Soğuk Rüya
Avşar İmdat
İmdat Avşar
Soğuk Rüya
ÖNSÖZ
İmdat Avşar günümüz Türk hikâyeciliğinde emin adımlarla zirveye yürüyen başarılı ve özgün bir hikâye yazarımız. Bu mübalağalı bir tespit değildir. Avşar, hikâyelerinin kurgusu, dili, üslubu, bakış açısı, muhtevası, yaklaşımı ile son derece özgün bir yazar. Onun en belirgin özelliği de tamamen bu iklimin, bu toprağın, bu milletin hikâyecisi olması. Edebiyat piyasasını dolduran bir sürü genel edebiyat ve özel “öykü!” dergilerini Müslüman Türk milletinin ruh köküne yabancı söz yığınları istilâ etmiş vaziyette. Yabancı ruhların Türk bedeninde dolaştığı bu vasatta İmdat Avşar hikâyesi, bir iç aydınlığıdır.
İmdat Avşar, daha çok öğretmenlik hatıralarına dayalı olarak kurguladığı hikâyelerinde Türk köyünün, kasabasının ya da büyük şehirlerin kenarlarına savrulmuş gariban ahalinin bütün hâlini, içini dışını, hayatını, duygu ve düşüncelerini; bundan öte perişanlığını alabildiğine canlı hayat sahneleri hâlinde sunma başarısını gösteriyor. Avşar, gariban Türk insanının dramını, daha çok insanı yok sayan kuralcı, kuru, şekilci, iskelet eğitim sistemi ortamından hareketle sergiler.
Günümüz Türk hikâyesinde gerçekçi Anadolu yaşantısını onun kadar canlı bir şekilde çizen başka bir hikâyeci yok.
Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında Anadolu hikâyesi denince ilk akla gelecek isimlerden biridir İmdat Avşar. Özellikle de Anadolu Türk’ünün “abdallar” denilen evlatlarının mahrumiyetleri içindeki asaletli kanaatkârlıklarının, hallerini sessizce ve tevekkülle karşılayan duruşlarının hikâyesini anlatan “Destancı Şaban’ıdır.
Avşar’ın hikâyelerinin anahtar kavramı, her şeyden önce “merhamet”tir. Onun bütün hikâye metinlerinin özü, ruhu, temel iletisi, amacı, ereği bizde merhamet duygusunun uyandırılmasıdır. Onun hikâyelerini hislenmeden, hatta ağlamadan okumak biraz zor.
İmdat Avşar, romantik hassasiyeti tamamen realist hayat tabloları içine yerleştirmesini biliyor. O, bütünüyle şahit olduğu, yaşadığı, gördüğü gerçek yaşantıları canlı ve dinamik resim tabloları hâlinde çiziyor. Hikâyelerinin mazlum, mağdur, mahrum, mecbur kişilerine sonsuz bir ana baba şefkatiyle yaklaşıyor. O, hikâye kişileriyle son derece samimi bir ruh hâliyle özdeşleşmesini biliyor, onlara sıcak, samimi, içten bir sevgi ile yaklaşıyor. Milletinin gariban, fukara, çaresiz, eli böğründe kalmış halkıyla bu kadar içten kucaklaşabilen, onların ıstırabını ruhunda bu kadar içten duyabilen başka bir hikâyeci ile tanışmadım. Sosyalist gerçekçi hikâyecilerin fakir fukara edebiyatı yapan metinlerinin soğukluğu, mekanikliği, yapmacıklığı, sahteliği karşısında İmdat Avşar’ın sahici merhamet edebiyatı içimizi birden sarıveriyor.
İmdat Avşar’ın hikâyelerinde öne çıkan temel unsur, insandır. Çevre tasvirleri, Türkçenin bütün kıvraklığı ile şakıması, olayların dinamik kurgusu; bütün bunlar, insanı vermek için birer araçtan ibaret. Aslında bakılırsa yazarın bütün hikâyelerinde tek bir tip vardır; o da İmdat Avşar’dır. Avşar, bütün hikâye kişilerinin bedenine girmiş, onların acısını kalbinde duyan bir ruhtur. Hikâye kişileriyle bu kadar özdeşleşebilen başka bir hikâyeci de görmedim. Yatılı okulların, köy çocuklarının yalnızlığını, ıssızlığını, soğukluğunu, şefkatsizliğini, dramını oralardaki çocuklardan daha fazla İmdat Avşar duyuyor. Avşar, sadece Anadolu Türk köylüsünün acısını duyurmuyor; aynı zamanda tam bir milli şuurla Azerî Türklerinin; özellikle Karabağ Türklerinin acılarına da tercüman oluyor.
Avşar hikâyesinin özgün yanlarından biri de, toplumsal gerçeklik ile tarihsel millî kültür birikimini son derece doğal bir yapıda, iç içe verebilme becerisidir. Ferdî ve toplumsal realite, onun hikâyelerinde millî Türk kültürü süzgecinden geçirilerek sunuluyor. Kuru ve soğuk bir çevre tasviri içinde ruhsuz ve sıradan bir olay anlatımı yok. O, toplumsal sorunları bile Türk millî kültür birikimine dayalı motiflerle organik bir yapı içinde sunmayı biliyor. Her şeyden önce Türkçemizin zengin folklorik derinliğini bütün çeşitliliği ve kıvraklığı ile kullanabiliyor. Mahallî ağız özellikleri, deyimler, atasözleri, kalıp ifadeler, yerel söz varlıkları, doğal konuşma üslubu son derece zengin, işlek ve verimli bir şekilde kullanılıyor. Onun hikâyeleri, Türk kültür tarihçileri için de bir hazine değerinde.
İmdat Avşar, en katı toplumsal sorunlarımızı sıcak bir masal havasında sunmayı biliyor. Okuyucuyu hikâyenin büyülü dünyasına çekmede son derece başarılı. Dış ve iç, tasvir ve tahlil, onun hikâyelerinde organik bir bütünlük içinde sunuluyor.
İmdat Avşar, dramatik ve trajik olanı zaman zaman hafif mizah adesesinden süzerek veriyor.
Hâsılı İmdat Avşar, günümüz Türk hikâyeciliğinde en sahih damarlardan biridir ve Türk edebiyatının zirveye yürüyen ismidir.
Prof. Dr. Nurullah Çetin
SOĞUK RÜYA[1 - Bu hikâye, 2011 Yılı Yunus Emre Anısına “Sevgi” konulu hikâye yarışmasında birincilik ödülü almıştır.]
Karanlık…
Geceyi ürperten; siyah boşluğun katran perdelerini yırtarak yankılanan hoyrat bir zil sesi…
İlk akşamdan beri kanatlanıp uçan poyraz, zil sesini dinliyor bir süre, kanatlarını salıp süzülüyor, duruyor bir an…
Pansiyon binasının beton duvarlarından taşan o ses, biraz ilerideki Cincavat Çayı’nın uğultusunu da bastırıyor ve bu deli çayın boz bulanık sularına karışarak sürükleniyor, kara bir yılan gibi akıp gidiyor geceye.
Zil sesinin ardından bir koşuşturma başlıyor koridorlarda. Beton zemini döven telaşlı takunya şıpırtıları, çıplak ayak sesleri ve çocuk fısıltılarını yutarak büyüyen dolapların, kapak gıcırtıları geliyor aşağı kattan.
Gündüzleri, zamanı dilim dilim bölen bu çığlık, on dakikalık bir teneffüs ya da kırk dakikalık bir ders; geceleri ise sessizliğe davet, “Koğuşlara gömülün!” çağrısı… Bu çağrıya boyun eğiyor bütün çocuklar. Zil sesine aşina hepsi, ne anlama geldiğini ezbere biliyorlar.
Birazdan ranzaların soğuk, gri demirlerine tutunup yataklarına çıkacaklar. Sükût içinde bir mezarlığa dönecek bütün koğuşlar. Yüzlerce çocuk, battaniyelere bürünüp ana sıcağından uzak, hazin bir uykuya dalacak.
Sonra bir kuş sağanağı başlayacak. Tedirgin kuşlar dönecek havada. Kaya güvercinleri, gök kumrular, yeşilbaş sunalar, telli turnalar, kız kuşları, üveyikler…
Kuş donunda kadınlar, kanat çırparak gelecek uzak dağ köylerinden. Önce pansiyon binasının çatısına konacaklar, sonra pencerelerin pervazlarına… Karanlıkta kuşlar çarpacak pencerelere. Kimi bulduğu küçücük bir boşluktan sessizce kanat salacak bir çocuğun düşüne, kimi ürkek bakışlarıyla sabaha dek dönüp duracak havada.
Tan ağarırken, yine bir zil sesiyle yataklardan sıçrayıp uyanacak çocuklar ve tüm kuşlar tedirgin olacak bu sesten. Uçup gidecekler karlı dağlara doğru.
Bir bir susuyor musluklar. Loş koridorlar su seslerini yutuyor. Yatakhanelerden yarı aydınlık koridora sızan cılız ışıklar da ayaz gecenin kolları arasında donup ölüyor.
Pansiyon binası karanlık, ıssız; koridorlar boş, sağır, dilsiz; duvarlar çıplak, duvarlar soğuk…
Belletici öğretmen odasındayım…
Yalnızlık…
Rüzgâr ağaçları örseleyip hışımla geçiyor pencerelerden…
***
İnsanı bir mengene gibi sıkan bu soğuk, kuru, bir ölünün benzi gibi soluk duvarlar arasında ne zaman nöbetçi kalsam, günün son ziliyle birlikte, daha ışıklar söner sönmez ihtiyar bir kadın tutuyor ellerimden. Ya annem ya ninem, seçemiyorum. Rüzgâr eteğini savuruyor o kadının, eteği yüzüme savruluyor. Bir elim onun elinde, bırakmıyor elimi. Arkasından koşuyorum.
Gidiyoruz, karanlığı yara yara gidiyoruz. O kadın, yıllar öncesine; duvarları kireç sıvalı, beş çocuklu kerpiç bir eve götürüp bırakıyor beni. O kerpiç evin en büyük oğlu, şiirler okuyor, masallar anlatıyor bana. Gözlerimi kapatıp, dinliyorum ve otuz yıl öteden gelen sesleri duyuyorum. Önce kırık dökük dizeler geçiyor kulaklarımdan: Kişneyen yağız atlar; şaklayan kırbaç; kıvrılan, bükülen, uzayan yollar, o yolların vardığı viran bir han ve o hanın duvarları, rüzgârın önünde kuru yapraklar gibi savrulan bir adam…
…Sonra yıllar ötesinden, zifiri karanlıklar içinden masal kahramanları sıyrılıp geliyor gözlerimin önüne, hepsini görüyorum. Uzansam dokunacağım. Su Sömüren, Seyrek Basan, Dağ Sallayan, Yer Dinleyen, yedi kat yerin altındaki Devler, Ağlayan Peri, Bahtsız Şehzade, kan ve irin akan Çatalçeşme, ulu ağaçlar, deli sular, kör kuyular, görkem saraylar ve kanatları göğü kaplayan Anka…
Bir mekâna koyamıyorum kendimi. Neredeyim bilmiyorum. Otuz güneş yılı uzunluğunda bir ipin ucuna bağlanıyorum. O ipin diğer ucu, el ulaşmaz, ses yetmez bir yere bağlı. Yıllar öncesine gidip gelen, büyük bir boşlukta ha bire salınan bir sarkacım…
Birden, geceleri o kerpiç evin odalarına huzur veren şiirler, masallar uzaklaşıyor, kayboluyor. Ben yapayalnız kalıyorum küçük odasında o evin. Sonra, sabah oluyor. Erkenden babamın elinden tutup gidiyor ağabeyim. Gidiyor. Ben elimi hiç bırakmayan ihtiyar kadının elinden kurtulup onların ardından koşuyorum. Mavi, kırık dökük bir minibüs toz duman içinde uzaklaşıyor.
“Ağabeyim gitti! Ağabeyim gitti!” diye yerlere yatıp ağlıyorum.
O ihtiyar kadın:
“Gelecek, ağlama!” diyor, avutmaya çalışıyor beni. Ona inanmıyorum.
Anamın, babama söylediği sitem dolu sözler çınlıyor kulaklarımda:
“Parmak kadar çocuğu gurbete atıp geldin.”
Cevap vermiyor babam.
“Ağabeyim niye gelmedi?” diye soruyorum her gece. Hep aynı cevabı veriyor ihtiyar kadın:
“Yatılı okula gitti, okul bitsin gelecek. Sen yat, uyu!”
…Ve sönüyor gaz lambası. Bir hayalet gibi çıkıp gidiyor ihtiyar kadın. Karanlık kol geziyor kerpiç evin bütün odalarında. Deli poyraz durmadan uğulduyor, sarsıyor pencereleri. Yer yatağına korkuyla girip yorganı başıma kadar çekiyorum. Ağaçları kökünden söken o Dev, dişlerini çarka verip geliyor az sonra ve yatağıma eğilip camları zangırdatan sesiyle soruyor:
“Kim uyudu, kim uyanıııık!?”
Uyusam, ses vermesem beni yiyecek o Dev. Sonra iri bir ağacı kökünden söküp dişlerini kurcalayacak. Dev’in dişleri arasından, kanlar içinde kollarım, bacaklarım dökülecek bir bir.
Dev, dişlerini birbirine sürtüyor. Gök gürlüyor sanki ve yeniden soruyor:
“Kim uyudu, kim uyanıııık!?”
Titreyerek, korkarak cevap veriyorum:
“Ebe! Eller uyudu, bir ben uyanık…”
Homurdanarak gidiyor Dev.
Ben yorganın altından başımı çıkarıp gözlerimi tavana dikiyorum. Odadaki eşyalar eğilip bükülüyor, şekil değiştiriyorlar aniden. Dev’in dişleri oluyor tavanda asılı duran anadut. Ocaktaki son közler, o Dev’in kanlı ağzı…
“İnsan eti kokuyooor! İnsan eti kokuyooor!” diye üzerime yürüyor Dev’in çocukları.
Ağabeyimi arıyorum. Döşeğimin sağ yanında bir boşluk… Ellerimle yastığı yokluyorum, yüreğimi sarsan bir yalnızlık bulaşıyor ellerime. Karanlık gecelerde beni korkulardan azat eden o ses yok.
Ellerimi o kızıl saçlı ihtiyar kadının ellerinden çözüp yavaşça belletici öğretmen odasına dönüyorum. Her şey yatılı okul oluyor birden. Bütün yalnızlıklar, korkular, hasretler… Sisler, dumanlar içinde, uzak bir gurbette buğulanıyor, buğulanıyor ve odama yağıyor. Ağlıyorum.
Karanlığı parçalayan o zil sesi hâlâ kulaklarımda. Koğuşların ışığı sönünce masaya bıraktığım kitap öylece duruyor. Kitaba gönülsüzce bakıp gözlerimi pencereye; uzak karanlıklara dikiyorum. Ne o ihtiyar kadın ne kerpiç ev ne yatılı okula giden ağabeyim ne de tozlu yollarında ağlayarak kaldığım o köy… Hiç biri yok. Hepsi koyu bir karanlıkta, eski bir zamanda kaybolup gitmiş. Koğuşlardaki çocukların kardeşlerini düşünüyorum. Bedenim yüz parçaya bölünüyor o an ve tike tike savruluyorum uzak dağ köylerine.
Gökte bulut tedirgin, yerde ağaçlar… Sert bir rüzgâr esiyor. Bulutlu geceyi hafifçe aydınlatan bir dolunay var. Bulutlardan sıyrıldığı zaman, Tekelti’nin zirvesinde; sarp kayalıklarda gümüşten bir taç gibi parlıyor. Gündüzleri, kardan gelinliğinin eteklerini ovaya seren Tekelti’nin yüzüne, siyah bir duvak gibi örtülmüş bulutlar. Pansiyon binasının camlarına kadar uzanan akasyanın ince dallarını birer birer yere indiren rüzgâr, inleyen bir tar gibi, gâh segâh gâh mugâm söyleyerek geçiyor pencerelerden. Üşüyor muyum, korkuyor muyum bilmiyorum. Gövdemde buzdan bir el yürüyor. Dişlerim birbirine vuruyor, ürperiyor titriyorum. Akasyanın dalları az ötedeki küçük söğüt ağacına doğru kırılacakmış gibi eğiliyor, yaslanıyor ve tekrar doğruluyor. Ne vakit deli poyraz esse bu akasya, hep küçük söğüt ağacıyla dertleşiyor. Belki de acelesi varmış gibi dörtnala koşan ve uğuldadıkça ağaçların ince, nazik dallarını tutam tutam yolup yere yığan rüzgârdan şikâyet ediyor. Kim bilir…
Odada geziniyorum. Birkaç adımda tükeniyor oda. Bir masa, bir yatak ve dört bir yan beton… Arşın arşın uzuyor gece ve ona eşlik eden bir hüzün büyüyor durmadan. Dirhem dirhem bölüyor beni yalnızlık. Masaya yöneliyorum ve yeniden kitabın sayfalarını çeviriyorum.
Babasını özleyen bir çocuk… Koğuşlardaki çocuklara benziyor. Direne direne köyün yakınındaki yüksek bir tepeye tırmanıyor. O tepe, zirvesi karlı, gümüş taçlı Tekelti olmalı. O tepeye bin bir umutla çıkan o çocuğa koşuluyorum. Onunla birlikte kevenlere, otlara tutunarak kan ter içinde zirveye varmak, elimi gözlerime siper edip uzak ufuklara; sisler içindeki göle; o gölde yüzen beyaz gemiye bakmak, babama el sallamak istiyorum…
Yok, olmuyor. Koğuşlardaki çocuklar çekiyor arkamdan. Kim bilir onlar hangi tepelere tırmanıyor, hangi yaylalara yürüyorlar. Kalkıyorum. Dışarıda uluyan rüzgâr ayazdan diliyle yalayıp geçiyor içimi. Sızlıyor içim. Aniden bacaklarımın dermanı kesiliveriyor. Tepeye çıkamıyorum. O çocuğu, kitabın sayfaları arasın bırakıp dönüyorum. Duvardaki saate gidiyor gözlerim. Gece yarısı… Dakikalar, ağır ağır bir sonraki günden dem almaya başlıyor.
“Öğrencileri son bir kez kontrol etmek gerek” diye söylenip koğuşlara doğru ağır, yorgun adımlarla yürümeye başlıyorum.
Üst kattan, kızlar koğuşundan gelen zil sesi kadar cırtlak bir kadın sesi…
Koridorlar, anne sesine hiç benzemeyen bu sesle uyanıyor, irkiliyor sanki. Nazan Hanım’ın dişlerinin gıcırtısı bile duyuluyor. Bir dev gibi homurdanıyor. Öfke, bir çocuğun suratına çarpıyor önce, sonra boş koridorlarda yankılanıyor:
“Sus! Zırlayıp durma! Gecenin bu saatinde nerden bulayım anneni! Şimdi doğru yatağa! Yürü! Gözüme görünme bir daha! Koyun kokusu, gübre kokusu eksik burada! Uyuyamazsın tabii!”
…
Çocuk bir şeyler anlatmaya çalışıyordu belki. Nazan Hanım birkaç saniye susup yeniden bağırıyor:
“Keees! Doğru odana! Çabuk!”
Nedense, Nazan Hanım ile beni aynı güne yazıyorlar, birlikte nöbet tutuyoruz her zaman, o, kızlar katında kalıyor bir gece, ben de erkekler katında. Nedendir bilmiyorum, daha çocuklar başını yastığa koymadan yatağa atıyor kendini Nazan Hanım, uyku bir karabasan gibi çöküyor gözlerine ve ışıklar söner sönmez de uykuya dalıp gidiyor. Anlaşılan bir çocuk ağlamasıyla bölünmüş uykusu. Hiddetli, öfkeli, kızgın… Azgın sular gibi gürlüyor, köpürüyor. Çocuklar bu selin karşısına çıkmamayı öğrenene kadar birkaç kez sulara kapılıyorlar.
Nazan Hanım, sanki bana da bağırıyor, öylece donup kalıyorum bir müddet. Sesler kesilince yeniden yürüyorum. Boş, sessiz koridorda yankılan ayak seslerim, mum ışığındaki eşyaların gölgesi gibi uzuyor, büyüyor. “Tak tak…” topuk seslerim çoğalıyor karanlıkta. Vehme kapılıyorum, sanki devler geliyor arkamdan. Ve birden dönüp arkama bakıyorum. Kimsecikler yok. Korkularım dağılıyor, düşüncelerim değişiyor birden ve daha diri, daha sert adımlarla yürüyorum. On an bir hapishanedeyim, sanki bir gardiyanım…
Bu okul, bu pansiyon, bu çıplak, soğuk duvarlar ve yüzü asık gardiyanlar… Kim bilir, yarı açık bir cezaevi burası, çocuklar da birer mahkûm…
Sabah erkenden kulaklarda testere gibi işleyen bir zil sesiyle bölünen uykular ve bir zil sesiyle başlayan mahpus hayatı…
Zil sesi…
Fırla yataklardan! Koş! Elini yüzünü yıka, üstünü başını giy, beşerli sıra ol, kahvaltı salonuna geç!
Çürük zeytin, ekşi peynir, metal bardakta soğumuş bir çay ve önceki günden kalma kuru ekmekler…
Sonra bir zil sesi daha…
Kitabını, defterini al, beşerli sıra ol! İki yıldır tamamlanmayan köprü inşaatına bakarak korkuyla geç iğreti, çürük tahtalar döşeli asma köprüden ve beş yüz metre ötedeki okula doğru sırayı bozmadan yürü!
Zil sesi…
Kırk dakikalık bir hücre hapsi: Üçgen, kare, dikdörtgen, alan, çevre, yükseklik… Kederi böl, hüznü çarp, özlemi topla, gurbeti çıkar…
Zil sesi…
Beş dakikalık hürriyet. Fakat hürriyet adına gittiğin her yerde: Koridorlarda, basamaklarda, bahçede… Eli değnekli gardiyanların çığlıkları:
“Burada bekleme!”
“Koşma!”
“Konuşma!”
“Aşağıya in!”
Daha aşağı iner inmez bir zil sesi daha ve bahçe gardiyanları:
“Zil çaldı!”
“Oturma!”
“Sallanma!”
“Konuşma!”
“Yukarı çık!”
“Sınıfa geç!”
Ve beş günlük bir talimden sonra açık görüş günleri…
Sabah erkenden pansiyonun bahçesine doluşan adamlar, kadınlar ve oğul veren arılar gibi uzak dağ köylerinden gelenleri, çepeçevre kuşatan gözleri mahmur oğullar, kızlar… Yolu kapalı köylerden, görüşe gelemeyen anne babaların, duvar diplerine çöken boynu bükük çocukları…
Yürüyorum. Nazan Hanım’ın dağıttığı düşüncelerimi bir türlü toparlayamıyorum. Nedense bulunduğum mekândan kilometrelerce uzağa düşüyorum hep.
Belki biraz sonra, bu koridorlarda, mazgallardan ellerini, başlarını uzatacak mahkûmlar. Mazgalların kapağını, parmaklıklara vurarak bağıracaklar, bir isyan başlayacak ve sesler birbirine karışacak:
“Annelerimizi istiyoruz!”
“Burada okumak istemiyoruz!”
…
101 numaralı koğuşun kapısında duruyorum. Bütün ışıklar sönmüş. Upuzun koridorun ortasında sadece bir lamba yanıyor. Koridoru iyice aydınlatamayan lambanın zayıf, körsen ışığı eşliğinde, koğuşa varıyorum. Kapının ağzındaki ranzalardan biri boş! Gözlerim büyüyor, bin bir düşünce, birbiri ardına çarpıyor zihnimin duvarlarına. Bu soğukta? Firar mı? Yapamazlar, daha çok küçükler. Ama…
El yordamı ile ilerliyorum, ranzalarda yatan çocuk mahkûmları yokluyorum tek tek. Az ötedeki ranzada, bir yastıkta, iki çocuk başına değiyor ellerim. Küçük bir çocuk, kendisinden bir iki yaş daha büyük bir çocuğun koynuna sokulmuş, uyuyor. Gülümsüyorum. Bir anda tüm korkuları rüzgâra veriyorum, dağıtıp savuruyorum yürek yiyen korkuyu. Ranzasından firar eden bu çocuk, bir eliyle yatağına sığındığı çocuğun elinden tutmuş. Işıklar sönünce korkuyor, biliyorum. Yatakta büzülüp diğer çocuğa iyice sokuluşu, onun okula daha yenice geldiğini anlatıyor.
“Bırak uyusun!” diyorum kendi kendime,“Belki ağabeyini özlemiştir…”
Bir sonraki koğuş…
Rüzgâr uluyor camlarda…
Kanat sesleri…
Tedirgin kuşlar dönüyor pervazlarda. Ben içeri girince ürküp havlandılar belki.
Bu koğuşta, ikinci kat ranzadaki yatağından iyice sarkmış bir çocuk… Adım gibi biliyorum. O an koşuyor, yemyeşil, mor çiçekli bir yaylada bu çocuk. Her yanı çayır, çimen, çiçek… Yanağında tatlı bir gülümseyiş var. Ara sıra arkasına bakarak koşuyor. Onu kovalayan diğer çocuklar yetişemiyorlar, belli… Yüzü geriliyor birden, ardından gelen çocuklar onu yakalayacak. O, şırıl şırıl akan bir derenin karşı kıyısına geçecek şimdi. Gülüyor, daha hızlı koşmaya başlıyor, yatakta debeleniyor, şimdi atlayacak…
Gözlerimi kapatıp bu çocuğun düşlerine giriyorum. Koşarak dere yatağına yaklaşıp onun namına karşı kıyıya atlıyorum. Bir kuş gibi hafif bedenim; uçuyorum, ayaklarım boşlukta. Başım dönüyor yüksekten, yere inmek istiyor inemiyorum. Yanı başımda çayır kuşları, ötleğenler, kırlangıçlar, kelebekler… Birden, vücudumun olanca ağırlığı ile yere düşüyorum. Düştüğüm yer o derenin kıyısındaki yemyeşil çimenlerin üstü değil. Sert, soğuk bir zemine çakılıyorum. Düşlerim bölünüyor aniden. Uyku sersemi gözlerimi, büyük bir karanlığa açıyorum. Sarı, kırmızı çiçekler, yeşil ekinler, mor sümbüller, kırlangıçlar, kelebekler yok. Az önce gökte pırıl pırıl yanan güneş de… Ilık ılık kan sızmaya başlıyor şakağımdan. Ellerimi alnıma götürüyorum, ellerim kan oluyor.
İkinci kat ranzadan düşmüş gibi acıyor şakağım, sızlıyor, zonkluyor… Çocuğun ranzadan sarkan başını tutup usulca yastığına yerleştiriyorum.
Koridorun sağındaki son koğuş…
Hıçkırıklara boğulan bir çocuk sesi…
“Anne! Annee!”
Kapının ağzına çakılıyorum o an, bekliyorum. Rüzgârın o korkulu sesinden ve ara sıra koğuştan gelen bu sesten başka hiçbir ses yok koridorda. Çocuk tekrar inliyor:
“Annee! Annee!”
Akasyanın yarı çıplak dallarının gölgesi düşüyor karşıdaki duvara. Duvardaki gölgeler, bir kadın silueti oluyor aniden. Kadının arkasında da küçük bir çocuk beliriyor. Omzunda bir tırpan var kadının, tırpanın ucunda azık torbası… Bir eliyle omzuna attığı tırpanı tutmuş kadın, diğer elinde bir testi var. Akasya eğildikçe gölgeler titriyor duvarda. Yürüyor, ardına bakmadan gidiyor kadın. Bu kadın, bu koğuşta ağlayan çocuğun annesi. Çocuk annesinin arkasından koşup bağırıyor. Duymuyor kadın. Akasyanın dalları titredikçe arayı açıp uzaklaşıyor, küçük tepeleri aşıyor gibi önce kaybolup sonra yeniden çıkıyor kadın. Rüzgâr uğuldadıkça eğiliyor küçük dal, çocuk tökezleyip düşüyor, yere kapaklanıyor sonra kalkıp tekrar koşuyor annesinin ardından. Küçük adımlarıyla yetişemiyor ona. Annesinin ardından ağlayarak bağırıyor:
“Annee! Annee!”
Belki de bu çocuğun düşünü görüyorum duvarda.
Ayaklarımın ucuna basarak giriyorum içeri, sesin geldiği tarafa yaklaşıyorum. Yastığa kapanmış bir çocuk. Omzundan tutup yavaşça çeviriyorum. Korkuyla doğruluyor yataktan, uyumuyor. Hıçkırarak ağlamaya başlıyor sonra. Sesimi iyice kısarak soruyorum:
“Niye uyumadım yavrum?”
Ağlayarak cevap veriyor:
“Anneee! An-nee! Annemi…”
“Tamam! Tamam! Ağlama, sus! Arkadaşların uyanacak şimdi. Madem uyuyamadın, kalk bakalım, kabanını giy, haydi, tak terliklerini, gel benimle!”
Diğer koğuşları bu çocukla beraber kontrol ediyoruz, sonra ben önde o arkada, belletici öğretmen odasına doğru yürüyoruz. Odaya girince, gözleri ışıktan rahatsız oluyor, bakamıyor gözlerime, içini çekip ağlıyor sürekli. Konuşmaları hıçkırığa boğuluyor, dedikleri zor anlaşılıyor.
“Ağlama bakalım! Ağlama, sus, adın ne senin?”
İçini çekerek, kekeleyerek cevaplıyor:
“Iııh, ııh… Mir Seyit.”
“Hangi köyden geldin Mir Seyit?”
“Aşağı Civanlı.”
“Kaçıncı sınıfta okuyorsun?”
“Üç.”
“Nazan Hanım’ın sınıfında mı?”
“Evet.”
“Buraya ne zaman geldin?”
“Dö, dö, dört gün oldu.”
“Niye diğer arkadaşların gibi okullar açıldığında gelmedin? Bak, alıştı onlar.”
“Ben köyde okuyordum.”
“Köyünüzde okul vardı demek, buraya niçin geldin Mir Seyit?”
“Okulumuz vardı, ıhıııı, ıhıı, ıhıı…”
Ağlamaktan konuşamıyor, sakinleştirip sorguya çekiyorum bu uyku firarisini:
“Ağlama Mir Seyit! Ağlama! Öğretmeniniz mi yok? Tayin olup gitti demek, öğretmeniniz gidince okulunuz da kapandı anlaşılan.”
“Yok, öğretmenimiz de vardı. Vardı, ııhıııı, ıhıı, ıhııh…”
Tıkanıyor, boğuluyor, kekeliyor, konuşamıyor Mir Seyit. Göğsü inip inip kalkıyor, bir bardak su veriyorum, yutkunarak içiyor.
“Ağlama Mir Seyit! Bak, birinci sınıfta okuyan çocuklar bile ağlamıyorlar artık. Ağlama, hadi anlat! Niye köyünüzde okumadın?”
“O, o, okulumuzu yaktılar! Öğretmenimiz öldü! Babam da… Iııhıhıhhhı!”
“Kim yaktı Mir Seyit? Kim öldür…”
“Babamı… Babamı…”
“Tamam, Mir Seyit, yeter, ağlama!”
…
Bir zemheri ayazı doluyor odaya. Kuru dallar gibi titriyor bedenim. Rüzgâr, olanca şiddetiyle çığlık atıyor kulaklarımda, fırtına oluyor, kasırgaya dönüyor. Ağaçlar yaprak yaprak savruluyor; dağlar taş taş eleniyor o an. Ulu dağlar, engin ovalar, serin yaylalar, Kurşun sesleri eşliğinde geçip gidiyor önümden. Tüm dereler kan olup akıyor içime. Mir Seyit’ dönüyorum:
“Mir Seyit, ağlama, hadi sus artık! Sen şimdi yat, uyu! Sabahleyin konuşalım, olur mu?”
“Hayır, ben orada uyumayacağım, ben bu okulda okumayacağım, ben köye gideceğim.”
“İstersen burada, bak, benim yatağımda uyu. Işığı da açık bırakırım, olur mu?”
“Hayır, ben uyumayacağım, köyümüze gideceğim.”
“Ama gece, gidilmez şimdi, hem yollar kapalı, yollar açılınca gönderirim seni, gidersin.”
“Hayır, sabah olunca gideceğim.”
Kolayca ikna olacak, yatıp uyuyacak gibi değil Mir Seyit. Emsallerine göre güçlü kuvvetli, iri iri elleri, ayakları… Bir dağ çocuğu Mir Seyit, onu uyutmak için bel vermez, medetsiz dağlara götürmek; sarı, mor çiçekli yaylalarda eğlemek; sarp kayalardan, asi derelerden geçirip kerpiç evli viran köylerde gezdirmek, iyice yormak gerekiyor…
“Mir Seyit, köyünüz buradan görünüyor mu?”
“Yok, görünmüyor, çok uzak…”
“Benim köyüm de çok uzak Mir Seyit” diye söyleniyorum kendi kendime.
“Köyünüzün dağları da mı görünmüyor Mir Seyit?”
“Onlar görünüyor.”
“Haydi, gel! Seninle üst kata çıkıp pencereden bakalım, köyünüz ne tarafta göster bana.”
“Tamam.”
Dördüncü kata çıkıyoruz. Sol yanımızda, gövdesi koyu bir karanlıkta yitmiş, karlı zirvesi ay ışığında parlayan ve karanlığın içinden bir buz kütlesi gibi yükselen Ağrı Dağı… Ağrı’nın yan tarafında ak saçlarını gökyüzüne doğru uzatmış Zor Dağları… Dağların koynunda tek tük ışıklar yanıyor. Yakın köylerden gelen köpek sesleri karışıyor rüzgârın sesine. Cincavat Çayı, bütün sesleri köpüklü sularına katıyor, tüm sesleri sürükleyerek uzaklara doğru götürüyor. Gözlerimi, olanca heybetiyle gecenin göğsünü yarıp göğe doğru yükselen Ağrı Dağı’ndan ayıramıyorum. O heybet çarpıyor beni. Dalıp gidiyorum. Mir Seyit usulca seslenip uyarıyor:
“Bu tarafta değil öğretmenim, bizim köy şu tarafta!”
“Haa, öyle mi?”
Başımı çevirip Mir Seyit’in boy verip büyüdüğü dağlara bakıyorum. Eliyle sağ taraftaki dağları gösteriyor:
“Bizim köy işte ooorda öğretmenim. Tekelti’nin arkasında. Kışın kimse gidemez bizim köye, arabalar çıkamaz. Bir de kestirme yol var ama at ile gidilir. Babam olsa o yoldan gelirdi. Yaz olsa ben de giderim oradan, ben korkmam hiç, yolu da biliyorum.”
“Üzülme Mir Seyit, bahar gelince gidersin. Bak, sizin köyün arabaları şuradan kalkıyor, seni arabaya bindiririz, gidersin.”
“Bizim köyün arabası yok ki. Herkes göçtü köyden, dört-beş tane ev kaldı.”
“Olsun, sizin köye yakın, diğer köylerin arabasına biner gidersin.”
“Ben Gaziler’e kadar arabayla gitsem, oradan köye gidebilirim, yakın.”
“Ama şimdi gidilmez Mir Seyit, bahar gelince…”
“Ama bahara daha çoook var.”
“Olsun, sen okula alışınca çabucak gelir.”
“Yok, çabucak gelmez.”
“Gelir, gelir, şu karlar erisin, hemen gelir.”
“Babam olsa, kışın bile at ile gelebilirdi. Babam ölmeseydi…” Yutkunarak devam ediyor, zor tamamlıyor sözlerini: “Bana bisiklet alacaktı…”
Cevap veremiyorum. Lafı dolaştırıyorum.
“Mir Seyit, yazın çok güzel oluyordur sizin köy, öyle değil mi?”
“Evet, ama kışın da güzel. Bizim köye bir gelseniz, çok güzel…”
Daha şimdiden yaylanın karını ayazını, kışını baharını, kurdunu kuşunu, çiçeğini, böceğini, otunu dikenini özlemiş, anlatıyor Mir Seyit. Altın çiçeği, mor süsen, kız kirpiği, gelincik, göğbaş, hezeran… Derelerde, tepelerde, kuytularda, koyaklarda boy verip çiçek açıyor. Devetabanı, kekik, yavşan, çoban yastığı… Tüm otlarla birlikte toprağı yarıp çıkıyor. Kangal, şeker dikeni, keven, çöven, köygöçüren, deveçökerten… Hiçbir diken batmıyor ayağına, köye doğru yürüyor, koşuyor tozlu yollarda… Ve kuşlar, dağların, yaylaların kuşları: Yeşilbaş sunalarla, altın renkli angutlarla, allı turnalarla iniyor sulara Mir Seyit ve bir kınalı keklik sürüsüne koşulup süzülüyor dağlardan.
Ağlamıyor artık ama gözleri hâlâ nemli, gözleri pırıl pırıl yanıyor Mir Seyit’in. Artık uyumaya razı olur diye düşünüyorum:
“Haydi, Mir Seyit, koğuşa, yatağına gidelim! Biraz da orada anlat!”
“Tamam, ama yazın bizim köye geleceksin!”
“Olur, gelirim.”
Basamaklardan hızlı hızlı iniyorum. Arkamdan terliklerini şıpırdatarak geliyor. Derin bir uykuda çocuklar. Koğuşa giriyoruz. Gri demirlere tutunarak yatağına çıkıyor, battaniyesini üstüne çekiyor Mir Seyit. Birkaç soru daha sorsam uyuyacak.
“Demek çok keklik oluyor sizin köyün dağlarında?”
“Evet, kar çok yağınca babam keklikleri canlı canlı yakalıyordu.”
“Öyle mi?”
“Tabii.”
“Nasıl? Keklikler uçmuyorlar mı?”
“Kar çok olunca uçamazlar kiii.”
“Anlat o zaman, baban keklikleri nasıl yakalıyordu?”
“Kar çok yağınca keklikler yem bulamıyorlar ya?”
“Evet.”
“Yem bulamayınca köye geliyorlar. Kanatları da kardan ıslanıyor. Kanatları ıslanınca uçamıyorlar. Babam keklikleri kovalayıp keklikler yorulunca da yakalıyordu. Babam olsaydı, bana bisiklet alacaktı öğretmenim…”
Yazın köye gidersem, beni babasının atına bindirecek Mir Seyit. Söz veriyor. Babasının çok güzel bir atı var. Ben ata binip dörtnala koşturacağım, o da bisikletine binecek, yarışacağız.
Sabah yaklaşıyor sanki. Geceden beri korkunun diliyle konuşan rüzgâr, susmaya hazırlanıyor. Sözleri seyrekleşiyor birden, göz kapakları ağırlaşıyor Mir Seyit’in, kanatları yorgun. Bedeni soğuk yatakta kalıyor, ruhu düşüyor yollara, dağların eteğindeki o köye doğru süzülüyor. Belki kar yağıyordur yaylalara. Taze karda bir keklik gibi batıp kalıyor Mir Seyit. Pencerenin pervazında dönüp duran bir üveyik süzülüyor koğuşa, Mir Seyit’in ranzasına konacak. Kapıyı açık bırakıp yavaşça çıkıyorum.
Mir Seyit’in gözleri, uzun süre gitmiyor gözlerimin önünden. Sanki karşımda… Odama giderken Mir Seyit’le konuşuyorum:
Alışacaksın Mir Seyit! Önce soğuk yataklara girecek, anasız uykulara dalacak ve korkulu düşler göreceksin. Bazen altını ıslatacaksın, vücudunun sıcaklığıyla kurutacaksın çamaşırlarını. Derste ekşi ekşi kokacak bedenin. Nazan Öğretmen seni tecrit edecek sınıftan, koğuşa gönderecek. Kendin yıkayacaksın çamaşırlarını, yani soğuk suya daldırıp çıkaracak, sıkıp sereceksin ranzanın demirlerine ya da kalorifer peteklerine. Bazen sevdiğin bir yemeğin tadı kalacak damağında, doymayacaksın. Biraz daha yemek isteyeceksin, yemek bitmiş olacak, vermeyecekler. Bazen boğazına dizilecek, yutamayacaksın lokmaları. Bir parça kuru ekmeği geveleyerek çıkacaksın yemekhaneden. Hastalanacaksın. Doktorsuz, hemşiresiz, kapısında revir yazan odada yatacaksın. Hangi ilacı ne zaman alacağını bilmeden yutacaksın hapları. Ciğerlerin sökülecek, öksüreceksin. Uykuların bölünecek zil sesleriyle, ürpererek uyanacaksın alaca karanlıklarda. Telaşlı, tedirgin koşuşturacaksın. Kar kapatacak tüm yolları, hafta sonları görüşüne gelemeyecek annen, duvarların dibinde boynu bükülü kalacaksın. Baban olsa gelirdi. Baban hiç gelmeyecek Mir Seyit. Yetimliğe alışacaksın.
Unutacaksın Mir Seyit! Kulaklarında uğuldayan kurşunların sesini, okulunuzun duvarlarına sıçrayan kanı, seni köyden koparan ve bu soğuk duvarlar arasına süren canavar yüzlü adamları unutacaksın. Belki öğretmeninin yüzünü de unutacaksın; ama silinmeyecek hafızandan o mor dağlar, çiçekli yaylalar ve babanın yüzü. Her bahar, her bayram bekleyeceksin. Bekle Mir Seyit, baban sana bisiklet getirecek!
Kar yağıyor, rüzgâr suskun. Ranzaya atıyorum kendimi. Sessizlik. Her saniye, büyük bir çana vurulan tokmak sanki. “Çıt, çıt, çıt…” Kalkıp duvardaki saatin pilini çıkarıyorum. Susuyor saat. Sağa sola dönüp duruyorum yatakta. Uykular uzak, uykular kaçak. Ezik, yıkık, yorgunum. Gözlerimi kapatıyorum. O ihtiyar kadının elleri, o kerpiç ev, yer yatağı, Aşağı Civanlı Köyü, Mir Seyit’in babası, kurşunlanan öğretmen, duvarlarına kan sıçrayan okul, o okuldan sürgün olan çocuklar ve Mir Seyit…
O gece tanıyorum Mir Seyit’i. Nöbetçi olduğum geceler bir bahane bulup odama geliyor. Konuşuyoruz. O kestirme yoldan köye gidiyoruz. Kuzuları, köpekleri seviyor; tayları, kara batan keklikleri kovalıyor; çiçek toplayıp kuşları seyrediyoruz. Sonra o bisikletine biniyor, ben de babasının atına… O pedal çeviriyor telaşla, ben atı mahmuzluyorum. Aşağı Civanlı’dan dereye inen bir yol var, o tozlu yolda yarışıyoruz.
***
Mart ayının başları… Hava ılık, bir cuma günü… Nöbetçiyim. Ovadaki badem ağaçları, kayısı ağaçları kırmızı tomurcuklarını yarıp bembeyaz çiçeğe durmuş. Esen yelde bir bahar kokusu var. Rüzgârın yönü değişmiş, artık salkım söğüt, akasyaya doğru eğiliyor.
Akşam etüdünden biraz sonra zil sesiyle koğuşlara çekiliyor çocuklar. Gelir diye bekliyorum ama o gece gelmiyor Mir Seyit. “O da alıştı” diyorum, gülümsüyorum.
Cumartesi sabahı erkenden kalkıyorum. Pansiyonun bahçesi her zamankinden daha kalabalık. Her on dakikada bir, pansiyon binasının bahçe kapısına bir köy dolmuşu duruyor. Dolmuştan inenler, yüzlerce çocuğun içinde kendi çocuklarını arayarak bahçeye doğru yürüyor, dolmuşlardan inenleri tanıyan çocuklar ise kapıya doğru sevinçle koşuşuyor. Her kadının, her adamın başında onlarca çocuk…
“Dağların karı sökmüş, yollar açılmış,” diye geçiriyorum içimden.
Pansiyon binasının kenarındaki lojmanda oturan öğretmenlerin çocukları da bahçede. Nazan Hanım’ın oğlu Tunç, bisiklet sürüyor, sekiz-on çocuk da bisikletin arkasından koşuşturuyor. Mir Seyit’i arıyor gözlerim. Az ileride, ziyaretçisinin gelmeyeceğini biliyor. Duvarın dibine çökmüş, elini yanağına dayamış, gözünü kırpmadan bisikleti izliyor.
Pansiyondaki çocuklardan bir bölümüne izin veriyorum, anneleri babaları ile birlikte, salıverilen birer mahkûm sevinciyle uzaklaşıyorlar. Kalan çocuklar, bahçede gezinip duruyor. Tunç, bisikletini bırakıp diğer çocuklarla birlikte koşup oynamaya başlıyor. Mir Seyit, oturduğu yerden kalkıp bisiklete doğru ilerliyor, bisikletin yanına çömelip oturuyor. Dokunmaya başlıyor bisiklete; direksiyonunu tutuyor, eliyle pervanesini döndürüyor, pedalını çeviriyor, seviyor, okşuyor bisikleti. Az sonra lojmanın penceresinden sarkan Nazan Hanım’ın sesi yükseliyor:
“Heeey! Çekil oradan geri zekâlı! Bırak o bisikleti! Tuuunç, Tuuunç! Bisikletini al ve çabuk eve gel, çabuk! Bir daha görmeyeceğim seni o çocukların içinde!”
Mir Seyit az önce oturduğu yere doğru yürüyor, Tunç direniyor, omuz silkiyor, gitmek istemiyor ama annesinin tehdit dolu sözlerine daha fazla dayanamıyor. Bisikletine binip lojmana doğru sürüyor. Mir Seyit duvarın dibine oturup Tunç’un arkasından uzun uzun bakıyor…
Akşamüstü, Cumartesi günü nöbetçi olan öğretmenler geliyorlar. Sıraya dizip sayıyorum çocukları, izin kâğıtlarını da… Eksik yok, nöbetçi öğretmenlere teslim ediyorum çocukları…
Pazartesi sabahı…
Öğretmenler odasında bir hengâme. Konuşulanlardan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum.
“Duydunuz mu?”
“Neyi?”
“Pazar günü, pansiyondan bir öğrenci kaçmış.”
“Çocuğu bulamamışlar!”
“Jandarma, köylerinin yakınlarına kadar gitmiş, her tarafı aramışlar, iz bile yokmuş.”
“Belki bulunur diye ailesine haber vermemişler.”
“O çocuğu tanıyorum, ziyaretine hiç kimse gelmezdi.”
Bu sözlerden sonra bir korku kaplıyor içimi, pencereden Tekelti Dağı’na doğru bakıyorum ve telaşlı bir soru dökülüyor dudaklarımdan:
“Hangi çocuk kaçmış, kim kaçmış?”
“Nazan Hanım’ın sınıfından…”
“Kim?”
“Herhâlde köyüne gitmek istemiş, adı da Mir Seyit imiş.”
“Mir Seyit mi?”
…
Pencerenin ağzında donup kalıyorum. Dilim tutuluyor, konuşamıyorum. Duyduklarım yalan olmalı ya da soğuk bir rüya…
Her kafadan bir ses geliyor ama artık konuşulanları duymuyorum. Okulun bahçesindeki yüzlerce çocuğu tek tek süzmeye başlıyorum. Hiçbiri Mir Seyit’e benzemiyor. İnanmıyorum. Sanki o öğrencilerin içinden çıkıp gelecek, sanki sınıfta adı okununca “Burada!” diyecek.
Okul müdürü geliyor. Yüzünde felaket habercisi bir ifade…
“Mir Seyit’i bulmuşlar.” diyor, “Donmuş.” Müdürün son söylediği kelimenin harfleri, birer bu kalıbı gibi tek tek dökülüyor ağzından.
…
Ben de donuyorum o an. Hiçbir baharın çözemeyeceği bir buz kütlesi oluyorum. Sanki binlerce insan var öğretmenler odasında. Sesler birbirine karışıyor. Kaçmak istiyorum odadan, kaçmak… Sınıfın duvarları üstüme üstüme geliyor. Ne kara tahta, tebeşir, kitap, defter, kalem ne de çocuklar… Sınıfta bir tek ben varım, bir de Mir Seyit’in hayali. Pencerenin önüne dikiliyorum, gözlerimi Tekelti’ye çevirip umutsuzca bakıyorum dağlara…
Tekelti’nin ak döşünde bir karartıya takılıyor gözlerim. Mir Seyit! Kestirme yoldan dağa doğru tırmanıyor. Güneş bulutların arasından sıyrılıp ölgün ışıklarıyla gülümsüyor ve hemen kayboluyor. Yukarı doğru çıktıkça, köye yaklaştıkça yüreği büyüyor Mir Seyit’in. Adımlarını sıklaştırıyor, daha hızlı yürümeye başlıyor.
Ak Toprak, Boğum Deresi, Tek Söğüt… Bir bir geçiyor Mir Seyit. Soğukbulak’a bir varsa, köy görünecek. Soğukbulak’ta, Kız Kayası’na çıkıp bağırsa, köye duyulur.
Hava kararmaya, rüzgâr ulumaya başlıyor aniden. Kar sepeliyor. Mir Seyit, bir karşısındaki dağa, bir de dönüp arkasına bakıyor. Ne şehir, ne okul, ne koğuşlar… Ellerini ağzına götürüp nefesiyle ısıtmaya çalışıyor ama nefesi de üşüyor Mir Seyit’in. Yüzüne kar taneleri savruluyor durmadan, yanakları acıyor.
Kız Kayası birkaç yüz metre önünde. Karlara bata çıka yürüyor ama dizlerinin dermanı kesiliyor o sıra. Ayaklarına tonlarca yük asılıyor sanki. Güçlükle Kız Kayası’nın dibine varıp kayanın duldasına sığınıyor. Ellerini, ayaklarını aramaya başlıyor. Elleri ayakları yok sanki. Hava iyice bulanıyor, kararıyor dört bir yan. Artık etrafındaki kayaları, ağaçları seçemiyor Mir Seyit. Uzaklardan köpek sesleri geliyor ve korkuyor, ağlamaya başlıyor. Yönünü köye doğru dönüp son bir umutla bağırıyor sonra:
“Anneee! Anneeeeee!”
Uğuldayan rüzgâr, Mir Seyit’in sesini de yutuyor. Mir Seyit’in boğuk sesi, tipiye karışıp kayboluyor. Korkuyla çıkıyor kayanın kovuğundan. Bir an önce köye varmak için karların içine atıyor kendini. Birden ayağı tökezliyor ve göğsüne kadar kara saplanıyor. Kanatları ıslanmış bir keklik gibi çırpınmaya, karın içinde debelenmeye başlıyor. Ayak parmaklarına, ellerine ılık bir su dökülüyor sonra, ısınıyor elleri ayakları. O sıcaklığı bütün vücudunu sarıyor sonra, hiç üşümüyor. Bir yaz günü, derenin kenarında çıplak ayaklarla koşuyor ve yorulup yemyeşil çimenlere uzanıyor. Ağır bir uyku basıyor gözlerini. Birden, çok uzaklardan gelen babasını fark ediyor Mir Seyit. Babası, elinde bir bisikletle ona doğru geliyor.
Kalkıyor yerinden Mir Seyit, babasına doğru koşuyor, koşuyor, koşuyor…
KARABAĞ KAÇKINLARI
Öğretmenevinin salonundan tar sesi geliyordu. Yürüsem, ana caddeye çıksam, uğultular içinde kaybolacaktı bu ses. Dalları, sokağa eğilmiş salkımsöğüdün altında durdum. Bu ses, bütün seslere hükmetti biraz sonra ve bütün sesleri tek tek sildi sokaktan. Önümde uçsuz bucaksız bir düzlük uzadı ve sisler, dumanlar içinde kayboldu şehir.
Kim bilir, hangi âşık yüreğinin yanık nağmelerini dökmüş bu tara, hangi yürek tutuşturmuştu bu nağmeleri. Bir yürek sızlaması bu ses ve binlerce feryat… Öylesine yanık, içli, ölgün öylesine bezgin, dertli… Dinledikçe, beni kendine çekti bu ses, dev bir dalga gibi yuttu beni ve ıssız bir sahile sürükledi. O sahilde bir tek ses vardı: Bu tarın sesi…
Dar sokaktan hızla geriye döndüm. O ahenkli ses, ılık bir rüzgâr gibi kuşattı tüm bedenimi, içimi delip geçti. Lodos değmiş kara döndüm, eridim. Sonra ateşler, alevler, korlar döküldü üstüme. Sesin geldiği yere doğru, bir yitiğini bulmuş gibi telaşlı adımlarla yürüdüm. Geç kalsam, çok ötelerden gelen bu ses bitecek, kaybolacak, eriyecekti. Dumanlar çekilecek, birbirine geçmiş şekilsiz, iğreti binalar, eğri büğrü yollar tekrar yığılacaktı önüme.
Basamakları ikişer ikişer çıktım, merdivenin başında durdum. Şah perdede titreyen, çırpınan bir mızrap, her makamda ayrı bir kedere batıyor, Şur, Segâh, Mugam makamında hüzünler, yürek zarında inleyen bir sese dönüyordu. Bu ses, yaylalardan ansızın inen bir sel gibi çağlayıp doldu içime. Sonra, tara eşlik eden, ince bir ses kolumdan tutup çekti. Salonun kapısına dayandım, içeri girmeye çekiniyordum.
Tar, ağır, hüzne batmış bir taksim yaptı ve bir mahnıya ses vermeye başladı. Tara eşlik eden o ince ses, tellerin yangınını, tellerde büyüyen, çoğalan hüznü söze dökmeye başladı. Tar, o sözlerin her bir hecesine eşlik ediyordu:
“Dost baaağıııııındaaa açılııııpdı güüüül, Güleee sarıııılıpdıı bülbül…”
Tar sustu. Salondan taşan yüksek ritimli bir nağara sesi, akordeonun ince, kıvrak sesine karıştı. O hüzünlü ses de coşkun bir aşk nağmesi oldu, bir çağrıya dönüştü:
“Mehribanım, Mehribaaaan gel oynaaa gül oynaaa. Gözeeel oğlan, göözel gıııız çal oyna…”
…Ve bütün sesler sustu. Bir anlık sükût kapladı salonu. Sonra, sitem dolu bir ses parçalayıp dağıttı o sükûtu:
“Olmur, e! Olmur! Olmuuuur!” Ay Özge! Bes, sen neynirsen? Oyuna hardan giripsen? Tamer! Hemişe sene demirem? Niye gızın gabağına varanda kollarını aşağı salırsan? Budu, bak, belece edeceksen.”
Kapıyı biraz daha aralayıp, ayaklarımın ucuna basarak içeri süzüldüm. Salondaki gençler pür dikkat, sitem eden sesin sahibini dinliyordu. Ufacık boylu bir adam… Sesi öyle buyurucu ki, birden “Sen ne geziyorsun burada, çık dışarı!” dese, hiç itiraz etmeden çıkıp savuşacağım. Salondaki o hüzün, o yangın, coşku, davet… Büyülü bir perdenin ardında kaldı. Salondakilerin hepsi, âdeta kendini parçalayan adamı dinliyordu. Bütün gözler ondaydı.
Sessizce çalgıcıların yanına iliştim. Akordeon çalan adam ayakta, akordeonu da boynundaydı. Nağaracı, nağarasını kucağına almış bekliyordu. Tar, onların yanındaki sandalyenin üstündeydi. Gövdesi sedef işlemeli bu tar, az önceki seslerin sahibi olmalıydı. Garip, melül, mahzun yatıyordu sandalyenin üstünde, bir uzak diyarda, gurbetteydi sanki. Galiba o ufak boylu adam çalıyordu bu tarı. Ya o hüzünle dolup sonra sokağa taşan yanık ses? Akordeoncu ve nağaracı da can kulağıyla, bu ufacık adamın söylediklerini, dinliyorlardı. Ufak boylu adam, gâh kızlara seslenip bin bir nazla, işveyle salınıyor; gâh erkeklere seslenip sert ve kıvrak hareketlerle alıcı kuşlar gibi dönüyor, kanatlanıyor, süzülüyordu. İlerlemiş yaşına rağmen işini samimiyetle, aşkla yapıyordu.
Başlarına siyah kalpaklar giymiş, deri çizmeleri diz kapaklarına kadar çıkan ve belleri hançerli delikanlılar, rengârenk ipekli şallar içinde, gözleri sürmeli, ceylan gibi genç kızlar… Hepsi bu adamın etrafında halka olmuştu.
Boylanıp bu adama baktım. Üzerinde uzunca bir ceket vardı. Ceket, adamın üstünde palto gibi duruyordu. Ceketinin kollarını, bileklerinden geriye doğru katlamıştı ama ceketin kolları hâlâ uzundu. Adam kollarını aşağı indirdiğinde birden elleri kayboluyor; bu uzun ceket, onun küçük kollarını yutuyordu. Sağ yanağında derince yara izleri vardı. Belki bu yüzden hafifçe uzattığı ve iyice ağarmış sakallarını kesmemişti. Sağ gözü, diğer gözünden epeyce iri gözüküyordu, sanki biraz dışarı doğru fırlamıştı. Beyaz saçları geriye doğru taranmıştı ve ikide bir kolunu çemreyip bir elini alnına götürüyor, saçlarını arkaya doğru sıvazlıyordu. Yüksek sesle bir şeyler anlatırken ağzının sol yanında altın bir diş parlıyordu. Bu altın diş, neredeyse siyahlaşmış, seyrek, dokunsan düşecekmiş gibi duran diğer dişlerinin arasında çok garip duruyordu. Yüzündeki ve alnındaki derin çizgiler, bu adamın dünyayı kaç yıldır adımladığından haber veriyordu.
Adam, herkesi uyarıp neler yapmaları gerektiğini bir bir anlattı:
“Yahşı? İndi baştan.” dedi yüksek sesle. Oturuşumu değiştirdim, toparlandım. Sanki bana da bir şeyler söylemişti bu adam. Sanki ben de bir şeyler yapacaktım.
Genç kızları, delikanlıları yeniden sahneye dizdi. Arkasına bakarak hızlı hızlı gelip tarı eline aldı ve oturdu. Sağa sola bir daha baktı, birden gözlerini bana dikti, bakışlarını üstümde gezdirdi bir süre. Yuvasından fırlamış iri gözünde, bir felaketin izleri vardı. İçim titredi. Sonra dönüp nağaracıya başıyla işaret etti ve tarı göğsüne bastırdı. Tara öyle bir sarıldı ki, bu adamla, bu tar arasında anlaşılmaz bir yakınlık, bir aşk, bir bağlılık vardı.
Herkes hazırdı, ben de… Nağara “düm tek, düm tek” bir ses verdi, adamın küçük elleri, tarın tellerinde dolaşmaya başladı. Akordeonun sesi çok derinden geliyordu. Yine o ağır hüzünlü parçayı terennüm etmeye başladılar.
Tar çalan adama daha yakından baktım. Dışarı doğru fırlayacakmış gibi duran gözü, boş anlamsız bakıyordu, o gözünün görmediğini fark ettim. Yakından bakınca, yüzündeki yara izlerinin çok derin olduğu anlaşılıyordu.
Sahnede ipekli giysiler içindeki kızlar, sahnenin ortasında, bir başka kızı daire içine almışlardı. Erkekler de onların çevresindeydi. Müzik başlar başlamaz kızlar, duru bir suda, kamışların arasında salınan sunalar gibi âdeta kayarak kenara çekildiler. Ortada ince, zarif, dal boylu bir kız kaldı. Birden, seri hareketlerle sahneye gelen delikanlı, o kızın etrafında dönmeye başladı. Yalvarırcasına hareketler yapan genç, bir şahin gibi kollarını iki yana salıp kızın etrafında kur yapıyordu. Kız, mavi ipekler içinde bir gök kumru, bir güvercindi. Öyle bir nazlanıyordu ki, erkek oyuncu, etrafına bakıp ellerini iki yana açıyor, bir çare arıyor, ara sıra ellerini yukarı kaldırıp Tanrıya yalvarıyordu. Kız, başından salınan tülün bir kenarı ile ağzını kapattı, eliyle oğlana “Git!” işareti yaptı. Oğlan kızdan uzaklaştı, hayalî bir aynaya bakıp süslendi, saçını başını düzeltti ve çevik hareketlerle yeniden kızın etrafında dönmeye başladı. Kız, duvağını açtı, güldü. O anda tarın hüzünlü sesi kayboldu, nağaranın ritmi hızlandı, akordeon coştu. O küçük adamın sesi de, coşkulu, davetkârdı:
“Mehribanım Mehribaaaan, gel oynaaaa, çal oyna. Gözeeel oğlan göözel kıııız çal oyna!”
Sahnede bir toy başladı. Delikanlı, nazlanan kızın elinden tuttu, diğer oyuncuların alkışları arasında sahnenin dört bir yanını dolaştılar. Sanki birlikte toya gelenleri selamlıyorlardı. Genç kızlar, delikanlılar, sahnenin dört yanından rengârenk bir sel olup aktılar, aktılar, aktılar…
Tarı bıraktı ufak boylu adam. Sahneye geldi.
“Besdi, yahşı!” dedi. “Yahşı, belece ey!”
Gençler, dışarı çıkarken uzun boylu, şık giyinmiş biri girdi içeri. Cebinden üç tane onluk çıkardı, çalgıcılara dağıttı. Tarcı boynunu eğip:
“Uşak hestedi.” dedi. “Derman alıp aparacağam, iki lira daha ver. Gelen hefte eksik verersen de.”
“Bana söylenen bu.” dedi adam. Başka para vermedi…
***
Sabah erkenden kapı zili çaldı. Hanım, mutfaktan bağırdı.
“Kapıya baaak!”
Kalktım, aceleyle kapıyı açtım. Yaşlı bir kadın, yanında da on yaşlarında bir kız çocuğu… Kız, -anası mı, ninesi mi- kadının eteğinden sıkıca yapışmıştı. Ben kapıyı açtığımda küçük kız, yüzünü kadının eteğine iyice gömdü. Uzunca bir beliği, beliğinin ucunda da rengi belirsiz bir kurdele… Kadın, buğulanan gözlerini kaçırdı benden. Gözlerinde anlaşılmaz bir tedirginlik vardı. Yazmasının ucunu, eliyle gözlerine götürdü. İnce, esmer, zayıf elini uzattı, boğulan bir sesle:
“Oğul” dedi, “Oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!”
Bu sözler, bir bıçak gibi saplandı yüreğime. Kanım içime aktı.
“İçeri gelseydin teyze!” dedim. “Gel, soğuk, çocuk da ısınır biraz.”
“Yoh, balam!” dedi. “Çoh sağ ol, gedek!”
İnce, zayıf, esmer elini kapatıp, apartman boşluğunun yarım aydınlığında, bir gölge gibi geriye döndü kadın. Kız da eteğe bağlıymış gibi, kadının savrulan eteğiyle birlikte dönüverdi. Kızın yüzünü hiç göremedim. Bir bahaneyle bu kızın gözlerini göreyim istedim, kapıdan sarkıp, ardından umutsuzca çağırdım.
“Küçük kız, adın ne senin?”
Kız dönüp bakmadı bile, kadının eteğine iyice sokuldu. Kadın, birkaç basamak aşağıdan seslendi, sesi bana kadar zor ulaştı ve soğuk duvarlara çarpıp kayboldu:
“Pünhane, balam.” Dedi. “Pünhane.”
Günlerce, gecelerce kızı düşündüm, geceler boyu konuştum o kızla:
“Pünhane! Gözlerin ne renkti senin? Ya ellerin, ellerin? O küçücük ayaklarınla mı kaçtın kurşunların, bombaların önünden? O küçük adımlarınla mı aştın dağları? Üşümedin mi Pünhane? Üşümedin mi? Yüzün niye çocuk yüzü değil, niçin bu kadar yanmış? Bombaların, kurşunların sesini duydu mu kulakların? Ya gözlerin, gözlerin ne renkti Pünhane? Akan kanı gördü mü o gözlerin? Kanlar sıçradı mı evinizin duvarlarına? Kanlar? Duvarların dibinde ağlayıp kaldın mı hiç? Bir ceylan gibi korkulu gözlerle kan içen sırtlanlara baktın mı? O zaman kaç yaşındaydın Pünhane? Okula gidiyor muydun? Ya kalemin, defterin, boyaların? Çizgi oynarken mi, tek ayağının üstünde sekerken mi düştü bombalar? Arkadaşların, arkadaşların öldü mü hiç Pünhane? Kana battı mı oyuncakların?”
Hiçbir gece, hiçbir soruyu cevaplamadı o kız, hiç bakmadı yüzüme, hiç görmedim gözlerini…
Gece, sulu sepken bir kar yağıyordu. Pencereden dışarı baktım. Gök gürledi, şimşekler çaktı ardı ardına. Belki şimşek değildi, uzak şehirlere, köylere bombalar yağıyordu. Ortalık önce aydınlandı ve tekrar zifiri bir karanlığa gömüldü. O bir anlık aydınlıkta, ışıklarla birlikte bir kız gelip karşımda durdu. Uzun bir beliği vardı, beliğinin ucunda da bir kurdele. Cama yaklaştıkça kayboldu yüzü. O uzak şehirlerden kaçmıştı belli. Islanmıştı, perişan, yorgun, korkulu, ürkek. Uzansam kızın ellerini tutacaktım. Ellerimi uzattım ama ellerim boşlukta asılı kaldı. Elimi tutmadı, elleri yoktu kızın. Kaşları, gözleri, ağzı, burnu, yanakları yok. Bir belik ve bir kurdeleden ibaretti bu kız. Kurdelesi kana batmıştı, kıpkırmızıydı. Yüzünde bir ışık parladı, beyaz bir ışık. Ve o belik de, o kurdele de eridi, kayboldu bu ışığın içinde. Kızın ardından, esmer, zayıf, bir el uzandı cama. O el, uzadı, uzadı, camı delip gözlerimin önüne kadar geldi. O kadının eliydi. O esmer, zayıf elden kan akmaya başladı. Sonra bu elin arkasında bir kadın silüeti belirdi. Karanlığın içinde koyu bir gölge gibi duran kadının da yüzü yoktu ama sesini duydum. Sesi çığlıktı:
“Oğul!” dedi. “Oğul, Garabağ gaçgınıyık, bir kömek eyle!”
***
Uyuyamadım, erkenden kalktım. İşe giderken apartmanın aksakalı Kelbayı kesti yolumu.
“Hoca!” dedi. “Apartmanın gapıcısı çekip gedip, daha gelmir, ca-van bir uşak tapmışam, indice bura gelecek. Sen danış onunla, apartmanın idarecisi sensen de hoca. Heberin yokdu? Dünen men yandırmışam gazanı.”
“Tamam, gelsin Kelbayı.” dedim. “Gelsin bakalım!”
Apartmanı, güya Kelbayı ile birlikte yönetiyorduk. Ben hesap işlerine bakardım, o da odun, kömür, temizlik, tamirat. Her ay bir bağırtı çökerdi bizim apartmana. Asansör bozulur, sular kesilir, elektrik tesisatı yanar, yakıt donar, kanalizasyon tıkanır, kapıcı parası ödenmez.
“Temeli bozuk bu binanın?” dedi, Kelbayı, “Bu sakalımdan utanıram, yoksa bunların hamını vereceksen gılıcın gabağına.”
“Az kaldı, bu kışı da atlatsaydık.” Dedim. “ İlk işim, başka bir yere taşınmak olacak.”
Biz Kelbayı ile konuşurken, ince, kara kuru bir genç yaklaştı.
“Gününüz heyr!” dedi.
“Uşak geldi hocam, bu uşak…” dedi Kelbayı.
Gelen, on beş on altı yaşlarında bir delikanlıydı. Sabahın seherinde gelip dikilmişti kapıya. Gözlerinden uyku akıyordu. İkide bir esneyip gözümün içine bakıyordu. Ben şaşkın süzüyordum çocuğun gözlerini. Birden kömür torbaları bindi sırtıma. Koca kovalarla, kazan dairesinden kül çıkarırken dizlerimin dermanı kesildi. Yığıldım kaldım bodrumun karanlık basamaklarında. Kazanı yakarken boğuldum isten, dumandan, azarladılar beni, kızdılar, sövdüler.
Dünyanın her hâlini görmüş koca Salman Dayı, dayanamamıştı bu apartmanın kahrına. Şerul’a gitmiş olmalıydı. Hep Şerul’dan bahsederdi. Üstelik her iş gelirdi Salman Dayı’nın elinden. Elektriği, suyu, kazanı kendisi tamir ederdi. Bu çocuk, daha yeni yetme bir delikanlı. Nasıl yapacaktı? Daha ana kuzusu bu çocuk! Soğuk sabahlarda nasıl uyanacak erkenden, nasıl yakacak kazanı, o ağır kovaları nasıl kaldıracak? Nasıl?
Umutsuzca sordum:
“Sen… Sen, yapabilir misin? Zordur.”
Çocuktan önce Kelbayı cevap verdi.
“Beli, cavan uşakdı de hoca, nece yapamaz? Men bu uşak kimin cavan olsam, taşı sıkıp un eyliyerdim ahı.”
“Daha çok genç Kelbayı, daha çocuk…”
Sözümü tamamlayamadan atıldı çocuk:
“Men bacararam abi!” dedi. “Ahı, bundan gabak başka binalarda da işlemişem.”
Olmaz deyip geri döndüremedim çocuğu. Bodruma indik. Her taraf is pis, kömür kokusu, nem kokusu… Köşede kapıcıların kaldığı derme çatma bir kulübe… Çürümüş, su sızdıran borular, birbirine eklenmiş, nerden gelip nereye gittiği belli olmayan elektrik kabloları, bir köşeye yığılmış büyük kömür torbaları, iri odun kütükleri…
Kelbayı’nın “taşı sıksa un eder, cavan uşak.” dediği çocuğa sordum.
“Adın ne delikanlı?”
“Seyfettin.”
“Seyfettin, sabah saat altıda kazanı yakacaksın! Odun, kömür burada.”
“Beli.”
“Saat yedide sıcak suyu vereceksin, su vanaları işte orada.”
“Beli!”
“Aman, dikkat et, yapamayacağın bir iş olursa elini sürme sen!”
Yapacaklarını anlattım, yüzlerce emir sıraladım Seyfettin’e:
“Yapacaksın, edeceksin, gideceksin, geleceksin, tutacaksın, atacaksın, yatacaksın, kalkacaksın! Tamam mı?”
“Beli, beli!”
Seyfettin kalacağı kulübeye baktı. Salman Dayı’dan kalma eski bir yorgan, tahta bir sedir, bir küçük tüp, iki bardak, isli bir tencere… Bir köşede el feneri, tornavida, yanmış elektrik sigortaları, pense, çekiç…
Seyfettin kalacağı yeri düzenlemeye koyuldu. Ben, insanı boğan, ezen, acı acı kokan bodrum katından yukarı çıktım, derin bir nefes aldım, Kelbayı’ya “Allahaısmarladık, çocuğa yardımcı ol!” deyip işyerine doğru yürüdüm.
***
Akşama doğru, evden aradılar.
“Çok soğuk, kaloriferler yanmıyor, elektrikler de kesik, nerdesin?”
Hava kararıyordu, kaloriferler çoktan yanmış olmalıydı. Acaba Seyfettin, daha ilk günden çekip gitmiş miydi? Acaba Seyfettin? İçime bir tedirginlik çöktü. Hemen arabaya binip eve geldim. Apartmanın girişinde Hacı Sevim Nene karşıladı beni, şikâyetlerini sıraladı:
“Ay oğul, donmuşuk ahı? Niye yanmır bu viran olası kalofer?”
“Bakarız Sevim Nene, yakarız şimdi, kapıcıyı yeni işe aldık, daha çok genç, belki yakamamıştır. Sen merak etme, hallederiz. Ben aşağı inip bir bakayım…”
Bodruma doğru birkaç basamak indim, yoğun bir küf kokusu vurdu yüzüme. Kapıyı iteledim, gıcırdayarak açıldı. İçerisi zifiri karanlık. Bir iki basamak daha indim. Bağırdım:
“Seyfettin! Seyfettin!”
Ses yok. İçerde hiçbir şey çalışmıyor. Ne hidrofor sesi, ne su sesi… “Seyfettin çekip gitmiş, haklı çocuk.” dedim içimden. Burada kim kalır ki? Eve çıkıp el fenerini aldım, tekrar aşağı indim.
“Seyfettin! Seyfettin!”
Kalorifer kazanına doğru birkaç adım attım. Kazan yanmıyordu ama kazanın önüne odun ve kömür yığılmıştı. “Yakacakmış ama vazgeçmiş, çekip gitmiş.” dedim içimden. Kulübeye yöneldim, feneri içeri tuttum. Kimse yok. Fener ışığını sağa sola çevirip etrafıma bakarken birden yan tarafımdan can havliyle inleyen, yalvaran, boğuk bir ses geldi. Ürperdim, geri çekildim.
“Abiii!”
Elimdeki feneri sesin geldiği tarafa tuttum. Karanlıkta parlayan iki göz… Boylu boyunca serilmiş çocuk. Sol elini ileri uzatmış, yardım diliyor. Güçlükle “Abiii!” dedi tekrar. Yerde yatıyordu Seyfettin. Sürünerek kapıya doğru gelmek istemiş, takati bitince de öylece kalmıştı. Az önce oradan geçerken nasıl fark etmemiştim? Seyfettin’in az ilerisinde yılan gibi kıvrılmış bir elektrik kablosu duruyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. Seyfettin’i kucakladım, sağa sola çarparak dışarı doğru fırladım. Zavallının cılız bedeni, yarı canlı, iki büklüm sallandı omzumda. Eli yüzü, üstü başı kömür karasıydı. Sırtımdan düşmesin diye iki elinden sıkıca tuttum. Sağ elinde garip bir soğukluk vardı, yüzünün sağ tarafı büzülmüştü. Bir şeyler demek istiyor ama konuşamıyor, inliyordu:
“Abiiii!”
Sevim Nene: “Ay guzum buna ne olup, e?” diye dizlerine vurarak geldi. Arabanın kapısını açıp bindirdim çocuğu. Bir çuval gibi yığıldı arabaya, başını tutamıyordu, koltuğa devrildi Seyfettin. Sevim Teyze:
“Cavan uşakdı, ay Allah sene tafşırmışam!” diye dualar döktü arkamızdan. Sevim Teyze’nin bağırtısına toplanan komşuların arasından hızla sürdüm arabayı.
Nereliydi bu çocuk? Hangi tipi savurmuştu buralara? Nerden gelip nereye gidiyordu? Kimin nesiydi? Cavan mıydı, çocuk muydu? Anası, babası kimdi?
Sabah dipdiri olan çocuğun şimdi yarı canlı bedeni ve bir de adı vardı: Seyfettin. Arabanın arkasında can çekişen bu yeni yetme, Allah’ım! Yaşayacak mı? İkide bir dönüp arkaya bakıyordum. İki kilometrelik yol uzadıkça uzadı. Yanlış mı gidiyordum? Hastane ne yandaydı? Bu şehir niye bu kadar değişmiş?
Hastaneye ne zaman vardım? Seyfettin’i nasıl kucaklayıp sedyeye attım? Serumu kim taktı? Hastane niye karanlıktı, hâlâ bodrumda mıydım? Bilmiyorum.
Nefesi tıkanıyordu, biraz sonra solunum cihazına bağladılar. Gözlerini açtı bir ara, uzaklara daldı önce, sonra, usulca kapattı gözlerini. Uyumuş muydu?
Ayakkabılarının biri siyah, biri kahverengiydi, hastanede fark ettim. Boynunda, siyah iple bağlanmış bir muska vardı. Elleri, yüzü, üstü başı, kömür karası, Yüzü… Allah’ım bir yanağı niçin böyle küçülmüş? Sağ yanağı zayıflamış, kurumuştu sanki. Doktor, “Ceketini çıkarın!” dedi. Hemşireler ceketini çıkardılar. Ceketin iç cebinden bez bir cüzdan ve cüzdanın içinden de bir kaç kâğıt parçası ile bir fotoğraf düştü yere. Seyfettin’e benzeyen bir gencin hafifçe gülümseyen siyah beyaz fotoğrafı… Uzaklara bakıyordu fotoğraftaki genç. Uzaklara, çok uzaklara… Cüzdanı, resmi ve üstünde adresler, numaralar yazılı kâğıtları topladım.
“Sağ yanı felç olmuş.” dedi doktor. “Şokta, kendine gelebilir ama zor…”
Neden sonra kıpırdadı, gözlerini açtı Seyfettin. Sağ eline baktı, sağ ayağına… Gözleri yaşardı, sessizce ağladı. Sağ yanı tutmuyordu fark etti bunu.
“Düzelecekmiş, doktor öyle söyledi.” Dedim. “Korkma!”
“Abiii!” dedi. “Atam… Atama heber veresin!”
“Burada mı baban! Nerede kalıyor? Eviniz nerde?”
“Valilik yolunda… Mektebin gabağında… Yaşıl bina, zirzemi…”
“Seyfettin, Seyfettin…”
Duymadı. Ancak birkaç kelime konuştu, nefesi kesildi, gözleri kapandı yine. Odadan çıktım. Söylediği adresi düşünüyordum. Tarif ettiği yerde bir tane okul vardı zaten, o büyük bina olmalıydı. Arabaya doğru yürüdüm. Arkamdan bir ses:
“Beyefendi bunun masrafları? Kaydetmemiz gerekiyor, adı soyadı ne bunun?”
Sadece adı vardı bu çocuğun, adından başka hiçbir şeyi yok. Kendi adımı söyledim. Bir serum parasıydı hayat. Tutmayan kol, bacak, bir muayene pahası… Hemşireye kimliğimi uzattım, “Sen kaydet, ben geliyorum.” dedim.
Sırtımda kara haberin tonlarca ağır yüküyle Seyfettin’in tarif ettiği yere geldim. Karşıma çıkan adama ne diyecektim? “Seyfettin’i elektrik çarptı, felç oldu. Zor!” Nasıl diyecektim? Ben nesi oluyordum bu insanların? Az sonra kapısını çalacağım insanlar kimdi?
Binaya girdim, ışığı yaktım, bodruma doğru inen basamaklardan yavaş yavaş aşağı yürüdüm. Üstten sızan sular duvarlarda kireçlemiş, beton duvarlar yer yer beyazlamıştı. Aşağıda eski püskü eşyalar, karton kutular, kırık koltuklar, sandalyeler… Işık söndü, ayaklarım bir şeylere takıldı, elimi duvara sürerek ilerledim. Az ötede tahta kapının aralığından cılız bir ışık sızıyordu. Kapının önüne dikildim. Kapıyı çalmaya korkuyordum, birkaç kez elimi uzatıp vazgeçtim. Acaba geri mi dönseydim? Ya çocuk uyanmazsa? Sonra tüm cesaretimi toplayıp kapıyı çaldım.
İçerden ayak sesleri geldi, kapı açıldı. Küçük bir kız açtı kapıyı. Odanın kapısı da açıktı ve odanın karşı duvarı görünüyordu. Kız, şaşkın şaşkın gözlerime baktı. Birden kayboldu kızın gözleri. Eli, ayağı, yüzü, tüm bedeni kayboldu. Kapıda eriyip kaybolan kızın beliği ve kurdelesi kaldı gözlerimin önünde. O anda bir kadın çıkıp geldi odadan. Esmer, zayıf bir kadın… Elleri tanıdık kadının, elleri, yorgun, elleri muhtaç… Bana baktı ve esmer, zayıf elleri iki yanına düştü. Küçük kız geriye dönüp yüzünü korkuyla gömdü bu kadının eteğine. İki suçlu gibiydik. Kadın da konuşamadı ben de… Odanın karşı duvarına ilişti gözüm. Duvarda, gövdesi sedef işlemeli bir tar asılıydı. Tarın yanında, ortasında ay yıldız olan mavi, yeşil, kırmızı renkli bir bayrak ve siyah beyaz bir fotoğraf… Seyfettin’in cüzdanındaki fotoğraf! Bir adam sesi geldi karşı odadan, az sonra, o ufak boylu, yüzünün bir yanı yaralı, bir gözü kör, tar çalan o adam çıktı. Adam odadan çıktığında küçük bir çocuk ağladı arkasından.
Söyleyeceklerim boğazıma dizildi. Kekeledim, yutkundum, konuşamadım.
“Seyfettin.” dedim. “Seyfettin, basamaklardan düşmüş, yaralanmış, korkmayın, hastanede şimdi.”
Yüzümdeki endişeden bir felaket sezdi kadın, iki elini havaya açıp yalvardı:
“Seyfettin! Seyfettin! Düzünü de, ay oğul! Ne olup e?”
Adam söylediklerime inanmak ister gibiydi, kadına döndü:
“Bir şey olmayıp deyir, işitmedin? Tez ele, gıza heber ver, gelsin uşakların başında dursun!” dedi.
Kadın:
“Birini Garabağ’a bastırdım, ay Allah! Bunu mene bağışla!” dedi, sinesini döverek çıktı.
İçeri girdik. İçerdeki çocuk sürekli ağlıyordu. Herhâlde bu çocuğa ilaç alacaktı tar çalan adam. Kurdeleli kız, küçük kardeşini avutmaya çalışıyordu. Bir ateş kütlesi geçmişti kızın yüzünden, yanmıştı yüzü, yüzü yoktu. Adam çaresiz dolanıyordu odada.
“Gideceği yer uzak mıydı? Keşke arabayla götürseydim teyzeyi?” dedim.
“Irak değil, yakındı.” dedi. “Kızımı burada ere vermişem, indi geler.”
O soğuk, o perişan odanın duvarları üstüme üstüme geldi. Oda çöküyor, duvarlar üstüme yıkılıyordu. Duvarda, fotoğraftaki genç, uzaklara dikmişti gözlerini. O genç, birden o resim çerçevesinden ellerini çıkardı, ellerini görüyordum. Yanı başına asılmış tarı aldı, tar acı acı inlemeye başladı. Tarın sesi, ağlayan çocuğun sesi, yıkılan duvarların sesi… Duvardaki bayrağın renkleri, eridi, sarardı, soldu. O bayrak, tutsaktı, kıpırdayamıyordu, sanki bir rüzgâr bekliyordu. Tarın sesinde, çok uzaklardan gelen bir Karabağ Şikestesi vardı, duyuyordum.
Adam bana hiçbir şey sormuyor, ben hiçbir şey söyleyemiyordum. Zaman durdu, saatler dondu kaldı, her dakika bir yıl oldu.
Koridordan telaşı sesler geldi, kapı açıldı. Odaya kadın girdi önce, ardından iri gözleriyle dünyalar güzeli bir genç kız ve iri yarı, kırk-kırk beş yaşlarında bir adam… O iri yarı adam bu kızın ‘eri’ olmalıydı. Birden o genç kız, bir ormanda sırtlanların kovaladığı bir ceylan oldu, kayalardan koyaklardan sekerek can havliyle koştu, koştu. Kurtuldu sırtlanların elinden. Adım atacak takati kalmamıştı ki, bir kurt peyda oldu başucunda ve ceylan kurdun ayakları altına yuvarlandı, teslim oldu çaresiz.
Genç kız ağlayan çocuğu bağrına bastı. Diğer kız, ablasının eteğine sarıldı. Duvarlar hâlâ çatırdıyor, tar hâlâ çalıyordu. Bayrak ‘ne ise’ bir şeyleri bekliyordu.
Odadan çıktık.
Arabada kadın, ağlıyor, adam hiç konuşmuyordu. Ben o genç kızı düşünüyordum. Kim bilir, Karabağ’da ikrar verdiği bir genç vardı, o genç de kör bir kurşunla yıkılmış, bu kızın umutları, kavli, ikrarı kana bulanmıştı. Kaç kez ceylan gözlerini yatırıp ıraklara bakmış, yol gözlemişti…
Hastaneye geldik. Seyfettin hâlâ gözlerini açmamış. Solunum cihazını da çıkarmışlar. Ben giderken konuşuyordu, arada bir gözlerini açıyordu, şimdi nefes de almıyordu.
Hemşire bir kâğıt uzattı bana, hiçbir şey olmamış gibiydi sesi:
“Öldü.” dedi. “İmzalayın!”
Adam da kadın da o cılız bedenin üstüne kapandı. Hastanenin ilaç kokulu koridorlarında yürekleri dağlayan bir ses yankılandı:
“Seyfettin! Seyfettin!”
O ses, büyüdü, değişti, taştı hastaneden. Önce şehre dağıldı, şehrin bütün camlarına çarptı, sonra tekmil ufukları tuttu bu ses ve tüm dünyaya yayıldı:
“… Garabağ gaçgınıyık…!”
ŞEHNAZ HANIM KOLEJİ[2 - Bu hikâye, 2009 yılında düzenlenen Abbas Sayar anısına hikâye yarışmasında birincilik ödülü almıştır.]
Türkülerimizin gür sesi B.Bilge Tokel’e…
Benzi soluk bir eylül…
Öğretmenler odasındayız…
Kimler yok ki odada… Maarif davamızın yılmaz, yıkılmaz, sarsılmaz neferleri, fırtına önünde gazel gibi bir sürgünden bir sürgüne savrulmuş ülkü erleri, halk önderleri, Mayıs’ta ihtilaller, Eylül’de darbeler, Mart’ta muhtıralar, rüyalarında hep postallar görmüş ağabeylerimiz; dağlar kucağındaki yolsuz köylere katır sırtında heybe heybe kitap, elektriksiz köylere bilim aydınlığı taşımış, üç yılda bir rotasyona uğrayıp yedi bölge dört iklimi dolaşmış ablalarımız ve onların yürek dağlayan hatıraları ile büyüyen, idealden yoksun eylül çocukları, yani biz, genç öğretmenler…
Bir kenar mahallede bizim okul. Kavruk tenli, karayağız, zayıf, cılız, saçları kirpi dikeni gibi çocuklar okur. Dört bir yanındaki evler gibi yıkık, dökük, perişan. Giriş kapısının üstünde yıllar önce asılmış, mermere hak edilmiş iri harfleri bile okunamayan, kocaman bir tabela var. Tabeladaki yazılar zaman yağmurunda ıslanmış, sularla akıp gitmiş, okulun adı bile yok. Sıvaları çatlak, topraktan yeni sökülmüş bir ağacın köklerine benzer duvarlar. Duvarların boyası da çoktan renk vermiş, solmuş, bozarmış, ölüm döşeğinde bir hastanın yüzü gibi soluk, cansız. Sınıf kapıları, çoğu yuvasından çıkmış, eğilmiş menteşeleri ile bir ihtiyarın ağzında sallanan çürük dişler gibi. Camlar delik deşik, pencerelerin bir kısmı, boş çerçevelerden ibaret. Bel vermiş çatı, kiremitler ufalanmış, tüyleri yolunmuş bir cılız tavuğu andırır. Civcivler gelince şenlenir, palazlanır…
Bilgi yarışmaları, proje, resim, kompozisyon yarışmaları… Yerimiz önceden belli, hep sonuncu oluruz, sürünün en arkasından geliriz ama müzik yarışmalarında rakibimiz yok. Müzik öğretmenimiz de yok, olsun, tüm ‘abdal uşakları’ bizim okulda ya… Kavruk yüzlü, yağız tenli uşaklar saz, keman, davul, zurna… Evde ne varsa kapıp gelirler. Bozlak, kırık hava, halay… O yanık sesleriyle bir türküye başladılar mı, karşımızda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası bile duramaz. ‘Cürü’yü sallar, sarsar bizim uşaklar! ‘Cürü’ üyeleri, sazın göğsünde, vurulmuş bir serçe gibi çırpınan, perdelerde keklik gibi seken çatlak derili elleri, kemanın tellerinde ahenkle dolaşan küçücük parmakları, davulların gergin derisine yek ahenk inen çomakları, çocukların ciğerinden kopan nefes ile yanık yanık öten zurnaları görünce donup kalırlar ve ne kadar puan varsa bize verirler…
***
Derslerin başlamasına hayli zaman var, ilk haftası Eylül’ün. Mücadeleci, direnişçi ağabeylerimiz, ablalarımız ve ‘Eylül’ün’ ürettiği ‘Sev-gençler’ tam kadro okuldayız. Öğretmenler odasında, aksak ayağının altında koca bir tuğla olan upuzun masada, kalın kitaplar, çarşaf çarşaf yıllık plan kâğıtları, kırmızı, mavi kalemler…
Bayram Ağabey ve Süleyman Ağabey, iki eski hasım… ‘Eylül öncesi’ hatıralarını anlatıyorlar. Onlar okulun aksakalları, onlar abi, onlar büyük; hatta Türk büyüğü sayılır ikisi de. Hangisinin yüz birinci, hangisinin yüz ikinci Türk büyüğü olduğu ise hâlâ tartışmalı, hâlâ belirsiz, muallâkta…
Bayram Ağabey çenesine doğru sarkıtır gür bıyıklarını, uçlarından iki eliyle kavrar, yukarı doğru kıvırır boş kaldığında. Kasap çengeli gibi durur bıyıkları. En son otuz yıl önce, devrimciliğe adım attığı yıl görmüşler Süleyman Ağabey’in üst dudağını. Bıyıklarını alt dudaklarıyla ıslatır, nemlendirir, kıvama getirir, sonra dişler, geveler bıyıklarını. Bir de su içtiğinde sağ elini üst dudağına bastırır, bıyıklarına takılıp kalan suyu, ağzının içine doğru birkaç kere sıvazlar…
Deprem yedi yüz kilometre ötede, Erzincan’da olsa da Müdürümüz, ‘afet bölgesi’ kapsamına aldırmaya çalışıyor okulu. Bayındırlık raporları, imar raporları, itfaiye, hıfzıssıhha, depreme mukavemet raporları… Sabah erkenden, koltuğuna iki klasör sıkıştırıp gitti, daha gelmez bu gün. Yarın sabah, “Bastım istifayı!” diye, ‘en son’ istifa dilekçesinin fotokopisini gösterir bize, hepimizi öper, vedalaşır, son kez okula döner: “Yıkıl ulan! Yıkıl!” der, çekip gider ama yüreği yufkadır, bizi boynu bükük bırakamaz, ertesi gün en erken o gelir ve söve söve yüklenir klasörleri.
Ablalarımız, akşamki diziyi bitirememişler. Kör olasıca ‘Eduardo’ya, hâkim tepeden top atışı yapıyorlar. Dört koldan hücum eden bataryalarının namlularından ateş püskürüyor. Kara bahtına üzülüyorlar ‘Mariana’nın ve analık elinde büyüyen ‘Betito’ya ağıtlar yakıp gıyabında yas tutuyorlar. Öğretmenler odasının bir köşesinde kafa kafaya vermiş ablalarımız, mesele ciddi ki, karganın ağı mı çok, karası mı çok! diye ha bire lak lak ediyorlar.
“Ayy! Mariana ağladıkça ben de ağladım kııız!”
“Ayy! Bizim mahallede elektrikler kesildi, yarısını izleyemedim, neler oldu, anlatın hele!”
“Zalim adam! Zavallı kadına bu bölümde de göstermedi oğlunu…”
“Öyle mi? Vay kör olasıca!“
“Beş bölüm kalmış, Mariana oğlunu bulamadan dizi bitecek!”
“Mariana, oğlunu bulsa bile, artık tanıyamaz, oğlan kocaman oldu.”
…
Biz genç öğretmenler, tabii ki, Türk büyüklerini(!) dinliyoruz. Ara sıra “Gâvurun topuna da maşallah, İslâm’ın topuna da maşallah!” deyip ortalığı harp meydanına çeviriyoruz. Eğitim öğretime müthiş hazırlanıyoruz, sıkı seminer çalışması(!) yürütüyoruz okulda. Ablalarımız Eduardo, Betito, Marianna yabancı dizi kahramanlarının hayat hikâyelerine kadar ezberliyorlar, biz de ağabeylerimizin rehberliğinde Fransız İhtilali, Bolşevik Devrimi, Mayıs Darbesi, Mart Muhtırası, Eylül Cuntası… Yakın çağ tarihi çalışıyoruz.
Genç öğretmenlerden biri sordu:
“Süleyman Abi, mücadelelerle, şanlı direnişlerle dolu bir hayat yaşamışsın, tamam, ama ben çok merak ediyorum, hiç pişman olmadın mı abi? En büyük pişmanlığın ne? Önce sen anlat, sonra da Bayram Abi…”
“Ehe, ehe… Öncü bir devrimcinin her zaman içsel yargılama yapması gerek gençler. Devrimci felsefe her zaman eylemi önceler ama özeleştiri ve çözümleme yapmadan, yeni bir eylem stratejisi olmaz. Diyalektik, sürekli ilerlemenin, tek işlevsel aracıdır. Devrimci anlayış halkta sınıf bilincini oluşturmak için…”
‘Devrim’ kelimesine karşı, ruh hekimlerinin bile çare bulamadığı bir alerjisi vardı Bayram Ağabey’in, bıyıklarını burarak araya girdi:
“Peh! Peh! Peh! Devrimci gelenek! İçsel yargılama! Diyalektik! Çözümleme… İçi boş laflar bunlar. Beri bakın gençler, Süleyman Ağabeyiniz sizi zehirlemesin bu süslü laflarla, ama ha dikkat edin. Biz, geçmişin muhasebesini yaparız, önce aklımızı vicdanımızın yüce divanında hesaba çeker, sonra da çileye gireriz.”
“Tamam, Bayram Abi sen muhasebe yap, aklını yüce divana gönder, sonra da çileye gir! Ama müsaade et de Süleyman Abi diyalize girip kendini özelleştirsin!”
“Haydi, Süleyman Abi sen devam et, anlat!”
“Ehe,ehe… Sevgili gençler! Ben, Arnavutluk’u model alan devrimci örgütlenmeden yanaydım, mitinglerde Enver Hoca posteri taşırdım, bana en çok o koydu! O posterleri taşıdığım için pişmanım.”
“Nee? Sen nasıl hacının, hocanın arkasına düştün Süleyman Abi! Hani onlar gericiydi? İlerici bir halk önderine yakışır mı bu? Yoksa muska mı yaptılar abi?”
“İroni yapmayın gençler, bildiğiniz hocalardan değildi Enver Hoca.”
“O zaman niye pişman oldun, Süleyman Abi?”
“Görmüyor musunuz gençler? El kadar Arnavutluk’tan, yüzyıllarca tarihin akışını değiştiren koskoca millete devrim modeli olur mu? Üfürsen yıkılır Arnavutluk, temelsiz duvar gibi duruyor, kâğıttan devlet…”
“Gençken bunları niye göremedin abi, demek Enver Hoca seni cin gibi çarpmış! Yoksa devrimin büyüsü mü efsunladı?”
“Sormayın gençler, akıl diye ot köküne sarılmışız bir zaman. Türk halkının iç dinamiklerinden haberimiz yoktu.”
“Okula orak çekiçli bayrak astığınızı da söylesene Süleyman, onun için pişman değil misin? Niye söylemiyorsun? Söyle de duysun gençler!”
“Öyle mi Süleyman Abi?”
“Bizi yıpratmak için yapılan kara propaganda bunlar, inanmayın.”
“Süleyman Abi, hani Türk Solu diyordun sen, bu orak çekiç? Ne iş?”
“Ben Enver Hoca’nın demokratik devriminden yanaydım, Bayram’ın söylediği, bizim diğer fraksiyonların işiydi. Biz, ezilen halk kitlelerinde sınıf bilincinin oluşması ve devrimin gerçekleşmesi için öncü aydınların emekçi halkı aydınlatmasından yanaydık.”
“Emekçi halkı aydınlatabildiniz mi Süleyman Abi?”
“Yok, Türk halkında sınıf bilinci yok gençler. Türkiye’de sınıf bilincinin üstünden silindir gibi geçmişler. Baş kaldıranı ezmiş devlet, o yüzden bu halk, devrimin temel dinamiklerinden yoksun, bu halk ile devrim yapılamaz. Devrim için, Çar Nikolay’ı tahttan indiren, sınıf bilincinin zirvesine ulaşmış bir halk, öncü bir lider gerek…”
“Sıra sende Bayram Abi, senin pişmanlığın ne? Haydi, anlat!”
“Evet, gençler! Ben şöyle geçmişe doğru bir gittim, bir muhasebe yaptım da…”
“Eee Bayram Abi?”
“Bizim bir marşımız vardı, o marşı bağıra bağıra söylediğime pişmanım.”
“Hangi marş Bayram Abi?”
“Anamız vatandır, babamız devlet…”
“Niye ki abi?”
“Mamak’ta, babamdan yediğim dayağı, bir ben bilirim, bir de bizim arkadaşlar…”
Süleyman Ağabey bıyıklarını ağzının içine doğru sıvazladı ve gülerek araya girdi:
“Gençler, bunlar var ya? Bunları Kürşat’ın narasıyla Tanrı Dağı’ndan indirip, Mamak’a tıktı devlet babaları.”
“Sen nerede yattın Süleyman Abi?”
“Ben mi, Metris…”
Bayram Ağabey, göğsünü gererek geriye yaslandı, elini bıyığına atıp bize döndü:
“Bunlar da ‘Jandarma Biz Sosyalistiz’ diye çok marş söylediler ama cunta, bunları, dipçikle vura vura, süngüyle dürte dürte Metris’e tıktı. Niye söylemiyorsun Süleyman?”
“Vaay! Öyle mi Süleyman Abi?”
…
Süleyman Ağabey cevap vermeyince gençler mevzuyu hemen değiştirdiler:
“Abi, içeride kendini kurtarmak için ötenler oldu diyordunuz, doğru mu? Kimler öttü abi?”
Süleyman Ağabey kendini devrime adamış bir halk önderi kimliği ile atıldı:
“Benim ağzımdan tek söz alamadılar, satmadım hiçbir devrimci yoldaşımı, işkenceler karşısında pasif direnişe geçtim, eyleme devam! Devrimci direnciyle, bana psikolojik baskı uygulayan adamın psikolojisini bozdum. Devrimci ahlakla yetiştik biz.”
“Helal Süleyman Abi! Sana da bu yakışırdı, baskılar, işkenceler yıldıramaz seni!”
“Tehooo! Devrimci ahlakmış! O da ne? Bunlar boş laf!” diye gürledi Bayram Ağabey. Gençler, Bayram Ağabey’e döndü:
“Bayram Abi, sen ne yaptın içeride?”
“Biz de töre var, töre! Ser verilir, sır verilmez gençler. Kırk beş gün kaldım içeride, anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdiler. Akla gelmez işkenceler yaptılar ama yuttum dilimi, tık yok, hiç konuşmadım, devlet bile benden hiçbir şey anlayamadı.”
“Bunlar da anlayamaz Bayram Abi, sendedir bu girift bilmeceler, var ol!”
Gençler ağabeylerimizin fitilini ateşlerken, diğer yandan ablalarımızın sesi hafifçe yükseldi:
“Karganın ağı çok canım!”
“Vallahi karası çok!”
Gençler mayalı hamur gibi kıvama getirdi ağabeylerimizi, bir köşede ‘Faideli Bilgiler’ kitabın okuyan Beytullah Hoca usulca kitabını kapattı, sandalyesini masaya doğru sürüdü, yaklaştırdı. Çünkü biraz sonra Bayram Ağabey, önüne katacak Süleyman Ağabey ve devrimci yoldaşlarını, pazaryerinden aşırıp, Kılıçözü’ne dökecek. Sonra Süleyman Ağabey çıkacak er meydanına, on yoldaşı ile Bayram Ağabeygilin yüz kişilik grubunu önüne katıp kovalayarak, Cacabey Camisi’ne darın düşürecek hatta içinde az buçuk iman olmasa, Cacabey Camisi’ni tarumar edecek…
Her zamanki gibi sıra kahramanlıkları anlatmaya gelmişti ki, öğretmenler odasının tek menteşeli kapısı gıcırdayarak açıldı ve okulun az ilerisindeki viran bir kerpiç evde oturan Davulcu Mansur Usta, ezile büzüle girdi içeri. Bir elinde şapkası, diğer elinde davul çomağı, çubuk, sırtında boz bir davul, yanında da esmer, kavruk tenli, cılız bir oğlan… Davulcu Mansur Usta, iki büklüm geldi yanımıza, şapkasını çıkardı, eğilerek yerden selamladı bizi.
“Selamünaleyküm hocalar, müdür bea yok mu?”
Gençler karşılık verdi:
“Müdür Bey afet işleri ile uğraşıyor Mansur Usta, bu gün gelmez, hayırdır?”
Mansur Usta, yanındaki cılız çocuğu gösterdi:
“Uşağı mektebe gayıt ettireceğem gurban olduğum.”
Süleyman Ağabey’in devrimci ruhu, başka bir bedene girip yeniden dirildi, hortladı:
“İşte!” dedi, “İşte biz eşitliği, adaleti, hakça bölüşümü, ekonomik özgürlüğü bu zavallı halk için savunuyorduk. Devrimi bunlar için yapacaktık! Bakın! Bakın! Ezilmiş, fakir, köleleştirilmiş halk kitleleri bunlar! Gel, Mansur Yoldaş, gel emekçi kardeşim! Bu emperyalistler senin davulunu, çomağını da sömürdüler. Bense senin için işkenceler gördüm, tam beş sene mahpus damlarında yattım.”
Mansur Usta şaşırdı:
“Ben ne suç işledim? Benim ne gabahatim var? Niye benim için hapislerde yattın gurban olduğum Sülemen Hoca?”
Bayram Ağabey ezilmiş halk kitlelerinin garip neferi Mansur Usta’nın yüreğine su serpti:
“Sen buna bakma Mansur Usta, gel, gel, otur! Bu yoldaş ne bilir davulu, zurnayı, sazı, kemanı… Eskiden Çav Bella, Lili Marlen dinlerdi bu ayran akıllı. Şimdi davula, zurnaya ağıt yaktığına bakma sen! Ağırlamayı, bale zanneder Süleyman, bozlağı da senfoni… Ne emekçisi? Ne kölesi? Sen, gaza meydanlarında düşmana korku salan ve gümbür gümbür öten köslerimizi, davullarımızı çalan mehteran ekibinden geriye kalan son neferlerindensin. Sen, bu asil milletin öz evladısın, sen milletsin Mansur Usta! Sen devletsin!”
Mansur Usta neye uğradığını şaşırdı:
“Hâşâ gurban olduğum Bayram Ağa’m” dedi, “millet de sizsiniz, dövlet de…”
Gençlerden biri Mansur Usta’nın kolundan yapıştı:
“Otur Mansur Baba, otur! Davuluyun önünde ölürüm senin!”
“Töbe, gurban olduğum, töbe, ben sizin önünüzde ölüyüm. Sağ olun, oturmayım, uşağı gayıt ettiriyim, sonra düğün çalmaya gidice-em.” dedi Mansur Usta. Omzundaki davulun ipini kavrayıp boynuna doğru çekti, omzunu yukarı doğru kaldırıp indirdi. Boz davulu omzuna iyice yerleştirdi ve ekledi:
“Ben gidiyom, gurban olduğum ağalar, bu uşak, benim deal sizin! Bayram Ağa’m, anan baban hayrına oğlanı mektebe gayıt ettir! Kafa kâğıdı da yok amma sen iş bitiren adamsın, gulun kölen oluyum bu işi bitir, benim ipimi bıçakla!”
“Tamam!” dedik hep birlikte, “Çocuk, okullar açılınca gelsin!”
Gençlerden biri yazdı oğlanın adını soyadını, müdür beyin masasının üstüne bıraktı. Bayram Ağabey sevdi bu cılız çocuğu, saçlarını okşadı, sordu:
“Adın ne senin kerata?”
“Şereeef.”
“İyi okuyacak mısın?”
“Heee.”
“Büyüyünce ne olacaksın?”
“Dümbelekçiii!”
Süleyman Ağabey, masaya bir yumruk attı, masanın aksak ayağı altındaki tuğla kaydı, masa yan yattı, kitaplar, defterler yere düştü ama aldırmadı, sesini yükselterek nutka başladı:
“İşte! İşte zihni sömürülmüş bir emekçi çocuğu! Burjuva dayatıyor bu çocuğa ait olduğu sınıfın toplumsal normlarını. Burjuvanın dayattığı benlik bilinci genlerine işlemiş bu çocuğun. Ait olduğu sınıfın farkında bile değil, bu sınıfı asla terk edemeyecek! İlerleme yok! Babası davulcu ya, çocuk da dümbelekçi olacak! Sonra kader diyecekler, bunları avutacaklar!”
Süleyman Ağabey’in sadece bir cümlesini kavradı Mansur Usta, giderayak ince bir göndermede bulundu:
“Ne olacak ağam! Sıçandan doğan kendir keser, bu abdal oğlu, dosta düşmana garşı okuyup da öğretmen olacak deal ya!”
“Mansur Usta! Mansur Usta! Bu zihinsel alt yapı ile okusa bile bir kazanım elde edemez bu çocuk. Asla sınıf atlayamaz!”
“Sınıf atlamasın gurban olduğum Sülemen Ağa’m, beş sene gelsin, gitsin, birden beşe gadar okusun.”
Elini iki yana açtı Süleyman Ağabey:
“Boşuna dememiş ağzını sevdiğim büyük önder: Halka rağmen halk için…”
“Bu aklının yarısını icara ver Süleyman!” dedi Bayram Ağabey ve Mansur Usta’ya yol verdi: “Haydi Mansur Usta, sen çocuğu da al git, işine bak! Müdür bey gelince, ben kaydettiririm.”
“Eyvallah ağalar, müdürüme de yüzümüz gara amma bir guru selamımı söyleyin gene de!” dedi Mansur Usta, çocuğun elinden tuttu, şapkasını taktı, davulun ipini tekrar yukarı doğru çekti ve kapıyı yavaşça çekerek odadan çıktı. Kapıda çocuğa bir şeyler söyledi, çocuk fırlayıp eve doğru koştu. Mansur Usta da şapkasını yıkıp şehre doğru yürüdü.
Kısa bir sessizlik oldu, ardından çaylarımız geldi, Kara Dayı’nın lütfedip masaya bıraktığı çay tepsisine hep birlikte hücum ettik. Bardak kaşık seslerinden başka ses kalmadı bir an. Sonra ablalardan biri sessizliği bozdu:
“Bayram Abi, yıllık planını yaptın mı?”
“Ben plan yapmam! Ben plan yapmaya tövbeliyim!”
“Nasıl yani?”
“Bir kere vatanı kurtarma planı yaptık, başıma gelmeyen kalmadı.”
“İyi de müfettişler gelince sorarsa?”
“Gelmedik ağrıya hasta olmayın hanımlar. Müfettişler gelince bir plan düşünürüz.”
“Süleyman Abi, bu yıl ikimiz zümreyiz, ünite planını yaptın mı? Yaptıysan ver, ben de aynısını yapayım.”
“Ben koca müfredatı sekiz parçaya bölüp de ünite planı yapmam!”
“Allah Allah! Ne oldu böyle size, niye ünite planı yapmıyorsun Süleyman Abi?”
“Ben, “devletin üniter yapısını bozmak” iddiasıyla yargılandım, üniter yapıya zarar vermekten tam beş yıl yattım.”
“Aman Süleyman Abiii!”
Ablalardan biri bu kez gençlere yöneldi:
“Gençler, sınıf içi ilgi köşelerini hazırladınız mı?”
Gençler umursamazdı:
“İlgi köşeleriyle ilgileneceğiz abla, sonra…”
Gülüştük. Hizmetlimiz Kara Dayı çayları tazeledi. Kara Dayı çay demler sadece, başka işe karışmaz, bir de çarşıda kendi işi olursa, bütün düğmelerini ilikleyip, yel değse yıkılacakmış gibi boynunu eğer ve müdürün huzuruna varıp: “Gidecek evrak var mı müdürüm?” diye sorar. Okul toz toprak içinde, hiç süpürmez Kara Dayı, süpürmez çünkü kapı gibi “Tozlu ortamlarda çalışamaz!” raporu var. Cumartesi ve Pazar günleri inşaatlarda çimento taşır, harç karar, kömür taşır, odun kırar Kara Dayı, okuldan başka hiçbir yerde tozdan, dumandan etkilenmez.
Çaylarımızı yudumlarken, dışarıdan bir gürültü geldi. Kara Dayı kalkıp cama dayandı ve “Ne duruyorsunuz, kalkın dışarı bakın!” der gibi seslendi:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/avsar-imdat/soguk-ruya-69499360/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Bu hikâye, 2011 Yılı Yunus Emre Anısına “Sevgi” konulu hikâye yarışmasında birincilik ödülü almıştır.
2
Bu hikâye, 2009 yılında düzenlenen Abbas Sayar anısına hikâye yarışmasında birincilik ödülü almıştır.