Hüzün Bestesi

Hüzün Bestesi
Sema Tanrıverdioğlu Ersöz

Sema Tanrıverdioğlu Ersöz
Hüzün Bestesi

Takdim

Osman ÇEVİKSOY
AYB Edebiyat Akademisi Bşk
Avrasya Yazarlar Birliği olarak edebiyat dünyamıza yeni yazarlar, yeni eserler kazandırmanın mutluluğunu bir kere daha yaşıyoruz. Çünkü AYB Edebiyat Akademisi atölye çalışmalarında yedinci dönemi geride bıraktık.
Yeni bir kuruluş sayılmamıza rağmen Türkiye’de pek çok ilki biz gerçekleştirdik. Bu ilklerden biri de gerçek atölye çalışmalarıyla edebî ürünler üretilen yazarlık okuludur. Her dönem ürünlerimizi, önce çeşitli yayın organlarında yayınladık, dönem sonunda kitaba dönüştürdük.
Çalışmalarımızı çıkar gözeterek değil, emeğimize yüreğimizi de ekleyerek sürdürdük. Sonuçta beklediğimizden daha yüksek bir başarıya ulaştık. Son altı dönemde Türk Edebiyatına altısı ortak kitap, on beşi müstakil kitap olmak üzere toplam yirmi bir eser kazandırdık. Bu kitaplarda yer alan ürünlerle edebiyat dünyamıza elliden fazla yazarın adım atmasını sağladık.
Ortak kitaplarımızla edebiyat dünyasına giren arkadaşlarımızdan yazmaya ve kendini geliştirmeye devam ederek müstakil kitap çıkaranlar oldu. Daha da ileri bir çalışkanlıkla nerdeyse her yıl yeni bir kitap çıkaran; estetik seviyesini her kitapta biraz daha yükselten arkadaşlarımız oldu. Avrasya Yazarlar Birliği olarak bu arkadaşlarımız bizim mutluluk kaynaklarımızdır. Giderek böyle başarılı arkadaşlarımızın çoğalacağına, Türk edebiyatında farklı bir ses, farklı bir renk, farklı bir iz bırakacaklarına içtenlikle inanıyoruz.
“Kardeş Sesler” her dönem sonunda çıkardığımız ortak kitabımızın adıdır. İlkini, 2010’da “Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler” adıyla çıkardık. Sonraki yıllarda “Kardeş Sesler 2011, 2012, 2013, 2014” adlarıyla atölye çalışmalarımıza katılan arkadaşlarımızın ürünlerini kitaplaştırmaya devam ettik. Yedinci dönem sonunda ortaya konan “Kardeş Sesler 2015”te Akif Mollaoğlu, Alper Şenadam, Binnur Karyağdı, Ebabekir Cambolat, Funda Gökçen, Güldane Berk, Mustafa Özcan Revanoğlu, Rabiye Zincirkıran, Recep Koçak, Rumeysa Atasay, Seda Nur Akyol, Sema Tanrıverdioğlu Ersöz, Süleyman Can Numanoğlu olmak üzere on üç arkadaşımız hikâye, deneme ve şiirleriyle yer aldılar. Şiir atölyesinde şair Ali Akbaş, deneme atölyesinde yazar Hüseyin Özbay, hikâye atölyesinde yazar Osman Çeviksoy ve Ataman Kalebozan gönüllü olarak özveriyle çalışıp sonuç aldılar. Her metin; ilgili hoca tarafından estetik, konu, kurgu, ifade, yazım ve noktalama yönlerinden defalarca değerlendirildi. Bu değerlendirmeler ışığında yazarları tarafından son şekli verilen eserler, son kez hoca onayından geçerek AYB Edebiyat Akademisi internet sayfasında, dergilerde ve bu kitapta yer almaya hak kazandı.
Yedinci dönem atölye çalışmalarını içeren Kardeş Sesler 2015’in ilgiyle okunacağına inanıyoruz. Özellikle, gönlünde yazma sevdası taşıyan, çeşitli sebeplerden dolayı atölye çalışmalarımıza katılamamış arkadaşlarımız, bu kitabı ilgiyle ve inceleyerek okuyacaklardır. Böylece ortak konuların farklı yazarlar tarafından, hangi bakış açılarıyla, nasıl kurgulandığını görerek yazarlığın sırlarını ve sınırlarını keşfetmeye çalışacaklardır.
Kardeş Sesler 2015 ve önceki yıllarda çıkarılan ortak kitaplar (6 adet) ve yazar yetiştirme programına bağlı olarak çıkarılan müstakil kitaplar (15 adet), Türkiye’de bir “ilk”in öncü kitaplarıdır. Bir yönden değil, pek çok yönden ilgiyle okunduğunu biliyoruz.
Ulaştığımız başarı seviyesinde en büyük pay, yazarlığın çilesini baştan kabullenmiş, eleştirileri dikkate alarak ve inanarak yazmaya devam etmiş katılımcı arkadaşlarımızındır. Kardeş Sesler 2015’te yer alan arkadaşlarımızı kutluyor, gelecekte her birinin yeni yeni müstakil eserlerle karşımıza çıkmalarını diliyor ve bekliyoruz.
Sema TANRIVERDİOĞLU ERSÖZ


Amsterdam’da doğmuştur. Ortaokul ve liseyi Yıldızeli İmam Hatip Lisesi’nde okumuş, 1997 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirmiştir. Çeşitli deneme, şiir ve öyküleri Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde 2013 yılında çıkarılan “Kardeş Sesler 2013” isimli ortak kitapta, ayrıca Kardeş Kalemler, Kurgan Edebiyat, Çaycı, Yeni Dergi ve Ayasofya dergilerinde yayımlanmıştır.
İlk hikâyelerini, Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde bulunan Edebiyat Akademisi’nde Osman Çeviksoy ve Ataman Kalebozan hocaların yönetimindeki Hikâye Atölyesi’nde kaleme almıştır. “Hatıralara düşkün bir insanım. Bu yüzden geçmiş zamanları anlatmayı seviyorum.” diyen yazar, hikâyelerinde en çok Anadolu’yu, bozkır yaşantısını, yaşlıların gözüyle hayatı, ana-evlat ilişkisini irdeler. Modern yaşamın insan ruhuna açtığı yaralara, şehirlerimizdeki kargaşaya eleştirel dille değinir. Öykülerinde ‘sevgi, hasret, vefa’ gibi temaları işler, özellikle kaybettiğimiz değerlere, aile ve manevi hayatın korunmasına vurgu yapar.
Öğrencilik yıllarında şiire olan merakı, Abdürrahim Karakoç, Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek gibi şairlerin etkisinde gelişmiştir. Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi’nde Türk ve dünya edebiyatından seçkin şairlerin antolojilerini ve poetikalarını okumuş, denemede Hüseyin Özbay hocanın, şiirde ise şair Ali Akbaş hocanın şiir ve edebiyat kültüründen istifade etmiştir.
Şiir ve denemelerinde içsel yolculuğu, toplumsal olayların insan ruhundaki yansımalarını konu alır, zamanı, hayatı ve ölümü sorgular, inanç ve vicdanî sorumluluk temalarını sık sık işler. Yol, şehir, zaman ve kelimeye dair diyeceklerinde hüzün bulmuştur ve adını “Hüzün Bestesi” koymuştur.
Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeni olan yazar, evli ve üç çocuk annesidir.

Teşekkür
“Sıra dağların mor, sularınsa kırmızı” olduğu günlerden…
“Eteklerimde güneş rengi bir yığın yaprakla semaya ” bakmamışken…
“Suyun insanı boğup ateşin yaktığını’ bilmediğim o efsunlu günlerden elimde kalmış nazende bir hatıra gibiydi yazma hayali.
Devamlı ‘yarınlara bırakılan’, bir türlü sırası gelmeyen… İçimde kaynayıp duran kelimelere ve kalemin dost tebessümüne rağmen, daima ertelenen, ihmal edilen bir arzu…
Ömrün dönemeçleri olduğuna inanırım. Uzun bir yolculuk sonrasına rastlar bu ihmalden vazgeçme kararım. Avrasya Yazarlar Birliği ile tanışmam da, bu kararın akabinde olmuştur.
Dilime üslup, kalemime yol olsun diye çaldım kapısını AYB’nin. Beraberimde çekincelerimi, kararsızlıklarımı da götürmüştüm. Hayal kırıklığına uğramaya müsait bir ruh haliyle girdim içeri. Niyetim sadece Şiir Atölyesi idi. “Olursa bir de ‘Deneme’ olur,” diyordum. Ama içeride öyle bir iklim vardı ki; kendimi yıllar evvel memleketimde bıraktığım baba ocağı samimiyetiyle sarılıp sarmalanmış hissettim. O mekânda bulduğum, tam anlamıyla Anadolu’ydu, tarihti, köklü bir kültürdü. Dersler akarken ben içerde meşeyle harlanmış bir soba ve üzerinde kaynayan çaydanlığın sesini hayal edebiliyordum. Dışarıda yağan karla Sarıkamış hikâyesi doluyordu gözlerime, kâh kara trenlerin geçtiği istasyonlara akıyordu ruhum; kâh muhaceret dönemlerine. Böylece yalnız şiir için gittiğim akademide, kendimi deneme ve hikâye atölyelerine de katılır buldum.
O çatı altında toplandığımız dostlar da aynı yitiğin peşindeydiler. Hayatın bin bir türlü hengâmesinden kaçmış, askıda bıraktıkları kalemle rabıta kurmaya gelmişlerdi. Onlar da “gök kubbede hoş bir sada” bırakabilme arzusundaydılar.
Hocalarımız sadece yazabilmenin değil, iyi yazabilmenin ve iyiyi yazabilmenin kaygısına sahip olmayı telkin etmekteydiler.
Yazdığımız her yazıda samimiyetimizi sorgulamayı, Türkçe’nin parıldadığı müzikal ve estetik kalitesi yüksek yazılar yazmamızı öğütleyen Hüseyin Özbay Hocamıza da yalnız bu güzel rehberliği için değil, öğrencilerine olan nezaket ve hoşgörüsü için de teşekkür ediyorum çünkü kendisi derslerinde, sayımız kaç olursa olsun, hepimizi ayrı ayrı dinlemeye azami gayret gösterir. Mevlana’nın, “Gönlü ve sözü bir olmayan birinin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır” düsturunca, inanarak yazmamızı ve yazdıklarımızı sevmemizi salık verir.
Ve Ataman Hocam, iyi ki var dediğim, her görüşümde yenilendiğim, kalemimin tıkanıp-kelimelerimin düğümlendiği zamanlarda, samimi lisanıyla yolumu açan, onaran, imar eden öğretmenim, sizi de en derin muhabbetlerimle selamlıyor, bütün emekleriniz için size teşekkür ediyorum.
Eleştirirken öğreten ve yüreklendiren, duruşu benim için ciddiyet ve disiplin demek olan Osman Çeviksoy Hocama da en içten şükranlarımı sunuyorum. İlk hikâyelerimi kendilerinin rehberliğinde kaleme aldım. Orda bir hikâyenin içindeydik ve karşımızdaki usta kalem, en güzel sonu yazmak için bize uçsuz bucaksız bir okyanus gösteriyordu. Her bir ders, “ Beyaz Yürüyüş” tü ve dayanıklılık esastı, “Ağlamak Yasak” tı.
“Kelimeler gözlerimde bir avuç kum/ Çıkarıyorum/ Şiir oluyor”
diyen muhterem hocam Ali Akbaş’ın bütün dersleri, her dakikasıyla şiir oluyor. Onunla geçen saatler; hayat felsefesidir, sanat terbiyesidir, destandır, türküdür, Dede Korkut’tur, Yunus’tur, ahenktir, musikidir.
“Soframız Kuş Sofrası” diyen yüreği engin bir şairin sofrasına buyur edilmek ne güzel. Kıymetli hocam ellerinizden öpüyorum.
Türk-İslam kültürünün azametini derinden hissetmiş ve onu yaşatmayı ülkü edinmiş bu kurumun ebeden var olması duasıyla…

PENCEREMDE SONBAHAR
Oturduğum yerden cadde boyunca uzanan ağaçları görebiliyorum. Sonbahar, sarı-kızıl fırçasıyla çoktan inmiş şehre. Etrafta kehribar, safran, kırmızı cümbüşü var. Fırçanın değmediği ağaç kalmamış. Hazana boyanan bu koca şehir hüzünlü bir veda şarkısı mırıldanıyor şimdi.
“Ne çabuk!” diyorum yerimden doğrulurken: “Vedalar ne çabuk geliyor; davetsiz, habersiz, ansızın!”
Hodrionus, son nefesinde kendi kendine şöyle seslenmiş: “Cancağızım, şaşkınım, biriciğim, gövdemin yoldaşı, misafirim: O çorak, soluk, donuk topraklara gidiyorsun şimdi; hınzır şakaların bitti. Az daha bekle, bir daha hiç göremeyeceğimiz bu nesnelere, bu tanıdık kıyılara son bir kez bakalım. Ölüme gözlerimiz açık gitmeyi deneyelim.” Acaba ölüme gözleri kapalı gitmek mümkün müdür ki? Hani çekip elini eteğini evinden, ocağından, vatanından, kalbindeki sızıdan; göğünden, güneşinden? “İşte geldim gidiyorum, şen olasın Halep şehri” deyip yola revan olmak; göz arkada kalmadan? Kaç vedaya nasip olur böylesi, doğrusu bilemiyorum.
Gözlerimi kapatınca tanıdığım bütün yaşlıların yüzünü görebiliyorum. Ürkek ve kederliler. Gönüllerini bağladıkları her şey üzüyor onları; duvardaki çivi, kulplu bakır sahan, penceredeki camgüzeli, bir inci tespih, ipleri sünmüş yelek… Her şeye son kezmiş gibi bakmaları, ellerinin uzandığı her varlığa uzun uzun hikâye düzmeleri; ölüme mahkûm yüreklerinin son çırpınışı mıdır? “Acem bahçesindeki” hüznün sebebi; yine vakitsiz, her daim vakitsiz gelecek olan vedalar değil midir? Hiçbir zaman hazır olamadığımız vedalar…
Kitaplığa uzanıp ‘Büyük Saat’i açıyorum. Rastgele bir sayfaya takılıyor gözüm:
“Ben bir gün giderim ki neyim kalır?/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır/ Yaz günü kim ister ki öldüğünü/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır/ Yaşamam bir beyazlık gibi sanki/ Eksik bıraktığım her şeyim kalır.” Neleri eksik bırakırız ya da yokluğumuzla eksilecek olanlar kimlerdir? Şehit bir yüzbaşının cebinden çıkan fotoğraftaki çocuk mesela? Hayatındaki büyük eksik ne zaman dolabilir?
Çocukluğundan, gençliğinden, sazından sözünden, canından ciğerinden ayrılıyor insanoğlu. Eksile eksile yaşıyoruz, vedalarla yaşıyoruz. Gelmesi mümkün olan ama hiç ihtimal vermediğimiz vedalarla…
Zamandan yana hüsranda oluşumuza sebep, geniş zamanlara namzet bir yüreğimizin olması mıdır? O ki daima sonsuzluğun kıyılarında seyreder, akşamın yaklaştığını, güneşin gurupta kaybolacağını akıl edemez. Etse de konduramaz. Bir ağustos böceği misali güneşe şarkılar söylerken bir gün zemheri kışlarda kalacağını hiç düşünmez. Ya da o günün çok uzak bir gün olduğuna karar verir, geniş zamanlarına onu yaklaştırmaz. O yüzden mi vedaların gelişi hep vakitsiz olur? Orda burada bir yığın iş varken… Yürekte nice hayaller uçuşmaktayken…
Yeniden pencereme dönüyorum. Güz, topluyor yapraklarını… Haşim’ce akıyor hazan şehirden. “Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar/ Dalmış üstündeki kuşlar yâda;/ Bize bir zevk-i tahattur kaldı/ Bu sönen, gölgelenen dünyada.”
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 13.11.2014)

ZAMANI ANLATMAK
Gönül diline libas biçmek mümkün müdür? Hangi kelime taşıyabilir onun ağırlığını, hangi fırça resmedebilir ince sızısını? Var mıdır gönlüne düşeni söze döküp de tatmin olmuş olan? Sözler hep eksik, hep kusurlu hep yavan!
Geçmiş zamanlardan aklımda kalmış bir dörtlük vardır: “ Her şeyde bir duygu söze dizilmez/ Her şeyde bir görüş tasvir edilmez/ Her şey bohça gibi öne serilmez/ Aşktan, imandan, dünyaya kadar!” Bu dizeler bana, hangi kitaptan, hangi şairin kaleminden yadigârdır bilmiyorum ama buradaki düşünceye hâlâ katılıyorum.
Istıraptan, aşktan, saadetten yana konuşmak; mahrem sırları ifşa gibi gelir bana. Bunu gönle ihanet olarak görürüm. Onlar ait oldukları diyarın hanesinde kalmalı, yangını da orda harlanmalı, külü de orda savrulmalı. Çünkü söze düşse eksilecek. Küsecek. Yitecek. Hususi bir lütufken yağmalanıp pay edilecek. Kalbin perdesini çekmek iyidir, sokağa karşı.
Ben kelimeleri zengin bir kalem değilim. “Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım” diyen şairle hemfikirim. Ondandır yollara vuruşum kendimi, dağa, taşa, hatıralara vuruşum. Sırra ermek içindir bütün gayretim.
Zamanı kelimelerde aramaktansa konup kaldıkları eşyalarda aramayı tercih ederim. Bütün yaşananlar bir fotoğraf olup renge-şekle bürünmüştür hafızada. Ben hafızalarda ebedileşen anılara inanırım.
Duvardaki paslı çivi, kelimelerin bilmediği ne çok şey anlatır sahibine. Evini balonlarla taşıyan kahramanın amacı aslında koca bir ömrü, geçmiş bütün zamanını taşımak değil midir?
Tıpkı gurbet yolcularının, memleketlerinin toprağını avuçlayıp hatıra diye bir küçük kavanozla yanlarına almaları gibi. Onlar aslında orada bıraktıkları zamanlarını, çocukluklarını, gençliklerini götürme çabasında değiller midir? Çünkü zaman ancak eşyada vücut bulmakta, hatıralarda solumaktadır.
Ömrünü geçirdiği evden ayrılırken, bir çift ihtiyar bakışın, o beyaz badanalı duvarlarda ne gördüğünü, bir kilimin yıpranmış nakışlarından nereye baktığını, sımsıkı tuttuğu el örgüsü bir kazakla o evden hangi gününü alıp götürmek istediğini ondan başka kim bilebilir?
Bazı yerler orada yaşadığımız en son günle kalırlar hafızamızda. Oraya her gidişimiz o güne dönüş gibi olur. Mesela eski bir mezarlık, ziyaretçileri için tarihi bir vesikayken oraya yakınını bırakan için ise yağmurlu, karlı veya sıcak bir cenaze gününden başka bir şey değildir. O günle donup kalmıştır hafızasında.
Necip Fazıl, ‘Geçen dakikalarım kim bilir neredesiniz?’ diye dursun ben onların nerde bekleşmekte olduklarını biliyorum. Tutunup kaldıkları eşyaları, koca koca asırlarla yerleştikleri binaları, köprüleri, çeşmeleri, mabetleri… Onlar ki yeniçağlarda eski çağların duruşuyla durur, bambaşka bir havayı solurlar. Duvarlarında, işlemelerinde donan kendi zamanlarının bakışıyla bakarlar. Necip Fazıl’ın “Karaca Ahmet” de ‘Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih’ dizeleriyle orda donup kalan zamanı yakaladığını görüyorum. Ama orda görüp duyduklarının ne kadarını resmedebildi kalemle; o hazinenin ne kadarı dilinde ne kadarı kalbinde kaldı, onu bilemiyorum.
Yahya Kemal’de “Koca Mustafa Paşa” ya bakarken :’ Türk’ün asude mizacıyla Bizans’ın kaderi/ Karışıp marifet iklimi edinmiş bu yeri’ dizeleriyle orda, yaşadığı çağdan uzak eski bir zamanı yakalamamış mıdır?
Usta kalemler bile acaba hissettiklerinin ne kadarını ifade edebilmişlerdir? Ya da izahlarıyla, ifadeleriyle mutlu olabilmişler midir? Sonuçta tasviri yapılmak istenen kavram, ‘zaman’ gibi koca bir muammayken… Oğuz Atay’ın “Tehlikeli Oyunlar” da : ‘Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor’ cümlesinde bahsettiği; lisanın aciz kaldığı duraklar; ‘zaman’ veya ‘aşk’ gibi tarife sığmayan kelimeler olmasın? “ Bana zaman nedir diye sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum” diyen filozofun çıkmazı da aynı sokak değil midir?
Bu yüzden zamanı kelimelerde aramaya, ifadeye kalkışmaya; ona tarifler, tanımlar bulmaya hacet yoktur. Zaman, hafızadan eşyaya uzanan yoldadır. Mevsimlerde, iklimlerde, kokuda, renkte, yollarda, eşyalarda… Kayıp giden dakikalar işte bütün bunlarda bekleşmektedir.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 18.12.2014)

YOLLAR VE ZAMAN
Yine bir yolculuk arifesindeyim. Çıktığım bütün yolculuklar gibi içimde tatlı bir telaş. Boğazımda garip bir düğüm… Vakit tamam. Kendimi vuruyorum yola. Arkamdan çekiştiren eller yavaş yavaş bırakıyor beni. Ruhuma gider gibi gidiyorum. Bütün yolculuklarım tek bir yolculuk oluyor şimdi.
Necip Fazıl’ın “Otel Odaları” ndan geçiyorum; ‘Zamanın tahtaları kemirdiği’…Cahit Külebi’ nin tarlalarından; ‘Sessizliğin çın çın öttüğü’…
Geçtiğim şehirler, en son gördüğüm yüzleriyle karşılıyorlar beni. Geçtiğim yolları en son bıraktığım mevsimlerinde buluyorum. İnsansız ovalarda, vadilerde, dağlarda rengi değişmemiş zamanın. Issız köylerden kasabalardan geçiyorum; meydanlarındaki çınarlara, yol boyu dizili kavaklara değerek. Onlar, geçen günlerin eldeki tek fotoğrafı gibi kalakalmışlar oldukları yerde. Yazgılarındaki bu derin temsile devam ediyorlar.
Evler… Devasa, heybetli, asık suratlı binaların arasında soluyan; ihtiyar, kederli evler… Belleri bükük, ahşabı solgun… Çizgi çizgi simalarında zamanın asılı kaldığı… Bütün yaşanmışlıkların, bütün günahların, bütün sevapların, hasretlerin, sevdaların yüzlerine bir ifade olup konduğu; bedenlerinde bir duruş olup kaldığı, yorgun harap evler! Kim bilir kaç ömrün hikâyesiyle durur, nice güzlerin, nice baharların nefesini solurlar? Acaba kimlerin ‘geçen dakikaları’ orda bekleşir, orda konaklar?
Zamanın elinden eteğinden düşen çakıllar burada, bu yollarda serili. Bütün yolculuklarım oradan geçtiğim en son âna yolculuk gibidir veya son yolculuğum bütün geçmiş yolculuklarımın toplamıdır. Ömrümü izliyorum penceremden. Yoldaki çakıllardan izler sürüyorum. Geçip gitmemiş hiçbir şey. Koku olup sinmiş, mevsimden elbiseler giymiş, iklimden boyalar sürmüş. Bıraktığım gibi aşina çehreleriyle ayaktalar işte.
Yollar, kimi zaman ‘yağız atların kişneyip, meşin kırbacın şakladığı’ yollar oluyor. Yollar, ‘tekerleri meşeden katar katar kağnıların gittiği,” ‘Rüzgârın bıçak gibi kestiği’ yollar… Bir sonsuzluk çemberi gibi aynı izlerin, aynı kederlerin, aynı sevinçlerin büklüm büklüm ayrılıp deveran ettiği yollar…
Kim bilir bizden düşen çakılları kimler toplayacak, bizim şiirimizi kimler okuyacaktır ‘ Han Duvarları’nda?’
Anlatmak mı, resmetmek mi? Yoksa duymak mı, yaşamak mı en iyi ifade yoludur? Sanırım susmak… Sükûtun anlattığını hiçbir dil anlatamaz. Harabelerde, mezarlarda, köprülerde saklanan tarihin dilini çözmeye hangi lisan muktedir olabilir ki?
Elbet bir gün; Üstad’ ın tasvirindeki heykel misali, yılların, ‘yanaklarından bir gözyaşı olup kaydığı’ ‘ayaklarında sonbaharın ağlayacağı,’ mermerden bir taşımız olacak başucumuzda.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 18/12/2014)

ELİME KAYGI BULAŞTI
Kaygı, geceden gelip yerleşti içime. Rüyama süzülüp aktı üşenmeden. Çehreler giydi, bilmediğim simalara türlü çeşit ifadeler, cümleler yükledi. Sevmediğim mekânlara çekti beni, biliyorum o çirkin dekorlar da onun fikriydi. Rüyamda işittiğim bütün düşünceler de ona aitti. Yine başarmıştı artık irademle savaşı başlamıştı. İçimi daraltmasından, bana arzusu doğrultusunda kararlar aldırmasından anlıyordum ki hâkimiyet kurmayı sağlamıştı. Gökyüzü de onunla işbirliği içindeydi. Doldu doldu taştı bulutlar. Doldukça karardı, karardıkça yağdı. Elim yüzüm müydü ıslanan yoksa kurumaya bıraktığım tortulanmış korkularım mıydı? Onca zamandır nice yol kat ettiğim fikrinin sadece zayıf bir ihtimal, hatta bir iyimserlik olduğu hakikatine çarpmak, baştan aşağı bir kova soğuk suyla uyanmak kadar ürperticiydi.
Ve benim müzmin derdim, akan yıllara rağmen yaşlanmayan, eskimeyen, uzaklaşıp seraba dönmeyen kaygılarım her fırsatta dimdik, genç ve bıraktığım gibi gelmekteydi. Hannas’ın döşediği bir dumandı yoluma, Vesvas’dan süzülmüş bir gölgeydi ardımda, sağımda solumda iblisten bakışlarıyla görüp de ruhumda duyduğum baştanbaşa keder, şiddetli bir sancıdan ibaretti.
Geldiği andan itibaren hükümranlığı başlamıştır. Bundan sonra ne ruhuma sözüm geçer ne bedenime. Kendimle baş edemez olurum. Gece uykuya dalarken ağır ve karanlık vücudu zihnimi kuşatmıştır. Gündüz uyanırken içimde derin bir titreyişle, korkunç bir acıyla açarım gözümü. Gün onunla biter ve onunla başlar artık.
O acımasız ve uğursuz eller, yakama yapışmıştır bir kere. Vücudum titrek bir yaprak gibi düşer önüne. Ve o el bir külçe gibi havada savurur beni, sonra bir o duvara vurur, bir bu duvara. Soluk almadan divane gibi çarpıla çarpıla akar günler.
Yıllardır yüzümü güldüren ne kadar hayalim, ne kadar ümidim varsa kaybolmuştur. Yaşam sevincim, solgun ve ölümcül bir yüze dönmüştür artık. O karanlık girdaptan çıkıp da yakalayabileceğim yegâne güç, iyimserlik ve ümittir bilirim ama yakamdaki o bulaşık, o ağır ellerden kurtulmaya kudretim yoktur.
Yenilginin ve korkunun dibe vurduğu anda dizlerinin üstüne çökmüş ruhum, karanlık dehlizin soğuk taşlarında kaybolurken ayaklarının üstüne kalkıp da kılıcını yeniden çekmesi nasıl mümkün olacaktır? Kaygı, haklı olduğunu, ona ispatladıktan sonra, ruhumu yenilgiden ne kurtaracaktır? Bir sihirli söz yetişir bazen imdada, bir anne şefkati bazen, kimi zaman akıl bir temsil bulup getirir önüme. Hepsi bir parça derman serperken dizlerime, o küçük kız gelir, arkasında akıp gitmiş ama kahramanca aşılmış yüzlerce tepeyi işaret ederek. Kilitlemeyi başardığım karanlıkları gösterir ve bir tutam ümit verir; mucizelerin ümidini… Sana senden yakın olanın ve rahmetin ümidini…
Her seferinde ayağa kalkmam o andan sonra olur. Ama o anı yakalayabilmek, o sözleri işitebilmek için zorluk tünelinin sonuna varılmış, çaresizliğin zehirli tadına dokunulmuştur. Yardım, dardayken yetişmiştir.
Artık kaygı toparlanır yavaş yavaş. Arkasına dönüp dönüp söylenmelerine ara vermez tabii. Ama o karanlık sözler bu sefer etrafımdaki duvarı aşamaz. Hükmü bitmiştir artık. Yeni bir delil bulup zayıf ânımı yakalayıncaya kadar ülkemden kovulmuştur. Toparlanıp gitmesi fazla sürmez. Ve bana yaralarımı sarmak için uzun bir zaman kalır.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 30.12.2014)

ÖLÜM VE ELÇİLERİ
Derin bir uykudaymış da etrafında olup bitenlere oralı değilmiş gibi ya da etrafında olan her şeyin farkında ve oldukça gereksiz buluyor. Yüzündeki mütebessim, asude huzur bir bebek kadar masum kılarken onu, aynı zamanda “Susun!” demek istiyor: “Bu bağrışmalarınız, şamatalarınız boşuna!” Simasından çekilmiş bütün çizgileri, durulmuş mimikleri tek bir şeyi ima ediyor: “Kutsal ve ari bir iklimdeyim. Bu yüce sükûna büyülendim, hayran kaldım, boyun eğdim. Olduğumdan daha güzel bir yerdeyim. Susun, lütfen susun!”
Ölüm, bilinmeyen tat; elin tutamadığı, gözün göremediği vücut; işitilmeyen ses; sırrına erilemeyen lisan! Karanlık bir gölge misali korkutarak gelir, vurucu gelir; ürpertir, titretir. ‘Ağızların tadını kaçırır ölüm!’ Ama kimi ölülerin yüzündeki o bebek uykusu, o mesut, o nazik, o saygın fotoğraf, herkesin ölümünün karanlık olmadığını anlatır.
Onun ölümü de böyle oldu. Gelişi yavaştı. Ağır ve kocamandı. Evlerden taşardı, herkesin gönlüne kadar sıkışır, soluğunu keserdi. Günlerdir gelmiş, o evde konaklamıştı. Herkes ölümle oturmuş, ölümü ağırlamış, ölümü solumuştu. Bir anda kalktı, perdeleri açtı ölüm. Attı kendini aydınlığa aşikâr oldu. Aynalardan çekti hayalini, duvarlardan topladı gölgesini, bütünleşti tek vücut oldu. Onun son nefesinde toplandı, yüzünde sade bir resim oldu ölüm. Hafifledi ev. Etraf hafifledi. O nazik, o duru, o latif sima ihtiramlı bir uğurlayışı hak ediyordu. Tabiiyyet, teslimiyyet ve rıza ile…
Tek sıra halinde dizilip giden karıncalar gibi gittiler. Ölüm ve elçileri, aldıkları emaneti el üstünde tutarak götürdüler. Bütün sesleri susturarak, bütün sızıları dindirerek… Sınav bitti! Film bitti! Müzik durdu! Ölüm, mukaddes bir rayiha olup esti ulvi nefesiyle. Ciddi ve en büyük hakikat yalnız kendisiymişçesine dimdik ve vakarla geçti aramızdan.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 02.01.2015)

BEYAZ ŞENLİK
Geldiler! Bulutların beyaz yüzlü çocukları… Yolları kendi içimize çevirmek için. Kavşakları ‘uzaklardan’ ‘buralara’, ‘meçhulden’ ‘maluma’, ‘müphem olandan’ açık ve aşikâr olana döndürmek için. Kulaklarımızdan yabancı sesleri çekip bizi sonsuz bir sükûta cezm etmek için. Sükûna, sadeliğe, samimiyete… Bize kendi yüzlerimizi göstermek için.
Öncüleri, dağların zirvesini tuttu. Sonra nöbetleşe indiler ovalara, kırlara, yollara, şehirlere. Bembeyaz neferler gibi yayıldılar arza! Gökyüzünün askerleri, müşfik elçileri, beyaz bir sancak olup serildiler yeryüzüne.
Geldiler! Göğün masum yürekleri… Bir kanundan tane tane dökülen nağmelerle, bir ney sesiyle… Sanki etraf buluttan bir düş! Çiçekli bembeyaz bir gülüş! Ya semavat inmiş yeryüzüne ya da kürre-i arz yücelmiş bulutlu göğe. Sanırsın gökle yer, sarmaş dolaş hasbihal eyler. O, kim bilir ötelerden neler anlatır toprağa, susa susa, döne döne, sağa sola konup kaçarak neler der, neler söyler?
Bütün yer ahalisinin, dağın, taşın, yek pare mevcudatın beklediği güvercinler gelmiş mi, pür-ü pâk, ser-ü sefid kanatlarını çırpa çırpa? Ayaklarında mıdır, ağızlarında mı beklenen müjdeler? Yoksa bu inen beyaz mucize, güvercinlerden dökülen nameler midir?
Boşuna değildir bunca hengâme, bunca coşku; bu her şeye ara veren, bütün perdeleri çekip göğü ve yeri yalnızca bu şenliğe teslim eyleyen; bu inkılap, bu felak bu doğum boşuna değil!
Bir kapı açılmıştır göklerin ülkesinden. Yeri göğü kaplayan yüce bir kürsüden emir çıkmıştır. Akın akın inmiştir melekler rahmet ülkesinden. Avuç avuç serpilmiştir kerem, izzet, af, ümit, sükûnet! Hayat, akışına; dünya, dönüşüne mola vermiştir. Toprak göğsünü, ağaçlar avuçlarını açmıştır rahmete. Bütün sızılar dinmiş, canhıraş koşturmacalar bitmiştir. İnsanoğlu sokaktan elini eteğini çekmiş; evine, sıcak yüreğine, penceresinin kenarına çekilmiştir. Şimdi dua vaktidir, seyir vakti, sükût vaktidir.
Geldiler! Eski zaman yolcuları. Bin yıllık yoldan gelir gibi geldiler. Bana dünlerin rengini, yitik resimlerimi getirdiler. Art arda indirdiler hatıraları avuçlarıma. Ahşap evlerin bahçelerine serpildiler, geniş saçaklı çatılardan sarktılar, sokak lambalarının sarı ışığında eğleştiler.
“Kalplerin divane şarkısı!”, “Güvercinlerin şiirleri”, “Yasemin yaprağı, ıslak bulut”. Her yanda “Elhan-ı Şita”. Acaba şairin dediği gibi midir onlar? “Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi, geçen eyyam-ı nevbaharı (mı) arar?” Bu yüzden mi “Semadan düşer düşer ağlar?”
İşte! Nedir “Yağan üstümüze geceden!” Kimi şairin kaleminde kelebek, kiminde hüzün, kiminde dua… Bu beyaz geline sevdalı nice yüreğin niyazıyla yağsın yine. Durmasın bu “bin yıldan uzun gecenin bestesi!” “Sırf unutmak için unutmak ey kış!/ Büyük yalnızlığını dünyanın!” Durmasın “Kış göğünün eli” “Ey göğün eli, izzetin eli, kışın eli dök!” “Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına/ Allah aşkına/ Gök, deniz aşkına/ Yağsın kar üstümüze buram buram.”
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 26.01.2015)

BİR ŞEHRE SEVDALANMAK
Ruhumu kanatlandıran görüntüler geçiyor zihnimden. Kendimi, her yanını parlak, metal bir renge boyamış, uzaklara diktiği gülümseyen bakışlarıyla akordeon çalan, korsan kıyafetli, orta yaşını çoktan geçmiş bir sokak şarkıcısının önünde buluyorum. Müziği, ufak kare taşlarla döşenmiş sokak boyunca takip ediyorum; az önce yağmur yağmış ki nefesime ılık bir nem karışıyor.
Yokuştan inerken sivri çatılı tarihi taş binaların, karanlık kapılarının küçük bir bahçeye açıldığı sinagogların; girift, heybetli mimarisiyle insanların yanında minicik bir böcek gibi kaldığı katedrallerin önünden geçiyorum. Yolum, caddeler ve sokaklar boyunca dönüp dolaşıp ferah meydanlara çıkıyor. Salkım söğütlerin gölgelediği banklarda nefeslenirken ağır ağır giden faytonları, tramvayları seyrediyorum.
Nehrin bir yakasını diğer yakasına bağlayan, üzerinde hayretengiz hikâyeleriyle birbirinden farklı heykellerin dizildiği; satıcıların cezbedici sergileriyle, ressamların şövaleler üzerine sıraladığı portrelerle, dilencilerin şovlarıyla karnaval hengâmesindeki tarihi bir köprüyü, bütün bir şehri dolaşır gibi dolaşıyor, bütün bir şehri izler gibi izliyorum.
Bahar yağmurlarının bulandırdığı nehre, gökyüzünün grisi sızmış. Sular, hırçın, dalgalı ama üzerinde hiçbir şeye aldırış etmeden akan beyaz feribotlardan müzik sesi yükseliyor. Nehir kenarında uzanan güleç söğütler, güneşten değil göğün mat renginden koruyor insanları. Yağmur, cıvıltıyla, aceleyle tekrar yağıyor sokaklara, nehre, köprüye… Her yanda şeffaf yağmurluklar, şemsiyeler… Neşeli damlalar, günün en tanıdık misafiri, hayat onlarla akıyor bu şehirde.
Burada ruhuma tanıdık gelen ne var, bilmiyorum. Kanallar üzerinde küçük bir kurdele gibi duran köprüleri de bilirim ben ve yel değirmenlerini, lale bahçelerini de. Ne zaman yolum bir uzak şehre düşse, ömrümün güneşli günlerini aramaya çıkarım. Belki bir şehre sevdalanmak böyle bir şeydir! Gezdiğim, gördüğüm her yeni yerde onu arayışım bundandır belki. Bütün şehirlerde onu görüşüm. Vedalaşırken vuslatın hayaliyle avunarak yola düşüşüm.
Benim özlediğim bir şehrim var dünya yüzünde, sanki gittiğim her yerde ondan bir parça vardır, aynı göğün altındaki bütün şehirler ondan bir iz, bir hatıra taşır.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 15.01.2015)

YILDIZLAR
Geceye inen yıldızları izleyesim var şimdi. Yaz gecelerinde ne güzel olur seyre dalmak onları. Güneş, arkasına dönüp ışıltılı eteğini peşinde sürüyerek giderken; dağlardan, ovalardan ufka doğru uzanan koca okyanuslar, bir anda karanlığa teslim olur. Sonra yıldızlar çıkar ortaya. Gözlerini kırpıştırarak art arda dökülürler göğün atlasına. Geceye lacivert sürerler. Yücelerden; öyle günahsız, öyle ümitvar, öyle suskun izlerler dünyayı.
O koca yürekleri, dünya kurulduğundan beri; neler görmüş geçirmiştir, nelere şahit olmuştur? Bu izleyiş, bilgece bir seyir gibi gelir bana. “Beş vakit sabrın gül suyuyla yıkanan” “Kepez” misali yıldızlar da uçsuz bucaksız semaların “dilsiz bir görgü tanığı” değil midir? Onlar gökyüzünün gözleri olarak, “ağır ağır uyanmaya başlayan deniz dibinin devlerine” ve ya “koç sürüsü dalgaların gerine gerine toslaşmasına” tanık olmuşlar mıdır? “Her dilden hüzünlü şarkılar dinleyip” bir “yosun tarlasında ölümü” görmüşler midir?
Yoksa Ali Akbaş’ın dediği gibi midir: “Yıldızlar, / İri, şehlâ gözlerdir/ Geceyi gamlı kılan/ Uzaktan süzerler bizi/El değmemiş terütaze tenleri/Ölmüş ergen kızlardır/Yıldızlar”
Bir Anka kuşu olup efsanelere doğru uçuyorum şimdi. Ad Kavminin İrem Bağlarından, Nemrut’un rüyasından geçiyorum. Babil’in Asma Bahçelerinden süzülüp dillere destan kulesinde konaklıyorum. Elinde yıldız namesi eksik bir müneccimim şimdi. Bana haberlerini anlatsınlar diye gözlerini gökyüzüne dikmiş bir yıldız bakıcısıyım. Yıldızlar, hangi çağda insanın gönlünü kendisine ram etmemiş ki…
Ben onları daha çok, karanlığa bir noktacık ışıklarıyla meydan okuyan yiğit yürekler olarak görürüm. Hep güzelliği haber veren, iyiliğe, öze, manaya çağıran… Onlar, göğü şenlendirmeseydi; insanlar masallar yazabilir miydi çağlar boyunca, karanlıkta iz sürebilirler miydi? Kervanlar yönünü nasıl tayin ederdi zifiri çöllerde? Onlar asırlardır kocaman asalarıyla karanlık gecelerde yol gösteren ışıktan dedeler gibi ve ya denizin ortasında yardıma hazır birer deniz feneri gibi nöbettedirler.
Göğün bu güzelim ateş böcekleri olmasaydı gecenin bir yarısı kağnısıyla tarlasından ekinini yüklenmiş bir çiftçinin mutluluğu yarım kalmaz mıydı, diyorum. Peki ya şairler? “Çakılların elmas olduğu” yıldızlı gecelerin şiirlerini yazabilirler miydi acaba? Mahkûmlar, sürgünler, yolu gurbete düşmüşler; kan sızan yaralarına nerden ümit sürebilirlerdi? Bazen, yıldızlı bir göğün, daracık bir pencereden görüldüğü kadarı bile paha biçilmez bir servet değil midir? Nitekim yıldızlar, ölümü değil, hayatı müjdeler; onlar yokluğun değil, sonsuzluğun habercisidirler.
Bu yüzden gökyüzünün yıldızlarını, fikir sancısı çeken dava adamlarına benzettiğim de olur. Onlar, gökten yere kaymış yıldızlardır. Yerdeki yıldızlar… Toprağın, hududun, cefanın yıldızları… Göktekilerle aynı havayı solur, aynı ruhla yaşarlar. Onların diyecek sözü vardır; bir duruşu, uğruna öleceği bir sevdası vardır. Herkesi kucaklayan, kurtaran bir çaresi… İyi güne değil kötü güne şifa nefesi, imkânsız nedir bilmeyen felsefesi vardır. Yeryüzünün yıldızları, yaşadıkları toplumlara yol gösteren, bir ümidin, bir davanın insanıdırlar. Bunlar, gökten yere kaymış yıldızlar, toprağa düşünce adları Mehmet Akif’tir, Necip Fazıl’dır, Sezai Karakoç’tur, Cemil Meriç’tir, Kemal Tahir’dir ve daha niceleridir. Onlar yaşadıkları çağlardan günümüze uzanan yıldızlardır.
Zannımca, onları bu denli aydınlık yapan, bir ütopyalarının olmasıdır. Onlar yaşadıkları çağlara, bir vecd ve neşve kazandırmaya çalışan, yeni bir dünya arzulayan, söyleyecek sözleri ve kavgaları olan adanmışlar; kimileri farklı iklimlere, kimileri de kendi içindeki iklimlere sefere çıkmış, beyaz kanatlı yelkenlilerdir.
Yeryüzündeki yıldızlarımız, “Avazeyi âleme Davud gibi salmış; gök kubbede baki kalmış sadalardır.” Hepsi de “birer yaralı bilinçtir.” Aynı silahla açılan yaralarının merhemi de birdir.
Karanlıklar mıdır, onların yıldız olmalarına sebep derim bazen. O sorguladıkları, çareler ürettikleri, yok etmek için yollar yöntemler çizdikleri karanlıklar ortadan kalksaydı eğer, aydınlık gökte onları görmeye gözlerimizin gücü yeter miydi? Sezai Karakoç’un, “Bengisu bengisu kaynayıp çağlayarak” gözlediği “Diriliş” düşüncesi hakikat olsaydı mesela? Ya da Akif, “Asım’ın Nesli”ni görebilseydi? Necip Fazıl, düşünce, tarih ve bir coğrafya sevdasına isim olmuş Büyük Doğu’ suna vasıl olabilseydi? O vakit karanlıklar çekilmiş olacaktı, bu yüzden kendi ışıklarına da lüzum kalmayacaktı, kim bilir? Ama ne zaman karanlıkta kalsa gökyüzü, onlar kâinattan topladıkları bütün ışıkları kendi özlerinde harmanlayıp yansıtacaklardır.
Onlar… Yıldızlar… Semanın ve arzın için için yanan yürekleridir.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 08.01.2015)

GİTMEME SEBEP
“Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Yeryüzünde bir halife yarataca ğım.” demişti. Melekler: “A! Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tespih ediyor ve takdis ediyoruz” dediler. Rabbin, ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi. (Bakara Suresi/30) “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra eşyayı meleklere gösterip: “Eğer (her şeyin iç yüzünü bilen) sadıklarsanız bunların isimlerini bana haber verin.” buyurdu. (Melekler): “Seni tenzih ederiz.” dediler. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki sen her şeyi bilensin ve hikmet sahibisin. (Bakara 31-32)
Bugün şehri izlemekten vazgeçiyorum. Patiskalarını indiriyorum penceremin. İçimdeki ince sızıyı, gözümdeki karanlığı, ellerimin hüznünü alıp Bakara Sûresi’nin kapısına varıyorum. En başa, ilk güne, insanın yaratılış hikâyesine gidiyorum. Her şey gitmeme sebep!
Dünya toprağının bütün renkleri tutuştu atlasımda. Kalbine kor düşmüş yeryüzünün. Kıvılcımları semayı almış. Haritalar molozdan yığınlara benzer şimdi. Dumanlı bir göğün altında artık yeryüzü! Her şey gitmeme sebep! Doğumlar, ölümler, demirler, mermiler, çocuklar, ille aynalar, aynalar gitmeme sebep.
Elimde tek cümlelik yüküm var ama ağırlığı dağlara bedel. “Neydi insandaki hikmet?” diyeceğim. O eşikte, o yüce kelamın kapısında bu tek cümlelik yükümle bekleyeceğim. “Neydi insandaki hikmet?” Bu tek cümlenin yanında getirdikleri de, kelimesinden, hecesinden doğan başka sorular da düşecek eşiğe. Varoluşun sırrı neydi? Yeryüzünde bir insan varlığının lüzumu neydi? Hayatın manası neydi? Gitmeliyim, sorular gitmeme sebep.
İnsanın insana yaptığını deyince sular, yangınlar, dağlar, taşlar… Tarih söndüremeyince renkleri sevmeyenlerin çıkardıkları yangını ve denizler söndüremeyince… Mahiler sorunca yeryüzünde doymayan canavarın etten mi, kemikten mi, çelikten mi olduğunu ve gökyüzünde öbek öbek göç eden kuşların Ayşe mi, Ali mi, Hasan mı olduğunu? Yoksa koca arzın insana dar mı geldiğini sorunca toprak! Ateş gitmeme sebep, toprak gitmeme sebep, yangın gitmeme sebep!
Meleklerden dökülen soru kaplıyor bütün sayfamı şimdi. “Yoksa yeryüzünde kan döküp, bozgunculuk yapacak bir varlık mı yarattın?” Hikâyenin ortasında mıyım, başında mı bilemiyorum. Meleklerin sorduğu gündeyim ya da onların korkusunun, hüznünün içindeyim. Saf iyilikten ibaret bir varlığın sorusuyla vuruluyorum. Kan döküp bozgunculuk yapacak bir varlık! Yoksa o ben miyim?
Sırtlarına sorulardan yükleriyle gidenler ne olmuştu? Yoksa çok soru sorduğu için helak olan milletler gibi sonsuza dek pişman olmaya mı yazgılıydı benim ömrüm? Bütün hayatlar, umutlar, cevaplar gitmeme sebep.
Âdem’ den dökülen kelimeleri buluyorum eşikte. Melekleri hayran bırakan kelimeleri buluyorum. Hangi eşyanın adıydı, nasıl bir lisandı bilmediğim ama meleklerin bağlanışıyla teslim olduğum, geri çekildiğim kelimeleri. Yoksa dilde miydi bütün hikmet? Seçilen kelimelerde miydi? İnsan, seçtiği kelimelerden mi ibaretti? Varlığın özü, sessiz ya da sesli bir lisan mıydı yalnız? “Ben, sizin bilmediğinizi bilirim” diyen bir kudretin öğrettiği kelimeler, meleklerin secdesi için, rızası için kâfi gelen belki de her insana nasip olmayan meçhul kelimeler?
Sema için arz için, ateş için su için, Âdem’in bildiği ve dediği bütün lisanların hürmetine, melekleri ikna eden en özge kelimenin hürmetine, bir dua bırakıyorum o eşiğe. İnsana kaybettiği lisanı buldur Rabbim. Cennet yurdunda Âdem’e öğrettiğin lisanı…
(Avrasya Yazarlar Birliği, Edebiyat Akademisi, Deneme Atölyesi, 30.05.2015)

SIRASI GELEN YOLCULAR
Zaman denen nakkaş, ustaca işler izlerini yüzümüze. Hiç fark ettirmeden ince dokunuşlarla gün gün derinleştirir çizgilerini. Yorulmadan, vazgeçmeden, kararlılıkla bir siler, bir çizer biteviye. Eski fotoğraflarımıza şaşırmamız bundandır işte. Kendi yüzümüz, biz hiç anlamadan değişmiştir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/sema-tanriverdioglu-ersoz/huzun-bestesi-69499510/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Hüzün Bestesi Sema Tanrıverdioğlu Ersöz
Hüzün Bestesi

Sema Tanrıverdioğlu Ersöz

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Hüzün Bestesi, электронная книга автора Sema Tanrıverdioğlu Ersöz на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв