Amanhor

Amanhor
Hüseyn Abdul
Kızlarlı İbrahimov

Abdul-Hüseyn , İbrahimov-Kızlarlı
Amanhor

Kitabı Atayurdum Kızlar’a armağan ediyorum.
    Yazar
Yiğidin kendisi ölse de adı ölmüyor.
    Kumuk Halk deyişi


ÖNSÖZ
Amanhor, bu gün yoğunlukla Kuzey Kafkasya’nın, Dağıstan bölgesinde yaşayan Kumuk Türklerinin konuştukları Türkçe’nin, Kumukça lehçesinde yazılan, modern anlamdaki ilk roman olarak kabul edilmektedir. Hatta Amanhor, bütün Dağıstan’da yazılan ilk roman olarak da kabul görmektedir
Fikir ve estetik bakımından kendisinden önce yazılan Nuhay Batırmurzayevin anlatımlarından hayli öne çıktığı, anlatım gücünü ve estetiğini de hayli geliştirdiği görülüyor.
Kumuk Edebiyatının, çok eski yıllarda yazıya alınmış şiirlere, anlatımlara ve diğer el yazması eserlere sahip olması, şüphesiz Kumukça’nın sınırlarını genişletmekte, tarihi değerini ortaya koymaktadır.
Günümüz Türkiye Türkçesinin, Macarların-Kumanların ana dillerinin kökenlerinin araştırılmasında, eski dönemlerde konuşulan Türk dillerinin araştırılmasında, önemli bir kaynak olan Kumukça, çağdaş bir Türk lehçesi olarak varlığını sürdürmeyi başarabilmiştir.
“Amanhor”, bir roman olarak, kendi ana fikri çerçevesinde incelendiğinde Kumuk edebiyatının, edebi gücü ve kaynaklarının çok öncelerden var olduğu, geleneksel yapısını bu gün bile korunduğu görülüyor.
Kumukça üzerinde çalışan değerli bilim adamlarından, Prof. Zeki Velidi Togan, Ünlü Macar dil bilimci Prof. Dr. Gyula Nemeth, Prof. İstvan Mandoki Kongur ve Prof. Çetin Pekaçar’ın tespitlerinden anladığımız kadarıyla Kumukça, Kıpçak Türkçesini günümüze taşıyan en iyi Türk Lehçesidir.
Halen, Venedik şehrindeki San Marco Kütüphanesinde bulunan ve 1303-1362 yılları arasında, Latin harfleri ile yazılan ilk Türkçe metin kabul edilen, Codex Cumanicus (Kuman kitabı)’nı, Kumukça anadili biri olarak, birkaç kelime takviyesi ile rahatlıkla anlamlandırdığımı belirtmek isterim.
Romanın çevrisi sürecinde bilmediğim sözcüklerle karşılaştım. Sözlüklerde de bulamadığım bu kelimelerin, yüz yıldan fazla bir zaman önce Anadolu’ya göç etmiş bu halkın çocukları arasında hala, özellikle de hanımların dilindeki Kumukça’da yaşadıklarını mutlulukla fark ettim.
Amanhor’un yazarı Zaynulabidin’in oğlu Abdul Hüseyin İbrahimov 1890 yılda Dağıstan’ın kuzeyinde yer alan Kızlarkala şehrinde doğmuştur. Abdul Hüseyin dedesinin, abisinin ve diğer aile fertlerinin kütüphanelerindeki kitapları 13-14 yaşından itibaren okumaya başlamış ve bu kitaplardan etkilenmiştir.
Özellikle, Arap ve Fars klasiklerini okumak için duyduğu büyük istek, O’nu Osmanlı Türkçesi, Rus, Arap, Fars ve Kalmuk dillerini genç yaşta çok iyi derecede öğrenmeye itmiştir. Yazar, o dillerde yazılan çok önemli kitaplarla tanışmış ve dönemin halklarına ilişkin birçok haberi toplamış ve kayıt altına almıştır.
Yazar bir konuşmasında:
Akılda kalır sözüne inanmaktansa, basit de olsa alınan notlara inanmak daha doğru”, demiş ve Gerçekten de Abdul Hüseyin, yaşamında başından geçenleri, her duyduğunu, her gördüğünü, önemli gördüğü her şeyi not defterine kaydetmiştir.
Abdul Hüseyin 1910 yılından itibaren, Kızlar şehrinde “Yaşav (Hayat)” adıyla açılan okulda, Türk dillerini öğretmek üzere öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Açılan okulda Arap, Fars, Kumuk dillerine ilave olarak Rus dilinde de öğretim yapılıyor ve dünyanın yeni ilimlerinden dersler veriliyordu.
1917 yılına geldiğimizde, Abdul Hüseyin’i, Sovyetler Birliğinin kurucu yapıları içerisinde işçilerin, çiftçilerin, sözcüsü olarak görüyoruz. Sovyet devriminin askeri Abdul-Hüseyin Kızlar bölgesi ve diğer bölgelerde Kumuk partizan komiserliği yapmış, 1957 yılında emekliye ayrılmıştır.
Başlıca serleri; Amanhor – roman, Absiyahkentin tarihi, Tatar Han’ın vilayet tarihi, Şiir mecmua – Türkçe, Nasihat haberler: Kötü gelin ve iyi kaynana, İyi gelin ve kötü kaynana, Serdtse materi – Rusça, Zapisi komissara – Rusça olarak yayınlanmıştır.
Ata yurdum Kızlar ve diğer şiirlerinin yer aldığı eserleri; Arap, Fars, Türkçe dillerinde yayınlanmıştır.
Abdul Hüseyin’in Benim çocukluğum, Ananın yüreği ve Amanhor romanlarını ayrıca değerlendirmek gerekiyor.
“Amanhor” Abdul Hüseyin İbrahimov’un 1915 yılında yazdığı önemli eserlerinden biridir. Yazılış tarzına bakıldığında bu esere, halk romanı denilebilir. Romanı yazmak için Abdul Hüseyin, halkın kültürünün sözlü kaynaklarından, efsaneler, şiirler, el yazması kitaplardan ve Evliya Çelebinin “Seyahat-Name” kitaplarından materyaller toplamıştır. Farsça, Türkçe, Rusça yazılan kitaplardan yararlanmıştır.
Romanın kahramanı Amanhor, tarihi kayıtlara göre 17nci yüzyılda yaşamış, yaşadığı zamandaki Hanların zalimliklerini, halkın çektiği çileleri, çocuk yaşında hissetmiştir. Daha sonra da Tatar Han’ın Han sarayında memurluk yaptığı yıllarda, hâkimiyet sürdüren kişilerin halka yaptıklarını kendi gözleri ile görmüş, kendi yoldaşlarıyla birlikte zalimliğe karşı mücadeleyi başlatmıştır. Kızlar civarındaki fakir halkın beylere, hanlara karşı ayaklanmasında hareketin başını çekmiştir. Kendisi yalnız olarak Tatar Han’ın Han sarayına girip, onu öldürmüştür. Halk kahramanı, şair ve tarihçi olan Amanhor, beyler tarafından yakalanarak 1706 yılında asılarak idam edilmiştir.
Amanhor ismi iki kelimeden oluşmaktadır. Aman; sağlam, selametle, emin, esen anlamlarımda, hor siyah anlamında kullanılmaktadır. Her iki kelime birlikte “esmer güzeli” anlamında kullanılmaktadır. Kafkasya’dan Hindistan’a kadar olan coğrafyada hem erkek hem kadınlar için ancak günümüzde daha çok hanımlar için kullanılan bir isimdir.
Amanhor’un yazdığı şiirler, verdiği haberler el yazması kitaplarda saklanmıştır. Onun hakkında, o dönemde yaşayan âlim Mahammat Efendi, kitaplarında bu bilgilere yer veriyor. Bu gün bile Dağıstan’ın kuzeyindeki Terik boy Kumukları ve yerleşik Nogaylar gibi diğer halkların arasında da onunla ilgili sözlü anlatımlara, şiirlerine, yırçıların (halk ozanlarının) yırlarına (deyişlerine) rastlanmaktadır.
Kızlar şehrinin güneyinde, Terek nehrinin eski yatağının olduğu yerde bir yükselti var, o yere şimdi de
Aman-hor töbe (Amanhor tepe)” denilmekte ve Kızlar şehrinde yaşayan gençler
Amanhor tepeye” gezeme, eğlenmeye gidiyorlar.
Romanın asıl motifi, kötü yöneticilere karşı verilen mücadelede, Amanhor’un en önünde yer alması, fakir çocukların güçlü savaşçılar olabilmeleri ve gösterdikleri yiğitliklerdir.
Eleştirilere baktığımızda kitabın, Dağıstan’da yoğun olarak incelendiğini ve her seviyede öğretildiğini anlıyoruz.
Yazarın, romanın başlangıç bölümünde kendi topladığı materyalleri ve tarihi ögeleri ön plana çıkararak, dönemin ahvalinin anlaşılması için bir çaba içerisinde olduğu görülüyor. Ortalara doğru yazar, romanı bu türlü anlatılardan kurtarmaya çalışsa da tarih anlatımların devam ettiğine rastlıyoruz.
Sonraki bölümlerde ise romanın manasını güçlendirmek için ana temaya odaklandığı görülmektedir. Asırlardır verilen değerli ve büyük mücadelelerin, üretilen fikirlerin, halkın fakir kitlelerinin yüreklerinde hiç sönmeyen dostluk ve zalime karşı mücadelelerde birlik, halkın refahı için çalışma, iyi insan olma, dürüst ve temiz duygular ve sevgi, romanın bütününde korunuyor.
Yazar devrin gerçekliklerinden sapmamıştır. Amanhor’un dışındaki diğer kişilere ilişkin tasvir ve tanımlamalar ustaca başarmıştır. Romanın her kahramanı, eski dünyanın zalimlerine karşı kendince başkaldıran yiğitler oluyorlar.
Amanhorun, günümüze kadar söylene gelen derin manalı şiirleri, nasihatleri, halktan verdiği haberleri korunmuş ve kolay okunan bir roman olarak ortaya konulmuştur.
Bu çevri için açıklanması gereken bir husus da bu romanda da geçen ve Dağıstan da Sultan Mahmut isminin çok yaygın oluşudur. Tarihi kişiliklerin anlaşılması konusunda karışıklığa neden olmaktadır. Bunlardan birisinin diğerlerinden ayrılması için Kumuklar özellikle Sultan Mahmut yerine Şeyh Sultan Mut ismini kullanmaktadırlar. Sultan Mut (1560-1643) sadece Kafkasya tarihinde değil, aynı zamanda dünya tarihinin önde gelen komutanlardan ve devlet adamlarından birisidir. Sultan Mut Tarkovsky, anavatanının bağımsızlığının korunmasına, İslam’ın Kuzey Kafkasya’nın birçok bölgesinde yayılmasına, bilim ve eğitimin gelişmesine, birçok farklı kabile ve halkın birleşmesine, Kafkasya ve diğer bölge halkları arasındaki dostane ilişkilerin güçlendirilmesine büyük katkı sağlamıştır. Yazarın tarihler vererek, bu karışıklığı önleme çabası içinde olduğunu gözlemliyoruz.
Yeri gelmişken, Muhteşem Kumuk Komutanı Şeyh Sultan Mut’un genel Türk tarihi bakımından önemini anlamak için, onun komutasındaki Dağıstan ordusunun Kazandığı Karaman savaşı için ünlü Rus tarihçilerinden Karamzin’in, “biz 6 binden 7 bine kadar askerimizi ve 118 yıllığına bölgedeki hâkimiyetimizi kaybettik” diye yaptığı tespiti bilmek yeterli olacaktır.
Eserin kahramanlarının adları bu kitapta Türkiye Türkçesine çevrilmeden, Türkiye Türkçesi alfabesinin imkânları dahilinde, Kumuk Türkçesinde söylenilen şekliyle kullanılmıştır. Ayrıca çeviri yapılırken, bu kitaba paralel olarak Türkiye Türkçesi alfabesi ile bir Kumukça baskının da hazırlanmış olması nedeniyle, orijinal metne mümkün olduğunca yakın olmaya çalışılmıştır. Bilindiği gibi iyi bir çeviriyi mümkün olduğunca orijinal metne yakın tutarak yapmak kolay bir iş değildir. Bu nedenle çeviride bazı deyimler ve cümleler doğallıklarını, özellikle de şiirlerdeki sesler güzelliklerini kaybetmiş olabilir.
Kitabın Kumukça baskısı, bugüne kadar Kumukça lehçesini koruyan, yaşatan ve konuşan, Türkiye Kumuklarının, kelime hazinelerini geliştireceğine, taşıyıcılık görevlerine katkı sağlayacağına ve Dağıstan Kumuklarıyla anlaşmalarına olumlu katkı sağlayacağına inanıyorum. Bu kitap ile Türkiye’de yaşayan pek çok Kumuk ilk defa Kumukça’yı yazılı bir metinden okuyacaklardır. Anlayış gösteren ve katkı sağlayanlara şükranlarımı arz etmek istiyorum.
Bu kitabın hazırlanması ve yayınlanmasındaki katkıları nedeniyle Avrasya Yazarlar Birliğinin mensupları ve Değeri Genel Başkanı Sayın Dr. Yakup Ömeroğlu'na, Kumuk Türkçesi Sözlüğünü Yazan Prof. Çetin Pekaçar’a, Agarahin Soltan Muratova, teşekkürlerimi arz etmeyi bir borç biliyorum.

    Tevfik Zengin

AMANHOR


Çevirenin Notu: Metinde, her sayfanın altında, verilen açıklamalar çoğunlukla S.M.-S. Aliyev’in notlarıdır. Kitabın farklı dillere tercümelerinin ve baskılarının yapılması durumunda daha kolay anlaşılmasına yöneliktir.
Buevi[1 - Bu kitabı demek anlamında.] ben kurmuşum
Eski-püskü[2 - Önceki ahvelin hakkındaki eski kitaplardan alınan demek anlamında.] ağaçlardan
İçinebezekler yapmışım
Allı-güllü kumaşlardan.
Dam çatının altından
Dört direği[3 - Kitap dört bölümden ouşuyor demek anlamında.] kakmışım,
Kaktığım herbir direğe
Türlü bir at takmışım.
Bu kurduğum evimde
Sevinç devar, alkış da var,
Bu kurduğum evimde
Gözyaşı da var, yas da var.
Ben evimde sevindim,
Yüreğimi büyütüp.
Vatanımın çırasını[4 - Ata yurdumun, ana elimin.]
Şimdi yaktım hür edip.
Dağda otlasın oğlaklar,
Şar-şar aksın pınarlar.
Umudum var sönmez,
Benim yaktığımışıklar.
Sağ olunuz, evlerim,
Sizi terk edip gidiyorum.
Benden sonra kalanlara
Hak emanet ediyorum.
Hacıtarhan[5 - Önceki zamanlarda şimdiki Asterhan şehrine böyle deniyormuş.] önceki zamanlardan itibaren her taraftan tüccarların geldiği büyük bir şehir imiş.
Bin altı yüz altmışıncıyılın son baharında bu şehre İran’dan tüccarlar[6 - Savdöğer.] geliyor. Onların arasında Horasan şehrinden yirmi beş yaşlarındaki Amangulininoğlu Said Mahammat da varmış.
İran’dan gelen diğer tüccarlar, alıp geldikleri mal ve eşyalarını da satıp, Hacıtarhanın pazarından atlar, develer ve sığır-malları da alıp, gersin geriye dönüp gitmişler. Said Mahammat ise burada, Hacıtarhanda, İranlı Mirza Hüseyin’in kervensarayında kalmış. O ticaret etmek için çok defalar Kalmuk illerinde bulunmuş ve orada adı yiğitlikle anılan Tarhan Mirza ile tanışmış. Sonra da Said onun ile yakınlık kurmuş, iki yakın arkadaş kendilerinin ticaretle ilgili işlerini birleştirmişler. Böylece ticaret yaparak, çok yakın illere degitmeye başlamışlar. Onlar atlar, develerve sığır-malları alıp İran’a, Afganistan’a, Hindistan’a gitmişler. Bu iki arkadaş da iyi mallı-halli adamlar olarak bilinir olmuşlar.
Said Mahammat İranlı MirzaHüseyin’in kervansarayına gelip-gidip, saray hizmetçisi Hakimcan ile yakınlık kurmuş.
Hakimcan yalnız adam, onun biricik kızı Şamsukumar’dan başka dahakimsesi yokmuş. Şamsukumar yetişmiş, güzel kız, o da babasına yardımcı olarak, saraya gelen misafirlere hizmet edip yaşıyormuş.
Said Mahammat’ın Şamsukumara görür görmez âşıkolduğunu bilmiyor olsa da, o günün akşamı kızını istemeye Saidlerden dünürcüler gelecegi Hakimcan’a önceden bildiriliyor. Hakimcan kendisinin inandığı yakını Mahammat Efendiyi[7 - Mahammat Efendi tarihi bakımdan gerçek olan bir kişi.O, bütün ömürünü se ferlerde, seyhatlerde ve halkların çoğunun yaşamını, kılığını, adetlerini öğrenip yazıya aktararak geçiren yazar, şairdir. Onun değerli bulunan pek çok kitapları Türk, Arab, Fars yazarlar tarafından büyük hürmetle hatırlanmaktadır.] görüşmeye çağırmak için vardığında, onu Kafkasya’ya sefere çıkma hazırlığı yapar halde buluyor.
Mahammat Efendi Hakimcanı gördüğünde, çok seviniyor, selamını alıp, buyur edip evinin baş köşesine çıkartıp oturduttuktan sonra:
– Buyur, efendim, nasıl oldu da geldin? Deyip sormuş. Hakimcankendi muradını söylemiş. Mahammat Efendi Şamsukumarın Said Mahammat ile evlenmesini iyi görmüş ve iyilik dilemiş.
Arkadaşının isteğine göre Mahammat Efendi varacağı yoculuğunu iki gün sonraya bırakmış ve hürmeti, âdeti ile Şamsukumarın nikâhını ve düğününü geçirmiş.
İki günün sonunda Mahammat Efendi Kafkas vilayetlerine gitmek için gemilere binip, yola düşmüş. O gemi ile üç gün Hazar denizinde seyahat ettikten sonra, dördüncü günde karşı yakada, Tatarhanın[8 - Tatarhan’ın hanlığı 16ncı yüz yılın başlarında kurulmuştur. Onun hanlığı Kuma nehrinden başlayıp, sınırları Terek nehri boyunca genişlemiştir. Kuma nehrinden başlayıpdeniz kıyısınca Derbent’e kadar çoğunlukla önceki kavimleri yaşadığı topraklardır.] vilayetine, çıkmış.
Tatarhanın sarayına beşyüz metre kala bir yerde yer alan Toytöbekent var. Oraya varıp birilerine misafir olmuş. Bu büyük kentin bir tarafında ayakla döndürülen ve un çeken bir değirmen varmış. Mahammat Efendi “ayak değirmeni” denildiğinde, hayret ediyor, ona bakmaya gidiyor. Gittiğinde değirmeni döndürenin on beş-on altı yaşlarında kız çocuklarının çalıştıklarını görüyor. Bu çocukların başlarındaki halleri gördüğünde efendinin her yerini titreme almış. O kız çocuklarından, yaşantılarını sorduğunda, onlar söylüyorlar:
– Dedeciğim, hanımız bize acımıyor, biz onu karavaşlarıyız[9 - Kul-Karavaş: Erkek-Kadın serbest olmayan çalışanlar]. Bizi buraya gönderdiğine iki ay oluyor. Ata-analarımız öldüğümüzü de sağ olduğumuzu da bilmiyorlar. Başlangıçta biz on bir kız idik, şimdi sen görüyorsun, dördümüz kalmışız: Zulfiya, Aynisa, Pahtahanım, Tacihanım. Biz de ayağımızdan, kolumuzdan ayrılıp bitmişiz. Mahammat efendi:
– Önceleri de Tatarhanın pek zalim bir han olduğunun söylentilerini işitmiştim, şimdi ise gözümle görüp inandım, deyip üzülmüş ve kız çocuklarına da çok acımış, onlardan ayrılmış.
Mahammat Efendi bu kentten[10 - Kasaba. Kafkasyada yaşayan türk kökenli halklar yerleşim yerlerini adlandırmada Kent’i kasaba yurt’u köy için kullanıyorlar] başka Tatarhanın başka kentlerine, köylerine, kırlarına yaylalarına da varıp dolaşmış, çalışan insanları çok görmüş.Birileri su kanalları kazıyor, birileri ekilmiş ekinleri suluyor, birileri pirinç desteleri bağlıyor, bellerine kadar suyun içinde dolaşıp duruyorlar. Yaşadıkları yerleri yerden kazılıp yapılmış damlar. Yedikleri yemekleri arpa unuyla karıştırılmış iri çekim buğday unu, tuzla kurutulmuş balık, kırlarda yetişen yeşil otlardan yapılmış çorbalar, içtikleri kuyulardan alınan sızıntı suları. Üzerlerine giydikleri yamalı pılı pırtıdan elbiseler.
Mahammat Efendibu gördüğü zorluklardan kolaylıklardan konuştuğunda, hanın ve onun vezirlerinin sövüp küfür etmelerinden hiçbir şey söylemeseler de Mahammat Efendi onların sebebini çok çabuk anlamış. Sonra birileri Mahammat Efendi ile açık-açık böyle konuşmalar yapmışlar:
– Eğer biz hanın ve onun vezirlerine sövüp söyleyecek olsak, bize büyük kadirlikler yapılıyor. Hanımız, sarayına da çağırıp, örmelerle dövüvor. Dövdüğünden başka dahan zorlu cezalarveriyor.
Gecen yıl bu zamanlarda, yazın ilk ayında, günahsız üç adamı saraya götürüp köpeklere dalatmıştı. Zavallılar yaralanıp gelip yatmıştılar. Biri sağ olup, ikisi iseakıntılı yaraları yaz sıcağından ateşlenip, kurtlanıp öldüler.Mahammat Efendi Tatarhanın kentlerinde dolaşırken, Absiyahkente[11 - Absiyah – EskidenKızlara fars dilinde takılmış ad. Fars dilinde “Ab” – su, “Siyah”– Kara anlamına geliyor. Bu isim Kumuklarda “Karasu çiftliği” denilen anlama karşılık geliyor.] geliyor. Efendinin bu köyde bir günden fazla kalma düşüncesi yokmuş. Amma adamları misafire pek hürmetli olmakla bilinen o halkın yaşantısından, adetlerinden, kılıklarından bilgiler toplayarak[12 - Mahammat Efendi o seferlerini fars dilinde yazıp kitaplaştırmış.], sekiz gün kalmış. Efendinin misafiri olduğu Dombracı Abduraşit Bey alçak gönüllü adammış. Ona Dombracı adının takılmasının nedeni de şöyle imiş: idare tarafından, ya da başka işler için halkın çağrılması gerektiğinde, halk Abduraşitin zurnasının ve definin sesini işitince, idareye gitmenin gerekli olduğunu anlarmış. Bunun dışında, Abduraşit zurnasının sesi ile ramazan ayında kentlileri uykudan uyandırırmış. Abduraşit haberleri, konuşmayı pek seven adam. Efendi gelip misafir olunca ise Abduraşit laflamaya daha da adamlar toplamış. Efendinin anlattıklarından Kazan, Afganistan, İran, Turan[13 - Turan diye İranın doğu tarafında yaşayaran Türki milletlerin vilayetleri için söyleniyormuş.], Arap seferlerinden haberler almalarına, o uzak yerlerde gördükleri, halklarının yaşantıları, adetleri ve söylediği diğer şeyler Abduraşit ve onun yakınlarında pek büyük hayranlık ve şaşkınlık uyandırıyormuş.
Efendi de kendine sıra geldiğinde onlara yaşantılarını, hallerini sormuş, Absiyahlı tanışlarının söylediklerini yazarak kayıt altına almış:
– Bizim üç büyük zorluğumuz var: birincisi, Tatarhanın koyduğu ağır vergiler. İkincisi, her yıl Terek nehrinin taşıp, ekilmiş ekinlerimizi sel alması. Üçüncüsü de yağmaya gelen kaçaklar.
Erenler kış yaz demeden kırlarda tarlalarda savrulmuş atılmış gibi yayılıp kalıyoruz, yiyecekler ekiyoruz, suyolları açıyoruz, hasat ediyoruz. Kadınlarımız da bizim gibi bağda bahçede, dolanıp bütün günlerini harcıyorlar.
Köyde çoluk-çocuk, kızlar, gelinler kalıyor. Bu kaçaklar yılkımızı, hayvanlarımızı sürüp götürdüklerinden başka, kentde yanlız kalan kızlarımızı, gelinlerimizi çalıp gidiyorlar, onları şerefsiz hale koyup, namuslarını kirletiyorlar. Bizim Absiyahdan uzak değil, Absiyahın idaresine tabi bir küçük kent var. Biz şu kente Bayramali kent diyorduk. Gecen yıl Kaçaklar bizim kentli pehlivan Kazimbeyin kızı Nurcahanı kaçırıp alıp giderken, Bayramali kentliler onların arkasından kovalamışlar, kaçaklar, kızıp, Nurca-hanı soyup atıp gitmişler. Biz şimdi o kente Nurcahankent diyoruz. Absiyahlıların muradı böyle: ekinlerini sel baskınından korumak için bu yılın içinde Terekin yakası boyunca bent yapmak. Kadınlar onun için çok kerpiç kesip hazırlanmışlar. Ondan başka da idare binasını çevreleyip sur yapacağız, kale kurmaya niyetimiz var. Kaçaklar, yağmacılar baskın yapsa, kadın-kız şu kalenin içine sığınır hiç değilse… Şöyle umutlarımız var, demişler.
Mahammat Efendi Absiyahda sekiz gün kalıyor ve oradan Taşgeçiv boyuna doğru seferine devam etmiş. Taşgeçiv’den Endirey hanların vilayetine çıkıp ve daha ırmak ötesindeki diğer Kumukların çoğu yurtlarında bulunmuş. Bütün Kumuk’un yolunu, patikasını tanıdıktan sonra, Mahammat Efendi Kubana[14 - Mahammat Efendi nin“Kuban seferi” diye kitabı var. O kitap Kuban nehri-nin yakınında bulunan Türk boyları: Karaçaylar, Tatarlar ve Balkarlar hakkında yazılmıştır.] doğru yola çıkıyor. O Kubanda iki yıla yakın kalıyor.İki yıldan sonra ise şu kendisinin geldiği yol ile Tatarhanın vilayetinden, bir daha yol üstündeki Absiyahdaki misafirliğe kaldıkları yerlere uğrayıp, Hacitarhana dönüyor.
* * *
Said Mahammat Şamsukumarla evlendikten sonra da mesleğini bırakmıyor, Tarhan Mirza ile birlikte yakın ve uzak vilayetlere ticaret içingidip gelip duruyorlar.
Sonraki seferlerinde onlar hatta başka başka yerlere de gitmişler. Oradan alıp getirdikleri cevher taşları ve başka türlü pahalı taşları sattıklarında, onlaraçok dakazanç kalıyor. Arkadaşlar böyle Ticaret seyahatleri sonucunda hayli mal-mülk sahibi olup, her ikisi de öz yurtlarında: Tarhan – Kalmukda, Sait Mahammat – Hacıtarhan’da büyük binalar da yapıp oturmuşlar.
Bugün Said Mahammatın ocağında büyük sevinç, düğün var. Şamsukumar oğlan doğurmuş. Bunun sevincine, bu nasipli ev ahalisinin dost ve arkadaşları, Hacitarhanın bilgili insanları toplanmış. Onların arasında Kalmukdan gelen Tarhan Mirza ve iki-üç gün önce Kuban seyahatinden Hacıtarhan’a dönen Mahammat Efendi de var. Tarhan Mirza bu düğüne kendisinin hediyesi-selamı ile gelmiş, Said Mahammatın bir gece-bir günlük düğününden sonra, Tarhan Mirza sonraki geceyi de kendi gayreti ve katkılarıyla düğün yapıp, uzatmış.
Çağırılan misafirleri, arkadaşına bırakmadan, Tarhan kendisi yola uğurlamış ve dörtüncü gün atını da eğrleyip, gitmeye hazırlanmış. Gelini ile vedalaşmak için O Şamsukumarın otağına girmiş. Şamsukumar Tarhan Mirzayı görünce, kuçağındaki çocuğunu, adetlerine göre saygı göstermek için yere koyumuş. Tarhan Mirza çocuğu eline alıp, ağlamasını durdurmak için sevip okşamış. Tarhan Mirza çocuğun adını sorduğunda, Şamsukumar “bilmmiyorum” diye cevapvarmiş. Ad da koymamışsınız daha?
– Koymuşuz, ben unutuğumdan, bilmiyorum.
Tarhan Mirza çocuğu kucağında tuttuğu vaziyette, aradaki kapıyı açıp, diğer odadan Said Mahammat’ı çağırmış, çocuğun ismini sormuş.
– Amankul diye koymuşum.
– Annesi niye bilmiyor çocuğun adını?
Said Mahammat söylüyor:
– Annesi de biliyor, adetlerimize bağlılığından söylemiyor, benim babamın adı olduğu için.
Tarhan Mirza bu adeti öğrenince, şaşırıyor. Bu çocuk büyüyüverir, yetişkin olur, evlenir; annesi de adını söylemek ister, – diye düşünüyor ve yüzünü açıp, dikkatli bir şekilde çocuğun yüzüne bakıyor. Yavrucak annesine benzemiyor, babasını andırıyor, karayağız. Tarhan Mirza Şamsukumara:
– Ben çocuğa bir başka ad koysam, benim koyduğum adı söylermisin? diyor.
– Söylerim.
Şamsukumar yakınlarının yada misafirin koyduğu adın her zaman saklanmasının gerektğini biliyor.
Çocuk babasına benziyor, karayağız. Kalmukda karaya “hor” deniyor, ben çocuğa Amankul değil, Amanhor diye ad koyuyorum. Bu çocuğun adı bugünden sonra Amanhor olsun! Bizde de Kalmukda da şöyle bir şey var: oğlan doğsa, köydeki çok uzun yaşamış birini çağırıp, çocuğun ağzına tükürtürler. Bu, çocuk ölmesin, uzan yaşasın demek oluyor. Yada köydeki en zengin adamı getirip bu adeti yaptırıyorlar. Bu, çocuk zengin olsun denilen manada. Ya da köydeki en yigit adanı getirip, öyle yaptırıyorlar. Bu, çocuk yigit olsun diye söyleniyor, böyle diyerek sözünü bitirdikten sonra, Tarhan Mirza kendi halkının adetine göre çocuğa birdaha maşallah deyip tükürüyor, tükürüğünü toplayıp parmağını çocuğun dudaklarına sürüyor, kucağındaki küçük Amanhoru annesnin kucağına varip, Said Mahammat ve Şamsukumar ile vedalaşıp ve atına binip Kalmuk’a giden yola düşüyor.
Birde Amanhorun seyrine daldığı dalgalar onun yaşamını değişmek için içine çekti.
* * *
Ondan sonra, aradan çok yıllar geçmiş. Babasının arkadaşının koydığu ad Amanhora ad olup kalmış. Aman-hor büyüyor, babasının niyetine göre Müslüman medreselere, Hacıtarhandaki Rus okullarına gidip okuyup, yetişkin bir erkek oluyor.Amanhor okumaya pek meraklı ve bilgili birçocuk olup çıkıyor. O her şeyde pek dikkatli, yaşamında karşılaştığı zorluklar karşısında, kendi başına netice çıkarmaya becerikli olmuş. Tarhan Mirzanın kendilerine misafirliğe geldiği günler Amanhora bir büyük bayram. Tarhan Mirzanın haberleri ona pek dinçlik getiriyor.
Amanhor babasıyla gide gele, Mahammat Efendi lerde de çok defalar bulunmuş. Onunkendisinin yaptığı seyahatlerinden yaptığı sohbetleri çok dinlemiş ve anlayışı arttıkça Amanhor Mahammat Efendi gibi büyük alim olmayı kendisine gelecek olarak tasarlıyor ve umut ediyormuş.
Amma Amanhorun kaderi kendiliğinden oluşuyor. Babası Said Mahammat ve dedesi Hakimcanın arkalı önlü kısa bir süre içerisinde dünyalarını değişiyorlar. Şamsukumar oğlu Amanhor ve kızı Said Kavsar ile kocasından ve babasından kalan mal-mülke sahip çıkıp yaşıyor.
Babası ve kocasının ölümünün ardından çok geçmeden, Şamsukumara Han’dan vergiyazısı gönderiliyor. Han’ın vergileri çok ağır, yazıda yazılan bin altın, bin gümüş, yüz ölçü buğday, yüz ölçü de arpa ve başka şeyleri de verse, bunlar aç-açıkta kalacak, daha yapacak bir şey kalmamış. Şamsukumar, pek çırpınıp, hanın makamına arz için varıyor.
Önünde, başvurup ne kadar talepte bulunsa, yalavlsa da Han ona:
– Hanın sözü iki olmaz, senin vergilerini vermen gerekiyor, diyor. Han Şamsukumarı boylu-boyunca süzüp yoklayıp, onun güzelliğinin ve vücudunun çekiciliğinin geçmediğini fark edip, daha da şöyle konuşmuş:
– Ya vergiyi verirsin, ya da malını-mülkünü, çocuklarını da alıp bana karım olarak gelersin. İkisinin biri, hangisini kabül edersen, şunu yap.
Şamsukumar Handan yardım olmayacaını bildikten sonra, düşünüp bakmak için bir ay mühlet istemiş. Handan yirmi gün de mühlet de alıp çıkıp gitmiş.
Şamsukumar evine gelip: Eğer ben bu vergiyi versem, arkası bununla bitip kalmaz. Handan başka da Hanın bağlıları çok var. Sonra da benim yaşantımı bozarlar, çocuklarımı aç-biilaç koyarlar; kocamla babamın öldüğüne üç ay olmuyor, gözümün önünden gölgeleri gitmedi, kocaya variyorum diyebilirmiyim. Gözyaşıma bulanmış mendillerim kuruyup bitmemiş, Hanın gücü bana ve benden başka hizmetçilerine yetiyor. Ben Han ile de evlenip, kendim de, kızımı da onun karılarına hizmetçi de yapıp, oğlumu da onlara kul edip. Benim becereceğim iş değil, başımı alıp bir tarafa gidip kalsam iyi, deyip düşünüyor.
Şamsukumar Hanın teleplerini çocuklarına, yürekleri bozulur diye, söyleyemeyip, içinde dert edip saklamış. O akşam babasının yakını Mahammat Efendi nin yanına danışmaya varmış. Hanın vergisi Mahammat Efendi yi hiç de şaşırtmamış; Hanların hepisinin de bir gibi zalimce olduğunu, onların taraftarı adamları olmayanlarınmallarını zorla, yalan ileşeriatın gerekleri deyip yalanlarla almayı çok iyi biliyorlar. Bu maksatla Şamsukumarın niyetini bilmek için ona dönerek yoklamak için soruyor: Ya vergiyi vereceksin, ya da nikâhlanıp Hana eş oacaksın yada başını ve çocuklarını alıp çıkıp bir tarafa gitmen gerekiyor. Geniş dünyanın darlığı böyle durumlarda biliniyor, dünya çark gibi dönüyor amma düzlük yok. Gidip de nereye varacaksın?
– Tatarhanın vilayetinde babamın kardeşleri adamları var, oraya mı gidiyorum , diyor Şamsukumar.
– Ben, kızım, şu Hanın vilayetinde nice defalar bulundum, kentlerini gezip amelelerini, hizmetçilerini gördüm. Tatarhan da pek zalim Han, çocuklarınla oraya gidip perişan olup kalmayasın. Kadın başınla öte-beri göçüp, konup yaşarmısın. Sen tez Kalmuk’a atlı gönder, Tarhan Mirzayı çağırsın. Düşünüp bakıp, bir harekette bulunalım.
Tarhan Mirza üç günde Hacitarhana yetişip geliyor. Mahammat efendi ve Tarhan Mirza birlikte düşünüp Şamsukumarın Tatarhanın vilayetine göçmesini değerlendiriyorlar. Hacitarhan Hanı Kalmukun Hanı Ayukla ve Targunu Hanının arasında dostluk var. Elinin kiriniyıkar gibi, Han Hanın tarafını tutacak. Şayet Şamsukumarın Kalmuk, ya da Dağıstan vilayetine çağrılır ise Hacitarhanın Hanı ondan ne edip edip intikam alacaktır. Bu nedenle Şamsukumarın, bir birine düşmanlık yurüten Hacitarhan hanlığından Tatarhan vilayatine göçülmesini uygun görmüş.
Tarhan Mirza tez Müşteriler bulup, Şamsukumara kocasından ve babasından kalan mülkleri, Han bilmesin diye, gizliden satıp, onu altına gümüşe çevirip vermiş. Sonraki gün bir gemi de tutup Şamsukumarı çocukları ile denizin beri yakasına çıkarıyor. Tatarhanın Toytöbe(Toytepe) denen kentinde ev de alıp,onları rahat ettirip, kendisi de dönüp gitmiş.
* * *
Şamsukumar Tatarhanın vilayetine gittikten sonra, babasının kardeşlerinden hiç birini bulamıyor. O Toytöbe kentde kalarak buradaki insanlarla kaynaşarak, onlar ile yakınlıklar kurmuş.
Amanhor bu kentteki gençlerin arasına çabucak girerek,onları her türlü işlerinde: oyunlarında, yarışlarında, meclislerinde olmasa olmayan biri şimdi gelmiş. Amanhorun av avlamaya, şarkı, türkü, masal ve karşılıklı konuşmaya ustalığı arkadaşlarını şaşkına çeviriyordu. Gide gele kent içindeki hiç bir toplantı Amanhorsuz olmaz hale gelmiş. Amanhordaki anlayış, hüner, bilim çoğu arkadaşları arasında homurdanmalara neden oluyor ancak Amanhor üstünlük, kibirin ne olduğunu bilmeden, her şeyde eşitliği seçiyor.Bu nedenle arkadaşları huzuru, dostluğu, doğruluğu Amanhorun hayranlık uyandıran hallerinden olarak görüyorlar.
Kentdeki ileri gelenlerAmanhora kendilerinden biri gibi hürmet ediyorlar, cematin arasındaki meselelerde onun fikrine de danışıyorlar. Her türlü ilimden, her türlü halklardan, vilayetlerden haber almak istediklerinde Amanhoronlar için bir hazine gibiydi. Böyle durumlarda Amanhora dedesinin kitaplığında sakladıkları, Mahammat Efendi nin kitapları ona çok yardımcı oluyor.O kitapları Toytöbe kentinin ileri gelenleri çok beğenmişler. Hatta onlardan birileri Mahammat Efendi nin kitaplarınıkendi el yazısı ile kopyasını alıp, kıymet verip saklıyorlar.
Aradan zamanlar geçti. Birde Amanhorun seyrine daldığı dalgalar onun yaşamını değişmek için içine çekti.
* * *
Hansarayın yazı işleri sorumlusu Vahap bey, Han’ın İdaresinde vergi işini yürütmek için bilgili, anlayışlı bir adamın en kısa zamanda bulunması için görevlendirilmiş. O Amanhorun hakında duyduklarını Hana söyleyip, Amanhor için yazılan davet yazısını çabucak Toytöbe’ye göndermiş.
Amanhoru önceVahapbey karşılamış, görüşmüş ve onu Hanın makamına alıp götürmüş. Amanhoru, yerlere kadar eğilmeden, ayakta durur vaziyette olsa da Han selamını almış ve kendisince kurcalayıcı sorular sormuş:
– Okumadan, yazmadan, hesaptan anlıyormuşsun, ne okumuşsun?
Amanhor, Tatarhanın Rusları görmeyi sevmediğini ve “Rus” denen sözü işittiğinde, sinirlenip, öfkelendiğini birilerinin söylediğini duymuş. Şimdi o Handan öç alacak gibi, Rusu sözünün başına getirip şöyle diyor:
– Rusça biliyurum, rusça ve Müslümanca okudum, hesaptan da anlıyorum.
Amanhorun sözleri Hanın iliklerine kadar iğne olup batsada Han bu sefer öfkesini bastırıp, pek istekli biri gibi görünmeye çalışıyor. Şöyle cevap veriyor:
– Benim idareme okuma yazma bilen adam lazım. Benim kentlerimden Absiyah denen bir kentim var, Buradan altmış-yetmiş kilometre uzakta, Terek suyun yakasında, İnsanların hepsi de çiftçilikle uğraşıyor. Benim sarayıma verginin hepsinin geldiği yer Absiyahkent, yılda bir defa, sonbahar aylarında gidip, oradan vergi toplayıp göndermek gerekiyor. Böyle bir işi anlayan adam gerekli oldu, kimi olsa da göndermek olmuyor. Absiyahkentin halkı ile anlaşmak zor, kendimiz kendimize başız deyip durmayı seviyorlar. Biriken bu gâvur kazaklar ile de… Sen hansarayın vergi memuru olursan, ben ve benim vezirlerimin söylediği söz, buyruk hiç bir zaman arkaya bırakmaya gelmez.
Absiyahda vergi topladıktan sonra, iş-hizmet bitmiyor, benim başka kentlerim de var, onlara da gitmen gerekiyor.
– Eğer sen benim sarayımda üç yıl hizmette bulunursan, benim hizmetlerimi usanmadan, erinmeden yaparsan, idarenin hizmet edenlerine hiyanet etmezsen, dört yıl sonra ben de senin dereceni tarhanlığa çıkarırım, kendin istediğin şekilde, öz keyfince yaşarsın.
– Hanım, ben gencim, becerebilir miyim ki? İmkân olsa, okumayı seviyorum.
Han kendi sözüne cevap verilmesini sevmiyor, onun bütün kızgınlığı dışına vurmuş, kızgınlığından ayağını yere vurup:
– Aha. Küçüksün? Beceremiyorsun? Hacıtarhanın Hanını aldatıp kaçmayı beceriyorsunuz. Benim verdiğim görevleri beceremiyorsun? Beceremiyorsan sana üç gün müsaade, üç günün içinde benim Hanlığımdan çıkıp defolup git! Sen benim adamım değilsin! Eger gitmesen, zindana attırırım, ömür boyu orada çürüyüp yatarsın!
Amanhorhanının bir-bir sözlerini çok şaşkınlıkla karşılasa da, onun sözünün çevrilmesinin durumu güçleştireceğini anlayıp:
– Hanım, hastalığını alayım, söylediğine varım, buyruğuna hazırım, demiş.
– Git evine, gerektiğinde çağırırım!
Vahapbey kapıcıya Amanhorun hansaraydan çıkmasına izin verip, Amanhorun Hanın önüne kapanmadan kendisini tutmasını düşünerek, dönüp evine giriyor. Han-sarayın yaşantısınıVahap Beyden fazla kim bilebilir.
Amanhor annesine ve kız kardeşine kendisinin han sarayına neden çağırıldığını söylüyor.
– Ana-canım, Hanınbaskısına razı olmuyordum. Sizi düşündüm. Absiyah denen bir kente vergi memuru yapıp tayin etti.
– Ben Tatarhanın zalim, kötü adam olduğunu Hacıtarhanda kalır iken duymuştum. Biz buraya çok sevip gelmedik ki, çaresizlikten geldik, demiş.
– Biliyordun da, ana-canım, ne yaptın da bizi de alıp buraya getirdin? Doğduğumuz yerimizde kalsa idik, kim koymuyordu? Ben de orada okurdum.Okulum yarım kaldı. Bizi “git” diye kovup kovalayan kimse de olmamıştır?!
Oğlunun soruları karşısında Şamsukumar, bütün gerçekleri anlatmaya başladı:
– Biz kovalandık, yavrum, kovalanmasaydık ben ata yurdumdan çıkarmıydım? Orada da böyle zalim bir Han var idi.
Şumsuhumar vergi ile ilgili başından geçenleri anlattı. Eğer vergiyi vermezse, kendisinin karısı olmasını isteyen Hacitarhan hanın haberlerinin tamamını da Amanhora anlattı.
– Anacanım, diye anasının sözünü bitirmeye bırakmadan, Amanhor, – Senin sözlerinbanaçokşeyi açık hale getirdi, çokşeylere gözlerimi açtı.Tatarhanı “aldatıp kaçmışsınız” diye neden söylediğini anladım, dedi. Şimdi bütün Hanlar bir gibi O da O’nungözünün önünde zalimlerdenolup dikildi.
Anasının sözleri Amanhoru çok öfkelendirmiş ve heyecanlandırmıştı. Ne yapacağın bilmiyerek, oturduğu yerinden atlayıp eri-beri yürümeye başlamıştı ki tamda asılı dutarına[15 - Dutar– İki telli saz] gözü ilişti. Kapıp onu eline aldıve şu rubaileri[16 - Rubai – yırlar, şiiler, dört satırlı şiir.] dertli bir makamla çalmaya başladı:
Dağlardan şar-şar akan su gerek
Bu hanların kirin, pasın yıkamaya,
Fakir halkın yanın tutup çalışacak
Oğlanlar gerek, analardan doğmaya.
Yıkanmasa olmaz, kirlidir bu Hanlar,
Demir gibi yürekleri paslananlar,
Analardan tez, tez de doğsun oğlanlar,
Onlar kursun bu hanlara planlar.
* * *
İlkbahar, Mart ayınınıson günleri. Görevli gelip, Amanhoru Hansaraya çağırıp gitmiş. Amanhor “vergi toplamaya gönderir ” diye söylenmiş, sonra da “ilkbaharda vergi mi olur” diye düşünmüş, düşünse de bu fikri gerçek olup çıkmış.
O Hansaray’ın önüne yetişip bakıyor: koşulup hazırlanmış beş araba, her atlı arabada beş-altı kadınlı erkekli amale (Kul, Karavaş) var. Onlar kimi ise de birini bekliyorlar.
Arabacı Amanhor’u kapıdan bindirip, Vahapbeyin yanına yer göstermek için elini uzatıyor. Vahap bey aynı anda işe girişip, Hanın hükmünü söylemeye başlıyor: “İdare kitabının şu fermanı[17 - Ferman-izin, hüküm, buyruk.] ile hüküm veriyorum.Vilayet Hanı Tatarhan: Geçikmeden, tez yılkıdan atlar da getirip, beş araba hazır edilmesini, her araba sürücüsü ile altışar kişi kul karavaş da bindirip,Vergi memuruAmanhoru, Said Mahammat’ın oğlu, onlara baş edip, on beş gün vade ile yazıya gönderilsin. Ekilen ve ekilecek yiyeceklere ziyan veren canlardan sıçanları, gelincikleri, fareleri helak etsinler. Ağaçlardaki kuş yuvalarını bozsunlar, kuş yumurtalarını bir yana atsınlar. Amele, Said Mahammat’ınoğlu Aman-horun fermanından çıkmadan, on beş gün gece-gündüz demeden çalışacaklar. Bir araba ile onlara yemeye arpa unu ve tuzlanmış balık da verilsin. Amanhor’u çağırıp sarayın kadısına gönderilsin.
Vilayet Hanı– Tatarhan.
Vahapbey fermanı okuyup düşündükten sora, Amanhorile saray kadısının yanına gidiyor.
Amanhor kadının talebine göre abdest alıp bittikten sonra, Amanhor önündeki küçük ve alçak sandalyeye Kur’an-ı açıp koyuyor. Onun üstüne de elini koyup andını yapmaya başlıyor. “Ben, Amanhor. Said Mahammat’ın oğlu. Ant ederim. Tatarhan’ın sarayında, saray kadısının önünde, sağelimi Kuran’ın üstüne de koyup, Hüda Tealanın birliği ve Muhammed Peygambarin Hak’lığı ile hanım Tatarhan’ın adamlarına adillik ile hanın kurumuna hain olmadan, onu vezir – nazirlerinin söylediğinden geri kalmadan, Hanın buyruğunu yerine getirinceye kadar Hansaray’da çalışacağıma, Han’a hain adamlarını bilsem Hansarayına bildireceğime vallah, billah, tallah deyip, şu Kur’anı elime alıp öpüyorum”.
Kadı ant edip bittikten sonra, Amanhor’a Tatarhan’ın ayıplanan adama böyle yaptırımları var diye korku veriyor:
“Ant’ını bozan adamı köpeklere dalatıp, vücudunu yaralamak, sırtına örme iplerle vurmak, Sibirya’ya göndermek, gözlerini iğne ile oymak, zindana atmak, darağaçlara asıp öldürmek”. Han’ın adına kadının verdiği korkulardan Amanhor’un şimdi hali mecali kalmamış. Evine dönüp, annesine bütün ahvali anlatıp bittikten sonra, gitmeye hazırlanıp ve arabaların birisine de binip kul-karavaşlarla birlikte yabana tarlaya yola çıkıyor.
Amanhor yabanı tarlayı dolaşıyor. Tatarhan’ın vilayetindeki halkın çok acınası yaşantısını görüyor: Yeri kazıp yapılan damlar var, Han’ın kadınlı erkekli çalışanları gündüz tarlalarda çalışıp, geceler toprak zeminli damlarda yatıyorlar. Yastık, döşek, yorgan yok, yalan ayak, üstlerinde yıldız gibi yamalı yorgan. Onlar yer belliyorlar, su kanalları kazıyorlar, birileri beline kadar suyun içinde çeltik suluyorlar. Amanhor ahvali daha da iyi öğreniyor, Tatarhan’ın ne kadar zalim olduğunu.
Amanhorile giden adamlardanbirisi tarlada hastalanıp ölüyor. Han’ın verdiği azık bitip, tarlalarda yemeye bir şey de kalmıyor, içtikleri sızıntı kuyu suları, yedikleri tuzlu balık. Amanhor çalışanları usandırmamak için Amanhor söylediği şarkılarında, hikâyelerinde ve konuşmalarında Tatarhan’ın böyle bozuk han düzenine karşı söylemekten muradı, çalışanların akıllarını başına getirmek, çalışanları ve diğerçiftçilerin zalim Hanların düzenine karşı ayağa kaldırmak olmuş.
Amanhor şahin kuşu ile karga hikâyesini şöyle anlatıyor.
“Benim babamın Tarhan Mirza denilen Kalmuk’lu bir misafiri var idi. Benim çocukluk zamanımda onun haberlerini dinlemekten pek hoşlanıyordum. O her zaman bana çokça masallar anlatıyordu. Onu masallarından şahin kuşukarga kuşu hakkındaki masalı benim aklımda kalmış. Tarhan Mirza böyle söylüyordu: bir tarlada, nehir tarafında karga ile şahin bir-birleri ile karşılaşıyorlar. Şahin kargaya soruyor[18 - Bu masalı A.-H. Kızlarlı Kalmuklardan almış. Kızlarlı Kalmuk dilini iyi bilen birisi, ohalkın söz yaratıcılığından etkin faydalanmış. Bu bilgi A.S. Puşkinde de görülüyor.]: “Ay, karga kardeş, sebep nedir, siz kargalar dünyada üç yüz yıl ömür sürüyorsunuz, biz şahinlerin ömrü otuz yıldan fazla olmuyor?” – demiş.
Karga şöyle cevap vermiş: “Biz, kargalar, ölen canlının etini yiyip, kanını içiyoruz, bu sebeple üç yüz yıl yaşıyoruz, siz şahinler, kuşların sağ iken tutup, sağ iken etini yiyip kanın içiyorsunuz, bu nedenli sizin ömürünüz kısa oluyor”, demiş. Şahin: “Öyle ise ben de bugünden sonra ölen canlının etini yerim, sizin gibi, ben de üç yüz yıl yaşamayı seviyorum”, demiş.
İki de kuş kanat açıp uçmuşlar. Tarlada ölüp yatan bir at varmış. Karğalar toplanıp etini yiyorlar. Şahin de kenarından ısırıp bir parçasını ağzına alıyor. Et kokusundan, tiksinerek şahin nasıl da olsa o parçayı yutuyor. Birdaha ısırıp bir parça daha yutuyor. Bir daha yutmak istiyor, kokuya dayanamıyor, tiksinip, ağzındakı eti atıp, kargaya:
“Arkadaş, kokmuş eti yiyip üç yüz yıl yaşıyorıncaya kadar, taze-taze et yiyip, sıcak- sıcak kan da içip otuz yıl ömür sürmek kolay, tövbeler olsun, daha kokmuş ete değmeye”, deyip uçup gidiyor.
Amanhor söylüyor “Biz, kul-karavaşlar, altmış-yetmiş yıl bu zorlukla birilerine çalışıp yaşayıncaya kadar, otuz yıl kendi başımıza, kendi irdemizle kendimiz için yaşasak iyi değil mi?”
Oradakilerden birileri soruyorlar: “Biz bu geniş dünyayı görebilecekmiyiz, kendimiz çalışıp kendimiz bulduğumuzu kendimiz yiyip yaşadığımız günleri biz de görür-müyüz?”
Çiftçileri, kul-karavaşlar bu niyetleri, hayalleri Aman-horu birden-bir heycanlandırıyor. Onun yüreğinde yeni çırpıntılar oluşturuyor. O dutarı çerterek[19 - Çertmek-Saza parmakları ile darbeler vurara sazı çalmak], teller titreyip, dört de yanı inletiyor. Amanhor yır ile şöyle cavap veriyor:
Uyan, kardeşim, uyan, sırdaşım,
Uyuma bak, çaresine, öz başının!
Miskin olup böyle durmak olmaz,
Göster halka, yüreğinin yarasın!
Yüreklerde ok dağlamış yara var,
O yarayı sağ etmeye çare var.
Al koluna tüfeğini-okunu,
Hansaraya gazaplanıp koşa var.
Uykumuzdan uyanıp, yürek sırlarımızı bir-birimize açalım, sözü bir yere koyup, fikirlerimizi biriktirelim. Zalim Hanların üstüne korkmadan, çekinmeden baskın etsek, özgürlüğü, rahat yaşamayı ala biliriz.
Biz insanlarız, Tatarhan bizim önümüzde kurt-canvar, adam olana canvardan korkmak olmaz. Hüdamız insanlara güç de vermiş, hüner de vermiş. İnsanlar öz hüneri, öz güçü ile Tatarhan gibi kurdu ezsin diye, insanlar gayretsizliği atıp, kendilerini namuslu olmaya bağlamaları gerek. Ayağımız-elimiz sağ, vücudumuz sağlam. Tatarhan yanlız bir, biz se çoğuz,halkız, ayıptır bize Tatarhan gibi kurda kendimizi yedirir isek.
İşte böyle duyarsızlığa adanmış bir adamın yaşamından örnek vereyim size.
Bir şehirde, bir yerde eli-ayağı sağ, vücudu sağlam, eringeç, iş sevmeyen Şahap denen biri vermış. Yirmi beş yaşına yetişince sokaklarda, başka yerlerde gezip, dilençilik yaparmış. Günlerden bir gün Şahap evinde oturup, börkünü de önünealıp düşünmüş: “Hangi bir gün oluncayakadar bu dilençilik ile yaşıyacağım. Elim kolum sağ, vücudum sağlam, başımda aklım, kimden kötü erkeğim. Ayıptır benim gibi erkeğe diyar diyar gezip, sadaka toplayıp yaşamaya, ben kendime bir başka meslek bulayım”. O düşünüp hırsızlığı seçmiş.
Şehirin içinde Şahabın tanımadığı avlu da yok, ev de yok. Dilenci Şahabı herkes tanıyor; avludaki köpekler bile tanıdığından, Şahaba havlamıyorlarmış. Gece Şahap çalıp, av avlamaya çıkıyor.
Birilerinin ahırına girip, koyunların arasından pek semizini tutup, kendi evine sürükleyerek götürüyor. Getirip avlusuna da, çardağının altına bağlıyor. Birdaha çıkıp gidip, bir kadının tavuk kümesinden iki tavuğuve bir horozu alıp getiriyor. Evine gelip, bir tavuğu da kesip, kalan horoz ile tavuğu ahıra salıp kapatıp bırakıyor.
Kesilen tavuğu kazana koyup pişiriyor. Tavuk piştikten sonra düşünüyor: “Tavuk et ile iki şişe şarap olsa kötü de olmazdı”.
Şehirin içinde Atay denen bağcı varmış. Onun zulasında fıçılar içinde saklanan şarap hiç eksik olmazmış. Şahap Ataylara gidiyor. Zuladan bir fıçıyı avluya çıkarıyor. Fıçı kaldırmak için oldukça ağır; kaldırılamıyor, sokak ortasında yuvarlayarak evine yetiştiriyor.
Fıçıyı açıp, testiyi doldurup şarap da alıp, sofra bezide serip, gündüz dilenip topladığı ekmek parçalarını vepişmiş tavuk ile fincana da doldurup içilen şarap Şahap’ın çok-hoşuna gidiyor.
Şahap’ın gözleri süzülüyor, kendi yaptığı işten kendisi de keyif alıp, mutlu olmuş ve kendi kendine söyleniyor: “Yaşasın Şahap, Eli kolu sağ, vücudu sağlam, başımda aklı, dilencilik neye lazım. İşte bir gecenin içinde avlumda koyunum, ahırımda tavuk-horozum, evimde de bir fıçı şarap var. Ard ardına üç dört gece bu işi yürütsem avlumda koy… koyunlarım, ah-ahırı… da evimde fıçı tavuklarım. Ondan sonra yer gezip, elden elegezip, asil soylulardan bakıp, iyi atadan, anadan doğmuş, helal, civciv gibi bir kız da alıp, komşu-akrabalarımı da çağırıp, toy düğün etip, köyün imamına nikah da kıydırsam, keyif bende, lezzet bende, yatarım evimin baş köşesine uzanıp… cana daha ne gerek?!
Can cana olup, dizimi basıp oturup, bir-biribizden sevinip, Allah nasip ederse yaşarız. Aradan bir yıl geçip ap-ak süt gibi bir oğlumuz da olur, “gaj-guj” diye beşik-sallarım, ağladığında, benim kolum yorulduğunda anası sallar”, diye söylene söylene Şahap sarhoş olup uyuya kalıyor.
Tavuğun rüyası darı denildiği gibi, Şahap da düş görüyor: evinin baş köşesinde beşik, beşiğn içide çocuk, gelin de beşiği sallıyor: Şahap uyuya kalıyor. Sabah oluyor, uyanamıyor.
Koyunun sahibikalkıp baksa koyunlarından biri yok. Aramaya koyuluyor, komşularına varıp soruyor. İki tavuğu ile horozu kaybolan bir asabi kadınla karşılaşıyor. Atay da fıçının hızıyla yola düşüp, koyun sahibine de, tavukları çalınana dasoruyor:
– Bu gece benim bir fıçı şarabımı yuvarlaya yuvarlaya götürmüşler, kızdığımdan yerimde duramıyorum. Yürüyün benimle, çalınan şeylerin hepsinin de bir yerden çıkması gerek, deyiponları da alıp gidiyor. Hızla doğru Şahapın avlusuna götürüyor. Avluya giriyorlar. Koyununsahibi çardağın altında bağlanmış koyununu görüyor, ahırın içinden “ü’ürü üüü ” diyen horozun sesi işitiliyor. Kadın girip baksa ki iki tavuğunun biri yok.
– Aman burnundan gelesice, Şahap, bir tavuğumu yemişsin, diye kargışlar yapıyor tavuğun sahibi. Eve de girip bakıyorlar: fıçı ile şarap, Şahap uyuyor. Atay Şahabın beline doğru tepiyor. Şahap sarhoş-marhoş vaziyette uyanıp bir gözünü açıyor. Üzerin de üç de malın sahipleri dikilip duruyorlar. Şahap ne yapacağını bilmiyor, yüz üstü düşünceli vaziyette uzanıp yatıyor.
Ona yanaşmaya, ona söylemeye Atay bir yolunu bir sözünü bulamayınca, tez varıp kapının sürgüsünü alıp, Şahabın sırtının ortasına vurmuş. Şahap tez bir hamle ile ayağa kalkıp, cezadan kurtulmak için sıyırılıp evden çıkıp kaçmış. O çok uzaklaşamadan, çalınan malın sahibi onu kapıp tutuyor ve avluya sürüyerek getiriyor. Birazdan yüzü gözü dekaralanıp, Şahap halsiz bir halde olarakavluda bir köşeye atılıyor. Çalınan malların sahipleri Şahabı ayakta duramaz hale koyup, her kes kendi mallarını da alıp, çıkıp gidiyorlar.
Avluda, yıkılıp kaldığı yerinde Şahap, gece içtiğinden güç alıp, kendi kendine sayıklıyor: “Hırsızlık da iş değilmiş. Gece sevindirip, gündüz dövündürüyor. Bu işten umut kesmek daha iyi. Sonra da Şahap güçlükle ayaklarının üstüne doğruluyor, evine giriyor, ham-hum etmeye hiçbir şey de bulamıyor. Kazanda geceki tavukdan eser de da kalmamış.
Şahap aç kursağıyla uzak yol yürüyecek biri değil.
Baş ağrısı biraz hafifledikten sonra, omuzuna heybesini de atıp, köpeklerden korunmak için değneğini de eline alıp sokaklara, yollara koyulmuş.
Şahabın yaptığı hırsızlıkları şehirdeki bütüninsanlar işitmiş, hangi kapıya gittiyse de eli boş dönmüş. Şehrin sakinleri hırsız Şahap’ı kovup avlularından çıkarmaya başlamışlar.
Şahap akşam heybesinde üç parça ekmekle evine dönmüş. “Şehrin içinde yürümeye yüzüm kalmadı. Benim gibi eli kolu sağlam, düşüncesi düzgün adama bu iş yakışmıyormuş, ben onu bildim”diye düşünerek ve kendifikrini ileriye götürüp: “Bizim ata babalarımızdan kalan sözler doğruymuş. Büyüklerin söylediklerini ben de duydum: şu karşıdaki dağın tam başında Murat Dede denen bir ihtiyar büyük varmış. Her kim yüreğindeki muradı ile şu Dede’nin yanına gitse, Murat Dede gelen adamın muradını yerine getirip gönderiyormuş. Bu gece ben bi rahatlayayım, sabah olunca kalkıp şu dağa tırmanırım diyor.
Şahap, sabah erkenden kalkmış. Murad Dedeye yetmek için büyük dağa yola koyuluymuş. Hayli menzil gittikten sonra, bunun başına bir acayip hayaller musallat olmuş: “Yaa, ben Murad Dedenin yanına gidiyorum. Ondan ne isteyim ki?” Onun aklı burada karışıyor ve peşi sıra geliyor: “Avlumun yarısı dolu semiz koyunlar, yarısında sığır, evime de helal süt emmiş kız, beşiği, beşiğinde “inga- inga” deyip ağlayan oğlan. Vessalam”.
Şahabın hayallerinden, uydurduklarından, dağın yüzü sıra habersiz gelen bir kurt uyandırıyor. Kurt soruyor: “Adam yoldaş, hayır olsun. Allah nasip ederse, yolun ne tarafadır?” Adam, Şahap: “Şu dağın tepesine çıkıyorum, Murad Dedeye varıyorum, Dededen kendi muradımı istemeye”.
“Adam yoldaş, diyor kurt, benim bir muradım var, yeni doğurdum, inimde yavrularım, onları bırakıp gelemiyorum. Bu zor halimi söyleyip benim muradımı ona bildirirsin. Kursağım tok, gözüm aç, günden-güne azıyorum. Banada da bir çare sorup gelsen”.
Şahap razı da olup, yola düşüyor. Yol uzak. Şahap arayıp bulup bir ağacın altına oturuyor, dinleniyor. Şahabın altında oturduğu ağacın bir budağı kuruyup kalmış, onun yaprakları sararmış.
Talihsiz ağaç ömründe gördüğü altına gelip oturan ilk insana soruyor: “İnsan arkadaşım, Allah nasip etse, ne tarafa yolun?” Şahap kendi seyahatinin muradını bildiriyor ve talihsiz ağaçtan muradın soruyor. Ağaç söylüyor: “Bir dalım kuruyup bitmiş, kalanları da kurumak üzere. Yapraklarım yeniden yeşillenip, budaklarımın büyümesi şimdi gerekliydi. Ne olur benim muradımı da Murad Dedeye yetiştirsen diyor”.
Şahap talihsiz ağaca sözde verip gidiyor.Yürüdüğü yolun üstünde dağların arasından akan bulanık nehirle karşılaşıyor. Şahap su kenarında oturup, heybesinden çıkardığı kurumuş ekmekleri suya batırıyor ve yiyor. Bu arada bir balık sudan başın çıkarıp, Şahab’a bakıyor. Şahap iyice dikkat etse ki balığın bir gözü kör.
Balık da, ağaç gibi, Şahapdan muradını Murad Dedeye yetişdirip, çaresini soramasını istiyor.
“Bir gözüm sağ, görüyorum; diğe gözüme perde gelmiş, diyor balık, hiçbir şeyi göremiyorum, yüzmek için zorlanıyorum, uzun yolda yapıp büyük denizler çıkmaya niyetim var. Murat Dededen sorsan, bir çaresi olurmuymuş?” Şahap balıktan ayrılıp hayli yürüdükten sonra, dağın başına çıkıyor. O bir büyük taşın üstüne de binip, Murat Dedenin adını söylüyor bağıra bağıra.
Dağların, taşların arasından çıkıp aksakallı bir yaşlı insan geliyor. O Murat Dede. Şahaba hürmet edip, ona salam veriyor. Dede Şahapdan muradını soruyor. Şahap Dedeye ne murat ile çıktığını bildiriyor ve sayıp-sayıp: “Avlum dolup koyun, sığır, kadınım, o da oğlan doğursun”, diye muratlarını söyleyip sıralıyor. Murad Dede: “Senin muratlarını kabül etdim, şimdi evine dön, sen dönünceye kadar senin söylediğin şeylerin hepsi de olur”, diyor.

Şahap, Dede’ye kurdun, ağacın, balığın muratlarını söylüyor, Dede hepsinin çaresini söylüyor: “Balığa söylersin: onun gözünde tırnak kadar yakut taşı var, şu taşı çıkarırsa, gözü sağ olacak, çıkartmasa, sağlam gözüne de zararı var.
Ağaca söylersin: bir zamanda birileri o ağacın altına gümüş ile altın saklamışlar, o adamlar dünyalarını değişmşler, ölmüşler. Ağacın damarları gidip şu hazineye değmiş. Bu nedenle daha çalışamıyor. O hazineyi çıkartsa, ağacın dalları büyüyecek, çıkartmasa kuruyacak.
Kurda söylersin: ahmak akılsız bir adamın etini yerse, gözünün açlığı gidecek, kendisi de semirecek”.
Şahap Murad Dedeye teşekkür edip, dağdan aşağıya doğru koşuyor. Su kenarına yetişdiğinde, balık soruyor: “Ne iyilik getirdin?”
Şahap balığa Murad Dede’nin sözlerini söylüyor. Balık Şahapdan istiyor, yalvarıyor. Amma Şahap “acelem var” diye, balığın gözündeki yakutu çıkarıp almadan gidiyor.
Balıkdan böyle ayrılıp, sonra Şahap ağaca koşuyor. Ağaç da Şahaba yalvarıp istiyor, haziney ikazıp çıkar diye, yalnız Şahap kulak asmayı da bırakıp, acele edip vedalaşıp, yola, aşağılara doğru koşuyor.
Kurda yetişiyor. Kurt soruyor: “Adam yoldaş, Murad Dede’den hangi iyi haberlerle döndün diye?”
Şahap: “Çok iyi haberlerlerim var, Murad Dede beni muratlarıma yetirdi: avlum dolu koyun ile sığır, evimde de çiçek gibi kadınım, beşiği, beşiğinde “inga-inga” diye ağlayan oğlan…
Senin derdine derman diyecek olursan, Murad Dede şöyle diyor: Akılsız bir adamın etini yesin, gözünün açlığı da kalmayacak, kendi de semirecek”.
Kurt soruyor: “Adam yoldaş, sağ ol, bu haberi alıp gelmişken, sana ben ne iyilik yapacağımı bilmiyorum: geç de olmuş, şehir de uzak, gece bizde kal, var öğünümü de verip seni konuk edeyim”.
– Zamanım yok, diyen Şahap, – Acelem var, kapı açılıp, sığırım-koyunum ortalığa yayılıp kalmasa iyi mi olur. Kadın sığır- koyuna mı baksın, beşikdeki çocuğa mı baksın? Ben acelemden balığın gözünden tırnak kadar yakutu çıkarıp almadım, ağacın altındaki altın ile gümüş hazineyi bırakıp gidiyorum.
Kurt Şahap’dan yakut ile altının haberini söyleyip gitmesini istiyor. Şahap kurda ağacın ve balığın muratlarını Murad Dede’yesöylediğini, onun verdiği cavapları, sonra dönüş yolunda balık ve ağaç ile karşılaşma şekillerini anlatıyor.
Kurt Şahabın sözünü dinleyip-dinleyip, şöyle bir sonuca varıyor: “Ben ne kadar arasam da senden fazla akılsız birini bulamam”, diyor. Kurt sözünün sonunda bir yere de dayanmadan, Şahapın ayaklarını çırmalayıp altına alıyor.
Amanhor masalı böyle bitiriyor. Dinleyenler masalı uzatmasını istiyorlar. Gerçekle uyuşmasa, masallar uzun yaşamıyorlar. Masalın gerçek tarafı ise dinleyenleri dertlerinden uzaklaştırmak için söylenediği.
Amanrhor kul-karavaşa şimdi bu haberleri söylemekle onlara: “Siz şimdi de anlayamıyorsunuz, Tatarhanın bütün zalimliğine dayanıp duruyorsunuz, ne eziyetler etse de siz onacevap vermiyorsunuz: köpeklerine dalatsa da, yatırıp sırtınıza örme iplerlevursa da, siz dayanıp duruyorsunuz. Tatarhan ise gittikçe başınıza biniyor, sizi akılsızlardan sayıp, çilenizden yiyor. Şeref haysiyet gerek Tatarhan gibi zalimi dünyadan yok etmeye. Tatarhan sizden akıllı mı? Akıllı ise ağaçlardaki kuş yuvalarını bozdurup, yumurtalarını kırdırmıydı?! Bu işe çiftçileri grup-grup edip çalıştırıyor. Daha da olmasa iki kişi yetmiyor mu?! Yok, öyle değil. Tatarhanın aklı böyle çalışıyur: “Ben vilayetin hanı olduktan sonra, yerdeki adamlara nasılsa, havadaki kuşların da benim hükmümün geçmesi gerekir”, diye söylemeyi seviyor.
Amanhor ile kul-karavaş şimdi yürekden yakınlaşmış, ona kendi adamları gibi bakıyorlar.Amanhor da çiftçilerden kendisini ayrı görmüyor, kendisini onlarla eşit kabül ediyor.
Uyan, kardeşim, uyan, sırdaşım,
Uyuma bak, çaresine, öz başının!
Miskin olup böyle durmakolmaz,
Gösterhalka, yüreğinin yarasın!
Yüreklerde okdağlamış yara var,
O yarayı sağ etmeye çarevar.
Al koluna tüfeğini-okunu,
Hansaraya gazaplanıp koşa var.
* * *
Amanhor Hanın buyruğundan kurtulamadı.Hansaraya döndüğünde, ona yeni emirler tebliğ edilmiş. Böyle her türlü gel-git işleriyle uğraşarak zaman çabuk geçiyor. Yaz da bitip, güz gelmiş.
Ekimayının üçüncü günü idi. Tatarhanın yılkısından bir iyi at da eğerleyip, Amanhor, Absiyahkente vergi toplamaya gitmek için hazırlanmış. Anası ve kızkardeşi ile de vedalaşıp, Amanhor sabah gün ağarmadan yola düşüyor.
O Absiyahkente gelip girdiğinde akşamın geç vakti olmuş. Çoğu pencerelerden ışıklar gözükmüyor. İnsanların bazıları yatmış, bazıları henüz yatmamışlar. Büyük meydanda hayli yürüse de, Amanhor hiç kimse ile karşılamıyor. Onun misafir olacağı bu kentde tanışı-bilişi de yok. Amanhor sonunda idare binasını arayıp bulmak için yola koyuluyor.
Hayli uzakta pencerelerinden güçlü lamba ışıkları görünen bir ev görüyor. “Bu mescit olsa gerek”, diye, Aman-horun aklına geliyor. O atını durdurup dinliyor, evin içindekilerin sesleri işitiliyor. Amanhor atdan hafifçe sıyrılıp inmiş, durmuş. Ok sadağınıdüzeltip, üzenginin başını direğe de bağylayıp, büyük evin kapısının önüne geldiğinde, “Medeniyet evi” diye yazıldığını görüp farkediyor. Aman-hor uzun süre düşünüp beklemeden, itip kapıyı açıp selam veriyor. Öğretmenler ve öğrenciler Amanhorun selamını da alıp, işlerine devam etmişler. Amanhor da kendisine gösterilen yere de oturmuş, Öğrencilerin önünde arab ve fars dilinde kitapları görmüş ve: “Bu kent ilmi bakımdan bizim düzlükde şimdi öne çıkmış yurtlardan olsa gerek”, deyip düşünmüş. O medniyet evinin haberi böyle. İlk olarak, medeniyet evine niçin S. Pootskiy’in adını vermişler?
Rus yöneticilerden Aleksey Mihayloviçin saray muallimi Bay Pootskiy 1664’üncü yılin sonlarına doğru Svyatoy krest denen beklik kalede olup, oraları gezip Absiyahkente gelip, Kazak kentlerine varıp, bir aydan fazla bu bölgelerde dolaşıp, ilmi bakımdan okumak hakkında adamlara çok demeçler-nasihatler verip gitmiş. Sonra, Absiyah halkı rus kazaklar ile bir olup, medeniyet evini açıyorlar. Ona S. Pootskiy’in adını koyuyorlar. Bu evde akşamları muallimler öğrencilere Arapdan, Farsdan, Türk dillerden ders veriyorlardı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/huseyn-abdul/amanhor-69499450/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bu kitabı demek anlamında.

2
Önceki ahvelin hakkındaki eski kitaplardan alınan demek anlamında.

3
Kitap dört bölümden ouşuyor demek anlamında.

4
Ata yurdumun, ana elimin.

5
Önceki zamanlarda şimdiki Asterhan şehrine böyle deniyormuş.

6
Savdöğer.

7
Mahammat Efendi tarihi bakımdan gerçek olan bir kişi.O, bütün ömürünü se ferlerde, seyhatlerde ve halkların çoğunun yaşamını, kılığını, adetlerini öğrenip yazıya aktararak geçiren yazar, şairdir. Onun değerli bulunan pek çok kitapları Türk, Arab, Fars yazarlar tarafından büyük hürmetle hatırlanmaktadır.

8
Tatarhan’ın hanlığı 16ncı yüz yılın başlarında kurulmuştur. Onun hanlığı Kuma nehrinden başlayıp, sınırları Terek nehri boyunca genişlemiştir. Kuma nehrinden başlayıpdeniz kıyısınca Derbent’e kadar çoğunlukla önceki kavimleri yaşadığı topraklardır.

9
Kul-Karavaş: Erkek-Kadın serbest olmayan çalışanlar

10
Kasaba. Kafkasyada yaşayan türk kökenli halklar yerleşim yerlerini adlandırmada Kent’i kasaba yurt’u köy için kullanıyorlar

11
Absiyah – EskidenKızlara fars dilinde takılmış ad. Fars dilinde “Ab” – su, “Siyah”– Kara anlamına geliyor. Bu isim Kumuklarda “Karasu çiftliği” denilen anlama karşılık geliyor.

12
Mahammat Efendi o seferlerini fars dilinde yazıp kitaplaştırmış.

13
Turan diye İranın doğu tarafında yaşayaran Türki milletlerin vilayetleri için söyleniyormuş.

14
Mahammat Efendi nin“Kuban seferi” diye kitabı var. O kitap Kuban nehri-nin yakınında bulunan Türk boyları: Karaçaylar, Tatarlar ve Balkarlar hakkında yazılmıştır.

15
Dutar– İki telli saz

16
Rubai – yırlar, şiiler, dört satırlı şiir.

17
Ferman-izin, hüküm, buyruk.

18
Bu masalı A.-H. Kızlarlı Kalmuklardan almış. Kızlarlı Kalmuk dilini iyi bilen birisi, ohalkın söz yaratıcılığından etkin faydalanmış. Bu bilgi A.S. Puşkinde de görülüyor.

19
Çertmek-Saza parmakları ile darbeler vurara sazı çalmak
Amanhor Hüseyn Abdul и Kızlarlı İbrahimov

Hüseyn Abdul и Kızlarlı İbrahimov

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Amanhor, электронная книга авторов Hüseyn Abdul и Kızlarlı İbrahimov на турецком языке, в жанре современная зарубежная литература

  • Добавить отзыв