Baş
Rahimcan Otarbayev
RAHİMCAN OTARBAYEV
BAŞ
Takdim
Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi
Kazak halkının kültürel ve sanatsal birikimlerinden biri sayılan Kazak edebiyatının, geçmiş ile günümüzün aydın dimağlarını yetiştirdiği, söz sanatına yeni bir boyut, yeni bir ufuk kazandırdığı ve milletin kaderi açısından geleceği daha net görebilmek için kendine has rengiyle ve şivesiyle derin bir düşünce dünyasını oluşturduğu gerçektir. Kazak edebiyatı, her ne kadar zamanın devamlı değişen konjoktörüne bağlı kalarak şekillenmiş olsa da, herbir insanı temel olarak ilgilendiren ortak değerleri anlatmadan ve aktarmadan hiçbir zaman vazgeçmiş değildir. Şüphesiz sanat dünyasına sadık kalarak millî ruhumuzun abidesini ikame etmeye kendi hayatlarını adayan sanat fedailerine, değerli yazarlarımıza bağlı olmuştur. İşte Kazak yazarı Rahimcan Otarbayev, edebiyatımızın sunturlu söz sanatçılarından biri olarak asırlardan devam ede gelen bu önemli kültürel misyonunu en iyi şekilde yerine getirmektedir.
Rahimcan Otarbayev, kendine has yazı sitiliyle kimseyi tekrarlamayan önemli bir kuşak temsilcisidir. Edebiyat adlı kutsal dünyaya ter ü taze duygularla gelen yazar, sanatını sergileyerek yoğun bir okur kitlesine kendisini kabul ettirmiştir. Onun eserlerindeki hayatın ölümsüz kareleri gerçek resim şeklinde göz önünde canlanır. Yazarın kaleminden doğan her cümle doğal bir şekilde gönlünde yer edinir.
Rahimcan Otarbayev, gerçekçi bir yazardır. Eserleri, hayatın eseridir. Toplumun ürünüdür. İnsanın tarzıdır. Bazen sevimsiz bir manzarayı veya olayı hiç değiştirmeden olduğu gibi yansıtır. Eleştirdiğinden dolayı değil, topluma karşı ayna tuttuğundan, gerçek yüzünü göstermek amaçlı olduğundan. Hayatta olduğu gibi edebiyat dünyasında da aynı gerçeğin peşindedir. Günümüzün moda tabiriyle realitelerin arayışındadır. İşte bu haslet dolayı okur yanıldığını yada yanıltıldığını düşünmez, yazara güven besler. Sanırım, bu önemli yazar ile okur arasında önemli bir ilişkidir.
Rahimcan Otarbayev, Kazakistan Cumhuriyeti Bişkek Büyükelçiliğinde uzun yıllar çalıştığı için hem uluslararası platformlarda bir diplomat olarak memleketini en iyi şekilde temsil ederek insanlığın maruz kaldığı sorunları üzerinde birçok çalışmalara imza attı. Özellikle, Kazak ile Kırgız ilişkilerinde büyük katkı sağlayarak kültürel bağın daha çok güçlenmesi için çaba sarf etmiştir. Kazakistan’da birçok kültür ve sanatla ilgili olan kurumlarda görev yaparak Kazak manevi değerlerinin zenginleşmesine büyük katkı sağlamıştır. Kazak kültür ve sanatının gelişmesine büyük emek vermiştir.
Umarım, bu kitap okurlarımızın ilgisini çeker ve kardeş ülke Kazakistan’a, Kazak halkına yeni bir sevgi hissini uyandırır. Değerli Kazak yazarı Rahimcan Otarbayev’in eserlerini Türk diline aktaran Gülzada TEMENOVA ve Malik OTARBAYEV’e ve yayına hazırlanmasında emeği geçen Avrasya Yazarlar Birliği’nin “BENGÜ” yayınevine teşekkürlerimi sunar, bu kitabın okurlarımıza yararlı olmasını dilerim.
Önsöz
Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı
Rus edebiyatının usta yazarlarından Mihail Saltıkov-Şçedrin: “Yazar basit bir şeyden derin bir dünyayı, derin bir dünyadan basit bir şeyi algılar,” der. Sanırım, bu tür yazarlar, sadece iş olarak yazar değildirler, aynı zamanda ruhu itibarıyla, yaratılışlarıyla yazardırlar. Öyle ki, onlar beyaz kağıt üzerinde kelimelerle resim çizen söz sanatının ressamlarıdırlar. Ressamların yazdığı eserleri tabi ki bir tek coğrafyayla, bir tek toplumla sınırlı kalmaz, kalmamalıdır da. Ve onlar toplumlar arasında kültürel etkileşime tesir ederek bir manada yön verirler. Zihniyetin değişmesine, düşüncelerin farklı bir bakışa doğru yönelmesini etkilerler. Bu, gerçek manada olağanüstü bir fenomendir.
Kazak edebiyatının meşhur kalem erbabı Rahimcan Otarbayev efsaneleşme yolunda olan bir yazardır. Meşgale olarak değil, yaratılışıyla, karakteriyle, kabiliyet ve yeteneğiyle tam bir yazardır. Daha doğrusu günümüze kadar yazdığı eserleriyle, eserlerinde işlediği birbirinden ilginç konularıyla bunu defalarca ortaya koymuştur. Onun her bir eseri sadece müellifin diliyle konuşur, düşüncesiyle kıvranır, ruhuyla çırpınır ve sanatıyla şekillenir. O, günümüzde olup biten şeylere öyle değerler katar ki, doğal olarak önem ver(e)mediğimiz, fakat yaşadığımız, nefes alıp verdiğimiz herhangi bir anı bize farklı bir açıdan gösterir. Basit bir olay, sıradan bir vakıa onun için sıra dışıdır, olağan üstüdür. Dolayısıyla o, ölmeye namzet olan kelimeleri öyle diriltir ki, o kelimeler çeşitli anlamlar kazanarak değişik manalara bürünürler. İşte, bu anlamların bir arada beyan edildiğini, hikaye yada roman adıyla şekillendiğini görünce apayrı bir dünyanın oluştuğunu fark etmek mümkündür.
Rahimcan Otarbayev, gerçekçi bir yazardır. Sanatın diliyle gerçeği anlatır. Ölmez diliyle yani. Böyle bir duyarlılıkla doğan eserin sayesinde hem sanat hem de dil ölümsüzlüğe kanat açar. Onun, her bir eseri insan, zaman, mekan ve felsefe çerçevesinde değerlendirilir. Sıradan bir kasabadaki bir insanın yaşantısını resmederken şehirlerde bile bulamadığınız bir güzellik katar, farklı bir boya çalar. Sonuçta o sıradan insanın bile o kadar derin felsefi görüşü, bu görüşün temelinde şekillenen hayatı var ki, özenmemek yada onunla özdeşleşmemek elde değildir. Zamana gelince, yazar toplumun değişime uğradığı iki dönemi yaşadı. Biri, Sovyet Birliği yıkılmadan önceki dönem, ikincisi ise şuan ki bağımsızlık yılları. İşte bu geçiş dönemi çok iyi anlatan, özel hayattan sosyal hayata kadar, hayatın her alanının kelimelerle ‘resim çizen’ bir yazardır. Bağımsızlık döneminde Kazakistan ve Kazak halkının hayatına, tarihine hikaye, roman ve piyesleriyle ayna tutan en önemli yazarlardan biri Rahimcan Otarabayev’dir.
Türkçeye kazandırılan bu eserlerin büyük ilgi göreceğini düşünüyorum. Eserleri Türk diline aktaran Gülzada Temenova ile Malik Otarbayev’e teşekkür eder, Türkiye ile Kazakistan arasındaki kardeşlik bağı pekiştiren, edebiyatla güçlendiren Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçiliğine şükran duygularımı arz ederim.
Baş
Etrafa gümüş tozlarını döken ayın kendi çizgisinden uzaklaşmış olduğu bir zaman dilimiydi. Fitili tükenmiş olan yıldızlar da solgunlaşmış, sönmeye yüz tutmuştu. Akşamdan beri oturduğu yerden kıpırdamayan Noel’in kıçı uyuşmuştu. Gözleri çapaklı, kirpikleri yapışık, dayanılmaz bir haldeydi. Alacakaranlığın hâkim olduğu pencereden yüzünü çevirip dışarı bakmak istedi. Bir süre tereddüt ettikten sonra vazgeçti.
“Hayatın bir başka şafağı da ağarmaya başlamış. Bize güler yüz gösterir mi acaba? Ne dersin, Mahambet üstad?” dedi önünde duran kuru kafaya bakarak. “Seni yedi kat yerin altından kazıyarak çıkarttım. Üfleyerek can veremedim. Fakat Kazak halkının hasret çektiği melek yüzüne şekil verip heykelini yaptım. Asırlara hükmeden şairimiz, mücahidimiz ne olur benden razı ol. Bana gücenme. Artık takatim tükendi. Moskova’ya döneceğim…”
Sanki bir an kuru kafanın göz pınarları pırıl pırıl parlamış, çene kemikleri tak tak ederek harekete geçmişti.
“Hey, Noel! Beni Almatı’ya getirip atmak için mi mezarımdan çıkarttın? Bu yaptığın da nedir böyle?”
Tak tak diye harekete geçen çene kemiklerinden bu sözleri açıkça duydu mu, hayal mi gördü? Uykuda mı, uyanık mı ayırt edilebilecek gibi değildi.
Noel, Kazakistan’daki önemli tek antropolog olan meşhür Gerasimov’un talebesiydi. Düz burunlu, zayıf, solgun yüzlü, yakışıklı delikanlı Moskova’dan mezun olup geldiği ilk günlerde “Kazak halkına ait olan ve bugün hâlâ kabri bilinmeyen büyük tarihî şahsiyetlerin hepsini tek tek ortaya çıkartacağım. Onları yeniden halka kazandıracağım ve hepsine hayat vereceğim.”
diye kasılmıştı. Yaz kış demeden, bulabildiği küçük tepeciklerdeki önüne gelen her kurganı dolaşmıştı, zor şartlarda yolculuk yapmıştı. Topuklarını eskitmişti. Güneşten ağarmış başlığı alnında iz bırakmıştı. Dağınık sakallarını toz kaplamıştı. Toprakları kaza kaza nice kürek ile küskünün ucunu eskitmişti. Sonu gelmeyen hayaller aklında; mübareklerin son mekânlarından kuru kafataslarını kazıp, çıkartsa… Onları canlı birer heykele dönüştürebilse keşke… Devletin Han’ı keçe kalpağını bastırıp giyse, sakal bırakmış olduğu yüzüne düşünceyle kederi bir anda yansıtsa, gözlerini ufka dikip, halkının geleceği için gam çekse… Sağ dizinin üzerine yaslanmış olan Bey’in açık alnından terleri damla damla dökülse, seyrek bitmiş bir tutam sakalı göbeğine kadar uzanıp dursa… Eşikte sağ dizinin üzerine çökmüş duran, kılıcına dayanan, iki gözü ateş gibi parlayan kahraman gözükse… Vay, be!
Böyle hayallerin peşinde gezerken Kültür ve Bilim Bakanlığı’na da uğramıştı. Tarihî ve Kültürel Anıtları Koruma Derneği’ne de başvurmuştu. Akademinin İlmî Araştırma Enstitüleri’ne de gitmişti. Buralarda araştırmacı diye oturanlar ecdadından geriye kalan şiir ve destanlar, efsanevî hikâyeler söz konusu olunca herbiri birbirinden söze ustaydılar. Resmen akıyorlardı. Birinin söylediğini diğeri kapmıştı. Sürdürüp eski sözleri nasıl da döktürüyorlardı be. Kulaklara hoş gelen hikâyelerinin sonunda Noelde fikrini söylemişti.
“Akılda üstün olan büyüklerim! İşte, bu değerli şahsiyetlerin naaşları nerededir? Ortalığı ayağa kaldırıp arayalım. Buluruz herhalde. Kafa yapısını ortaya çıkardık mı tamam. Hemen çizeyim. Yüzlerine nurlu şekil kazandırayım. Daha sonra ortaya çıkan bu şekilleri resmedip gururla kitaplarına ekleyelim. Güzel bir şekilde kilimlere, görsel araçlara basıp işleyelim. Sonraları o şekiller heykele dönüşür.” demişti.
Âdeta saksağan gibi çeneleri kapanmayan kişiler bu sözleri duyunca, köşe bucak kaçışıp ortalıktan kaybolmuşlardı. Kendisi ise ne yapacağını şaşırmış bir şekilde ortada kalakalmıştı. Meğer öyle davranmalarının bir sebebi varmış: Çünkü onlar sadece Kazak halkına ait olan önderlerin kaleme aldıklarını araştırmışlar. Araştırmalarını savunup, bilim adamı ünvanları almışlar. Birbirlerini övüp yüceltmişler. Yüksek dereceler kazanmışlar. Dizginleri ele geçirmişler. Nafakalarını temin etmişler. Fakat bütün bunların yanında, o büyük tarihî kişiler nerelerde can verdi, kellelerini hangi kuzgun gagaladı, haberleri bile yokmuş. Üstlerine gidildiğinde ise felâket zamanlara lânet yağdırıp durumu idare ediyorlarmış.
“Daha kimlerin kemiklerinin parçalarını toplayalım?” diyen saçları ağarmış bir akademisyen, köstekli at gibi sıçramış, “Yapma canım, sen işine gücüne bak. Uzak dur. Bizler in kazacak köstebek değiliz. Madem o alanda eğitim almışsın, git, hayrını gör.” demişti.
Noel de en sonunda, cilalı meşe kapılarını kendisine istemeyerek açan kurumların nicelerine kalbini kapatmıştı. Ardından Talgar tarafındaki bir kurgana geldi. Yere çöken buğra gibi bir yanına yaslanmış buldu kurganı. Burası daha önce kazılmamış, soyulmamış olduğundan, içinde bütün sırlarını saklamış gibiydi. Pat diye küreğini indiriverdi. Yüzeydeki yumuşak topraklar, kolayca kazılmaya başladı. Sadece iki üç kürek boyu inmişti ki, tepeciğin ufak beneklitaşları gözüktü. Kuşluk vaktinde yanına ulaşmış iki yardımcısı, Vova ile Malik de oradaydı. Bu ikili, Almatı’da aynı sokakta yan yana büyüyen arkadaşlardı. İşsiz kalıp boş gezdikleri bir dönemde, karşılarına böyle bir fırsat çıkmıştı.
“Söylemedi deme, burada altın bulursan bizimle paylaşacaksın.” dedi sürekli ter içinde gezen Vova.
“Çoluğumuz çocuğumuz aç. Eğer vermezsen, zorla alırız!” dedi Malik bir deri, bir kemik kalmış haliyle.
Elbette, bu arkadaşların arasında olağan şakalaşmalardan biriydi. Çalışmaya devam ediyorlardı. Çökmüş buğra gibi bir yanına yaslanmış olan kurgan, sadece ilk bakışta kolay lokma gibi görünmüştü. Üçü üç taraftan kürek indiriyor, kulaçlıyor, bütün kuvvetleriyle çabalıyor ve küskülerle vuruyorlardı ama bunlara rağmen, henüz hazineye ulaşamıyorlardı.
“Hey! Dağları boş bulmuşsunuz, tepeleri eşeleyip ne yapıyorsunuz? Hırsız mısınız? Şehir serserisi misiniz?” dedi dar alınlı, benek yüzlü sıradan bir ihtiyar. Bir yandan da kamçısını sallıyordu. “Hemen şimdi hesap verin. Yoksa sizi içeri attırırım.”
Vova ile Malik gerçekten de ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
“Savaş döneminde bir grup serseri, keşif grubuyuz diye geldi. Kurganların hepsini açtı, bütün hazinelerini soyup soğana çevirdi. Siz de onların devamı mısınız? Haydi, itiraf edin gerçekleri! Yoksa…”
Yabancı bir Kazak ihtiyar, kamçısını sallayıp hesap sorunca, Noel oturduğu yerden kalktı.
“Aksakal, endişelenmeyiniz. Biz özel izni olan kimseleriz. Şu, benim pasaportum. İnanmıyorsanız, bakabilirsiniz.”
Atından inmeden diklenmekte olan ihtiyar, pasaporttaki yazıları heceleyerek okudu ve irkildi. Derhal atının üzerinden atladı.
“Allah’ın lânetlediği kafaya bak işte! Göz göre göre kimi tanımıyor. Vah vah… Şimdi anladım, sen Kazakistan’ı yöneten Jumabay Şayahmetov ağabeyimin ardında kalan tek evlâdıymışsın. Moskova’da okuyor, diye duyardık seni. Gel bakalım buraya. Bir sarılayım sana.” diyen o ihtiyar, Noel’e kucağını açtı. “Biz Jumabay ağabeyim ile akraba sayılırız. Birçok iyiliğini gördük. Rahmetli çok mütevâzi biriydi. Tek oğlunu yer kazanların okuluna verdi. Moskova’da olduğunu söylediklerinde büyük başkan olarak dönecektir dedik. Bizlere destek olacaktır diye umduk.”
Dar alınlı, benek yüzlü sıradan ihtiyarın gözleri mi yaşardı yoksa burnu mu aktı bilinmez, durmadan yüzünü silmekle uğraşıyordu.
“Buranın Saka devrinden kaldığını söylerler çocuklar. Akşam olmak üzere. Eve gelin. Kardeşimi bulmuşum, bir toklunun kellesini kemirtmeden göndermem. Gelin. Yarın ola hayrola. Kurgan bir yere gitmez…”
Ertesi gün sabah serinliğiyle işe koyudular. Çok geçmedi, on kadar köy delikanlısı ellerine birer kürek alıp yardıma geldi. Bu da toklu kellesi ikram eden o ihtiyarın işiydi elbette… Onları sabahleyin bağırarak uyandırmış, yardıma göndermişti. Eski dostunun hatırına…
Kuvvetli delikanlılar durur mu, her yandan oyuklar açtı, kısa sürede kurganın altını üstüne getirdiler. Kazdıkları çukur derinleşip lahite yaklaştıklarında Noel’in yüreği ağzına geldi.
“Daha da hızlanalım. Fakat bu bizim düşündüğümüz gibi değil anlaşılan. Daha erken dönemlerde soyulmuş bir kurgana benziyor.”dedi.
Hocası Gerasimov ile ikisi birkaç sene evvel Ukrayna’da Saka kalıntılarının olduğu Zaporojiye’de tam da bunun gibi bir kurganı kazmışlardı. O zaman da buradaki gibi insan ile at kemikleri karışık, darmadağınık gömülmüş haldeydi.
Köy delikanlıları, iyice yıpranıp sertleşen atın kurukafasını çıkartıp duvara dayadılar. Boyun kısmına çocuk kafası sığacak gibiydi. Yürük atın ta kendisiymiş. Kaba yeleleri çürümemişti. Bütün olarak çıktı. Bir kürek boyu kadar derinlikten kucak dolusu kuyruğu da bulundu. İnsan kemiği ise toz haline dönüşmüş, darmadağın olmuştu. Silâh falan yoktu. Altını üstüne getirerek aradıklarında buldukları tek şey, bir gümüş kâseydi. Kenarında birbiri ardına sıralanmış çivi yazısı bulunuyordu. Bulunan tek şey, buydu. Üç kişi, tek bir gümüş kâse ile Almatı’ya yola çıkmadan köy delikanlılarına teşekkür ettiler. Altın bulacağız, gümüşe gark olacağız diyerek, eğerinin terkisinde iki büyük çuvalla gelen, dar alınlı, benek yüzlü ihtiyar, serseri soyguncuları mı, şansı yaver gitmeyen akrabasını mı, yoksa oğlunu doğru düzgün okula vermeyen akrabasını mı suçluyordu bilinmez, bir şeyler mırıldanarak küfürler yağdırıp, kırları aşıp gözden kaybolmuştu…
* * *
Telefon çalıyordu. Noel, uyur uyanık bir halde elini uzattı. Karşı taraftaki kadın, onun uyku sersemi olmasına aldıracak gibi değildi.
“Venera… Dedim ya… Uygun kuruma teslim ettikten sonra uçağa binip geleceğim.”
“Kızın üniversiteyi kazandı. Ama bu seni ilgilendirmiyor sanki. O kelleye sımsıkı sarılıp otur o zaman orda.”
“Venera müjde!” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı.
“Kâsedeki çivi yazısını bilim adamları okuyor.”
“E-e-e.?”
“‘Ben de senin gibiydim.’ gibi söz. Anlamı ne büyük? Nasıl bir felsefe değil mi? Fakat, kısa olmuş. Şimdi de onun devamını aramam gerekir.”
“Felsefeyi bırak. Ne zaman döneceksin?”
“En fazla bir hafta sonra.”
“Yine bir seneye uzamasın. Özledik…”
Soyulmuş kurgandan bulunan gümüş kâse ile kenarındaki çivi yazısı, arkeoloji alanında önemli bir haber haline gelmişti. Dünyanın önde gelen bilim adamları, o damgaları harf harf okumuşlardı. Okuyanlar da hayran olmuştu. ‘Kadim zamanlarda kendilerine gelip ancak toparlanan Asya’lılar, demir eritmişler. Çeşitli karışımlar hazırlamışlar. Kusursuz bir kalıpla kâse yapmışlar. Harfleri bulmuşlar. Kendilerinden sonrası için yazılar bırakmışlar. Hem de nasıl yazılar! İşte, bu sıralarda Avrupalılar ağaçlardan elma topluyorlardı. Ayaklarına hasır terlik giyiniyorlardı. Deme, deme!..’
İçteki öfke, kibarlıkla bastırıldı. Bilime karşı olan tutku, üstün geldi. Sonunda, ‘Asrın kazancıdır.’ dediler. İşte, o anda Noel’in ünü her tarafa yayıldı. Düz burunlu, zayıf, solgun yüzlü, yakışıklı delikanlının gülümseyen fotoğrafı, dünya basınında önemli ve büyük makaleleri süsledi.
Memleketteki akrabaları ve tanıdıkları da onu methedmeye başlamışlardı.
“Hangi birini anlatacaksın? Önünde yapılması gereken bir sürü iş var. Hepsini de halledecek cesaret sende var. Türkistan’a defnedilmiş Abılay Han’ın başını bul… Aziz Tauke’nin heykelini ortaya çıkar… Astrahan tarafta ulu Kurmangazı var. Onlar sonraki nesillerle ne zaman kavuşacak? Kazak halkında kabri kaybolan kahramanlar az mıdır? Kırgız’ın Keklik Dağı’nda meşhur Kenesarı’nın naaşı var. O büyük hanın başı Ermitaj Müzesinin deposunda. Şu, Kulbarak Batır’a ne olacak? Türkmenlerin Allakul Han’ı Süyinkara, beklenmedik yerde kellesini koparıp almış. Mübarek naaşı doğduğu topraklarda, başı yabancı diyarlarda kalmış. Cayık nehri boyundaki kara çukuruna düşen o büyük şair-mücahit Mahambet ne olacak? Ya Kobda’da can veren İsatay? Karakerey Kabanbay, Kanjığalı Bögembay’ların nesi eksiktir? Hiçbirinin suretini, dış görünüşünü bilmiyoruz. Şu, hayalci ressamlara da aşk olsun. Bir surete zırh giydiriyor, gözlerine tehditkâr bakışlar yakıştırıyor, çeneye bir tutam kıl ekleyip ‘şu falanca handır’ diye isimlendiriveriyorlar. Bu suretlerin yüzlerinde ne nur ne de gönüllerinde kendi zamanlarına ait fikir ve dert olduğuna dair bir iz bulabilirsin. Kırışık yüzlü, topuz alınlı, taş gözlü birini önümüze koyuyorlar. İtibarlı kurumlar bile… O taş gözlü, kaba ve hayalî kişilerin resimlerini altın çerçevelere koyup bütün duvarlarına asıyorlar. İşte, böyle yaygınlaşmış görgüsüzlüğe artık ‘dur’ diyecek olan sensin.” diye konuştuktan sonra gözden kaybolmuşlardı.
Mübarek Saka lideri, ‘Ben de senin gibiydim.’ diyerek, bu fani dünyanın yalancılığı, değişkenliği bilinsin, oynaklılığı görülüp sonraki nesillere ders olsun istemişti. İşte bu öngörü ve felsefe, bu dünyayı ayağa kaldıran haber, Bilim Akademisi’nin tecrübeli bilim adamlarını epey ürkütmüş. Akademi koridorlarında dedikodular yürümüştü.
“Şu kurnaz herif Moskova’daki akrabalarıyla bir olmuş, bir şeyler çeviriyormuş diyorlar.”
“Kurgandan gümüş kâse değil, atın leğen kemiği bile çıkmamış.” diyordu biri.
Buldum dediği “Ermitaj Müzesinde eski dönemlerden beri duran bir kapmış. Hatta nerede bulunduğu bile belli değilmiş.”
“Eski demiri eritip üzerine çivi yazısı yazmak günümüz teknoloji için zor mu? Aman tanrım.”
“Hatta antropolog da değilmiş, asıl mesleği doktorlukmuş.” diye dedikodusunu yapanlar pek çoktu. Dedikodu, içlerindeki hırsın ve kıskançlığın en büyük belirtisiydi. Bunları söyleyenler, hayatları boyunca çadır, kürek, küskü ile yaşayan, Kazakistan’ın dağlarını taşlarını durmadan gezen, burunlarının dibindeki kurganı gözden kaçırdıkları için yüreği yanan insanlardı. Birleşip Noel hakkında ihbar mektubu yazmak isterlerdi, hem de çok isterlerdi… Ancak sadece Moskova’nın değil, bütün dünya arkeologlarının kabul etmiş olduğu bir başarı vardı ortada. Buna karşı ne yapabilirlerdi? Şayahmetov’u çekiştirseler, ağızlarına geleni söyleseler bile, kurganların ve tepelerin sırrını koklayan, yanlışı doğruyu ayırt edebilen bilim adamları bir araya gelmeyecek miydi? Bu kişiler Almatı’da ilmî bir konferans gerçekleştirseler ne olacaktı? Böyle bilim adamlarına karşı söyleyecek sözleri, kesin delilleri var mıydı? Bu büyük bir riskti. Başlarını belaya soktukları yetmez gibi, bütün ünvanlarından olurlardı. “Yapmayalım, başımızı belâya sokmayalım!” dediler. Böyle dediler ancak, Noelde karşı olan ilgilerini tümden kesmeye başladılar. Hatta onu uzmanların sıradan toplantılarına bile davet etmez oldular. İlim Ordusu’nda selâmını alacak kimse kalmamaya başlamıştı. Karşılaştıklarında ot koparan atlar gibi kafalarını bir tarafa çevirerek yanından geçiveriyorlardı.
“Evet, hepsi kıskançlık ve hasetten meydana gelmiş.” dedi.
Bir bakıma kendisi de suçluydu. Önemli bir toplantıda, Yüksek Mahkeme’nin önüne konulacak Kazak halkının ana üç grubunun kurucu liderleri sayılan Biyin heykeli seçilmekteydi. Yarışma gerçekleşmişti. Kazanan, yeni yetme bir mimardı. Güya heykelleri tartışmaya açmış değerlendiriyorlardı. Oysa tek yaptıkları pohpohlama, iltifat ve hürmet gösterisiydi. Sırayla konuşma yapıyor, sözlerine hayranlık ve hayret katıyorlardı.
“Ecdadım Töle Biy, ne kadar da yakışıklı. Bakmaya doyulmuyor ya!” dedi. Soyu Ulu cüze dayanan komisyon üyesi.
“Ya, Kazıbek? Ruhu şad olsun. Oturuşuna baksana!” Kazı- bek orta cüz denen Konak grubunun kurucusuydu. Elbette konuşan da öyle.
Savaşçılığı ile ünlü küçük cüz grubunun mensubu prof. geri kalır mı?
“Ayteke’nin kartal bakışları dünyaya göz gezdiriyor. Vay be, bir erkek doğacaksa böyle doğmalı!” dedi.
Noel dayanamadı. Yerinden fırladı. Kan beynine çıkmıştı.
“Şu üç Biy, aynı ana babanın eteğinden mi çıkmıştır? Taslağa dikkat edin, birbirinin aynısı. Göz çevresi, burnu, yüz ölçüleri. Yo–yok… Gerçekten, elinizi vicdanınıza koyarak yaklaşır mısınız meseleye?” dedi. Sonra akıntıya karşı kürek çekmeye devam etti. “Bu üç kişi, Kazak bozkırının birbirinden uzak üç farklı köşesinde dünyaya gelmedi mi? Aynı ana babanın çocuğu olsalar bu kadar benzemeyezlerdi. Şu suretlere bakın! Tek farkları sakallarında. Ulu Cüz sakalı güçlü ve uzun, Orta Cüz’ün sakalı derli toplu, Küçük Cüz’ünki küçücük bir sakal. Başka bir fark yok. Bu nedir, sakal sergisi mi? Bir başka mesele; üçü de dümdüz çizgi boyunda tel gibi gerilmiş. Ağzı dualı Biyler halka verdikleri hükümleri mi açıklamak istiyorlar, yoksa ordu mu davet etmişler? Akılda üstün olan üstadlar, bana bunu anlatır mısınız?” deyiverdi.
Bu sözlerinde yerden göğe kadar haklı olsa bile tepki topladı.
“Şu adam, çelme takma huyunu ne zaman bırakacak ya?”
“Küstahlığı, kibiri bıraksa artık!”
“Üç Biy’in ruhu çarpasıca!”
“Çekemiyor!”
“Daha fazla ne yapmamızı istiyor bizim?”
Oturan kurul üyeleri ortalığı ayağa kaldırmışlardı.
“Daha fazlasını yapmak elimizde.” dedi, atılan oku geri çevirerek. “Üç Biy’in kabirlerini açmama izin verin. Kafataslarını çıkarayım. Herbir santimetresini ölçerim. Bilimsel açıdan ispatlı, canlı hallerinin tıpkısı heykeller ortaya çıkarırım. Gelecek nesiller görür. Örnek alırlar. Daha sonra bu heykelleri dikersiniz. Kim karşı gelebilir ki?”
Bu sözlerin üzerine sessizce dağıldılar. Daha sonra kendisini Sanat Kurulu’ndan uzaklaştırdılar. Karşı çıktığı o taslak, kabul edildi. Yurdun her şehrinde, dizleri üzerine çökmüş üç farklı sakalla aynı ihtiyarın heykeli… Düşünce yok, tasa yok… En küçüğünde yüzünde bir imâ bile yok. Koyunlarını otlağa göndermiş, kendileri de tepebaşına yerleşmiş birilerine benzetilebilirlerdi.
Gün geçtikçe ümitsizliğe düştü, acı gölün balığı gibi bozardığı bir anda hocası Gerasimov’u aradı. Gördüğü muameleden, önüne çekilen aşılması zor engellerden bahsedip dert yandı.
“Genel olarak siz, Kazaklar, tuhaf insanlarsınız.” dedi Gerasimov uzun bir sessizlikten sonra. “Aranızdan yetenekli biri sivrilirse önce onu methederek yüceltiyorsunuz. Daha sonra sesini kesip yerin dibine sokuyorsunuz. Dediklerinizi kabul etmeye dayanabilirse, aranızda kalıyor. Ama yok, asi biriyse… O zaman iş çığrından çıkıyor. Zamanında büyük yazar Muhtar Auezov ile bilim adamı Satpayev bile Almatı’nın o cüzzam gibi yapışan karalamalarına dayanamayarak kaçtı. Ardından Moskova’ya gelmemiş miydi? Kaderleri, uçurumun kenarında yürüyormuş gibi tehlikedeydi. Zor belâ ayakta kalmışlardı.”
“Ben ne yapabilirim?”
“Sen daha çok gençsin. Dayan. Her zaman yardıma hazırım.”
“Çok zor durumdayım.”
“Noel Jumabayeviç.” demişti Gerasimov, resmî tavır takınarak. “Sadece Kazaklar değil, Ruslar da aynı sıkıntılarla uğraşıyorlar. İvan Grozni’nin heykelini yaptığımda ortalığın nasıl ayaklandığını sen de biliyorsun. Kiev’e gidip Yaroslav Mudrıy’ın kurukafasını aldığımda, bir gece laboratuarım talan edilmemiş miydi? Hatta, Moskova devletinin ilk kurucusu Yuriy Dolgorukiy’in öz evladı Prens Andrey’in benim yaptığım kafa kemikleri üzerine yüz şeklini görenler, demediklerini bırakmamışlardı. ‘Gerasimov, hakikaten yarım akıllı.’ diye hicvettiler beni. Niye Prensin yüzü Türk simasına benzedi diye. Sonunda ne oldu? Dolgorukiy’in sonraki eşinin Türk Han’ının kızı olduğu anlaşıldı. Andrey de anne tarafından akrabalarına çekmiş. Daha sonraları kilise duvarlarına yapılmış portresi de bulundu. Hiçbir yanlışlık yoktu. Tıpkısının aynısıydı. ‘Affedersiniz. Siz deli değil, bir dahiymişsiniz.’ dediler hepbir ağızdan. Ben öyle dâhiliği ne yapayım! Ayrıca ben seni, ‘Kazakistan’da bir kâse kaybolmuş, onu bul ve geri dön.’ diye mi gönderdim? Aslında arkeoloji senin işin değil. Demek ki mızmızlanmayı kesmeli ve çalışmalarına devam etmelisin!”
Devam etmeyip de ne yapacaktı? Moskova’da doğup büyüyen Venera ile küçük Vika’sını düşünecek olursa hemen yola çıkmaya hazırdı. “Sonunda gideceğiz. Hocam laboratuvarında çalışmak üzere beni işe alacak. Araştırıp ortaya koyacak daha çok şey var.” diye kendisini teselli etmeye çalışıyordu. O günden beri de çok şeyler yaşanmış geçmişti.
* * *
Umudunu kaybetmek üzere olsa da bir şekilde tutunmaya çalıştığı dönemlerdi. Noel, Tarihî ve Medenî Anıtları Koruma Kurumu’na gelmişti. Buranın patronu Ikas idi. Noel, kendi çalışma planını, ileride yapmayı düşündüğü işleri ardı ardına sıralayıverdi. Patron ilk önce kafasını salladı, sonra güzel bir kahkaha attı. Güldükçe koltuğa zar zor sığan göbeği sallanıyordu. Bir kendisi bir göbeği gülüyordu.
“Noel, yavrum!” demişti sonra güzel güzel. “Siz yetenekli, genç bir bilim adamısınız. Önünüzde parlak bir gelecek var. Hatta sizi yanı başıma işe de alacaktım. Fakat malesef, bizim kurum, yeryüzünde devrilmeden ayakta kalan heykellerle ilgileniyor sadece. Onların da devlet çapında önemli olup olmadığını araştırmakla uğraşırız. Çok eski olanları ve lazım görülenleri kayda geçirip bütçeden ayrılan parayla restorasyon yaparız. Bunun dışında, toprak altında kimler var, yaşarken neler başarmışlar, böyle şeylerle bizim işimiz olmaz. Belki de Kazak halkına yararı dokunan biridir. Kim bilir? Dedim ya, yardımcı olmak isterdim, ama elimden bir şey gelmez.” dedi.
Bir daha da ağzını açıp bir şey söylemedi. Noel, koltuğa bir an sığar gibi olup sonra dışına taşan komik göbeğe sinirle baktı, biraz bekledi, kapıyı çarparak çıkıp gitti. Bahçede sigarasını yaktı. O sırada, uzun boylu, parlak siyah gözlerini gam sarmış esmerce genç bir delikanlı ürkek adımlarla yanına yaklaştı.
“Merhaba Noel ağabey.” dedi. Kendine yakın bulmuş olacak ki, iki elini uzatmıştı.
“Merhaba.”
“Affedersiniz, çoktandır sizinle tanışmayı hayal ediyordum. Adım, Dauren.”
“Dauren? Kimsin, nerede çalışıyorsun?”
“Şu, Ikas Beyin yanında. Gece bekçisiyim.”
“Senin gibi genç delikanlı… Niye bekçilik?”
“Ana–babamı erken yaşta kaybettim. Köyde doğmuşum, Atıraua şehrinde kimsesizler yurdunda yetiştim.”
Genç delikanlının gözleri dolmuştu. Daha sonra ucuz bir sigara çıkartıp yaktı. Anasının sütünü emer gibi, üst üstüne çekerek içmeye başladı. Efkarından kimsesiz olduğu belli oluyordu.
“Ağabey, bu kurumun ekmeğini yemeye başlayalı yaklaşık bir sene kadar oldu.” dedi yine kendine güvenen bir şekilde.
“E-e-e, yani…”
“Söylemeye çalıştığım şey, Ikas Bey’den hayır beklemeyiniz. Onun Mahambet’in şiirlerini araştırmakta olan kızı var. Çok akıllıdır. Adı, Ayım. O da sizinle tanışmayı çok istiyordu.”
* * *
“Evet, geçmiş günlerin hayali… Bozkırdaki serap gibi parça parça olup tükenip gider mi ki?”
Akrabalarından uzakta, aç kokarcalar gibi iki büklüm gezmek canını çok acıtmıştı. “Taşınalım, gözlerden ırak bir yerlere gidelim, kimsenin bulamayacağı yerlerde kaybolalım. Bundan sonraki hayatımızda görmediğimiz tek yer Almatı olsun.” diye eşi de sayıklamıştı. Öyle demesinin de bir sebebi vardı. Yine Noel’i şikayet etmişlerdi.
“Eski kurgan ve mezarları kazıyor. Altınları, gümüşleri, çuvallara dolduruyor. Bulduğu hazineleri işbirlikçileriyle birlikte karısının İsrail’de yaşayan akrabalarına yolluyor.” demişlerdi. Bu şikayetlerin üzerine müfettişler hemen harekete geçip baskın yaptılar. Dairesini aradılar. Köşe bucak her tarafı talan ettiler. Bütün hazinesi, eşinin parmağındaki nikâh yüzüğüydü. Evdeki eşyalar ise bir tek kanepe, masa, beş altı sandalye… Bu görenler utanıp dışarı fırlamışlardı.
“Biraz sabredelim. En azından Kazak halkının önemli bir şahsiyetinin baş kısmını oluşturayım, yüzünü ortaya çıkarayım. Onu kendi halkına kavuşturayım. Evlâtlık görevimi yerine getireyim. Yoksa bir tek gümüş kâseyi alıp nasıl gideriz? Moskova’lılar ‘sadece orta halliler ekmek kazanır’ derler. Biliyorum ya onları. Dünyayı iğnenin gözünden bakar gibi incelerler.” demişti. İkna olmadılar. Sonunda babasından kalan bir odalı daireye taşındı. Vika’sını Moskova’daki okula yerleştirip geri döndü. Böyle sıkıntılı dönemlerden geçtiği günlerden birinde bir telefon geldi:
“Yavrum Noel, iyi misin?” demişti kulağa hoş gelen bir ses. “Ben, Alimcan Saktayev ağabeyin. Doktorluk yapıyorum. Amatör tarihçiyim de aynı zamanda. Senin başarılarını ayrıntılarıyla biliyorum.”
“Teşekkür ederim, ağabey!”
“Küçük olsun büyük olsun, bazı başkanların sana karşı soğuk tavırlarını fark etmekteyim. Geçici şeylerin vuruşu her zaman serttir, biliyorum. Fakat neticesizdir. Ebedi değilse… Sana söylemek istediğim, seninle görüşmem gereken büyük bir iş var.”
Ertesi gün Gorki Parkı’nda buluşmak üzere anlaştılar. Oraya zamanından önce gitmişti. Beklerken zihnini sarmaşık gibi saran düşünceler, yakasını bir türlü rahat bırakmıyordu. “Bu da kim acaba? Bunaldığımda bulduğum bir destekçi mi? Yoksa… Zamansız baskın yapan sorgu hakimlerinden biri mi? Onların konuşmaları da pek yumuşaktır.” diye düşünüyordu.
“Yavrum, Noel!”
Karşısında orta boylu, biraz kilolu, elma yanaklı, kırmızı tenli, merhamet dolu gözlere sahip bir adam duruyordu. Aniden dönüp bakmıştı. Gülümseyerek kucağını açıverdi. Alimcan ağabey, parkta dolaşırken Mahambet’in şiirlerini ezbere söylüyordu. Yüreğine dokunan hep yanık şiirlerdi bunlar. Kavuşulmayacak hayaller de, ruhuna gizlediğin hüzünler de, tükenmeyen umutlar da, yeri doldurulmayacak pişmanlık da o şiirlerde gizliydi. Utanmayı bir kenara bırakıp gözyaşlarına boğuldu. Küçük bir halkın önderi olmak yerine, birçok kişinin sevdiği biri olmak daha iyiymiş ya. Ah, bu dünya!
“Şairin mezarı bulundu. Sade bir tepecik halindeymiş.” dedi Alimcan konuşmasını sürdürerek. “İlgili kurumlardan izin aldım. Kabrini açsak. Ruhunu rahatsız etmeyiz sanırım. Zamanın var mıdır, yavrum? Yardımına muhtacım. Hayattayken eski atamın gerçek görüntüsünü görmeyi arzuluyorum.”
* * *
O akşam bütün gece Mahambet rüyasına girmiş, onu bir türlü rahat bırakmamıştı. Sanki askerleriyle Kobda topraklarındaki çatışmadaymış gibi olmuştu.
Kalabalık askeri Elek Nehri üzerine indirmişti. Kendisi otuz kırk nöbetçisiyle etrafı kolaçan etmeye çıkmıştı. Mahammet ve İsatay Rusların işgaline karşı ayaklanmanın lideriydi. Pusuya yatan düşman saldırmadan bırakır mı? Astrahan Ruslarının alay komutanı Petrov’un da beklediği an buydu. Kanatları uzatarak onları çepeçevre sarıvermişlerdi. Oysa Hive Hanlığı’ndan Kayıpkali Sultan, ‘Rus’larla savaşacağım.’ diye üç bin öldürücü manasına adlarına leşker denen en iyi askerlerini alıp gelmişti.
İsyancılar, Muğaljar Dağı’nın kıyısına ulaşmış, her şeyden habersiz yatmaktaydı. “Düşman sardı!” diye, haber verecek imkan nerede? Göz açıp kapayana kadar çatışma başlamıştı. Çok iyi hazırlanmış Çar’ın silahlı kuvvetlerine otuz kırk nöbetçi nasıl karşı koyabilirdi? Rusların asıl amacı, İsatay ile Mahambet’i ele geçirmekti. Ayaklanmanın iki liderini bulup yok ettiklerinde kalanları çil yavrusu gibi dağıtmayı planlıyorlardı. Tepebaşına sürükledikleri demirleri kurup ateşli silahla üç kez ateş etmişlerdi. Dikkatlerini dağıtmaya çalışan İsatay:
“Tozunu değil, kanını çıkartıp vurun!” diye haykırdı.
Kurşun kendisine değmemişti. Gemlerini çekmeye fırsat bulamadan bir tarafa kaçmaya başlayan küheylan at, sürünerek düştü. Kahraman da yere yuvarlandı. Mahambet, kılıcını sağa sola sallayarak kahramana ulaşmaya çalıştı. Ulaşır ulaşmaz bindiği kır atını önüne sürdü.
“Bin atına! Düşmandan kaçtı diye adımı mı çıkaracaksın?”
Bir arslan gibiydi İsatay! Son sözü de buydu. Düşmanın nişan alarak attığı kurşun, tam kalbinin ortasına gelip isabet etti. Zaten can vermek üzere olan kahramanın göğsüne bir de Rus askeri gelip mızrağını soktu. Bir başkası, sivri, keskin ve büyük bir bıçakla onu boğazlayıverdi. Sıcak kan havaya fışkırdı. Atının üzerinde duran komutanın yüzü kanla yıkandı.
Kurşun yağmurunun ortasında kalan Mahambet, kır atına tekrar bindi. Bir anda etrafı saran Rus birliğinin üzerini bembeyaz toz kapladı. Kimse bir şey göremiyordu. Toz ağızlarına bulaşıyor, onları boğuyordu âdeta. “Bu Mahambet’in işi!” dediler. Atını sürdükçe kaldırdığı tozla herkesi şaşkına çevirmişti. “Vay benim ulu ozanım!” O da ne! Aç gözlü üç bin leşkeri olan Kayıpkali Sultan Akbulak ise, nehir boyuna doğru hızla kaçmaktaydı. Niye çatışmaya girmemişti?
“İsatay’a Allah rahmet eylesin! Bana Buhara Hanlığı da yeter. Ben gidiyorum. Yurda selam söylersin!” diye seslenmişti kaçarken.
“Kayıpkali, sen tam bir köpekmişsin! Senin selamını alacak halk mı kaldı? Yaşayacak olursam bu ihanetinin acısını çıkaracağım!” Mahambet’in haykıran acı sesi kulakları sağır eder gibiydi.
Uyanıverdi. Gece yarısını çoktan geçmişti. Bu nasıl bir rüyaydı? Ya da ayan mıydı? Nasıl bir şeydi bu? Ayırt edemedi, uzun süre düşünceleriyle boğuştu. İsatay ile Mahambet’in ününü Alimcan ağabeyi’nden de dinlemişti. Kazak Hanlığı’nın Rus hegemonyasına girmesine karşı çıkmışlardı. “Bağımsızlık Kazak halkının içinden asker topladı. İlk millî ayaklanmalarını başlattı.” demişti. Fakat, İdil ile Yayık nehirleri arası küçücük bir yerdi. Asi tay gibi şahlanarak nereye kadar gidebilirdi ki? Orası Astra- han ile Tataristan, Teke ile Orenburg’un tesirinde kalan bölge değil miydi? Kazak halkının Rus boyunduruğunu kabul eden Han’ı olan Jengir’i yok edebilirdi fakat onun arkasındaki iki başlı Samruk görüntülü dev imparatorluğa nasıl karşı koyacaktı?
Bu arada, Çara karşı en güçlü isyan olan Pugaçev ayaklanmasını edebî esere dönüştürmek isteyen Puşkin de bir zamanlar oralara uğramıştı. O yolculuğu sırasında ulu şairin «Из Гурьева городка, протекла кровью река» (Guryev ilinden nehirler aktı kan olup) demesi yok muydu! İnsanın yüreğini yakan böyle iki satır nasıl olup da kuştüyü kalemin ucuna ilişmiştir?
* * *
Erken kalktı. Bir fincan kahve içip Abay Caddesi’ndeki Millî Arşiv’e geçti. Eski zaman hikâyelerinin deposuna ölüm sessizliği hakimdi. Odalardaki serin esintiyle birlikte ne olduğu belirsiz bir huzursuzluk vücudunu basmıştı. Yan yana dizilmiş klasörler ise göz kamaştırıyordu. Açılan sayfalar, tarih tozu altında kalan şahsiyetler gibi canlanıyordu. Tozlar kitapların içindeki kederler ile birlikte dökülüverecekmiş gibi gözüküyordu.
“Hepsi bağlı. Adeta dillerini ısırmış gibi…” bunu üzgün bir şekilde mırıldanmıştı. “Mahambet’in son anlarını tasvir eden belgeler aramıştım.”
“Hayatının mı?” dedi dirsek önlüğü takmış sarışın kız. “Yoksa…”
“Karoy bölgesindeki…”
Evet, bir gün önce Alimcan ağabeyi olayları etraflıca anlatmıştı. Üç günlük anlamsız hayata kendilerini kaptırmış delikanlıları tekrar yerlerinden kaldırıp atlarına bindirecek kadar etkiliydi anlattıkları. Kendisi ise ortak düşüncelerini ifade edebilecek gücü bulamamış, kendi kendine bir şeyler mırıldanmıştı sadece. Dinleyen var, destekleyen yoktu. Sözü de kimi zaman fırsat bulup canlandırmazsan, alev almaz. Kendi kendine söz vermiş gibiydi. Daha çok fikir ve bilgi sahibi olmalıydı. Bu sebeple çıkmıştı yola.
“Eski bir el yazması var.” demişti dirsek önlüğü takmış sarışın kız bazı klasörleri evirip çevirirken. “Bir bölüm gibi, başı sonu yok. Bir okuyun isterseniz.”
“Bizde hiçbir şeyin başı sonu yok.” demişti Noel. “Getirin. Bir göz gezdireyim.”
Okumaya başladı:
…Jayık ırmağının Buhar tarafında, nehirden biraz ötede Karoy vardı. Ekim ayının ortalarıydı. Kumlu yerde yetişen Şağır ve Pelin kamışlarının rengi solmuş, tırmığın dişleri gibi seyrelmişlerdi. Batı’da rüzgara karşı şiddetli bir şekilde yükselen parça parça bulutlar birikmişti. Çok geçmeden bu bulutlar gelip sağanak yağışa dönüştüler. Baksı mezarı gibi, bozkır üzerine tek başına yerleşen Mahambet, keçe çadırın tepesindeki örtüyü kapattırmıştı. Vızıldayan hareketli rüzgar huzur vermeyince çadırın kenarındaki örtüleri de indirtmişti.
“Efendim, küçücük bir bulut var diye bunca örtünüp kapanmak ne demek? Atın nehirdeki yeşil kamışları kemiriyormuş. Hasan’ı gönderdim. Semaver de kaynamak üzere. Çayını içip, atına binip, biraz dolaşsana. Uyuşup yatma.” Bunları söyleyen Tipan, sağ kalçasında çıban çıktığı için epeydir aksamakta olan ozana kol kanat germeye çalışıyordu.
“Kandili yak. Yağmur geçince tepedeki örtüyü açarsınız.”
Mahambet’in morali bozuktu. İpek örtülü döşek üzerindeki kuş tüyü yastığa dayanarak uzanmaya devam etti.
Kuşluk vakti, şaşkın haldeki Tipan, aceleyle eve girmişti. Solgun yüzü, sinirli bir halde olduğunu gösteriyordu. Yastığa başını koymuş, sırt üstü uzanan Mahambet, bu huzursuzluğu hissetmişti. Aniden doğrulmak istedi ancak sağ kalçasının acısından bir yanına dönüp oturmak zorunda kaldı. Sonra sessizce çadırın desteği üzerinde asılı olan İsfahan kılıcına kolunu uzattı. Tipan, kılıcı kınıyla birlikte hızlıca uzattı. Gövdesine kurşun dökülmüş on iki örgülü buzağıdiş kalın kırbacı da eline verdi.
“Hayırdır?”
“Ne bileyim. Jarbastau taraftan on kadar atlı, hızlı bir şekilde ilerliyorlar. Gelişlerinden şüphelendim.”
“Hasan atı eyerledi mi?”
“Taze kamışa doyan talan olasıca sallanarak kaçıyor, kendini yakalattırmıyor.”
“Issız bozkırda tek başına bu eve gelen her kimse, beni özlediğinden gelmiyordur herhalde. Asaubay nerede?”
“Bacanağının küçük baş hayvanlarını satmak üzere şehre gitmiş.”
“Peki! Sonu hayır olsun bakalım!”
Yazı burada sona ermişti. Noel, damağındaki lezzetten mahrum kalmışcasına sarışın kıza bakakalmıştı.
“Elimizdekiler sadece bu kadar.” dedi kız da çekinerek. “Kalanını birileri yırtıp götürmüş gibi.”
* * *
Gün kararıp karanlık çökmeye başladığı sıralarda yorgun argın evine ulaştı. Gelir gelmez soyunmadan yatağına uzandı. Gözleri kapanmaya başlamış gibiydi.
“Düşüncelerden yoruldun mu, evlâdım?”
“Dayanacağım.” diye cevap verdi uyur uyanıklık arası bir haldeyken.
“Olayın devamını başkasından değil, benden dinle.” dedi çene kemikleri, tak tak diye harekete geçerek.
“Kulağım sizde Mahambet.”
“Erkenden ulaşan on kadar atlı, teyze çocuğu Ikılas ve beraberindekilermiş. Evin başköşesine güzelce yerleştiler. Ikılas, eskiden dombırayla ezgiler de çalardı. Gençliğinde bütün hünerini bırakıp ata binmişti. Baymağambet Sultan’ın başçavuşuydu. Teyze çocuğu olsa da güven duymuyordum. Seyrek sakallı, iri gözlü, kaba biriydi. Kenardaki dombırama elini uzattı.
‘Memleketten uzaklaştın. Kimi zaman anlaşamadığımız zamanlar olmuştur. Ancak geçmiş geçmişte kaldı. Özleyerek geldik.’ dedi.
Yanındakiler de hiçbir şey belli etmeden kibar kibar oturuyorlardı. Hasan semiz bir koçu kesip hazırlıyor, Tipan da çay demliyordu. Semiz koç pişmiş, eti yumuşacık olmuştu. Yemek ağaç taslara konulduğu sırada, dombırayı akord edip tıngırdatmakta olan Ikılas, Kazak ile Nogay’ların ortak «Elden ayrılan» ezgisini coşkuyla çalmaya başlamaz mı?
‘Kızıl kaval kayından yapılmış olmalı. Güzel dombıra imiş.’ deyiverdi iri gözlerini evirip çevirerek.”
“Sonra?” dedi yatağından fırlayan Noel, konuşmaya başlayan kurukafasına uzandı.
“Bu, Ikılas’ın yanındaki adamlara verdiği işaretiymiş. Dirseğime dayanarak uzanmıştım. Üzerime aniden çöktüler. On iki örgülü buzağıdiş kalın kırbaç elimden düştü. Üç dört silahlı adam göğsüme oturmuştu. Kendimi savundum. Aman dileyip yuvarlanıverdiler. Gıcırdayan kapıdan dışarıya kaçarak çıkan Ikılas’ın haykırışlarını duydum galiba. ‘Evini yıkın! O şimdi dinlemez. Karısını yakalayın!’
Tipan, eline ağaç askıyı almıştı. Düştüğüm yerden gözüme ilişmişti. Nice sürgünler görmüş kadın bu Tipan… Karşısına çıkan birini kafasından vurarak yere seriverdi.”
“Neden yerinizden fırlamadınız Maha? Kılıcınız neredeydi, kılıcınız?”
Kazaklar kendilerine yakın gördükleri büyüklerin isimlerinin ilk hecelerine böyle bir ek yapıp saygılarını bildirirlerdi. Noel de öyle yapmıştı. Kendisine “Maha” denmesinden hoşlanan Mahammet:
“Korkak şeyler, çadırın urganlarını kesip evi üzerime yıktılar. Keçe çadırın iskeletleri ağırdı. Hiç kıpırdayamadım.” dedi.
“Hasan neredeydi?”
“Kardeşim yumuşak başlıdır. Ne yapabilirdi ki?”
“Tüh ya!”
“Çadırın kubbesinin çapraz rayları kırılmıştı. Mücadele ede ede kafamı dışarı çıkarabildim. İşte o sırada Ikılas kılıçla boynumu vurdu. Tipan’ın feryatları, oğlum Nursultan’ın ağlayan sesi… Gerisi çok bulanık, bir hayal gibi… Kıpkırmızı kana bulanmış gibi… Güneş de batmak üzereydi.”
Noel, sıtma tutmuş gibi tir tir titriyordu. Sigarasını bile yakamıyordu. Odanın ışığını açmayı da unutmuştu.
“Affedersiniz, Mahambet. Dinleyebilecek gibi değilim.”
* * *
Çok geçmeden Alimcan ile Noel, Atırau’a doğru yola çıktılar.
Bölge yöneticisi Aytuov Bey, kültürlü ve bilgili birisiydi. Onları iltifatla kabul edip başarılar dilemişti. Menzillerinde meşhur Karoy vardı. Bindikleri küçük araba, Jayık’ın Buhar tarafındaki eski yola çıktı. Hemen öncesinde az bir yağmur yağıp geçmişti. Ara ara ince toz bulutu gözüküyordu. Mayıs ayının ince meltemi, güzel güzel esiyor, göğüsleri açıyordu. Jayık kıyısındaki kamışlar ile yeni yetişmiş otlar, yarışır gibi sallanıyorlardı. Uzakta bir gemi, nehir ortasından yüzerek şehre doğru yol alıyordu. Dalgalar etrafını boğarak geçiyordu. Önüne çıkan motorlu küçük kayıklar, onu görünce kenara kaçışıyorlardı.
“Vay be! Jayık baharı, bir başkasın.” diyen Alimjan, manzaraya baktıkça coşuyordu. “Çocukluğumuzda buralarda koşturur, oynardık. Jayık taşardı kimi zaman. O kıyılara derelere dağılırdı ama biz, yine de yüzerek geçer giderdik. Öylesine rahat kulaçlardık ki, bu nehirde Çapayev boğulmuş diye duyduğumuzda şaşırırdık. Meğerse Jayık’ın ortasına ulaştığında makineli tüfek mermilerine hedef olmuş. Parçalamışlar kahramanı. ‘Kahramanlık bir kurşunluktur!’ diye boşuna söylememişler işte.”
Kıvrım kıvrım bozkır yolunda hızla ilerleyen araba, bir tümseğin yanında durdu. Biraz ötede at arabası bağlıydı. Yanında bazı karaltılar vardı. Araba durur durmaz ihtiyar hızlıca bunlara doğru koşmaya başladı. Alimjan sessizce gülümsedi. Noel ise bir şeylerden şüphelenerek kendini hemen toparladı. Dünyanın öbür ucundan onca yol aşıp geldikten sonra, belki de ‘Mezarı kazdırmayacağım, ruhları rahatsız olur.’ diyen bir yakını çıkıvermişti ortaya, belli mi olur? Malum ünlü kimselerin yakın akrabaları pek çoktur…
Şehirde büyüdüğü, Kazak adetleriyle geleneklerine yabancı olduğu dönemlerde, bir düğün sırasında genç bir delikanlının konuşmalarına kulak misafiri olmuştu.
“Ağabeyimin Jantas adlı arkadaşı var.” diyordu bembeyaz ve yumuşacık tenli bir bayanı konuşmaya çekerek. “Bu kişinin çok yakın bir komşusu var. Ve komşusunun karısının aşireti, Argın. Buradan yola çıkacak olursak, siz benim baldızımsınız.” demişti. Bu sözlerden sonra ikisi dans etmişlerdi. Birbirlerini yeni bulan akrabalar gibi… Bütün düğün salonu ise bu işe bir akıl sır erdirememişti. Eve gelince üşenmeden bir kağıda şema çizip baktı. ‘O uyanık adamın ağabeyi onun arkadaşı, daha sonra komşusu oluyor. Onun karısı… Sonunda o bembeyaz, pamuk gibi yumuşacık kadın.’ Ağacın dalları gibi her tarafa dağılmış karışık bir durumdu. Elle tutulur bir yanı olsaydı keşke… Evet, Kazak olarak yaşamak bazen de çok ilginçti!
Hızla koşarak gelen ihtiyar, Alimcan’ı kucaklayıvermişti.
“Yavrucuğum, sağ salim ulaştınız. Şükür. Vilayetten telefon açmış, haber vermişlerdi. Sizleri beklerken gözüm yollarda kaldı.”
“Şükür, Kurak dede. Bu, Noel Şayahmetov adlı evlâdınızdır. Esas misafirimiz bu delikanlıdır.”
“Kurban olduğum. Savaş döneminde Kazakistan’ı yöneten Jumabay’ın oğluymuş, duydum.” diyen cüsseli ihtiyar düşünceli bir ifade takındı. “İyiyi ancak iyiler tanır. Peki ya kötüleri kim tanır? Gelmesi ne güzel oldu!”
“Kuşluk vakti oluyor. Kurak dede, hemen işe koyulalım.” demişti Alimcan biraz nefeslendikten sonra.
“Bugün misafirsiniz. Eve geçelim. Payınızı alın, bir şeyler yiyin. Yarın başlarsınız.”
“Ağabey, Mahambet ozan bizi yüz elli senedir beklemekte. Yarın da alabiliriz, kaçmaz ya.”
Bu sözlere ikna olan Kurak ihtiyar, at arabasında bağlı duran bir koçu getiriverdi. Gücü kuvveti yerindeymiş. Semiz koçu yere yığdı, dört ayağını bir araya getirip bağladı. Esen rüzgardan, yağmur ile kardan yıpranmış olan yüksekçe bir tepenin yanında başını kıbleye çevirdi.
“Öncelikle Allah yoluna, daha sonra ceddim Mahambet’in ruhuna bağışladım. Kurbanlığımı kabul eyle ya Rabbim.” diyerek bıçağı vurdu. Kur’an okunduktan sonra Noel toparlandı:
“Haydi, başlayalım.” dedi.
“Dinle, evlâdım.” diye cevap verdi o anda ihtiyar. Hiçkimsenin duymadığı bir sırrı açıklayacaktı. “Babam, dedemizin bu mezarına yedi yaşındayken getirmişti beni. Çok görmüş geçirmiş eskilerden sorarak zar zor bulduğunda bu mezar neredeyse yok olmak üzereymiş. Bazı kimseler tam olarak bilmelerine rağmen açık etmek istemiyorlarmış. Halkın başından türlü türlü çetin dönemler geçti ya, yavrum. Ama babam benimle birlikte bulduğu zaman, mezarın başına kızılcık ağacından yapılmış kamçısını sokmuş demişti ki: ‘Bak oğlum, bu mezar sana emanet! Eninde sonunda Mahambet’i arayacak nesiller gelecektir. İşte, o zaman bu kamçıdan tanı, göster burayı. Ömrün boyunca unutma sakın!’ demişti. İşte böyle. Kamçının derisi çürüse de kızılcık ağacından yapılmış sapına hiçbir şey olmaz. Kızılcık tut- sal ya. Öncelikle onu bulalım.”
Noel, küreğini eline aldı. İhtiyar hemen bağırıverdi.
“Eyvah! Bırak, sallama şunu! Elimizle kazacağız, elimizle!” dedi ve “Ya bismillah, benim elim değil, ata babalarımın eli.” diyerek bir parça toprak aldı. Üçü üç taraftan sertleşmiş olan sazı yumuşatmaya başladılar. Yarım karış derinliğe ulaştıklarında “Ya, ervah, varmışsın ya” diyen ihtiyar, kızılcık ağacından olan kamçıyı çekip çıkarıvermez mi? Dört örgülü deri, incecik beyaz kumaş gibi olmuştu. Tutulan yerden pat pat kopuyordu. Oysa sapı, kıpkırmızı şeklini korumuş ve hiç değişmemişti. Bunun ardından üç kişi birden elleri ile nazikçe toprağın derinliklerine inmeye başladılar. Bir kulaç kadar boyladıklarında beyaz bir kemik gözükür oldu. Bu, Mahambet’in vücudundan ayrı, çok sonraları gömülmüş olan kurukafaydı. Kurak ihtiyar, hemen dizlerinin üzerine çökerek bir sureyi uzun uzun okudu. Gözünden akan yaşlar, çenesinden aşağı yuvarlanarak önünü ıslattı. “Vah, benim hayalleri suya düşmüş ecdadım vah!” diyerek, kurukafanın göz ve burun boşluklarını topraktan temizledi, göğsüne basıp uzun uzun öyle tuttu. İhtiyar bir süre sonra sakinleşince sertleşmiş olan kurukafasını nihayet Noel’e verdi.
“Alın kemiği çıkık ve düzmüş. İnce kemikli değilmiş. Baş yapısı, çene kemiği bunu göstermektedir.” demişti Alimcan’a bakarak. “Öldürmek için üç defa kılıçla vurmuşlar. İkisi boyun kısmına gelmiş. Birisi ise sağ taraftaki şakağına isabet etmiş. Kemik oyulmuş. Demek ki ozanın eceli iki kişinin elinden olmuş. Kılıcın biri çok keskin, ikincisinin yüzü daha kaba. İşte, gördünüz mü?”
“Ne yapayım, bu zamanda iyi de kötü de bir tepeciğe dönüşüyor.”
Kurak ihtiyar, dizlerinin üzerine çöküvermişti.
* * *
Kuşluk vakti dışarı çıktı. Canı hiçbir şey istemiyordu. İki üç sokak arasında dolaşıp durdu. Sonunda bekçi olarak çalışan Dauren’e gitmeye karar verdi. Kümes gibi bir yerde, zayıf bir kadının kıçının zor sığacağı kadar küçücük bir odadaydı.
“Ooo, Noel ağabey! Bizim gibi fukaraları da arayacak birileri var mıydı?” diye çok şaşırmıştı Dauren.
“Dauren, konuşacak meseleler var. Koyu bir çay lazım.”
“Hemen ağabey.”
Çay içip kendine gelen Noel, Ayım’ın durumunu sordu. Dauren ne desin?
“Başkanın tek kızı. Cesur ve özgür büyümüş. Geleceğin bilim kadını. Danışmanı ünlü profesör Kayıp hocadır.”
“Sen Ayım’la nasıl tanışmıştın?”
“Burada. Sadece arkadaşız. Bazen gelip sohbet eder, çay içip gider. Babasının haberi olmadan…”
Noel’in aklından şunlar geçti; “Babasının haberi olmadan… Demek ki, başkanın nazlı büyümüş şımarık kızı olmanın çok ötesinde. Yetimle anlaşabildiğine göre birbirlerinin değerini seziyorlar demektir. Kendisi Mahambet’in şairliğini de araştırıyorsa…”
“Ağabey, onun benim yanıma gelmesinin sebebi, benden hoşlanması değil elbette. Ben, Mahambet’i defnettikleri Karoy’da dünyaya geldim. Mahambet’le aynı soydanız. Küçükken rahmetli babam, ceddimiz Mahambet’in kahramanlıklarını sık sık anlatırdı. Sağ dizine yatarken kulağıma kurşun gibi dökülen bilgilerin hepsini almışım işte. Ayım da bana duyduklarımı sık sık anlattırır, yazıya geçirir. Kendisi ilginç bir kızdır. Başkalarına benzemiyor.”
“Benimle tanıştırsana. Ayım’ı görmek istiyorum.” dedi Noel omuzuna yıpranmış deri çantasını asarken.
“Tamam, ağabey.”
* * *
Ikas’ın evinde sabahtan beri bir curcuna vardı. Bir önceki akşam, ticaretle uğraşan karısı Dubai’den gelmişti. Heybesi doluydu. Ve o gün de değerli bir misafir, hürmetle evin başköşesine oturtulacaktı. Kazakların eski adeti, saygı gösterisi olarak misafire koyunun başını sunmaya niyetliydiler. Kızları tezini yazmaktaydı. Çok yakında tez savunması vardı. Gelecek olan bu misafir de Ayım’ın danışmanı Kayıp ile hanımıydı. Sunacakları hediyeler için telâşanıyorlardı. Ikas’ın eşi, misafirler için Dubai’den satın aldığı armağanları tekrar tekrar kontrol etti.
“Şu ceket, düzgün fiziği olan Kazak adetine göre Kayıp isminin ilk hecesine “eke” ekleyerek kendisine çok yakın gösterirken Ikas karısına,
“Kayeken’in tam üzerine göre.”
Takmalı çıkartmalı yakası olan beyaz gömlek ile ateş kırmızısı kravat da ne güzel yakışmış birbirine. “Kaşkariya, her şeyin en iyisini biliyorsun sen.” dedi Ikas, hanımını övgülere boğuyordu. Karısı da ona “Ik” diye hitap edip samimiyetini göstererek,
“Ik”, gelsene. Şu karısının parmağına takacağın pırlanta yüzük konusunda şüphelerim var.”
“Sen hep şüphe içindesindir zaten. Taşı sahte diye beni mi suçlamak istiyorsun? Söyle bakayım?”
Orta boylu, biraz kilolu olmasına rağmen derli toplu vücuda sahip güzel kadın, kocasına sinirlenivermişti bir anda.
“Hayır, hayır! Öyle demek istemedim. Sadece o Kayeken’in hanımı Düriye’nin parmakları kısa ve tombul ya… Bu yüzük onun parmağına olacak mı, bilmiyorum ben sadece.”
“Olmazsa sabun diye bir şey var. Köpürtüp köpürtüp pat diye takıveririz. Gerisini kendi düşünsün.”
“Haa bu arada, dönüşümde genç bir iş adamıyla yolculuk yaptık. Dubai’den daire satın almış. Üstelik de bekârmış. ‘Yetişkin, söğüt ağacı gibi nazik, incecik, güzel mi güzel bir kızım var.’ demiştim ki, ‘Тeyzeciğim’ diyerek üstüme düşmeye başladı. Telefon numarasını aldım. Eve gelsin, yemek yesin. Tanısın, bilsin…”
“İş adamı? Anne, neden boşuna yoruluyorsunuz? Onlar para kazanmanın yolunu bilseler de kalbe yol bulamazlar.” diyen Ayım giyinmeye başladı. “Baba, affedersiniz. Ben misafirlerle beraber olamayacağım. Çok önemli bir randevum var.”
Ayım’ın bu sözleri Ikas’ı oldukça üzmüştü.
“Yakında tez savunması olan kızımıza bak hanım. Bilim kadını olcak diye elimizden geldiğince çabalıyoruz. O ise danışmanına hürmet göstermekten bile kaçınıyor. Bu nasıl oluyor?”
–Hey, kafasız! Bunun savunmak üzere olduğu konu neydi? Şu, Mahambet’in şeyi mi?”
“Şiirleri…”
“Mahambet Şiirlerindeki Azimli Ruh.” dedi anne, babasını düzeltip. Sonra öfkesini kızına yöneltti. “Şuracıktan çıkmayı dene hele bir… Ruhunla beraber…” kadın, parke zemini sivri topuklarıyla tekmeliyordu.
“Bu da ne demek oluyor yani!”
“Tamam, tamam. Tez konunla ilgili danışacağın bir randevu ise git.” demişti Ikas isteksizce. “Kayıp’a uygun bir dille açıklarız elbette bir şekilde. Arşiv tozunu yutmakta deriz. O da sevinir muhakkak. Sadece gecikme!”
* * *
İşte o gün Noel, Dauren ve Ayım, üçü başbaşa dağ vadisinde buluştular. Doya doya dertleştiler. Vadi, katmer katmer taşlardan üçgen şeklini almıştı. Etekleri kayın ve çam ağaçlarıyla dolu, cennet gibi bir yerdi. Yiyecek ve içecekleri yanlarındaydı. Dağ taş gezerek temiz hava alıyor, şehirlilerin aç gözlü bakışlarından uzakta sohbet ediyorlardı. Ayım, omuzuna astığı sırt çantasını açtı. Meydanın ortasındaki sandık taşın üzerine gazete serdi. Acı tatlı bütün yiyeceklerini çıkardı, güzelce dizdi. Tadı damağında kalacak olan Fransız şarabını da unutmamıştı. İnce belli üç kadeh de sofraya yerleşiverdi. Cesur ve özgür yetişmiş orta boylu, ağırbaşlı genç kız, çok hareketliydi. Etrafındaki dünyayı yel değirmeni gibi evirip çevirmekteydi.
“Noel ağabey, Dauren, haydi yaklaşın. Önce bir şeyler yiyelim. Daha sonra sohbet ederiz.”
“O zaman ilk kadehi, böyle harika tabiatın ortasında, bizlere güzel bir akşam yaşatan Ayım’cığımızın hürmetine kaldıralım.”
“Olur!”
“Ne kadar lezzetliymiş.” diyen Dauren, bir böreği parçalamaya çalışıyordu.
“Hey kardeşim, etrafında börekten daha tatlı şeyler de var.” Kızın gülüşü, yanlarındaki bulağın sesiyle karışıyor, hoş bir sedaya dönüşüyordu.
“Ayım’cığım,” demişti Noel biraz karnını doyurunca. “İyi niyetin için teşekkür ederiz. Mahambet şiirlerini araştırdığını, tezini savunmak üzere olduğunu duydum. O yüzden Dauren’den seni tanıştırmasını rica ettim. Zaman ayırıp geldiğin için çok mutlu oldum.”
Noel’in düz burunlu, açık tenli, yakışıklı yüzü kızarmıştı. Aslında çoktandır gözükmeyen, belirsiz bir keyif hali tekrar yüzüne hakim olmuştu.
“Savunmalısın diye beni rahat bırakmayan annem ile babam. Bir de danışmanım Kayıp ağabey.” dedi. Orta boylu, ağırbaşlı genç kız, “boş verin onları” dercesine elini sallayıverdi.
“Ayım tezini savunmak istiyor fakat herhangi yeni bir şey ortaya koyamadığı için mutsuz. Bu durumdan utandığı için tezi savunmaya da pek yanaşmıyor.”
Dauren’in bu sözlerini Ayım da kafasını sallayarak doğruladı. “Ağabey, ben de hep sizi görmek istiyordum. Kafamda cevap bekleyen birçok soru var. Kusura bakmasın diye düşünüyorum.” “Elbette sorabilirsin. Cevaplarım seni tatmin edecekse neden olmasın?”
“O zaman, Kazaklar için yaptığınız onca güzel çalışmanın neden karşılığı yok? Neden herkes sizden kaçıyor? Hangi suçunuz için memleketten uzaklaştırmak istiyorlar? Bizim huzurumuzu kaçıran da bunlar. En azından Dauren ile ikimize anlatın. Bilelim, gönlümüze saklayalım.”
Düşüncelere dalan Noel’in yüzü tekrar solgunlaşmıştı. Dağ tepelerine doğru uzanan çam ağaçlarını tek tek sayar gibi zirvelere doğru göz gezdirdi. Islık çalarak derin bir of çekti.
“Anlatayım. İkinizden başka güvenebileceğim kimsem kalmadı.” dedi daha sonra. “Bütün azabın başı, Saka kurganı, gümüş kâse ve oradaki çivi yazısından dolayı başladı.”
“Ben de senin gibi olmuştum.” diyen Dauren, bir şeyler mırıldanmaya başladı.
“Evet, öyle. Gerçekten, ben arkeolog değilim. O zaman benim günâhım nedir? Bulduğum ganimeti saklamalı mıydım? Her şeyi başlatan kendi akrabalarım. Her yerde beni kötülediler. Huzurumu kaçırdılar. Hatta hırsız, düzenbaz diye küfürler yağdırdılar. Gerasimov olmasaydı…”
“Ah, benim de öyle bir hocam olsa keşke.” dedi Ayım da heyecanlanarak.
“Büyük şahsiyettir! Uluslararası İlmî Konferanslarda ‘Kâsedeki yazılar kutsaldır. Hatta meçhul bir duadan bir parçadır. Belki de devamı başka kâselere yazılmıştır. Onları bulmadan bizler bu felsefî düşüncenin tam olarak anlamını çözemeyiz.’ diyerek söylentilere son vermeye çalışmıştı.”
“Arasak ya. İkinci gümüş kâse hangi kurgandadır acaba?”
Noel, omuzunu bükerek epey oturdu.
“Bilmiyorum.” dedi, daha sonra kuşkulu bir sesle; “Fakat yüreğim hissediyor. o Kazak topraklarında değil. Dünyanın neresinde gömülü olduğu belirsiz. Amerika’da mı, Meksika’da mı, Peru’da mı? Kim bilir?”
“Bundan sonra kurgan kazacak olursanız bizi de götürün.”
“Yanınızda olalım. Yükünüzü paylaşalım. Kürek, küskü taşıyalım.”
“Teşekkür ederim. Nasip olursa. Fakat artık Kazakistan topraklarına kürek vurmayacağım galiba.”
“Darıldınız, normal.”
“Dargınlıklar içime sığar ama kardeş dediğin bir türlü sığmak bilmiyor. Bu ise uzun hikâye. Sonunda bir kitap yazacağım. İşte, o zaman anlarsınız. En acısı da Karoy arkada kaldı. Bizleri umutlu gözlerle yolcu eden Kurak ihtiyar… Beni âdeta melek gibi koruyan Alimcan ağabey… Ne yapayım, nasipsizlik!”
“Kurak dedenin yanında büyümüştüm.” dedi Dauren sohbeti sürdürerek. “Sizleri karşılayan o ihtiyar değil mi?”
“Evet, Kureken olmazsa bu Kazaklar’ın eli boş kalırdı.” diye Kurakeke sözlerini Kureke diye kısaltıverdi.
“O gidişinizde kurukafasını Almatı’ya alıp getirdiniz mi?” diye sordu Ayım gözleri dolarak.
“Evet, alıp döndüm.”
“Heykelini yapmak ne kadar sürdü?” diyen Dauren biraz şarap doldurdu.
“Topu topu beş altı sene.”
Noel sigarasını yakmıştı. Düşüncelere dalmış, sigara dumanını havalara üflüyordu.
“Ozanın cesur ve saf bakışlarını, dışarıya yansıyan hiddetli gücünü, hepsini yüz defa, tekrar tekrar yaptım. Sonunda tamamladım. İddaya girerim ki Mahambet yaşarken yüzü tam da benim yaptığım heykeldeki gibiydi. Rabbim can üfleyecek olsaydı konuşmaya bile başlardı.”
“Sonraki nesiller size çok şey borçlu.”
“Bilmiyorum. Güvenim yok. En azından ‘Ulu ozanın yüz şekli böyle miymiş?’ diye merak eden, şaşıran, benimseyen bir kişiyi görseydim keşke. Bütün iş birer poster çıkarmakla sona erdi. Gerekli yerlere teslim ettikten sonra heykel yapamadım. Akıllarda kalacak küçücük bir makale bile yazılmadı.”
“Yakında Moskova’ya gitmeyi düşünüyorsunuz.”
“Kurukafasını kime bırakacaksınız ağabey?”
“Bilmiyorum.” dedi Noel ikisine bakarak. “Kurak ihtiyara mektup yazmıştım, haber gelmedi. Alimcan ağabey ise vefat etti. Çok iyi birisiydi. Kendi ellerimle götürüp Karoy’daki mezarına gömsem, düzenbaz birileri çalıp götürür diye korkuyorum. Olay üstüne olay çıkartmak isteyenler az mıdır? Vilayetin kültürlü ve bilgili yöneticisi de görevden alınmış. Yerine gelen kimse anlayışsız biri. ‘Mezar karıştır diyen ben değildim. Uzak dur. Mahambet’in kurukafası olmadan da işimiz başımızdan aşkın zaten.’ diye, yanına yaklaştırmıyor.”
“Ayıp etmiş.”
“Bir halk değil miyiz?”
“Ailem Moskova’da. Yeni proje hazırlayan Gerasimov ise gel de gel diye sayıklıyor. Bundan sonra durup bekleyecek halim yok. Bizim durum böyle, arkadaşlar. Karanlık çöktü. Hava serinledi. Şehre dönelim.”
* * *
Akşamleyin dairesine girer girmez telefon çalmaya başlamıştı. Venera’ydı.
“Hocan acele ettiriyor. Yurt dışına gideceğin zaman yaklaştı. Çabuk dönsün diyor.”
“Ulu şahsın başı…”
“Aman, bu baştan çekeceğimizi çektik ya.”
“Moskova’ya getirsem nasıl olur?”
“Tek odalı daireye mi? Yine sarılıp yatmayı mı düşünüyorsun?”
“Şimdi…”
“Bunca emeğine karşılık kucak dolusu para veya ödül mü aldın sanki? Ne işine yaradı? Fırlatıver bir kenara!”
Sabahleyin omuzuna eskimiş deri çantasını astı, Kültür ve Bilim Bakanlığı’nın halkla görüş gününe gitti. Sırası gelince büyük odanın içinde epey yürüyerek bakanın pamuk gibi yumuşacık ellerini tuttu. Resmî olarak hal hatır soruldu.
“İş istemeye gelmişsinizdir. Bakanlıkta şu aralar boş bir kadro yok.” dedi kabarık alınlı bakan, kara burnunu sağ yanına doğru çekerek. “Hatta kimi aratsanız da yardımcı olamayacağım.”
“Hayır, ben sizden iş istemiyorum.” dedi Noel, soğuk bir şekilde. “Mahambet Ötemisov hakkında, danışmak istemiştim.”
“Mahambet?” dedi bakan kabarık alnını kırıştırarak. “Haa, şu şey mi ya?”
“Gerçekten bilmiyor musunuz?”
“Hangi bakanlıkta çalışıyordu? Ne lazımmış ona?”
“Siz lafı dolaştırmayın!” dedi Noel direkt lafını keserek. “Ben Kazak halkının ulu ozanından bahsediyorum.”
“Onun benimle ne ilgisi var?” diyen bakan, koltuğundan fırlayıverdi. “Niye bu kadar sinirleniyorsunuz?”
Noel eskimiş deri çantasının ağzını açtı. Bakanın tam önüne ozanın sertleşmiş kurukafasını koyuverdi.
“İşte, sizin bakanlık personeli sandığınız Mahambet. Bir şiirini bile okumamışsınız meğerse.”
Kurukafayı görür görmez korkuya kapılan bakan, ne yapacağını şaşırdı. Bir an yardımcısını veya korumalarını çağırmak istedi. Fakat bu düşüncesinden çabuk vazgeçti.
“Ne istiyorsunuz söyleyin?”
“Ben antropolog Şayahmetov’um. Mahambet’in baş kemiklerinin üzerine gerekli malzemeyi yerleştirerek yaşadığı zamanlardaki gibi yüzünü düzenleyip ortaya çıkardım.”
“Çok teşekkür ederim.”
“Teşekkür için değil.”
“Para lazımdır o zaman? Söyleyin, ne kadar?”
“Rica ederim, bir dinleyin. Ortaya çıkarılan heykeli gerekli kuruma teslim edip Moskova’ya döneceğim. Tek istediğim, Mahambet’in başına sahip çıkmanız.”
Koltuğuna tekrar yerleşen bakan, kendisine bakmakta olan baştan gözlerini kaçırdı. Yan dönüp telefonu eline aldı ve numaraları tuşlamaya başladı.
“Alo, Baymahan’la mı görüşüyorum?” dedi yüksek sesle. “Benim yanımda Şayahmetov oturuyor. Antropolog. Evet, o. Bana ozanın başını getirmiş. Sluşay (dinle), bakanlık, siyasi kurumdur. Herkesin başını toplayacak Panteon değildir. Anlaşıldı mı? Ötemisov’un şiirlerini tarihi belgelerle araştırıp kitap yazanlar siz değil misiniz? Davai (haydi), şimdi sana Şayahmetov gelecek. Kafayı torbasıyla birlikte kabul et. Göze görünmeyen gizli bir yere koyuver. Ekmek aş istemiyor ya. Hizmet de talep ettiği yok.”
Bakan telefonu pat diye kapattı. Yüzü kızarmıştı, burnunu sağa doğru güzelce bir çekti. Sinirlenince konuşmasına Rusça kelimeler katan yine Rusça:
“Davai (haydi) dedi. Gidiniz. Yolunuz açık olsun. Hoşçakalın!”
Eskimiş deri çantasını omuzuna aldı, akademinin Tarih ve Etnoloji Enstitüsü’ne de ulaştı. Çalışanların genci yaşlısı, hepsi koridorda ileri geri dolaşıp duruyordu. Müdürü sordu.
“Baymahan bey meclis salonunda. Bir delikanlı, ‘Mahambet Şiirlerindeki Tarihsel Veriler’ adlı konuda doktorasını savunuyor. Danışmanı, müdürün kendisidir. Şimdilik çıkmaz. Bekleyiniz.” dedi saçlarını geriye doğru taramış olan sekreter kız.
“Bakan aramıştı. Bu konuda size bir şey söylemedi mi?”
“Mahambet’in başı mı dedi?… Ne dedi? Öyle bir şeyler söyleyerek sinirlendi, çıkıp gitti. Anlaşılan konu sizinle alakalı. Demek sizmişsiniz, sabah sabah bakanı rahatsız edip müdürün sinirlerini bozan?”
Öğleden sonra doktora savunması başarılı bir şekilde sona ermişti. Herkes meclis salonundan topluca çıktı. Koyunların başındaki erkek keçi gibi gelmekte olan Baymahan’ın suratı, Noel’i görür görmez asılıverdi.
“Hey Noel!” dedi yüksek sesle, kalın kaşlarını çatarak. “Sen de kene gibi yapışkan bir şeymişsin be. Ben de bu sabah bakana telefon açmıştım. ‘Biz sadece tarihi meselelerle ilgileniyoruz. Şayahmetov, bu ricasıyla Tarihi ve Kültürel Anıtları Koruma Kurumu’na gitse daha iyi olur. Başkanı, Ikas’tır. Feraset sahibidir, başın değerini ondan daha iyi bilecek kimse yoktur.’ demiştim. Bakanımız yeni atanmasına rağmen bilgili bir siyasetçidir. Hemen anladı, razı oldu. Yavrucuğum, sen oraya git! Haa, yolun açık olsun bu arada!”
Ikas yerindeydi. Onu hoş karşıladı.
“Yavrum, hayırlısı olsun! Onca yıl Kazak halkı için emek verdin. Bu sebeple senin için bu kurum adına başarı belgesi hazırladım. İşte, şu…” diyerek kasadan çocuk bezi gibi sarı bir kağıt çıkarıverdi. “Senden memnunuz. Moskova’ya böyle bir belgeyle dönmen de senin için iyi olur. Dost var, düşman var derler ya…”
“İyi niyetiniz için teşekkür ederim. Teşekkür belgelerine ihtiyacım yok. Hemen halletmemiz gereken işler var.”
“Söyle.”
Eskimiş deri çantasının ağzını açtı, başı çıkardı, Ikas’ın masasına koydu.
“Estağfirullah, aman Allah’ım! Bu ne böyle? Kaldır, koy çantana!”
“Ikas Bey, baştan niye korktunuz? Dikkatlice bakar mısınız? Dört beş dişi düşmüş. Şakağında, ensesinde tam üç kılıç izi var. İşte, bir, iki…”
Korkuya kapılan Ikas, masayı geçerek kaçtı.
“Bırak, lanet olasıca şeyi! İnsanı korkutma!”
“Ikas Bey, ne var bunda kaçacak? Bu ulu ozanın başı ya. Kazak halkının gurur kaynağıdır.”
“Götür, sakla, kapat! Koy çantana! Her şey yolundayken siz insanı korkudan öldürürsünüz. Hepiniz delisiniz! Sakin sakin yaşarken kurukafayı mezardan çıkarıp, gezdirip duruyorsunuz…
“Bakan size görev verdi değil mi?”
“Ben ona sadece başarı belgesi vereceğim diye söz vermiştim. Benden uzak durun!”
“Sizin kurum, insan kemiklerinin üzerine inşa edilmiş kabirler ile görevlidir.”
“Eee, yani?”
“Kabirlerin üzerindekiler lazım oluyor da, altında yatan nice yiğitlerin hiç mi değeri yok?”
“Hey sluşay (dinle)!” diye bağırıverdi Ikas, sabrı taşmıştı. “Sen bana akıl vermeye mi geldin, kimsin sen be?”
“Mahambet’in yanında hiçbir şeyim. Bu baş, Kazakistan’ın hazinesidir. Bu sebeple burada kalması gerekir.”
“Siz ne biçim şeysiniz? Sakince kendi kendine yattığı mezardan başı kazıyıp çıkartıyor, halkın huzurunu kaçırıyorsunuz.”
O anda içeriye emin adımlarla ozan Makatay girdi. Üstü başı dağınıktı. Uzun boyluydu, saçlarını arkaya taramıştı. Cesur şair, sinirden kızarmış Noel’i bir güzel kucaklayarak selam verdi. Sonra öfkeye boğulmuş olan Ikas’ın elini silkeleyerek sıktı. Biraz içkili olduğu belli oluyordu.
Ikas yüzüne bakmadan:
“Büyük görevin sorumlulukları da büyük olur evlâdım. Sensiz de kafamız karışık zaten.”
“Şiir doğdu. Felaket! Onu okuyup sizin gibi ağabeylerimi sevindireyim diye özellikle geldim.”
Çaresiz kalan Ikas, yüzünü oynattı.
“Haydi, oku.” diye sakinleşmeye çalıştı.
“Şarap içtim keyiflendim, o belli,
Kanatsız da kanatlandım, o belli.
Şiir yazdım, zayıfladım, o belli,
Yaşadım, mutlu olmadım, o belli.
Dünyaya tutku duyan yüzümü,
Toprakla nasıl gömdün mezar edip?!”
Noel alkışladı. “Muhteşem!” diyerek Makatay’ın yanağından öptü.
“Gömün de gömün, bu nasıl bir felâket ya? Ikas, benim gibi ilham dolu bir şair, mezara sığabilir mi?”
“Sığmayanın verdiği zararı sensiz de görüyoruz.” dedi ters dönen Ikas. Sonra elini cebine soktu. Bir avuç bozuk parayı çıkartarak şaire uzattı.
“Al, o şiirin de iyiymiş. Al, iyi.”
“«Мы вольные птицы, пора брат, пора» (Biz özgür kuşlarız, hadi davran kardeşim, hadi!) demiştir Puşkin. Hoşçakal Ikas.”
Tam da bu anı beklemiş gibi içeriye Edebiyat ile Sanat Enstitüsü’nün müdürü Kayıp girdi. Ikas, bütün ağırlığını üzerinden bir anda atıverdi onu görünce. Olan biten her şeyi unutup teke sakallı, ala gözlü, kabaca profesöre kucağını açarak yöneldi. Böyle kucaklaşırken dudak ucundan öpüşüp karşıdaki koltuğa yerleştiler. Birbirlerinden hal hatır sordular.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/rahimcan-otarbayev/bas-69499213/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.