Çiğdemleri Solan Bozkır
Avşar İmdat
İmdat Avşar
Çiğdemleri Solan Bozkır
Bozkırın en garip kuşu anam Sultan Avşar ve o toprağın aksakal bilgesi babam Hasan Avşar’a…
TAKDİM
İçli bir bozkır rüyasıdır bu kitap ve insanımızın asırlardır ertelenen var olma çabasının bir aynasıdır. Bu soylu hikâyeleri ancak orada; yani insanı potasında bir kurşun gibi eritip kendine benzeten bozkırda doğan biri yazabilirdi ve Avşar yazdı…
Sanki kader de yazsın diye desteklemiş onu. Nesneleri öyle yüzeyden değil, derinden gören projektör gibi bir çift göz; gördüklerini hiç unutmayan sağlam bir hafıza ve sızlayan bir vicdan vermiş ona… Sonra öğretmen etmiş onu, öksüz ve viran beldeleri gezerek kendisiyle aynı kaderi paylaşan yoksul, kavruk, sıska binlerce çocuğu ve o çocukların bir keven gibi toprağa kök salan ezik ve suskun ana-babalarını: Bağdat’ı, Hamdi Kirve’yi, Tufan’ı, Bahri Usta’yı, Güççük Bekteş’i, Davulcu Âdem’i daha yakından görsün, tanısın diye… Ve sonra, görüp yaşadıklarına tahammül edemediğinde dalına bir tüfek takıp avcılık bahanesiyle sık sık dağlara, kırlara vurmuş kendini Avşar… Malatya’da sıska çiçekli, kevenli, kekikli, yavşanlı kırlara; Iğdır’da Ağrı eteklerinde, billur pınarlı, menekşeli, nergisli vadilere sığınmış. Kuşu, böceği, çiçeğiyle tanımış bozkırı… Tanımakta ne ki, bozkırdaki canlılarla konuşmuş, ahbap olmuş… Ve sonra, dilsizlerin dili olmayan kalem kırılsın, deyip başlamış yazmaya…
O olmasa kim yazacaktı Bizim Evin Kıblesi’ni, Muhterem’i, Beyaz Bulut’u, Ağaçtan Atlar’ı, Türbenin Delisi’ni, Tövbekarlar’ı, Molla Emmi’yi, Kerem’i… Bu hikâyelerdeki kahramanlar, Avşar’ın yaşadığı bozkırın solan çiğdemleridir aslında…
Bence Sait Faik denizin; İmdat Avşar bozkırın sesidir. Sait Faik, Adalar’ı, denizi, balığı, balıkçıyı, yosunu, martıyı, midyeyi ne kadar tanırsa, Avşar da bozkırı, kavağı, söğüdü, kargayı, serçeyi, angıtı, turnayı, göğbaşı, gelinciği, sümbülü, çiğdemi o kadar tanır. Bugüne kadar yüzlerce kalem işledi bu konuları. Ama bir siyasî görüşü veya bir doktrini ispat etme kaygısı başlayınca, samimiyet uçup gidiyor. Ben Avşar’ın hikâyelerinde, Cahit Külebi’nin şiirlerindeki içten sadeliği ve bir bozkır sevdalısı olarak biraz da kendimi buldum.
Avşar, klasiklerimizle beslendiğinden, yenilik adına akranlarının düştüğü garâbete düşmüyor. Üslûbu ve dili kullanışı da öylesine yalın, öylesine kıvraktır Avşar’ın. Bilinen, mûnis, alışılmış kelimelerle yeni, çarpıcı bir eda yaratıyor. Onun hikâyelerinde eseri daha cazip kılmak için içten içe bir de mizah rüzgârı esiyor.
Avşar’ın ilk hikâyesinin tarihine bakılırsa, yazmaya başlayalı iki yıl olmuş ancak iki yılda kırka yakın hikâye; hem de kaliteden hiç taviz vermeden… İnanılır gibi değil. Belki de yıllardır yazmamanın acısını çıkarıyor, akranlarıyla arasındaki mesafeyi kapatıyor olmalı. Bu kitaptaki hikâyelerden bazıları bir çekirdek olayı işlerken bazıları Çehovvâri durum hikâyeleri…
Avşar’ın kalemi öyle nefesli, muhayyilesi öyle işlek, güçlü ki, dizgini biraz bıraksa bazı hikâyeleri romana doğru gidecek hissini veriyor. Kim bilir, ilerde İmdat Avşar imzalı romanlar da okuyacağız… Onun yazma serüveni de bir garip… Yıllarca okumuş, dinlemiş, gezmiş, hayâlhanesinde binlerce duyum, olay ve görüntü biriktirmiş fakat yazmamış. Bir kültür şöleni dolayısıyla onun görev yaptığı Iğdır iline gitmiştim. Tanıştık ve arkadaş olduk. Ama sanki yıllardır tanışıyormuşuz da sohbete kaldığımız yerden devam ediyor gibiydik. Ondaki çevreye dikkat, olaylara karşı duyarlılık, folklorumuza olan vukuf ve bilgi birikimi çok şaşırtıcıydı. Konuştukları, bende sanki yazılmamış hikâyeler intibaını uyandırıyordu. “Bunları yazsana” dedim… Ben Ankara’ya döndüğümde, birkaç ay geçmeden pırıl pırıl hikâyeler ve şiirler gelmeye başladı. Hem hikâye, hem şiir yazıyordu Avşar. Hayret, hiç acemilik kokmuyordu bu mahsuller… Sanki yılların hikâyecisi vardı karşımızda. Bir bahtıbaran yağmuru, bir sel gibi birden bire doğmuştu bu yazılar. Böylece sanatın ilhama dayalı, hikmetli, aziz bir şey olduğuna bir kere daha inandım.
Bu arada biz de Ankara’da Avrasya Yazarlar Birliğini kurmuş, onun yayın organı olan ve bütün Türk Dünyasına hitap eden Kardeş Kalemler dergisini çıkarmaya başlamıştık. İmdat Avşar’ın yazılarıyla daha da zenginleşti dergimiz. Ve onun hikâye ve şiirleri, Kazakça, Kırgızca, Türkmence, Tatarca ve Azerbaycan Türkçesine çevrilerek bu ülkelerde yayımlandı. Onun hikâyeleri kısa zamanda Altaylardan Tuna’ya kadar bütün Türk Dünyasında okunmaya başladı.
Ortalığı ham, kekre, tercüme kokan yazıların istila ettiği bir devirde Avşar gibi, öğrencilerimize örnek gösterilecek ışıklı bir Türkçe’yle yazan kalemlerin sayısı sanıldığı kadar çok değil.
Tam da zamanında imdadımıza yetiştin İmdat! Hoş geldin, gönlüne kalemine bereket, diline sağlık…
Ali AKBAŞ
EVİN YIKILSIN HACİ
Ziya AVŞAR’ a
Bir deli yağardı ki kar… Kayabaşı Mahallesi’nin derme çatma kerpiç evleri titrer, elden ayrı üşürdü Abdallar kışın. Duvarlarda boynu bükük kalırdı oyma sazlar, yanık kemanlar, keçi derisi davullar, erik zurnalar… Her kış elleri yanlarına düşerdi gariplerin.
Yazın vızır vızır mahalleye gelip giden arabaların, düğün daveti veren Ağaların izi yiter, kış gelince görünmez olurlardı. Yağan karı dulda yerlere yığan rüzgâr kurt gibi ulur, Abdallar Mahallesi’nde alıcı bir kuş gibi dolanırdı. Susardı tüm davullar, zurnalar, sazlar ve suyu soğulmuş değirmene dönerdi kerpiç evler…
Ne duvar diplerinde abdal kocalardan zurna, saz, keman dersi alan kara yağız uşaklar ne kapının önüne çatılmış ocaklarda, çalı çırpı yakarak isli güğümlerde çay pişiren çileli abdal anaları ne de gazoz kapağından zilleri ile kardeşlerine eşlik eden saçları perişan kızlar… Hepsi kışın soğuk peçesindeki kerpiç evlerde, anasını bekleyen kuş yavruları gibi baharı beklerlerdi…
Siperi kırık şapkası, yakası tifsimiş gömleği, kavruk yağız tenleri ile emmilerimize benzerdi abdal kocaları. İri, siyah gözleri, perişan zülüfleri ile analarımıza benzerdi abdal kadınları ama onları bir başka keserdi yokluk kılıcı. Tarla yok, tapan yok! Çift yok, çubuk yok! Od yok, ocak yok! Un yok, uğra yok! Kışın, abdal evlerinde bir çaresizlik, kerpiç evlerin pencerelerinde de acı poyraz kol gezerdi. Dolanır, çevrilir de her kış yeniden gelirdi “Kırkın Kıtlığı” ve bir kara deve gibi çökerdi abdalların kapısına.
Geceleri, gübre torbasıyla tahkim edilmiş naylon kaplı pencerelerden sızan körsen ışıklar, Abdallar Mahallesi’nin karla kaplı dar sokaklarının tek rengi olurdu bu mevsim. En kesat aydı zemheri. Ne askere ne gurbete giden ne de Almanya’dan gelen olurdu. Akşamları üç beş kafadar genç, bir araya gelip bir şişe ‘Bozoğlanı’ devirir de birkaç taksi ile Abdallar Mahallesi’ne gelirlerse kapılar aralanır, sokaklar biraz daha aydınlanırdı.
Mahalleye arabalar gelince, benzine kan yürürdü abdal çocuklarının, arabaların farları büyütürdü gözbebeklerini. Babalarının, bu “Ağa,” ya da “Ağanın oğlu” dediği emmileri, onlar da severlerdi. Ağalar gelip de babalarını götürünce, eve somun ekmek, bisküvi, gofret, helva, elma, mandalina… gelirdi.
Kışın, mahalleye gelen gençlerin isteğine göre ya bir ince saz ya da bir davul zurna ekibi kurulurdu. Çakırkeyif gençler, Kör Bekteş’ in evine varırlardı önce. Kör Bekteş’ in Âdem, onların istediği çalgı ekiplerini bir çırpıda tamamlar, abdalları arabalara taksim eder, kendisi de en son binerdi. Âdem, daha davulu dalına alır almaz gençler coşar: “Vur usta! Vur!” diye bağırırlar, bu arada davulun üstüne de birkaç ‘göö binlik’ düşerdi.
Ağa ister de abdal ölmez mi? Âdem, uçuşan binlikleri görünce, çomağını çeker, davula değil yokluğun yüzüne yüzüne vururdu. Kan, damarlarında tazyikle dolanır, kollarına taze bir kuvvet gelirdi böyle akşamlarda. Üşüyen elleri ile babasının yanına yanaşan Güççük Bekteş, nefesini doldurup başını yukarı kaldırır, dedesi Kör Bekteş’ten bellediği yanık havalar ile acı acı inletirdi ortalığı. Zurnanın yanık sesi, Abdallar Mahallesi’nin resmini çizerdi böyle karlı gecelere…
“İnce ince bir kar yağar fakirlerin düzüne Neden felek inanmıyor, fukaranın sözüne
***
Çalgı ekipleri tamamlanınca taksiler hareket eder, zurnanın acı inlemesi, rüzgâr sesine karışarak yankılanır ve ayaza kesmiş gecenin içinde donar giderdi.
Abdallar böyle gecelerin sabahında, karları dizleye dizleye çıkarlardı mahalleye. Yorgun bedenlerine taze bir can, fersiz gözlerine ışık gelir, mutlu dönerlerdi evlerine. Kör Bekteş’in Âdem, Şahan Usta’nın Aslan, Kara Sülemen’in Haydar… Sabaha kadar gençlerin bin bir türlü eziyetine katlanır, uşaklara ekmek parası kazanırlardı.
Bazen de evlenecek çocukları için yorgan, döşek döktürecek olan ağa hanımları abdal analarını çağırırlardı. Ustaca yaparlardı bu işi abdal kadınları. Ağa kızlarının yorganını, kendi kızlarına yapıyormuş gibi özenle sırırlardı. Yorgan sırımak için gittikleri ağa evlerine küçük oğlan çocuklarını götürmezler, yalnız kız çocuklarıyla gelirlerdi. Oğlan uşağı bu, rahat durmaz, ya ağanın oğluyla dövüşür de bir mazarratlık ederse! Ne yüz ile iş görülür ağanın evinde, diye endişe ederlerdi.
Kışın yorgan döşek işi olduğu zamanlarda da uşakların kursağından bir sıcak aş geçer, dişleri somuna batardı gariplerin. Hele ağa Almancı ve ağa çocuklarının eski ayakkabısı, eski elbiseleri de var ise…
Bozkıra Azrail gibi gelir, uzadıkça uzardı medetsiz kış. Ne çileler çekerlerdi kışı atlatmak için. Poyraz onların bağrına eser, kar onların yüzüne savrulurdu en çok. Kış uzayınca, yazın aldıkları eşyalardan, para edecek ne varsa öldü fiyatına satarlar, bazen yastık yorgana kadar pazara indirirlerdi.
Çoluk çocukları hastalanıp da doktor parası bulamayınca, ilçenin fırsatçılarından yalvar yakar faizli para alırlar, yazın kazandıklarının yarısını da tefecilere faiz olarak öderlerdi. Karıncanın kazancı deveye bir avurt olurdu…
Eve barka konulur gibi değildi yokluk ama ağalık başka, abdallık başkaydı. Yokluk ikliminin abdalı idi onlar…
****
Akşamla birlikte efkâr bastı Kör Bekteş’in evini. Çaresizlikten daraldı göğsü. Eli tabakasına gitti. Tabakanın içindeki son tütün kırıntılarını doladı beyaz kâğıda, derin bir nefes çekti ve:
“Zurnayı beri getir” dedi karısına. “Zurnayı beri getir…”
Karısı gibi severdi erik zurnasını. Yiyecek ekmek bulamasa bile zurnasını yağlamayı ihmal etmezdi. Erik zurna zehir gibi öter, anasız kuzu gibi melerdi Kör Bekteş’in elinde…
Yazın, onunla çaldığı gelin alma havalarına, kız evinde ağlamadık can kalmaz; Kör Bekteş, ‘Ağ Gelini’ çalınca, kız evinde bir ağıt tufanı başlardı. Hele oğlu Âdem de, önünde davul ile döndükçe, avurdunu başka bir hevesle doldurur ve aşk ile üflerdi erik zurnaya. Ne zaman nefes alırdı, nasıl kesilmeden devam ederdi zurnanın sesi, kimsenin aklı ermezdi.
Kör Bekteş, böyle gam yüklü akşamlarda torunları Güç-çük Bekteş ile Cesur’a davul zurnanın yanında hayatı da talim ettirirdi. Bir rind, ulu bir abdal idi Kör Bekteş.
Erik zurnasını eline aldı ve torunlarını çağırdı yamacına:
“Ben ölürüm siz kalırsınız uşaklar. Yokluk, gapıya konulacak mal deel amma ağalık da abdallık da töreynen. Biz, ağalara hızmat uçun varık. Onlar bizim ekmeemiz, aşımız. Sofrada çaldığımız kaşığa ne gelirse onlardan gelir. Onlar olmasa, aha bu depenin başında ayağımızı çeke çeke ölürük. Ağaların gelini, gızı da bizim anamız, bacımız olur. Onların da ekmeemizde duzu var. Başımız ne zaman sıkışsa, gapılarına varsak, ağalar evde olmasa bile onlar verir ekmeemizi. Evlatlarım, ağalar ne verirse şükredin, fazla umucu olmayın. Evel Allah, sonra onlar aç açıkta koymaz bizi. Dedim ya ağalığın da abdallığın da bir töresi var. Olur ki ağanın uşağı düğünlerde içkiyi çok kaçırır, size söver sayarsa: Bir kulağınızdan girsin, öbüründen çıksın. Duymayın sağır olun, gonuşmayın ahraz olun. Olur ya övkelenip sizi dövellerse, elsiz, ayaksız olun. Kul kusursuz olmaz evlatlarım. Aman haaa! Ağaların yüzüne çıkıp da ekmeenizi daşlamayın…”
Bir Abdal dergâhında postnişin konuşuyordu. Oturuşunu değiştirdi ve konuşmaya devam etti Kör Bekteş:
“Serhoşluk gısım gısımdır evlatlarım. İnsanoğluyuk hepimiz. Hepimizde aynı zuhur ider bu serhoşluk. İnsan iki kadeh içerse bu zıkkımı: tavus guşu gibi elvan elvan açılır. Ne çalsan hoşuna gider. Üçüncü kadehte: Maymuna döner, daldan dala hotlar. Kırık hava ister, oynamaya doymaz. Dört kadeh olursa: Aslan olur kükrer. Ağırlama ister, Köroğlu ister, halaya durur. Yiğit olan aslanlık makamında bırakmalı bu zıkkımı, kararı kaçırırsa domuz gibi irezil olur, ağzında dili dönmez, ne istediğini bilemez. O, Akyazılıynan, Kızıldeli var ya, şişede durduğu gibi durmaz namıssızlar… Serhoşun göönünü şen etmek zordur amma bizim de annımıza boyun eğmek yazılmış…”
Kör Bekteş, kendi nefsinin örsünde, torunlarının nefsini söz balyozuyla dövüyor, dövüyor, dövüyordu…
Derin bir iç çekti ve sustu… Elindeki zurnanın emziğini ağzında ıslattıktan sonra taktı yerine. Âdem de babasına yol göstermek için yekindi, duvarda asılı davulu kucağına aldı. Torunlarından Güççük Bekteş dedesine, Cesur da babasına dikmişti gözlerini. Biri davulcu biri de zurnacıydı. Kör Bekteş soğuk havayı doldurdu ciğerlerine ve sarıldı zurnasına.
Odada kol gezen yokluk, yerini bozlak makamında ağır bir hüzne bıraktı. Kör Bekteş, bir körük gibi avurdunu şişirip yüreğindeki yangını nefes nefes üfleyince, erik zurna dile geldi:
“… Bir ayrılık, bir yoksulluk, biri de ölüm…”
Kör Bekteş zurnaya yeni koyulmuştu ki araba farları aydınlattı evin önünü. Zurnayı bıraktı:
“Âdem, deli oğlanlar geldi elleham,” dedi.
Adem kucağındaki davulu kenara koyup kalktı, pencereye yanaşıp perdeyi araladı.
Dört taksi durmuştu kapıya. Taksilerden inen gençler:
“Bekteş Baba! Adeeem!” diye bağırdılar.
Âdem kapıyı açtı. Dışarıdaki gençleri görünce gözlerine bir ışık geldi Âdem’in. Muska suyu içmiş gibi açıldı çakır gözleri, çardaktan atlayıp indi aşağı:
“Nerde galdınız gurban olduğum ağanın uşağı.” dedi. “Evde bizim uşak açlıktan birbirinin gulaağını kemiriyo. Cebimiz dırnak yarası oldu.” Çardaktaki karısını gösterdi, “Aha şu bizim it yemez bile yüzüme bakmıyo gurban olduklarım. Bize de geçim ilazım deel mi?. Eve iti bağlasan acından ölür yavu. Size ilayık bişi yok evde amma içeri gelirseniz Güççük Bekteş’i keser, kurban ederim. Yolunuza ölürüm ağam. Yıkarım evimi ağardırım yüzümü valla…”
Yüzü yerde bir ustaydı, şakacıydı Âdem, davul çalarken kanı kaynar, aşka gelir, coşardı. Davulu ile bir insan gibi konuşur, bazen küserdi davula. Âdem davula küsünce para yağardı davulun üstüne. Bazen davulu yere bırakır, kaşıklarını çıkarır, davulun etrafında döne döne oynar, bazen yere yatar, yerlerde yuvarlanarak çalardı. İyice coşunca davulu başına kaldırır, bir davula, bir kasnağa vururdu. Bu yüzden düğünlerin ve meclislerin baş davulcusuydu Âdem.
İlçenin kafadar geçleriydi gelenler. O akşam, Galatasaray’ın “İtalyan Gâvurları” ile maçı vardı. Âdem şenlendirecek ortalığı, onlar da gülüp eğlenecekti. Bir de Galatasaray yenerse, bol gollü bir maç olursa değme gitsin…
Gençlerden biri sabırsızlandı, başını arabanın camından çıkardı:
“Âdem, ne duruyon delioğlan, gurbanın gadanın sırası mı lan. Güççük Bekteş’i de al, yürü haydi. Karaca’nın gaviye gidiyok. Şahbaz ol delioğlan, nerdeyse maç başlıyacak, geç kalırsan, Saateker İrecep kuruş vermez valla…”
Hasta Galatasaraylıydı Saateker İrecep, Galatasaray bir gol attı mı, İrecep Âdem’in karşısına geçer, davulun önünde sekerek oynar, olmadık oyun çıkarır, bol da bahşiş verirdi. Galatasaray maçlarını davul zurna eşliğinde izlemeyi Saateker İrecep icat etmişti.
Maç sözünü duyunca, Âdem’in gözleri bir daha parladı:
“Gene maç mı var ağam,” dedi “Aha Güççük Bekteş’inen emrinizdeyim. Ne zaman ferman ettiniz de Âdem boynunu kılıca vermedi gurban olduklarım…”
Âdem, oğlu Bekteş’e bağırdı:
“Bekteş! Davulu, zurnayı kap da gel, gene maç varımış…”
On beş gün önce Galatasaray İtalyan Gâvuru ile bir maç daha oynamış, maç iki iki berabere bitmişti. O gün Galatasaray’ın her atağında Âdem ile Güççük Bekteş ortalığı bir birine katmış, Galatasaray gol attıkça coşan gençler, davulun üstüne para yağdırmışlardı. Âdem çomağı davulun ortasına vurdukça ‘göo binlikler’ yerlere savrulmuştu…
Her meclisin adamıydı Âdem. Vardığı yer topal ise yeker, kör ise şaşı bakardı. Ulu bir abdaldı babası: Güngörmüş, kahır çekmiş, feleğin çemberinden kırk kere geçmiş Kör Bekteş… Âdem onun oğluydu ne de olsa. Onun rahle-i tedrisinden geçmişti yıllarca. Küçük bir çocukken, düğünlere gittiğinde ahırlarda, tandır damlarında, babası ile koyun koyuna yatmıştı. Ağalar ne isterse yapardı Âdem. Köçek isteseler, belindeki kaşıklarını çıkarır, tebdili kıyafet eder köçek olurdu hemen…
Bu kez ağalar, Âdem’ in bir taraftar olmasını istiyorlardı, Âdem de çoktan ateşli bir taraftar olmuştu. Neylesin, hava kıştı, ekmek de düğünlerden yeşil sahaya kaymıştı. Bir Galatasaray taraftarı olmasa felekten gol yiyip duracaktı zavallı…
On beş gün önceki maçın, daha ilk dakikalarında futbol terimlerini hemen öğrenip, kendi diline çevirmişti Âdem.
“Hopsayit, santirifor, penaltı, avut, sitoper, pavül, libero…” Hepsini bir çırpıda öğrenmişti. Daha o günden, gençlerin kendinden ne beklediklerini sezip maçtaki olaylara müdahale etmeye başlamıştı bile. Gençler de zaten Âdem’in maça müdahil olmasını istiyorlardı.
On beş gün önceki maç İtalya’da oynanıyordu. Galatasaray iyi oynuyordu, gençlerin keyfine diyecek yoktu. Hakem de iyiydi! Genellikle Galatasaray lehine kararlar veriyordu. Gençler sürekli hakeme sitayişte bulunuyor, hakemi alkışlıyorlardı:
“Bravo hakeme!”
“Vay aslanım!”
“Bizim Kaman’da doğmuş büyümüş canım.”
“Bravo, bas kırmızı kartı.”
“At dışarı o Gara’yı.”
Gençler seslerini yükselttiğinde, Âdem davula bir iki çomak döşeyip söze giriyordu:
“Gurban olduklarım, ben deyim de siz inanmayın. Valla-ha da billaha da bu hakemin babası Türk! Aha buruya yazıyom, hemi de bizim Alamancılardan. Bakın hele favülü gene bize verdi yavu.”
“Babası Türk mü?”
“Hee gurban olduğum, Vallaha Türk!”
“Babası kim Âdem? Kaman’dan mı?”
“Kim olacak canım, şanımızı Avrupa’ya yayan Kart Tayır Emmi…”
“Olmaz, yanlışın var Âdem..”
“Kurbanınız oluyum şunun navrağına bir bakın hele. Heç gâvur siması var mı? Aynı bizim Kart Tayır Emmi’ye benziyo. Vayy gurban olduğum Tayır Ağa! Kim bilir bu hakemin anasından ne kadar hayır duva aldı, kaç gece kulucunu kırdı kim bilir. Onun serptiği tohumun hayırını görüyok uşaaak.”
“Penaltı da verir mi Âdem?
“Hakan kalenin önünde yıkılsa, penaltı da verir vallaha. Bir kaşık kan ucu ne de olsa, emmioğluyuk yav…”
“Gol durumu, Hakan, Hakan kaleye gidiyor!”
“Vur ulan! Vur!”
Hakan kalenin önünde düşüyor, gol kaçıyor, Kahvedekiler önce ayağa fırlayıp sonra yerlerine oturuyorlardı. Hakan gol kaçırdıkça Âdem de iç geçiriyordu:
“Dermanı kalmamış Hakan’ın yavu, sabahınan vite yağı mı yemiş bu?”
O gün kahvedekiler hop oturup hop kalkıyordu. Galatasaray gol attıkça Âdem ortada dönüyor, davulu Saateker İreceb’in önünde dövüyordu. “Goool!” sesleri, davul zurna sesleri birbirine karışıyordu…
O gün, maç berabere bitse de, Galatasaray iki gol atmış, Âdem de ekmeğini futbol topundan çıkarmıştı.
****
Abdallar Mahallesi’nden soğuk geceye karışıp inen taksiler, Karaca’nın kahvesine gelip durdular. İçerisi yine çok kalabalıktı. Âdem, oğlu Güççük Bekteş’in ustaca çaldığı kırık havalar eşliğinde, davulunu başının üstünde çalarak girdi kahveye. Gençler Âdem’i görünce, yel değmiş ekin gibi dalgalandı, kalkıp Âdem ile oynamaya başladılar, kahve düğün evine döndü.
Kısa bir sessizlik oldu. Maç başlayacaktı. Âdem ile Güç-çük Bekteş on beş gün önceki yerlerini aldılar. Sunucu, görüntüler eşliğinde oyuncuları sayıyordu:
“Taffarel, Kaptan Bülent, Popescu, Fatih, Ümit, Okan, Emre, Hakan… Hagi! …
Gençler, Hagi adını duyunca büyük bir uğultu koptu kahvede. Hagi’ye övgüler yağdırıyorlardı.
“Aslanım!”
“Koçum!”
“Bu akşam, bütün İtalya gelse durduramaz Hagi’yi…”
“Bütün İtalya’yı çapraz koşturur bu gece…”
Âdem de, kendisini duyuyormuş gibi çomağını doğrultmuş, ekrandaki Hagi’ ye bağırıyordu:
“Haciiii! Evdeki uşaklar, benim davuldan önce senin ayağana bakıyo. Gurban oluyum bu gâvurlarınan anca sen başa çıkan… En az iki gol bekliyom haaa!”
“Hagi gol atamaz bu gün, aha buraya yazıyom Âdem.”
“Ağzından yel alsın gurban olduğum. Evde Bekteş Usta’nın tütünü yok vallaha…”
Gülüşmeler arasında maç başladı…
Güççük Bekteş, zurnası tetikte, hayran hayran maçı izliyor, bir yandan da kalabalıktaki insanları süzüyordu. Kim bilir kendi çocuklarına neler anlatacaktı. Âdem, kulaklarını gol sesine yatırmış, toplayacağı bahşişleri düşünüyor, ara sıra kalabalığın tepkisine ortak oluyordu.
İtalyan takımındaki zenci oyuncunun yaptığı sert harekete sinirlendi gençler, küfürün bini bir para. Âdem atıldı hemen:
“Ulan Uşaak, o Gara var ya o Gara, Haci’nin yanını belini kıracak gâvurun oğlu. Haci’ye göz verdi, ışık vermedi yavu. Aç itin bazlama gaptığı gibi gaptı topu gene… Allah çoluğun çocuğun yüzüne baksa da ayağı neyim kırılsa. Kurban olduğum Tayır Emmi, acık da Afirke’ de gezsen ne olurdu…
Gençler gülmekten yerlere yatıyordu…
Bir başka pozisyonda yine rakip takımın zenci futbolcusunun tekmesiyle acı içinde yere savruldu Hagi. Zenci futbolcu da yerdeydi. Hagi, hiddetle kalktı ve zenci futbolcunun üzerine yürüdü. Âdem elindeki çomağı göstererek atıldı yine:
“Haciii! Al şunu da o, Gara’yı bi yanın yanın yürüt ne var. Vur! Ekmeani taşırım delioğlan! Atmış beş milyon arkandayık. Korkma Haci! Vur!”
Kalabalıktan biri de Âdem’ e laf atıyordu.
“Eyle deme lan Adeeem! Ona da yazık. Gâvurun dakımında ekmek parası için oynuyo…”
Âdem, kahveciye seslendi:
“Adnan, gurban oluyum bu Fenerlilerin işi ne burada.”
Âdem kırk yıllık Galatasaraylıydı artık ekmek de sarı kırmızı…
İlk yarı bitti, ikinci yarı başladı. Değişen bir şey yoktu. Dakikalar ilerliyor, maç bir türlü Âdem’in istediği gibi gitmiyordu. Galatasaraylı futbolcuların üstüne ölü toprağı serpilmişti sanki. Kalabalıktan küfürler yükseliyor, iç geçirmeler çoğalıyordu. Maçın son dakikalarıydı. Âdem’in gözlerindeki ışıltılar yerini yavaş yavaş hüzne bırakıyordu. Galatasaray bir gol bile atamamıştı. Âdem’in elindeki çomak mahzun, Güççük Bekteş’in zurnası sessizdi.
Birden dalgalandı kalabalık. Nefesler tutuldu bir an. Sunucu ses tonunu yükseltti.
“Nefffis bir hareket! Geçti rakibini Hagi! Bir çalım daha! Sağ tarafta Hakan boş! Soluna Emre de geldi! Kaleyi karşısına aldı Hagi! Sevdiği yerler! Topu sol tarafına çekti! İyi vurur oralardan…”
Nefesler tutulmuştu, maçı izleyen gençler, farkında olmadan ayağa fırlamış, sandalyeler devrilmiş, çaylar dökülmüş, bardaklar kırılmıştı.
Âdem çevik bir hareketle davulu boynuna aldı, çomağı havaya kaldırdı. Güççük Bekteş de zurnanın emziğini ıslatmış, avurdunu doldurmuş, zurna ağzında bekliyordu.
Sunucu bağırıyordu:
“İyi vurur Hagi!
“Hagiii!”
“Şuuuut!”
Zaman kaleye doğru giden futbol topu ile ilerliyordu sanki. Top süzülerek kaleye doğru gidiyordu… Büyük bir gürültü koptu.
“Goooooooooo…”
Davul zurna çoştu…
Ahlar, vahlar takip etti sonra bu gürültüyü. Âdem, davula daha iki çomak döşemişti ki, gençler, üzüntü içinde yerlerine oturdular.
Sunucu da ah çekerek devam ediyordu:
“Top direkten döndü, sayın seyirciler. Şanssız bir an, işte tekrar izliyoruz…”
Kameralar Hagi’yi yakın pozisyonda tekrar gösterirken, 90 dakika bekleyip de bir lira bile bahşiş toplayamayan ve umudunu yitiren Âdem Hagi’ye bağırdı:
“Evin yıkılsın Haciiiiiii! Ekmeeminen oynadın!”
Maç bitti, dışarıdaki soğuk hava Âdem’in yüzünü yalayıp geçti. Kahve birden boşaldı. Gençler küfürler savurarak üçer beşer mahallelere dağıldı. Âdem, Güççük Bekteş’ e döndü:
“Olsun, heç olmazsa sıcak bir sandelle gördük, iki bardak çay içtik oğlum.” dedi.
Âdem önde Güççük Bekteş arkada, pazaryerinden kıvrılıp, soğuk gecenin içinde kayboldular…
MUHTEREM
Emir Kalkan’a
İki katlı, uzunca bir bina idi ortaokul. Upuzun bir koridor, koridorun iki yanında, kapıları koridorun içine doğru açılan derslikler… Ön tarafında koca bir levha: “Kaman Ortaokulu.” Köylü, kasabalı, zengin, fakir… Hepimiz burada okurduk. Biz, köylerden gelen çocuklar bir ev tutardık. Tek odalı, yıkık dökük kerpiç evler. Yemeklerimizi kendimiz pişirir, bulaşıkları kendimiz yıkar ve kendimiz okurduk.
Köyden ilk ayrıldığımızda bir gariplik çökerdi üstümüze. Bazı geceler sessizce ağlar, analarımızın gelmesini beklerdik.
Haftada bir, çarşamba sabahları gelirdi analarımız. Koyunlarında bir haftalık hasret, dillerinde kurban, gada, ölüyüm…
Birbirine ne çok benzerdi analarımız. Başlarında boncuklu yazma, sırtlarında allı fistan, kolsuz yelek, bacaklarında pazen don… Ayaklarında, garipliği, mahzunluğu bir mühür gibi tabanlarına vuran kara lastikler olurdu. Kara lastik! Kışın dondurur suya giderken. Yazın yakar, kavurur arpa biçerken. Hepsinin yüzünde, aynı kalemden çıkmış bir yazgı. Yokluk, yoksulluk, sefalet… Alınlarında, yüzyıllardır biriken çizgi çizgi efkâr; kat kat hüzün. Yavrularına yiyecek taşıyan bir serçe gibi, korkulu, tedirgin, ürkek hepsi de. Güneş doğmadan tozlu yollara düşüp traktörün vagonunda sarsılmış bedenleri ve uykulu, mahmur gözleriyle tan yeri ağarırken inerlerdi Hanın Önü’ne.
Köyden satmak için getirdiklerini telaşla traktörlerden indirir, yan yana dizelerdi. Bir batman süt, iki helke yoğurt, iki topak tere yağ, beş on yumurta…
Bizim için getirdiklerini başka bir köşeye yığarlardı. İki çuval tezek, beş koşum bulgur, bir helke yoğurt, birkaç büküm yufka ekmek…
Getirdiklerini birkaç seferde yoğurt pazarına taşırlardı. Ar sayıp sağa sola bakamazlar, başları önde giderlerdi çarşıda yürürken. Şaşırsalar yol sormaya cesaretleri yoktu. Vakti, saati güneşe bakarak hesap ederler, sattıklarının hesabını kitabını hiç bilmezlerdi. Alıcılar ne verirse…
Her çarşamba bir öncekinin tekrarıydı. Sabahleyin köyden gelen ne varsa birkaç saat içinde satılırdı. Ablalarımıza işlengi ipliği, patiska, kanaviçe; bize kalem, defter, kitap…
Ceket, gömlek, ayakkabı… bunlar pahalıydı. Yılda bir kez, sıra gelirse, harman zamanı…
İlçede, ortaokulda okuyan tüm köy çocukları, analarımızın geleceğini bilir, çarşamba sabahları erkenden Hanın Önü’ne dizilirdik. Emişme vakti, anasını bulamayan kuzular gibi sağa sola koştururduk.
“Teyze, anam geldi mi?”
“Bibi anamı gördün mü?” diye varırdık yanlarına. Kimi, koynuna soktuğu ve daha soğumadan yavrusuna yetiştirdiği “döndermeli” dürümü çıkarır, kimi “Yumurtlamıyor gıran giresiceler,” diye tavuklara kızarak köydeki kardeşlerimizin boğazından kestiği haşlanmış yumurtayı uzatırdı. Ağzımızdaki tat değişiverirdi birden. Bir ana sıcaklığı sarardı bizi, üşütmezdi ayaz çarşamba sabahları…
Önce köyden gelen bir haftalık erzakı çekerdik kaldığımız köhne kerpiç evlere. Tezek, yufka, yoğurt, bulgur… Erzakı eve taşıdıktan sonra yoğurt pazarına gider analarımızın duluğuna dikilirdik. Babalarımıza isteklerimizi kolayca söyleyemez analarımızın dalına binerdik. Pazarın o kalabalık, uğultulu ortamında analarımıza anlatırdık tüm dertlerimizi. Köyde çektikleri yetmezmiş gibi sırtlarına yeni şelekler yüklerdik. Bizdik ortaokulda okuyan; ama mektebin tüm yükü, okuma yazması bile olmayan bu gariplerin sırtına binerdi.
Her Çarşamba, yoğurt pazarında, yoğurtların satılmasını beklerdik. Her oğulun ayrı bir derdi, her ananın bin derdi vardı…
“Anaa, beden eğitimi hocası eşofman istiyor. –Eşeofmansız geleni derse almam- diyor.”
“Eşortman mı!?”
“He ana, beden eğitimi dersinde giyeceğiz.”
“Güzün pantul, cekat aldık ya guzum.”
“Eşofman ana, eşofman…”
“İlazımlı bir şey mi? Kaçaymış?
“Beş…”
“…Alırık yavrum. Baban haftaya danayı satacak…”
“Anaa, benim matematik kitabım da yok. Geçen hafta ödevimi yapamadım, öğretmen…”
“Bıldırkı kitabından çalış oğlum, İdare et bu sene…”
“Olur mu ana!? Ben orta ikiye geçtim.”
“Alırık guzum, gaçaymış?”
“İki buçuk lira.”
“İki buçuk mu!? Hele şu yoğurdu satalım bir…”
“Anaa, elişi dersine de mukavva ile uhu lazım.”
“Hokavva ney, huhu ney gadasını aldığım?”
“Biri karton, biri de yapıştırıcı ana.”
“Alırık yavrum, haftaya iki tavuk getiriyim de…”
“Ana gıız?”
“Anan gurban olsun, ne ki gadasını aldığım?”
“Müzik öğretmenimiz de flüt istiyor. Hepsinden önemlisi de flüt. Bir de beş çizgili müzik defteri… Yeni bir müzikçi geldi, flüt getirmeyeni dövüyor ana…”
“Ben hangi dertten ölüyüm oğlum, hokavva, eşortman, hülüt… Ablana patiska, kanevçe de alacaağam… Hocalarınız da insan halından bilseler ne var? Yoklu mu, yoksul mu diyen yok…”
***
O çarşamba, analarımızın zihninde bir flüt sorusu kaldı.
“Hülüt ne ki gadasını aldığım?”
Yoğurt paralarının bir kısmını, ablalarımızın çeyizlerinden keserek gönülsüzce uzattılar elimize. Hepsi aynı şekilde yakındılar o hafta.
“Biz uşağı okusun, adam olsun diye mektebe salıyok, hocalar düdük çaldırıyo anam, ben böyle derde ıras gelmedim…”
Hepimiz analarımızın düdük dediği flütlerden aldık o hafta. Sarı, kırmızı, mavi, beyaz flütleri öttürerek vardık ortaokulun bahçesine.
Nusret Hoca gelmeden önce ortaokulda müzik hocası yoktu. Müzik ve yabancı dil hocaları olmazdı zaten. Flütü biz de bilmezdik. Nusret Hoca, daha ilk derste flütün ne olduğunu bağırarak öğretti bize. Biz de koşup analarımıza öğrettik…
Çoğumuz sefil, perişan köy çocuklarıydık. Değiştirmeye gömleğimiz, kazağımız olmazdı. Bazen yollar kapanır gelemezdi analarımız. Haftalarca aynı gömlekle giderdik okula. Yakalarımız kirden ışılardı. Ağabeylerimizden, amca çocuklarından kalma ceketlerin kolu ellerimizi yutar; cepleri dizkapaklarımıza kadar inerdi. Pantolonların beli düşer, elimizin biri, belimizde olurdu hep. Elimizin biriyle pantolonumuzun belini tuttuğumuzdan koşularda yenilirdik. Hoca birimizi tahtaya çıkarsa, resmimize bakar gülerdik. Hep bir şeylerimiz eksik olurdu. Yazılılarda çizgili kâğıt, başlık yazmak için kırmızı kalem, bekâr evinde yağ, teneke sobada tezek, çayımızda şeker…
Nusret Hoca’nın korkusundan müzik dersine noksansız girerdik. Bir flüt, beş çizgili müzik defteri ve bir türlü ezberleyemediğimiz; ezgisi, sözleri bizden olmayan o tuhaf, soğuk, donuk şarkılar…
İlçede oturan çocuklar bizden biraz farklıydı. Biz köy çocukları, sürünün içindeki yadırgı koyun gibi seçilirdik onlardan. Kilimcinin Murtaza, Nalbantların Bayram, Nurukâlerin Arif, Kötüköylü Ercan, Karakütüklü Şaban…
Hangi rüzgâr savurmuştu, hangi tipi sürüp getirmişti bilinmez. Bir de Abdalların Muhterem vardı sınıfımızda. İçimizde en gariban da o idi. Abdallar Mahallesinden gelirdi. Zurnacı Bağrıyanık’ın oğluydu. Meşhur bir zurnacıydı babası. İlçede herkes tanırdı onu. Muhterem’i de tanırlardı. Yaz tatillerinde babasının yanında köylere düğünlere giderdi. Babası gibi o da zurna çalardı. Düğün çalan, meclislerde oturan bu iri yarı abdal oğlu, ilkokulu nerede okumuştu, ortaokula nasıl, niye gelmişti, kimse bilmezdi.
Muhterem, kara yağız, kavruk tenli, bize göre uzun; boylu poslu bir oğlandı, yanakları tombul, gözleri üzüm karası… Zurna çalan parmakları etli, iriceydi. Aynı sırada otururduk. Ben onun ödevlerini yapardım, o da düğün çalıp geldiği haftalarda bana “kırık leblebi ve keçiboynuzu” alırdı. Bıyıklarımız daha terlememişti bizim. Ama Muhterem birkaç gün tıraş olmadığı zaman bıyıkları belirginleşir, pazartesi günleri İstiklal Marşının ardından hocaların hışmına uğrardı. Bıyıkları yüzünden bazı hocaların hiddetli tokatları çarpardı esmer yanaklarına. Sorguya çekerlerdi onu. Muhterem hep aynı cevapları verirdi. Kesin ve kısa cevaplar….
“Niye tıraş olmadın lan?”
“Cilet yok hocam.”
“Boğazlı kazak giymek yasak demedik mi?”
“Köyneğim yok hocam.”
“Ceketin niye yırtık?”
“Anam yok hocam.”
“Düğünlerde içiyor muşsun?”
“Tövbe, vallaha yok hocam…”
Hiç bir mazereti kabul görmezdi Muhterem’in. Her pazartesi; “pat, pat” iki tokat inerdi tombul yanaklarına. Hiç sarsılmazdı; umursamazdı. Elini bile siper etmezdi yüzüne. Suratını azdırır, hazır ol vaziyetinde bekler, tokadını yer, sakince sırasına geçerdi.
Sadece jileti, gömleği değil defteri, kalemi, kitabı, eşofmanı, flütü de olmazdı. Dayak yer, aşağılanır, horlanır ama yılmaz, inatla okula gelirdi. Babasını tanıyan, onun bir abdal oğlu olduğunu bilen hocalar pek ses çıkarmazlardı. Hatta teşvik ederlerdi Muhterem’i. Yazılılarda sağa sola bakarak yazmasına karışmazlardı pek. Sınıfı geçmesi için biraz da yüksek not verirlerdi. Ama ilçe dışından gelen, onu tanımayan hocalar, bir zulüm bulutu olur Muhterem’in üzerine yağarlardı.
“Sözlüye kalk Muhterem.”
“Efendim hocam.”
“Anlat bakalım Anzavur ayaklanmasını.”
“Anzavur, eee, Anzavur....”
“Otur, BİR!”
“Tahtaya çık Muhterem.”
“Buyur hocam.”
“Oku bakalım kunut duasını.”
“Allahümme inna… Allahümme inna…”
“Muhterem, sözlüye kalk bakalım.”
“Efendim hocam…”
“Gelmek fiilinin, şimdiki zamanın hikâyesi, ikinci tekil şahsa göre çekimini yap bakalım…”
Muhterem’in her ders “çektiğini” bilir, fazla çektirmezdi Yaşar Hoca, ipucu verir, cevabı kendi buldururdu…
“Ge-li- yor- sun…”
Hiçbir sorunun cevabını tam veremezdi, Türkçe dersi hariç sözlülerden hep “bir” alırdı Muhterem.
Yetişkin bir adamın hatları vardı yüzünde. Kaşlarını çatınca alnında derin çizgiler oluşurdu. Farklıydı. Duruşu, oturuşu, kalkışı diğer çocuklara hiç benzemezdi. Teneffüslerde yalnız gezerdi. Bizden üst sınıfta bir kıza dalardı gözleri. Ayakları o kızın olduğu tarafa götürürdü Muhterem’i. Yaklaşamaz, uzaktan bakar, uzaktan severdi. Bilirdik. O, bir şeyler anlatırken bir ihtiyar adam konuşurdu sanki. Hocaların anlattığı hiçbir şey sarmazdı onu. Sınıfın duvarları kuşatamazdı Muhterem’i. Derslerle de pek ilgilenmezdi. Çukur ayna, tümsek ayna, Frigyalılar, Urartular, çember, daire, üçgen… Vız gelir tırıs giderdi zihninden.
Nusret Hoca gelmeden önce, müzik dersimize, Türkçe hocası gelirdi. O, dilinden bal damlayan adam: Yaşar Bey. Müzik dersinde her birimiz birer türkü söylerdik. Kırk dakika bir su gibi akar; neşe içinde biterdi. Ne solfej ne nota ne de diyez, bemol… “Sol anahtarından hiç haberimiz yoktu. Yaşar Hocaya bir türkü söyledik mi, tüm kapılar kendiliğinden açılırdı. “Bir bölü birlik, bir bölü dörtlük, sekizlik, onaltılık….” Ne notalar, ne vuruşlar varmış, hiçbirini bilmezdik ama mutluyduk. Müzik deyince yanık bir türkü gelirdi aklımıza. Türküler gibiydi zaman, bazen şen şakrak, neşeli, bazen de dertli…
Nusret Hoca gelmeden önce, müzik dersinde en başarılı öğrenci Muhterem’di. Bize, diğer derslerdeki başarılarımıza göre bir not veren Yaşar Hoca, Muhterem’e cömert davranırdı. Muhterem o yanık sesiyle “aydooost!” diye bir bozlağa asılır; “on” alıp otururdu.
Muhterem hariç herkesin sadece bir türküsü vardı. Kilimcinin Murtaza, “Kızım sana fistan aldım vardı mı da vardı mı?” Nalbantların Bayram, “Bahçeye bider ektim de kız Meyrem, Meyrem,” Nurukâlerin Arif, “Bağa gel bostana gel” diye başlarlardı. Çoğumuzun türkülerini yarıda keserdi Yaşar Hoca. Muhterem, her hafta farklı bir türkü söylerdi. Onun türkülerini hiç kesmez, sonuna kadar dinlerdi. Bir başka olurdu onun türküleri:“Karadır bu bahtım kara, Ağ ellerin sala sala gelen yar…” Bazen hüzünlenirdi Yaşar Hoca. Bir türkü söylerdi ki Muhterem, yaralı, ölgün, içli bir türküydü. Bir ateş gibiydi ezgisi. Muhterem’in göğsünden kalkan yalım Yaşar Hocayı da sınıfı da yakardı. Hepimiz sessizce dinlerdik.
“İp attım ucu kaldı
Tarakta kücü kaldı.
Ben sevdim eller aldı
Yürekte acı kaldı.
***
Nusret Hoca’nın daha ilk derste estirdiği korku rüzgârı, köylerdeki analarımızı bile savurmuştu. Analarımız, gönülsüz de olsa birer flüt parası çıkarıp vermişlerdi o hafta…
İstanbulluydu Nusret Hoca. Havası, suyu, insanları, türküleri farklı şehirden. Kolayca telaffuz edemediğimiz “konservatuar” mezunuydu. Bu kelimeyi duyduğumuzda gözlerimiz nasıl da iri iri açılmıştı.
“Konservatuar!”
Gözleri çil maviydi Nusret Hoca’nın, gözleri donuk, mat, soğuk… Hiddetlenince, gözlerinde çok korkunç ve okunmaz ifadeler olurdu. O hiddetlenince, bakışlarımız sıraya çakılır, kafamızı kaldıramaz, gözlerine bakamazdık…
Müzik dersi vardı, flütlerimizi ve beş çizgili defterlerimizi alıp geldik o gün. Hoca tebeşir tozuna batırdığı bir ip ile tahtaya beş çizgi çekip çizgilerin baş tarafına bir de anahtar koydu. Sınıf bir mahpushane, o beş çizgi de demir parmaklıklara dönüştü birden. Ve o anahtar: “Sol anahtarı!” Hiç birimiz, hiçbir kapıyı aralayamadık onunla. Ritm, solfej, tam vuruş, yarım vuruş, ince re, kalın do, si bemol, fa diyez… Anlamsız çığlıklar ve flüt. Bir helke yoğurt parasına aldığımız o kâbus, rüyalarımıza giren o alet! O günden sonra ezgilerimiz yarım kaldı, türkülerimiz dilsiz…
İngilizceden, matematikten korkmazdık. Müzik dersi olduğu günler ise bir tedirginlik çökerdi üstümüze. “Nusret Hoca beni kaldırmasa” diye bildiğimiz tüm duaları okur; hatim indirirdik. Bir türkü söyleyip “yedi, sekiz, on” aldığımız günler, aah, o günler ki, sisler, dumanlar içinde kaybolan uzak hatıralar gibiydi. El yetmez, göz görmez hatıralar…
Nusret Hoca flütü öttürüp sorardı:
“Bu hangi ses?
“Fa.”
“Aç elini! ”
“Pat, pat, pat, pat.”
“Geç yerine, senin yerinde eşek olsa öğrenirdi.”
“Do, re, fa, bir vuruşluk, dört vuruşluk…” bir türlü tutturamazdık. Beyaz değnek elimize inip inip kalkardı. Elimizi yalayıp geçerdik sıramıza.
Bir bahar günüydü. Çarşambaydı. Analarımıza uğrayıp gelmiştik. Matematik dersinden yeni çıkmış, fa, sol, la sol, mi mi, re mi… bir şeyler ezberlemeye çalışıyorduk. Muhterem oralı bile değildi. Bize bakıp gülüyordu.
Nusret Hoca derse girdiğinde, sınıfın içine ölü toprağı serpildi. Derin bir sessizlik çöktü. Gözlerimizi kaçırdık hep birlikte. Muhterem ile ben orta sıralarda kafamızı önümüze eğdik; bir çift keklik gibi pustuk. Hoca flütü ile bir parça çaldı. Sonra melodisiyle birlikte söyledi.
“Oooooo, mavi bilye gibi dünyaaaaaaa!
Tüm dünyanın çocuklarııııııı!
Gelin oynayalıııııııııım.
Mavi bilyelerleeeee;
Dostluk kardeşlikleeeeeeeeeeeeee…”
Bu sözler hepimize bir tuhaf gelmişti. Zihnimizde hiçbir acıya, ateşe, ağıda, türküye karşılık gelmiyordu. Gülmek istiyor, korkudan gülemiyorduk. Yaşar Hoca olsa kahkahalar atardık. O da gülerdi bizimle.
Nusret Hoca şarkısını bitirdi ve anlamını bir türlü çözemediğimiz, belki de hiç çözemeyeceğimiz acayip seslerle bağırmaya başladı.
“Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
Muhterem usulca fısıldadı:
“Bu ne bağırıyo gurban olduğum? Göçün ardında kalmış deve köşeği gibi…”
Dudaklarımı ısırdım. Küçükken ağladığımda ebem söylerdi bu sözü. Muhterem de gülecekti. Kendimizi zor tutuyorduk. Muhterem’in gözlerinin içi parlıyordu. Yanaklarımız iyice gerilmişti. Korkmasak pıskıracak; kahkahayı basacaktık. Hoca fısıldadığımızı gördü. Korktum, tahtaya bakamıyordum. Muhterem de kaşlarını çatıp ciddileşti, yüzündeki ifadeler değişti. Nusret Hoca gözlerini ağarttı, gözlerinde çil mavisi iki bilye dönmeye başladı. Bakışları ürkütücü, soğuktu. Sınıfa şöyle bir göz gezdirdi. Bize doğru ilerledi. O gelirken küçüldük iyice, pustuk sıraya. Hoca, Muhterem’in ensesinden tutup.
“Tahtaya çık,” dedi.
Muhterem ölüm fermanı okunan bir mahkûm gibiydi. Tahtaya çıktı. Ceketinin altında gömleği yoktu. Bir kazak giymişti ve kravatı da çıplak boynuna bağlamıştı. Nusret Hoca, sağ elindeki flütü sopa gibi sallayıp sol eline vuruyordu. Muhterem’in önünde sağa sola gidip geldi, birden geriye döndü ve gürledi:
“Nerde flütün!”
“Flütüm yok hocam.”
“O zaman söyle!. Ooooooo mavi bilye gibi dünyaaaaaaaaa…”
Muhterem bir bozlağa asılır gibi asıldı.
“Ooooo….”
“Sus! Sus! İğrenç! Bu köylü türküsü mü be! Kes! Verin şuna bir flüt, al bakalım şu flütü. Çal! Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
Eline zurnayı alınca yanık yanık öttüren Muhterem’in, zurnanın deliklerinde ahenkle inip kalkan o iri parmakları, flütün üzerinde anlamsızca gezindi. Etli, tombul parmakları titriyordu. Avurtlarını şişirip bir iki daha denedi. Olmadı. Nusret Hoca artık yerinde duramıyordu. Zurnayı, “karadır bu bahtım kara, sözüm kar etmiyor yâre” diye acı acı inleten, zurnaya “eyvah, eyvah” dedirten Muhterem, bu küçük alete hiçbir şey söyletemiyordu.
Muhterem, “düürt, düürt” bir iki ses daha çıkardı ama Nusret Hoca’nın istediği sesler değildi. Hocanın gözleri döndü, iyice hiddetlendi:
“Çal ulaaan! Siiiiiii, la sol fa mi re do re siiiiiiiiii….”
“Düdüdüüt, düt, düdüdüt.”
“Olmuyor, olmuyor! Eşek bile…”
“Bunu çalamıyorum hocam.”
“Çalacaksın, çal!”
“Hocam zurna…zurna…”
Muhterem sözünü tamamlayamadı. Nusret Hoca, zurna kelimesini duyunca gözlerindeki mavilikler kayboldu. Çıldırdı, ağzından köpükler saçılıyordu:
“Zurna mı! Zurna mı ! Zurna…!
Elindeki flüt ile Muhterem’in kafası gözü neresi denk gelirse vurmaya başladı. Korkudan sıralarda eridik. Yapıştık sıralara. Kafamızı kaldırıp bakamıyorduk. Flüt, Muhterem’in başında ikiye ayrıldı. Flütün baş tarafı fırladı gitti. Yüzünde tokatlar patlıyordu. Muhterem bir heykel gibi hareketsiz duruyordu. Yanağına patlayan tokatlardan yılmıyor, sadece tokat inerken gözlerini kısıyordu. Hepimizin yüzleri gerilmişti, ağlayacaktık, ağlayamıyorduk. Muhterem’e vurulan tokatlar bizim de yüzümüze iniyordu. Hoca iyice azıttı. Kızlardan biri feryadı basıp ağlamaya başladı. Nusret Hoca birden kendine geldi. Durdu. Şaşkındı. Ne yaptığını bilmiyordu. Donuk mavi gözlerini sınıfa dikti. Burnundan soluyordu. Hiçbirimiz onun gözüne bakamıyorduk…
Muhterem, hocanın gözlerinin içine içine baktı, göz göze geldiler. Muhterem’in sesi boğuk, ağlamaklıydı. Ağlamadı. Boynundaki kravatı çıkardı. Usulca seslendi.
“Öfken geçti mi hocam,”dedi, sıraya doğru yavaş yavaş geldi. Yanıma oturacak sandım. Sıranın kenarına doğru çekildim. Sıranın gözünde bir tane defteri vardı. Eğilip defterini aldı, koltuğunun altına sıkıştırıp sınıfın kapısına doğru yürüdü. Kapıyı yavaşça açtı ve çıktı…
Ertesi gün, sonraki gün… Muhterem bir daha okula gelmedi. O, gömleği olmadığı için kravatı çıplak boynuna takan, düğün çalıp geldiğinde bize keçiboynuzu, kırık leblebi alan, üst sınıftaki çifte belikli kıza uzaktan bakan kara yağız yiğit oğlan yoktu… Sınıf eksik, onun oturduğu sıra garip, mahzundu.
Birkaç hafta sonra… Bir Çarşamba günüydü. Birkaç arkadaş yoğurt pazarında analarımızın yanına dikildik. Yoğurtlar satılacak, biz de harçlığımızı alıp okula gidecektik. Kıştı. Soğuk, ayaz… Muhterem’i gördüm. Sırtında bir çuvalla gidiyordu. Koşup çağırdım arkasından.
“Muhterem, Muhterem!”
Sırtındaki çuvalı indirmeden geriye döndü. Yüzüme baktı. Çuvalın sahibi de durdu. Cevabını bildiğim halde sordum.
“Muhterem okula niye gelmiyorsun?”
Bıyıkları iyice gürleşmişti. Bıyığının altından güldü. Bir cümle çıktı ağzından.
“Sabahın ayazında yüzüne gezdireyim müzük hocanızın!”
Donup kaldım. Yükün sahibi Muhteri’e seslendi:
“Haydi, sallanma oğlum, yürü…”
Umursamaz bir tavırla döndü ve yükünü taşıdığı adamın ardından iki büklüm yürüdü.
****
Atatürk’ün ilçeye gelişinin yıldönümüydü. Her yıl temsili bir karşılama yapılırdı. Davullar gümbür gümbür dövülür, zurnalar yiğitçe öter, halk o günü yaşıyormuşçasına meydana dökülürdü. Ortaokul öğrencileri, Atatürk heykelinin önünde sıraya dizilmiş bekliyorduk. Okul müdürü, ortalıkta telaşlı telaşlı koşturuyordu. Sıraları bozduğumuzu görünce yanımıza gelip bizi azarladı.
“Peynir kurdu gibi kaynaşmayın lan! Geçin sıranıza, sessiz durun!”
Okul müdürü sıkıntılıydı. Yanındaki Yaşar Hocaya yakınıyordu:
“Olmaz ki Yaşar Bey, vallahi yalvar-yakar zor getirdim Bağrıyanık’ı. -Küstüğüm dağın odunu yakmam- dedi, diretti. Gelmiyordu. Kaymakam Beye rezil olacaktık vallahi. Bağrıyanık’tan başkası da istediğimiz gibi çalamaz ki kardeşim. Yıllardır o çalar törenlerde. Ah, Nusret Hoca! Ne istedin garipten. Yaşar Bey, hatırlar mısın? Zavallı Bağrıyanık, nasıl da hevesle getirmişti oğlanı, okusun diye. Hangi birini söyleyeyim Yaşar Bey, elin İstanbullusu ne bilir bu garip Bozkırı! Burayı Beyoğlu sanıyor canım… Yine de kırmadı bizi, geldi adam… Bağrıyanık’ın yerinde ben olsam, gelmezdim vallahi… Garip bir abdal oğlu, ne bilsin notayı, flütü…”
Nusret Hoca yanımıza geldi az sonra. Beşerli sıraya dizilmiştik. Birkaçımızın elinde kâğıt bayraklar vardı. Nusret Hoca ceketinin düğmelerini iliklemiş, esas duruşta, önümüzdeydi. Onun korkusundan sırayı bozamıyorduk, put gibi bekliyorduk. Az ilerde zurnacı Bağrıyanık ve Muhterem de törenin başlamasını bekliyorlardı. Muhterem ile ara sıra göz göze geliyorduk. Artık özgürdü o, elini kolunu sallayıp bize gülüyordu. Ara sıra, başıyla Nusret Hoca’yı işaret ediyor ardından elindeki zurnayı gösteriyordu. Biz ona bakıp gülüyorduk. Biraz sonra:
“Vurun ustalar! Vurun!” diye bir ses duyuldu.
Atlılar, tören alanına doğru alkışlar arasında ilerliyordu. Davulcular davula gaydasıyla vurmaya başladılar. Bağrıyanık ve Muhterem avurtlarını doldurdular. Zurnaların dilinden bir karşılama havası başladı. Muhterem zurnasını bize karşı tutup var gücüyle üflüyor, Muhterem’in tombul iri elleri zurnanın deliklerini bir kapatıp bir açıyordu. Zurnaların inleyen sesindeki karşılama havası, meydandakilerin gönlünü coşturuyordu. Baba oğlun zurnaları öyle ahenkli ötüyordu ki, Nusret Hoca belki de ilk kez duyduğu bu sese kulak kabarttı. Hemen önünde, Bağrıyanık’ın yanında zurna çalan kara oğlanı iyice süzdü. Sağına soluna baktı ve Yaşar Hoca’nın yanına gelip hayretle sordu.
“Yaşar Bey, şu çocuk, şu, şu, zurna çalanı diyorum. Bizim öğrenci değil miydi?”
“Evet,” dedi Yaşar Hoca.
“Bu çocuk… Bu…”
“Flüt çalamayan oğlan,” dedi, güldü Yaşar Hoca.
Nusret Hocanın gözleri iri iri açıldı.
Muhterem kendini zurnanın sesine vermiş, gözlerini kapatmış, duluklarını şişirip şişirip boşaltıyordu.
Nusret Hoca hayretler içindeydi. Elini ağzına götürdü, gözlerini Muhterem’e dikti. Boş, anlamsız bakıyordu.
Muhterem babasına koşulmuş, aşk ile çalıyordu karşılama havasını…
BAHRİ USTA
Ali AKBAŞ’ a
Bozkırın serin gecesinde, titrek kandiller gibi yanıyordu yıldızlar. Uzaktan, koygun öten bir davul sesi geliyordu…
Birden, silah sesleriyle inledi, sarsıldı gece…
Düğün kâhyası Ali Çavuş, değneğine dayanıp telaşla ayağa kalktı:
“Eyvah!” dedi, “geliyorlar, gayın alayı geliyor!…”
Nice düğünler görmüştü Ali Çavuş… Çifte davul ile okuntucu karşılar, ağır misafirleri gönüller, yola salardı. Kaç kapıya gözü yaşlı, ak duvaklı gelin indirmiş, kaç delikanlıyı halvet gecesine uğurlamıştı. Silah seslerini duyunca endişelendi, sağa sola emirler yağdırmaya başladı:
“Gayın alayı geliyor! Gayfeciyi uyandırın, keyfanıyı çağırın gelsin, mezeciler mangalı yaksın, hızmatçılar dizilsin, abdalları yola çıkarın, hazır mı abdallar…?”
Ali Çavuş değneğini yere vura vura dolaştı, bir düzen verdi oğlanevine. Kimin ne yapacağını anlattı bir bir. Hizmetçilere bağırdı.
“Oğlanevinin elli metre ilerisine çıkarın davul zurnayı! Gelen gayın alayı! Yolda karşılamak gerek. Yarın gelin alacağız. Gelin kızın kardeşleri yolu yokuşa sürmesin. Haydi, yüzümü kara çıkarmayın gözünüzü seveyim…”
Gözleri iri iri açılmıştı Kâhya’nın. Değneğini sürüyerek davulcu Aslan ile zurnacı Ekrem’in yanına vardı:
“Aman ha!” dedi, “Kız evinin davulunu bastırın, gümbür gümbür vurun karşılama havasını. Aslan, gözüne gurban olayım, davulu Osman’ın önünde döv. Osman bu! Kedin de biliyon gurban olduğum. Huylu at gibidir Osman, önden geleni kapar, arkadan geleni teper…”
Ali Çavuş, oğlanevinin hizmetçilerini de davulun arkasına dizdi.
“Gelenlere yer gösterin,” dedi “Bir dediklerini iki etmeyin, hızmatta gusur olmasın uşaklar. Aman ha! Deli Osman’ın suyuna gidin gurbanınız olayım, düğün evini başımıza yıkmasın… ”
Gayın alayı alacaklı gibi gelirdi oğlan evine. Onları ağırlamak Ali Çavuş’un işiydi. Gayınların bitip tükenmez isteklerine boyun eğer, yaz günü aba, kış günü yaba, ağustosta kar, zemheride bar… ne isterlerse yapardı. Gelini sağ selamet almak için kalbur ile su taşır, mum alevinde çay kaynatırdı…
Davulcuyu, zurnacıyı, hizmetçileri gayın alayını karşılamak üzere yerleştiren Kâhya, değneğini sürüye sürüye geldi, ceviz ağacının gövdesine dayandı. Yüzünde gittikçe artan bir endişe vardı.
“Gayın alayı kapıya dayandı! İnce sazlar hazır mı?” diye yeniden gürledi ve tandır damına yöneldi.
Böyle kaç geceyi savuşturmuştu Bahri Usta. Dert ölçer, gam tartardı böyle akşamlarda. Ali Çavuş, tandır damının kapısını açar açmaz yekinip kalktı yerinden. Gözlerini Ali Çavuş’a dikti.
“Hazırık Ali Kâa, hazırık. Tasalanma gurban olduğum” dedi. Tandır damının kerpiç duvarına yaslanmış, başını omzuna düşürmüş uyuklayan oğluna seslendi.
“Tufan, gayın alayı geliyo, kalk delioğlan…” dedi, Ali Çavuş’a döndü:
“Ali Kâa, Allah yüzümüze bakar da gazasız belasız savuştururuk inşalla. Şimdi bu deli oğlanlar, bağdan boşanmış gibi girer oğlanevine. Yarın yüz yüze bakacağız demezler, kırıp dökerler ortalığı. Evelden beyle miydi gurban olduğum ağam. Ağalar da, ağanın uşakları da töreliydi. Oturaklı olurdu, ağır idi meclisler, Güççükler böyüğünü bilirdi. Aaah! Sözü gılıç gibi beyler vardı eskiden. Kan aksa, akan kanı keserlerdi bir çift sözünen… Düğünlerin de bir tadı tuzu vardı. Ağanın uşakları bir hoş oldu gayri. Babaları Dadaloğlu, Köroğlu, Kerem isterdi. Aşk ile tarardık sazın telini. Ne bozlaklar inilerdi sazın döşünde. Öyle meclisler kurulurdu ki, sabahlara kadar saz yanar, söz erirdi. Eskiden de vardı göönü yaralı gençler ama böyle uluorta değildi sevda. Sevdanın sırınan, gönülün birinen olacağını bilirdi eskiler. Şimdi…
“Şimdi değişti Bahri usta, nerde eski düğünler, nerde eski sevdalar…”
“Gurban olduğum Ali Kâa, yüzüm ayağıyın altında… Soydan sürüp gelmemiş mi bu deli uşak? Sanki o dedelerin torunları, o babaların oğulları değil bunlar. Ağalık vermeyinen, yiğitlik vurmayınan olur sanıyo bunlar. Hatire, gönüle değen olmazdı evvelden. Gönül bilen, gönül alan kalmadı… Aaaah! “Gırıldı beyler, paşalar, kellere galdı köşeler,” derdi babam…
“Haklısın Usta, ama töre bu, bin senedir sürüp gelmiş işte, boynumuzu eğeceğiz, başka çaremiz mi var…?”
Bahri Usta, işinin ehli, yüreğinin bir yanı ezelden yaralı bir abdaldı. Bir şahin gibi daldı mı sazın göğsüne, pençesinde inleyen tellerden hüzün kanatlanırdı. Yüreğini koyardı mızrabın önüne, gönlünü kanatırdı bozlak çalarken. Bahri Usta türkü söylerken, dudaklarını kapatan simsiyah bıyıklarının arkasında, yanık, ölgün bir ses inlerdi. Sol eli, sazın perdelerinde can çekişen bir kuş gibi çırpınır, sağ eli, yangın yerine dönen sazın göğsünde bir pervane gibi döner, döner, dönerdi… O saza vurunca, bir çift turna havalanırdı sevdalı yüreklerden…
Bahri Usta, oğlu Tufan’ı da hüzün hamurundan yoğurmuştu. Tufan daha çocuktu ama en zor havalar, bir gam seli gibi boşalırdı sazından. Bir çocuğun anasına sarıldığı gibi sarılırdı, kucağına sığmayan saza. Bahri Usta, onun saz çalışını gururla seyreder ve:
“Bu delioğlanın mızrabı kimselere benzemez,” derdi…
Tufan, babası saz çalarken, tor şahin gibi başını eğdirerek izlerdi onu. Babasının sustuğu yerden o başlardı. Ondan aldığı feryadı, küçücük yüreğinde yeni bir ateşle yakıp salardı meclislere…
Ali Çavuş:
“Ben gelenleri karşılayım, sen de hazır ol Bahri usta,” dedi ve çıktı.
Çileye girecek bir mürit gibiydi Bahri Usta. Teslim olmuştu. Yüzündeki derin çizgilerden bir efkâr okunuyordu. Sazını alıp bir giriş yaptı, Tufan’ın gözlerine baktı.
Tufan, babasının bir ses aradığını anladı. Kendi sazının tellerini taradı, ses verdi babasına. Sazları birlikte çaldılar bir müddet, sesler ahenkliydi, hazırdılar…
Silah sesleri, oğlan evinin kapısına kadar dayandı. Davul zurna sesleri, koyunun kuzuya karıştığı gibi karıştı birbirine. Zurnanın içli, yanık havaları pırıl pırıl yanan gökyüzüne dağılıyordu. Yıldızlar bir halaya durmuştu sanki. Halayın başındaki çoban yıldızı, mendilini sallayarak bir türkü tutturmuştu:
“Su gelir millendirir…”
Kızevinin davulu susar susmaz, oğlanevinin davulu, zurnası çalmaya başladı. Aslan, davulunu dizine yatırmış, halayın gaydasına kaptırmıştı kendini. Davulu, Deli Osman’ın ayaklarının dibine eğilerek çalıyor, çomağını ahenkle indirip kaldırıyordu… Davul, halaydakilerin ayakları havaya kalkıp yere indikçe güm güm inliyor, halay çekenlere yol gösteriyordu.
Gayın alayının önünde, havaya paralar saçarak bağıran Deli Osman’ın, ağzında dili dönmüyor, ne dediği hiç anlaşılmıyordu. Halaydan kopup sağa sola yaslanarak yürüdü, belinden silahını çekip şarjörü havaya boşalttı.
Osman’ı bu halde görenlerin endişesi bir kat daha artmıştı. Deve üstünde adam talardı Osman. Kendini taşıyamazdı. Birkaç kadeh içince, alçak dağlarla hesaplaşır, ulu yolları keserdi. Kârsızın biriydi ama babası zengin, yorganı da kalındı. Kağnının gölgesinde gider, gölgesinin koyuluğu ile övünürdü. Onun, akşamleyin kırıp döktükleri, sabahleyin unutulurdu. Osman bu halde gelince, meclisleri dağıtır, çok meclis de kendiliğinden dağılırdı.
Düğünlerin kadim keyfanısı Muhacir Kızı, pişirdiği yemekleri beğenmeyip dökmesine, yeniden kazan kurdurup yemek yaptırmasına şahit olmuştu kaç kez. Osman’ı karşısında görünce söylenmeye başladı.
“Ölümün görmediği gıran artığı! Dağ dayısı, tavşan emmisi bunun. Her gayın alayının başına bu geçer. Kelhüseyinler, buna hangı baştan garışır acep? Gurbanınız olayım beni gına-mayın. Bunu görünce cin atına biniyom. Boyu devrilesiceye güç guvat da yetmez şimdi… ”
Oğlanevinin çatal kapısından girer girmez elini havaya kaldırdı Osman. Bir nara atarak bağırdı.
“Gayın geldi ulaaan! Donatın masaları! Eğer bir arkadaşımın çehresi eğilirse, yakarım buraları! Sıpası yitmiş eşşek gibi anırtırım hepinizi. Kusur istemem ulan!
Zurnanın sesinde ahenkli bir yiğitleme inliyordu. Davul aralıksız gümbürdüyordu… Deli Osman, elleri ile işaret ederek susturdu davul zurnayı. Arkasındaki gençlere bağırdı:
”Biz gelmedik mi ulaaan”!
Gençler hep bir ağızdan Osman’ a cevap verdiler.
“Heeeeeeeey! Hey!”
Deli Osman, elini havadan indirir indirmez, davul zurna yeniden coşmuştu ki, davul zurnanın sesi aniden kesildi. Aslan’ın elindeki çomak, Osman’ın narasıyla havada dondu kaldı.
“Davulu buraya getiriiiiiin!”
Davulcu Aslan’ın çomak tutan kolu omzundan kırıldı sanki. Başına gelecekleri biliyordu. Ağır bir yükün altındaymış gibi ezildi. Gözlerini kısarak Osman’a baktı ve yalvaran bir sesle:
“Ağam ekmek teknesi, gulun oluyum, yarma davulu!” diyebildi.
“Getir ulan davulu!” diye kükredi Osman.
Davul Aslan’ın sırtında, çomak Deli Osman’ın elindeydi. Osman düşmana vurur gibi vurmaya başladı davulun göğsüne. Biraz önce davuldan çıkan o ahenkli ses, yerini anlamsız, kulakları tırmalayan kuru bir gürültüye bıraktı. Aslan gözlerini kısmış, yüzü acıyla kıvranıyor gibi gerilmişti. Osman, davulu değil Aslan’ın göğsünü dövüyordu. Aslan, çomak kendisine vuruluyormuş gibi acı çekiyordu.
Düğün Kâhyası Ali Çavuş, Aslan’ın acısını hissetmişti. Kalabalığın içine daldı. Osman’ın koluna girdi:
“Yiğit Osman’ım, sen ağasın, ağa adam davul mu çalar? Yarın, Osman abdallığa havaslanmış demez mi el âlem? Bırak, Aslan çalsın gurban olduğum,”dedi.
Osman, ele avuca sığar gibi değildi, bir işaret ile susturdu zurnayı ve parmağını havaya dikti:
“Davulcu, davulun üstünde oynayacak, oynansın ulan!” dedi ve bağırdı. “Davulcuya gaşşık verin.”
Sonra başını kaldırdı, gözlerini Zurnacı Ekrem’e dikti. Bir keklik gibi pustu Ekrem. Deli Osman, Zurnacıyı yakasından tutup sürükledi ve karşısına aldı:
“Sen de çal bakalım ‘bâd-ı saba’yı…”
Aslan, çaresiz davulunu yere koydu ve zurnanın bu kıvrak havası eşliğinde davulun üstüne çıktı. Yavrusuna basan ana gibi tedirgindi. Bir kekliğin kayada sektiği gibi sekip davulun üstünde oynamaya başladı. Davula zarar vermemek için nefesini tutuyor, kollarını yukarı kaldırıp boşluğa asılıyordu sanki. Davulun derisi, bir müddet sonra Aslan’ın ağırlığına dayanamayıp yarıldı. Aslan’ın ayakları, davulun yarılan derisinden içeri girdi. Aslan, yerde bir ölü gibi sessiz yatan davulun boş kasnağına acıyla bakakaldı. Davul değildi yarılan, Aslan’ın yüreğiydi…
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/avsar-imdat/cigdemleri-solan-bozkir-69499363/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.