekleri bir olur derler. Birbirinize destek vermelisiniz. Ben sizinle gurur duymam gerekir. Anladın mı oğlum?”
“Af buyrun efendim… Aklımı kaybettim!”
“Sen ne diyorsun?”
“Sırğalı, yeter artık! Öyleyse, Devran, benim şöyle bir planım var. Bizler çarşı açtık diye hep kendi kazanımızı kaynatmayalım. Komşu eyaletlerde, mesela Almatı’da yada Astana’da yeni alış veriş merkezleri var. Onları nasıl çalıştırdıklarını öğrenmek lazım. Sonra bir proje halinde bunu işleyelim. Şu çarşı satışı bugün vardır, yarın olacağından kim emin olabilir? Milletimize temiz hizmet vermeliyiz. Bu bizim görevimiz. Bu işi Sırğalı ile birlikte yaparsınız diye ümit ederim.”
“Tamam, abi.” Sesi kısık çıktı.
“Ne güzel işte! Hadi bakalım, bugün uçuş varsa, hemen yetişin.”
“Ne zamana kadar?” Kızı yumuşadı. “Babacığım, aciliyetimiz yok!”
“Bir ay… iki ay… üç ay… Siz bilirsiniz!”
Yine düşe kaka yürüyordu. Çarşıya doğru. Her gün olduğu gibi. Susuzluktu güçsüz bırakan…
Harfleri yutarcasına konuşan dede, yüzünde sivilceler çoğalan oğlunu haşlıyordu:
“Senin yaşındayken attan inmezdim. Okumayı beceremezsen, evlen demiştim. Komşu Kudaybergen’in kızını alalım demiştim. Şişmandır dedin… Ne olacak sanki? Sen geleceğini düşünseydin, it oğlu it!”
“Baba, konuşmuştuk ya. Keselim artık…”
“Allah belanı vermesin! Ne güzel kızdı o…”
Birkaç şehirde bulunarak aynı yatağı paylaştılar. Daha ilk teklifinde, “Ne oluyor?” diye tanıdık sesi duymuştu Devran. “Bu zenginlik tavandan düşmemiştir herhalde. Benim sayemde rahatsın Devran. Ben sana vuruldum. Ne oluyor yine?”
“Tamam işte…” dedi. “Ben de…” Pek isteksizce konuştu.
“Tamam ise, su satan sıpayı unut! Döner dönmez o kadını kov!”
“Daha neler?”
“Ne dedin sen!”
“Tamamdır!” dedim.
Ondan sonra… Üzerine bindirmeyen yılkıyı öğretiyor gibi miydi sahiden?.. Yoksa demir ustanın dükkânında külleri mi üflüyordu?.. Çarşı değil de cennet bahçesinde mi geziniyordu yoksa? İçini sarhoş olan bir his sarmıştı ki, Jarbay›dan gelen bu oğlana hiç mi hiç imkân vermemişti. Pembe günler bitmişti. Hislere kapıldığı o anlar biter bitmez, Alima’nın yanına geldi. Sıradakiler azalınca Alima gözlerini kaldırdı.
“Yaşıyor muydun?” Gülümseyerek konuştu. Bu sefer bardak kırılmadı. Sanki göze ilişmeyen bir hüzün duygusuyla sarıp sarmalamıştı etrafını. İki kaşın ortasındaki ben, eskisinden daha güzelleşmiş gibiydi ki, yüzünde karıncanın izleri gibi bencikler çoğalmıştı.
“Jarbay’dan annem geldi. Seni arıyor. El ayak hiçbir işe yaramıyor diyor. ‘Bu zamanlarda müdür olan adam hiç yerinde durur mu?’ diye endişe ediyordu.”
“Evet…”
“Ne zaman evimize getireceğiz?” dedi. “Tiyatroya da gitmedik, Devran. Güzel oyunlar da bitmiş.”
Zarzor yürüyordu. Çarşıya doğru. Hergün aynı şeyler. Susuzluktu takatini kesen… Bu sefer başkasıyla karşılaştı.
“Allah belanı versin!” der bir nine, ihtiyar adama öfkelenerek. “Şehirden eş arıyorsun demek. Seni tutan kim var!”
“Bırak palavrayı! Gücüm yerinde. Kımız içer, atı bile koştururum. Hadi adresini ver!”
“Sen ne diyorsun! Çocuklardan utanmaz mısın?”
Okumayı beceremeyen sivilcili delikanlı ile göbeğini açık tutan kız, dondurma yiyerek gülüyorlardı…
“O gün evleniriz” diyerek Nikah Sarayından Sırğalı’yla beraber çıkmıştı.
“Bir ay çabuk geçti, düğün de bitti, yurtdışına mı çıksak,” diye Sırğalı konuştu.
“Nereye, yoksa Afrika’ya mı?” Tövbe! Dalga mı geçiyordu kadıncağızla belli değildi.
Karısı, batan güneşin ateş rengine çalınmış gibi öfkesini gizleyemedi:
“Hayır, Jarbay’a gideriz. Hem uzak değilmiş.”
İkisi de eksik gediği konuşarak gülmeye başladılar.
Öğleden sonar, şeytanın işine karışır gibi acele ediyordu. İşine geldiği anda, “Alima’yı ambulans götürdü!” haberini duydu.
“Su içerek bayıldı!”
“Su değil, zehir içti!”
“İçirdiler, evet içirdiler!”
“İçinde yedi aylık bebeği varmış!” diyerek çarşıdaki kadınlar daha da çok abartarak dünyayı velveleye getirdiler. Koştu. Hastanenin kapısının önünde Sırğalı’yla karşılaştı. Bu da nereden çıktı?
“Senin ne işin var?” dedi Sırğalı dikilerek. Yüz rengi değişti. Gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Sana ne?”
“Ne diyorsun sen?”
Ameliyat masasına doğru acele etti. İhtiyar doktor şaşkın şaşkın baktı. Hemşireler azrail meleğini görmüş gibi bağırmaya başladılar:
“Durun! Nereye!”
“Sabırlı ol!”
“Bizler ne yapılması gerekiyorsa yaptık.”
Yüzü beyaz kumaşla kapanan mevta, yerinden beyaz bir nur olarak yükseldi. Bildiğiniz Alima idi bu. Su içindeki peri gibi uçuyordu sanki ve Devran’ın yanına yetişti. Hüzünlüydü doğrusu. Biraz suçlar gibi durakladı, sonra buharlaşarak yukarıya doğru yükseldi. Yanında ise bahardaki elma ağacının çiçeği gibi beyaz kelebek uçuyordu… beraber uçtular…
Uzun yol katetti. Yine çarşıya Doğru yürüyordu. Her gün böyle. Susuzluktu takatini kesen…
Bu sefer kimse yolunu kesmiyordu. Kalabalık dağılmış gibiydi. Topal nine de, oğluna kızan dede de yoktu. Fakat sivilcili delikanlı gövdesi açık olan kızı belinden tutarak yürüyordu.
“Seni şimdi yerim!” der.
Baş belası delikanlıya bir bak, kızı sadece kucaklamıyordu, belinden okşuyordu.
“Doyabilecen mi?” der kız.
“Doymazsam yine yerim!”
Öküze yazık oldu. Okutacağım diye öküzü satmıştı. Delikanlının okumayla işi yoktu. Böylece babasını yarım yolda bıraktı…
Evlenen Devran ile Sırğalı’nın arasına yerleşmişti o beyaz nur. Bu sefer hüzünlü değildi. Kimseyi suçlamıyordu. Aksine bir ümit hissi yeni maceralarıyla korkutuyordu.
“Hayır, ne olur!” der gibi dudaklarını ısırarak kafasını sallıyordu. “Hayır!”
Bahardaki elma ağacının çiçeği gibi beyaz kelebek, gayb aleminden inen ak nur ile Devran’ın arasında devamlı uçuşuyordu. Gözleri bulandı. Beyaz kelebekler çoğaldı. Ezgi ise aynı ritmiyle çalıyordu. Sanatçı Bekbolat “Milletim benim” türküsünü söylüyordu.
Bayılarak yere yıkıldı!
O andan sonra rüyasındaki beyaz kelebekler bunu hep kovalar oldular. Dudakları kurudu, uyanıverdi.
“Nikâh kesilmeden dünyaya gelen bebek, her iki âlemde de babasını aramaktadır.” demez mi birisi çarşı girişinde. Dolgun bir sesti. Etrafına baktı. Çuval taşıyan işçilerin sesi değildi. Onlar yanından geçerken fark etmiyorlardı bile. Meğer bu annesinin sesiymiş. Çocukluğunda duyduğu şey yeniden dirilmişti.
Alima’nın daha önce satış yaptığı yere gelerek dilenciler gibi oturdu.
“Su istiyorum! Su verin lütfen! Su! Su!”
Her gün zikir gibi dilinde dolandırdığı bu kelimeyi bugün de tekrar etti. Kimden sorduğunu bilmiyordu. Kimden dileniyordu, o da belli değildi. Kimseden cevap beklemiyordu. Böylece, akşama kadar söylenir dururdu. Artık yaptığı iş buydu.
Beyaz kelebekler… Kanatlarını çırpan beyaz kelebekler…



TERK-İ DÜNYA
Gece vakti idi. Korku salan karanlık bir gece. Evin yanındaki Tyan Şyan restoranından çıkan müziğin sesine bayılan gençlerin ancak gürültüsü uyanıktı. Caddede birbirine karşı gelerek geçen arabaların sesi de dinmişti. Sadece yatağından kaçan, gönlü serserileşen birinin taksisi, geniş odayı bazen aydınlatarak geçerdi.
Bilim adamı Salamatin’in dul kalan eşi, üzerine örttüğü yorganı değil, kendisini bir türlü uyutmayan derin düşüncelerinin ağırlığını hissederek bir of çekti. Sağ tarafına uzanarak kocasının eski yerini sıvazladı. Soğuktu. Vücudu titredi.
“Gerçekten vefat etmişse, kara toprak şimdi onu ısıtıyordur,” dedi fısıldayarak. Vefat eden kocasının yatağını sızvazlarken bu acı duygu sancı çektirir. Sanki mide ağrısı gibi. Kalbinin dibinde düğümlenen bir dayanılmaz bir ağrı!
Kendisini teselli etmek ister gibi kısa kesilen, yeniden doğan kuzu yünü gibi kıvırcık saçını parmaklarıyla taradı. Gözlerini kapayarak pamuk gibi yumuşak avucuyla alnını sıvazladı, alın çizgilerine eli takıldı… Ateş püsküren gözlerinden ateşi sönmeye başladı… Keşke sanatçılar gibi yüzünü çektirseydi ya! Artık pudranın da gücü yetmiyordu. Gönlünü yalnızlık pençelemişti sanki. Dul kadının yüzüne bakıp da sevinen kim olur?
Kaşları da bakımsızdı. Normalde aynanın önünden çıkmazdı; ince, eğri demir kıskaçla kaşlarını yolarak nisan ayında doğan hilal gibi güzelleştirirdi.
“Mahpeykerim benim, ilk evlendiğimiz günden beri yoluyorsun şu kaşlarını. Kaşların biterse, neyi yolarsın?” derdi Salamatin, saçı dökülen kel kafasını oynatarak. Sonra güzel yüzü parlar ve gözleri değil, gözlüğü gülerdi. O gülerken tüm vücuduyla sallanarak gülerdi.
Bundan kırk sene önce, kendisi söğüt ağacı gibi dalgalandığı günlerde Salamatin henüz doktora öğrencisiydi. Dükkândaki piliç tavuklar gibi tıp üniversitesinin morgunda yatan ölü insanların bağırsaklarını çıkartıp kanlı neşterini aldırmadan yerleştirip, kalem ile kâğıdı eline alarak kendi kendine mırıldanıp birşeyler kaydeden çalışkan bir uzmandı. Zayıf omuzlarını, sarı renkli bakışı daha da güzelleştiriyordu. Güzel bir akşam gününde tanışmışlardı. Hey gidi gençlik, Almatı’nın ağaçlarını sayarak gezmişlerdi. Ağaçların diplerinde öpüşmüşlerdi. Bahara yaklaşırken çok öpüşmenin neticesinde, beyaz örtü takarak tek gözlü Rus ihtiyar adamın küçük evini kiralayıp gelin olarak girmişti.
Delikanlıda yatak ve yorganından, iki kaşık ile kaseden ve sürahiden başka birşey yoktu. Kendisi ailenin tek kızıydı. Böyle fakir delikanlıyla evlendiği zaman ailesi karşı çıkmıştı. Zira davet edip koyun kestirecek, et haşlattıracak dürünlerin olmaması onlar için sıkıntılıydı. Merhum babası her ne kadar bostanını yere vurarak kızmış olsa da, bıyığını kılıç sallar gibi oynatsa da, eninde sonunda kızı için yumuşamıştı. Hatta kızı gönderirken ahırdaki ineğini bile hediye etmişti. Delikanlı kocası doktora tezini savunduğu zaman, o ineği kestirmişti.
Durmadan korna çalan polis arabası kâh oraya, kâh buraya geçerek etrafa panik saçıyordu. Almatı’da mafya kadar bozguncular da az değildi. ‘Birilerini takip ediyorlar bu saatte’ diye düşündü hatıraların peşine düşerek…
Salamatin’in tez konusu da ilginçti: “İnsan, maymunun neslidir.”
Biyoloji ile tıp alanlarından doğan melez bir araştırma konusuydu. Kulaklı varlıkların kulaklarıyla hazmettikleri Darvin’in teorisine kimse itiraz etmiyordu. Başkaldıran kimse yoktu. Tez araştırmacısına işi bırakırsan, insanlar şu anda yaşayan maymunlara akraba değillermiş. Kökleri bir olan kardeş varlıklarmış. Bizim bir boyumuz, maymunların bir soyuymuş. Ağaca binerek mi ölmüş, yoksa dağın tepesinden mi düşmüş, orası belli değil. Yani kimse kalmamış. Bizim gibi insan nesillerini bıraktıklarına çok memnun kalmıştı Salamatin.
“Saçmalama lan! Pekala Adem nerede? Buzulların üzerinde hamile kalıp dokuz aydan sonra doğuran Havva anamızın çektiği sancıları, kendi pisliğini yiyen maymunundan daha mı eksik sanırsın?” derdi babası öfkelendiği zaman. “Alemi en mükemmel yaratan Allah’tır. Yüce Yaratıcının kudretine karışmak mı istersin? Havva Anayı Adem Atanın kaburga kemiğinden…”
“Kaburga kemiğimle istişare edelim” derim ben bazen. Bu, eşime danışayım bakalım demektir. Eğer delirmek istersen, bilim adamı ol, delirirsin valla!”
Kızgın konuşan kayınpederine karşı gelemezdi. Fakat onun sessizliği, kirpi saçlarını tarayan kayınpederini çok kızdırırdı:
“Öyleyse, söyle bakalım, dünya neden yaratıldı?”
“Gözle görünmeyen, suda yetişen tek hücreli yosundan.”
“Yuh olsun!” İhtiyar adam bunu duyar duymaz yerinden fırlardı nerdeyse. Keşke kanatları olsaydı ihtiyarın. Elleriyle etrafını yoklar. Yüzyüze oturan doktora öğrencisini dövecek bir şey bulamayınca ellerini oynatırdı. “Ne dedin, ne dedin?” Sonra gözlerini fal taşı gibi açardı.
“Tek hücreli…”
“Seni de, hücreni… Git lan başımdan! Yahu söyler misin, göze ilişmeyen hücreden fil ile dinozor nasıl peyda olur? Ağzına bir şey kaçırdın da, ondan konuşamıyorsun, değil mi? Al sana bir avuç toprak. Güçlü isen, bana bir dağ yapıver bakalım!”
“Şimdi, nasıl… milyon yıllar önceki evrim…”
“Devrim olsa da, hadi bakalım. O zaman milyon sene bekleyelim…”
“Çocuğa huzur ver,” diye annesi araya girerdi. “Evladımın beynini yedin.”
“Yosundan, maymundan insan mı olur? Beni konuşturuyor. Her ne ise, insan belki maymundan yaratılmış ta olabilir. Kulağa iyi geliyor.”
“E, tamam artık. Bırakın gevezeliği. Maymundan da peyda olmuşuzdur. Köydeki Koyşıbay maymundan daha mı iyi?”
“Yahu, hanım! Sen de aniden profesörleştin valla. Maymundan doğmuş gibi konuşuyorsunuz. N’olmuş sizlere be!”
Sandalyede kafasını sallayan eşine bakarak tartışan anne ile babasının hem nazlı hem de yalnız olan kızı gülerdi.
Yatakta yalnız yatan dul kadın yine dönerek yere düştü. Kirpiklerin uçları ıslaktı. Tyan Şyan restoranından çıkan gençlerin gürültülü türküleri duyuldu. Herhalde gençler sarhoşturlar. Her gün böyledir. İster istemez duyuluyordu. Türküleri de türkü değil, küfürdü. Sanki ağızlardan pislik dökülüyordu. Rusça ile Kazakça karma karışıktı. Her iki dilin hakkı aynıydı ya. Yaramaz çocuklar! Kızın ağlamaları, delikanlının bağırmaları, nedir böyle! Allah korusun!
Salamatin doktora tezini savunacağı günlerde, Moskova’dan gelen hocalarından biri, “Ne olursa olsun, diri maymunu bulmamız gerekir. Diri maymunu deney yapacağız, böbreklerini filan keseceğiz. Netice ondan çıkar…” dediği anda panik başladı. Zaten zor nefes alıp veren doktora öğrencisiydi ki, bir de başına böyle bir bela balyoz gibi indi. Almatı’nın sokağında düşe yazacaktı. Bu zamanda deveyi kesersin çocuk gibi, fakat bu saatten sonra maymunu nereden bulacaksın?
Kendini kaybedercesine hal geçirirken avare gezen birisi bu biçareye nasihat vermiş. Ondan sonra sabahtan akşama kadar hayvanat bahçesinden çıkmaz oldu. Eninde sonunda çok ihtiyarlayan, çenesini bile açamayan, yatakta uzanmış halde yatan büyük bir gorili bulmuş. Yufka gibi yumuşak kelimeler sarf ederek hayvanat bahçesinin müdüründen istemiş. O da burnundan kıl aldırmayan tiplerdendi. Bin küsür demiş araştırmacıya. Ne yapsın zavallı, müdürü eve davet ederek at etinden ikram etmiş, yalvarırcasına istemiş ve sonunda ölmek üzere olan gorili alacaklı olmuş. Acil servisle alıp ilmi araştırması için laboratuvara getirtmiş. Sonra bunu duyan arkadaşları gülmüşler:
“Ne dersin… Salamatin’in kestiği maymun var ya, Kazakça küfrederek epey kavgadan sonra bıçağa dayanamamış. Dedesi çıkmış zavallının.”
“Hayır, hayır. Maymun değil, çilingir sofrasından kafasını kaldıramayan sarhoşun birisiymiş…”
“Salamatin’in maymunu” espirileri artık unutulmaya başladığı günlerde, zavallı araştırmacı yardımcı doçentliğe de başvurmuştu. Moskova’daki hocası yine ufuk genişletici şeyler söylese gerek.
“Adam gibi dinlemek bize nasip değilmiş,” diye evvela rahatsız olsa da, sonra bu tempoya da alıştı. Doktorun eşi demektense, “Yardımcı doçentin hanımı” kelimesi daha güzel gelir kulağa!
“Konu yine maymun mu?”
“Evet! Maymun amcanın ta kendisi!”
“Bu sefer iki tanesini kesersen, yardımcı doçent olursun.”
“Bu sefer kesmeyeceğim. İnsana dönüşme sürecini araştıracağım.”
“Kafasına vursan, iş biter,” dedi geçici doktorun eşi. “Geçen-ki gorilin Kazak’a akrabaymış. Şempanzeyi de Gürcülere kıyarsın!”
Sözü ile özü deli olan eşinin şakasına Salamatin gözlüğüyle beraber gülerdi.
Maymunun sayesinde başkentin merkezinden ev sahibi oldu. Tepesine Çek avizesini astıran doktor, yardımcı doçent olması için eskisi gibi çok uğraşmadı. Karl Marx’ın komünizm ormanında kaybolup söylediği meşhur ifadesini tekrarlayıp dururdu: “Maymunu insan yapan, çalışmadır.”
Dünyaca meşhur düşünürün ifadesini diline pelesenk yapan bilim adamının dümdüz yolunda taş bulunur mu, gözlüğü biraz kalınlaşmasına rağmen pastanın en büyük parçasından tutabiliyordu. Yüksek makam, dağın eteklerinde bülbül öttüren bağ gibi el sallıyordu. Mavi renkli taksi arabası da önünden geçemez oldu. Salamatin göbek bağladı. Makamdan makama geçince yumuşak koltukların çeşitlerini çoğalttı.
Yeryüzüne tanıldı. “Maymun ailesinin koskoca uzmanı! Darwin gibi kulaktan geçen başarılı bir boynuz talebeydi,” diyerek manşetlerde konu oldu.
Gece yarısı bile geçti. Hatıraların parça parça görüntülerine sürükleyen düşünceler uyutmadı. Gözlere yazık, hiç olmazsa tilki uykusunu bile alamadı. Gözlerini kapasan da, gönül hiç rahat bırakır mı? Yerinde durmayan düşünceler, yorganla örtünen dul kadını sürekli dürtmektedirler. Sokaktan yine Acil servis arabası geçti. Kim bilir, şu saatte birisini ecelin pençesinden kurtarmak için mücadele veriyordur. Sinyal sesi de o kadar acıdır ki…
Akademik ünvanını kazanan bilim adamı Salamatin, altı aylık Afrika yolculuğundan sonra sanki maymunlarla istişare etmiş gibi, karabasana duçar olur. Doğru işittiniz, karabasan basar her gün. Zira dünyaya sözünü geçiren bilim adamı, gece gündüz eve sığamadan yuvarlanır dururdu. Küçücük yavrusunu elinden tutan maymun şekilli mermerden yapılan hatıra hediyesini dışarıya fırlatıverdi. Gece gündüz emek verip yazdığı ve yayınlattığı kalın kitaplarını bahçesinde ateşe attı.
“Baksana, yanmıyor bile. Yalan hiç yanar mı? Gerçek olmadıktan sonra…” diye cin çarpmış gibi mırıldanıyordu. “Hayati fikirlerimi yakıyorum,” diye ateşe odun attı. Hanımı ise “Delirmiştir” diye düşündü.
Ondan sonra Rio de Janeiro’da düzenlenen uluslararası toplantıda, bilim adamlarının yakalarından tutarak, “İnsanın kanında yeni bir hücre buldum. Bu hücre değil maymunda, diğer hiçbir hayvanların türünde bile bulunmamaktadır. Demek insan maymundan oluşmamıştır. Darwinizm teorisi çöktü. Bizi bu zamana kadar hepten saptırdılar.” diyerek, güneşli havada yıldırım gibi çaktı.
Maymunu özelleştirerek onun sayesinde makam ile mansıp sahibi olan koca koca bilim adamları sessiz kalırlar mı? Doksan dokuz dilde birbirine girmişler. Salamatin’in konuştuğu kürsüye atlamışlar.
“Sen delirdin mi? Sence insanoğlu hangi spermden yaratılmış?”
“Sen ne diye saçmalıyorsun!”
“Darwin ile maymun seni çarpar!”
“İspatla bakalım!”
“Şu adamın duruşu bile tehlikeli, atın onu dışarıya!” diye velveleye getirmişler.
“İnsanoğlu arştan getirilmiştir,” der Salamatin hiç şaşmadan, işaret parmağıyla yukarıyı işaret ederek. “Bence bu, kendimizi hümanoid diye adlandırdığımız yabancı gezegenlilerin işidir. İnsanoğlu, onlar için sadece bir deney aletidir. Güneş sisteminde ve diğer yıldızların bulunduğu samanyolundaki gezegenlerde çok daha kaliteli bir şekilde yaşayan hayatlar var. Bizler ise onlar içindeki en ahmak varlıklarız. Bundan dolayı hala kendimizi maymundan yaratılmış olarak biliyoruz.”
“Bizim müellifimiz, o ucube hümonoid midir?”
“Bu, kimsenin aklına bile gelemeyecek olan bir safsatadır!” diyen öfkeli sesler, salonu nerdeyse felakete dönüştürecekti.
“Evet, bu bir gerçektir! Keşke yaptığımız deneylerimiz başarısız olmasaydı.” dedi Salamatin kürsüden inerek. “Çünkü beynimize fark etmeksizin çok zararlı içgüdü mudahale etmiştir. Onun adı, düşmanlık! Onlar buna çok öfkeliler. Bana dört-beş sene mühlet verin. Yeni araştırmalarımla gerçeği sizlere ispatlayacağım.”
Ürken bilim adamları o anda seçime giriştiler:
“Hepimiz maymundan oluştuk.” diyerek ellerini kaldırırlar, Deli Salamatin’in safsatasını inkâr ederek Almatı’ya geri postalarlar. Almatı’ya gelir gelmez aydınlardan tepki alır ve Araştırma Enstitüsü Başkanlığından vazgeçer.
“Korkunç bir şey!” diyen hasetçileri her tarafa dedikodu saçarlar: “Peygamber yaşına gelmiş fakat bu adam delirmiştir. Sessiz kalırsan, seni de deli yapar.”
Gökyüzüne tepesini dayayan evin dört duvarında hapsedilerek kafasına takke takar, eline fil kemiğinden yapılan bastonu alarak sokak sokak dolaşır. Kendisine destek verenleri arayarak liste yapar. Milyondan fazla olan şehir nüfusundan sadece yedi kişi kendisini destekler.
Bahar gelmeden, “Hayat ne kadar uzundu? Hayvanların bağırsakları gibi öbür ucu görünmez oldu be!” diyerek evden sıkılarak çıkmıştı. Ondan sonra kayboldu. Birileri ‘Göktepe mezarlığında gördük’ dediler. Bazıları ise, ‘UFO götürdü’ dediler. Dedikodu çoktu fakat kendisi yoktu.
Bir sonraki baharda, vefatı münasebetiyle yıllık yemeğini vermişlerdi. “Evvela maymunun nesilleriyiz, sonra gökyüzünden inenlerdeniz.” diyerek dünyayı terkeden bilim adamını anmak için toplanan millet, ağlamak yerine, ölümüne memnun olmuş gibiydi.
Belinden dürten, elinden çeken düşünceler yavaş yavaş dindiler. Dul kadın uykuya dalarak gözlerini kapattı. Tam o anda duvarda asılı olan fotoğraf, diri Salamatin’e dönüşmüştü. Ayaklarının ucuna basarak sessizce yorganın içine dalıverdi.
“Dondum,” dedi fısıldayarak
“Sen kimsin?”
“Gökyüzünün oğluyum, Tanrının kuluyum, Muhammed’in ümmetiyim…”
“Bizler kimiz?”
“Hiç kimsesiniz!”
Ansızın çıkan sesten ürkerek uyanan dul kadın, gözlerini açıp etrafına baktı. Salamatin gözlüğüyle geri çekilerek duvara yerleşti ve yine cansız bir şekle büründü.
“Hay Allah! Bismillah!” diye derin nefes çekerek pencereye doğru yaklaştı. Perdeyi yırtarcasına çekerek açtı. Tan ağarmıştı. Hava bulutluydu. Sonu bitmez gibi göründü…



YALNIZLIK
Annem Şemsiye’ye ithaf olunur
Güneş ufuktaki yuvasını bırakarak yükseldi. Boynunu uzatarak dikildi ve tüm dünyaya seha ruhuyla boyadığı pembe sarı rengini şimdi yavaş yavaş silmeye başladı. Bahar kendine gelince, kısrak bulutlar, taylar gibi tepinerek sağa sola sabırsızlıkla hareket ettiler. Şora Nehri, her iki kıyıyı diliyle yalayan dalgalarıyla sessizce akmaktadır. Tüylü kamışların hışırtısından ürken beyaz alın sakarmeke, birkaç yavrusunu koruyarak yan taraftan yüzdü. Koskoca dünyanın ağırlığını omuzlarında hissetmiş gibi olan bayağı balaban kuşların kalabalığı içinden çığlık atarcasına ses çıkartıp ortalıktan kayboldu. Karşı yakada bir tek ev vardı. Evin avlusunda zayıf düşen yetim bir tay dolaşıyor; güneşin gamzeden şulesinin büyüttüğü taze çimenleri dişleyerek yiyordu. Evin arkasındaki tepenin üzerinde birkaç mezarlık göze ilişti.
“Kim var orda? Tekne getir bakalım, tekne!”
“Seni bekleyen kimse yoktur!”
Nehrin yakasında, yaş itibarıyla çok az farkı olan kız kardeşi ağabeyine, oğlu annesine, karısı kocasına dönerek baktı. Kocası, nehirden sonra yağmurun yağmaladığı mezarlığa baktı. Kendini, teselli bulan, mezarlıklar diyarında bulunan mevta köyünün ortasından beyaz örtülü birisinin gelişine benzetti.
Yoksa kanatlarını gererek güneş altında kızdıran beyaz martı kuşu muydu? Birdenbire ortalıktan kayboldu.
“Kim var orda? Tekne getir bakalım, tekne!”
* * *
Güneş tepede salıncak oynuyordu. Ağzına hava alan kurbağa gürledi. Su ısınınca erkek arkadaşını bulmak istedi. Yosunların arasından kafasını çıkartan erkek kurbağa hemen yanına yaklaştı. Taze otların arasında ağ yapan örümcek, hiçbir canlı ava ulaşamadığından rahatsız gibiydi. Zıplaya zıplaya gelen kurbağa eninde sonunda dişi arkadaşının arkasında gizlendi. Bayağı balabanın akrabası olan bayağı guguk da göründü. Tekne bekleyen dört kişiye aldırmadan, otların arasına kuyruğunu sererek yerleşti. Kim bilir, belki de yumurtasının üzerine oturmak istemişti.
“Guguk!”
Sesi ne kadar da güzeldi. Baharın ışıltılı gününde kudur bakalım! Senin annen mezarlıktadır. Sen ise, Şora Nehrini geçemeyerek yalnızlığının eziyetini çekiyorsun ha!
“Guguk!”
“Say bakalım, ölüme ne kadar kaldı?”
Dilini çiğneyerek dala vurdu. Vur, vur! Ne kadar yaşayacağımı ben de bilirim.
Öbür tarafta yeşillikle atışan yetim tay kafasını kaldırıp kişnedi. Kader! Sen guguk değilsin… Doydu. Karnı doyduktan sonra anasının bulunduğu tepeye bakmadı.
“Kim var orda? Tekne getir bakalım, tekne!”
* * *
Güneş batıya doğru dörtnala koştu. O ise, ümidini kesmiş hâlde sağ avucuyla nehir suyundan içti. Aslında susamış değildi. Sadece ciğerini yakan bir kor vardı. Sakarmeke civcivleriyle birlikte uzun kamışların arasına girerek saklandı. Küçük örtü takan beyaz tenli kadının, güzel yüzü titremiş gibi oldu. Şehirdeki bahçeli evini özledi. Yıkanmayan çamaşırlarını, kış için hazırladığı reçelini aklına getirdi. Oğlu ise, hayalen Issık gölde yüzüyordu o anda. Tepelerin yakasında biten meşe ağaçları da ne güzel! Hayaline bindirmiş gibi yelkenleri açan beyaz gemiler de hiç eksik değildi. Geri dönmeyen hayallerini zar zor durdurabildi. Kalıptan kalıba değişerek akan hayırsız nehre bakarak öfkelendi.
“Köpeğin bile sabredemediği, zincirine bağlanıp öleceği yerde doğdum ya…”
Kalın siyah saçlı, iri gözlü kız kardeşi, Kırım›ın kumlu yakasını özlemişti. Taşa dönüşen salyangozların kabuğunu toplamıştı kızcağız suyun dibinden… Nehir kenarındaki kamışlarla yosunlara tutunarak yüzmek kadar iğrenç birşey mi var?
Babası da çok enteresan!
“Annem beni uçurumun dibinde doğmuştu. Ben de hep uçurumların kenarında dolaşırım.”
Kendi kendine konuştuğu anda yalnız duran evin kapısı gıcırdayarak açıldı. Kapıdaki ip epey zamandan beri eskimiş, etrafını kaplayan deri kumaş ise kırk yamalıydı. İçeriden bir kadın çıktı. Kafasına kırmızı örtü takmış. Geçit vermeyen Şora Nehrine göz atarak onların hâllerine baka kaldı. Sonra nehrin yakasına doğru koştu. Teknenin yanına yaklaştı.
* * *
“Uykuya dalmışım. Melek uyutmuştur.” dedi kırmızı örtülü kadın, utandığını belirterek. Kadının yüzünden renk kaçmıştı. Sivri burnu, sanki sağ tarafındaki altın küpeye doğru çekilmişti. Gözleri buğulaşmış biraz. Zavallı, kocasından çok erken ayrıldı.
“Genç yaşımda dul kaldım. Bir tek ev, dul kadın, yetim tay… E geçiniyoruz işte. Şükrü esirgemeyen millet değil miyiz?” dedi.
Özlem ile gurbetini yansıtan yüz çizgileri birdenbire kayboldu. Çocuklar tebessüm gamzettiler. Suya ayaklarıyla dikili duran kamışların keçeli kafaları sallandı.
“Buyrun bakalım. Akşam oldu zaten.”
Elindekilerini nehrin kıyısına bırakıvermişti. Sonra tekneye atlayarak karşı yakaya doğru hareket etti.
“Dünyaya ikiz olarak doğan tek sen değilsin,” diye söylemek istedi. “Şu bayağı balaban gibiler mezarlığın bekçileri olmuşlar… Sonra…” O anda tekne sallanınca devrilir diye korktu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/rahimcan-otarbayev/beyaz-kelebekler-69499543/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Beyaz Kelebekler Rahimcan Otarbayev
Beyaz Kelebekler

Rahimcan Otarbayev

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Beyaz Kelebekler, электронная книга автора Rahimcan Otarbayev на турецком языке, в жанре историческая литература

  • Добавить отзыв