Siyasi Katılım

Siyasi Katılım
Veyis Güngör

Veyis Güngör
SİYASİ KATILIMAvrupalı TürklerSivil Toplum ve KültürHollanda Örneği

ÖNSÖZ

Siyasi katılım Avrupalı Türklerin yaşadıkları göç tarihçesinde önemli bir süreçtir. Bu süreç bir taraftan Avrupalı Türklerin yaşadıkları ülke yönetimlerinin çeşitli kademelerinde söz sahibi olmaları gerçeğini içerirken, diğer taraftan Avrupalılar’ın göçmenlerin kalıcılıklarını zihinsel olarak kabullenmeye başladıklarını işaret etmektedir. Avrupalı Türkler, içinde yaşadığımız yüzyılın ilk on yılında bulundukları ülkelerdeki belediyeler, il genel meclisleri, senato ve parlamentoların yanı sıra, Avrupa Birliği’nin en önemli organlarından birisi olan Avrupa Parlamentosu’nda da temsil edilmektedir.
Hollanda Türkleri, 1985 yılında Hollanda hükümetinin ülkedeki yabancılara yerel yönetimlerde seçme ve seçilme hakkı tanımasıyla, ilk defa 1986 yılında yapılan belediye seçimlerinde etkin bir şekilde seçimlere katılmıştır. Aradan geçen yaklaşık yirmi beş yılda Hollanda’daki Türkler, 1990, 1994, 1998 ve sonrasındaki seçimlerde başta belediyeler olmak üzere, İl Genel Meclisi, Parlamento ve Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılarak Hollanda ve Avrupa siyasetinde yer aldılar. Türk kökenli Hollanda politikacıları hemen hemen ülkede etkin olan tüm siyasi partilerde yer alarak, ülke yönetimine de katkıda bulundular.
Hollanda Türkleri’nin yaklaşık yarım asırlık bu siyasi tecrübesi, inişli çıkışlı bir tarihçeye sahip. Örneğin ilk yıllarda, özellikle Türklerin ülkedeki diğer etnik azınlıklara göre daha iyi organize olmaları, Hollanda siyasetinde de etkin olmalarını beraberinde getirdi. Türkler ilk yıllarda İşçi Partisi (PvdA)yı tercih etmekteydi. Sonraki yıllarda özellikle başbakan Ruud Lubbers’in müslümanlara özel yaklaşımıyla Türklerin tercih ettikleri siyasi partiler arasına Hıristiyan Demokrat Parti, CDA’nın da katıldığı görüldü. Hollanda’daki Türklerin uzun süre Sosyal Demokratları ve Hıristiyan Demokratları tercih etmelerinde bir başka etken de hiç şüphesiz bu partilerin seçimlerde Türk kökenli adayları listelerine koymaları oldu. O yıllarda elitist ve neo cumhuriyetçi bir demokrasi ve siyasi katılım modelini benimseyen Hollanda’da etnik azınlık gruplarının istekleri bu grupların liderleri ve sözcüleri tarafından mevcut siyasi partilerin temsilcilerine kolaylıkla iletilmişti. İşte bu çalışma şekli 1998 yılında yapılan seçimlerde Türklerin Amsterdam’da % 65, Rotterdam’da % 67, oranında sandığa gitmelerini sağladı.
Ancak, 2006 yılının Kasım ayında yapılan parlamento seçimlerinde Türklerin Hollanda siyasetindeki yerleri alt üst oldu. Bilindiği üzere Türklerin o yıllara kadar oy verdikleri iki parti, PvdA ve CDA, seçimlere çok az bir süre kala, listelerinden üç Türk kökenli adayı çıkarttı. Bu olay Hollanda’daki Türkler arasında infial yarattı. Hiç beklemedikleri bu gelişme karşısında şaşkına uğrayan Hollanda Türkleri 2006 yılında ilk defa stratejik oy kullanarak Demokrat 66 partisine (D66) yöneldiler. D66’nın Türk kökenli bir üyesine tercihli oy vererek, parlamentoda yer almasına katkıda bulundular.
Sonraki yapılan seçimlerde, Türklerin hem sandığa gitme oranı düştü, hem de siyasete olan ilgilerinde ülkedeki diğer etnik azınlıklara oranla bir düşme yaşandı. En son, Haziran 2010’da yapılan milletvekili seçimlerinde Türklerin sandığa gitme oranı % 35’lerde kaldı.
Yukarıdaki olumsuz gelişme ve bazı siyasi partilerin içindeki gelişmeler, Hollanda Türklerini yeni arayışlara yöneltti. Bir kısım Türk kökenli siyasetçi mevcut partilerin içinde kalarak kendileri gibi düşünenlerle birlikte hareket etmeyi savundu. Bu durum en çok CDA’lı Türkler arasında gözlendi. Bir grup politikacı da mevcut partilerin kendilerine imkân vermediği düşüncesinden hareketle kendi siyasi partilerimizi kurmalıyız düşüncesini savunur oldu. Tabii ki, yeni bir siyasi partinin taban tutması, kabul görmesi oldukca zor ve uzun soluklu bir iştir. Diğer yandan siyasi partilerin içindeki Türk kökenli siyasetçilerin arasında dayanışma ruhuyla hareket edebilecek sağ duyu sahibi Hollandalıların sayısı azımsanmayacak bir sayıdadır.
Elinizdeki bu kitap Hollanda Türklerinin siyasi tecrübelerinin son on yılını içeren metinlerden oluşmaktadır. 2002, 2006 ve 2010 milletvekili seçimleri başta olmak üzere belediye seçimleri, il genel meclisi seçimleri ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yaşadıklarımızı anlatmaya çalıştık. Kitap, akademik bir çalışma değildir. Siyaset ve sosyoloji kitabı da değildir. Özellikle Hollanda’da gelişen ve yaşanan olaylar karşısındaki gözlemlerimi, düşüncelerimi, hissiyatımı ve vargılarımı içeren metinlerdir. Bir sivil toplum örgütü başkanı ve Hollanda Türklerinden bir fert olarak bulunduğum tarih dilimini anlama ve sorgulama çabasıdır.
Kitap başta Hollanda’da yayımlanan DÜNYA gazetesi ve Ankara merkezli haberA internet sitesi olmak üzere; POST, Damla ve HABER Hollanda’da yayınlanmış yazılarımın bir derlemesidir. Bu yazıları dört ana bölüme ayırdım. Siyasetle ilgili yazılar, `Siyasi Katılım ve Demokrasi‘ başlığı altında birinci bölümü oluşturuyor. İkinci bölüm’Göç ve Hollanda Türkleri‘ başlığını taşıyor. Genel anlamda Hollanda’daki Türklerin çeşitli konumlarını içeren yazılardan oluşmakta. `Kültür ve Mevlana‘ başlıklı üçüncü bölüm Hollanda’da Mevlana etkinliklerini anlatan yazılardan oluşmakta. Dördüncü bölüm de Hollanda merkezli genel konuları içeren yazılardan oluşmakta.
Bu kitabın, genişletilmesine, ısrarla on yılı içermesini telkin eden Hollanda Türk Yazarlar Kulübü başkanı, yazar dostum Sadık Yemni’ye teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Bengü yayınlarından değerli dostum Yakup Deliömeroğlu’nun verdiği desteği ve ortak yayıncılığı için müteşekkirim.
Tabiiki, çalışmalarım süresince büyük bir fedakarlık ve hoşgörü gösteren eşim Sema’ya minnet duyguları içinde teşekkürler ediyorum. Babalarını az görmeye alışan, kızım Naile’ye ve oğlum Satuk‘a sonsuz sevgilerimi belirtiyorum.

    Veyis Güngör, Amsterdam
    Ocak 2011

Göçmenlerin Avazı
Altmış ortalarında Türkler misafir işçi olarak Avrupa’ya, modernitenin göbeğine gelmeye başladı. Refah devletlerindeki misafirlikleri nisan yağmuru gibi kısa sürdü. Hızla kalıcılığa, yani göçmenliğe evrildiler. Pansiyonlardan evlere geçtiler. Parçalanmış aileleri birleştirdiler. Neredeyse elli yıl önce yapılan sıhhi kontrollerden sağlam çıkmış zımba gibi gençler bugün iyice yaşlandı. Bazıları çoktan aramızdan ayrıldı. Üçüncü kuşakta yaşı yirmiyi geçenlerin sayısı bayağı arttı. Artık dördüncü kuşaktan söz etmeye hazırlanmaktayız.
İnsanlar yaşadıkları yerlerde çeşitli izler bırakır. Dahil oldukları toplumda ve geldikleri ülkelerdeki sesleri bu izlerin derinliğiyle orantılı olarak gür çıkar. Ben Hollanda’ya 1975 yılında geldim. Amsterdam’da Bellamy sokağında Türk Kültür Merkezi vardı. Orada Türkiye’deki politik olayların paralelinde yönetimi ele geçirme mücadelesi yaşanmaktaydı. Sol örgütler ülke çapında çeşitli dernekler kurmuştu. Ardından 1980 askeri darbesi yaşandı. Seksenler başta Amsterdam’a olmak üzere politik ilticacıların akın akın Holanda’ya geldiği yıllar oldu. Muhafazakâr örgütlenmenin de palazlandığı ve giderek başat hale geldiği yıllardı.
Şu anda iki binli yılların ilk on yılı geride kaldı. Geriye baktığımızda ilk Türkçe gazeteleri, dergileri çıkaranları, Türkçe televizyon ve radyo yayınlarını kuranları, derneklerde yabancı işçilerin özlük hakları için mücadele edenleri, ilk ibadet yerlerini açanları, ilk spor kulüplerini kuranları bugün hayırla ve sevgiyle anmaktayız.
Hollanda’daki Türk toplumu çok canlı. Vitalitesi en yüksek göçmen grup. Değişimlere de sanıldığından çok daha fazla açık. Bulundukları topluma uyum konusunda ciddi aşamalar katettiler. Türkçe gazete ve dergi, televizyon yayınları alanında ciddi bir potansiyelden söz edebiliriz. Girişimcilerimiz her alanda bayağı başarılı. Yüksek öğrenim yapan insanımızın sayısı epey artmış durumda. Özellikle Sivil Toplum Örgütlerimiz çeşitlilik ve potansiyel yönünden tarihindeki en güçlü örgütlenme düzeyini yaşamakta. Neredeyse her yılın ortalama üçte biri bu kurumlardan birinin organize ettiği bir etkinlikle geçmektedir.
Yalnız bu alanda çok önemli bir şey eksikti. Siyasi katılım ve sivil toplum örgütlenmeleri ile ilgili derli toplu ve belli bir zaman aralığına ışık tutan bir yayınımız yoktu. İlk cümlelerimi geçmiş zaman olarak kurdum. Çünkü Veyis Güngör’ün ‘Siyasi Katılım: Sivil Toplum ve Kültür – Hollanda Örneği’ temalı kitabıyla bu çok önemli eksikliğimiz bir ölçüde de olsa kapatılmıştır. Türkler arasındaki siyasi katılımın, sivil toplum örgütlenmelerin tarihini, dönemsel bakış açılarını, toplum algılamalarını, örgütlerin anatomisini içeren ve bunun yanı sıra ülkedeki politik çalkalanmaların nabzını da tutan bir eser mevcuttur artık.
Bu kitap, 21. yüzyıla şekil verecek olayların; İkiz Kulelerin vuruluşu, Irak’ın işgali, Hollanda’daki politik cinayetler, dünya çapındaki ekonomik kriz, Avrupa’da İslamofobi ve aşırı sağın yükseldiği ilk on yılı ele almaktadır. Bir sivil toplum örgütü başkanı olan Veyis Güngör gazete ve dergilere düzenli olarak yazdığı makalelerle geçtiğimiz on yıl hakkında çok değerli olan malzemeyi bizlere sunmuş bulunmaktadır.
Veyis Güngör, bu kitabında, son on yıl içinde meydana gelen ülke içi politik gelişmeleri, politikacıların söylemlerini, o gün revaçta olan deyimleri, sloganları, şahıs isimlerini, Türk kökenli siyasetçilerimizin parti içi mücadelelerini, derneklerimizi, politik etkinlikleri ve girişimcilerimizin örgütlenme süreçlerini irdelemektedir. Kitapta ayrıca Hollanda’daki kültürel etkinlikler, her yıl yapılan Türkçe Süreli Yayınlar Sempozyumu, ahlaki ve sosyal ölçüt yaratma girişimi olan Konya Kriterleri etkinlikleri, bir çeşit Türk think-tank’i olan Amsterdam Tartışmaları toplantıları ve de Mevlana’nın Mesnevisi’nin Hollandaca tercümesi ve tanıtım etkinlikleri de yer almaktadır.
Ülke sınırlarını çok aşan organizelerin bazen mimarı, bazen katılımcısı, bazen de gözlemcisi olan yazar bu alanda da birinci ağızdan değerli bilgiler sunuyor okuyucuya. Avrupalı Türk Demokratlar Birliği: UETD’nin Hollanda başkanı olan Veyis Güngör, Filipinlerden, Afrika’ya, Bosna’dan, Arnavutluğa, Kosova’dan, Doğu Türkistan’a uzanan engin bir coğrafyada küresel ölçekte sivil toplum örgütçülüğü ilişkilerini de gözler önüne seriyor.
Kısacası, Veyis Güngör’ün bu kitabı Hollanda’daki Türk toplumunun kolektif belleğine sunulmuş bilgilendirici, hatırlatıcı, sevdirici ve ders çıkartıcı bir katkıdır. Göçmenlik tarihimizde, özellikle siyasi katılım ve sivil toplum örgütlenmeleri açısından çok ciddi bir kilometre taşıdır. Bir ilktir ve örnek bir eserdir. İleride çeşitli akademik araştırmalarda kaynak yapıt olarak kullanılacaktır. Yazarı entelektüel sorumluluğunu yerine getirdiği için gönülden kutluyorum.

    Sadık Yemni

SİYASİ KATILIM ve DEMOKRASİ

Seçimler ve göçmenler
1998 yılı belediye seçimlerinin üzerinden neredeyse iki yıl geçti. Amsterdam Üniversitesi Göç ve Etnik Eğitim Enstitüsü göçmenlerin seçimlere katılımları üzerine bir araştırma yayınladı. Yayınlanan kitapçıkta ilginç tespitler var. İsterseniz bugün bu araştırma sonuçları üzerinde duralım.
Hatırlanacağı üzere 1985 yılında Hollanda’da beş yıldan fazla ikamet eden yabancılara yerel yönetimlerde seçme ve seçilme hakkı verildi. Yerel yönetimlerde seçme ve seçilme hakkının verilmesiyle göçmenlerin Hollanda’da siyasi katılımlarında önemli bir ilerleme görüldü. 1986 yılında yapılan belediye seçimlerinde İşçi Partisi (PvdA) ve Yeşil Sol (Groen Links) yabancılardan belediye meclislerine seçilmek üzere aday aradılar. Özellikle Surinam asıllı göçmenlerden adayların seçimlerde etkin bir şekilde siyasete girdikleri görüldü. Ancak üç seçim (1986, 1990 ve 1994) döneminden sonra yani 1998 yılında bir çok belediyede Surinamlılar gibi Türkler, Faslılar ve Antilliler de belediye seçimlerine katılarak, etkin bir siyasi katılım sergilediler.
Amsterdam Üniversitesi, siyasal bilgiler fakültesinden S. Pennings’in 1987 yılında yayınladığı araştırma sonuçları ilginç. Rapora göre 1986 yılında yapılan belediye seçimlerinde Amsterdam’ki Türklerin %69 oranında sandığa gittikleri gözlemlenmekte. Bu oran aynı yıl Faslılarda % 28 iken, Sürinam ve Antilli göçmenlerde % 48 oranında.
Rotterdam’da yaşayan göçmenlerin seçimlere sandığa gitme oranı ise şöyle Türkler % 61, Faslılar % 16 ve Sürinam ve Antilli göçmenler ise % 43 oranında.
1990 yılında yapılan belediye seçimlerinde ise göçmen grupların seçimlere katılımı şöyle: Den Haag’da Türklerin sandığa gitme oranı % 48 iken Faslıların % 28 oranında sandığa gittikleri görülmektedir. Sürinam ve Antilli göçmenler ise % 40 oranında seçimlere katılmışlar. Enschede’de ise sandığa giden Türklerin oranı % 51 iken, bu durum Faslılarda % 36 olarak görülmektedir. Aynı yıl Rotterdam’da seçime katılan Türklerin oranı % 42 iken, Faslılar % 26 ve Sürinamlılar % 20 ve Antilli ve Arubalı göçmenlerin sandığa gitmeleri ise % 33 olarak tespit edilmiş.
Peki Türkler ya da göçmenler geride bıraktığımız seçimlerde hangi partilere oy vermişler? Araştırma sonuçlarına göre göçmenler 1986 ve 1990 belediye seçimlerinde daha çok İşçi Partisi (PvdA) ni tercih ederlerken, 1994 yılında yapılan belediye seçimlerinde ise, PvdA’nın yanı sıra Yeşil Sol, Hıristiyan Demokrat Parti (CDA) ve D66 partisine yöneldikleri görülmekte. Bu seçimlerde göçmenlerin genelde sol partilere yöneldikleri söylenebilir.
1998 yılında yapılan belediye seçimlerinde ise Türklerin partilere yönelmeleri farklılık arz ediyor. Türkler bu seçimlerde İşçi Partisi (PvdA) ve Hıristiyan Demokrat Parti (CDA)lerini tercih ettikleri görülmekte.
Yapılan yorumlara göre Türklerin özellikle birinci nesil Türklerin CDA partisine yöneldikleri, örneğin Rotterdam’lı Türkler arasında CDA’nın popüler olduğu ortaya çıkmaktadır. Seçimlerde partilerin listelerinde yer alan göçmen isimlerin, ait oldukları grupların oylarını partiye yönlendirdikleri açıkça görülmektedir. Özellikle Türklerin listedeki bir Türk adaya ya da Faslıların bir Faslı adaya tercihli oy vermeleri seçimlere renk katmıştır. 1998 seçimlerinde Amsterdam’a seçilen belediye meclis üyelerinin dörtte biri göçmenlerden oluşmuştur. Aynı oranda dört büyük şehirde göçmenlerin belediye meclislerinde temsil edildikleri görülmektedir.
Göçmenlerin seçimlere katılmaları sürecinde göçmenlerin kendi kuruluşlarının önemli rolü olmuştur. Partilerde gösterilen adaylardan tutunda, seçim günü vatandaşların sandığa gitmeleri, belediyelerdeki gelişmeleri göçmen kuruluşlar yoluyla takip etmeleri söz konusu siyasi katılım sürecini olumlu bir şekilde etkilemiştir. Göçmenlerin siyasette ve yönetimde temsil edilmeleri belediyelere seçilenlerle ve daha sonraki dönemde, vatandaşla kurulacak ilişkiye bağlıdır.
Araştırmadan da görüleceği üzere göçmenlerin seçimlere katılımları ve siyasi partileri tercih etmeleri, siyasi partilerin göçmenleri ne kadar ciddiye aldığı, listelerde kendi gruplarından bir ismin olup olmadığıyla orantılıdır. O zaman göçmenlerin siyasete aktif bir şekilde ilgi duymaları hem siyasi partilere hem adaylara hem göçmenlerin kendi kuruluşlarına bağlıdır.

    Ocak 2000

Türklerin gizli gücü
Kasım 1999’da de Volkskrant gazetesinde Hollanda’daki Türklerle ilgili yayınlanan bir yazının başlığı “Het geheim van de Turken” idi. Yazı Amsterdam Üniversitesine bağlı Göç ve Etnik Eğitim Merkezi’nde görevli iki siyaset bilimci, Meindert Fennema ve Jean Tillie, tarafından kaleme alınmış. Yazının konusu göçmenlerin siyasete katılımıyla ilgili. Yazarlar pek alışık olmadığımız, bir tarz kullanmışlar, farklı argümanları ortaya koymuşlar Türklerin siyasi katılımlarıyla ilgili. Yazının kaleme alınma sebebi ise; kısa bir süre önce kurulacağı açıklanan TNRT’nin (Hollanda Türk Radyo Televizyon Kurumu) ortaya çıkmasıyla NPS (azınlıklardan da sorumlu yayın kurumu) tarafından yapılan “TNRT bir getto oluşturacaktır” ifadesi olmuş.
Gerçekten Türkler böyle bir televizyon ve radyo kurumunun oluşması, hayata geçmesiyle Hollanda toplumundan izole olacaklar mı? sorusuyla başlayan makale, emansipasyona kendi grubundan başlamalısın tartışmalarına dikkat çekerek, grubun ve cemaatin güçlenmesi ve kendine güvenin oluşmasıyla entegrasyonun daha da kolaylaşacağı ya da etnik sınırların ve özelliklerin daha da belirleneceği ikilemiyle devam etmektedir. Bu alandaki tartışmaların daha çok teorik ve normatif bazda yapıldığını ve bu konuda yeterince amprik araştıma olmadığını belirten yazarlar kendilerinin göçmenlerin siyasete katılımları üzerine yaptıkları çalışma sonuçlarına yer vererek, NPS’in TNRT’nin doğuşuna yönelik açıklamasını yorumlamaktadır.
Yazıyı kaleme alan araştırmacıların yaptıkları araştırmada sonuçlarına göre kendi iç örgütlenmelerini tamamlayan, kendine güven sağlayan yani kendi cemaatıyla emansipasyonu gerçekleştiren grupların/toplulukların bir getto ve izolement oluşturma yerine içinde yaşadıkları toplumda daha aktif oldukları ileri sürülmekte. Örneğin 1994 yerel seçimlerinde Amsterdam’daki Türkler yerlilerden daha fazla oranda sandık başına gitmişlerdir. Devamla Türklerin diğer azınlıklara göre semt etkinliklerine daha fazla katıldıkları, siyasi partilere, belediye yönetimine güven duydukları ortaya çıkmıştır. Hatta Türklerin normal toplantılarda bile Hollanda meselelerini konuştukları, siyasetin içinde kendilerini hissettikleri tesbit edilmiştir.
Siyasi katılım ve yönetime güven konusunu, organize olmuş gruplarda inceleyen araştırmacılar, CDA’nın (Hristiyan Demokratlar) sık sık kullandığı “demokrasinin işlemesinde toplumsal örgütlerin rolü” tezinden hareketle, toplumsal kurumların, bireylerin tek başına yapamadığı veya zorlandığı işleri/hareketleri yapmak için biraraya gelen kurumlar yoluyla katılımın, dolayısıyle emansipasyonun, seviyenin, kalitenin yükseldiğini belirtmekteler. Böylece bir sosyal güven ortaya çıkmaktadır. Ve toplumsal kurumlar tarafından oluşturulan sosyal güven çok kolay bir şekilde siyasi ortak çalışmanın zeminini oluşturmaktadır.
Göçmen grupları da yıllar içinde çeşitli dini, siyasi, kültürel, sportif alanlarda örgütler oluşturarak, hitap ettikleri grubun daha iyi bir konumda yaşaması, yaşam şartlarının iyileştirilmesi ve üyelerinin toplumsal amaçlara yönlendirilmesini sağlamışlardır. Kendi aralarında çalışmalar yapan ve bir güven ortamı oluşturan bu gruplar tabanlarına sosyal güven duygusunu verebilmişlerdir.
Amsterdam’daki göçmen grupların içinden, her ne kadar kendi içlerinde dini ve siyasi görüş olarak bölünmüş olsalar da Türkler diğer göçmen gruplara karşı daha iyi organize olmuş ve daha dinamik bir yapı sergilemektedirler. Türkler Faslılara karşı daha fazla Türkçe gazete okurlarken, Faslı, Surinam ve Antillilere göre daha fazla Amsterdam haberlerini ve gazetelerini de takip etmekteler.
Araştırmacılara göre Türkler, her ne kadar bazı örgütler aşırı milliyetçi ve fundamentalist görünseler bile, tabanlarına yönelik organize ettikleri kollektif etkinliklerle, sosyal güveni oluşturarak, diğer göçmen azınlıklara kıyasla Amsterdam’da demokrasinin işlemesine daha fazla katkıda bulunmaktalar.
Araştırmacılar bir adım daha ileri giderek, geçen yıllarda Stella Bra-am ve Mehmet Ülger’in “Bozkurtlar Üzerine” yayınladıkları düzmece kitap yüzünden bir çok Türk derneğin çeşitli belediyeler tarafından verilen yardımlarının kesilmesi ve tartışma konusu yapılmasının yanlış olduğu ve bu tür kuruluşların demokratik ve antidemokratik kurumlar arasında bir köprü oluşturdukları ve böylece demokratik görülmeyen, sayılmayan kurumlara ait olan kitlelerde bile bir siyasi güvenin oluşmasının sağlandığını belirtmekteler.
Bütün bu tesbitlerden sonra, NPS’in TRNT’in doğuşu hakkındaki yaptığı açıklamanın tutarsız olduğu, Türklerin kendi kurumlarını oluşturmalarının bir getto değil, aksine emansipasyonu geliştirecek bir mekanizma olduğunu ortaya koyarak, TRNT’in Türk toplumunun gelişmesi ve demokrasinin işlemesine katkıda bulunacağı görüşü savunulmaktadır.

    Şubat 2000

Üçüncü Avrupa Süreli Yayınlar Sempozyumu Yapıldı
Türkevi Dergisi ve Hollanda Türk Akademisyenler Birliği’nin ortaklaşa düzenledikleri Üçüncü Avrupa Süreli Türkçe Yayınlar Sempozyumu, 110 delegenin katılımıyla Hollanda’nın Haarlem kentinde gerçekleştirildi. İlk sempozyumda olduğu gibi üçüncü sempozyuma da Moldova, Finlandiya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Makedonya, Yunanistan, Romanya, Türkiye, Almanya, Fransa’dan delegeler katıldı. Sempozyuma tabiiki Hollanda’da yayın yapmakta olan tüm süreli Türkçe yayın temsilcileri (İkibinbir, Türkevi, Ekin, Platform, Prizma dergileri, Doğuş, Dünya, Hürriyet, Zaman, Sabah, Türkiye, Milli Gazete, AA, CHA, IHA, DHA, NPS Türkçe radyo, NMO Türkçe radyo, TOS TV, Feza TV) katıldılar. Ayrıca sempozyumda T.C. Lahey Büyükelçisi Aydan Karahan, T.C. Rotterdam başkonsolosu Serpil Alpman, T.C. Deventer başkonsolosu Orhan Ertuğruloğlu da katıldılar.

Hatırlanacağı gibi ilk iki sempozyum Doğu ve Batı Avrupa ülkelerinde yayın yapan Süreli Türkçe Yayınların birbirlerini yakından tanımaları, karşılaşılan problemleri tartışmaları ve ortak işbirliği yolları aramaları olarak organize edilmişti. Sözkonusu tanışmaların ilerlemesi, özellikle Doğu ve Batı Avrupa’daki süreli Türkçe yayınların daha somut ortak çalışmalar yapabilmeleri amacıyla bu yıl yapılan üçüncü sempozyumun konuları şu şekilde belirlenmiş:
–Edebiyat, İki dillilik ve Kalkınma ve Türkçe Yazılı Basının Kalkınmada rolü
–Hollanda Kalkınma işbirliği Kurumlarının Doğu Avrupa Politikaları
–Hollanda ve Doğu Avrupa’daki Türkçe Yayınların Ortak Kalkınma Projeleri.
Sempozyumda onaltı ayrı teblig sunuldu. Diğer iki sempozyumda olduğu gibi bu sempozyumun tebligleri de bir kitap halinde yayınlanacak. Tebliglerin içeriğini yayınlanacak olan kitapta okuyacağız.

Sempozyumdan bazı tesbitlerimizi sizlere aktarmak isterim. Bunlardan birincisi, böyle bir girişimin Avrupa Türkleri ve Avrupa’nın değişik yerlerinde Türkçe yayın yapanlar için bir sinerji, bir ivme, bir güç ve tecrübe birliği oluşturacağını gözlemledim. İnsanlar birbirlerinden tekileniyorlar. Değişik ülkelerde yayınlanan gazette ve dergilerde yazılar yazıyorlar. O ülkelerdeki gelişmeleri yakından takip ediyorlar. Bu da uzun vadede karşılıklı bir işbirliğine sebep olacaktır diye düşünüyorum.
Ayrıca, özelikle Doğu Avrupa ülkelerinden sempozyuma katılan delegelerin çok zor şartlar altında Türkçe yayın yaptıklarını anlıyoruz. Acaba bu ve benzeri toplantılar Batı ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkçe yayıncılar için karşılıklı bir işbirliğine vesile olup, somut bir takım projeler ortaya çıkar mı diye kendime hep soruyorum.
Sempozyumda alınan bazı kararlar oldukca ilginç ve yerindedir. Özetle belirtmemiz gerekirse, alınan kararlar şöyle: “Birinci ve ikinci sempozyumlarda olduğu gibi üçüncü sempozyum tutanaklarının da kitap halinde basılıp gerekli kurumlara gönderilmesi;
Gelecek sempozyumların daha fazla tematik olmasına özen gösterilmesi ve somut projeler üzerinde yoğunlaşılması;
4. Sempozyumun organize edilmesi için kolay bir şekilde biraraya gelebilecek beş kişilik bir komite kurulması ve gelecek sempozyumun komitenin uygun göreceği bir ülkede organize edilmesi, gelecek sempozyuma İsrail’de Türkçe yayın yapan derginin de davet edilmesi;
Makedonya’da yayın yapan Birlik gazetesi ve Rotterdam’da yayın yapan Doğuê gazetesinin birbirlerini kardeş yayın ilan edilmesi;
Amsterdam’da yayın yapmakta olan Türkçe televizyon kuruluşlarının, gelirinin Doğu Avrupa’da Türkçe yayın yapmakta olan bir televizyon kurumuna verilmek üzere bir eğlence gecesinin düzenlenmesi;
Yunanistan’da Gündem, Makedonya’da Birlik gazetelerinin web sayfalarının oluşumu, internette isim alımı webhosting masraflarının ve programları Hollanda’daki www.webişrehberi.com tarafından karşılanmasına, oy birliği ile karar verilmiştir.
Evet Türkiye dışında Türkçe yayın yapan yazılı ve görsel medya temsilcileri bir defa daha Hollanda’da biraraya geldiler. Tanıştılar, tartıştılar ve elbette önemli kararlar aldılar. Umarım bu ve benzeri girişimler Avrupa’nın bir çok yerinde gerçekleşsin ve Avrupalı Türklerin sisyasi ve sosyal katılımına katkıda bulunsun.

    Mart 2000

Sosyal ve siyasi katılım
Amsterdam’ın Westerpark belediyesinde etkin olan Türkevi Derneği, İşçi Partisi (PvdA) ile ortaklaşa, sosyal ve siyasi katılım başlığı altında üç ayrı toplantıya imza atıyor. Bu toplantılar özelde, Westerpark belediyesi içinde ikamet eden Türkler olmak üzere, ilgi duyanları kapsıyor. Toplantılarda sadece Türkler değil aynı zamanda İşçi Partisinin yöneticileri, belediye görevlileri de hazır bulunacaklar. Tartışmalarda katılımcılarda aktif bir rol alarak, çeşitli sorularla tartışmanın içeriğini belirleyebilecekler. Karşılıklı bilgi alışverişi, soruların cevaplanmasıyla ve farklı bakış açılarının ortaya konmasıyla katılımcılar yeni bakış açıları yakalayabilecekler. Hollandaca yapılacak tartışmalarda ilk olarak soysal katılım üzerinde durulacak.
Sosyal katılımdan ne anlıyoruz? Hemen aklımıza gelen konuların başında iş pazarı, okula devam etmek ve eğitim, çocukları terbiyesi gibi konular yer alıyor. Ancak sosyal katılım bunlarla bitmiyor. Aynı zamanda mahalledeki kütüphanenin kullanılması, spor tesislerinin kullanılması, yaşlılara hizmet’te sosyal katılımı tanımlamakta.
İşte bütün bu konular hakkında belediye yöneticileri kararlar alıyor ve uuguluyorlar. Tartışıyorlar. Bu tartışmalara belediye sakinleri de katılabilirler. Görüşlerini ortaya koyabilirler. Karar vericileri etkileyebilirler. Ancak bu noktada vatandaşların pek aktif oldukları söylenemez. Tam da bu noktada göçmenlerin kendi kuruluşları önemli bir rol oynayabilirler. Üyelerini harekete geçirerek, söz konusu toplantılardan haberdar edip, katılımlarını sağlayabilirler. Göçmenlerin örgütlü olmaları, hükümet ve lokal yönetimlerin nasıl çalıştıklarını bilmeleri, ilgilenmeleri, kısacası aktif bireyler ve vatandaşlar olmaları hem kendi çıkarlarına hem de demokrasinin gelişmesi ve işlemesine katkıda bulunmaları açısından önem arzetmektedir.
Bu çerçevede bir başka konu hiç şüphesiz göçmen gençlerin sosyalleşme süreci ve karşılaştıkları çeşitli sorunlardır. Hepimizin ezberinde olan bir deyim vardır: gençliğe sahip olan geleceğe sahip olur. Hiç şüphesiz hepimiz her hangi bir şekilde toplumun önemli bir bölümünü oluşturan gençlik ve eğitimleri hakkında birşeyler düşünmüşüzdür. Gençlik, kültür, güvenlik hep gençleri düşününce aklımıza gelen konulardır. Diğer taraftan gençlerin karşılaştıkları sorunlar, örneğin, kuşaklar arası çatışma, kültürler arasında kalma, uyuşturucu, alkol, şiddet, kriminalite hep toplum gündemini meşgul etmektedir. Oysa göçmen kitlenin çocukları daha da zor bir ikilemle karşı karşıyadır. Ait oldukları aileler ve kültürün kendilerinden beklentileri ile günlük yaşadıkları kültürün bu gençlerden beklentileri arasında fark bulunmaktadır. Anne ve babaların bu ve benzeri ikilemler hakkında bilgi sahibi olmaları ortaya çıkacak sorunları kısmen azaltabilecektir. Gençlerin kimlik ve şahisyet gelişmeleri ve oluşturmaları içinde bulundukları sosyal şartlarla doğru orantılıdır. İşte bunun için Westerpark Türkevi derneğinin organize etmiş olduğu bu tür etkinlikler önemlidir.
Üçüncü toplantı siyasi katılım hakkında olacaktır. Başta Westerpark belediyesi olmak üzere, Amsterdam ve diğer şehirlerin meçlis üyeliklerine Türk kökenli arkadaşlarımız seçilmişlerdir. Bunların bir çoğu o belediyede ikamet eden Türklerin tercihli oylarıyla seçimi kazanmışlar aynı zamanda üye oldukları siyasi partilerede oy getirmişlerdir. Yani demokrasi mücadelesine katılmışlardır. Sedece seçilenler mi? Elbette hayır. Seçenlerde. Yani Türk vatandaşları da oylarını kullanarak siyasi katılıma destek vermişlerdir.
Şimdi sıra bu seçilen arkadaşlarımızın, o belediyedeki Türk dernek ve vakıflarıyla ortaklaşa, vatandaşa hizmet görürmek ve belediyede olup bitenleri Türklere anlatmaktır. Bu noktada siyasetcilerimiz Türk toplumu ile Hollanda kurum ve kuruluşları arasında bir köprü oluşturmuşlardır. İşbirliği kaçınımazdır.
Westerpark Türkevi Derneğinin sosyal ve siyasi katılım başlığı altında öncelikle Westerpark’taki vatandaşlarımıza hizmet götürmesi, diğer belediyelerde etkin olan kuruluşlara örnek olmalıdır. İnsanlarımızın karar alıcılar, yöneticiler ve siyasetciler hakkında birinci elden bilgi almaları ne kadar önemliyse, insanlarımızın karşı karşıya kaldıkları problemleri anında muhatabına iletmekte bir o kadar daha önemlidir. Bu karşılıklı bir alış veriş süreci olup, hem Hollanda hem de Türk toplumu faydalanacaktır.

    Ekim 2000

Çok Kültürlü demokrasi nedir?
Hollanda’da etnik azınlık grupların siyasi katılımı gündeme gelince, ister istemez, demokrasi tanımları tartışma konusu oluyor. Farklı bakış açılarına mensup düşünürler demokrasiyi ve siyasi katılımı farklı yorumlamaktalar. Bu noktada Hollanda demokrasi geleneğinde karşımıza tarihsel ve modern olmak üzere değişik yaklaşımlar çıkıyor. Atina demokratları, bütün halkın siyasi katılımının demokrasi şekillendirdiğini belirtirler. Ancak Atina dışından gelmişler, yabancılar, tabiiki kadınlar ve köleler bu katılımın dışındadır. Böylece karşımıza monokültürel bir anlayış çıkıyor. Buna karşılık tüm halkın uyması gereken önemli motal prensipler bulunmaktadır. Bu görüşten hareket edenler günümüzde de toplumsal değerlerin tüm vatandaşlar tarafından kabul edilmesini savunuyorlar. Demokratik katılımla birlikte kültürel homojenlik de söz konusudur. Düşünürlere göre ‚Atina demokrasisinin belirleyici özelliği, özel hayatın kamusal meselelere ve ortak-çıkara feda edilmesini ifade eden yurttaşlık erdemine (civic virtue) genel bir bağlılıktı‘.
Bunun karşılığında, siyasi katılım konusuna daha elitist bir yaklaşım sergileyen düşünürler, halkın bir bölümünün siyasi yeterliliğe sahip olmadığı ve bundan dolayı sağlıklı siyasal karar vermediği yönündedir. Bu düşünürlere göre halkın önemli bir bölümü liderler yoluyla siyasi tercihlerini yapmakta ve siyasi katılımları sadece sandıkta oy vermekle sınırlıdır. Dolayısiyle siyasi karar alma, yeterliliğe sahip elitlere verilmelidir.
Diğer bir elitsel görüş ise daha az ahlaksal olup, ekonomik demokrasi teorisi geliştirilerek, kararların siyasi girişimcilere bırakılmasını savunurlar. Seçmen, bu görüş içinde sadece bir müşteri olarak görülür. Dolaylı olarak siyasi kararları etkiler.
Yurakıdaki demokratik elitist bakış açınına göre, etnik azınlıkların siyasi katılımı göçmenlerin arzu, istek ve önceliklerini siyasi liderlere iletilmesiyle mümkün olabilecektir. Bu noktada göçmenler siyasi partilerin liderleriyle pazarlık yapabileceklerdir. Göçmen gruplardan listeye giren isimlerin seçilebilecek bir si getirilmesini sağlayabilecekler.
Demokratik vatandaşlık vizyonu konusunda karşımıza, süreçsel ve içeriksel olmak üzere iki seçenek çıkıyor. Örneğin liberallar daha çök süre-çe öncelik vermekteler. Leberal demokrasi görüşüne göre, süreç üzerinde anlaşma önemli olup, etnik azınlıklardan siyasette aktif olmak isteyenler, kültürel isteklerde bulunumamakta. Buna karşılık siyasette kültürel kimlik çıkarcılığı önemsenmez.
Üniter yaklaşıma göre ise, siyasette etkin olmak isteyen göçmen adayların öncelikle bazı kültürel değerleri ıspat etmiş olmaları beklenir.
Diğer taraftan, Yeni cumhuriyetçilerin demokrasi ve siyasi katılım modeline göre, göçmen bireylerden aktif birer vatandaş olmaları beklenir. Bunun için bireyler kendi değerlerinden vazgeçmemeliler. Yani ‚öz kimliği kaybetmeden katılım‘ beklenir.
Hollanda demokrasisi bira önce belirtilen domokrasi ve siyasi katılım modellerinin bir karışımı olup, kendine has bir demokrasi geleneği geliştirmiştir. Daha çok demokratik elitism ile yeni cumhuriyetçi görüşün birleştiği görülürken, demokratik elitizm bu gidişatı zaman zaman Pazar/ekonomi demokrasisi olarak değiştirmiştir.
İşte bu kombinasyon Hollanda’da bir çok kültürlü demokrasi modelini beraberinde getirmiştir. Böyle bir demokrasi modelinde etnik grupların liderleri çok kolay bir şekilde siyasette yükselebilirler, meramlarını siyasi liderlere kolyalıkla anlatabilirler. Temsil ettikleri grupların düşüncelerini, isteklerini ve sorunlarını siyasi mercilere duyurabilirler. Kendi kimliğini koruyarak siyasi katılımı sağlama, göçmen gruplar arasında çok fazla dillendirilen bir modeldir. Bu istek günümüzde daha çok Hıristiyan Demokratlar CDA ve Sosyal Demokratlar İşçi Partisi PvdA tarafından değerlendilmektedir.
Hollanda demokrasi geleneği bu yıllarda göçmenlerin‚ kendi kimliğini muhafaza ederek‘ siyasi katılım ve uyum sağlayacaklarına imkan vermekte. Siyasette aktif olan ve olmak isteyen gençlerimizin bu geleneği bilmeleri toplumumuz açısından önem arzetmektedir. Özellikle kuruluşlarımızın, sisyasi parti liderleriyle görüşmeleri, toplumumuzun isteklerini iletmeleri siyasi katılım ve çok kültürlü demokrasi açısından önem arzetmektedir.

    Aralık 2000

Türk gençleri ve siyasi katılımda engeller
Geçtiğimiz yıllarda, Hollanda’daki Türk gençlerinin adeta önü kesilmek istenircesine yayınlar yapılmıştı. Herhangi bir derneğe üye olmamış, başarılı ve Hollanda toplumunda bir yerlere gelen gençlere pilanlı veya pilansız bir şekilde suç atılarak gençlerin gelecekleriyle oynanmıştı. Bu anlamda yaşanmış sadece iki örnek vererek olayın vahametini ortaya koymak isterim. Driebergen’deki Sosyal Akademiye devam eden öğrenciler arasında, Hollanda’da doğmuş, doğru dürüst Türkçeye hakim olmayan bir gencimiz okumuş olduğu günlük gazeteden dolayı okuldan uzaklaştırılmıştır. Hepimiz çok iyi biliyoruzki, Sosyal Akademilerde okuyan ve Türkçe konuşan öğrencilerin bir çoğu, kendilerini Türkiyeli adlandırarak, marsistlikleriyle övünürler. İşte bu okullardan bir tanasi de Driebergen’deki Sosyal Akamedi. Bu Akademiye devam eden, ancak kendini Türkiyeli görmeyen veya bu işlerin farkında olmayan bir gencimiz, sadece Türkiye gazetesi okuduğu için, okuldaki devrimciler (!) tarafından bozkurt ilan edilerek, okul idaresine şikayet edilmiş. Okul idareside nasıl olduysa, bu genci tehlikeli bulmuş ve okuldan irtibatını kesmiş. Okuldan ayrılan genç, Hollanda İslam Yayın kurumunda eşiyle birlikte televizyona çıktı. Kendisiyle okuldaki olaylar ve gelişmeler üzerine söyleşi yapıldı. Genç yaşadığı olayları Türkçe anlatmakta zorluk çekiyor. Hatta bir ara, okulidaresi tarafından neyle suçlandığını hatırlayamıyor ve yanındaki eşine, `beni neyle suçlamışlardı` sorusunu soruyor. O kadar mazlum o kadar suçsuz ki, adam itham edildiği `bozkurtları‘ hatırlayamıyor. Bu genç ne kadar bozkurt olur? Ne kadar faşist olur? Varın artık siz düşünün.
Aynı çerçevede bir başka oyun da İşçi Partisinde oynanıyor. Malum olduğu üzere Hollanda’daki Türkler 1986 yılından itibaren, mahalli seçimlerde oy kullanabiliyorlar, seçimler katılıp, aday olabiliyorlar. İşte bu bağlamda bir çok Türk gencide çeşitli siyasi partilerden belediye yönetimlerine, eyalet yönetimlerine adaylıklarını koyarak bu ülkenin yönetimine katkıda bulunmak istiyorlar. Ancak Hollanda’da kraldan çok kralcılar olduğu için, solcu olmayan Türk gençleri siyasi partilerde ilerlemek istedikleri zaman, bir vesileyle önleri kesiliyor, partilerde ilerlemeleri, yükselmeleri engelleniyor. Solcu ya da kendilerince Türkiyeli olamyan bir gencin önü en iyi bir şekilde, o genci bozkurt ilan etmek, veya camide, pazarda, markette bir bozkurtla konuştuğunu söyleyerek, ilerlemesini durdurmak. Haarlem kentinde siyasette aktif bir genç arkadaşımız, kendi partisinin içindeki Türkiyeliler tarafından, bir camide konuştuğu insanın bozkurt olduğu iddiasıyla, suçlanarak siyasi geleceği bitirilmiştir. Camide onlarca insan var. Camiye her görüşten insan gelir. Kimsenin alnında bozkurt, milli görüş, vs. yazmıyor ki, insan ona göre kendisini ayarlasın. Selam veren herkesle görüşür, merhabalaşır, sohbet edersin. Hem böyle bir iddianın isbatı nasıl mümkün olabilir. Velhasıl Hollanda’da böyle bir sistem ne yazıkki yıllardır işleyip gidiyor. Ancak bu böyle uzun boylu sürmez. Türkiyelilerin bu inanılmaz oyunu burada yetişen ve kendi anne babasına ters düşmeyen, onları hor görmeyenler tarafından bozulacaktır. Türkiyeliler darma dağın olacaklar. Masum gençlere yaptıklarına belkide pişman olacaklardır. Buradan ilan ediyorum. 2010’lı yıllara geldiğimiz zaman, işler daha farklı yürüyecek. Bir kaç yıl önce, yukarıdaki olaylardan da hareketle Amsterdam Üniversitesi ve Türkevi Derneğinin Hollanda’daki Türk gençleri üzerine yapmış olduğu araştırma ve yayınladıkları kitap, bir çok önyargıyı kıracak ve bertaraf edecektir. “Türkler Ne Kadar Tehlikelidir?” başlığıyla yayınlanan kitap bugüne kadar Hollanda’daki Türkler hakkınaki ezberleri bozacak bir çalışmadır. Yüzlerce halk kütüphanesi bu kitabı sipariş ederek, merakla okumaktalar. Bu kitap ve sonrasında yayınlanacak başka bilgiler ve kitaplar var olan yargıları sarsacaktır. Zira; Hollandalılar, bu güne kadar hep Türkiyelilerin yazdıkları, gerçi yazdıkları fazla bir şey yok ama, anlattıkları hikayeler ve yalanlardan hareketle Türkleri yargıladılar. Artık su gelmiş teyemmüm bozulmuştur. Öyle zannediyorum ki, Türkiyelilerin yalan yanlış anlattıklarından rahatsızlık duyan bir çok sağduyulu Hollandalı vardır. Yeni yetişen gençlerimiz bu sağduyulu Hollandalıları bulup, birlikte çalışmalar yapmaları, Türklerin siyasi ve sosyal katılımlarına destek vermeliler. Tabiiki, Türkiyeliler bu gelişmeden kesinlikle hoşnut olmayacaklar. Ama suçlamaları gün gelecek, itibar görmeyecek ve geçersiz olacaktır. İşte bu süreci şu anda görür gibiyim. Ne Türkiyeliler ne onlara yardım eden medya Türklerin bu ülkede başarılı olmalarını engelleyemeyecektir.

    Nisan 2001

Zeeburg belediyesinde neler oluyor?
Zeeburg belediyesi, Amsterdam’ın doğu bölgesinde Türklerin de yoğun bir şekilde yaşadığı bir belediyedir. Dappermarkt pazarı başta olmak üzere, Javastaat Türk işyerlerinin bulunduğu, insanların alışveriş yaptıkları yerlerdir. Oosterpark bu belediye sınırları içindedir. Türklerin Amsterdam’da açmış oldukları ilk cemiyetlerden bir tanesi bu bölgededir. Hemen hemen her sokakta onlarca Türk görebilir, konuşabilirsiniz.
Göçmenlerin yoğun olduğu bu belediyede son zamanlarda şikayetler artıyor. Bunlardan bir tanesi de geçtiğimiz ay, şubat ayında medyada yankı buldu. Zeeburg’ta değişim istiyoruz başlığıyla yayınlanan bildiride, göçmenlerin belediye yönetiminde pasivize edildikleri belirtilmekte. Bildiri şu cümlelerle başlıyor: amacımız emasipasyon, adalet, sosyal haklar ve mahalle sakinlerinin haklarının sadece belediye düzeyinde değil aynı zamanda kentsel ve ülkesel olarak savunulmasıdır.
Bildiri şöyle devame diyor: 2011 yılı Zeeburg belediyesi bütcesinde bu belediyede yaşayan göçmenlerin sesini duymamaktayız. Yine geleneksel kuruluşlar bütcede hakimiyetlerini sürdürmüşler. Her ne kadar Belediye politikasında göçmenlerin toplumsal katılımlarına öncelik verileceği ve bütce ayrılacağı yazılmış olsada, belediye yönetiminin bunları görmemesi bizi ziyadesiyle üzmüştür. Oysa 1998 yılında sosyal işlerden sorumlu encümen üyesi göçmenlere yönelik politikları gayet mükemmel bir şekilde formüle etmiş ve uygulamıştır. Bu çerçevede belediye sınırları içinde yer alan bütün göçmen kuruluşlarla görüşmeler olmuş, bu kuruluşların desteği sağlanmıştır.
Bu bölgede etkin olan Faslı kuruluşlar adına bu bildiriyi yazan Mustafa Aljedyan belediye yönetiminden şu isteklerde bulunuyor: – Göçmen kuruluşların, eski yıllarda olduğu gibi demokratik tartışma kütürüne katılımları devam ettirilmelidir. Göçmen kuruluşların istekleri göz önünde bulundurulmalıdır. Diğer kuruluşlara olduğu gibi göçmen kuruluşlarada proje ve etkinliklerinde mali yardım devam etmelidir. Belediye içindeki bölünmeler yüzünden göçmenlerin sosyal ve siyasi katılımı zarar görmemelidir. Göçmenler de etkinliklerini gerçekleştirebilmek için tüm imkanlardan yararlanmalı ve dışlanmamalıdır.
Evet öyle anlaşılıyorki, Zeeburg belediyesi göçmen kuruluşları ciddiye almıyor. Oysa göçmenlerin seçimlerde gösterdikleri ilgi ve istek, bu insanların siyasi katılıma önem verdiklerini yani karar alma mekanizmalarında etkin olmak istediklerini açıkca ortaya koymaktaydı. Kaç seçim önemidir, siyasi partiler göçmen oylarını alabilmek için türlü stratejiler yürütmekte, bazı siyasi partiler listelerinde göçmen adaylar göstermekteler.
Acaba,Zeeburgbelediyesininbututumu,göçmenlersadeceseçimzamanı oylarını kullansınlar, kendi adaylarını da seçsinler, ancak yönetime yani karar verme mekanizmalarında pek etkin olmasınlar’düşüncesini mi ele veriyor. Zira bu ve benzeri şikayetler artmaya başladı. Karar verenlerin, yani toplum adına karar alıcıların temsil ettikleri belediyelerdeki halkın farklılığını pek görmek istemedikleri, alışılagelmiş bir şekilde, biraz da Hollanda arrugantlığı ile bu işi geçiştirmek istedikleri anlatılmakta. Seçimlerle belediyelere görev alan göçmenleri de pek ciddiye almadıkları, hatta bunların bazılarının Hollandacayı iyi bilmedikleri ve raporları tam anlayamadıkları gerekcesiyle, devre dışı bırakılmak istendiği bilinmektedir. O zaman eğer bu iddia ve uygulama, özellikle bürokraside yani memurların bu uygulamaları doğru ise, o zaman Hollanda demokrasisi yara almaktadır. Bu ve benzeri uygulamalar ileride başımıza iş açacaktır. Zeeburg belediyesindeki olan olaylar bunun habercisidir. Uyanık olmak, dayanışma içinde olmak zorundayız. Belediye yönetimi ve bürokrasisi o belediye içindeki halkın iz düşümü olmalıdır.

    Mart 2001

Belediye ile Cami yönetimi arasında iktidar kavgası
De Baarsjes belediyesi Amsterdam’ın batı kısmında kalan ve göçmenlerin yoğun olarak yaşadıkları bir ilçe belediyesidir. Türkler bu belediyenin Mercatorplein diye bilinen kısmında yoğun olarak yaşarlar. Mercatorplein, Hoofdweg gibi caddelerde Türklerin işyerleri bulunmaktadır. Bu caddelerin yan sokakları da yine Türklerin yoğun olarak ikamet ettikleri yerlerdir.
Ancak de Baarsjes belediyesi son yıllarda hem Hollanda’daki Türklerin hem Hollandalıların gündemine çok farklı konuyla gelmektedir. Konu bu belediyede yapılması pilanlanan Wetsermoskee/Batı Camii ile ilgili. Bu konuda ilçe belediyesi de Baarsjes ile aynı belediye sınırları içinde bulunan Ayasoya Camii yönetimi arasındaki anlaşmazlık ve zaman zaman kavgalar, de Baarsjes belediyesini gündeme taşımakta.
Hollanda’daki göç ve göçmen uzmanları bu anlaşmazlığın göçmen kuruluşları ile, yerel politikanın karşı karşıya geldiği bir örnekten hareketle bu sürecin göçmenlerin entegrasyon ve siyasi katılımına nasıl etki yapacağını araştırmaktalar. Bir tarafta siyasi bir güç: belediye, diğer tarafta sivil bir güç: Ayasofya camii yönetimi.
Göçmenler üzerine yaptıkları araştırmalar ile tanınan Rinus Penninx ve Marlou Schrover geçen ay yayınlamış oldukları “Bastion of bindmiddel” adlı raporlarıyla göçmen kuruluşların toplumdaki konumuna dikkat çekmişler. Yayınladıkları kitabın giriş bölümünde bu konuya yer ayırmışlar.
Kitapta; 1994 yılında belediye yönetimi ile Ayasofya yönetimi arasında başlayan kavganın her iki tarafın ‘entegrasyon’ kavramına farklı baktıkları ve ideolojik yaklaşımlarla, iki ayrı aktörün bir türlü anlaşma sağlayamamasıyla olayın 2000 yılında yargıya inkital ettiğine dikkat çekilmekte.
Antropolog Lindo(1999)’nın belediye ile Ayasofya camii yönetimi arasındaki görüş farkını ‘Amsterdam’da Kutsal Bilgelik’ olarak nitelendirdiğini belirten araştırmacılar çatışmanın nasıl başladığını anlatmaktalar.
Görüş ayrılığı, Milli Görüş hareketine bağlı Ayasofya camii yönetiminin 1994 yılında, ilçede bir cami ve çok amaçlı bir dini merkez yapımı için aldığı arsayla başlamış. Yapılacak bu merkezde entegrasyonu geliştirici dini, sosyal ve kültürel etkinlikler yapılcaktı. Belediye yönetimi böyle bir merkezin yapılmasında farklı düşünmeyip, ancak entegrasyonu geliştirici etkinlikler hakkında Camii yönetiminden farklı düşünüyormuş.
Ayasofya yönetimi entegrasyonun grubun kendi egemenliğiyle olabileceğini, zira Hollanda tarihinde bunun örneklerinin olduğunu belirtmekte. Ayasofya sözcüsü Üzeyir Kabakyer konuyla ilgili şunları söylemekte: “Kendi kültürünü koruyup, geliştirerek emansipasyonu sağlamak tam bir Holladalılıktır. Katolikler böyle yapmışlardır. Kendi sosyal yapılarını ve ağlarını oluşturarak Hollanda toplumuna katılmışlardır. Türklerin ve Faslıların kendi kültürlerini kaybetmeden, asimile olmadan bu süreci yaşamaları gayet doğal haklarıdır.”
Bunun karşılığında, de Baarsjes belediye başkanı Salm ise, yapılacak merkezin Türklerin kalesi olacağından, ilçede sosyal uyum için bir tehlike arzedeciğini savunmakta.
Salm şunları söylemekte: “İlçede kendi dükkanları, eğlence yerleri, gençlik merkezi, spor tesisleri olan kendi içine kapalı bir merkeze izin verilirse, emasipasyon tehlikeye girer. Özellikle genç kızların emansipasyonu. Kapalı bir sistem, eğer bir şeyler yanlış giderse, ülkedeki göçmenlerin konumlarını düşünün artık siz. Fundamentalistlerin yeri olur, ondan sonra aşırılarla mücadeleye başlarsınız.”
Evet, şimdi kavgayı ve görüş ayrılıklarını bir tarafa bırakalım. Uzmanların bu olaya bakışı bizim için önem arzediyor. Göçmen kuruluşların toplumsal rolüne dikkat çeken uzmanlar, bu tür girişimlerin göçmenlerin entegrasyon sürecine nasıl etki yapacağını merak ediyorlar. Acaba bu tür mücadeler sonrasında göçmen kuruluşları partikülizm’in merkezi olup, entegrasyona bir engel mi teşkil ederler? Yok sa hükümetin, karar vericilerin, yöneticilerin göçmenler politikasını uygulayamalarında işbirliği yapılacak ortaklar olarak mı? görülürler.
Uzmanların da ifade ettikleri gibi, hem devletin yöneticileri hem göçmenleri temsil eden kuruluşlar yeni bir süreçle karşı karşıyalar. Yöneticiler, göçmen kuruluşların isteklerini göz önüne alıp yeni uyum politikları mı geliştirecekler? Yok sa göçmenlerin istekleri önemsenmeden bilim adamları tarafından tavsiye edilip, bürokratlar tarafından uygulanan ve bu meyanda göçmen kuruluşlara da bir görev mi verilecek? Doğrusu önümüzdeki yıllarda de Baarsjes ve Ayasofya camii mücadelesi örnekleri daha çok görmeye devam edeceğiz.

    Mayıs 2001

Çok kültürlü toplum, vatandaşlık ve siyasi yaklaşımlar
Hollanda’da çok kültürlülük tartışılmaya devam ediyor. Biz göçmenler bu tartışmaları her ne kadar ana konusu olsakta, tartışmaların hep kıyısında, köşesindeyiz. Toplumda, ya da çok kültürlü toplumda, vatandaşlık ile ilgili görüşler, hiç şüphesiz göçmenler politikasıyla doğrudan ilgilidir. Bu noktada, önemli soru: vatandaşlar (gruplar) hangi haklara sahipler ve bu haklar neleri beraberinde getirmektedir? Bu soru doğrultusunda çok kültürlü toplumda vatandaşlık kavramı hakkında görüş beyan eden çeşitli siyasi-felfesi bakış açılarına şöyle bir göz atalım. Tabiiki soru sadece vatandaşlıkla sınırlı kalmıyor. Aynı zamanda göçmen kuruluşların üstlendikleri rol ve görev de önem arzediyor.
Bu soru doğrultusunda karşımıza üç ayrı grup görüşü ortaya çıkıyor. Bunlar liberal/milliyetci ve liberal/tarafsız görüş, çoğulcu yaklaşanların görüşü ve liberal çok kültürcülerin görüşü.
İlk önce liberal/milliyetci ve liberal/tarafsız görüş üzerinde dumamamız gerekirse. Bu gruptaki düşünürlerin görüşü; milli kültür ve hakim grup içinde bireyin var olan temel hakları önemlidir. Bu görüşe göre göçmenler birey olarak görülmekte ve göçmen kuruluşlar özel etki alanlarıdır. Devlet bu kuruluşları yasaklayamaz. Ancak tanımak ve desteklemek zorunda da değildir. Göçmen kuruluşlar, hitap ettikleri gruplarının kimlikleri ve kültür değerlerini koruyan, geliştiren etkinlikler organize edebilirler. Üyelerinin çıkarlarını savunabilirler.
Çoğulcu yaklaşıma göre; göçmenler birey olmakla birlikte, kollektif haklara sahiptirler, göçmen kuruluşları çok önemli fonksiyon asahip olup, değerlendirilmeliler. Bu görüşe göre devlet göçmen kuruluşlarını muhatap almalı ve tanımalıdır. Göçmen kuruluşları göçmenlerin kütür ve kimlik alanındaki tüm sorularına cevap bulmalı ve imkanlar sunmalıdır. Bu tür talepler göçmenlerin çıkarları olarak görülmelidir. Devlet bu kuruluşları aktif bir şekilde desteklemeli, tanımalı ve yapacakları işlerin muhtevasına karışmamalıdır.
Üçüncü yaklasım; liberal çok kültürcülerin yaklaşımı olup, yukarıdaki iki farklı görüşün ortasında yer almaktadır. Bu görüşe göre ulusal kültürün egemenliği reddelirek, kamusal alanda kültürel etkinlik eşitlik ölçüsünde olmalıdır. Göçmen kuruluşları tanınmalı, kabul edilmeli ve çok kültürlü toplumun oluşmasında birlikte çalışılmalıdır. Göçmenlerin sosyal emansipasyonunda devletin birlikte çalıştığı diğer kurumlar arasına alınarak, göçmen kuruluşlara etkin görev biçilmeli.
Evet ikibinli yıllara girmiş olduğumuz bir zaman diliminde Hollandalı uzmanlar, hem çok kültürlülük hem de göçmen kuruluşların muhtemel yükleneceği görevler üzerinde farklı yaklaşımlara sahipler.
Hollanda göç ve göçmenler politikaları hiç şüphesiz bu görüşler ve yaklaşımlar doğrultusunda belirlenecek, şekillenecek ve uygulanacaktır. Önümüzdeki yıllarda iş başına gelecek hükümetler yuakarıdaki üç ana görüş dogrultusunda biz, göçmenlerle ilgili politiklarını uygulayacaklardır.
Elbette biz, Hollanda toplumunun birer bireyleriyiz. Liberal görüşe göre bizim birer birey olarak haklarımız ve bu haklarımızın beraberinde gelen sorumlulukların bilincinde olmamız çok önemlidir. Ancak biz bu toplumda aynı zamanda bir kültür ve etnik grup olarak görülmekteyiz. Yerlilere göre sorunlarımız farklı. Yaşadıklarımız, karşılaşacak olduğumuz sorunlar farklı. Positif ayırımcılık yapılsın, bizim bazı yaptıklarımıza göz yumulsun diye bir isteğimiz asla olamaz. Ama, bizim de toplumun diğer sosyal, kültürel grupları gibi eşit konuma gelmemiz için bir özen gösterilsin. Her şeyden önce, bizimle ilgili kararlarda, bizimle ilgili oluşturulacak politikalarda, bizim ne düşündüğümüz sorulsun. Bizim bu ülkede var olduğumuz bize hissettirilsin.
Göçmenlere hizmet görüren kuruluşların kalitesi arttırılması için özel bir uğraş sergilensin. Elbette biz, göçmenlerde bu noktada istekli olmalıyız. Etkin ve aktif bir katılım göstermeliyiz. Haklarımız ve sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız.

    Temmuz 2001

Göçmen politikacılar
Bilindiği gibi 1986 belediye seçimlerinden bu yana göçmenler, değişik belediyelerde kullandıkları seçme ve seçilme hakları doğrultusuda temsil edilmekteler. Daha doğrusu göçmenlerin kullandıkları tercihli oylarla bir çok göçmen ikamet ettikleri belediyelerin karar alma mekanizmalarında etkin görev aldılar. Aradan geçen yaklaşık on beş yıl zarfında göçmen politikacılar hakkında çok değişik yorumlar yapıldı.
İkibinli yıllara giridiğimiz bu zamanda, göçmen politikacılarla yapılan bir anket sonuçları üzerinde durmak istiyorum. Anket sonucunda göçmen politikacılar hakkında daha fazla bilgiye ulaşacağız.
Göçmen politikacılarda partiye ait olma hissi geçmiş yıllara göre daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmakta. Kendi partileri içinde ciddiye alınma, geçen on yıla göre daha iyi bir noktaya gelmiş. Parti içinde ilişki kurdukları Hollandalı sayısı eskiye göre daha fazla. Muhtemeldirki bu ilişkiler, göçmen politikacıların parti içinde ve siyasette etkilerini belirlemekte.
Dört şehirde toplam yirmiyedi göçmen politikacıyla anket yapılmış. Elde edilen bulgular şöyle: Anket yapılan göçmen politikacıların üçte biri bir Hollandalıyla evli. Ailelerinin yarıya yakını bir Hollandalı partnere sahip. Dolayısıyla göçmen politikacıların siyasi katılımları yanısıra sosyal uyumlarıda iyi görünmekte.
1990 yılında göçmen siyasetciler çoğunlukla Sürinamlılar ve Türklerden oluşurken, on yıl sonra bu iki grup hakimiyetlerini korurken diğer etnik grupların da siyasette temsil edildikleri görülmekte.
1990 yılında göçmen politikacıların önemli bir bölümü İşçi Partisi (PvdA) ve Yeşil Sol (Groen Links) partisine üye iken, on yıl sonra bu dağılımda Hıristiyan Demokratlar (CDA), Liberaller (VVD) ve yerel partilerde nasiplerini almışlar. Son on yılda göçmenleri çekebilen parti Yeşil Sol (Groen Links) olarak görülmekte.
Ankete katılan göçmen politikacıların önemli bir bölümü birinci nesil göçmenlerden oluşmakta. Son on yılda ise ikinci nesil göçmenler siyastette aktif oldular. Bu dönemde siyaset yapan göçmenlerin önemli bölümü üniversite ve yüksek okul mezunu oldukları görülmektedir. Anket yapılan göçmen politikacıların sorun olarak nitelendirdikleri konular arasında “toplantı kültürü” öne çıkmaktadır.
Göçmen politikacıların yarıya yakın bir bölümü tercihli oylarala seçilmiş politikacılar arasında yer almakta. Göçmen siyasetciler görev alanlarında tüm şehir halkı için seçildiklerini ifade etselerde, özellikle tercihli oy alanlar, oy aldıkları kitlenin menfeaatlerini korumak, seslerini duyurmak gibi çifte sorumlukla karşı karşıyalar. Hatta bazı göçmen siyasetciler, göçmenlerle ilgili konuları gündemlerine almak istemeyip, kendilerini göçmenlerin siyasetcileri olarak görmemekteler.
Anket sonuçlarında da anlaşılacağı üzere, göçmen politikacıların profilinde geçmiş yıllara göre ciddi değişiklikler yer almakta. Örneğin parti içinde ve belediye komisyonlarındaki toplantılarda göçmen politikacıların bir zamanlar ciddiye alınmamalı artık yok gibi. O yıllarda göçmen politikacılar, Hollandaca bilmiyorlar, konuşulanları, tartışılanları anlamıyorlar gibi şikayetler geziyordu. Gerçi bu tür şikayetlerin doğru adresleri elbette vardı. Adam Hollandacasını iyi geliştirememiş, Hollanda siyaset kültürünü kavramamış, ama bir şekilde bir partiye üye olmuş ve siyaset girmiş.
Hollanda’da siyaset yapmak isteyenlerin elbette Hollanda siyaset kültürünü bilmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde, bir cemiyetin, bir grubun temsilcisi olup, siyasete girmek ne o kişiye, ne o gruba, ne Hollanda Türk toplumuna ne de Hollanda’ya fayda getirmez. Tam tersine kişi kendisine haksızlık eder, olayları takip edemediği için ızdırap içinde olur. Ne Musa’ya ne İsa’ya yaranamaz.
Aradan geçen on beş yıl içinde, hatalar yaparak, öğrenerek Hollanda siyasetinde bir yerlere geldik. Ümit ederim ki, gelecek yıllarda da sacede belediyelerde değil, eyelet yönetimlerinde, millet meclisinde de Türk kökenli siyasetçilerin sayısı artar. Tabiiki Hollanda Türk toplumuna ters düşmeyen, onlara tepeden bakmayan siyasetçilerin sayısı artsın.

    Eylül 2001

Politik analiz, tercihli oylar ve Mayıs seçimleri
Bir işgücü göçü neticesinde Hollanda’ya gelen ve zaman içinde farklı alanlarda başarılara imza atan Türkler Hollanda politikasında da hatırı sayılır bir yer edinme gayreti içindedirler. 1998 belediye seçimlerinde 97 meçlis üyesiyle politikada temsil edilen Türkler 2002 yılı belediye seçimlerinde bu sayıyı 129’a çıkararak, çeşitli siyasi partilerde yerlerini almışlardır.
Hollanda’da yerleşik hayata geçişin ya da entegrasyon sürecinin de önemli bir belirtisi olan politik katılım, seçme ve seçilme hakkını kullanma, yönetimlerde karar alma ve uygulama, toplumu, şehri veya ülkeyi ilgilendiren konularda sorumluluk hissetme Türklerde kendiliğinden gelişmiş bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık her gün Ankara’yı Amsterdam’dan yönetmenin, hükümetler kurup hükümetler yıkmanın, kendi aramızda günlerce tartışmanın, hiç bir değirtirme gücüne sahip olmamamıza rağmen Türkiye politikasına odaklanmanın yerini Amsterdam’dan, Rotterdam’dan Den Haag’ı düşünmenin, takip etmenin süreci başlamıştır. Bu tavır ve tutumdan elbette Türkiye’yi düşünmeme, takip etmeme anlamı çıkarılmamalıdır.
Geçmiş dönemlerde belediye seçimlerine katılarak meçlis üyeliklerine seçilenlerin bazılarının beklediklerini bulamadıkları, bazılarının mevcut siyasi partiler tarafından ciddiye alınmadıkları, bazılarının da her hafta kendilerine gönderilen evrak ve notların kabarıklığı ve dilinin ağır olaması yönündeki şikayetleri hafızalarımızda olmasına rağmen 5 Mart 2002 tarihinde yapılan belediye seçimlerinde gerek tercihli oylarla gerek partilerinde kendilerini kanıtlayarak aday gösterilen 260 Türk adaydan 129’nin seçildiğini görmekteyiz.
Politik analistler Hollanda’daki diğer göçmenlerle birlikte Türklerin seçimlere katılımlarını açıklamak için farklı yorumlar getirirken, Mart ayındaki belediye seçimlerinde Türklerin hangi oranda sandığa gidip gitmedikleri haftalarca gündemden düşmemiştir. Özellikle Amsterdam’daki Türklerin 5 Mart belediye seçimlerinde geçen döneme göre siyasi tavırları politik analistleri harekete geçirerek şu yorumları beraberinde getirmiştir. Zira Amsterdam’da Türkler 1998 belediye seçimlerinde %57 oranında sandığa giderken, bu oran 5 Mart belediye seçimlerinde %28’lere düşmüştür. Yani Türkler Amsterdam’da tabiri caizse “Politikaya Sırtlarını Dönmüşlerdir”. Bunun da nedeni, araştırmacı Jean Tillie’ye göre şöyledir: “Bir kısım Türklerin politikaya güvenlerinin kalmadığı, zira büyük şehirlerde azınlıklara yönelik özel politikaların yerini genel gerikalmışlık politikasına bırakması, öz örgütlere yeterli değerin ve desteğin verilmemesi, bunun da bir kısım Türklerde politikacılara ve yöneticilere olan güvenin kaybolmasına neden olmuştur”. Tillie yorumuna şöyle devam etmektedir: ”genellikle sol partiler, göçmen adayların kendi kitlelerini harekete geçirerek parti içi dengeleri altüst edebileceklerinden korktukları için, partilerinde bu yöndeki isimlere pek yer vermemişler ve seçilebilecek yerlere azınlıkları temsil eden isimler koymamışlardır” denilmektedir. Bu yönde iki çarpıcı örnek olarak Den Haag’tan Ahmet Daşkapan ve Amsterdam’dan da Hacı Karacaer örneği verilmektedir.
Bazı partilerin bu tutum ve davranışlarına rağmen Türkler kullandıkları tercihli oylarla, seçilmesi zor olan, sıralamada çok gerilerde kalan Türk kökenli adayları belediye meclisine sokmayı başarmışlardır.
Bu ve benzeri yorumlar ve Türklerin politik tavırları bize Türklerin Hollanda politikasında önemli bir yere sahip olduklarının başlı başına bir ifadesidir.
Diğer taraftan Hollanda’nın muhtelif belediyelerinde tercihli oylarla belediye meçlisine giren Türkler Hollanda seçimlerinde ağırlıklarını ve varlıklarını bir defa daha hissettirmişlerdir. Amsterdam’da Nevin Özütok, Rotterdam’da Aleaddin Erdal ve Metin Çelik, Amersfort’ta Mustafa Özcan, Gorinchem’de Ahmet Sarı, Den Haag’ta Murat Özsoy, Hoorn’da Duran Şimşek, Zutphen’de Salim Şahin, Zaandam’da İzzet Özkan tercihli oylarla dikkatleri üzerine çeken ve meçlise girmeyi başaran adaylarımızdan bazılarıydı.
Mart 2002’de yapılan belediye seçimlerinde önemi bir defa daha ortaya çıkan tercihli oyların kullanımı Mayıs ayında yapılacak milletvekili seçimlerine de taşınmalıdır. Hem de çok daha bilinçli ve çok daha amaçlı bir politik tavır sergilenmelidir. Evet, şimdi sıra 15 Mayıs’ta yapılacak milletvekili seçimlerinde. Yeniden bir politik tavır göstermenin zamanıdır. Tercihli oyların ne anlama geldiği, halkın desteğinin öneminin yeniden gösterimi zamanıdır. Bunu Mayıs ayındaki milletvekili seçimlerinde yapmak zorundayız. Zira, bir taraftan her siyasi partiten adaylarımız var, onlara destek vermek ve seçilmelerini sağlamak, diğer taraftan da son belediye secimlerinde yükselen ırkçılığa karşı politik tavrımızı netleştirmeliyiz. Olaya nereden bakarsak bakalım bir yükümlülük ve sorumlukla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.
Bu noktadan hareketle; farklı partilerde, seçilebilecek veya seçilmesi bizim oylarımıza bağlı Türk kökenli milletvekili adaylarımızın isim ve partilerindeki sıralamaları şöyledir: şu anda milletvekili olan VVD’li Fadime Örgü partisinin 37. sırasında, PvdA’lı Nebahat Albayrak partisinin 11. sırasında, CDA’lı Coşkun Çörüz partisinin 18. sırasında tekrar milletvekili adayı gösterilmektedir. Bunlara ek olarak Groen Links’den Doğan Gök partisinin 18. sırasında, D66’dan Fatma Koşar Kaya partisinin 11. sırasında ve aynı partiden Müslim Yıldırım da aday gösterilmişlerdir. Yeni kurulan ve ilk defa seçimlere katılacak Duurzaam Nederland Partisi eş başkanı Seyfi Özgüzel’de partisinin 1. sırasından adaylıklarını koymuşlardır.
Netice olarak; 15 Mayıs seçimleri sadece üç beş Türk adayın milletvekili olarak seçilmeleri meselesinden ibaret değildir. 15 Mayıs milletvekili seçimleri aynı zaman da Hollanda Türklerinin politik tavırlarının belirlenmesi, politik şuurlanının ölçülmesi, entegrasyon sürecinin bir yansıması, vatandaşlık görevinin yerine getirilmesi, Hollanda’da azınlıklara uygulanacak politikaya etki gücünün gösterimi, ülke yönetiminde her türlü sorumluluğa soyunmanın bir ifadesidir. Ve dahi, 15 Mayıs milletvekili seçimleri yükselmekte olan ırkçı hareketlere verilecek en güzel bir derstir.

    Nisan 2002

Sıkılan kurşunlar ve sevgi bakanlıkları
Hollanda tarihinde eşine çok ender rastlanan bir cinayete tanık olduk. Hepimizi şok etti. Onaltıncı yüzyıldan sonra ölümle sonuçlanan bir siyasi öldürme olayı. Sanki Hollanda’nın 11 Eylül’ü oldu. Olayın insanlar üzerindeki etkisi ve beraberinde getirdiği tartışmalar, suçlamalar, yorumlar, iddialar günlerdir bitmek bilmiyor. Öldürelen insan, siyasi bir lider mi? Dini bir önder mi? Irkcı mı? Kahraman mı? Demokrasi şehidi mi ? Reformcu mu? Yerleşmiş, oturmuş siyasi düzene baş kaldırıcı mı? Gerçekten anlamakta güçlük çekiyoruz.
Cinayet bilindiği gibi akşam saatlerinde işlendi. Olay anında radyo ve televizyonlara aksetti. Aksetmesiyle birlikte onbinlerce insan tam 1 saat 45 dakika öyle dua ettiki “inşallah, olay bir müslüman ya da yabancı tarafından işlenmemiştir”. Ve olayın olduğu akşam saat 20.00 haberlerinde sanığın beyaz Hollandalı olması nefesini tutan onbinlerce insanı bir nepze olsa da rahatlattı. Bu geçen süre içinde yabancıların telefonları susmadı. Nedir bu olay, kim yapmış, neden yapsın? Ne olabilir ? Eğer cinayeti işleyen yabancıysa, hele bir de Türk veya Faslı ise, işte o zaman yandık soruları soruldu ve yorumları yapıldı durdu yabancılar arasında.
Öldürülen Pim Fortuyn artık Hollanda’da tarihi bir fenomen oldu. Adamı tanımayan kalmadı. Çok farklı tartışmaları beraberinde getirdi. Gün geçmiyor ki, televizyonda olay üzerine bir tartışma programı olmasın. Siyaset adamları, yazarlar, köşe yorumcuları, psikologlar, sosyologlar, din adamları, öldürülen şahsı yakınen tanıyanlar hep tartışıyorlar programlarda.
Hollanda nereye gidiyor? Gerçekten Hollanda iddia edildiği gibi artık güvenli değil mi? İnsanlar rahat ve huzur içinde sokakta dolaşamıyorlar mı? Gerçekten Hollanda demokrasisine kurşun mu sıkıldı? Hollanda toplumda yükselen bir gerginlik, şiddet ve kriminalite mi var? Huzur ve güven kalmadı mı? Altı ay önce ortaya çıkıp, onbinlerce insanın sevgisini kazanan bu insandaki sır nedir? Diyorlar psikologlar ve cevap veriyorlar: “insanlar ancak korku ve gelecekten endişe duymaları halinde bu şekilde davranabilirler”
Gerçekten gelecek korkusundan kaynaklanan kollektif bir tavır mı bu bilemiyoruz ama, gözle görünen bir gerçek var ki, o da Pim Fortuyn’un sanki insanlara bir kurtulma recetesi sunmuş, yerleşik politiya yaptığı eleştiriler kitleler tarafından destek bulmuş olmasıdır. Zira, binlerce, onbinlerce insan sokaklara dökülmüştür. Değişik yerlerdeki anma törenlerinde konulan çiceklerin hesabı mümkün değildir. Kilisede Pim Fortuyn’a son bir defa elvada demek için insanlar tam üç buçuk saat ayakta beklemişlerdir. Siyasi lideri sevenlerde kuyrukta bekliyor, öldürülme olayına karşı çıkan ve sıkılan kursunların demokrasiye sıkıldığını söyleyen Yeşil Sol’a mensup olan gençlerde kuyrukta.
Tartışmalar o kadar derinleşiyorki ilginç teklifler ve fikirler de çıkıyor. Yaşanan bu olayın Hollanda parlementer sisteminde yeni bir başlangı oluşturcağından, yeni kabinenin sevgi bakanlıkları oluşturmasına kadar varan teklifler ve görüşler.
Bizim de içinde yaşadığımız ve bir parçası olduğumuz Hollanda Nereye gidiyor? sorusu son günlerin en populer ve en ciddi sorusu oldu. Sosyalistlerin oy kaybetmesi, sağ ve ırkcı söylemlere sahip olan siyasilerin ise her geçen gün oylarını artırmaları dikkat çekmektedir. Avusturya ile başlayan, Fransa ile devam eden bu artış Hollanda’da ayyuka çıktı. Bir de buna öldürülme olayı eklenince manzara daha da vahim gibi geliyor insana.
Ancak, herşeye rağmen, bu ve benzeri gelişmeler, içinde yaşadığımız toplumu yapıştıracak yeni elementlere, sembollerle ihtiyaç olduğunun işaretini vermektedir. Tartışmalardan ve gelişmelerden anlaşılan o ki iktidar ya da geleneksel siyasi partilerle vatandaş arasında uçurumlar var. İktidar partileri vatandaşa heyecan verebilecek yenilikleri sunamıyorlar, böylelikle halkın yönetime katılımı azalıyor. Meydana gelen boşluk yeni çıkan ve mevcut yönetimleri halk diliyle eleştiren siyasi ekipler de yükselişe geçip, oy oranlarını yüzde 30’lara kadar yükseltebiliyorlar.
Bu gelişmelerin, görünen bir bölümünde yabancılar üzerine kurulan politikalar etken olsa da, meselenin özünde insanların iç huzursuzluğu, modern insanın oluşumu, insanın kendi içinde çatışması, modern pedagojinin ilkeleri ve dahi global değerlerin, normların şekillendirilmesi önemli rol oynamaktadır.
Kanaatime göre, Avrupada’ki sağ veya ırkçı siyasi yükselişler, globalleşme süreci de göz önüne getirilince, geçici bir fenomendir. Bizler, Avrupalı müslümanlar olarak, “Anadolu İslam” anlayışını her şeyden önce kendi çocuklarımıza, sonra kurulacak olan “Sevgi Bakanlıkları” na sunma noktasında hazırlanmalıyız.

    Mayıs 2002

Anadolu İslam‘ı
Üç hafta önce yayınlanan ‘Sevgi Bakanlıkları’ başlıklı yazının sonunu şöyle noktalamıştık: “Bizler, Avrupalı müslümanlar olarak, “Anadolu İslam” anlayışını her şeyden önce kendi çocuklarımıza, sonra kurulacak olan “Sevgi Bakanlıkları”na sunma noktasında hazırlanmalıyız”…
O hafta bazı okuyucularımız e-mail adresimize gönderdikleri mesajlarda “Anadolu İslamı” dediğin nedir mahiyetinde yorum ve sorular gönderdirler. Hepsine buradan teşekkür ederim. Öncelikle, bugün masaya yatırılan İslamın modernitede nasıl anlaşıldığı ve yorumlandığı yönünde bir tespit yaparak, Anadolu İslam’ına değinmek istiyorum. İslam, bizim dışımızdaki bir takım şartların da zorlamasıyla insanlık gündemini ve de özellikle içinde yaşadığımız insanların/toplumun gündemini işgal etmeye devam ediyor. Her gün farklı nedenlerle tartışma arenasına taşınan İslam ya da müslümanların norm ve değerleri, davranışları, görüşleri, yorumları irdeleniyor, zaman zaman da adeta bir korkunun sembolü olarak takdim ediliyor. Sunuş şeklinde daha da ileri gidilerek ortaya modern uygarlık “miti” yani kendini değil sadece karşısındakini yargılayan ve suçlayan bir düşünce şekli ortaya çıkıyor ki, bu da en azından dini fundamentalizm kadar bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. (Nuray Mert – Radikal) Çünkü bu şekilde düşünenlerin ellerinde bir de güç var, muktedir olmak var, dünyanın efendiliğine soyunmuş olmak var. Tayin, maniple işi olduğundan farklı gösterme gücü var ellerinde. Bu mekanizmanın bir tarafı. Diğer taraftan, meselenin tarihi arka planı ise yani İslamın bugün terörizmle özdeşleştirme projesi, Max Weber’den başlayarak onu izleyen oryantalistler ve Marks ile devam eden süreç sonrası İslamın bir “militarist din” olarak takdim edilmesi projesidir. İslamın despotizm ve militarizmle kavramsallaştırılması günümüz tartışmalarının kaynağını oluşturmaktadır. (Hilmi Yavuz – Zaman) Bu da problemin bir başka yönüdür. Tarihsel proje sonucu İslam hakkında günümüzde hakim olan anlayışın tespitinden sonra, sıra neyi, nasıl, nerede, kime ve niçin anlatacağız sorusunu aklımıza geliyor.
Aslında işimiz pek o kadar da zor değil. Öyle bir tarihsel birikime, tecrübeye, inanca sahibiz ki sadece bunu keşfetsek yeter diyor içimden bir ses. İşte bu “Anadolu İslam”ıdır. Bu bir anlayış, kavrayış, yorumlayış, algılayış, sunuş ve yaşam biçimidir. Bu yaşam biçiminin mimarları da, isimlerini hepimizin duyduğu ve çok yakından bildiği Mevlana Celaleddin, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve yüzlercesidir. Sadece Mevlana’yı anlamaya çalışsak hayata bakış açımız değişecek, yaşam sevincimiz tazelenecek, iç çelişkilerimiz, huzursuzluklarımız bir gül bahçesine çevrilecektir.
Anadolu İslam anlayışına herkesten önce müslümanlar ve dahi Ana dolu insanı muhtaçtır. Hepimiz mutlaka Anadolu İslam mimarlarının isimlerini defalarca duymuşuzdur. Ama felsefelerini, anlayışlarını öğrenmeyi, araştırmayı hep ertelemişizdir. Bu erteleme sanki onlardan kaçarcasınadır. Oysa onlar Anadolu insanının bu vurdumduymazlığına inat bir ayakları Konya’da, Nevşehir’de, Eskişehir’de, Karaman’da diğer ayaklarıyla dünyayı gezmektedirler. Anadolu erenleri dünyada milyonlarca insanın gönlüne girmekte, bu insanların yüzlerini Anadolu’ya çevirebilmektedirler. Her yıl Aralık ayında, Şeb-i Aruz’a kavuşabilmek için dünyanın farklı yerlerinden canlar Konya’ya akın etmektedirler.
Coleman Barks tarafından çevirisi yapılan “The Essential Rumi” adıyla yayımlanan Mevlana’dan öğütler sadece ABD’de 500.000 satıyor. Bu doğrultuda Guardian’da yapılan değerlendirmede Mevlana, evet bizim Mevlana, Anadolu İslam mimarlarından Mevlana “Nihilist kapitalizme bir alternatif olarak” takdim ediliyor. (Haşmet Babaoğlu-Sabah). Şu gerçeği önce biz, sonra cümle alem bilmelidir ki, Anadolu İslamında Max Weber’in, Karl Marks’ın, oryantalistlerin ürettiği gibi “militarizm ya da despotizm” yoktur. Bunun tam tersi insanın gönlüne hitap eden, aşk ve sevgi, derin bir hoşgörü, karşılıklı diyalog, tarifi zor olan bir insan sevgisi vardır. Global bir kucaklayış, insanlar arası, dinlerarası, mezheplerarası, uluslararası, renklerarası bir iletişim vardır. Alemleri kucaklayış vardır. Hor görme, itme, aşağılama ve kibir yoktur.
Bizim üzerimize düşen birinci vazife bu anlayışı güncelleştirmektir. Bireyler olarak bu anlayışı bir yaşam şekli olarak hayatımıza aksettirmektir. Anlatmaktan daha ziyade halimizle, davranışlarımızla, etkinliklerimizle, ilişkilerimizle Anadolu İslamını belki de adını koymadan hazmetmektir. Gönülden gönüle yol vardır deyimine inanmakla başlamalıyız. Ama ilk önce kendimizle barışmalıyız. Kendimizle barışmadan dostlarımızla, toplumumuzla, içinde yaşadığımız toplumla ve insanlıkla barışık olamayız.
Haydi! Anadolu İslam’ını keşfetmeye, yeniden öğrenmeye, yeniden yaşamaya !

    Haziran 2002

Radikal imamlar! radikal açıklamalar!
Ne yapılmak isteniyor? Nereye varılmak isteniyor ? Anlamak oldukca zor. Geçtiğimiz haftalarda Türkiye üzerine yapılan yayınlar, yorumlar, anlamsız tepkiler, açıklamalar hafızalarda tap teze! Olayı, ortaya konulan tavrı, davranışı anlamaya çalışırken bir de bakıyorsunuz aynı gazeteler, kurumlar ve kuruluşlar radikal imamların olası yapmış olduğu açıklamalarla işi daha da zor bir duruma soktular. Adeta boksta arka arkaya atılan yumruklar gibi! Göz açtırmıyorlar!
Radikal imamlar(!) camilerde yapmış oldukları açıklamalarla Hollanda’daki müslümanları kışkırtıp bir taraftan islam düşmanlarına hayat hakkı tanımıyor, onları katletmek istiyor diğer taraftan da aile fertlerine ve özellikle de ev hanımını günlük dayaktan geçiriyorlarmış!
Bu bilinmez(!) gerçeği ortaya çıkaran ve üç gün üst üste yayın yapan NOVA televizyon programı adeta Hollanda’daki müslümanları yaylım ateşine tuttu. Den Haag’ta çekilmiş Suriye asıllı Fawaz isimli imamın konuşmaları merkez alınarak başlatılan tartışma belediye başkanlarının, politikacıların, yazarların, uzmanların katılımıyla ayyuka ulaştı
Tartışmalar o kadar ileri gitti ki, artık bazı imamların ülke dışına çıkarılması ve bazı camilerin kapatılması tartışıldı. Siyasi partilerden VVD, LPV, D66 kadın dövülebilir açıklamasını yapan imamların derhal ülkeden çıkarılmasını isterken, hükümeti kurmakla görevli CDA partisi lideri daha yumuşak bir uslup kullanarak imamların bu yönde açıklamaları kabul edilmemekle birlikte “o kadar da ileri gidilmesin” görüşünü savundu. Bu tartışmanın dozu bugüne kadar yapılan tartışmalardan çok daha sert gibi görünüyor.
Hatta, Tilburg’taki bir caminin etrafındaki mahalle sakinleri belediye başkanı Stekelenburg’a gönderdikleri dilekçede, araştırmaya gerek görülmeden caminin kapatılmasını istediler.
Den Haag belediye başkanı Deedman’da Nova programına konuk oldu. Deedman, imamların yaptığı konuşmalar karşısında şaşkın ördek gibi neye uğradığını bile bilemiyordu. Bu tür imamların gençler üzerindeki olası etkileri Hollanda İstihbarat Teşkilatı tarafından zaman zaman zikredilse de, belediye başkanı olarak şu ona kadar kendisinin her hangi bir konuda bilgilendirilmediğini ifade ediyor ve derhal hukuki işlemlerin başlatılması gerektiğini söylüyordu.
İki gün sonra aynı programa konuk olan Amsterdam belediye başkanı Cohen ise, meslektaşı Deedman’a göre daha farklı bir tavır sergileyerek, problemin konuşarak, tartışarak çözülmesini salık veriyordu. Cohen bu tavrıyla bir çok müslümanın gönlünü rahatlattı. Zira bir kaç tane densizin yüzünden tüm topluluk sorumlu tutulamazdı. Olayın bir tarafı böyle.
Diğer taraftan bir çok müslüman kurum ve birey yapmış olduğu açıklamada sözkonusu imamların fikirlerine, vaazlarına katılmadıklarını, tasvip ve kabul etmediklerini açıkladılar. Milli Görüş müdürü Hacı Karacaer sözkonusu imamları “hayal kırıklığına uğramış keşler” olarak değerlerdirirken, İslam ve Vatandaşlık Yürütme Kurulu koordinatörü Yasin Hartog’da de kendilerine kayıtlı 500 cami bulunduğunu ve bu tür imamların sayısının üç, beş’ten fazla olmadığını ifade ederken, bu tür açıklama yapan imamların Hollanda’yı tanımadıklarını ve yasaları çiğneyenlerin de cezalandırılması gerektiğini belirtti.
Ne radikal imamları ne de bunları bahane ederek yapılan radikal açıklamaları, genellemeleri, müslüman kadınları köle gibi gösteren tabloyu kabul etmek mümkün değildir. Ortaya konulan ve konulmak istenen islam imajı yanlıştır. Cami imamının her hangi bir konuşmasından dolayı eve gidince hanımını, kızını döven, azarlayan, horlayan kaç müslüman var doğdusu merak ediyorum. Her gün merhaba, günaydın dediği komşusunu müslüman olmadığı için ortadan kaldırmayı, katletmeyi düşünen kaç müslüman var? Veya böyle düşünen müslüman var mı? Hangi müslüman hanımıyla veya bir başkasıyla kavga ederken islam dini bu konuda ne diyor diye düşünüyor Allah aşkına! Kavganın, gürültünün dinle alakası yoktur. İnsanla alakası vardır!
Hal böyledir. Müslümanlar bu ülkenin vatandaşıdırlar. İmamlar ve camiler de Hollanda’daki müslümanların varlıklarının sembolleridir. Görevleri de insanlar arasında nefret ve kin üretmek, yaymak değil, insanlar arasında ve ön önemlisi de mensupları arasında sevgi ve kardeşliği, hoşgörü ve adaleti yaymaktır. Aksini iddia eden imamlar varsa, başlarına geleni kendileri çekmeleridir. Müslümanlar ve Hollanda’da yaşayanlar değil.

    Haziran 2002

Maurits Bergen ve Hollanda İslam’ı
Geçtiğimiz Cumartesi günü Dünya gazetesini okuyan Hollandalı yazar dostlarımızdan El-Fers, Türkçe “teleşa gerek yok” notuyla e-mail adresime İslam ile ilgili bir yazı gönderdi. Haftalık gazete De Groene Amsterdammar’da Rene Zwaap tarafından geçtiğimiz yılın Kasım ayında yayımlan bu yazının başlığı “De islam werkt als een spiegel”. Bu başlığı açıklayan alt başlık ta aynen şöyle: “Hollanda hızla kendi islam’ını oluşturyor. Yeni bir zuil (yorum, ekol, anlayış) doğuyor. Buna karşılık Hollanda’da müslümanlara olan korku da epidemolojik(felakat-hastalık) bir boyuta ulaştı. Durum karşısında Arab-bilimci Maurits Berger ‘Kendi kendimizi savunmaya mecburuz’ başlığıyla bir makale yayınladı’ ve gelişmeler üzerine görüşlerini belirtti.
Buradan hareketle 2000 yılında hollanda’da ‘yılın gazetecisi’ ödülünü alan Rene Zwaap, özellikle 11 Eylül olaylarından sonra Hollanda’da müslümanlara olan reaksiyonların dramatik bir şekil aldığından da yola çıkarak, Arab-bilimci, hukukçu, yazar Maurits Bergen’in konu üzerindeki tesbitlerini ortaya koymaktadır. On beş yılı aşan bir zamandır Arap dünyası üzerine çalışan, 1995 yılından itibaren Kahire’de ve Suriye’de ikamet eden Maurits Şam’da islam hukuku okumuş. Batı’da hakim olan islam’la ilgili karikatörlerin gerçeklerle arasında dağlar kadar fark olduğuna değinen Maurits Kur’an ile İncil arasında temel prensiplerde şu mukayesi yapmaktadır. Kur’an’ın temel prensibi “sosyal adalet” iken, İncil’in temel prensibi “sevgi”dir. Bu iki farklı çıkış noktası, hristiyanlığı/katolik kilisesini Güney Amerika’da ‘kurtuluş-teolojisi’ olarak karşımıza çıkarken islam’ı da Arap dünyasında ‘siyasi-islam’ olarak, pratikte karşımıza çıkarmaktadır.
Maurits’in Arap dünyasıyla ilgili tecrübelerini ve bireysel gelişmelerini konu edinen ve üç baskı yapan ilk kitabı “De Islam is een sinaasappel”. İlk defa cuma namazını gözlemlemek üzere bir cami kapısına yaklaştığında panikleyen Maurits ‘gözümün önüne televizyon yayınları, kükreyen islam fundementalistleri, patlayan silahlar sanki bir sinema şeridi gibi geldi geçti’ diyor. Bu ise Batı’da ve dünya’da milyonlarca insanın şuur altına yerleşmiş/yerleştirilmiş bir korkunun ifadesidir.
Maurits Bergen’in ikinci kitabı ise ‘’Kruistocht en Jihad/Haçlı Seferleri ve Cihad”dır. Bu kitabında Batı’nın hipokritliğine dikkatleri çeken Maurits, Batı’nın kendi insanı icin arzu ettiği demokrasiyi, insan haklarını bir Arap vatandaşı için o kadar da arzu etmediğini zira, Arap dünyasindaki dikdatör yönetimlerin desteklendiğini iddia etmektedir. Bu tutumuyla Batı inanılınırlığını kaybederken, Arap dünyasında şu kanaat yaygınlaşmaktadır. Avrupalı ve Amerikalı için iyi olan bir şey bir Arap için iyi değildir. Bunu El-Cezira, Arap-CNN televizyon yayınlarında uygulanan sansürden görmemiz mümkündür diyor Maurits.
Hollanda’da durum ise yukarıdakinden farklı görünmemektedir. Maurits’e göre Müslümanlara karşı bir güvensizlik oldum olası hakimdir. Bazıları, yıllardır karınlarında taşıdıkları ama çoğu zaman ifade edemedikleri görüşlerini 11 Eylül olaylarından sonra eteğindeki taşları dökercesine boşaltmışlardır. ‘Şimdi bu tür görüşler caddelere kadar taşmıştır. Gerçekten insan kendi kültürünü islam kültüründen üstün görüyorsa ve böyle inanıyorsa, bunun manası açıkca şudur: müslümanlar bizim değerlerimize, normlarımıza uyum sağlamalıdırlar. Devamı ise, müslümanların islam’la ilgilerini kesmeleri isteğidir ki, bu imkansızdır’. Düşünebiliyor musunuz! HP/De Tijd’e yayınlanan bir yazıda islam nasyonal-sosyalizm’le eşdeğer tutuluyor. Bu bir felakettir, ancak insanların düşüncelerini karınlarında saklamamaları açısından da iyidir. Hiç olmazsa müslümanlar nereye gittiklerini, kendilerini nelerin beklerdiklerini bilsinler.
Hollanda’da islam’ın geleçeğinden ümitli olan Maurits, bütün olan olaylar, tartışmalar, didişmeler, eleştirmeler Hollanda’da yeni bir islam zuil’ini(ekol, yorum, anlayış) ortaya çıkacağının belirtileridir. Bu oluş, özellikle müslüman gençlerin islam’ı anlayışlarında, yorumlayışlarında ve takdim edişleriyle şekillenecektir. Gençler islam’ı baba’dan anneden bir miras olarak değil, kendileri okuyarak, anlayarak, konuşarak, tartışarak ve kişisel yorumlarını ortaya koyarak anlamaya ve kendi kimliklerini geliştirmeye yönelmişlerdir.
Bu gelişme ise bize Hollanda’da yeni bir fenomen’nin doğuşunun habercisi olabilir. Bu bir Polder islam’ı(Hollanda islamı) olabilir.
Evet, müslümanlar bugün, dünden daha fazla okumaya, anlamaya, düşünmeye, tartışmaya, yorumlamaya ve toplumsal meseleler hakkında görüş beyan etmeye zorlanıyorlar. Bu zorlama, ümit edilirki yeni bir islam anlayışı, kavrayışı, yorumu, ekolü beraberinde getirir.

    Haziran 2002

Yeni başbakan Balkenende‘yi anlamak
Jan Peter Balkenende nihayet yeni hükümeti kurdu. Sekiz yıl aradan sonra Hollanda yeniden Hıristiyan Demokrat bir Başbakana teslim. Sosyal Demokratların milletvekili seçimlerinde büyük oranda oy kaybetmeleri, yeni hükümetin Hıristiyan Demokrat, Liberal ve Yeni Parti LPF’den oluşan üçlü koalisyon formülü ile kurulmasını beraberinde getirdi. Özellikle Hıristiyan Demokratlar ve yeni partinin bundan önceki mor hükümete yapmış oldukları köklü eleştiriler ve iddialarla şimdiki iktidara talip olular. Bu iki partinin söz konusu çıkışları, yorumları, taahhütleri ve planları yeni hükümetin ruhunu oluşturmaktadır. Gerçi şimdiki hükümette görev alan bazı bakanlar geçtiğimiz sekiz yıl boyunca hükümette olup, söz konusu eleştirilerin de bir yerde muhatabını oluşturuyorlar. Bu noktada yeni hükümetin iddia ettiği yenilikler politikasını nasıl uygulayacağı eleştirilirken, yeni partiden milletvekili seçilen ve bakan olan bazı isimlerinde Hıristiyan Demokrat bir geçmişe sahip olmaları esasen yeni hükümetin CDA-Hıristiyan Demokrat bir hükümet olduğu izlenimini vermektedir.
Yeni hükümetin ruhunu anlamak, bir taraftan başbakan Balkenende’nin şahsiyetini, diğer taraftan da ortaya konulan iddia, eleştiri, plan, önerileri anlamaktan geçer. Bir bilim adamı olan yeni Başbakanımız Balkenende, öğrencilik yıllarından itibaren aktif düşünen, mücadele eden, 1998’den itibaren de mecliste bulunan bir Hıristiyan Demokrattır. Diğer taraftan, oldukça genç sayılabilecek bir yaşta başbakan olan, kendine güvenen ve karşısındakine de güven veren, bilgili, tartışabilen ve en önemlisi de anlaşabilen Balkenende, seçimlere sekiz ay kala CDA’nın parti başkanlığından ayrılmak zorunda kalan ve şimdi Dışişleri Bakanı olan De Joop Schaffer’ in yerini dolduran ve yıldızı kısa zamanda parlayan bir siyasetçi olarak hafızalarda yer etmeye başlamıştır. Hukuk ve tarih eğitimi alan Bal-kenende, CDA’nın zor günlerinde parti içi çalkantılı döneminde cesareti ve omuzlarında hissettiği sorumluluk anlayışıyla da dikkatleri üzerine çekmiştir.
Seçimler öncesi yayımladığı ‘Farklı ve İyi’ başlıklı kitabıyla Hıristiyan Demokrat düşünceden hareketle sorumlu toplum ve sosyal dayanışmayla ilgili önemli görüşlerini ortaya koymuştur.
İdeal toplumda kamu kurumlarının olduğu kadar insanların da çok önemli rol üstlendiğini, devletin, okullara, hastanelere ve kurumlara sorumluluğu geri vermesi, böylece bu kurumların sadece kalitelerini geliştirmekle yetinmeyip aynı zamanda kendi kimliklerini de tayin etmeleri gerektiğini savunan Balkenende, böylelikle vatandaşın sorumluğunun da genişleyeceğini önermekteydi. Entelektüel ve pratik zekasının hükümet kurma çalışmalarında da öne çıktığını belirten siyaset yorumcuları, Lubbers ve Koka kıyasla, Hollanda’nın, İşçi Partili Den Uyl’der sonra ideolojik (ideolog ve kuramcı) düşünen bir başbakanla karşı karşıya olduğumuzu iddia etmektedirler.Hollanda önümüzdeki yıllarda hızlı çalışan, yorulmayan, idealleri olan bir başbakanla yönetilecek. Partisine on dört ekstra sandalye kazandıran Balkenende ile birlikte CDA’ya da yeni kan gelmiş durumda.
On üç bakan, on dört devlet sekreteri ile birlikte çalışacak olan Bal-kenende ve ekibini zorlu günler bekliyor. Zira Balkenende’nin en büyük iddiası, sekiz yıllık mor hükümetin artıklarını temizlemek ve büyük restorasyonu gerçekleştirmek olacak..Yerleşik politikanın, tabiri caizse kokuşmuşluğunun giderilmesi, Hollanda’da artık büyük değişiklerin olmasının gerektiğini, hem şu anda iktidara gelen iki parti hem de halkın çoğunluğu tarafından istenilen bir arzu haline geldi. Zira gerek Hollanda’daki gelişmeler, gerek 11 eylül olayları, gerek ekonomik gelişmeler (kriz, işsizlik vs.) halkta büyük oranda güvensizliğe ve belirsizliğe yol açmıştır. Balkenende’nin üzerinde sık sık durduğu bir konu da, insanlarda sevginin, saygının, dayanışmanın, yardımlaşmanın, sorumluluk yüklenmenin ortadan kalktığı ve bunun yeniden tahsis edilmesidir. Bütün bu iddialar Hollanda’da yeni bir dönemin başladığının habercisi olabilir. Bu yeni dönem tüm Hollandalılar için yeni sürprizleri beraberinde getirirken, göçmenlerin pozisyonlarının da sert bir şekilde gözden geçirilmesine de sebep olabilir.
Yeni hükümetin göçmenlere yönelik politikasına gelecek hafta değineceğiz.

    Ağustos 2002

Van Boxtel’dan Hilbrand Nawijn’e
Interajans direktörü Yasemin Öztürk birkaç hafta önce Dünya’da ‘Azınlıklar işte şimdi tam yandı’ başlıklı bir haber/yorum yazısı yayınlamıştı. Yazısında kurulacak yeni hükümetin göçmenlerin Hollanda dışındaki çocuklarına ödediği çocuk paralarının azaltılması, anadil eğitiminin tehlikeye düştüğünü belirtmişti. Aradan geçen zaman içinde yeni hükümet kuruldu. Hükümetin çok yönlü değişiklikleri içerisinde dikkat çeken bir bakanlıkta hiç şüphesizki “Yabancılar (politikası) ve Entegrasyon Bakanlığıdır”. Hem de böyle nazik bir bakanlığa yeni parti LPF’den birinin bakan olarak atanmasıdır. Yasemin Öztürk’ün ‘Azınlıklar işte şimdi tam yandı’ feryadı şu anda daha iyi anlaşılıyor.
Yeni hükümetin sözkonusu entegrasyon bakanlığı sanki 1960’lı yıllara geri dönülmüş gibi bir hava estiriyor insanın aklına: Yabancılar ve Entegrasyon Bakanlığı. Bu yeni bakanlığın iki kavramından birisi olan “Yabancılar” kavramı neyi içeriyor Allah aşkına! Bunca yıllık yabanılar politikası, entegrasyon etkinlikleri, kavramların şekillenmesi nereye gitti?
Bunları bir tarafa bırakın. Kendilerine şu anda yabancılar olarak hitap edilen kitlelerin psikolojisi nedir, nasıldır? Bunu düşünen hiç kimse yok mu?
Daha dün ülkeye gelmiş yabancılarla, mültecilerle kırk yıldır Hollanda’da olan ya da bu ülkede doğan Hollandalı olmayan toplulukların çocuklarının hali nedir?
Bir başka yeni nokta ise; bu insanların da meseleleriyle ilgilenecek bakanlık diğer Avrupa ülkelerinde her ne kadar Adalet, Dışişleri ve diğer bakanlıklarla ortak çalışsa da yeri içişleri bakanlığıdır. Yeni hükümet sözkonusu bakanlığı adeta Adalet Bakanlığına bağlamıştır.
Zaten olayın Adalet bakanlığına verilmesi göçmen örgüleri tarafından da sert bir şekilde eleştirildi. Yetkileri sınırlı, parası az yeni yabancılar bakanlığı göçmenlerin entegrasyon meselesinde nasıl başarılı olarak merak ediliyor.
Eski bakanlardan Boxtel ve Kalsbeek’in bu noktada oldukça endişeli oldukları göz önüne getirilirse eski CDA’lı ve yeni LPF’li yabancılar ve entegrasyon bakanı Nawijn’in işi bir hayli zordur.
Şimdi eğri oturup doğru konuşmalıyız! Eğer rahmetli Pim Fortujn yaşasaydı bu bakanlığın ismi mutlaka ‘yabancılar ve güvenlik bakanlığı’ olurdu. Acaba LPF’li Herben sözkonusu bakanlığın ismini böyle teklif et-tide, sayın başbakan Balkenende ve ortağı Zalm ‘yabancılar ve güvenlik’ terimlerini biraz ırkçı bulup hemen hemen aynı anlama gelen ancak ilk duyuşta kulağa soft gelen yabancılar ve entegrasyon bakanlığında karar mı kıldılar.
Göç ve vatandaşlık dairesi (IND) eski başkanı Hilbrand Nawijn, D66’lı Roger van Boxtel’den devraldığı yeni bakanlık çalışanlarını Adalet bakanlığı bünyesine alması da bu işin tuzu büberi olmuştur.
Her ne kadar tüm göçmenler veya yabancılar kriminel olmasalarda yeni hükümetin Adalet bakanlığında oluşturduğu bu masalara yönelik yabancılar ve entegrasyon bakanlığı ister istemez sevimsiz bazı çağrışımları beraberinde getirmektedir. Bu çağrışımlardan Hollandalı olmayanların bazıları mutlaka rahatsız olacaklardır.
Bir taraftan, hükümetin büyük ortağı olarak ‘saygının yaygınlaştığı, sorumluluğun arttığı, etrafa sevgi ve dostluk duygularının saçıldığı bir toplum’ arzu edeceksiniz ve bunu bir hükümet politikası haline getirecekseniz, diğer taraftan da toplumda bazı kesimleri adeta potansiyel suçluymuş gibi bir duyguya sürükleyeceksinız. Bu dualizm, bu çifte standart nasıl açıklanablir? Nereye yerleştirilebilir doğrusu bilemiyorum.
Devamla, aylardır tartışılan vatandaşlık kursları ve önceden ödenecek kurs üçretlerini ve sadece kursları başarıyla bitirenlere verilecek oturma izni, artık yeni hükümet tarafından tereddüt edilmeden izlenecek politikalar arasındadır. Artık Hollanda’ya kaliteli göçmen ve yabancı girebilecek. Kurslarda da bunun elemesi yapılacak.
Bir başka nokta ise göçmen kuruluşları meselesidir. Göçmen kuruluşları ki, bir çoğu hükümetten yardım alamıyordu. Artık bundan böyle zor yardım alabilecekler. Göçmenler adına proje üretenler başarılı olsun olmasın milyonları alanların işi oldukça zor. Bu güne kadar adeta bir şebeke gibi çalışan bir çok kurum işte şimdi ayvayı yedi. Bizim için ya da Türklerin çoğunluğu için değişen ne olacak. Dün zaten doğru dürüst yardım alınamıyordu. Bu gün de zor alınacak, ya da hiç alanamıyacak. Doğrusu bizim için, büyük çoğunluk için değişen fazla bir şey yok. Dün, D66’lı Boxtel’en bakanlığından proje müracatlarımıza standart bir mektupla ‘yaptığınız etkinlikler kriterlerimize uygun değildir’ cevabı gelirken bu gün ve yarınlarda LPF’li Nawijn’in bakanlığında da daha kötü bir cevap gelecek bir hali yok herhalde. Ne yapalım, tezgahları kurup göçmenler adına projelerine destek alanlar düşünsün.
Biz, yine de, her türlü zor şartlara rağmen daha bilinçli, projeli, programlı ve stratejik çalışmalar yapmak zorundayız. Hangi hükümet iş başında olursa olsun!

    Ağustos 2002

Hollanda’da Nawijn fenomeni ve azınlıkların vatandaşlık bilinci
Arzu ettiğimiz ve tartışmayı plânladığımız konuları artık sıcağı sıcağına yazamıyoruz. Hollanda gündemi o kadar hareketli ki. Ne Johannesburg’taki Sürdürülebilir Kalkınma İşbirliği Zirve toplantısında alınan kararları, tartışmaları ve gelecek on yıllarda yapılacak işleri ne Tarihin Sonu eseriyle tanıdığımız Fukuyama’nın Yeni İnsan Tipi adlı son kitabının içeriğini ne Hollanda’da din özgürlüğüyle ilgili anayasanın altıncı maddesini ne de Çevre Aktivistleri ile Marksistlerin bağlantılarını yazmaya fırsat kalmıyor. Bu tür yazıları şimdilik erteliyoruz. Hollanda’daki politik -daha doğrusu popülist- açıklamalar bizim de gündemimizi tayin etmeye devam ediyor.
Hollanda gündemi neden bu kadar hareketli?
Bu soru karşısında genel anlamda iki nokta karşımıza çıkıyor. Bunlardan bir tanesi, 15 Mayıs milletvekili seçimleriyle işbaşına gelen yeni hükümetin yeni politikaları olurken, bir diğer nokta da, yeni hükümetin Yabancılar ve Entegrasyon Bakanı Nawijn’in durmak bilmeyen, ardı arkası kesilmeyen pek güzide(!) açıklamalarıdır.
Onun iş başına geçmesinden sonra -yani bakan olduğu günden itibaren- yapmış olduğu birbirinden ilginç, zaman zaman anayasaya da aykırı açıklamaları, uygulanması bir hayli zor olan teklifleri ve tehditleri adeta “Hollanda’da bir Nawijn fenomeni” başlattı.
Bu yeni Nawijn fenomeninin ortaya attığı en son teklif, bilindiği gibi, yabancılara yönelik proje ve etkinliklere yapılan ödeneklerin kesilmesi ve kaldırılması yönündeydi. Bundan önceki teklifleri ise malum; karısına şiddet uygulayan yabancı erkeklerin yurt dışı edilmesi, suç işleyen Faslı gençlerin Hollanda pasaportlu dahi olsalar sınır dışı edilmesi vb.
Bütün bu açıklamalar bize Hollanda’da bazı işlerin iyi gitmediğini ve birtakım rahatsızlıkların olduğunu göstermektedir. 15 Mayıs seçimleri öncesi Pim Fortuyn’in başını çektiği ve dile getirdiği şikayetler çok garip bir şekilde sanki iktidara taşınmakta ve nerdeyse bu görüşler yavaş yavaş hükümet politikası olma yolunda gibi bir görünüm arz etmektedir. Bu anlamda göçmenler, azınlıklar ve de özellikle Türkler ve Faslılar LPF’li bazı bakanlar tarafından adeta “günah keçisi” olarak seçilmiştir.
Oysa Hollanda’yı ve geleceğini sarsan gelişmeler, muhtemel endişeler nasıl sıradan bir Hollandalıyı ilgilendiriyorsa biz azınlıkları da bir o kadar ilgilendiriyor.
Eğer bugün Hollanda gazetelerinde “Artık vatandaşların sorumluluklarını tekrar gözden geçirmesi gerekiyor,” yönünde ifadeler kullanılıyorsa, aynı sorumluluk, aynı muhasebe biz azınlık grup bireylerini de, biz azınlık vatandaşlarını da ayrım gözetmeksizin kapsamalıdır.
Eğer bugün Hollanda’da birey ve devlet ilişkisi yeniden düzenlenmelidir tartışması yapılıyorsa, bu tartışmanın ortasında azınlıkların da bulunduğu unutulmamalıdır. Zira bu toplumun bir kısmını da azınlıklar teşkil etmektedir.
Eğer bugün Hollanda’da, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra toplumun materyalistleştiği, norm ve değerlerinin, yargılarının değiştiği ve artık insana yatırımın parayla değil, yaratıcılık ve moral değerlere göre olması gerektiği savunuluyorsa, bu tartışmaların göbeğinde azınlıklar da vardır, olmalıdır.
Biz, azınlık bireyleri olarak, azınlık örgütleri olarak bu tür tartışmaların neresindeyiz sorusuna cevap ararken, bu konuya yapacağımız katkıları da unutmamalıyız. Hal böyle iken adı bile bir abesle iştigal örneği olan Yabancılar Bakanlığı, yapmış olduğu açıklamalarla suni gündem yaratarak, zamanımızı boşa harcatıyor.
Azınlık örgütleri ve bireyleri kendi kuruluşlarının günümüz Hollanda toplumundaki fonksiyonlarını tartışabilecek olgunluğa, tecrübeye ve enerjiye sahiptir.
Zaten her geçen gün içerik, form, kalite ve fonksiyon bakımından değişme ve gelişmelerle karşı karşıya olan azınlık örgütleri ve kurumları devletin yukarıdan müdahalesiyle değil doğal olarak, yapısal değişim geçirmek zorundadır.
Sayın Bakan Nawijn, azınlıkların gerek yukarıdaki toplumsal tartışmalarda gerek kurumsal değişme sürecinde hükümet olarak, devlet organı olarak, yerleşik kurumlar olarak olumlu yönde nasıl katkıda bulunabileceklerini kamuoyuna açıklamalıdır. Bu yönde düşünen bireylere ve yeni girişimlere destek vermelidir
Yoksa, Faslı kadınların grup hâlinde yüzme dersi almalarını ya da bir başka etkinliği örnek göstererek azınlık kurumsallaşmanın entegrasyonu engellediğini söylememelidir.
Devlet, sorumluluk alan azınlık gruplarındaki bireylere şartları hazırlasın, onları teşvik etmeli, önünü kesmemelidir. Gündemi sunî maddelerle işgal etmemeli ve gelişmemizi, yeniden yapılanmamızı engellememelidir.

    Eylül 2002

Zaandam Sultan Ahmet Camiinde Türkiye ve Hollanda Gündemi
Yeni bir yaz tatili sonrası Zaandam Sultan Ahmet camiindeyiz. Cuma namazı çıkışında Zaanstad’lı Türkler birbiriyle hasbihal ediyorlar. Türkiye’den dönenler hoş geldin diyorlar bu yıl Hollanda’da kalanlara. Sarılmaların, kuçaklaşmaların hattı hesabı yok. Tam bu manzarayı seyrederken Hürriyet muhabiri Fatih Özyar’ın merhaba dediğini duyuyorum. Arkasından eğitimci Ali Rıza Sarıyıldız. Ayak üstü merhabalaşma sürerken buyrun sigara içilmeyen küçük odada birer bardak çay içelim deniliyor. Biz, küçük odaya geçinceye dek grup büyüyor. Çaylar gelinceye kadar Türkiye politikası sohbetin gündemini oluşturmuş bile. Türkiye’den yeni gelenler, gözlemlerini, hatıralarını anlatıyorlar. Diyorlar ki, AK parti gümbür gümbür geliyor, millet şimdiki partilerden bezmiş durumda. Tüm anketlerde AK parti birinci olarak çıkıyormuş. CHP kesinlikle barajı aşacakmış. İktidarın iki büyük partisi için barajı zor aşar diyorlar. ANAP bu haliyle ne barajı aşabilir ne de parlementoya girebilir diyorlar. Daha çok şey söylüyorlar, Türkiye’den tatilden gelenler. Söylüyorlarda ne değişiyor, kendilerinin zamanlarının harcanmasından başka. Sanki Zaandam Sultan Ahmet Camii sohbet salonundan, Den Haag Mescidi Aksa camii kantininden ya da Paris’teki Türk derneğinden, Londra’daki Türk Vakfından Türkiye mi kurtulacak. Vatanlarını bu kadar çok düşünmelerine rağmen, çatılarına, balkonlarına, bahçelerine çanak antenler dikerek gün be gün Türkiye’yi ve Türkiye gündemini izlemelerine rağmen, izledikleri insanlar, merak ettikleri insanlar, seçilmişler, vekiller, bakanlar yüzlerce kere söz vermelerine rağmen yıllardır bir deha dahi olsun Avrupa’daki insanlara seçimlerde oy kullanma hakkı vermemişlerdir. Teknoloji ve iletişim çağında bizim gibi başka bir ülke var mıdır doğrusu merak ediyorum.
Sigara içilmeyen o küçük odada hasbihal böyle devam ederken, çayların ikincisi de gelmişti, ki tam bu sırada Hürriyet muhabiri Fatih Özyar, biraz önce radyodan dinledim ‘Yabancılar ve Entergrasyon’ bakanı Nawijn suç işleyen Faslı gençleri, Hollanda pasaportları olsa dahi ülke dışına atacakmış. Al sana koca bir kaya, nerene dayarsan daya. Biraz önce Türkiye’yi konuşanlar şimdi Hollanda gündemini konuşmaya başladılar. Odadaki bazı arkadaşlar tatilde oldukları için yeni hükümetin sözkonusu bakanını tanımıyorlar. Fatih Özyar, hemen bana dönerek nedir bu açıklama dercesine baktı. Tam populist bir açıklama. LPF’ye uygun, sokak ya da kahve lisanı da denilebilecek, ipe sapa gelmez bir açıklamadır elbette. Suç bu ülkede işlenmişse ceza da bu ülkede çekilir, ta ki mahkum cezasını bir başka ülkede çekmek isteyinceye kadar. Ancak bu açıklamada nereden çıkmıştı şimdi. Evet sayın bakan mültecilerin yüzde seksenini sınır dışı etmek istiyordu, mülteciler meselesinde sıkı önlemler almak istoyordu da, bu göçmenler meselesi sanki mülteciler meselesi olarak karıştırılmıştı sanki. Aynı bakan sözkonusu açıklamasından bir kaç gün önce bir açıklama yapmış ve eşini döven, taciz eden, kötü muameleye tabi tutan yabancı erkekleri Hollanda dışı etmek istediğini açıklamıştı. Daha bu açıklaması tartışılırken, pratikte uygulanıp uygulanmayacağı belli değilken şimdi de suç işleyen, kriminel Faslı gençleri Hollanda dışına atmayı savunuyor Nawijn. Tartışmanın tam bu bölümünde, sigara içilen kantinde CDA milletvekili coşkun Çorüz’ün olduğu haber veriliyordu. Bir iki dakika geçmeden sayın Çörüz de, yanında hemşehrileri Enver Doğan ve Ahmet Altıkulaç’la küçük odaya teşrif etti. Çörüz’e hemen ilk fırsatta nedir bu açıklama diye soruldu. Eski IND (Göç ve Vatandaşlık Dairesi) müdürü olan, üstelik hukuk bilgisi iyi olan ve dahi avukatlık yapan bir kimsenin böyle bir açıklama yapmasına bir anlam veremediğini söylüyor sayın Çörüz. Gerçekten de, Yabancılar ve Entegrasyon bakanı Nawijn’in bu açıklaması hükümeti karıştırdı. Örneğin çiceği burnunda başbakanımız Balkenende sert bir açıklama yaptı “olmaz böyle bir şey” diyerek, sayın Nawijn’in bu açıklamasının uygulanıp uygulanmamasını, hukukta yerinin olup olmamasının araştırılmaya gerek görmediğini bildirdi. Balkenende’nin Hollanda’da suç işleyen kim olursa olsun, ebeveyni nereden gelirse gelsin cezasını Hollanda’da çekmelidir yönündeki açıklaması göçmenleri biraz rahatlatırken, hala koalisyon ortakları VVD ve LPF’li bazı milletvekillerinin sözkonusu açıklamanın hukuken uygulanıp uygulanamamasının araştırılmasını istemeleri abesle iştigaldır. Zira göç fenomeni, mülteci gerçeği günümüzün tipik bir problemi değildir. Tarihin her döneminde hareketlilik olmuştur. Olmaya da devam edecektir.
Yeryüzünde sosyal, refah, ekonomik v.b. seviyeler eşitlenmediği sürece (ya da ülkeler arasındaki kalkınma dengesi sağlanmadığı müddetçe) bir tarafta zengin ülkeler diğer tarafta fakirlik hüküm sürdüğü sürece göç ve iltica hareketleri devam edecektir. Bunun önüne geçmek neredeyse imkansızdır. Avrupa tarihi göç, sığınma hareketlerinin sayısız örnekleriyle doludur. Sayın bakan Nawijn, mesela ondokuzuncu yüzyılda tam 60 milyon Avrupalının çeşitli sebeplerden dolayı yer değiştirdiğini , göç ettiğini bilmiyor mu? Biliyor elbette. Ama populist yaklaşım, populist politika biraz daha ucuz ve biraz daha basit tabiki.

    Eylül 2002

Yeni Hükümet, Ekonomik Tedbirler ve Azınlıklara Yansıması
15 Mayıs milletvekili seçimleri CDA’nın baş rol oynadığı yeni parti LPF ve VVD’nin de hükümete yer aldığı bir siyasi tabloyu ortaya çıkardı. Her ne kadar şu günlerde içi kazan gibi kaynayan ve kavgalara sahne olan yeni parti LPF yüzünden kurulan yeni hükümetin fazla ömürlü olmayacağı tezleri ortaya atılsa da hükümet, CDA lideri Balkenende başbakanlığında icraatına başlamış oldu.
İş başına gelir gelmez azınlıklar hakkında yapmış oldukları birbirinden orijinal ve bir o kadar da düşündürücü, zaman zaman da ipe sapa gelmez açıklamarıyla bu hükümetin azınlıklarla ilgili niyetinin pek te iyi olmadığı kanaati oluşuveriyor. Ya da Hollanda’da bazı işlerin arzu edilmediği yönde gitmesinden adeta yaptırım gücü bile olmayan, bazı siyasi partilar tarafından hiçe sayılan, karar mekanizmalarında bulunmayan azınlıkların kurban seçilmesi ya da problematize edilmesi insanı gerçekten düşürüyor. Özellikle azınlıklar üzerinden siyaset yaparak iktidara yürüyen ve geldiği günden beri de bir türlü düzen tutturamayan LPF’li bakanların açıklamaları azınlar için Hollanda’da kara günlerin başaladığının sanki bir işaret gibi.
Avrupa’nın hasta adamı olarak nitelendirilen Hollanda başta ekonominin geçen yıllara göre kötüye gitmesiyle bir takım radikal ekonomik tedbirler alarak sözkonusu ekonomik krizden çıkış yolları aramaktadır. Elbette Hollanda’da ekonominin kötüye gitemesinden nasibini alacak önemli bir grup azınlıklardır. Gelir düzeyi ve yaşam satandardı olarak bazı kesimlere göre düşük ve zayıf olan çoğunluk azınlıklar alınan bu ekonomik tedbirlerden olumsuz şekilde etkileneceklerdir. Yapılan açıklamalara göre gelecek yıl maaşlarda ortalama 3,25 oranında kısıtlamanın olduğu düşüülürse, asgari üçret alanların ve düşük maaş alanların halini varın siz düşünün artık. Gelecek yıl buna bir de yaklaşık yüz bin kişilik işsizlik ordusunun eklenecegini tahmin ederseniz Hollana ekonomisinin nasıl ve nereye gittiği hakkında bir fikir yürütme şansina sahip olabiliriz.
Ekonomik gelişmeler böyle iken, eğitim alanında ne olduğu bugün pek fazla tanımlanamayan Anadil Eğitiminin kaldırılması azınlıkları bir başka cepheden vurma politikası olsa gerek. Hükümette bulunan CDA’nın bu noktada ortaya koyduğu çıkış noktası, şu anda verilmekte olan anadil eğitiminin Hollandacayı öğrenmede destek sağlamadığının yapılan araştırmalarla ortaya konmasıymış. Zaten anadil eğitimi son şekliyle yüzde 70 oranında çocukların Hollandacayı öğrenmelerine destek için verilmekte geri kalan yüzde 30’u da kendi anadilinde çocuğa kültürel değerlerin aktarılmasından oluşmakta. CDA ve diğer hükümet ortakları sözkonusu anadil eğitimini kaldıran sayasın 2004’ten itibaren uygulanması taraftarı. Okullardan kaldırılacak olan anadil eğitimin o tarihten itibaren kimlerin ve nasıl bu işi yapacağı merak ediliyor. Anadil eğitimi okul içinde bile zor yürürken, okul dışında het türlü şartlar açısından yürütülmesi, verilmesi oldukça zor bir mesele olduğu bizatihi yaşanmış onlarca tecrübeyle sabittir. Ancak her ne kadar zor olsa da, anadil eğitimi şu şekilde veya bu şekilde bozuk veya düzenli, organizeli veya yarı organizeli mutlaka devam edecektir. Bir çok velinin meselenin pek şuurunda olmamasına rağmen, kimliğin ve varolmanın bir sembolü ve parçası olan anadil eğitimi okullardan kaldırıldıktan sonra daha da değerli olacaktır. İnsanoğlu zoru görmeden mücadeleye pek yanaşmıyor. Hollanda’daki Türk kuruluşlarının bu yönde, anadil eğitimi hakkının kullanılması yönünde yapmış olduğu ortak çalışmayı yakından tekip ederken, meselenin sadece mahkemeyle kalmamasını, aynı zamanda Avrupa’da milyonlarca insanın konuştuğu bir dilin eğitimden kaldırılması bir yana, önümüzdeki zaman biriminde daha kurumsal bir şekilde nasıl öğretileceği yönünde de kafa yorulmalıdır.
Kemer sıkma politikasının bir uzantısı olsa gerek, yeni hükümet iş başına gelir gelmez ilgili bakanı yapmış olduğu açıklamada, bundan sonra sadace azınlıklara yönelik yürütülen etkinliklere yardım yapılmayacağını bağıra bağıra belirtmesiydi. Bir çok kuruluş için bu sürpriz bir kara değildi. Zaten azınlıkların önemli bir bölümünün oluşturduğu dernekler, vakıflar devletten o kadar fazla yardım da almıyordu. Hele hele bakanlıkların yolları azınlık kuruluşlarının pek çoğuna kapalıydı. Bakanlığa giden yol taşlı ve dikenliydi. Bu iş en çok azınlıklar adına milyonları olanların projelerini baltalıyordu. Bu arada yaşın yanında kuruda yanacaktı elbette. Belediyelerde durum nasıl olacak onu zaman gösterecek ama bu gidişat pekte hayra alamet gibi görünmüyor.
Her ne kadar direk olarak yeni hükümetin politikası olmasa da, yeni hükümet iş başına geldiği günden beri, hatta seçim propogandalarının başladığı günden beri Hollanda’da sürekli müslümanların üzerine gelinmekte, tedirgin edilmekte, zaman zaman taciz edilmektedir. Pim Fortuyn’le başlayan sataşmalar, Den Haag, Tilburg ve Amsterdam’da bir kaç imamın yaptığı açıklamalar bahane edilerek hız kazandı ve neticede Somalili Ayaan Hirsi Ali’ye yapıldığı iddia edilen ölüm tehdidiyle, müslümanlara karşı sataşmalar ayyuka çıktı. Hatta öyle olduki, bir çok müslüman kuruluş, bu iş bir senorya mı sorusunu sormadan, ölüm tehdidinin yapıldığını kabul ederek, kınama açıklamaları yaptılar. Belkide Ayaan Hirsi Ali önümüzdeki günlerde bir kitap yazacak ve promasyona ihtiyaç duyacaktı. Veya politikaya atılacaktı. Şimdi bütün bu olanlardan sonra promosyan yapmasına gerek kalmayacak. Kamuoyu Ali’yi ölüm tehdidi vesilesiyle tanımış oldu. Kaldıki bu tür senaryoları bir kaç defa görmüştük. Kendini bilmez birisi Ayaan Hirsi Ali’yi ölümle tehdit eder, cezası ise tüm müslümanlara kesilirdi. Bu arada atı alan Üsküdarı geçerdi. Zaman bu işin en iyi aydınlatıcısı olacak.
Ancak bütün bu sıkıştırmalar, kışkırtmalar, aşağılamalar müslüman gençleri daha da şuurlandırmakta, araştırmaya sevketmekte, tenkidçi ve analitik düşünmeye teşvik etmektedir, bilemiyorum senoryaları yazanlar bunu hiç hesap ediyorlar mı?
Yeni hükümetin iş başına geçmesiyle uguladığı politikaların azınlıklara yansıyan bir kaç örneğini yukarıda ortaya koymaya çalıştık. Hiç Şüphezsiz bu örnekler ya da uygulanacak olan politikanın yansıyacağı, azınlıkları olumsuz yönde etkileyeceği alanları vardır. Olacaktırda. Bütün bunların bilincinde olarak, içinde yaşadığımız toplumda sorumluluk alarak hem kendi azınlık grubumuzun hem de içinde bulunduğumuz ülkenin kalkınmasına, gidişatına olumlu yönde katkıda bulunacağız. Zorluklar bizim daha net, sakin, berrak, olgun, olumlu, yaratıcı, yapıcı düşünmemize yardımcı olmalıdır. Bu gün, dünden daha aktif bir şekilde toplumsal gelişmelere katılmak zorundayız. En azından sosyal mekanizmaların işleyişini, devleri idare eden zihniyeti anlamak, kavramak zorundayız. Pes etmek bize yakışmaz!

    Ekim 2002

Bir Ülke Krize Girse, Gör Başına Neler Gelir
Mayıs ayında yapılan milletvekili seçimleriyle iş başına gelen Balkenende hükümeti geçtiğimiz hafta istifa etmek zorunda kaldı. Seçim sonuçlarıyla Hollanda’da siyasi dengeleri alt üst eden bu hükümetin ömrü beklenenden daha az sürdü. Bu durumda siyasiler üç alternatiften söz ediyorlar. Bunlardan birincisi kabinenin yenilenerek devam etmesi, ki bu sadece Hilbrand Nawijn tarafından isteniyor ve CDA, VVD tarafından reddediliyor, ikincisi Kraliçenin birisine seçime gitmeden hükümeti kurma görevi vermesi, ki bu yol en son 1965 yılında seçilmişti, üçüncüsü ve en kuvvetlisi de oniki bakanın istifa ederek ülkeyi yeniden seçime götürmesidir. Bu bağlamda Kraliçe Beatrix ile görüşen meclis Başkanı Weisglas seçimlerin 15 ya da 22 ocak tarihlerinde olacağını açıkladı. Bu durumda ülke gecici hükümetle yönetilecektir. Zira geçici hükümeti, Avrupa Birliği üyeliklerinin genişletilmesi, Hollanda’nın Afganistan’da barış gücü başkanlığı, Irak meselesi ve sunulan 2003 yılı bütçe görüşmeleri gibi ana konularda karar vermesi gibi ağır bir yük beklemektedir. Eğer sadece 2003 yılı için sunulan bütçe planı görüşülüp, onaylanmazsa bunun Hollanda için maddi zararı 6.8 milyon Euro olarak düşünülmekte.
İkinci Dünya Savaşı sonrası en kısa ömürlü hükümet olma şansızlığını yakalayan yeni hükümet kurulduğu günden beri azınlıklara ve göçmenlere karşı yapmış olduğu sert çıkışlarla dikkatleri üzerine çekmişti. Hükümetin yıkılması Hollanda’da bir çok insan için ve özellikle azınlıklar açısından bir rahatlama teşkil etti. Hollanda siyasilerinin bazılarına göre özellikle 2002’nin başından beri yani Pim Fortuyn’in aktif olarak siyasete girmesiyle başlayıp, işlenen siyasi cinayetle devam eden ve seçimlerle perçinleşen travma süreci geçtiğimiz hafta son buldu. Bu bir noktada doğru. Ancak dün öfkelenen, sabırsızlaşan ve dahi bazılarının varlığından rahatsızlaşan bir kesim vatandaş kitlesi hala Hollanda’dadır. Hükümetteki başarısızlıkları Fortuyncileri darma dağın etti bu doğru. Hatta hükümet norm ve değerlerden bahsederken, tartışırken, bunların kaybolduğunu söylerken, toplumsal sorumluluğun yeniden yeşermesi gerektiğini vurgularken hükemette görevli LPF’li Heinsbroek trafik kurallarına uymayıp halka kötü örnek teşkil etmişti. Diğer taraftan LPF’lilerin toplumun önünde, mesela Wijnschenk’in Eberhard hakkında, Heinsbroek’in Bomhoff hakkında kullandıkları ve adına parti içi tartışma dedikleri kelimeleri bu satırlarda zikretmeye cesaret bile edemiyorum. Peki bu tür adamları hükümete taşıyan saikler nelerdi ? Kültür Felsefecisi Gabriel van den Brink’e göre bu tür adamaları iktidara taşıyan iki farklı kitle mevcut Hollanda’da. Bunlardan bir tanesi modern dinamikleri yakalamış, zengin ve refah içinde ve daha da ileri gitmek isteyen ve bu anlamda yürüyen bürokrasiden rahatsız olan, daha az kuralların ve daha az iktidarın olmasını isteyen bir kitle. Diğeri de aynı dinamiklerde varlıklarının tehlikeye düştüğünü düşünen bu yüzden daha fazla iktidar, daha fazla kontrol ve koruma olmasını isteyen bir kitle. (Trouw, 19 ekim 2002) Bu noktada Hollanda’daki bu kitle üzerinde dünyadaki gelişmelerin, mesela onbir eylül olaylarının insanların kendilerini güvenli hissetmemesinde, korkunun yayılmasında önemli rol oynadığı da göz ardı edilmemektedir. Bunu iyi hisseden Pim Fortuyn köşeyi dönmeyi başarmıştı. Ancak kendisinin siyasi bir cinayete kurban gitmesi ve geride kalanların kabinede başarısız olması sözkonusu köşe dönmeyi uzun ömürlü yapmadı.
Tabiki bütün bunlar, LPF’li politikacıların başarısız olmaları vatandaştaki güvensizliği bertaraf etmeye yardım etmedi. Fortuyn’I ve zihniyetini besleyen ve ortaya çıkaran saikler hala hayatta, hala canlı. Bu saiklerin Hollanda’ya önümüzdeki günlerde veya yıllarda neler geticeği belli değil. Tarihci Geert Mak, Fortuyn devriminin başarısızlıkla sonuçlandığını ama bunun neler getiçeğini şimdiden kestirmenin kolay olmayacağını, yeni bir Fortuyn, ki siyasi kariyeri olan ve belirli halk kitlesindeki rahatsızlığı da bilen birisinin ortaya çıkması halinde, işimizin zor olduğunu söylüyor.
O zaman yerleşik partilerin, politikalarını yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir. Yaşanılan acı bir tecrübeden sonra neler yapılabileceği, geçen hükümetin yani PvdA, VVD ve D66 partilerinin iktidarında yapılan hataların tesbiti ve tamiri gerekmektedir. Siyasi yorumculara göre yapılan hatalardan birisi ‘işveren hükümeti’nin oluşturulmasıydı, yani pazar kurallarının geçerli olduğu özelleştirme, bağımsızlaştırma, görevlerini elden çıkarma gibi işlere ağırlık verilmesiydi. Bunun bir yanlış olduğu bir çok siyayetçi tarafından şimdilerde anlaşılmış oldu.
Bazı siyasi yorumculara göre bir başka mesele de, onbir eylül olaylarıyla Amerika ve Batı’yı da içine alan, vatandaşın yarınlardan emin olmama korkusu ve beraberinde getirdiği fiziki, kültürel ve maddi güvensizliğin hakimiyetidir.
Yerleşik partilerin ya da iktidara talip olan siyasi partilerin, kadroların bu sorulara verecekleri cevap ve vatandaşa gelecek vaadleri Hollanda’da ikinci Pim Fortuyn’lerin yeniden ortaya çıkmasını engelleyecektir. Aksi takdirde bu tür rahatsızlıklar yeni liderleri ortaya çıkarır ve ülke kriz üstüne kriz yaşar.

    Ekim 2002

Gaflet mi? Önyargı mı? Yoksa Tahammülsüzlük mü?
İki hafta önce bu köşede, islama ve müslümanlara Hollanda medyasını kullanarak ağır hakaretler yapan, tabiri caizse Hollanda’daki müslüman kitleyi ve özellikle Hollanda’da yetişen genç nesli kışkırtmak isteyen Somali’li Ayaan Hirşi Ali’nin kesin tesbit edilmeyen, ancak ‘ölümle tehdit’ olayı bahane edilerek yapılan açıklamalara ve tepkilere yer vermiştik. Medyanın ve kamuoyunun bunca ilgisine ve tepkisine rağmen, tehdit olayının acaba bir düzmece olup olmayacağını sormuştuk. Zira olayın gelişme ve ele alınış şekli Avrupa’da ve Hollanda’da geçtiğimiz yıllarda yaşanılan bazı olaylarla benzerlik arzediyordu. Ama bir çok Hollandalı köşe yazarı, düşünürü, siyasetçisi böyle bir soruyu sormadan olayın üzerine körükle gitmişti. Eline kalemi alan Ayaan Hirşi Aliye destek vermiş ve topyekün olarak müslümanların eleştiye dayanamadıkları, tahammül edemedikleri mesajı verilmeye çalışılmıştı. Oysa islam ve müslümanlar bir çok kişi tarafından zaten hergün eleştiriliyordu. Bunların bir tanesi de Ayaan Hirşi Ali olurdu. Bunda kızılacak, cıngart çıkarılacak bir durum yoktu. Ancak bayan Hirşi Ali’nin içinde bulunduğu psikolojik durum, Somali’de geçen çocukluk yılları, aile içindeki konumu ve aile bireyleriyle olan ilişkileri ve diğer bir çok sebep olayı islama ve müslümanlara eleştiriden daha çok hakaret noktasına, aşağılama ve nefret etme noktasına getiriyordu. İçinde bulunduğu bocalama, frustrasyon, bireysel kriz ve travmanın sorumlusu olarak bir çok insanın kurtuluş bulduğu, sıkıntılı olunan zamanlarda daha sıkı bağlanılan ve bir çok kişinin mutluluğa erdiği din olan islamı sorumlu tutuyordu. Bu yüzden fırsat bulduğu her ortamda, platformda, televizyon, radyo programlarında hakarete varan bir uslupla islama ve müslümanlara saldırıyordu. Söylediklerine bazı müslümanlar tarafından cevap verilsede Hollanda medyası için esas olan Ayaan Hirşi Ali’nin söyledikleriydi. Nihayetinde Ali eski bir müslümandı, onun bu tür eleştiriler yapması, milletin arayıpta bulamadığı bir fırsattı. Ve öylede oldu. Taki tehdit(!) edilinceye kadar. Tehdit olayından sonra haftalarca gündemde kaldı Hirşi Ali. Destek ilanları, internet adresleri, yardım fonu oluşturulması ve yorum yazılarıyla bayan Ali adeta masum, hakkı yenilmiş bir insan posizyonuna getirildi.
Ancak geçen hafta, haftalık Vrij Nederland gazetesi ‘tehditle yalan arasında’ başlığı ile bir yazı yayınlamıştı bayan Hirşi Ali olayı ile ilgili. Günlerce Hollanda’nın Salman Rüşti’si olarak tanımlanan Hirşi Ali sözkonusu yazıda adeta hesaba çekiliyor ve tehdit olayının uydurulup uydurulmadığı üzerinde duruluyordu. Eski işvereni Wiardi Beckman Vakfı(işçi partisinin araştırma kurumu) müdürü, Ayaan Hirşi Ali’nin Somali’li arkadaşı, Londra’daki babasının görüşlerinin yer aldığı yazıda Hollanda medyasında olayların nasıl geliştiğini, özellikle NRC Handelsblad, Trouw ve de Volkskrant’ta olayın ele alınış şekli irdelenmekteydi. Tehdit telefonunun nereden geldiği, ciddi olup olmadığı araştırılmadan sanki tehdit eden şahış tesbit edilmişcesine olayın üzerine gidildiği, Ayan Hirşi Ali’nin başta babası olmak üzere yakınlarının tehdit olayını ciddiye almadıklarını, tehdit olayını bizatihi Hirşi Ali’nin kamuoyu oluşturmaya yönelik söylemleri, kendisinin dinden döndüğü için ölüm fetvası çıkarıldığı, artık korkudan her hangi bir programa katılamacağını ilan ettiği belirtiliyor yazıda. Polisin bile elinde tehdit edildiğine dair belge olmadan, tüm medya ve taraftarlar elbirliğiyle tehdit olayının ciddiyetine sorgu sual etmeden, baştan inanmışlardı.
Olayın bu noktaya gelmesi, abartılması, olduğundan büyük ve korkunç gösterilmesi bize Hollanda medyası ve gazetecilerinin, islam ve müslümanlar ya da kendileri gibi olmayanlar hakkında ne kadar ön yargılı ve peşin hükümlü olduklarını bir defa daha ortaya koyuyordu. Vrije Nederland gazetesinde çıkan yazı sonrası olayı büyüten gazetelerden, Trouw ve NRC Handelsblad olaya tekrar tam sayfa ayırarak harekete geçmiş, Vrije Nederland gibi bir gazetenin nasıl böyle bir yazıyı yayınladığını sorarak hayretlerini belirtmişlerdi. Sanki Hollanda’da herkes her konuda hem fikir de, bu konuda ayrılığa gerek yokmuş gibi bir tavır. Sonuç ne olursa olsun, ayrı düşünmeden dolayı kimsenin ölümle tehdit edilmesini asla tasvip etmemekle birlikte, aslı astarı olmadan, hangi amaca hizmet ettiği bilinmeden olayın üzerine gitmek ve bir grup insanı rencide etmek doğru bir davranış olamaz.
Somali’li Hirşi Ali olayında yaşananlar Hollanda medyasının, fikir ve düşünce adamlarının unutulmaz bir ayıbıdır. Bu ayıpla medya bu ülkede azınlıkların, müslümanların uyum sürecine olumlu bir şekilde nasıl katkıda bulunacak, doğrusu merak konusu.
Diğer taraftan aynı günlerde Hoogzand’ta meydana gelen çirkin olayın sorumlusunun ilk günlerde de Telegraaf gazetesinin başını çektigi yayınlarla Türkler olarak ilan edilmesi Holladna’daki tüm Türk topluluğunu derin bir üzüntüye uğratmıştı. TurksForum adlı internet gazetesinin yayınladığı son haberde, yapılan araştırmalara gore Türklerin sözkonusu olayla ilgileri olamadığını duyuruyordu. Ve Türklere yapılan bu haksızlığın mektupla, e-maille protesto edilmesini öneriyordu.
Her iki olayda olduğu gibi, münferit olayların genelleştirilmesi, doğru dürüst tebit edilmeden bir grubun zanlı olarak suçlanması, her ne kadar tarihsel önyargılarla izah edilsede, esasen hakim grubun kendileri gibi olmayanları anlama ve dinleme zahmetine katlanmadıklarının açıkça bir ifadesidir. Anlayış, uyum, kaynaşma hep azınlıklardan beklenmemelidir.

    Ekim 2002

Psiko-Pedagojik Sorunlar ve Gençlik
Günlerden pazar. Son oniki yılın en şiddetli fırtınasının yaşandığı bir günü yaşıyoruz. Rüzgarın şiddetinden bir çok ağaç yıkılmış. Caddelerde yer yer kalın ağaç dalları var. Yağmur alabildiğine yağıyor. Amsterdam merkez istasyonunun çatısının bir bölümü rüzgarın şiddetinden uçtuğu için tren istasyonu kapatılmış. Şehirlerarası iletişim hemen hemen durmuş. Televizyon ve radyolardan yetkililer çok luzumlu değilse dışarı çıkılmamasını tavsiye ediyorlar vatandaşa.
Biz de, böyle bir günde önceden verilmiş bir sözü yerine getirmek için Ayasofya camiinin ders lokalinde bir grup gençle adolesans yani ergenlik döneminde gençlerin karşılaştıkları sorunları tartışıyoruz. Fırtınanın, rüzgarın ve yağmurun çıkardığı sesler arasında gençlere ilk önce adolesans’ın tanımını yaparak, bu dönemde ortaya çıkan gelişmeleri tanımlamaya çalışıyoruz. İşe pedagojinin ergenliği tarif edişiyle başlıyoruz. Pedagojiye göre ergenlik: ‘çocukluktan çıkmış olup, fiziki ve ruhi olarak tam bir gelişme dönemi içine girme halidir, ergenlik döneminden önce gelen ve büluğ bunalımıyla kendisini gösteren dönemdir ”. Sosyolije göre ergenlik: “bireyin, üyesi olduğu toplum trafından artık bir çocuk gözüyle görülmekten çıktığı, ama yine de kendisine henüz tan bir yetişkin insan statüsü, rolü ve fonksiyonu tanınmadığı hayat dönemidir”.
Bazı psikologlar ise adolesans dönemini dış etkenlerin de etkisiyle ‘ruhun ikinci doğumu’ olarak tarih ederler. Bu dönem bunalım dönemi olarak görülür.
Artık çocukluk bitmiştir. Soru sorma zamanı değildir. Şimdi ergenliğe ilk adımların atıldığı, iddiaların dillendirildiği, ben’in keşfedildiği, tartışmaya meydan vermeyecek kadar iman etme döneminin başladığı, kesin yagılara sahip olma, sırf tahrik etmek için konuşulduğu, karşı çıkmaktan zevk alındığı, kendi kendisini tasdik etmenin ön planda olduğu, doğmatik görüşlerin hakim olduğu bir dönemdir adolesans dönemi.
Gençlik psikolojisi üzerine geçen yüzyılın başlarında yapmış olduğu araştırmalarla psikoloji tarihine geçen ve çoğu zaman gençliğin babası olarak değerlendirilen Stanley Hall adolesans dönemine ait şu verileri toplamıştır : – Bedenin çeşitli kısımlarının büyümesi, – Gençlerde görülen hastalıklar, – Gençlerde görülen suç, – Ergenlik sırasında seste ve duygularda görülen değişiklikler, – Gençlik döneminin içtepileri, – Dine karşı gösterilen derin ilgi, – Gencin doğaya karşı beslediği duygular, – Bazı toplumlarda gençleri seksüel yaşama hazırlayan törenler.
Ergenlik çağına giren gencin psiko-pedagojik yapısını kısaca tanımladıktan sonra, Hollanda’da bulunan bu yaştaki gençlerimizin üzerinde sohbetimiz devam etti. Bizim gençligimiz, bir taraftan tüm dünyadaki yaşıtları gibi sosyal, psikolojik, ekonomik ve fiziki sorunlarla karşı karşıya iken, diğer taraftan da göçmenlik ve azınlık bir grubun üyesi olmaktan kaynaklanan sorunlarla karşı karşıyalar.
Gençliğin genel problemleri, – sosyalleşme süreci, – aynileşme ve kimlik arayışı, – bağımsızlık problemi, – davranış biçimlerinin ortaya çıkması, olarak tanımlanabilir.
Sosyalleşme sürecinde genç toplumun kurllarını, norm ve değerlerini, dilini, dinini, kültürünü benimseyerek toplum içinde bir yer edinme mücadelesi yaşar.
Çocukluk döneminde anne, baba, büyük kardeşlerle özdeşleşen genç ergenlik döneminde kendine örnek kişiler arar. Örnek kişilieri taklit eden genç bunu davranışlarında, giyiminde, düşünüşünde ortaya koymaya çalışır.
Bağımsızlık duygularıyla birlikte genç artık anne ve babasını tenkit etmeye, onların ve eski çevresinin davranışlarını beğenmemeye yönelir. Bu davranış bir yerde kuşaklar arası çatışma olarak görülür.
Var olan kültürel norm ve değerleri de eleştiren genç, bu dönemde yeni değer ve normlar peşindedir.
Göçmen ve azınlık gruplara mensup gençlerin yukarıdaki gelişmeler yanısıra karşı karşıya oldukları bazı problemler ise şöyledir : – yalnızlıkve yabancılaşma problemi, – gelecek perspektifinin olmaması, – kültürel çatışma, – aynileşme veya kimlik problemi, – aşağılık kompleksi.
Toplantıya katılan gençlerin sorularından edindiğim bir izlenim de, gençlerin sisteme olan güvenlerinin her geçen gün sarsıldığıdır. Gençler Hollandalı ögretmenlerinin kendilerini bile bile yanlış yönlendirdiklerine inanmaktalar. Yaptığımız tartışmada her ne kadar bunun genelleştirelemiyeceğini ifade etsekte yine de gençlerde böyle bir imajın hakim olduğunu gördüm. Böyle bir duygu hem gençler açısından hem içinde yaşadığımız ülke açısından oldukça düşündürücüdür. Gençlerin bu tür duygulardan bir an önce kurtulmaları ve kendilerine olan güvenin farkına varmaları gerekmektedir. Çalışmak ama iradeyi kullanarak çalışmak gençlerin şiarı olmalıdır. Fikir ve kültür çalışmaları için aynı saatlerde devamlı ve tertipli bir şekilde, günde iki üç saat çalışmak yeterlidir. Unutmayalımki, büyük islam filozofu Ibn-i Sina, daha geçen yüzyılın başına kadar bir çok Avrupa üniversitesinde ve bizatihi Belçika üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan « Şifa » isimli kitabını Bagdat’ta sabah namazından sonra günde sadece iki saat çalışarak yazmıştır. Yeterki işimize aşkla sarılalım.

    Ekim 2002

Sünnet Yemeği, Türk İşadamları Toplantısı, Türkiye’deki Seçimler…
Hareketli bir hafta sonu yaşadık. Cumartesi günü mevsim normallerinin dışında bir havayla karşı karşıya kaldık. Çocuklara bir bayram havası yaşattı bu güneşli hava. Halk şehir içi ve alış veriş merkezlerini alabildiğine doldurmuştu.
Böyle bir günün akşamı aynı zamanda Feza Televizyonu yapımcısı ve Zaman gazetesi Amsterdam temsilcisi Basri Doğan’ın oğlunun güzide bir sünnet yemeğine şahit olmaktaydı. Kütürümüzün temel taşlarından olan sünnet, erkek çocuklar için pedagojik gelişmelerinin önemli bir dönüm noktasını teşkil eder. Gelişmekte, şekillenmekte ve yapılanmakta olan çocuk için sünnet olayı yep yeni bir dönemin başlamasına sebep olur. Toplum tarafından erkek çocuğa biçilen rollerin yavaş yavaş yüklenmesiyle şahsiyetinin pekişmesine katkıda bulunur sünnet olayı. Böyle anlar bir insanın ömründe unutamayaçagı anlar olup çocuk kişiliğinde derin iz bırakır. Yapılan törenlerle çocuğa verilen önem ve değer bir taraftan geleneklerin içinde bulunulan ülkede yerleşmesini beraberinde getirirken, bir taraftan da çocuğun artık gruba, topluma alınmasına ve birey olarak görülmesini sağlar.
Pazar günü sabah erken saatlerde, toplumun önemli bir bölümünün istirahat ettiği saatlerde kalkıp Den Bosch’un yolunu tutmuştuk. Ben, Türkevinden Abdurrahman ve Yalçın beylerle birlikte arabalarımızı Amsteldijke park ederek Hollanda Yağlı Güreş Koordinatörü Ahmet Ali Akgül’ün Jip’ine dolup Zara’dan DVD-televizyon görüntülü türküleri dinleyerek Utrecht, Den Bosch istikametine hareket ettik.
Kıkbeş dakika süren seyehatimiz boyunca DÜNYA Gazetesinin son sayısında gündeme gelen ve Hollanda Türk toplumunu çok yakından ilgilendiren Hollanda’daki gelişmeler (Türkçe Radyo Yayınları, Türk annenin kızının katillerinin yaklanması yönündeki isyanı, 22 Ocak’ta yeniden yapılacak milletvekili seçimleri, vb.) başta olmak üzere, Türkiye’de yapılan seçimler, Türkiye-AB ilişkileri tartıştık.
Arabamızdaki elektronik rehber zaman zaman sağa sola dönmemizi, direk gitmemizi tekrarladı durdu. Ve nihayet Brabanthallen kongre merkezine varıp, arabamızı park ettikten sonra “1. Avrupa Türk İşadamları Toplantısı”nın yapıldığı salona doğru yöneldik. Kapı önünde toplantıyı organize eden Webişrehberi’nden Sedat Çakır çok telaşlı bir şekilde bir kaç Hollandalıya bir şeyler anlatıyordu. Onu geçtikten sonra, kapı ağzında duran Amsterdam esnaflarından Serdar Zeki Çakır’la karşılaşıyoruz. Çakır, sabahın erken saatlerinde elinde tüttürdüğü kalınca purosuyla etrafa kokular saçıyordu. Kayıt işlemlerinden sonra salona girdiğimizde onlarca tanıdık simayla merhabalaşdık. Webişrehberi’nden Mehmet Özkan, VVD’li Köksal Gör, Dostluk Vakfından Ferruh Başaran, Actief Sigorta’dan İsa Kılıçasrlan, Ibadullah Turgut, IBCO’dan Mehmet Yamaç, DHB’dan Bülent Türker, Hilversum’dan Şerafettin Babacan, Den Haag’tan Çağlar Kurtal, Breda’dan Yusuf Beyaztaş, Leerdam’dan Mehmet Keskin, Zaandam’dan Ata Garajı sahibi Coşkun Yeğenoğlu bunlardan sadace bazılarıydı. Coşkun Yeğenoğlu demişken bir noktayı belirtmeden geçemiyorum. Coşkun bey hafta içi her ne kadar Ata garajını idare etsede, akşamları ve hafta sonları üzerine giymiş olduğu marka takım elbiselerle adeta bir kültür ve sanat adamıdır. Yıllardır sosyal, kültürel hatta siyasi toplantıları kaçırmaz. Garajının üst katında sayısız eski kitap, dergi ve okunmaya sıra gelmemiş gazete bulabilirsiniz.
Aylar önceden duyurusu yapılan 1. Avrupa Türk İşadamları Toplantısı, üçyüze yakın katılımcının hazır olduğu anda İstanbul’dan Lerzan Özder hanımefendinin yapmış olduğu güzel Türkçe sunuşla başlarken, Sedat Çakır memnuniyetlerini belirten kısa bir konuşma yaptı. Toplantının birinci bölümü daha çok Hollanda’dan ve Hollanda dışından topalntıya katılan Türk İşadamları örgütlerinin kurumlarını tanıtmalarını içeriyordu. Tüm konuşmacıların ortaya koyduğu, örneklendirdiği bir çok girişimin yanısıra, hepsinin konuşmalarından ortak bir mesaj ortaya çıkıyordu. O da şuydu: Avrupa’nın hangi ülkesinde olursa olsun, hangi ölçekte ticaretle uğraşırsa uğraşsın, ne tür zorluklarla karşılaşırsa karşılassın, hepsinin gönlünde bir Türkiye sevdası yatıyordu. Hepsinin kalbi Türkiye’nin kalkınması, çağdaş ülkeler seviyesine gelmesi, Türk insanının refah içinde yaşamasının hayalleriyle yaşıyorlardı. Hepsi bu anlamda kendilerinin üzerine düşen bir şeylerin olduğunun ve bunu Türkiye için yapmaya hazır olduklarını adeta beyan ediyorlardı. Mesela Zurich’ten kongreye katılan ve bir konuşma yapan Tahsin Aygün Türkiye’deki yetkililere seslenip, beyler artık “Avrupa’daki Türk Dönercilerin Elini Sıkın”, Türkiye’nin AB’ye girişi bu insanlarla barışık olmaktan geçer diyerek, varolan bir çok işbirliği imkanından faydalanılmadığını, mesela Zurich’le Van belediyelerinin neden ortak bir proje yapamadıklarından yakınıyordu. Kongrenin birinci bölümü, Türk İşadamlarına baştan beri beri verdiği destekle tanınan T.C. Lahey büyükelçimiz Aydan Karahan’ın yapmış olduğu destek konuşmasıyla biterken, hep birlikte aynı bina içinde 3, 4, 5 Kasım tarihlerinde devam edecek olan Türk Ticaret Fuarının açılışı yapıldı. Tüm katılımcılar Türk Ticaret Fuarını gezerken, birbirlerini görme şansını yakalayanlar da bol bol sohbet etme imkanı buluyorlardı. Bir ara gözüm DÜNYA gazetesi pavyonunda takıldı. Masanın etrafını çeviren İlhan Karacay, Ergun Kula, Muhlis Aydoğan, Yalçın Çakır, Bülent Türker, Coşkun Yeğenoğlu ateşli ateşli Hollanda Türk toplumunun gündeminde olan sıcak olayları tartışıyorlardı.
Toplantının öğleden sonraki bölümünde katılımcıları bilgilendirici konuşmaların yanısıra sorularada cevaplar verildi. Toplantı bir taraftan devam ederken kulislerde de Türkiye’de yapılan seçimlerin sonucu üzerine tahminler ve tartışmalar yapılıyordu. Ufuk gazetesinden Mehmet Sürmeneli’yle Amsterdam Türk Televizyonun’dan Mehmet Akif’in seçim sonuçları üzerine tartışmalarını görünce Akif’e dönüp dedimki, son dakika gelen bir habere göre AKP tek başına almış götürmüş. Ciddi ciddi bir iki saniye düşündükten sonra, yok abi olmaz, bugün, bir kaç saat sonra şişirilen Ampül patlayacak, göreceksiniz cevabını alıyorum Mehmet Akif’ten. Eindhoven’dan Kaya Koçak, şaka olduğunu söyle abi, daha sandıklar açılmadı, nereden bilecekler AKP’nin birinci parti olacağını diyor.
Toplantının sonunu beklemeden, Haarlem’den Aksiyon Seyehat Ajantası sahibi Edip Özkan’la en son vedalaşarak Amsterdam’a hareket ediyoruz. Eve yaklaşınca ilk telefonu alıyorum seçim sonuçlarıyla ilgili. Ramazan Yurtsev tam bir zafer çığlığı içinde AKP’nin yüzde 34, 35’lerde gittiğini söylüyor. Gerçi oyların daha yüzde yirmisi sayılmıştı bu haberin geldiğinde ama, gidişat artık AKP’nin Türkiye’yı yönetecek parti olduğunu gösteriyordu. İlerleyen saatlerde oyların yüzde sekseni sayıldıki, artık barajı geçen sadece iki parti kalmıştı. TTA’dan Mehmet Akif’i aradım. Nasılsın? Sorma abi diyordu. Sorma diyenlerin sayısı bir hayli kalabalıktı. Ama Türk halkı bu defa böyle tercih yapmıştı. Gerçi seçim sonuçları Türk siyasi hayatını alt üst etmişti.
Bu vesileyle seçim sonuçlarının ülkemize hayırlar getirmesini temenni ediyoruz. Hollanda’da bir hafta sonunu işte böyle geçirdik.

    Kasım 2002

Faslılar ve Türkler!
Kültür ve Kimlik Çatışmasına mı Davet Ediliyorlar?
Antwerpen’de Faslı bir gençin öldürülmesinden sonra başlayan olaylar hızla gelişti. Arap gençlerle Belçika polisinin bir anda karşı karşıya gelmesine, gençlik lideri Ebu Jahjah’ın bir ara tutuklanması ve serbest bırakılmasına neden oldu. Bununla birlikte gelen tartışmalar bir müddet gündemi meşgul etti. Sloganlar ve sevinç gösterileri eşliğinde serbest kalan Ebu Jahjah televizyonlara yaptığı açıklamalarda gayet soğukkanlı, hak ve hukuk mücadelesi veren bir etkinlik içinde oldukları manzarasını yansıttı. Belçika polisinin, özellikle Arap gençlere uygulamalarından son derece rahatsız olan ve polisin yapmış olduğu bazı girişimleri ve muameleleri kamarayla tesbite çalışan gençler Belçika politikasında aktif olma niyetindeler. Yabancı gençlere haksızlık yapıldığı, adaletsizliğin, ayırımcılığın kol gezdiği bir ortamda, Antwerpen ve Belçika’daki siyasi ikiyüzlülüğe karşı bir baş kaldırı hareketi görünümü veriyor Ebu Jahjah hareketi. Sokağa dökülmek çözüm olmasada, böyle bir hareket sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasi değişim süreci yaşayan grupların gençlerinde gayri ihtiyari bir sempati toplar. Zira yıllardır ezilmişliğin ve horlanmışlığın verdiği psikoloji gençleri bu tür baş kaldırı hareketlerine, içeriğine bakmaksızın katılmalarını ve dahi desteklemelerini sağlar. Nitekim öyle de oldu. Belçika’da başlayan Arap Birliği haretketi kısa sürede Hollanda’da da etkisini gösterdi ve onlarca gönüllü Faslı genç Arap Birliği hareketinin şubesini açmak üzere harekete geçti. Hollanda’da yaşayan ve Arap Birliği şubelerini açmak isteyen gençlerin fikirleri ilginç, Gençler; ‘Saygı istiyoruz. Hollanda bunu bize vermiyor. Ebu Jahjah bundan başka bir şey istemiyor”, “Hollanda toplumunda eşitsizlik hakim. Faslı gençler geri bırakılıyor. Buna bir son verilmeli. Siyasetciler Faslı gençler hakkında ulu orta ve aşağılayıcı konuşmalardan vazgeçmeliler”. Evet bu duruş ve bu tavır bir hoşnutsuzluğun, bir arayışın, bir başkaldırının, bir çıkış yolu aramanın manzarasıdır. Gençler bütün bunları Faslı olduklarından dolayı yaşadıklarına inanmaktalar. Ortada bir ayırımcılığın olduğundan bahsediyorlar, inanıyorlar. Her ne kadar CDA’lı politkacılar Arap Birliğinin Hollanda’da şubelerinin açılmasına karşı çıksalarda, ortada Faslı gençlerin boğuştuğu ve Hollanda toplumunu ilgilendiren bir realite var. Bundan nasıl kaçabiliriz. Bunu nasıl görmemezlikten gelebiliriz.
Ya Türkler!
Hollanda’da bütün bunlar yaşanırken gündemimize Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği tartışmaları ve Türkiye’nin olağanüstü gayreti girivermişti. Herkes bir anda Kopenhag kararlarına odaklanmıştı ki Hollanda’da Türkler için yeni bir tartışma ortaya atılmıştı. Kuzey ve Doğu Hollanda Polis Teşkilatı (KNON) tarafından hazırlanmış ve resmen açıklanmamış raporunda, Türk mafyasının Hollanda siyasetinde de aktif olduğu iddiası yer almaktaydı. Tüm raporda sadece iki paragrafta bu konunun üzerine değinilmiş olsada, de Volkskrant gazetesinin haberine göre Türkler’in oluşturduğu organize suç örgütlerinin Türk kökenli bazı yerel politikacılar ile ilişki halinde olduklarıydı.
Ortalık bir anda allak bullak oluverdi. Sayıları 113 olarak bilinen belediyelerdeki Türk kökenli meclis üyeleri resmen zan altındaydılar. Herkes birbirine kim bunlar diye sormaya başlamıştı bile. Yapılan ortak ve münferit açıklamalar bir an önce sözkonusu isimlerin açıklanması ve büyük bir grubun ve onlara oy vermiş olan binlerce kişiye hakretten vazgeçilmesi yönündeydi. Çok haklı olarak, zaten bozuk olan sinirler bir defa daha bozulmuştu. Hollanda’nın her köşesinden konuyla ilgili açıklamalar ve isyanlar yükseliyordu. İşte bunlardan bir tanesi, geçen hafta DÜNYA gazetesinde de okuduğunuz gibi Den Bosch belediye meclis üyesi Deniz Özkanlı’nın ironik olarak ‘Kenedy’i Türkler Öldürdü” başlığıyla yapmış olduğu anlamlı açıklamaydı.
Hollanda’daki Türklerin suçlanmaları bu olaylarla sınırlı kalmadı. Belediye meclis üyeleri mücadelelerini hukuk yolunda sürdüreceklerini açıklarken, bu defa Türk asıllı milletvekilleri üzerine suçlama yapıldı. Bu sefer Trouw gazetesi Willem Pompe Enstitüsünden kriminolog Yücel Yeşilgöz’le yapmış olduğu söyleşiye yer vererek, Hollanda meclisindeki Türk kökenli bir milletvekilinin kesinlikle Türkiye’nin memuru olduğu diğerlerinde de bu yönde şüphelendiğini haber veriyordu. Al bir kaya, nerene dayarsan daya!
Mesele kaya atmaksa, çamur atmaksa iş kolay! Sıradan herkes, gerçi herkesin arkasına saklanacağı bir enstitüsü yok ama, uzman kriminolog’un idda etti gibi Yücel Yeşilgöz hakkında da türlü iddia ve tahminlerde bulunabilirdi. Örneğin Amsterdamlı Mehmet amca Yeşilgöz’ün Avrupa’da yasaklanan PKK örgütünün bir memuru olduğunu iddia ve tahmin edebilirdi. Tabiki Mehmet amcanın bu açıklaması ne derece bilimseldir, yani ısbat edilebilir cinsten bir açıklama, onu Allah bilir. Veya bir başkası beğenmediği birileri hakkında akla mantığa sığmayacak suçlamalar yapabilir. Bunun adaletle, bilimle, araştırmayla ne alakası olabilir. Yücel Yeşilgöz elini vicdanına bir kez daha koymalıdır. Bir veya bir kaç kişi yüzünden, ki gerçekten böyle birileri varsa çıkarılsın ortaya ve hukuki muamele yapılsın, bir topluluk zan altında bırakılamaz. Suçlananlar sıradan kahve köşelerinde oturup çaylarını yudumlayan ve okey taşlarını sallayanlar değildir. Hem toplumuna hem Hollanda’ya hizmet vermek için yola çıkmış, milletin vekilliğine soyunmuş, aday olmuş insanlardır. Bunları seçen onbinlerce insan vardır. Bu kadar insanı rencide etmeye hiç kimsenin hakkı olmadığı gibi hele bir kimlik problemi yaşadığı, içindeki travmanın dışa vurduğu her haliyle belli olan Yücel Yeşilgöz’ün hiç hakkı yoktur. Eğer kriminolog birilerinin aktörüyse ve rolünü oynuyorsa orası başka. Onu da bilelim.
Arka arkaya gelen bu gelişmelerdende anlaşılacağı üzere bu ülekede Faslılar ve Türkler neredeyse topyekün kriminal gösterilip öyle lanse edilmeye çalışılmaktadır.
Bundan kimlerin çıkarları vardır bilemiyorum ama, bildiğim bir şey varsa o da toplumlar ve gruplarasarında gerginlikleri körükleyip, farklılıkların altını çizip, biz ve onlar diye bölüp, adaletsizliği normalleştirmek, ayırımcılığa davet çıkarmanın hiç bir grup, topluluk ve bireye mutluluk getirmeyeceğidir.
Benzeri duygular içinde güreşirken, bence çok faydalı ve seviyeli bir söyleşi geçtiğimiz Pazar günü öğle saatlerinde Müslüman Yayın Kurumunda yayınlandı. Söyleşi Hollanda eski Kalkınma İşbirliği Bakanı Jan Pronk’la yapılmıştı. Pronk, bilindiği gibi uzun yıllar Kaklınma İşbirliği Bakanlığı görevini başarıyla sürdürmüş, uluslararası tecrübesi ve kariyeri olan, bir çok fakir ülkedeki ve savaş halindeki ülkelere gitmiş ve olayları sıcağı sıcağına gözlemlemiş bir isim. Başlı başına bir yazı konusu olan söyleşisinin konumuzu ilgilendiren tarafı çok ilginç. Pronk Hollanda’da ve Avrupa’daki son gelişmelrden son derece endişeli. Hatta kendi deyimiyle pesimist. İşbaşındaki hükümetlerin çeşitli politikalarına atfen, bu uygulamalar sanki gruplar arasındaki farkı daha da sertleştirerek, kimlik çatışmalarına çanak tutar niteliktedir diyor. Hollanda’da farklı grupların, kültürlerin, dünya görüşlerinin yanyana yaşadığı unutulmaşcısına, böyle bir gelenek yok sayılır gibi tek kültür, tek toplum, tek görüş oluşturulmaya çalışılmaktadır diyor eski bakan Pronk. Tecrübeli ve geniş vizyonlu eski bakan Jan Pronk’un şu sözleri dikkate şayan: “ekonomik çatışmalarla (fakirlik-zenginlik) kolay mücadele edilebilir, ancak kültürel ve kimlik çatışmalarıyla mücadele etmek çok zordur. Ve tehlikelidir”.
Hiç birimiz ya da hiç kimse, Hollanda’da veya dünyanın hangi bölgesinde yaşarsak yaşayalım, bu tür çatışmalardan medet umamayız. Ne çabuk unuttuk savunmasız ve suçsuz yedi bin Bosnalı erkeğin acımasızca katledildiğini.
Beyler! Diyalog’dan başka yolumuz, metodumuz, seçeneğimiz yoktur. Konuşacağız, tekrar konuşacağız, tanışacağız, anlayacağız ve işi kolay kılacağız.

    Aralık 2002

İt Ürür Kervan Yürür
Oldukca hareketli ve bir o kadar da anlamlı bir milletvekili seçimlerini geride bıraktık. Geçen yılın Mayıs ayında yapılan seçimlerine göre kazançlıyız. En azından üç Türk kökenli milletvekili meclise girerken, azınlıklara karşı sertleşenler de bir yerde boylarının ölçülerini almışlardır herhalde. Koalisyonun şekline göre dördüncü ve beşinci Türk asıllı milletvekili de meclise girebilir. Son seçimde, Hollanda’da şartların her geçen gün kötüye gitmesi tüm Hollandalı olmayan azınlıkları olduğu gibi Türkleri de aktif olarak sandığa gitmesini sağladı. Bu hafta açıklanacak tercihli oylara göre Hollanda siyasetine duyduğumuz ilgi ve katılım daha netleşecek. Ancak seçimlerden önce gözlemlenen olay Türklerin seçimlerde daha aktif oldukları yönündeydi. Geride kalan ve göçmenler için ürkütücü beş, altı aylık tecrübe insanı çileden çıkarmaya yetiyordu. Kültürel Antropolog dr. Kadir Canatan seçimler öncesi Hollandanın halini “bu ülkede her şey değişiyor. Siyasette popülist aşırı sağ sesler yükseliyor; ekonomide enflasyon ve pahalılık devam ediyor. Her şeyden daha kötüsü zihniyet değişiyor: Liberal, ılımlı ve hoşgörülü sosyal iklim yerini katı, boğucu ve yabancı düşmanı bir iklime bırakıyor. Azınlıklar ve yabancılar konusunda her gün yeni bir skandal patlıyor” şeklinde yorumluyordu. Doğuş gazetesi baş yazarlarından Canatan, Platform dergisindeki yazısında ise biraz daha ileri giderek seçimlerin sıradan bir seçim olmadığını, bu seçimlerin ‘kanımızı bozmak’ isteyenlerle buna karşı direnenler arasındaki bir mücadele olduğunu belirtmişti.
İşte bu duygularla Türkler ve diğer azınlıklar 22 Ocak seçimlerinde sandık başına gittiler. Ama olaylar ve skandallar bir türlü bitmek bilmiyordu. ‘İti an, çomağı hazırla’ atasözümüzde de en güzel şekilde ifadesini bulduğu gibi, daha seçim sonuçları duyrulmadan, millet sandık başına giderken de Volkskrant’ta yayınlanan bir yazıyla CDA milletvekili Coşkun Çörüz ve arkaşları yeni bir karalamayla karşı karşı kalmışlardı. Çirkin, bir o kadar da bayağı ve yirmi yıl öncesi maktığın ürünü suçlamayla güya Coşkun Çörüz’ün Bozkurt olduğu ileri sürüldü. Kendilerine araştırma grubu adı veren, kimi bizim kanı bozuklarında yer aldığı grup haberin tüm basına yayılması için ilk önce basın bildirilerini ANP’ye teklif etmişlerdi. ANP haberi ciddi bulmamıştı. Daha sonra GNP’ye teklif edilen bildiri aynen ANP’de olduğu gibi GNP tarafında da ciddi bulunmamıştı. Bunun üzerine araştırma grubu bildiriyi gazetelere göndermişlerdi. Ve ciddi bir gazete olarak bilinen de Volkskrant’ta balıklama dalarak olayı sayfalarına taşıdı. Tam da seçim günü böyle bir haberin patlatılması sadece Coşkun Çörüzle sınırlı kalmayıp topyekün Hollanda Türk toplumuna yapılan bir hakaretti. Haber okununca ortada yeni olan bir şeyin olmadığı, öğrencilik yıllarında, içinde benim de olduğum bir grup insanın o zaman birlikte gençler ve öğrenciler için yaptıkları etkinliklerden hareketle kurulan bazılarına göre garip ilişkilerdi. Gerçi aynı arkadaş grubuna yapılan bu iğrenç ve gayri ciddi benzetme ve çirkin suçlama ne ilkti ne de son olacaktı. Ama olayın sanki bir başka boyutu var gibi. Zira haberin son paragrafı, bir ay önce Hollanda’daki Türk kökenli politikacılara yapılan iddia, yani milletvekili adaylarından bazılarının Türkiye Cumhuriyetinin memuru iddiasını tekrarlayarak bitiyordu. Haberin bu olayla ilgili olup olmadığını ileride göreceğiz.
Ancak haberin bir bölümünde benim de ismimin geçmesi ve Türk milliyetçilerinin ve dahi bozkurtların çıkarlarını korumakla itham edilmem çok garipti. Sözkonusu grupların Hollanda’da çıkarları nedir bilemiyorum ama, dost ve düşman benim Holladna’da kimlerin çıkarlarını koruduğumu, etkinliklerimize Türk toplumunu oluşturan tüm mozaiğin katıldığını, zira organize ettiğimiz etkinliklerin Türkiye’nin her tarafını temsil ettiğini gayet iyi bilirler.
Tüm bunlara rağmen, bugüne kadat kaç defa ifade ettik bilemiyorum ama, bir defa daha, sağır sultanlar için ifade edelim ki; biz, kültürümüze yabancılaşmadan, değerlerimize ve Türkiye’ye küfür etmeden, azınlık haklarına duyarlı, Hollanda’daki insanlarımızın her alanda şuurlanması, ilerlemesi, kalkınmasını isteyen, katkıda bulunan ve bütün bunları da bizi anlayan Hollandalı dostlarımızla birlikte, yardımlaşarak, ortaklaşa yapılacağına inanan insanlarız. Devamla şahsi düşüncem şudur ki; kendi değerlerimizin yani Anadolu’dan getirdiğimiz ögelerin, Hollanda şartlarında yeniden yorumlanmasını isteyen, içinde bulunduğumuz ülkenin de değerlerine saygılı olan ve bu değerlerle çatışmayan, diyalog ve birlikte çalışmaya inanan, yirmi yıl öncesi Türk matığına göre ne sağcı ne solcu olan, ne boz-kurtçu ne devrimci ne akıncı olan, Türk kökenli, müslüman, Hollanda vatandaşı kimliğimizin içini doldurmaya çalışan, etkinliklerini bu çerçevede geliştiren ve birey olabilmenin hazzını duyan sade bir vatandaşım. Bunun dışında her hangi bir yan kimliğe ihtiyacım yoktur. İt ürür, Kervan yürür!
Biz bu işlerle uğraşırken, Hollanda’da gündeminde bir başka bomba patlatılıyordu. Bize atılan çamurdan üç beş kişi zarar görürken, VVD’den milletvekili seçilen eski müslüman Somalili Ayaan Hirşi Ali, Hz. Muhammed ile ilgili akla ve ağıza alınmayacak itamlarda bulunuyordu. Hollanda’da yaklaşık bir milyon müslümanın psikolijisi geçtiğimiz hafta sonu bu manyak milletvekilinin Trouw gazetesinde yayınlanan röportajı ile çalkalandı.
Zira Ali sözkonusu röportajda Hz. Peygamberi Bin Laden, Humeyni ve Saddam Hüseyin’e benzetiyor ve devamla Hz. Muhammed için “Bizim batı ölçülerimize göre sapık bir adam” diyordu. Sadece bunula yetinmeyip daha da ileri gidiyor ve “Hz. Muhammedi kişi olarak aşağılık buluyorum” dedikten sonra ’11 Eylül olayları İslamiyetin sonunun başlangıcıdır’ kehanetinde de bulunuyordu. Bütün bu söylenenler Hollanda müslüman toplumunu çileden çıkarmaya yetr ve artardı. Öyle de oldu. Hiç sesini duymadığımız kurum ve kişilerden tepkiler yükselmeye başladı. Rahatsızlık son safhada.
Tartışma uslubundan çok uzak, saldırma uslubu kullanan Ayaan Hirşi Ali ülkedeki müslümanların haklı tepkilerini hafta sonu evinde pis gülüşleriyle takip etti.
E-mailime ilk tepki Rotterdam’dan CDA belediye meclis üyesi Alaeddin Erdal’dan geldi. Haklı olarak isyan ediyordu. Ayaan Hirşi’yi bir provakatör olarak görüyor ve müslümanların siyasi partilere reaksiyonlarını göstermeleri ve sessiz toplum olmadığımızın anlaşılmasını istiyordu sayın Erdal. Gerçekten de öyle oldu. Reaksiyonların ardı arkası gelmiyordu. Müslüman toplum dijital dünyada, basında ve televizyonda çok ciddi bir şekilde tepkisini göstermeye devam etti. Bana ulaşan tepkiler arasında Erdinç Saçan’dan tutunda Haselhof’a, Turkse Forum’dan tutunda İslam Üniversitesine, Türkistan bulteninden tutunda Hollanda Öğrenciler Birliği’ne varıncaya dek uzanan çok yönlü tepkiler zinciri oluştu.
Ekrem Karadeniz, müslümanların annelerinden ve babalarından daha çok sevdiklerini dile getirerek müslümanların en çok sevdiklerine dil uzatmanın ne Batı ne Doğu kültürüne sığmadığını haykırıyordu. Bayan Hirşi’nin 21. yüzyılda müslümanlara karşı Haçlı Seferi açmamasını ve mecliste varolan problemlerle boğuşmasını tavsiye ediyordu.
Rotterdam İslam Üniversitesi de yayınladığı bildiride bayan Hirşi’nin sözlerinin Orta Çağ haçlı seferleri babalarının sözlerini çağrışım yaptığına dikkat çekmekteydi. Müslümanlar arasında tepkiler yükselirken, Hollanda basınından da Hirşi’ye destek geldiğini interajans’dan öğreniyorduk. Haberde de Telegraaf gazetesi yazarlarından Rob Hoogland’ın ‘Ayaan’ başlıklı yazısında, Camiler Konseyi’nin reaksiyonunda «Mecliste halkı temsil etmesi gereken Ayaan Hirsi, kimi temsil ediyor?» sorusunu yönelttiğini belirterek, «Beni kesinlikle temsil ediyor» diyordu. İşin gidişatı öyle gösteriyorki, Hollanda’da Rob gibi nice Rob’lar çıkacak. Bu köşede Ayaan Hirşi Ali ile geçmişte kaç yazı yazdık bilemiyorum ama bildiğim bir gerçek varsa, o da bundan sonra Hollanda’da müslümanların işi dünkünden daha zor olacak. Hirşi, ölümle tehdit edildiğini iddia ederek meşhur olup, İşçi Partisini bırakıp Liberal Partiye çok görkemli bir şekilde geçti. Çocukluk ve gençlik yıllarında çektiklerinden İslam dinini sorumlu tutan ve bu yüzden de o dinden ve o dinin mensuplarından nefret eden Hirşi, müslümanları ve Hollanda’yı bir hayli meşgul edecek. Haydi Hayırlısı.

    Ocak 2003

Sosyolog Zijderveld ve Azınlıklar Politikası
Sosyoloji dünyasından, dergilerden, televizyon programlarından, gazete ve dergilerden tanıdığımız Anton Zijderveld Endenozya’da doğmuş. Utrecht’te lise ve teoloji, Hartford’da sosyal ahlak okuduktan sonra Leiden Üniversitesi sosyoloji bölümünde doktora yapmış. Başta Amerika olmak üzere Almanya’da da araştırmalar yapan ve ders veren Zijderveld 1985 yılından itibaren Erasmus Üniversitesinde sosyoloji dersleri vermektedir.
Anton Zijderveld’in yayınlanmış kitapları ve çok sayıda makaleleri mevcuttur. Mesela kitaplarından bir tanesi 1985 yılında Cevdet Cerit tarafından “Soyut Toplum” adıyla Türkçeye çervilmiş ve Pınar Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Türk okuyucusu Zijderveld’i bu kitaptan tanımaktadır. Soyut Toplum; çağımızda yaşanan bireylerin yabancılaşmasını incelemektedir. Zijderveld’e göre modern birey; eşit olmayan gelir dağılımı, farklı sağlık olanakları, farklı statü ve güc ortamında kendisinin gerçek yerinin ne olduğunu merak etmektedir. Dünya ona sisli ve bulanık gözükmektedir.
Anton Zijderveld sadece sosyoloji ve araştırma dünyasında degil aynı zamanda siyasi arenada da iyi tanınan, bu alanda görüşleri olan bir sosyologdur. Sadece görüşleri degil aynı zamanda yürülen devlet politikalarına etkili bir sosyolog olarak da bilinir.
Yeni bir milletvekili seçimlerini geride bıraktığımız şu günlerde daha başka bir ifadeyle seçimler bahanesiyle Hollanda’da en çok tartışılan, konuşulan konulardan bir tanesi olan azınlıklar ve Hollanda’nın azınlıklar politikası yeni kurulucak hükümetinde en önemli meselelerinden biri olacak. Zira geçen yıl ve bu hafta yapılan seçimlerde ülkedeki azınlıklar neredeyse politikanın nabzını tuttu. Kimi politikacılar azınlıkları seçim malzemesi yaparken kimileri de olması mümkün olmayan vaatlerde bulundu. Ülkedeki azınlıkların artık Hollandacayı konuşmaları her siyasi parti tarafından kabul edildi. Hollandaca konuşmak zaten azınlıklarında kendi çıkarlarıydı. Ancak Hollanda’da bugüne kadar uygulanan azınlıklar politikası siyah okulların doğmasını, işsizlik ordusunun oluşmasını, bazı mahallelerde gettoların doğmasını ve diğer bir çok problemin ortaya çıkmasını engelleyemedi.
Hristiyan Demokratların ideologu olarak da bilinen sosyolog Anton Zijderveld’in gözüyle Hollanda azınlıklar politikasına, geçen yıl Contrast’ta kendisiyle yapılan söyleşinden yola çıkarak şöyle bir göz atalım.
Hollanda’da azınlıklar politikası yıllardır yapılan bir yanlışın tekrarından ibarettir Anton Zijderveld’e göre. Zira azınlıkların birinci kuşağında olduğu gibi, “Biz azınlıklar için neler yapabiliriz”? sorusuyla azınlıklar politikası hazırlanmaktadır. Oysa bugün karşı karşıya olduğumuz azınlık grupların ikinci ve üçüncü nesilleri birinci nesilden daha farklılar. Burada doğmuşlar, burada yetişmişler, burada eğitimlerini yapmışlar. Sözkonusu grup kendilerinin birinci nesil gibi görülmesini istemiyorlar. Bu insanları hala azınlık olarak müteala etmek ve ona göre politikalar hazırlamak bu insanlara yapılan büyük bir haksızlıktır. Zijderveld’e göre ayrı bir azınlıklar politikası gerekmez. Böyle bir politika azınlıkları katogorize edip dışlar.
Dolayısıyle büyük şehirler ve uyum bakanlığı, azınlıklar ve uyum bakanlığı gibi bakanlıkların oluşturulması doğru değil, kaldırılmalı.
Çözüm sadece devletten beklenmemeli. İnsanlar, bireyler devlet poltikasıyla teşvik edilmeli ve grupların problemlere çözüm teklifleri ve önerileri desteklenmeli.
Bu noktada sivil toplum kuruluşlarınında rolü büyük ve önemli. Gerçi azınlıkların önemli bir bölümü sosyal-ekonomik problemlerle boğuşuyorlar ama azınlıkların da omuzlarında sorumluluk olduğu ve bunun farkına varılmasının gerektiğine inanıyor Zijderveld. Esas mesele ise azınlıkların toplum içinde bir yere sahip olmaları, kabul görmeleridir.
Bu noktada Hollandalıların kendi kimliklerini iyi sergileyememeleri azınlıkları şaşırtmaktadır.
Gerçi Zijderveld’e göre azınlıkların Hollanda kimliğinden en önemli öğrenecekleri şey Hollandacadır. Dilin öğrenilmesinden sonra kimliğin diğer bazı ögeleri yavaş yavaş kendiliğinden öğrenilir.
Buna karşılık bireyci Hollandalıların etnik azınlıklardan öğrenebilecekleri önemli bir değerin ise, mesela büyüklere ve yaşlılara saygı gösterilmesidir. Bu değer azınlıkların gurur duyacağı ve aynı zamanda Holladalılara sunabilecekleri bir değerdir.
Homo evliliği, çocuk aldırma, isteğe bağlı ölüm demokrasinin getirmiş olduğu sonuçlar olup çoğunluk tarafından kabul edilmiştir.
Zijderveld’e göre çok kültürlülüğün günümüz gerçeklerinden olduğu ve bundan kimsenin kaçamayacağıdır. Hollanda çok kültürlü bir toplumdur. Bunun aksini iddia etmek abesle iştigaldir. Zira çok kültürlülük Amerika’da post modern zaman biriminin ulaştığı bir gerçektir. Hollanda’da ortak dil ve herkezin konuşacağı dil Hollandacadır. Etnisiteden gelen dil ikinci dil olacaktır. Ancak Hollanda bugüne kadar dil öğrenimi konusunda disiplinli çalışmadı. Üzerine düşeni yapmadı. Sonuç olarak hala Hollandacayı iyi konuşamayan genç azınlık nesiller mevcut.
Yeni gelenler için vatandaşlık kursları daha ciddi bir içeriğe sahip olabilir. Kursun biriminde başarılı olanlara eğlenceyle diplomaları verilmeli ve bunlar artık Hollandalı Türk veya Hollandalı Faslı olarak toplumda yerlerini almalıdırlar.
Anton Zijderveld, asimilasyon politikasına karşı, mozaik modeli savunmaktadır. O’na göre etnik mahallelerin doğması çok fazla sorun teşkil etmemektedir. Bu, göçün tabiatındandir.
Ellili yıllarda nasıl Hollanda’daki Katoliklerin emansipasyonları sağlandıysa, geri kalmışları giderildiyse, bugün aynı modelle Hollanda’daki müslümanların da emansipasyon süreci işletilmelidir sosyolog Zijderveld’e göre. Ortak dilin Hollandaca olması şartıyla farklı eğitim kurumlarının, televizyon kanallarının oluşması sözkonusu süreçtendir. Eğer devlet bunu sağlamazsa, desteklemesze o zaman bu işe dışarıdan bazıları el atar ki, işte işimiz o zaman zordur diyor Zijderveld.
Hollanda, Pim Fortuyn gibi tiplerinde yardımıyla, islam hakkında olumsuz bir imaja sahip. Imam el Moumni bir garabet olup sözkonusu imajın oluşmasına katkıda bulunmuştur. Gerçi gerçek islam bu değildir Zijderveld’e göre.
Evet, Hollanda’yı yıllardır yöneten bir partinin, CDA’nın fikir babası, ideologu olan sosyolog Anton Zijderveld’in azınlıklarla ilgili bazı görüşleri böyle. Hollanda’yı yöneten zihniyetin azınlıklara bakış açısı azınlıkların kendi konumlarını yeniden gözden geçirmelerine vesile olur inancındayız. Gerçi önümüzdeki günlerde Hollanda’yı Hristiyan Demokratların mı, Sosyal Demokratların mı yöneteceği ya da ortak mı yönetecekleri belli olmamakla birlikte Anton Zijderveld’in çıkış noktaları, değerlendirmelerini böyle bir seçim sonrası hatırlamak, yeniden gözden geçirmenin faydasına inanmaktayız.
Gerçi Hristiyan Demokrat düşünceyi ya da Batı düşüncesini daha iyi kavramamız için, Augustinus, Thomas van Aquino, Erasmus, Luther, Calvijn, Bodin, Gentili, Burke, Maistre, Bonald, Lamennais, Groen van Prinsterer, Kuyper, Maritain ve Dooyeweerd gibi düşünürleri de okumamız gerekmektedir. Siyasi felfese, Hollanda’da siyasi felsefe yapmak isteyenler mutlaka bu düşünürleri anlamalıdırlar.

    Ocak 2003

Tercihli Oy Kullanmalıyız
Geçtiğimiz yılın Mayıs ayında milletvekili seçimleri yapılmıştı. Seçim sonuçlarında ortaya Hollanda siyasî tarihinin alışık olmadığı bir siyasî tablo çıkmıştı. Adeta halk geleneksel partileri cezalandırmıştı. Seçmen kızgındı. Rahatsızdı. Ekonomi kötüye gidiyordu. İnsanlar sokakta kendilerini güvenli hissetmiyorlardı. Sağlık sektörü sekteye uğramıştı. Bürokrasi hantallaşmıştı. Buna benzer problemler vardı.
Ve birileri ortaya çıkarak, bu sorunları yüksek sesle dillendirmişti. Sorunların sebebi olarak bir taraftan yıllardır iş başında bulunan siyasî partileri gösteriyor, diğer taraftan da azınlıkları, göçmenleri, Müslümanları hedef gösteriyordu. Birçok gelişmeden ve gidişattan rahatsız olan halk ise bu senaryoya inanmıştı. Oysa senaryo sadece rahatsızlıkları seslendirmekti. Çözüm ise bir başka bahara bırakılmıştı.
Seçimlerden sonra yıllardır ülke idaresinde tecrübeleri olan Hıristiyan Demokratlar’ın liderliğinde oluşan kadro, liberaller ve yeni partiyle birlikte ülkeyi yönetmeye başladı. Yeni partinin bakanları durmadan azınlıklar üzerine açıklamalar yaparak gündemde kalmaya çalışmışlardı. Bu çabaları tabiri caizse kursaklarında kaldı. Parti içinde çıkan amansız anlaşmazlık ve ayrılık hükümetin düşmesine yol açtı.
Hükümet düşmüş ve yeni seçim kararı alınmışken araştırmacılar da seçimlerde meydana gelen radikal değişikler üzerine çalışmalar yaptılar. Amaç seçmenin tavrını anlamak ve bu isyanın arka plânını ortaya çıkarmaktı.
Bu çerçevede Hükümet Politikası Bilimsel Kurulu’nun isteğiyle sosyolog ve felsefeci Gabriel van den Brink seçmenin tavrını belirleyen saikler üzerine bir araştırma yaptı.
Araştırma sonuçlarına göre 2002 yılındaki seçmenin isyankar tavrı değişmemiştir. “Siyasî tabakaya, Den Haag’a, bürokrasiye karşı tavır devam etmektedir. 1980 – 2000 yılları arasındaki vatandaşın politikaya soğuk durması değişmiş, siyasî katılım ve ilgi son iki yılda alabildiğine artmıştır. Hollanda’da kendilerini tehdit altında hisseden yüzde otuzluk bir halk kesimi mevcuttur. Bunlar düşük eğitimli, düşük gelirli, modern hayatın nimetlerinden çok az faydalanan bir kesimdir. Bir kesim daha var ki bunlar kozmopolitler, rahatları gayet iyi, hükümetten ve vatandaştan saygı beklemekteler. Her iki grup da politikaya olumsuz bakıyor. Pim Fortuyn’in özelliği her iki gruba da hitap edebilmesi ve seslenebilmesiydi.”
Gabriel van der Brink popülist siyasetçilerin hem kendilerini tehdit altında hisseden gruba hem kozmopolit gruba yönelebileceklerini belirtmektedir.
Evet, son günlerde mevcut siyasî partilerin hepsi bu yöne eğilmişlerdi. Günah keçisi de malum olduğu üzere, ülkedeki azınlıklardı. Düne kadar hürriyetten, özgürlükten bahseden Liberal Parti, artık, Hollanda’nın dolu olduğunu açıkça dile getirmekten çekinmiyordu. Düne kadar özel okulları savunan Hıristiyan Demokratlar sıra İslâm okullarına gelince, çıkış noktalarını değiştiriyordu. Yıllardır azınlıklara sempatiyle yaklaşan ya da öyle bir imaj çizen İşçi Partisi de oy kaygısıyla radikalleşiyordu. Geriye kim kaldı. Yeşil Sol ve Sosyalist Parti.
Bütün bunlar sadece oy kaygısı için, kendini tehdit altında hisseden yüzde otuzluk halk kitlesinin yüzer gezer oylarını almak için yapılıyordu. Oysa siyasî partiler, ülkeyi yöneten kadrolar toplumda var olan sıkıntıları ve gerçekleri görmezlikten gelemezler. Bugün Hollanda’da siyasetçi ile halk arasında varolan uçurumun sebebi neden araştırılmıyor ? Halktan kopuk yönetim, halka danışmadan iş, hukuk, eğitim, aile vb. konularda kararlar alıyor. Halk konuşmak istiyor, tavsiyede bulunmak istiyor, yönetime etki etmek istiyor ve bu istekler yerleşik politikacılar tarafından yok sayılıyor. Yerleşik politikacılar bütün bunları örtbas etmek için azınlıklarla ilgili açıklamalar yaparak geniş halk kitlelerinin dikkatlerini bu yöne çekiyor. Rahatsızlıklara çözüm bulma sürekli erteleniyor.
Varolan memnuniyetsizlik suiistimal edilerek oy avcılığı yapmak, güçleri ve kuvvetleri pek fazla olmayan azınlıklara yüklenmek ucuz bir politikanın ürünüdür. Liderler çıkıp televizyonlarda istedikleri gibi konuşuyorlar, programcılar eskiden korka korka gittikleri meselelerin üzerine açık ve ukalaca gidiyorlar. Ancak hedef alınan kitle ise bütün bunlara cevap vermekte zorlanıyor. Konuşuyorlar ama sesleri duyulmuyor. Düşünüyorlar ama herhangi bir basın kuruluşuna düşünceleri yansımıyor. Kızıyorlar, sinirleniyorlar ama sadece çektikleriyle yetinmek zorunda kalıyorlar.
Azınlıklar her alanda katılımı sağlamak için gayret sarf ediyor, en azından bu yönde geçmişe göre mentalite değişikliği ortaya koyarlarken, onları dışlarcasına, toplumun dışına itercesine bir politika yürütülüyor günümüz Hollanda’sında. Basit, kolay, popülist ve çıkarcı politika kol geziyor her yerde.
Oysa Hollanda tarihten gelen bir imajla çok barışçı, toleranslı, insan hak ve hukukuna saygılı bir ülke olarak zihinlerde yer alır. Bugün bunları Hollanda’da görememek insanı üzüyor. Özellikle 11 Eylül olaylarından itibaren Amerika’nın başını çektiği anti-Müslüman propagandadan maalesef, Hollanda da nasibini almış durumda. Artık içinde İslâm geçen, Müslümanlara yönelik her proje reddediliyor, onaylanmıyor.
Amerika ve tüm Avrupa’da azınlıklar ve göçmenler üzerinde dolaşan karabulutlar hiç arzu etmememize rağmen Hollanda’da da var. Birçok ülke siyasetçisi seçim politikasını gözle görülebilen, somut olan göçmenler ve azınlıklar sorunu üzerine kurmaktadır. Kolay politika yapmaktadır.
Hemen hemen her parti, özellikle VVD hattâ CDA ve dahi PvdA televizyon ve radyolarda yapmış oldukları tartışmalarda açık açık azınlıkları, göçmenleri seçim kozu olarak seçmişlerdir. Yeşil Sol biraz ılımlı olup, bazı azınlık grupların sempatisini kazansa da yine de insanın kafasında bir netlik oluşmuyor. Sanki herkes biraz Pim Fortuyn’cü olmuş gibi bir hava esiyor Hollanda’da. Böyle bir ortamda, seçmen olarak yeniden sandık başına giderek, önümüzdeki senelerde Hollanda’yı idare edecek zihniyeti nasıl belirleyeceğiz?
Birçok Hollandalı için önümüzdeki hafta oyunu hangi parti için kullanacağı aşağı yukarı belli iken, Türk kökenli bir Hollandalı olarak hangi partiye oy vereceğimiz hususunda şu ana kadar kafamızda bir netlik oluşmadı.
Partiler mi? Yoksa partilerin listesindeki Türk kökenli adaylara tercihli oy mu ? sorusunu kendimize sormaktayız. İçimizden gelen ses ve yukarıdaki tablo, yani Hollanda gerçekleri, bizi tercihli oy kullanmaya mecbur ediyor. Dolayısıyla oylarımızı sevdiğimiz, bildiğimiz, kalitesine ve kapasitesine güvendiğimiz Türk kökenli bir aday için kullanacağız. Hiç olmazsa bu adaylarımız parlamento düzeyinde hem partilerinin içindeki azınlık ve göçmen karşıtı olanlara, önyargılı olanlara bizi anlatsın hem de genel anlamda azınlıkların konumlarını savunma imkânı bulsun.
Seçim sonuçlarının, iktidara gelecek hükümetin Hollanda’da yaşayan herkese mutlu bir gelecek oluşturmasına vesile olması duasıyla.

    Ocak 2003

Jan Pronk, Çok Kültürlülük ve Endişeler!
Jan Pronk’u Hollanda’da tanımayan var mıdır bilemiyorum. Uzun yıllar Kalkınma İşbirliği Bakanı ve Mor hükümetin son dönemlerinde Çevre Bakanı olarak görev yapan Pronk Hollanda siyasi litaretürüne dobura dobur ya da açık sözlü bir sosyal demokrat olarak geçmiştir. Şimdilerde öğretim görevlisi olsada, karakteri gereği Pronk sürekli siyasi gündemde kalmayı başaran, hatta bu işi seven biridir. Bunun için olsa gerek, çok sık kalkınma, uluslararası ilişkiler, sürdürülebilirlik, fakirlik ve çatışma gibi konularda fikrine başvurulur. Bu bağlamda Pronk’la onbir eylül olaylarından sonra dünyanın nereye gittiği konulu bir söyleyişi keyif duyarak bir kaç ay önce NMO (Hollanda Müslüman Yayın Kurumu) da izleyebilmiştim. Türk sunucu Nazmiye Oral tarafından yapılan söyleşide Pronk dünyamızın gidişatından ciddi bir şekilde endişe duyduğunu ifade etmişti. Bakanlığı döneminde eski Yugoslavya’da gözler önünde, dünya kamuoyu gözü önünde hunharca öldürülen yedibin müslüman erkeği hala unutamadığını dile getirmişti.
İşçi partisinin koca kurtlarından Jan Pronk, her ne kadar günlük politikada aktif olmasada bir çok konuda, özellikle Batı toplumuyla ve dünya toplumları arasındaki konularda, meselelerde konuşmayı, tartışmayı arzu ediyor, arıyor.
Bu bağlamda Pronk’la, Oikos haberde yapılan bir söyleşiden hareketle tecrübeli politikacının bazı görüşlerini bu satırlara taşımak istiyorum. İlk soru tahmin edileceği gibi dünya gündemiyle ilgili. Son uluslararası sorunlar hakkında ne düşünüyorsunuz? sorusuna Pronk şu cevabı veriyor: “Son uluslararası sorunlar deyince hemen karşımıza Irak meselesi çıkmaktadır. En önemli uluslararası sorun ise fakirlik ve eşitsizliktir. Bu ise diğer sorunları, güvensizlik ve savaşı berabarinde getirmektedir. Irak meselesine geri dönünce, değişen uluslararası ilişkiler ve münasebetler çerçevesinde meydana gelen bu olay aynı dünyamızda bir takım istikrarsızlıkları da beraberinde getirmiştir. Bence haksız bir müdahaledir. Hele hele şu dönemde uluslararası topluluğu dinlemeden dünya jandarmalığına soyunmak hiç te kabul edilir cinsten değil.“
Irak Krizi, Orta Doğunun hali ve Fanatizm hakkında da Pronk şunları düşünmektedir: “Törer olaylarının beslendiği bir teoriyi en azından kağıt üzerine dökebildim. Benim görüşüm şudur. Fakirlik şiddeti doğurmaz. Ancak sistem içinde bazıları dışlandıysa bunun siyasi yansımaları vardır. İnsanlar kendilerini sistem dışına çekmektedirler. Meseleye Amerika ile Kuzey arasında aşk-nefret ilişkisi olarakta bakmak mümkündür. İnsanlar Amerikan dizilerine bakmalarına, Nike marka giymelerine rağmen Amerika’dan gelen sisteme karşı direnmektedirler. Belki, neye, niçin karşı olduklarını bilmeden. Kaybedecek fazla birşeyleri olmadığı için sisteme karşı gelmekteler. Bu onlar için aslında kazanmanın bir işaretidir. Bu turum ise insanı fanatizme götürür. Bunun çözümü, insanlardaki fanatizmi ve ikili morali oluşturan motifleri ortadan kaldırmaktır. Bu ne demektir? Nasıl gerçekleştrilmelidir ? Her şeyden önce İslam’la (müslümanlarla) eşit şartlarda diyaloga girmek demektir. Sadece karşı tarafın silahlanmasını önlemek değil aynı zamanda kendi silahlanma sisteminide tartışma konusu yapmak demektir. Filistin hakkındaki mevcut tavrın ve duruşun, Arapların ve diğer İslam ülkelerinin şüphelerini ortadan kaldıracak bir şekilde değişmesi demektir.
Her zaman kendi haklılığını düşünmeksizin, aynı konularda farklı bakışların, değerlendirmelerin olabileceğinin idarike varmaktır. Önemli olan kültürel diyalog ve eğitim meselesidir. Yani dünyanın ya da başka yerlerde yaşayan insanların çoğu zaman dünyanın diğer bölümünde yaşayanlardan farklı düşündüklerinin bilinmesidir. Ki, bu ayrı düşüncelerle hem fikir olunmasa da bunların varlığını kabul etmek basit ilişkilerin temelidir. Bu zor bir süreçtir ama bir o kadar da etkilidir’’.
Bu yönde ulusal veya uluslararası bir politika var mıdır, geliştirilmiş midir? Sorusuna ise Pronk şu cevabı veriyor : ‘’Günümüzde siyasi ve kültürel görüşler ekonomik faktörlerin önünde gelmektedir. Dolayısıyle, dominant siyasi bakışta Kuzey sürekli dışlanmakta ve kendi sınırları içinde kendi kimliğiyle başbaşa bırakılmaktadır. Bu ise Kuzey’de, özellikle bazı gruplarda fanatizmi kaçınılmaz kılmaktadır. Günümüz uluslararası kurumsal sitemin mimarisi güçlendirilmeli, İkinci Dünya Savası galiplerinin hakimiyetlerini sürdürdükleri bir sistem ve yapı olmamalıdır”.
Pronk’a göre gruplara, insanlara yaklaşma ve değişme sürecine katkıda bulunma, etki etme eskisi gibi olmamalıdır. “Eskiden olaylara hep kozmopolit yaklaşılırdı. Gençlere veya kadınlara yönelik aydınlatma, bilgilendirme girişimleleri olurdu. Şimdi önemli olan mesele elit grubun nasıl değiştirilebileceği ve bu grubun nasıl etkileneceği meselesidir. Liderlerin, yöneticilerin değişmesi, meselelere, tartışmalara katılımı ciddi bir sorundur. Bu noktada zorluklarım var. Şöyleki, kimlik promlemlerini çözmek ekonomik problemlerden daha zordur. Zıtlıklarla çözmeniz mümkün değil, zira zıtlaşma çatışmayı ve yan etkilerini beraberinde getirir. Bu konuda keskin reçetem olmamakla birlikte ne kazanırsak kardır mantığıyla olaylara yaklaşmayı düşünmekteyim. Bu metodun ana fikri de psikolojiktir yani “diyalog”dur. Diyalog süreci, dominant gücü ve etkiyi sınırlasada başlı başına bir zenginliktir. Zira toplumların sürekli çatışma, adaletsizlik, geri kalmışlık içinde uzun süre hayatlarını sürdürmeleri beklenemez. Bir gün memnuniyetsizlikler o derece ilerlerki o toplum artık büyük bir tehlike arzetmeye başlar. Hiç bir toplum getto halinde yaşamaz. Bu tür bir yaşam kendilerini güven içinde hissedenler içinde bir tehlikedir, bir gün kendilerini olabilecek tehlikelerden koruyamazlar”.
“Politikacılar insanları, onları seçenleri mutlaka dinlemelidirler. Dinlemek demek susmak anlamına gelmemelidir. Kitleyle konuşmaktır. Onları rahatlatmaktır, ikna edebilmektir” diyen Pronk sökonusu değişim ve diyalogun Ukumenik (birlikte hareket etmek) hareketle nasıl başarıya ulaşacağı? Sorusuna şöyle cevap vermektedir: “hiç bir kimseyi dışlamamalıyız. Diyalog’la, sürekli konuşmayı denemekle, kendilerini dışlanmış, horlanmış, itilmiş hissedenlerin gönüllerini alarak siyayi süreçlere etki edilmelidir. Bunun için uzmanlaşmaya gerek vardır.
İnsanların, farklı yollarla önemli meseleler hakkında birlikte konuşabilmeyi öğrenmeleri gerekmektedir. Boş vaaz etme yerine, icraat yapılmalıdır. Bu bilgilenmeyle olabileceği gibi, insanların bu işe inanmaları ve bu işe hazır olmalarıyla gerçekleşi”.
Bir çok konuda, sadece dış politika değil, çok kültürlü toplum, göç, kalkınma işbirliği yardımı, Avrupa Birliğinin geleceği, Avrupa kimliği gibi bir çok konuda tartışmaya ve ortak çalışmaya hazır olunmalıdır. Hollada’da bol bol kunuşulmaktadır, ama icraat, o bir soru işareti. Konuşulan konunun muhatabı dışlanmamalıdır. Onlar hakkında onlardan habersiz tartışmalar yapılmamalı ve kararlar alınmamalıdır”.
Maalesef Hollanda’da hep böyle yapıldı. Göçmenlerin entegrasyonundan tutunda eğitim, gençlik, konut vs. problemine varıncaya dek göçmenlerin fikri alınmadan ilk önce tartışıldı sonra çıkan sonuçlar gereği uygulanan politikalara göçmenlerin uymaları istendi. Sonuç malum. Koskoca bir fiyaska. Geçmiş hükümetler, içinde Jan Pronk’un da bulunduğu hükümetlerin uyguladıkları politikalar, takip ettikleri metodlar hep böyle olmadı mı? Göçmenlerle bırakın konuşmayı, fikirlerini almayı sanki onlar bu ülkede yaşamıyormuşcasına davranıldı. Oysa Hollanda için, diğer Avrupa ülkeleri için farklı kültürlülük bir hayal bir rüya değil apaçık bir gerçekti. Bunu hem günlük hayatta hem kurumlarda hem bireylerde hem caddelerde görmemiz mümkündü. Ama bugüne kadar mümkün olmayan bir gerçek vardı ki, o da dominant kültürün bireylerinin, kurumlarının sahip oldukları güçleri, etkileri belki azalır, zedelenir korkusuyla söz konusu farklılıkla bir türlü diyaloga girme cesaretini gösterememeleriydi. Kaldıki bu süreç onlar içinde bir zenginliğin başlangıcını oluşturabilirdi. Dışlamak, hesaba katmamak, kurumsal red nereye kadar sürer ve bunun kime faydası var, bilemiyorum.

    Mart 2003

Frits Bolkestein, Birey ve Toplumsal Sorumluluk
Amsterdam’dan Ramazan Yurtsev geçen hafta Jan Pronk ve çok kültürlü toplum başlıklı yazımızdan sonra, elektronik posta adresime şu notu göndermiş. “Sayın Veyis Güngör DÜNYA gazetesinde yayınlanan yazılarınızı okumaktayım. Genellikle Hollanda’daki göçmenlerin, dolayısıyle Türklerin etrafında cereyan eden konularda yazılar yazmaktasınız. Biz de bu toplumda olan gelişmelerden böylece haberdar olmaktayız. Bunun yanısıra gerek geçen haftaki yazınızda İşçi partili Jan Pronk, gerek bundan bir iki ay önceki yazınızda da CDA’nın ideologlarından Anton Zijderveld’in görüşlerine yer verdiniz. Bütün bunları bir plan doğrultusunda mı yapıyorsunuz? Eğer öyleyse sırada kim veya kimler var doğrusu merak etmekteyiz”.
Okuyucumuza teşekkür ederiz. Elbette her yazının bir amacı vardır. Yazıya konu seçilirken verilmek istenen mesaj mutlaka önceden düşünülür. Ben de haftalık konularımı seçerken, eğer o hafta gündemimi Hollanda’daki siyasi gelişmeler belirlememişse, önceden kafamda oluşan bir proje doğrultusunda seçerim.
Okuyucumuzun da dikkatini çeken proje şudur. Hollanda’da yaşayan Türk azınlık olarak çok geçte kalsak, Hollanda düşünce yapısı, felsefesi, siyasilere yön veren ideologları, siyaset ve bilim adamları, kültür ve sanat adamları, tarihi olaylar yani Hollandayı Hollanda yapanlar hakkında bilgi sahibi olmamız, bunları bilmemiz gerektiğini düşünmekteyiz. Buradan hareketle zaman zaman Hollanda tarih felsefesi ve Hollanda sosyal tarihi üzerinde kısa denemelerim olmaktadır. Toplumun düşünce yapısını, akımları, ekolleri, norm ve değerleri bilmeden o toplum hakkında yüzeysel bilgi sahibi olunur. Kaldı ki, bir çoğumuz kendimizi artık Türk kökenli Hollandalı saymaktayız. İşte bugün sıra Hollanda Liberallerinde. Bir çoğumuzun en azından isim olarak tanıdığı liberal Frits Bolkestein’in düşüncelerine yer vereceğiz.
İdeolojiler arasında birey ve üyesi olduğu daha doğrusu meydana getirdiği toplum ve o topluma karşı sorumluluğu hep tartışıla gelmiştir. İçinde yaşadığımız toplumda da son zamanlarda özellikle norm ve değerler, toplumsal sorumluluk tartışma gündeminden düşmemektedir.
‘Her birey yapmış olduğu hareketin sonuçlarından sorumludur’ ilkesiyle sözlerine başlayan Frits Bolkestein klasik liberallerden Adam Smit’e atıfta bulunarak meselenin aslında bir pazar mekanizması olduğunu, esasen bireysel çıkar gibi görünsede sonuçta toplum yararına tüm işlerin yapıldığına dikkatimizi çekmektedir. Hollandalı filozof Bernard Mandeville’ye gönderme yapan Bolkestein, Mandeville’nin ‘bireysel çıkar sağlayan uğraşların mutlaka toplumsal çıkarları bertaraf edeceği diye bir kaide olmadığın’dan bahsettiğini söylemektedir. Zira bireysel alandaymış gibi görünen erdemlilik mikro derecede kalmamaktadır. Tam tersine topluma malolmaktadır. Aynen şu meşhur sözde anlamını bulduğu gibi: “Private vices, public benefits”. Dolayısıyla günümüzde tartışılan toplumsal sorumluluk aslında bireysel sorumluluktur. Bireysel sorumluluk başkalarının da çıkarlarını hesaplayabilmektir.
Klasik liberal modele göre toplumdaki birey ilişkileri mübadele ilişkileridir. İlişkiler zaman içinde anlaşma şekillerini alır. Böylece bir takım normlar üzerinde anlaşma sağlanırken bazı kurallar gelişir.
“Vatandaşlar arasındaki ilişkilerde yeterli derecede bir güven ortamı olması gerekmektedir. Güven ortamının olmadığı yerde ticarette olmaz. Böyle bir durumda ticaret yapan birey, temel bazı kurallarla başkalarınında çıkarlarını gözetmek durumundadır. Başkalarının çıkarlarını korumak aynı zamanda kendi çıkarlarını da korumak demektir. Bu şu demektir. Birey aynı zamanda toplumsal bir sorumluluk altındadır. Bu sorumluluk açık ve özgür bir toplumun oluşmasıdır’’.
Bolkestein klasik liberalizme getirmeye çalıştığı yeni yorumlarıyla dikkat çekmektedir. Bolkestein’e göre liberallerin de “İyi yaşam” yaşam hakkında görüşleri olmalı. Bireylerin seçimlerini yapabilmelerinde çevrelerinde olanlar belirleyici olmaktadır. Bu ise insan davranışını da belirlemektedir. Bunun için bazı bireysel erdemlilik toplum çıkarına göre iyiyse, bunlar yayılmalı, tanıtılmalıdır. Kaldıki, günümüz toplumu Adam Smit dönemine göre çok daha açıktır, belirgindir. İletişim sayesinde haber alma ve etkilenme tartışma götürmez bir gerçektir.
Liberal Bolkestein şu sorulara cevap arıyor : İyi vatandaş ne demektir? İyi bir vatandaştan neler bekleyebiliriz? İyi bir vatandaş toplumsal sorumluluğun manasını nasıl verir? Bu noktada karşımıza ahlak meselesi çıkmaktadır. İnsan davranışının şekillenmesi sözkonusudur. Filozof Herbert Spencer ve John Dewey bu konuda sosyolojik evrim ahlak’ı geliştirmişlerdir. “Değer”in bulunmadığını, dogmatik olmadığını, “değer”in uzun bir zaman süresince geliştiğini belirtmişlerdir. Hayatiyetini sürdüren “değer”in ise değişikler karşısında ayakta kalabilen, dayanabilenin “değer” olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Şartlar içinde en güçlü olan değer ancak etkili olan ‘değer’dir. Hızlı değişim karşısında “değer ve ahlak” kendini yenilemelidir.
“Filozof Hayek ve Popper’a göre norm ve değerlerin rasyonalist bir tasarımla birleştirilmesi mümkün değildir. Bunu komünistler denemişler ancak başarılı olamamışlardır”.
Onun için ‘değer’in oluşmasında gelenek önem arzeder. Gelenek ve değişme atbaşı gitmelidir. Bir başka ifadeyle normların yenilenmesi zorlama ve şiddetle olmamaktadır.
Bolkestein’e göre hangi norm ve değerlerden bahsedebiliriz? Toplum yararına olan norm ve değerlerden elbette. “Dürüstlük ve içtenlik/samimi olmak gibi erdemlilik toplumsal güvenin temel taşlarıdır. Beyefendilik ve adaletli davranmak ise toplumsal güvenin diğer iki erdemliliğidir. Ancak bu erdemliliklerin zorluğu ise gerçek manasını bulamamalarıdır. Çoğu zaman, şartlara göre anlam kazanmalarıdır ki, bu erdemliliğin nesillere sanki bir toplumsal emir veya buyrukmuş gibi verilmesini engellemektedir. Toplumsal sorumluluk her vatandaşa onu zorlamadan seçim yapmaya davet eder. Bu noktada özgürlük ve sorumluluk kenetlenmesi devreye girer”.
“Liberaller insanın refleks içinde olduğundan hareket ederler. Bunun için işin başında özgürlüğü seçmeleri ya da özgür olmaları gayet normaldir. Bizim insani gerçekliliğimiz özgürlükle sorumluluğu aynı anda seçmemize hiç bir zaman engel teşkil etmez. Tam aksine bunları birbirini tamamlayan unsurlar, değerler olarak görür.
Böyle bir seçim yapmak problemlerden arınmak manasına gelmez. Sorumluluk, bireysel özgürlükle ne derece uyum içinde olur bilinmez. Öyle olunca her birey, kendi konumu gereği, içinde bulunduğu çevreyi değerledirerek kendisi için toplumsal sorumluluğun ne anlama geldiğini araştırmalıdır”.
Bolkestein’e göre siyasetçiler vatandaş ile devlet arasında bir ikilemdedirler. Bir taraftan onlarda diğer vatandaşlar gibi sıradan bir vatandaştır. Diğer vatandaşlar gibi sorumlulukları vardır. Diğer taraftan da siyasi görevlerinin gereği norm ve değerlerin formüle edilmesinde üzerlerine önemli görevler düşmektedir. Gerçi netice olarak norm ve değerlerin içinin doldurulması sadece siyasetçilere bırakılamaz. Norm ve değerlerin gelecek nesillere aktarımı, taşınması hiç şüphesiz evlerde, ailelerde başlar. Aktarma okulda devam eder. Çocuklar, vatandaşlık bilincine ulaşırlar. Düşe kalka “toplumsal sorumluluk” nedir sorusuna cevap aranır. Gerçi her vatandaş sözkonusu “sorumluluk” konusunda duyarlı olmayabilir. Liberallein görevi bir çok kişide sözkonusu duyarlılığın oluşmasını sağlamaktır.”
Son olarak, liberal Bolkestein’in İslam dünyasının Batı’ya tehdit oluşturup oluşturmadığı sorusuna verdiği cevap şöyledir: “İslam dünyası batı için bir tehdit oluşturmaz. İslam dünyası kendi meseleleriyle baş edememektedir… Batıyı tehdit bizatihi Batının kendisidir. İşsizliğe bakın. Liderliğe bakın. Toplumsal çözülmeye bakın. Güvensziliğe bakın. Ama bütün bunlar bizim kendi suçumuz. Bir Amerikan çizgiromanındaki figürün ifade etttiği gibi: “düşmanı gördüm, o düşman biziz, kendimiziz”.

    Nisan 2003

Aydınlanma Döneminden Günümüze: Avrupa Merkezciler ve Rölativistler
Aydınlanma döneminden hareketle siyaset bilimci Siep Stuurman şu soruları sormaktadatır: Avrupa kimliği Avrupa tarihidir denilebir mi? Avrupa bir kültürel medeniyet midir ? Avrupa’yı Avrupa yapan kimlikler (dini, entellektüel, siyasi, ekonomik) nelerdir? Avrupa kalkınmasının şahaser tarafı nedir? Siyasi ve sosyal düşünürler günümüz Avrupasını nasıl analiz ederler, nasıl değerlendirirler? Farklılıklardan, yeniliklerden ve zıtlıklardan ne anlarlar bu düşünürler? Bu sorlardan hareketle günümüzde tartışılan ‘çok kültürlü toplum’ konusuna farklı bir açıdan bakmaya çalışan Siep Stuurman sadece bu sorular la yetinmemektedir. Geçen haftalarda bu sütünlarda görüşlerine yer verdiğimiz liberal Frits Bolkestein’e de sorular soran ve liberal görüşü eleştiren Erasmus Üniversitesi öğretim görevlisi Stuurman İslam-Fundamentalizmi ve göçmenler üzerine de sorular sormakta ve cevaplar aramaktadır. Biz bu yazımızda Siep Stuurman’ın liberal görüşe yaptığı eleştiriler ve aydınlanma dönemi temel kavramlarından hareketle çok kültürlülük tartışmaları etrafında ortaya çıkan bazı düşüncelerine değineceğiz.
Liberal Frits Bolkestein’in çok kültürlü toplum etrafında yaptığı açıklamalar ve beraberinde “aydınlanma”nın Avrupa kültür mirası olduğunu söylemesine itiraz eden Siep Stuurman şu görüşte: “Bolkestein bir taraftan aydınlanma hareketinin üniversal olduğunu söylerken, bunun bize ait, özellikle islam’a ve müslümanlara ait olmadığını söylemektedir. Böyle bir çıkış noktası göçmenlerle diyalog için kötü bir başlangıçtır”. Ayrıca Bolkestein’in olayı sunuşunda pedegojik bir sorun görünmektedir. Yani Arupalıların, ‘biz’in ve diğerlerine onların nasıl davranacakları ve hangi değerleri kabul edeceklerini açıklama, emretme vardır.“Böyle bir yaklaşım nereden kaynaklanmaktadır. Böyle bir yaklaşım ‘aydınlanma’çağında mevcutmuydu? Siep Stuurman’a göre bu görüş ondokuzuncu yüzyıl liberal düşünürü, aynı zamanda On Liberty adlı kitabın da yazarı olan John Stuart Mill de yatmaktadır. Çünkü Mill’in iddiasına göre tarihsel açıdan bazı kültürler ‘yetişkin değildir’ ler. Onun içindirki diğerleri yani ‘yetişkinler’ bunları terbiye etmelidirler. Gerçi Stuurman’a göre ‘aydınlama çağından’ çıkarılacak bir sonuç sadece Mill’in düşüncesi olamaz. Bolkestein’in yukarıdaki çıkışını ve yaklaşımını anlamak için kültürel rölativizmi anlamamız gerekmektedir. Zaten bir çok aydınlanma düşünüre göre kültürel rölativizm Avrupa aydınlanmasının bel kemiğidir. Ayrıca Avrupa medeniyetini oluşturan değerlerin başında hiç şüphesiz seyahat kültürü yer almaktadır. Aydınlanma devri düşünürleri Avrupa kültürünü bu yolla eleştrimişlerdir. Bunların başında Lettres Persanes eseriyle bir İranlı gezginci gözüyle Fransa’yı eleştiren Montesquieu gelmektedir.
Siep Stuurman bu iki örneği, Mill ve Montesquieu örneğini Avrupa kültür ve medeniyetinin nasıl oluştuğuna dikkat çekmek için vermektedir. Bir tarafta AvrupaMerkezciler diğer tarafta kültürel rölativizinciler. Ve aralarında geçen zorlu ve müthiş ama neticede üretici bir yarış. İşte Stuurman’a göre liberal Bolkestein’in yaklaşımında bu zorlu ve çetin ama üretici yöntem eksiktir. Aynı yaklaşımlar aydınlama döneminin rasyonalisme, özgürlük ve eşitlik gibi temel kavramlarında da görülmektedir.
Stuurman’a göre kültürel rölativizmde her hangi bir kültür diğer bir kültürden üstün değildir. Çok kültürlü toplum tartışmalarında etik ve kültürel rölativizm kavramları ayırımının iyi yapılması gerekmektedir.
Hoşgörü tarihi de şu anda yapılan çok kültürlü toplum tartışmaları için geçerli değildir Siep Stuurman’a göre, zira hoşgörü Avrupa’da Katoliklerin ve Protestanların bir meselesi olarak başlamıştır. Bunun örnekleri Fransız devrimi öncesi görülebilir. Mesela bu dönemde ateistler dışlanmış ve hatta ateistler Napolyon denöminde bile her yerde eşit olmamışlardır. Neticede hosgörü yerleşiklerle yeni gelenler arasındaki bir mesele olagelmiştir. Yeni tartışmalarda ‘islam’ ve ‘müslümanlar’ tipik bir yeni gelenler statüsündedir.
Burada en önemli soru, liberal devletin bireysel temel özgürlükler karşısında dini alt kültürlerin hareket alanlarına nasıl müdahale edeceğidir. Bu noktada Bolkestein’in soyut yaklaşımına bakılırsa demokratik bir toplumda özgürlüğün sınırları hususunda ciddi tartışmalar yapılacaktır.
Siep Stuurman’a göre çok kültürlü toplum tartışması hayati önem taşımaktadır. Ancak tartışma taraftarlar arası yapılmalıdır. Taraftarlar olmadan onların sırtından, onların adına çok kültürlü toplum tartışması olmaz. Bu durumda islam tıpkı diğer dinler ve hayat tarzları gibi eşit muamele görmelidir. Ne aşağı ne yukarı, eşit oranda muhatap alınmalıdır. Örneğin dini okullar zararlıysa bu karar ve uygulama sadece islam okulları için olmamalıdır. Diğer dini okullar için de aynı uygulama geçerli olmalıdır. Bu böyle olmadığı sürece müslüman veliler tıpkı katolik, protestan ve yahudi veliler gibi haklarını savunurlar ve isterler. Liberal hukuk devleti herkesin yasalara uymasını öngörür, herkesin içtenlikle liberal olmasını değil. Eğer devlet bunu, yani son görüşü isterse, tayatırsa bu asimilasyondur.
Siep Stuurman’a göre Avrupa Aydınlanması mondial bir açıdan görülmelidir. Aydınlanma devrini konuşurken ortada bir tarihin yaşanmadığını ifade edemeyiz. Bir toplumun kültürü hatıralar ve tarihten doğar. Avrupa bir zamanlar neredeyse dünyanın yarısını aldı, sömürdü ve kısa bir süre önce hakimiyetini kaybetti. Ancak bunun kültürel ve entelletüel işlemi ve fizibilitesi kolayca silinmez. Bu noktada iki yüzlü davranamayız. Eğer Avrupalı Bolkestein islam’ı Aydınlanma ölçüsüyle tartarsa, ölçerse, her müslüman da Avrupa tarihini aynı ölçüyle değerlendirme hakkını kazanır.
Aydınlanma fikirleri islam tarihinde her hangi bir rol oynamamıştır iddiası tarihsel olarak doğru değildir. Bizim geçen yüzyıllarda içimizde yaşadığımız tartışmalar bugün islam dünyasında da yaşanmaktadır. İç çatışmalar, yorumlar, zorlanmalar bunun birer açık delilleridir.
Avrupa’da yapılmakta olan çok kültürlü toplum tartışmaları dünya tarihi perspektifinden ele alındığı takdirde daha faydalı sonuçlar çıkar. Aydınlanma devrinin entellektüel mirası bu noktada bize yardımcı olabilir.
Entellektürel misrasta ise karşımıza iki ana görüş, iki ana yaklaşım çıkmaktadır. Bunlar Avrupa Merkezciler yani John Stuart Mill gibi ve kültürel rölativistler yani Montesquieu gibi aydınlar. Söz konusu yaklasımlardan hareketle bugün Hollanda’da tartışılmakta olan çok kültürlü toplum ve diğer bir çok konuda aydınların yaklaşımlarını, düşüncelerini daha iyi anlayabiliriz. Tartışmanın bir cephesini oluşturanlar olarak bu süreci iyi anlayıp tartışmalarda Avrupa merkezcileri ikna etmek, aydınlatmak gibi bir görevi de üzerimizde hissetmekteyiz. Buradanda anlaşılan her zamankinden ve herkesten daha çok çalışmalıyız.

    Nisan 2003

Gençlik Hareketleri ve Aynılaşma Problemi
Son bir haftadır Amsterdam, Den Haag, Utrecht, Tilburg şehirlerinde yaptığı toplantılarla Hollanda’da gündeme yerleşen Ebu Yahya’yı okuyoruz, seyrediyoruz ve konuşuyoruz. Lübnan asıllı Belçika vatandaşı Ebu Yahya ve AEL (Arap-Avrupa İttifakı) hareketi, gün geçtikçe Hollanda’daki Arap asıllı gençler arasında hızla popülarite kazanmakta. Konuyla ilgili haberleri geçen haftaki Dünya gazetesinden de takip ettik. Hareket ve Ebu Yahya hızla popüler olurken, kendilerini Arap saymayan ve Berber denilen bir kısım gençlik ise, söz konusu harekete ve şahsa güya şiddetle karşı çıkmaktalar. Bu da, bir kısım Hollanda basınının işine geldi ve bu yönde bir hayli gayret sarf edildi. Elbette, önümüzdeki günlerde ve aylarda söz konusu hareketin Arap asıllı göçmen gençler arasında nasıl bir yer edineceğini hep birlikte göreceğiz. Ama bir gerçek var ki, o da Ebu Yahya’nın kıvrak zekası ve adaletsizlikler karşısında susmayan bir dilinin olması, bu hareketin ya da bu çıkışın, sadece Arap asıllı gençler arasında değil, yıllardır bu toplumda horlanan, ezilen ve ciddiye alınmayan göçmen gençler arasında da sempati topladığıdır. “Bugün Avrupa’da Müslümanlara yapılanlar İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere yapılanlarla eşdeğerdir,” cümlesi bile Ebu Yahya hareketine gençlerin ısınmasını sağlamaktadır. Sadece Arap gençleri mi? Hayır. Hollandalı yöneticiler de hareketin yasalar içinde meşru olduğunu ve titizlikle takip edildiğini vurguladılar. Ebu Yahya’yı ve hareketini beğenelim ya da beğenmeyelim, bu hareket Hollanda’daki bir kısım gençlerin kendilerini bulduğu, kendilerini ifade ettikleri yani aynileştikleri bir harekettir. Bizim, Dünya gazetesinin Benelux Genel Yönetmeni İlhan Karacay’ın bile bir yerde sempatisini kazanan Ebu Yahya, öyle görünüyor ki, önümüzdeki zaman diliminde bir sosyal olay olarak gündemi tayin etmeye devam edecek. Olay, her ne kadar bir tepki hareketi olsa da, aynı zamanda bir grup Arap asıllı ve göçmen gencin kendilerini Ebu Yahya ile aynileştirmelerine de yol açmaktadır. Ebu Yahya, bu genç grup için bir örnek, bir lider ve kendini toplumda ispat etmiş bir kahramandır. Her gün horlanan, değerlerine saldırılan, aşağılanan bir kültürün çocukları zaten aynileşme problemiyle daha ağır bir şekilde boğuşmaktadır. Böyle sıkıntılı, travmalı anlarda kendilerini model gördükleri şahsiyetler ile aynileştirirler, ki AEL bu noktada somut bir hareket ve Ebu Yahya bu gençler için bir kurtarıcı, bir semboldür.
Konu gençlik hareketleri ve aynileşme, örnekleme, benzeme probleminden açılmışken, bir başka göçmen kuruluşu gençlik teşkilatının bu alanda bir organizasyonundan da burada bahsetmek gerekecek. Zira bu göçmen gençlik hareketine mensup gençlerin de artık kendilerini aynileşti-recekleri, kendilerine örnek alabilecekleri, hareketlerini günü gününe takip ettikleri bir ağabeyleri, sembolleri var.
Geçtiğimiz hafta sonu Milli Görüş Gençlik Federasyonu düzenlemiş olduğu bir hafta sonu eğitim seminerinde (Hollandalı ve Türk) çeşitli meslek birimlerinden uzmanları konuşturdu.
Teknik ve Tarım Üniversitesi ile ünlü Hollanda’nın Wageningen şehrinde bulunan Kongre Merkezi’nde düzenlenen eğitim seminerine yüz seksen genç ve cami eğitimcisi katıldı. Programın Cumartesi günkü bölümünün üçüncü oturumunda ise “Hollanda’daki Azınlık Gençlik ve Aynileşme Problemi” konulu seminer tarafımdan verildi. Kimi sakallı ama hepsi gayet şık ve takım elbiseli bir katılımcı kitlesinin hazır olduğu seminer salonunda herkesin önünde bir dosya, not defteri ve konuşabilecekleri bir mikrofon bulunmaktaydı. Konuşmama başlamadan önce iki ayrı yorum yaptım. Bunlardan ilki, bu hareketin sosyal bilimlere olan ilgisi, dolayısıyla insanı tanıma gayretiydi. Zira gerek televizyonlardan gerek basından gerek yapılan davetlerden izlediğim kadarıyla bu hareket insanı çok yönlü anlamaya, kavramaya çalışıyordu. Meselâ pedagojinin spesifik bir konusu olan 0-3, 3-6 yaş arası çocuğun gelişimi, değişimi, anne ve babanın bu dönemde vazifeleri konulu bir seminerin bu akıma mensup bir semt teşkilatı tarafından organize edilmişti. Yine, aynı teşkilat, çocukların eğitimlerinde, terbiyelerinde ve yetişmelerinde anne ve babanın görevleri ve gelenekçi kültürdeki babanın davranışlarının terk edilmesi konulu bir başka seminer organize etmişti. Demek ki, insana hizmet insanı tanımadan, anlamadan, keşfetmeden yapılamazdı.
Bir diğer yorumum da, benim anlatacaklarımın daha çok teorik olması ve dinleyicilerin ise her gün gençlerle karşı karşıya olduklarıydı. Bu durum beni biraz zorlayacaktı. Konuşmama başlamadan önce, yine bu sütunlarda yayınlanan “Psiko-Pedagojik Sorunlar ve Gençlik” başlıklı yazımı dinleyicilere dağıtarak tartışmanın yönünü tayin etmeye çalıştım.
Konuya çocukluk dönemiyle ergenlik dönemi arası; adolesans-ergenlik çağının pedagojik, sosyolojik ve psikolojik tarifini yaparak girdim. Ve ergenlik döneminin en önemli gelişmelerinden ya da problemlerinden “aynileşme” (identification) üzerinde durdum. Peki aynileşme nedir? Sorusuna ise şu cevabı verdim: “Aynileşme ‘çocuğun ya da gencin kendisini başka birisiyle aynı görmesi, yani onun davranışlarını, duygularını, tümüyle şahsiyetini benimsemesidir’. Ergenlik çağında ortaya çıkan aynileşme, ciddi bir gençlik sorunudur.
Aynileşme hareketi ilk etapta şüphesiz anne ve babaya benzemeyle başlar. Daha sonra sosyal çevredekilerle devam eder. Sosyal çevre genellikle aile, okul, akran grupları, dinî kurumlar, işyerleri, siyasî partiler, gençlik örgütleri gelir. Bu çerçeve her çocuğun, gencin karşılaşacağı bir çerçevedir. Afrika’daki bir çocuk da, Avrupa’daki bir çocuk da söz konusu sosyalleşme sürecini ve bu süreçte de aynileşme yaşar. Ancak bizim çocukların yani göçmen kitlesine mensup çocukların ve gençlerin sosyalleşme sürecinde tabiri caizse çifte sosyalleşme ve beraberinde yaşanan çifte sorunlar bulunmaktadır. İki farklı kültürde sosyalleşme süreci yaşayan gençlerin çoğu zaman farklı değerler ve normlar etrafında çatıştıkları, bu çatışmanın bir krize, kimlik krizine dönüştüğü bazı gençlerde apaçık ortadadır. Krizden kurtulamayan bazı gençlerin okullarını yarıda bıraktıkları, çekingen, pasif oldukları, konuşma sonrası gelen sorularla da tasdik edilmiş oldu. Elbette, bu durum, iki farklı kültürde sosyalleşme olamayacağı, iki farklı kültürün bir arada bulunamayacağı anlamına gelmemelidir. İlk başlarda yaşanılan kriz ya da şok geçici olup, zaman içinde çocuklar her iki kültüre de aidiyet duygusunu geliştirirler. Ve karşımıza iki boyutlu kimlik ya da çifte sosyal kimlik çıkar. İşte bu süreçte çocuğu, genci rahatlatacak, gence örnek oluşturacak söz konusu süreci başarıyla geçmiş, her iki kültürün de bazı değerlerini üzerinde toplamış tiplere, liderlere ihtiyaç vardır. Bu tiplerin azlığı ya da seslerinin yüksek çıkmayışı söz konusu “aynileşme” hareketini ve sürecini zaman zaman krize çevirebilir.
Aynileşme sürecinde tarihî figürler, kahramanlar, ilim adamları, ideologlar, düşünürler de önemli bir yere sahiptir. Bunların yaşantıları, yaptıkları çalışmalar gençlere adeta bir ilaç gibi gelir. İki kültür arasında yetişen ve ebeveyn kültürünün sürekli horlandığı, aşağılandığı bir ortamda, sosyolojinin kurucusunun Karl Marks’tan önce Endülüslü İbn-i Haldun olduğunu, ilk tarihî romanın Robinson Crusoe olmayıp, İbn-i Tufeyl tarafından yazılan Hayy Ibn Yegzan felsefî roman olduğunu, Hollandalı filozof Spinoza’nın, kitapları arasına söz konusu romanı kendi eseriymiş gibi almasını gençlerin bilmesi onlarda oluşan aşağılık kompleksinin kısmen ortadan kalkmasına vesile olabilir.
Onun içindir ki, örnek insanlar, popüler insanlar sosyalleşme sürecinde aynileşme problemi yaşayan gençler için önemlidir. Konunun başında da yer verildiği üzere bugün Hollanda’daki birçok Arap asıllı gencin kendini bulduğu örnek insan Ebu Yahya’dır. Hollanda’daki Türklerin ya da Müslüman toplumun gençlerinin de örnek aldıkları isim son zamanlarda medyatik bir isim olan Hacı Karacaer’dir.
Yapmış olduğu kimi radikal çıkışlar, sıra dışı, alışılagelmemiş konuşmalar, her ne kadar mensup olduğu grubun bir kısmı tarafından eleştirilse de, yıllardır hissetmelerine, düşünmelerine ve bilmelerine rağmen seslerini bir türlü kamuoyuna duyuramayan önemli bir suskun grubun tercümanıdır Hacı Karacaer. Hacı Karacaer fenomenini bir başka yazıda ele alacağımdan tekrar “aynileşme” konusuna dönüyorum.
Seminerdeki konuşmamın devamında gelen sorulardan anladığım, gençlerin kültürler arası, kuşaklar arası çatışmalarıydı. Camiye gelen gençlerin boncuk taktıkları, saçlarını boyadıkları, şekil verdikleri, marka pantolon giydikleri belirtiliyor ve bu durum karşısında nasıl bir tavır takınılacağı soruluyordu. Cevabım, din görevlilerinin, yardımcılarının, eğitimcilerin gençlerin sembolleriyle, şekilleriyle değil, gençlerin şahsiyet terbiyeleri, kültür aktarımı, iyi insan, iyi Müslüman, adalet, sorumluluk, paylaşma gibi duyguların verilmesiyle uğraşmaları yönündeydi.

    Temmuz 2003

Çifte Aidiyet ve Zenginlik
Yeni bir tatil dönemini geride bıraktık. Bir çoğumuz geçmiş yıllarda olduğu gibi tatillerini anavatan Türkiye’de geçirdi. Akrabalarını, eşlerini, dostlarını, köylerini, kentlerini görüp, hasret giderdiler. Farklı duygularla dolup taştılar. İnsanlar, bir taraftan heyecan ve mutlulukla kuşatılırken, bir taraftan da, kendilerinin farklılaştıklarını hissedip garip duygulara kapıldılar. Oysa, her iki hâl de normal olup, iki ülke insanı arasındaki farklılaşmayı, değişmeyi, algılama farklılığını ortaya koymaktaydı.
Ve sorular arka arkaya geliyordu. Her ne kadar akrabaları görmenin verdiği heyecan insanı mutlu etse de, bir noktada farklılığı hissetmek zaman zaman insanın içinin hüsranla kaplanmasına sebep oluyordu. Tatilin ikinci haftasından itibaren bu insanlar kendilerinin nereye ait olduklarını bir defa daha sordular. Birçokları kendisini Türkiye’ye ait hissederken, bazılarımız kendisini Hollanda, Almanya veya diğer yaşadığı ülkeye ait olduğunu hissetti. Bir bölümümüz ise, kendisini Türkiyeli hissetmekle birlikte, yaşadığı Avrupa ülkesine karşı de aidiyet duygularına sahip olduğunu düşündü. Peki aidiyet duygusu nedir ? Aidiyet duygusu genel anlamda kişinin bir gruba, bir kuruma, bir ülkeye ait olduğuna dair taşıdığı bilinçtir. Bu bilinç, beraberinde bir mutluluk ve güven duygusunu da getirmektedir. Bu durumda kişinin kendisini mutlu hissettiği, güvenli hissettiği bir topluma aidiyet duyması, gayet normal bir davranış olarak karşımıza çıkmaktadır. Genellikle Türkiye’ye yapılan yaz tatillerinde bir çoğumuzun tatilin bir bölümünden sonra Hollanda’yı özlediği, ama Hollanda’nın nesini özlediği sorulduğunda buna açık bir cevap veremediği görülür. Hattâ bazılarımız, Hollanda Havaalanı Schiphol’a inince kendimizi evimizde hissettiğimizi ifade etmekteyiz. Kaldı ki, bu ülkede de, çoğu zaman yabancı olduğumuz hatırlatılmaktayken bile bu ülkede kendimizi evimizde hissetmemiz, içinde yaşadığımız ülkenin üzerimizdeki etkilerinin ne kadar derin olduğunu göstermektedir. Hattâ bazılarımız arasında yapılan bir espri bile vardır bu duyguları ifade etmek için. Almanya’ya birkaç günlüğüne gidenlerimiz Hollanda’ya dönerken Hollanda’yı ne kadar özlediklerini, Hollanda’ya girince ne kadar rahatladıklarını, Hollanda’da kendilerini ne kadar rahat ve güvenli hissettiklerini ifade etmekten kendilerini alıkoyamıyorlar.
Demek ki bir insanın kendisini her hangi bir sebepten dolayı bir yerlere ait hissetmesi, insanın varolmasıyla orantılı bir gerçekliktir. Bir yerlere ait olma duygusu her ne kadar doğumla başlasa da, yıllar içinde, farklı dönemlerde insanın farklı yerlere ait olma duygusunu doğurmaktadır. Rahatlık, güvenlik, mutluluk söz konusu ait olma gerçekliliğinin temel öğeleridir. Durum böyle olunca bir insanın bir yere ait olması, bir başka yere ait olamaması gibi bir zorunluluğu beraberinde getirmemektedir. Her türlü şartlardaki aidiyet kimliğimizin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Bu bir değerin diğer bir değeri inkar etmesini gerektirmez. Şartlara, zamana, çevreye, arzulara bağlı olarak zaman zaman bazılarının daha öne çıktığı aidiyet değerlerimiz aslında bir bütünün parçasıdır.
Yani, Hollanda’da yaşayan bir Türk gencinin kendisini hem Türk hem Hollandalı hissetmesi ya da Hollandalı Türk olarak kendini tanımlaması söz konusu aidiyetin genç üzerindeki etkileridir. Bu etkiler, gencin bu dünyada mutlu olmasını sağlar. Genç kendini mutlu eden değerlerle, aidiyeti oluşturan tüm normlarla kendini iyi hissedip, hayata bir anlam verebilir.
İşte bu duyguları, göçün 40. yılına hazırlıkların yapıldığı bir zaman biriminde tekrar kafamızda canlandırarak bir tatil dönemini geride bırakmış olduk.
Şimdi önümüzde, Hollanda’ya gelişimizin 40. yılını kutlayacağımız koskocaman bir yıl var. Kutlama hazırlıkları sürüyor. Birçok kurum ve kuruluş göç fenomeninin üzerimizdeki etkilerinden tutun da Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerinden Avrupa’daki Türk göçmenlerin bu süreçte oynayacağı role varıncaya kadar uzanan bir kulvarda etkinlikler yapmayı plânlamaktadır.
Hiç şüphesiz yapılacak olan kutlamalarda söz konusu çifte aidiyet kendisini ister istemez gösterecektir. Her ne kadar elimizde, kişilerin ne kadar Türk ne kadar Hollandalı olduğunu ölçecek herhangi bir alet olmasa da, davranışlarımızda, anlamlandırmalarımızda, algılamalarımızda ve yorumlamalarımızda hep bu çifte aidiyet gerçeğini fark etmememiz mümkün değildir. Çifte aidiyetin kişiliklerimizde bir krize sebep olmadığını aksine bir zenginlik olduğunu unutmadan, bu zenginliğin başta kendimize, toplumlarımıza, ülkelerimize katkıda bulunması gerektiğine inanarak yapacağımız işlere sarılmak dileğiyle, nice yaz tatillerine.

    Eylül 2003

Sosyal Devletin Nimetleri
Geçen hafta yayınlanan “Çifte Aidiyetve Zenginlik” başlıklı yazımıza Hengola’dan Burhanettin Carlak tepki gösterdi. Göndermiş olduğu yazıda “Çifte Aidiyet”e karşı çıkmakta ve bizim kırk yıldır yaşadığımız ve bazılarımızın burada doğduğu Hollanda’ya aidiyetten söz edilemeyeceğinden dem vurmakta. Aslında ait olmaktan duyulan korkunun apaçık görüldüğü yazısından bazı cümleler şöyle: “Hollanda`daki insanımızın bu ülke için de aidiyet denilebilecek kadar bir bağ beslediği kanaatinde değilim. Hollanda ile bırak müslüman bir ulkeyi Fransa bile maç yapsa, Fransa’nın yenmesini isteriz. Bahsettiğin sonucu çıkarmak için biraz erken“.
Burhanettin Carlak’a göre henüz aidiyet duymadığımız ancak nimetlerinden de depe depe faydalandığımız Hollanda’da yaşam şartları ve standartları üzerine geçen hafta açıklanan bir araştırma sonuçları oldukca ilginç.
Hollanda Sosyal Kültürel Planlama bürosu tarafından açıklanan rapora göre halk hükümete rağmen hayatından memnun. Her iki yılda bir yayınlanan raporda halkın napzı ölçülmekte ve bu yönde devlet tarafından tedbirler alınmakta.
İki yıl öncesine göre Hollanda halkında hükümete olan güvende bir düşme görülürken, genel anlamda insanların evleri içinde kendilerini güvenli hissettikleri ancak dışarıda, sokakta aynı güveni duymadıkları belirtilmekte. Zaten güven geçtiğimiz seçimlerde seçim malzemesi yapılmıştı. Gerçi ben göçmen bir grubun bireyi olarak ne dün ne de bugün sokakta güvensizlik diye bir duygu yaşamamaktayım. Güvensizlik insanların yaşadıkları, karşılaştıkları olaylarla ilgili olsa gerek.
Rapora göre halktaki bu güvensizlik özellikle 11 Eylül olayları vegeçen yıl öldürülen Hollandalı ırkçı politikacı Pim Fortuijn olayından sonra daha da artmış.
Sokakta duyulan, hissedilen güvensizliğe karşın, 1990 – 2000 yılları arasında halkın önemli bir bölümü yani düşük gelirliler, yaşlılar, göçmenler, işsizler ve büyük kentlerde ikamet edenler bir çok açıdan ileriye gidip gelişme kaydetmişler.
Mesela konut problemi doksanlı yıllara göre daha iyileştirilmiş ve bir milyon ek konut yapılmıştır. Yüzde seksenaltı orana varan bir çoğunluta halk oturmakta oldukları evlerden memnun. Sosyal konutlarda ev bulabilmek 2000 yılında 1,9 iken bu oran 2001 yılında 2,6’ya yükselmiş Buna karşılık ev satın alma aynı yıllarda yüzde 43’ten yüzde 53’e yükselmiş. Ev satın alan grupta göçmenlerin de sayısı ciddi şekilde artmıştır.
İş bulma meselesinde ise özellikle kadınların ilerledikleri görülmekte. 1990-2002 yıllarında iş bulma yüzde 59’dan yüzde 68’e yükselirken, 2002’nin başlarında ciddi işsizlik baş göstermiştir. Araştırma bürosuna göre 55-64 yaş arasındakilerin önemli bir bölümü çalışmaktadır. Gelir oranları önümüzdeki zaman biriminde ortalama yüzde 1 düşecek.
Kriminalite halkı en çok rahatsız eden bir gelişme olmuştur. Hollanda halkının, 12 yaş ve yukarısı, yüzde 25’i (3,7 milyon) 2002 yılında he hangi bir sebeple kriminaliteyle karşı karşıya kalmışlar. Bu gelişme Hollanda politikacıları, düşünürleri ve politika geliştiriciler arasında uzun bir müddet tartışılmıştır. Yeni norm ve değerlerin tesbit edilmesi, sorumluluk, kalite ve ahlak’ın geliştirilmesi üzerinde durulmuştur. İnsanların manevi yönden zayıfladıkları, manevi ve moral eğitimin aktüelleştirilmesi gündeme gelmiştir.
Araştırmaya göre ülkede her yıl daha fazla araba satın alınmakta. 1990 yılından itibaren nüfüs artışı gibi araba sayısı artmış ve ortalama bir milyon daha fazla araba alınmıştır. Bin aileden ya da ikamet edenin dört yüzünün arabası bulunmakta. Bu oran Avrupa Birliği’nde Luxemburg’da bin kişide altıyüze ulaşmaktadır. Yollarda oluşan kuyruklara rağmen araba bisiklet, tiren ve otobüslerden daha fazla tercih edilmekte.
Hollanda ikamet eden her beş kişiden dördü kendisini sağlıklı hissetmekte. Buna rağmen sağlık sektöründeki uzun bekleyiş ve halkın şikayetleri Hollanda sağlık hizmetinin önemli problemleri arasında gelmektedir.
2003 Hollanda Sosyal Devleti adı altında yayınlanan sözkonusu rapor toplumun aktüel problemlerini, düşünüşlerini, duruşunu ölçmekte ve idarecilere yapılacaklar hakkında bir fikir vermektedir.
Sosyal devletin görevlerinden biri de bireyi rahat ve huzurlu kılmak olduğuna göre, yukarıda sayılan sektörlerdeki olumlu gelişmeler, önemli oranda insanın bir işe sahip olması, her evde bir ya da iki araba bulunması, düzenli sağlık kontrolü, yeterli konut, evde ve sokakta insanların kendilerini güven içinde hissetmeleri, sağlıklı beslenme kalkınmış, gelişmiş ülkenin nimetleridir.
Bu nimetleri bir kez tadan, konforu, rahatı, gören hangi insan etkilenmez ki? Aidiyet duymasa da.
Sosyal devletin bu nimetlerinden yararlanmak isteyen ancak çok çeşitli sebepler yüzünden faydalanamayan sayısız insanı düşünerek, içinde bulunduğumuz şartları en iyi şekilde değerlendirmek ve insan olarak, birey olarak ve dahi soyal devletin bir bireyi olarak toplumsal ve global sorumluluğumuzu asla unutmadan ve bunun hakkını vererek, gaflete düşmeden yaşamak dileğiyle.

    Eylül 2003

Tartışmalar Bizi Korkutmamalı Aksine Cesaretlendirmeli
Dünyanın birçok merkezinde serbest pazar ekonomisi ve globalleşmenin getirdiği artı ve eksiler tartışılırken, Hollanda’da da mono kültür eksenli bir toplumun oluşturulması tartışılmaktadır. Aslında bu, tartışmadan ziyade yetkililer tarafından yapılan bir dayatmadır. Azınlıklar ve Entegrasyon Bakanı Bayan Verdonk’un bu konudaki söylemi oldukça ilginçtir: “Farklılıkların beslenmesine son verilecektir. Bunun yerine toplumsallığı, yani bu ülkenin insanlarını birbirine bağlayan değerleri ön plâna çıkartacağım. Bunlar ise bizim dilimiz, temel değerlerimiz ve herkese zorunlu gördüğümüz normlardır”. Hem temel değerler hem de herkese zorunlu görülen normlar tartışılabilir sübjektif kavramlardır. Bu konuda Hollanda genelinde de bir uzlaşma var mıdır? Bilemiyorum.
Bakanın bu açıklaması tartışmalara hız katarken, geçtiğimiz hafta sonu Utrecht’te yapılan Hıristiyan Demokratlar “CDA” kongresinde Başbakan Balkenende de, Azınlıklar ve Uyum Bakanının görüşlerini tamamlarcasına bir konuşma yaptı. Balkenende, CDA’nın yıllar önce savunduğu göçmenler politikasının tam tersine “Müslümanların kurumlaşarak uyum sağlamaları”nın mümkün olamayacağını iddia etti. Dolayısıyla kurumlaşma sürecinde ortaya çıkan İslâmî ya da göçmen kurumların entegrasyonu engellediğini savundu. Daha da ileri giderek, İslâmî okulların ve kurumların, mevcut şartlarıyla “geri kalmışlığın bir hapishanesi” olacağını belirtti.
Oysa, yıllar önce aynı partinin başkanı ve ülkenin Başbakanı Ruud Lubber ise, bu iddianın tam tersini savunuyordu. Tıpkı Katoliklerin geçtiğimiz yüzyılda geri kalmışlıklarını kendi oluşturdukları kurumlarla bertaraf etmeleri gibi, Müslümanların geri kalmışlıklarının da giderileceğini savunmuştu.
Şimdi ne oldu da işler birden tam tersine dönüverdi?
Başbakan Balkenende bu görüşünü şu iki örnekle açıklamaktadır: Zamanında Katoliklerin oluşturmuş oldukları kurumlaşmada farklı sosyal sınıflar temsil edilmekteydi. Bir sınıf hakim değildi kurumlara. Müslümanlarda ise, bu farklılık görülmemekte. İslâmî kurumlarda genellikle alt sosyal sınıf temsil edilmekte. Çeşitlilik görülmemekte.
İkinci örnekte ise, Balkenende, İslâmî kurumların etnik yapıya göre dizayn edildiklerini, bunun ise Müslüman göçmenlerin gelmiş oldukları ülkelere daha etkin bir şekilde bağlanmalarını beraberinde getirdiğini söylemekte. Böyle bir kurumlaşma ise, “Geri kalmışlığın hapishanesi”dir demekte Başbakan Balkenende.
Sayın Balkenende’nin tespitleri doğrudur. Hollanda’daki Müslümanların durumu geçmiş yüzyıldaki Katoliklerin durumu ile aynı değildir. Bizim sınıflarımız henüz oluşmuş ya da tam anlamıyla belirgin değil. Durumun böyle olması kurumlaşmanın oluşmasını engellemez. Kalite ve kapasite ile mevcut durum güçlendirilir, zenginleştirilir. Bu görev önemli ölçüde göçmenlerin kendi görevleri olsa da, kısmen devletin de görevidir. Orta sınıfın oluşmadığını ya da farklı meslek birimlerinin, değişik kuşakların İslâmî kurumlaşmada temsil edilmediğini söylemek sadece bir durum tespitinde bulunmaktır; bir çözüm önerisi değildir.
Diğer taraftan, göçmenlerin gelmiş oldukları ülkelerle ilişkilerinin bahane edilmesi ve bu ilişkilerin “kurumlaşmanın hapishanesi” olarak görülmesi yorumuna katılmak mümkün değil. Teknolojinin ayyuka çıktığı bir zaman biriminde insanların kökleriyle ilişkilerinin kesilmesi mümkün olur mu?
Hükümetin tasarruf tedbirleri çerçevesinde anadil eğitiminin kaldırılmasından tutun da, ana dilde yayının kaldırılması, kültürel kimliklerin bir kenara konulması ya da yaşatılmaması gibi görüşleri yarınlarda Hollanda’da farklı tartışmalara gebedir.
Homojen bir toplum oluşturmak mümkün olabilir mi? Dünyanın her yerinde etnik kimliklerin tanınması, farklı kültürel değerlerin yaşatılması -en azından bu özgürlüklerin verilmesi- için mücadele edilirken, bizim Hollanda’da mono-kültür projesini gerçekleştirmemiz abesle iştigal olmaz mı?
Bütün bu tartışmalardan, açıklamalardan da anlaşılıyor ki Hollanda, artık o eskiden övünülen, dünyada pek fazla örneği kalmamış, çok kültürlü toplum yapısını terk etmek istiyor. Ve bu görüş, sanki mevcut hükümetin entegrasyon politikasıymış gibi lanse edilmektedir.
Bu görüş, göçmenler arasında entegrasyon yerine asimilasyon politikasının uygulanmak istenmesi olarak algılanıyor. Bu ise, kabul edilir bir yorum ve politika olamaz.
Hollanda’da işlerin iyi gitmemesinin faturası ellerinde güç ve sorumluluk olmayan göçmenlere çıkarılabilir mi?
Daha dün bu ülkede güvensizlik tartışılıyordu. Daha dün, bu ülkede vandalizm ve kaybolan ahlâk tartışılıyordu. Saygının, sevginin ilkokullarda daha belirgin bir şekilde verilmesi isteniyordu büyük çoğunluk tarafından. Bütün bunlar ne çabuk unutuldu.
Hemen hemen toplumun tüm katmanlarında tartışılan ve zaman zaman dozu kaçırılan entegrasyon ya da asimilasyon konusu, ülkede yaşayan biz etnik grup bireylerini korkutmamalıdır.
Bu tür tartışmalar, toplumsal sorumluluğun bilincinde olan göçmen bireylerin, gelişen olayları daha farklı bir boyuttan inceleme, analiz etme, yorumlama ve gelişmeleri kavrama fırsatı vermelidir.
Tartışmalara bir de bu yönden bakmalıyız.

    Kasım 2003

Liberal Cihat ve Hıristiyan Demokratların Oportünistliği
Hollanda’da Müslümanlar, ne yazık ki hür düşünceyi, özgürlüğü ve aydınlanmayı kendilerine şiar edinmiş liberaller tarafından ateş altındalar. Her ne kadar Liberal Parti’den milletvekili Fadime Örgü, aynı partiden eski Müslüman Somalili Ayaan Hirşi Ali’nin yaptığı açıklamalara, çıkışlara, saldırılara ve ayrımcılığa kadar uzanan yorumlarına katılmasa da ve hattâ söz konusu kişinin Liberal Parti adına konuşamayacağını belirtse de, realite gösteriyor ki, Liberaller sanki Müslümanları püskürtmek gibi bir tavır içindeler. Bu tavra, Müslümanlara özel bir kini ve nefreti bulunan Somalili liberal parti milletvekili Hirşi’nin tavrı eklenince, söz konusu püskürtme çok daha netleşiyor. Hirşi’ye göre: “İslâm okulları bölünmeye sebep oluyor,” “Hoşgörü karşıtı olan okullar kapatılmalı.” “Gençler din adamlarına teslim edilmemeli.” Bu çıkış karşısında Trouw gazetesi yazarı J. A. A. van Doorn dalga geçerek şöyle diyor: “Gençlerin üzerindeki imam monopolisinin bertaraf edilmesi için, İslâm fundamentalizmine karşı en iyi cevap Liberal Cihat’tır.”
Oysa Hollanda’da liberallerin din ve dindarlar hakkındaki bu çıkışlarının bir ilk olmadığını ibretle öğreniyoruz. Van Doorn’dan öğrendiğimize göre, on dokuzuncu yüzyılda aynı liberaller, Aydınlanma adına, kilise görevlilerinin gençler üzerindeki etkisinin kırılması için özel okullara karşı çıkmışlar. Zamanın liberal bakanı Kappeyne van de Coppello söz konusu karşı çıkışı dillendirmiş. Ancak zaman Kappeyne’nin “Liberal Cihat”ının tam tersine işlemiş, bölük pörçük Katolik gruplar bir araya gelerek kendi kurumlarını oluşturmuşlar ve bu doğrultuda okullarını açarak, belki yarım asır ve daha fazla süren bir mücadeleyle topluma entegre olmuşlar.
Liberallerin o günkü korkuları doğru çıkmamış; söz konusu Katolik toplum ayrışmamış ve geri kalmamış, toplumun geneline uyum sağlamış. Böyle tarihî bir tecrübeden gelen Katolikler, yani Hıristiyan Demokratlar, bugün iktidar olmuşlar. İşin garip tarafı da -belki işin güzelliği de-, o günlerde kendilerini tehlikeli bulan Liberallerle birlikte şimdilerde ülkeyi yönetiyorlar. Kendilerine geçen yüzyıllarda yapılan haksızlığı unutmuşçasına -pek ihtimal vermiyorum ama- bugün ülkeyi yöneten Hıristiyan Demokratlar yıllardır savundukları düşüncelere ters görüşlerle Liberallere çanak tutmaktadırlar. Geçen hafta yazdığımız gibi, Hıristiyan Demokrat Başbakan Balkenende parti kongresinde yapmış olduğu açıklamasıyla, yani “İslâmî kurumlaşma geri kalmışlığın hapishanesi”dir sloganıyla sadece etnik azınlıkları değil, aynı zamanda, ülkenin sağduyulu tüm yazarlarını şaşırtmıştır. Başbakan Balkenende bu tavrıyla Hıristiyan Demokrat doktrine ters düşmüş ve yıllardır savundukları “öz kurumlaşmayla emansipasyonun ve entegrasyonun” mümkün olabileceği görüşünü bir çırpıda silmiş atmıştır. Tabiî ki Başbakanın bu çıkışı birçok Hollandalı yazar tarafından da yadırganmış ve buna bir anlam verilememiştir. Yazarlar, Başbakanın “hayalet” gördüğünü dahi belirtmişlerdir. Zira, yıllar önce Başbakanın mensup olduğu grup hakkında da liberaller, bugün Başbakanın Müslümanlar hakkında kullandığı “geri kalmışlığın hapishanesi” tabirini kullanmışlardı.
Gazeteci yazar van Doorn’a göre, gerçekten söz konusu grubun, yani on dokuzuncu yüzyıl Katoliklerinin birçok görüşü geri ve zamanın gerçekleriyle uyuşmuyormuş. Buna rağmen, grup ilerlemiş ve topluma entegre olmuş. Ve bu entegrasyon, Katoliklerin kendi kurumlarını oluşturmasıyla gerçekleşmiş. Dolayısıyla entegrasyonla birlikte, dindarların ve papazların gençlik üzerindeki etkileri de kendiliğinden geçmiş. Zamanın Katolik gruplarının kendilerine Hıristiyan bir cumhuriyet kurmak istemeleri gibi radikal görüşlerin bulunmasına rağmen emansipasyon sağlanmıştır.
Müslümanların Hollanda’da kendilerine özgü bir İslâm Cumhuriyeti kurma istekleri bile olmamasına, yani Müslümanların içinde böyle düşünen gruplar bulunmamasına rağmen Başbakan aynı yolu, Katoliklerin geçtiği emansipasyon yolunu Müslümanlar için mümkün görmüyor. Müslümanların organize biçiminin buna engel olduğunu, Müslümanların farklı sosyal sınıfları temsil etmediklerini, birleşmelerinin kolay olmayacağını ifade ediyor.
Başbakan bal gibi biliyor ki, Müslümanların Hollanda’da geçmişleri yüzyıllarla ölçülmez. Başbakan bal gibi biliyor ki, mevcut Müslüman kadronun söz konusu “öz kurumlaşmayı” gerçekleştirecek alt yapısı yok. Başbakan bal gibi biliyor ki, Müslümanların camilerinden ve okullarından başka kurumlaşma yönünde gösterebilecekleri kurumları yok. Başbakan bal gibi biliyor ki, kurumlaşma on yılları ve nesilleri gerektirir. Para kazanmak için Hollanda’ya gelen işgücünden kendi inançları ve kültürleri doğrultusunda bir kurumlaşmayı beklemenin abesle iştigal olduğunu da Başbakan, adı gibi biliyor. Peki, bütün bunlara rağmen neden garip çıkışlar yapar bir ülkenin başbakanı? Liberalleri rahatlatmak için mi? Oy kaygısı için mi? Felsefe yapmak için mi? Biz bu soruların cevabını ararken, Hıristiyan Demokrat Parti’den milletvekili seçilmiş Türk asıllı arkadaşlarımızın da gerek parti içinde gerek vicdanlarında bu sorulara cevap aramalarını bekleriz. Son olarak şunu söylemek isteriz: Hollanda tarihinin bize verdiği bilgilere göre, Liberallerin son aylarda Müslümanlara karşı başlattıkları “Liberal Cihad”ları, tıpkı on dokuzuncu yüzyılda Katoliklerde ters teptiği gibi bir defa daha ters tepecektir. Hıristiyan Demokratların oportünistliği de yanlarına kâr kalacaktır.

    Kasım 2003

Türkiye-AB Entegrasyonu ve Üzerimize Düşen Görev
2004 yılının Aralık ayını adeta iple çekiyoruz. Başta Türkiye olmak üzere, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini destekleyenler ve Avrupa’da yaşamakta olan Türkler, Aralık ayında Türkiye’ye bir tarih verilmesi yönünde yoğun bir çalışmanın içine girdiler. Geçtiğimiz dönemde verilen mücadele artık birçok Avrupa ülkesinde meyvesini vermeye başlamış olmalı ki, birkaç yıl öncesine nazaran bugün Avrupa kamuoyunun Türkiye’nin Birliğe girmesi hususundaki tavrı olumlu yönde değişmiştir.
Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan Kulübü olmadığını belirtenlerden tutun da, Avrupa Birliği’nin siyasî bir proje olduğunu ifade edenlere kadar uzanan bir kulvarda Türkiye-AB entegrasyonu çok ciddi bir şekilde tartışılmaya devam etmektedir.
Tartışmalar tüm hızıyla devam ederken, sayıları 3,5 milyonu bulan Türk varlığı da bulundukları ülkelerdeki siyasî ve sosyal gelişmelerden etkilenmekte ve ister istemez tartışmaların içinde kendilerini bulmaktalar.
Zira bu varlık artık eskisi gibi pasif değil aksine seçimlerde oylarını kullanıyor, içlerinden aday olanı destekliyor, siyasî katılımı sağlıyorlar. Vergilerini ödüyorlar. Yardımlarını yapıyorlar. Diğer göçmen topluluklara göre en örgütlü toplumu oluşturuyorlar. Kurmuş oldukları binlerce organizasyonla farklı alanlarda etkinliklerini sürdürüyorlar.
İçlerinden yetişen donanımlı bireyler, devlet dairelerinde ve özel sektörlerde ciddi görevler almaktalar. Sayıları her geçen gün artan bu bireyler, bugüne kadar sunulan Türk kültürü ve İslâm imajının tam tersi bir görüntü sergiliyorlar. Yıllardır oluşmuş önyargıları bertaraf etmek için gayret sarf ediyorlar.
Hem Türk kökenli olduklarının bilincindeler, hem içinde bulundukları ülke ve insanlarıyla ortak çalışmalar yapmanın, diyalogu geliştirmenin bilincindeler. Türkiye’deki siyasî çekişmelerle ilgilenmiyorlar. Ama Türkiye’nin kalkınması, gelişmiş ülkeler seviyesine çıkması, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması için çalışmalar yapmaktalar. Kendi ülkeleri başta olmak üzere, diğer İslâm ülkelerinde de çağdaş değerlerin -demokrasi, insan hakları, sivil toplum vb.– gelişmesini, yerleşmesini istiyorlar.
Var olan Türk kurumlarının içinde yer alarak ve yeni oluşumlar vücuda getirerek, Avrupa Türk toplumu içinde yaşadıkları ülkelerin onurlu bireyleri olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusundaki mücadelesini bütün imkânlarıyla ve bütün kalpleriyle destekliyorlar.
Bu büyük güç; dernekleriyle, vakıflarıyla, sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte, Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin onurlu ve eşit bir üyesi olması için sonuna kadar seferber edilmelidir.
Hollanda’nın bu senenin yarısında alacağı AB Dönem Başkanlığı ve Haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri söz konusu “güç”ün ne kadar önemli olduğunu bir defa daha ortaya koymaktadır.
Avrupa’daki Türk varlığı bugünlerde aşağıdaki soruların cevaplarını arıyor:

– Avrupa Türk sivil toplum örgütlerinin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyonunda üzerine düşen rol ve bu yönde yapılacaklar nelerdir?
– İçinde bulunulan ülkenin kamu kuruluşlarında, basın ve yayında önemli görevlerde bulunan Türk kökenli bireylerin üstlenebilecekleri fonksiyonlar nelerdir?
– Avrupa’da yayınlanmakta olan Türkçe süreli yayınların Türkiye-AB entegrasyonundaki muhtemel rolleri nelerdir?
Düne kadar Türkiye’nin AB’ye alınmasına şiddetle karşı olan Hıristiyan Demokratlar bile kendi içlerinde görüş ayrılığına düşerken, Türkiye’nin gerek bölgedeki ülkeler, gerek İslâm dünyasına evrensel norm ve değerlerin iletilmesinde ve yerleşmesinde önemli bir rol üstleneceğini söyleyen politikacıların görüşleri hemen hemen her gün gazetelerde yer almaya devam etmektedir.
Gazeteler, “Türk normları nelerdir?” başlığı atarak, okuyucularını Türkiye-AB entegrasyonu hakkında bilgilendirmektedir.
Özellikle son hükümetin birçok alanda yaptığı reform niteliğindeki değişiklikler ve attığı adımlar birçok Batılı tarafından takdirle karşılanmakta.
Elbette, tüm bunlar da bizim, Avrupa’da yaşayan Türklerin Türkiye-AB entegrasyonunu savunmamıza, hem de başı dik olarak savunmamıza sebep teşkil etmektedir.
Aralık ayında tarih verilse de verilmese de, bu mücadelede Türkiye her hâliyle kazançlı çıkacaktır.
Bu süreçte, hem Avrupa’daki sivil toplum örgütlerine, hem toplumun her katmanında yerini almış bireylere farklı görevler düşmektedir. Söz konusu görevin bilincinde olmak dileğiyle!

    Mart 2004

Hollanda’da Neler Oluyor?
Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kimlik tartışmaları ve tanımlamalarından Hollanda’da ziyadesiyle nasibini almış durumda. Biz kimiz, Avrupalılık nedir gibi sorular her gün ve her platformda sorulan ve üzerinde farklı görüşler belirtilen konular arasında yer almakta. Elbette bu tartışmalardan en çok nasibini alan grup ise göçmenler, dolayısıyle Türkler olmakta.
Bu çerçevede şöyle bir kaç hafta geriye baktığımızda Hollanda’nın gündemi genel hatlarıyla yerel seçimler, gidişattan memnun olmayanların yayınladıkları manifesto, Holllanda Kamu Politikaları Kurulu “WRR”in İslam ve Demokrasi başlık araştırmasının sonuçları gibi konular karşımıza çıkmakta. İsterseniz bu konula kısaca bir göz atalım....
Bildiğiniz gibi geçen ay, Hollanda’da (7 Mart) yerel seçimler yapıldı. Bu seçimler Hollanda Türkleri açısından oldukça önemli bir sürecin başlangıcının müjdecisidir. Gerek seçimlere katılım gerekse seçmenin tercihi noktasında göz ardı edilemeyecek gelişmeler oldu. Geçen dönem göçmenlerin seçimlere katılım oranı yüzde 25’lerde seyrederken, 7 mart seçimlerinde bu oran yüzde 50’nin üzerine çıktı. Hattta bazı belediyelerde göçmenlerin, dolayısıyle Türklerin oyları belirleyici rol oynadı. Bu gelişme yıllardır arzu ettiğimiz ancak son seçimlerde yakalabildiğimiz bir gelişmedir. Siyasi bilinç ve katılım bizce entegrasyonun mihenk taşlarındandır. Sözkonusu bilincin önümüzdeki yıl yapılacak milletvekili seçimleri başta olmak üzere eyalet ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de canlı tutulmasını arzu etmekteyiz.
7 Mart yerel seçimleriyle farklı siyasi partilerden belediye meclislerine giren Türk kökenli politikacıların sayısı 180’i aşmıştır. Bu arkadaşlarımızdan 4’ü belediye encümen üyeliklerine seçilmişlerdir, yani yerel yönetimlerde günlük aktif görev almışlardır.
Bir çok belediyede koalisyon hazırlıkları devam ederken, Hollanda’da gündemine bir grup eski ve yeni siyasetcinin yayınlamış olduğu “Bir Ülke, Bir Toplum” manifestosu gelmiştir. Bizce de çok anlamlı ve yerinde olan manifesto Hollanda’da oluşan korku ve endişenin farklı kültür ve inançlara düşmanlığa dönüştürülmesine dikkat çekmiş ve kamuoyuna “Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar” ya da “Hollandalılar ve Hollandalı olmayanlar” ayrışmasının, ülkeye feleket getireceğini ilan etmişlerdir.
Manifesto’dan bir cümle şöyle: “Parsellenmiş, ayrılmış, fikrî ve fizikî adacıkların oluştuğu bir ülke; gerginliklerin, çatışmaların, güvensizlik ve korkunun hâkim olduğu bir Hollanda istemiyoruz!.. Böyle bir atmosfer, hepimizin geleceğini olumsuz yönde etkiler ve bu şekilde devam ederse de herkes kaybeder!”
Evet, biz de aynı endişeleri duyduğumuzu, paylaştığımızı ifade ederek, “Bir Ülke, Bir Toplum” hareketini başlatanlara destek verdiğimizi açıkladık. Çünkü biz açık, barışçı ve karşılıklı saygının yer aldığı demokratik bir hukuk devleti istikametinde sorumluluk almak istiyoruz.
Diğer taraftan geçen hafta La Hey’de, meclis bünyesinde bulunan Nieuwspoort’ta açıklanan bir raporla Hollanda’da yeni bir dönem başlamış oldu.
11 Eylül olaylarıyla gerek Hollanda içinde gerek Hollanda dışında törerist hareketler ve müslümanlarla müslüman olmayalar arasındaki gerginliğin giderek arttığından hareketle araştırmada şu sorulara cevap aranmış:

• Müslüman ülkelerde cereyan eden islami hareketlilik, siyaset, devlet ve hukuk’ta ne derece etkilidir?
• Bu islami hareketlilik müslüman ülkelerdeki demokrasi, adalet ve insan haklarına saygıya bir engel oluşturmakta mıdır?
• Bu engellerin ortadan kaldırılması veya azaltılması için Hollanda ve AB’nin ortak noktaları bulunmakta mıdır?
Hollanda Kamu Politikaları Kurulu “WRR”, bu sorulara cevap bulabilmek için üç yıl süreyler 12 müslüman ülkeyi araştırmış. Ve bulduğu sonuçları “Anti Demokratik İslam hakkındaki şablon düşünce”sisteminin kırılması başlığı ile kamuoyuna duyurdu. WRR Raporu’nun can alıcı sonuçlarından bazıları şöyle:
• İslam’ı hedef alan politikalara son verilmeli…
• İslam tehlike ve Müslümanlar günah keçisi olarak gösterilmemeli…
• Politikacılar İslam hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan konuşmaktalar…
• İslam, Demokrasi ve İnsan Haklarıyla Çelişmemektedir…
Rapor, 1 ana kitap ve 4 yardımcı kitaptan oluşan rapor Hollanda dişişleri bakanı Bernard Bot’a takdim edildi. Bakan Bot konuşmasının bir yerinde şunları söyledi: ‘Batı’da islam’ın demokrasiyle ne derece bağdaştığını sık sık sormaktayız. Oysa müslüman ülkelerde bu soruyu kimse sormaz. Cevap bellidir. Islam ve Demokrasi birbiriyle bağdaşır. Bu görüşü destekleyen ve 70 müslüman ülkenin imzası olan bir deklerasyon da yayınlanmıştır”....
Diğer taraftan Hollanda kanaat liderleri, aydınları ve eski ve yeni siyasetçiler de yoğun ilgi gösterdiği bu toplantıda Yeşil Sol’da n AP milletvekili olan Joost Langendijk de bir konuşma yaptı. Laagendijk yapmış olduğu yirmi dakikalık konuşmasının 13 dakikasını Türkiye’ye ve Türkiye’nin müslüman kimliğiyle Avrupa Birliğindeki yerini anlattı.
Joost Lagendijk kısaca şöyle dedi: “Bize prensipleri olan insanlar lazım, dogmalar değil. Türkiye buna en güzel örnek. Hem Batı’yı hem Doğu’yu anlıyorlar. Batılı, seküler, demokratik ve müslüman bir ülke. İnsanı büyüleyen taraf ise, ulusalcı geleneğe sım sıkı sarılan bir kısım sosyal demokratlar ve muhafazakalara inat AK Parti ve Erdoğan’ın Avrupa’ya yönelmeleridir”.
Evet kısaca geçtiğimiz haftalarda Hollanda gündemini bu konular oluşturdu. Sözkonusu konuların hepsi bizi çok yakından ilgilendirmektedir. Hollanda’da geleceğe atılacak adımlarda bu konuları iyi okumamız gerekir.

    Nisan 2004

Avrupa Türklerinin Amaç Birliğinde Görünmeyen Gücü
Bu köşeyi okuyanlar hatırlayacaklardır. Zaman zaman Avrupa’daki Türklerin pedagojileri ile ilgili denemeler yer alır bu satırlarda. Kimi zaman bir Türk’ün başarısı, kimi zaman ayrımcılığa uğramış bir vatandaşımızın durumu ve kimi zaman da, dışlanmışlık psikolojisiyle karşımıza çıkar Avrupa Türkleri bu sütunda yer alır. Çoğu zaman optimist ve iyimser yargılar sıralanır paragraf aralarında. Her olumsuz gelişmede dahi bir olumlu yön bulunmaya gayret edilir. Ümit her şeyimizdir çünkü bizim. Var olmak, ayakta kalmak ve varlığımızı korumak hava gibi, ekmek gibi bir şeydir bizim için. Çünkü biz, bu ülkelerde çifte kimliğimizle, aidiyetimizle, sorumluluğumuzla var olmak ve yaşamak istiyoruz.
Sadece yaşamakla kalmayıp, aynı zamanda, hem içinde yaşadığımız ülkelerin yöneticileri, siyasetçileri tarafından hem de köklerimizin dayandığı ülke tarafından fark edilmek istiyoruz. Kırk yıllık göç serüvenimiz sonucunda oluşan tecrübe, kurumlaşma, farklı alanlarda temsil edilme ve gerektiği zaman bir amaç uğruna birleşebilme bizim en tabiî hakkımız olsa gerek. Geçmişteki bir takım şartlar sebebiyle çok farklı isimlerde, çatılarda ve kulvarlarda birleşenler zaman zaman bu birleşmeyi tek yöne akıtabilmekteler. İşte böyle, gayri ihtiyari ve organize olmamış bir birleşmeyi geçtiğimiz günlerde İstanbul’da gerçekleştirilen Eurovizyon Şarkı Yarışmasında sergileyebildik.
Çok sayıda Türk’ün yaşadığı bütün ülkelerde, Almanya, Hollanda, Belçika ve diğerlerinde Türkiye’yi temsil eden şarkıya 12’şer puan verildi.
Bunun mutlaka bir anlamı olmalı. Avrupa’da bir güç, görünmeyen bir güç var. Bu güç Eurovizyon yarışmasında spontane olarak harekete geçmiş ve Türkiye’ye tam puan verdirebilmiştir.
Tam puan verdirebilmek için illa sokaklara dökülmeye, bağırmaya, çağırmaya gerek kalmamıştır. Evlerinde, heyecanla seyrettikleri yarışmaya telefonla puan vermişlerdir. Sadece puan vermeyle kalmamış, çocuklar dahil büyük bir kitle yarışma gecesi saat 24.00’lere kadar ayakta kalmışlardır.
Bu heyecan, evlere hakim olan atmosfer, Avrupa ülkelerinde yaşamakta ve yetişmekte olan çocuklarımızın psikolojisine nasıl yansımıştır, onu siz düşünün artık.
Gerek Eurovizyon yarışmasında gerek diğer bazı etkinliklerde ortaya çıkan bu güç, Avrupa’daki Türkler, Türkiye ve diğer akraba topluluklar için büyük bir şanstır.
Sadece bunlar için mi?
Hayır.
İçinde yaşanılan ülkelerin siyasetçileri için de cazip olabilir.
Zira sadece Almanya’da beş yüz bin Alman pasaportlu, Hollanda da ikiyüz elli bin Hollanda pasaportlu Türk toplumu bu ülkenin siyasîleri tarafından iştah kabartabilecek bir güçtür.
Ancak! Gerçekte, realitede, günlük yaşamda bu ne kadar doğrudur? Sorusuna vereceğimiz cevap sadece koskocaman bir MAALESEF’tir.
Aynı konuya şu günlerde Avrupa Parlamentosu’nda görev almaya hazırlanan Cem Özdemir de değinerek şöyle diyor: “Almanyalı Türkler Latin Amerikalı göçmenleri kendilerine örnek almalıdır.” Neden? Çünkü George Bush bile Latin Amerikalıları karşısında görünce, tavrı değişiyor ve İspanyolca bilmemesine rağmen, Latin Amerikalıların hoşuna giden ‘Spanglish’ ile konuşmaya başlıyor.”
Biz de ise, durum çok farklı. Türklerin Hollanda’ya gelişlerinin 40. yıl kutlamalarına katılan entegrasyon Bakanı Bayan Verdonk, Türk Devleti yetkilerinin de hazır bulunduğu ortamda, Hollanda’daki üst kuruluşlarımızın temsilcilerinin ve iki bin Türk dinleyicinin gözünün içine bakarak adeta “zorla entegre olacaksınız” diyerek bizi azarlıyor.
Peki ya Türkiye bu gücün farkında mıdır? Bu ise ayrı bir konu. Ama cevap yine yukarıdakine benzer bir şey.
Avrupa’ya göç serüvenimizin tarihi 40 yılı bulmasına ve çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerin sayısı 4 milyonu aşmasına rağmen hâlâ bulunduğumuz ülkelerin siyasetçileri tarafından kaale alınmıyorsak oturup ciddi ciddi düşünmemiz gerekir.
Oysa kendiliğinden oluşan ve zaman zaman ortaya çıkan “amaç birliği” tüm ideolojik birlikteliklerin üstüne çıkarak hem Avrupa ülkeleri hem geldiğimiz ülke için iştah kabartabilir.
Aynı güç, önümüzdeki dönemde çok daha sık gündeme gelecek olan Türkiye-AB ilişkilerinin “sivil boyut”unu oluşturabilir. Bu sivil boyut, ekonomik işbirliği, bilgi birliği, kültürel ve sosyal çalışmalarda da kullanılabilir.
Bunun içindir ki, bu görünmeyen güç üzerinde gerek Türkiye gerek içinde yaşanılan ülkelerin bu kitlenin faydasına olacak araştırmalar yapmaları gerekmektedir.

    Nisan 2004

Avrupa Türkleri ve Avrupa Parlamentosu Seçimleri
Bildiğiniz gibi, Hollanda’da geçtiğimiz dönemde mahalli seçimler, parlamento seçimleri ve eyalet seçimlerini yaşadık. Şimdi de Avrupa Parlamentosu seçimleriyle karşı karşıyayız. Haziran ayının ikinci haftası Avrupa Parlamentosu seçimleri yapılacak. Her seçimde olduğu gibi önümüzdeki günlerde yapılacak AP seçimlerinde de Avrupa’da yaşayan Türkler farklı partilerden adaylıklarını koymuş bulunuyor. Bu adaylardan hemen aklımıza gelenler Belçika’dan Fatma Pehlivan, Meryem Kaçar, Almanya’dan Vural Öger, Cem Özdemir, Ozan Ceyhun, Danimarka’dan İsminur Lone Yalçınkaya, Hollanda’dan Osman Elmacı, Emine Bozkurt ve diğer ülkelerden diğer adaylar. Hepsi farklı siyasî partilerden Avrupa Parlamentosu’na seçilmek için yarışıyor. Son bi kaç aydır, özellikle Avrupa Türk basınında Avrupa Parlamentosu seçimleri ile ilgili çok şeyler yazıldı, çizildi. Hattâ Zaman gazetesinden Ali İhsan Aydın köşesinde “Almanya’da, Belçika’da, Hollanda’da Türk kökenli AP adayları varken, neden Fransa’da Türk kökenli bir AP adayı yok” feryadı sonrasında, Fransa’da da Türk kökenli bir AP adayının olduğu ortaya çıktı.
Adaylarımızın önemli bir bölümü TRT Berlin Temsilciliğinin hazırladığı “Euroforum” adlı programa çıkarak kendilerini ve düşüncelerini anlatma fırsatı buldular.
Avrupa Parlamentosu’na aday olan Türk kökenlilerin hemen hemen hepsi sahasında uzman, başarılı, Avrupa konularını bilen, bazıları yıllardır politikanın içinde yer almış, gayretli insanlardır. Birçoğu sadece Avrupa’daki azınlık hakları veya entegrasyon gibi konularla görevlerini sınırlamayıp, Kıbrıs meselesi, Irak meselesi, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği gibi birçok konuda sorumluluklarının bilincinde olan insanlardır.
O zaman iş şimdi bize düşüyor; yani seçmene. Avrupa’nın muhtelif ülkelerine yayılmış ve Avrupa pasaportu taşıyan herkes hiç tereddüt etmeden sandık başına giderek kimi beğeniyorsa o adaya oyunu vermelidir.
Yazının başlığını okuyup, “Seçilenleri gördük, ne yaptılar ki, şimdi tekrar gelip oy istiyorlar,” gibi bir psikolojiye sakın kapılmayalım. Bazı vatandaşlarımızın yaptığı gibi postadan bize ulaşan seçim kartlarını geldikleri an yırtıp atmayalım. Seçilenlerden hemen icraat bekleyip, göremeyince de hüsrana uğramayalım.
Politikanın sonuçları günlük, haftalık veya aylık olamaz. Uzun soluklu bir iştir politika. Seçmiş olduğumuz insanların nasıl, nerede ve ne şekilde bizim beklentilerimize cevap vereceğini kestirmemiz zor. Ancak şuna inanmalıyız ki, siyasî katılım bizim için -Avrupa’daki Türk topluluğu için- uzun vadede çok önemlidir. En başta siyasî katılım entegrasyonun bir göstergesidir. Siyasî bilinç, sorumluluk almak, karar mekanizmalarına talip olmak, gelecekle ilgili kararlar verebilmek bir taraftan vatandaşlık görevi diğer taraftan mensup olduğumuz azınlık/göçmen kitlenin farklı alanlarda geride kalmışlığının/bırakılmışlığının mücadelesini vermektir.
Meseleye bu açıdan bakarsak politikacılardan soğumamız, onlara küsmemiz veya seçimlere ilgisiz kalmamız söz konusu olamaz, olmamalı da.
Bu yılki AP seçimleri bir taraftan Avrupa’daki Türk göçmenler için önem arz ederken (Avrupa’daki azınlıkların eşit hakları), diğer taraftan da, Aralık ayında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınması hususunda -Kopenhag kriterlerinin yerine getirilmesi hâlinde- da bir o kadar daha önem arz etmektedir. Hattâ, bazı siyasî partiler, Türkiye’nin AB’ye üyeliğini seçim malzemesi bile yapmaktadır. Bu da, Haziran ayında yapılacak AP seçimlerinin ne kadar önemli olduğunu bir defa daha göstermektedir.
Geçen ay İstanbul’da yapılan Eurovizyon Şarkı Yarışması’nın puanlamasında gösterilen gayretin aynısının Avrupa’nın muhtelif ülkelerindeki Avrupa Parlamentosu seçimleri için de gösterilmesi ne kadar yerinde bir davranış olur, anlatamam ki.
1,5 milyon Avrupa pasaportlu Türk’ün Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılması ve bunun siyasî güç olarak farklı partilere yansıması ne demektir, varın siz düşünün! Bu gücün bir “amaç birliği” içinde örgütlenmesi bir güç olarak birleşmesi, yan yana gelmesi veya harekete geçmesi ne demek, anlatmama gerek var mıdır?
Bir gün, bu ortak davranış –ki bu bir ortak bilinç meselesidir- sergilendiğinde, nasıl bugün Amerika’da başkan Bush’un Latin Amerikalılar önünde konuşması değişiyorsa, o zaman da Alman, Hollanda, Fransa ve Belçika devlet adamlarının Avrupalı Türklerin karşısında konuşmaları değişecektir.
Haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri bu sürecin bir başlangıcı, bir göstergesi olmalıdır. Bu bilinçle Avrupa Parlamentosu seçimlerine mutlaka katılalım.
Bu katılım, elbette barış için bir Avrupa’nın oluşmasına katkıda bulunmak, eşitlik ve adaletin hüküm sürdüğü bir Avrupa’ya katkıda bulunmak, insan haklarının, sosyal ve hukuk devletinin savunulduğu ve hakim olduğu bir Avrupa’ya katkıda bulunmak için olmalıdır. Demokrasi’nin sadece Avrupa’da değil, dünyanın her yerinde geçerli olmasını savunan bir Avrupa için AP seçimlerine katılmalıyız.

    Mayıs 2004

Ne Yapalım? Bu Saatten Sonra Solcu mu Olalım?
Bu satırları okuduğumuz sıralarda hareketli bir Avrupa Parlamentosu seçimlerini geride bırakmış olacağız. 10 Haziran’da Hollanda’da yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerine yerel halkın ilgisizliğini yenebilmek için farklı reklam metodlarıyla halk seçimlere özendirilirken, biz Türkler de ise tam tersine bir hal yaşandı. Sanki Türkiye’de seçimler yapılıyormuşcasına bir hareketlilik ve kıran kırana bir seçim heyecanı yaşandı.
Özellikle Almanya’dan seçimlere katılan ünlü Türk işadamı Vural Öger’in bir yemekte tarihçi Hans-Ullrich Wehler’in yaptığı şakaya(Sizi Viyana’da durdurmuştuk, şimdi de AB’ye almayacağız) karşılık yine bir şakayla (Kanuni Sultan Süleyman’ın yapamadığını Avrupa’da doğuran kadınlarımızın çocukları ile yapacağız) cevap vermesiyle Avrupa Palamentosu seçimlerinde gündeme oturan Türkler, başta Almanya olmak üzere Türklerin yaşadığı ülklerde siyasi partilerin de iştahlarını kabartan bir grup halini alıverdi. Hareketliliği gören Hollanda televizyonları sokağa ibnerek Türk seçmeninin ilgisini anlamak istiyorlardı. Sokakta yürüyen bir ev hanımına yaklaşan muhabir ‘AP seçimlerine neden bu kadar önem veriyorsunuz? ‘sorusuna aldığı cevap oldukca manidardı. Ev hanımı ‘Türk kökenli üyeleri de meclislerde görmek istoyoruz ve bununla gruru duyuyoruz’diyordu.
Kanaatimce Avrupa’daki Türkler bugüne kadar hiç bir şekilde geçtiğimiz günlerde yapılan AP seçimlerinde olduğu gibi hiç bir seçim gündemini işgal etmemişlerdi. Bu hareketlilikte elbette bu yılın Aralık ayında verilmesi beklenen Türkiye’nin AB’ye girme tarihi de sözkonusuyken, diğer taraftan Avrupa Türklerinin siyasete duydukları ilgi ve adayların iddialı olmalırıdır.
Hemen hemen her siyasi parti AP seçimlerinde Türkiye-AB ilişkilerini seçim malzemesi yaptı. Belkide yapmak zorunda kaldı. İsterseniz siyasi partilerin Türkiye-AB ilişkilerine dair düşüncelerine birer cümleyle hep birlikte bir göz atalım.
Hollanda siyasi partileri:
D’66(demokratlar)Türkiye’ye mutlaka bir tarih verilmeli ve Türkiye AB’ye girmelidir.Elbette Kopenhagen kriterleri yerine getirildiği takdirde.
Groen Links (Yesil Sol), Türkiye’nin AB’ye girmesini hararetle savunuyor ve bu yönde Joost Lagendijk öncülüğünde “Türkiye’ye bir şans tanıyalım”adıyla bir de kampanya başlattılar.
PvdA(İşçi Partisi)Türkiye’nin Kopenhagen kriterlerini yerine getirmesi halinde AB müzakereleri başlamalıdır.
CDA(Hiristiyan Demokratlar) Güçlü bir Avrupa için şu anda bekleme odasında olan ülkeler Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’nin kriterleri yerine getirmesi gerekiyor.
VVD(Liberaller)AB’ye yeni üyel alınması 2009’dan sonra değerlendirilmelidir.
Almanya siyasi partileri:
SPD (Sosyal Demokrat Parti) Türkiye’ye AB perspektifi sunulmalıdır.
CDU (Hiristiyan Demokrat Birlik Partisi) Türkiye’ye imtiyazlı ortaklık verilmelidir. Aralık ayında Türkiye’ye AB’yeüyelik perspektifinin verilmesine karşıyız.
CSU (Hiristiyan Sosyal Birlik Partisi) AB’nin dini kimliği Türkiye’nin alınmasına terstir.
Birlik 90/Yeşiller Partisi: Türkiye AB’ye entegre olmalıdır. AB dini bir proje olmayıp ‘sosyal bir proje’dir.
Hollanda ve Almanya siyasi partilerinin söylemlerinde açık ve şeçik görülüyorki, solcu partiler, sosyalistler, yeşil sol vs. Türkiye’nin AB’ye girmesini, kriterler yerine getirildiği takdirde, açıkca destekliyorlar. Bu yönde diğer partilerin kullandıkları argümentlerin geçersiz olduğunu salık veriyorlar.
Madolyonun birinci yüzü böyle.
Diğer yüzü ise şöyle. Avrupa’da gün geçtikce zorlaşan yaşam şartları karşısında yerli olmayanlara karşı yürütülen politikalarda da sağ partiler aşırılaşıp, neredeyse ırkçı bir tavır takınıyorlar.
Yıllardır Hollanda Liberal partisinde aktif görev yapmış, parti başkanlığı ve bu partiden içişleri bakanlığı ve başbakan yardımcılığı yapmış Hans Dijksal bile bir gazeteye yapmış olduğu açıklamayla mevcut hükümetin entegrasyon bakanı bayan Verdonk’un tutumundan endişe duyuyor ve sergilenen tavrın İkinci Dünya Savaşı’nı anımsattığını ifade ederek mevcut Liberalleri eleştiriyor. Gerçi Hollanda Liberallerini eleştirenler arasında Belçika Liberalleri ve Türkiye liberalleri de bulunuyor. Zira özgürlüğün, bireysel özgürlüğün çiğnenmesi ve hak ve hukukun ihlal edilmesi liberalizmin felsefesine ters düşmektedir.
Bir tarafta Türkiye AB ilişkilerinde Türkiye’nin AB’ye girmesini açıkca destekleyen ve savunan bir Avrupa Sol’u diğer tarafta ülkede işlerin iyi gitmemesinin faturasını yerli olmayanlara çıkarmaya çalışan bir Avrupa Sağ’ı.
Şimdi bütün bu gelişmelerden sonra insanın Avrupa’da solcu olası geliyor.
Ne yapalım bu saatten sonra Solcu mu olalım bilmem ki.

    Haziran 2004

Avrupa Türkleri de Avrupa Parlamentosunda
Avrupa Parlamentosu seçimlerinin Hollanda sonuçları açıklandığı günden itibaren bu hafta yazacağım yazının ne kadar karamsar olacağını düşünüp duruyordum. Zira yerlilerin seçimlere ilgilisizliği bir taraftayken, Türklerin ya da Türk kökenli adayların bunca propaganda çalışmalarını göz önüne aldığım zaman, bu sefer farklı bir AP seçimleri yaşadığımızın kanısına çoktan varmıştım bile. Hakikaten bugüne kadar Avrupa’daki Türkler hiçbir zaman böylesine bir seçim heyecanına tanık olmamıştı. Brüksel’den yazan Zaman gazetesi muhabiri Metin Keskin, “Belçika, Belçika olalı böyle bir seçim yaşamadı,” diyordu. Gerçekten de, ilk defa, “Avrupa Parlamentosu nedir?” “Hangi kararları alır?” “Göçmenler için neden önemlidir?” “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesinde rolü nedir?” gibi birçok soru Türk kökenli adaylar sayesinde Avrupa Türklerine açıklanmıştı.
Bütün bu yaşanan heyecandan sonra Türkler, toplu olarak seçime katılır, kullandıkları tercihli oylarla Türk kökenli adayları da Brüksel’e gönderir hayalindeydik.
Bu hayalimiz, sevgili genç arkadaşımız Erdinç Saçan’ın Rotterdam tercihli oylarını kamuoyuna duyurmasına kadar devam etti. Rotterdamlı Türklerin tercihli oy sayısı bizi hüsrana uğratmıştı. Hüsrana çeviren Rotterdam sonuçları şöyle:
Osman Elmacı 2102 oy (11.18 %), Emine Bozkurt 3176 oy (7.47 %), Doğan Gök 563 oy(5.02 %).
Bu sonuçları görünce yandık dedik. Zira Hollanda’da en büyük Türk grubu Rotterdam’da yaşıyor. En güçlü toplum örgütleri Rotterdam’da. Halk organize. Onlarca cami ve dernek AP seçimleriyle ilgili bilgilendirme toplantısı organize etmişti.
Kırkbinin üzerinde Türk’ün yaşadığı Rotterdam’da bu kadar oy çıktıysa diğer şehirlerde ne kadar tercihli oy çıkar varın siz düşünün artık, demeye başladık kendi aramızda. Hattâ Eindhoven’dan Kaya Turan Koçak telefonla aradı ve kendine göre yaptığı tahmini tercihli oy hesaplamasını açıklamasıyla bütün ümitlerimizi yavaş yavaş yitirmeye başlamıştık.
Bu moral bozukluğuna Hollanda’nın bazı şehirlerinden gelen tercihli oy oranı da [(meselâ Weert: Osman Elmacı (56), Emine Bozkurt (25), Doğan Gök (7) Dordrecht: Osman Elmacı (369), Emine Bozkurt (344), Doğan Gök (48) Amersfoort: Osman Elmacı (228), Emine Bozkurt (319), Doğan Gök (140) Tilburg: Osman Elmacı (207), Emine Bozkurt (274), Doğan Gök (89)] buna tuz biber olmuştu.
Artık, seçim sonuçlarının neden böyle olduğunu Türklerin neden sanıldığı gibi sandığa gitmediklerinin nedenlerini araştırmaya, tartışmaya ve analiz etmeye başlamıştık bile.
Kimimize göre vatandaşlarımız seçilenlere kızıp, sandık başına gitmedi. Kimisine göre adaylarımız yetersiz ve temsil gücü zayıf. Kimilerimize göre, adaylarımız iyi ama partileri yabancı düşmanı. Ve onlarca argüman.
Tam bu düşünceler içindeydik ki, gönlümüze su serpen bir haber aynen şöyleydi: “Almanya’dan AP’ye üç Türk kökenli milletvekili, Finlandiya’dan 1 Türk kökenli milletvekili gönderdik.” Buruk bir sevinç yaşadık o anda. Fazla sürmeden ikinci sevindirici haber ortalarda dolaşmaya başladı. O da Hollanda’dan Emine Bozkurt tercihli oylarla AP’ye seçildiği haberiydi.
Evet bu heyecanın, sevincin devam etmesini istiyoruz. Ümitliyiz. Zira Belçika’da, Fransa’da, Almanya’da daha tercihli oylar belirlenmedi. Kim bilir, tercihli oylarla belki birkaç Türk asıllı milletvekilini daha AP’ye gönderebiliriz…
Kaç gündür içimizi kaplayan karamsarlık tam olmasa da, yerini birazcık heyecan ve sevince terk etti. Oysa Türklerin kullanacakları bilinçli ve tercihli oylarla kaç tane Türk asıllı milletvekili arkadaşımız Brüksel’e gidebilirdi. Her hâlde bir başka seçime kaldı bu hayalimiz.
Bu yazının yazıldığı sıralarda beş Türk kökenli AP milletvekili Brüksel’e gitmeyi başardı. Bu başarı az olsa da, küçümsense de, yetmese de Avrupa Türklerinin temsilcilerinin artık Avrupa Parlamentosu’nda var olduğu gerçeğini değiştirmez.
Beş milletvekili ne yapacak gibi bir soru sakın sormayın. Bir milletvekili bile önemlidir. AP Hollanda milletvekili adayı Osman Elmacı’nın dediği gibi, bir bardak suda bir damla mürekkep olmak bile çok önemli bizim için.
Sadece Avrupa Türkleri için mi? Hayır. Hem de koskocaman bir “hayır”. Çünkü Türk kökenli AP milletvekillerinin Brüksel’de olmaları Türkiye için de çok önem arz ediyor. Seçilen arkadaşlarımız bunun bilincindeler.
Cem Özdemir (Yeşiller, Almanya) “Türkiye, Bulgaristan veya Romanya’dan daha kötü muamele görmemeli. Şartlar yerine getirilince AB üyelik görüşmeleri başlamalı. Bunun için ağırlığımızı koymak istiyoruz,” diyor.
Vural Öger (Sosyal Demokrat Parti, Almanya) “Türk kökenli bir milletvekiliyim ve öncelikle, Almanlara, bir Türk’ün de Almanya için çok güzel şeyler yapacağını ispatlamak istiyorum. Tabiî ki, Türkiye’nin AB serüveninde benim de katkım olacak,” düşüncesinde.
Diğerleri de aynı düşünceleri paylaşıyor. Geçtiğimiz hafta yapılan AP seçimleri bir taraftan, Avrupa Türklerinin artık en az beş milletvekiliyle AP’de temsil edilmelerini, diğer taraftan da, Türkiye’nin AB’ye giriş sürecine olumlu yönde katkıda bulunmayı beraberinde getirmektedir.
Hayırlı olmasını dilerken, Türk kökenli siyasetçilerin ve toplum öncülerinin Türklerin seçimlere az oranda (% 35) katılımlarının mutlaka iyi analiz etmeleri gerektiğini de belirtmek isterim. Hollanda’da sahip olduğumuz 135 bin oy potansiyelinden sandığa yansıyan sadece 45 bin oy. Bu düşündürücü değil mi?

    Haziran 2004

Hollanda Türk Toplumu Kanaat Liderleri Ortak Amaç Etrafında Toplanabilir
Türkevi Araştırmalar Merkezi ile Analitik Araştırmalar Enstitüsü’nün ortaklaşa yürüttükleri “Türkiye-AB ilişkilerinde Hollanda’daki Türklerin Rolü” konulu araştırmanın ikinci bölümü gerçekleştiriliyor. Birinci bölümünde Hollanda’daki Türk kuruluşlarıyla bir anket yapılmıştı. Araştırmanın ikinci bölümünde ise Doç. Dr. Talip Küçükcan ve Hüseyin Kocabıyık Hollanda Türk toplumu kanaat liderlerinden 25 kişiyle derinlemesine mülakat yapıyorlar.
Dört gün önce başlayan ve günde en az üç kişiyle yapılan derinlemesine mülakatlar tam dokuz gün sürecek. Katılma fırsatı bulduğum bazı mülakatlarda tahmin ettiğimizin üzerinde veriler ortaya çıkmakta.
Kanaat liderlerine sadece Türkiye-AB ilişkileri sorulmamakta elbette. Mülakat yapılanlara Hollanda Türk toplumunun ve kuruluşlarının içinde bulunduğu durum, sorunlar, öneriler gibi sorular da yöneltilmekte.
Araştırmanın sonuçları önümüzdeki aylarda açıklanacak. Ancak şu birkaç gün içinde yapmış olduğum gözlemler neticesinde ortaya çıkan ve toplumumuzu çok yakından ilgilendiren iki meseleye değinmek istiyorum. Bunlar: Türk kuruluşlarının uzmanlaşması ve Türk / Türkiye imajının düzeltilmesi.
Mülakat yapılan bazı kişilerin, Hollanda’daki Türk örgütlerinin literatürde yer aldığı şekilde sivil toplum kuruluşları olup olmadığı yönünde ciddi endişeleri var. Hollanda genelinde 1200’ü aşan kuruluşumuzun bir çoğu gönüllülük esasına göre kurulmuş örgütler. “Önceleri bir ihtiyaçtan dolayı -bir birleriyle buluşma, ibadet yapma, ortak etkinlikler düzenleme, yardımlaşma vs.– bir araya gelen insanlarımızın oluşturduğu kuruluşlar zaman içinde kendilerini yenilemeyi düşünmemişler,” diyor Apeldoorn’dan Olgun Akkaya Bey. Ancak sonraki yıllarda bu kuruluşlara farklı fonksiyonlar yüklenmiş. Hem hitap edilen cemaatin ihtiyaçları değişmiş hem içinde yaşadığımız toplumun ve Hollandalı kurumların beklentileri artmış. Bir şehirdeki Türk kuruluşu veya camii Hollandalılar tarafından her konuda aranıp, görüş istenir hâle gelmiş. Oysa, söz konusu kuruluşlarımızın hemen hemen çoğunun böyle bir ihtiyacı karşılayacak ne bir kadrosu ne de buna zamanı olan bir yöneticisi var. Yöneticilerin çoğu gündüz kendi işinde çalışıp, akşam saatleri ve hafta sonlarında cemiyet işlerine vakit ayırıyor. Ya da iş yerinden izin almak durumunda kalıyor. Bu ise, verimli ve uzmanlaşmış bir hizmetin verilmesini sağlamıyor.
Genel kanaat, Hollanda’daki kurumlarımızın artık yavaş yavaş uzmanlaşma yolunda adımlar atması ve bu yönde bir görüş ortaya koyması yönünde.
Diğer taraftan, mülakat sorularının içinde de yer aldığı üzere, Hollanda’da Türk veya Türkiye imajı son derece olumsuz. Bu konuda ciddi bir politika geliştirilmesinin altını çizen kanaat liderleri, bunun, sadece buradaki Türklerle olmasının mümkün olmadığını söylüyor ve Türkiye’nin de üzerine düşen görevi yerine getirmesi gerektiğini ekliyorlar.
Özellikle 11 Eylül’den sonra bu imajın daha da kötüleştiğine dikkat çekilirken, söz konusu imajın iyileştirilmesi ve olumlu yönde değiştirilmesinde yine toplumun biraya gelerek ortak amaç etrafında hareket etmeleri önerildi.
Yukarıda belirtilen iki noktanın yanı sıra benim şahsen gözlemlediğim bir diğer konu ise, özellikle yıllardır toplumun meseleleriyle yakından ilgilenmiş, zaman zaman yönetici olmuş insanların, tahminimizin dışında bir birikime sahip oldukları gerçeğiydi.
Meselâ yıllardır gazetecilik yaparak Türk ve Hollanda toplumunu çok iyi tanıyan İlhan Karacay’ın yaşadıkları, düşünceleri, tecrübeleri ve yazdıkları mutlaka yazılmalı, arşivlenmelidir.
Eski Hollanda Türk İslâm Kültür Dernekleri Federasyonu başkanı Mehmet Emin Ateş’in tecrübesi, olayları tahlili ve müthiş bağlantıları mutlaka ama mutlaka gelecek nesle bir şekilde miras olarak ulaştırılmalı.
Şu anda Türkler için Danışma Kurulu başkanlığını yapan Sabri Kenan Bağcı’nın örgütler tarihi ve bu konudaki bilgileri de mutlaka yazılmalı ve Hollanda Türk toplumuna bir miras olarak bırakılmalıdır.
Gülay Orhan, Cezmi Doğaner, Seçil Arda, İlhan Akel, Zeki Arslan, Hacı Karacaer, Adnan Dalkıran gibi sahasında uzmanlaşmış kişilerin iki toplum ilişkileri yönündeki tecrübeleri her iki toplumun yararına kullanılmalıdır.
Araştırmanın ilk günlerinde ortaya çıkan tablonun sevindirici tarafı ise, söz konusu kanaat liderlerinin ve Hollanda’daki toplumumuzun “amaç birliği” etrafında bir araya gelmeye hazır olduklarının açıkça ortaya çıkmasıydı.
Araştırmayla ilgili gözlemlerimizi ve elbette araştırma sonuçlarını hem bu satırlarda hem basınımızın diğer organlarında duyurmaya, ilan etmeye devam edeceğiz.

    Temmuz 2004

Hollanda Türkleri Türkiye-AB İlişkilerinde Engel mi Köprü mü?
Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin Hollanda genelinde 100 Türk kuruluşu ve 20 toplum kanaat önderiyle yaptığı derinlemesine mülakatın sonuçları Amsterdam’da düzenlenen bir toplantıyla kamuoyuna duyuruldu.
Yayınlanan araştırma ön raporunda söz konusu araştırmanın amacı şöyle açıklanıyor: “Araştırmanın temel amacı, Hollanda örneğinden hareketle Avrupa Türk sivil toplumu örgütlerinin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde yaratabileceği pozitif katkıları tespit etmek, Türkiye-Avrupa Birliği yakınlaşmasında bu tür kurumlara düşen rolleri belirlemek ve bu yönde atılacak adımların ve takip edilecek politikaların belirlenmesine katkıda bulunmaktır. Araştırma, Avrupa Türk sivil toplum kuruluşlarının siyasal partiler, kamu kuruluşları, basın ve yayın organları ile eğitim kurumlarında Türkiye lehinde kamuoyu yaratma potansiyelinin nasıl formüle edileceğine ve bunun için hangi yöntemlere başvurulması gerektiğine ilişkin öneriler sunmayı amaçlamaktadır.
Bu araştırma, uzun vadeli politikaların oluşmasına katkıda bulunmayı amaçlamakla birlikte, kısa dönemde de Türk sivil toplum kuruluşlarının etkinlikleri yoluyla Aralık ayında Hollanda’nın dönem başkanlığında yapılacak Türkiye – AB görüşmelerini olumlu etkilemeyi de amaçlamaktadır.”
Araştırma Doç. Dr. Talip Küçükcan, Analitik Araştırma Merkezi’nden Hüseyin Kocabıyık ve bu satırların yazarı tarafından gerçekleştirilmiştir. Araştırmaya katılan kuruluşların yarıdan fazlası (yüzde 55,6) yerel düzeyde, yüzde 31,4’ü ulusal düzeyde faaliyet yürüttüklerini belirtmekte; yani yüzde 87 gibi büyük çoğunluğu Hollanda’yı merkez aldıklarını ifade etmektedir. Bu oldukça anlamlı bir bulgudur çünkü bu, kuruluşların faaliyet alanı olarak içinde yaşadıkları toplumu ve ülkeyi seçtiklerini, sorunlarının çözümü için bu ülke ve toplumun imkânlarından yararlanmayı hedeflediklerini, çözümü başka yerde değil Hollanda’da aramayı tercih ettiklerini göstermektedir.
Diğer taraftan, araştırmaya katılan Hollanda Türk sivil kuruluşlarının temel amaçları kültür, kimlik, entegrasyon, siyasî temsil ve temel insan hakları ile ekonomi üzerine yoğunlaşmaktadır. Araştırma verilerine göre, örgütlerin yüzde 16,7’si Türk kültür değerlerini tanıtmak amacıyla kurulmuştur. Hedef kitle olarak öncelikle Türkler ve sonra da Hollanda toplumu seçilmiştir. Kuşkusuz kültürel değerlerin tanıtılması amacının gerisinde kültürel değerleri ve kültürel kimliği yaşatma, genç kuşaklara aktarma ve kimlik krizine engel olma çabaları vardır. Türkler kendi kimlikleri ile Hollanda’da var olmaya ve asimile olma tehlikesine karşı kendi kültür değerlerini koruyarak Hollanda toplumu ile bütünleşme eğilimindedir. Bu nedenle de dil, müzik ve gelenekler gibi kültürel değerlerin bir taraftan genç kuşaklara aktarılmasına çalışılmakta, diğer taraftan da bu değerlerin Hollanda toplumundaki baskın değerlerle çatışmadığı gösterilmeye çalışılmaktadır.
Türk sivil kuruluşların etkinliklerinin yüzde 38,9’una Türkler, Hollandalılar ve ülkedeki diğer etnik azınlıklar katılırken, yüzde 31,5’nin etkinliklerine Türkler ve Hollandalılar katılmaktadır. Türklerden başka katılımcılara açık olan etkinlik oranları toplandığında bu oranların toplamı yüzde 70,4 olarak karşımıza çıkmaktadır.
Son zamanlarda sıkça tartışılan konulardan entegrasyon konusunda Türk kuruluşlarının düşünceleri Hollanda basınına yansıdığından daha farklı bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Araştırmaya katılan Türk sivil toplum kuruluşlarının yüzde 94,4’ü Türklerin Hollanda toplumuna entegre olmasını desteklediklerini belirtmektedir. Entegrasyon sürecini desteklemenin gerisinde artık Türklerin Hollanda’ya yerleştikleri, Hollanda vatandaşı oldukları, çocukların bu ülkede doğup büyüdükleri ve karşılaşılan sorunların en aza indirgenmesi ve çözülebilmesi için Hollanda toplumu ile içe içe ve uyum içinde yaşanılması gerektiği gibi fikirler yer almaktadır. Entegrasyonu destekleyen kuruluşlar, çatışma ve sürtüşmenin yararı olmadığına inanmaktadır. Türklerin Hollanda toplumuna entegre olmasını desteklemeyen kuruluşların oranı ise sadece yüzde 5,6 seviyesindedir ki, bu kuruluşların bir kısmı entegrasyonu asimilasyon ve kültürel kimlik kaybı olarak yorumladıklarından dolayı bu süreci desteklemediklerini belirtmiştir.
Türkiye-AB ilişkilerinde ise, Hollanda Türk kuruluşları şöyle düşünmekte: Araştırmaya katılan Hollanda Türk sivil toplum kuruluşlarının yüzde 88,9’u Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemekte ve bunun Türkiye açısından yararlı olacağını düşünmektedir. Türkiye’nin AB üyeliğinin Türkiye’ye zarar vereceğini düşünen ve bu nedenle üyeliği desteklemeyenlerin oranı ise sadece yüzde 3,7 olarak saptanmıştır. Yüzde 7,4’nün ise bu konuda kararsız olduğu görülmüştür.
Türkiye-AB ilişkilerinde Avrupa Türkleri köprü mü yoksa engel mi sorusuna verilen cevaplar ise şöyle: Kuruluşların yüzde 72,2’si Avrupalı ve Hollandalı Türklerin, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde bir köprü olduğunu ve bu sürece olumlu katkılar yapabileceğini belirtmektedir. Bu görüşü savunanlar Avrupalı ve Hollandalı Türklerin artık belirli bir birikime ulaştıklarını ve yaşadıkları ülkelerde kamuoyu, medya ve karar verme mekanizmalarını etkileyebilecek bir potansiyele ulaştıklarını belirtmektedir. Avrupalı Türklerin üyelik sürecinde Türkiye’nin doğal elçiliğini yapabileceklerini ve yukarıda işaret edilen potansiyelin verimli ve aktif bir şekilde kullanılması ve mobilize edilmesi durumunda Türklerin AB ve Türkiye arasında köprü olabileceğini belirtmektedirler. Araştırmaya katılan kuruşluların yüzde 22,2’si ise Avrupalı ve Hollandalı Türklerin, Türkiye’nin AB üyeliğinde ne engel ne de köprü olabileceğini, herhangi bir etkilerinin olmayacağını ifade etmiştir. Bu veriler, Avrupalı ve Hollandalı Türklerin azımsanmayacak bir kısmının Türklerin ulaştıkları sosyal, ekonomik ve siyasal potansiyeli göremediklerini ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan, araştırmaya katılan kuruluşların sadece yüzde 5,6’sı Avrupalı ve Hollandalı Türklerin köprü olmaktan çok engel olacaklarını ve bu süreci olumsuz etkileyeceklerini belirtmiştir.
Evet yukarıdaki alan araştırması sonuçlarında da görüleceği üzere, Türkiye-AB ilişkilerinde Avrupa Türklerinin önemli bir görevi bulunmaktadır. Türkiye-AB üyelik sürecine olumlu yönde katkıda bulunacaklardır. Artık hem Türkiye için hem Avrupa Türkleri için yepyeni bir süreç başlamıştır. Bu sürecin hepimize hayırlı sonuçlar getireceğine inanmaktayım.

    Ekim 2004

Avrupa Bilinci ve Din Tecrübesi
Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliği Avrupa’da din anlayışını yeniden gündeme getirdi. Daha doğrusu Avrupa’da din tartışmasını gündeme taşıyan son gelişmelerden biri oldu. 11 Eylül’le başlayan özellikle islam ve müslümanlar üzerine yoğunlaşan tartışma, Madrid olayları ve Theo van Gogh cinayetiyle zaten ayyuka çıkmıştı. Tartışmaların merkezinde mülümanlar bulunurken, genel anlamda din anlayışı zihinleri karıştırmaya devam ediyordu.
Avrupalı yazarlar, düşünürler bu konuda birbirinden ilginç görüşlerini ve yorumlamalarını açıklamaya devam ediyorlar. Bunlardan bir tanesi de ‘Die Zeit’ gazetesi redaktörü Jan Ross. Ross Avrupa’nın günümüzde islam’la konfrontasyonunu tarihe, geleneğe ve kimlik problemine göndermeler yaparak açıklamaya çalışıyor.
Jan Ross son yılların en ateşli tartışmalarından ‘baş örtüşü yasağı tartışmaları’nı örnek göstererek şunları söylüyor.
Mesela başörtüsü meselesiyle birlikte Avrupa’nın değişik ülkelerinde din ve devlet arasındaki ilişkiler bile tartışma gündemine gelmiş ve bu konuda yani din ve devlet işlerinin birbirinden kesinlikle ayrı olduğu noktasında batılılar arasında da düşünce farklılığı ortaya çıkmıştır. Başörtü yasağının annesi olarak bilinen, Baden-Württembergense’li Annette Schaven’a göre başörtü tartışması sınırları aşan siyasi-dini bir tartışma olmuş ve ‘Avrupa’da Hakim Kültür’ tartışmasını başlatmıştır.
Aynı tartışma, istisnalar hariç, Avrupa’da farklı dinler arasındaki dayanışmayı beraberinde getirmiştir. Tartışmalar Kilise ile Caminin birbirinden pekte uzak olmadıklarını göstermiştir.
Jan Ross diğer taraftan, Avrupa’nın islam meselesinde dini tolerans sınavından geçtiğini düşünmek nayiflik olduğunu söylerken, meselenin siyasi bir mesele olduğuna dikkat çekmektedir.
Diğer taraftan bazı optimistlerin ‘Euro-Islam’ı ümit ettiklerini belirten Ross, Euro-Islam’ın güya Arab ve Anadolu kültürü etkisinden kurtulacağının varsayılmakta.
Avrupa’nın islam’la ilişkisi bir kimlik meselesidir. Bu mesele yüzyıllardır boyu devam edegelmiştir. Haçlı seferleri, Endülüs’de müslümanlarla yapılan meydan savaşları, Osmanlının Viyana’ya dayanması hep bu ilişkinin bir parçası olmuştur. Böyle bir geçmişe sahip Avrupalı Türkiye’nin Avrupa Birliğine alınmasıyla Avrupa Birliğinin hala Avrupa Birliği olduğunun korkosunu yaşamaktadır. Kreuzberg hala Almanya’nın Kreuzberg’i mi olacak yoksa Kreuzberg küçük İstanbul mu olacak endişeleri yaşamaktadır.
Avrupa düşünce tarihinde farklı gelişmeler yaşandı. Bunlardan bazıları: meşhur Otuz yıl savaşları, feodalisme karşı koyuş’tur. Diğer taraftan aynı gelenekte özgürlük kiliseye karşı mücadeleyle elde edildi. Kiliseye karşı girişilen mücadele sonunda Avrupalı kafalarda din ‘tarihi suçlu’ olarak yer etmiştir.
Bugün yeni dine ve mensuplarına karşı takınılan tavrın temellerinde bunu aramak yani kollektif hafızayı ve ‘tarihi suçlu’yu aramak gerekir diyor Jan Ross.
Bu tecrübenin sadece Avrupa’ya ait olduğunu, Amerika’da böyle bir mücadelenin yaşanmadığını ve bu tecrübenin diğer medeniyetlere zor anlatılacağının altını çizen Ross, Fransız laiklerin işlerinin bir hayli zor olduğunu düşünmekte.
Avrupa’nın islam’la karşılaşması ‘tarihi suçlu’ ortak hafızasını aktüelleştirmiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliğine alınmasındaki tartışmaların gerisinde bir noktada bu mantık yatmaktadır.
Esasen bu problem ne Türkiye’nin ne de Avrupa Birliği’nin problemidir. Bu problem yani Avrupa’nın din ilişkisindeki problemi çok derinlerdedir. Köklerin oluşmasında, şuurlatında var olan bir problemdir. Dolayısiyle Avrupa’nın islam’la ilişkisi ve müslümanlara karşı tutumu Avrupa’nın hristiyan oluşundan kaynaklanmamaktadır. Problem modern tüketici toplumun farklı değerlerinin olmasındadır. Bu aynı zamanda Batı’nın bir kimlik sorunudur. Bir miras sorunudur diyor Die Zeit gazetesi redaktörü Jan Ross.
Avrupa Birliği Türkiye entegrasyon sürecinde Batı’nın yukarıdaki din anlayışı, kiliseye duyduğu şüphe ve ‘tarihi suçluluk’ hep karşımıza çıkacaktır. Oysa islam’ın ya da müslümanların böyle tarihsel bir tecrübeleri olmamıştır. Müslümanlar cami’ye karşı bir mücadele vererek örgürlük elde etmemişlerdir. Cami hiç bir zaman güç ve kuvvet’in temsilcisi olmamış ve bireyle Allah arasında bir geçiş sağlamamıştır. Bu farkı artık önümüzdeki dönemde hem kendimiz hem içinde yaşadığımız insanalara anlatmamız gerekmektedir. Söz konusu teolojik sorun göz önüne alındığında Avrpa Birliği sürecinde din önemli bir alan olmaya devam edecektir. Uzmanların bu konuda görüş ve yorum üzretmeleri ve Batı’daki müslümanları destekleyerek Batılıya bizde ‘tarihi suçlu’ psikolojisinin olmadığı anlatılmalıdır.

    Ocak 2005

Korku Psikolojisi ve Bakan Verdonk
Halkın korkularında devletin oluşturduğu örneklerin çok büyük etkisi vardır. Devletin ya da resmi makamların gösterdikleri korku belirtisi, halkta yalnız ortada bir tehlike olduğu düşüncesini uyandırmakla kalmaz, aynı zamanda halkın devletten görebileceği himayeye olan güvenini de zayıflatır. Bunları yazmamın nedeni Hollanda’nın son hâli…
Hollanda’da korku psikolojisi gün geçtikçe yayılıyor. Kimden korkuluyor? Niçin korkuluyor? Bunları sormamıza gerek var mı? Son bir haftanın gazete başlıklarını hatırlayalım: “Entegrasyon Bakanı Verdonk üç Arap asıllı imamı sınır dışı ediyor”; ertesi gün “Bakan Verdonk bir Türk asıllı imamı sınır dışı ediyor”, “Bu imamlar Hollanda’da istenmeyen insanlar olarak ilan edildi”, vs. haberler karşısında belediye başkanları şaşkın, hukukçular şaşkın, örgütler ve camiler şaşkın. Ya bireyler, ya halk; onlar da şaşkın. Sadece şakın mı? Hayır bir çoğu korku içinde…
Söz konusu haberlerin ne kadar aslı var tartışma konusu. Zira, sınır dışı edileceği söylenen Türk asıllı imam İskender Paşa Camii Derneği başkanının yapmış olduğu basın toplantısında, “Ben buradayım, beni nasıl sınır dışı etmişler?” sorusunu soruyor, basın mensuplarına.
Peki Entegrasyon Bakanı Verdonk neden böyle bir yol izliyor? Ortada hukukî bir karar yok. Tespit edilmiş, mahkeme olmuş ve ceza giymiş imamlar yok. Güya gelen bilgilere göre söz konusu imamlar gençleri radikal fikirlere yöneltiyorlarmış. Haber alma teşkilatı böyle bir haber sızdırmış.
Hollanda sanki polis devleti mi?
Hukukun üstünlüğü nerede kaldı peki?
Korku saçmanın mantığı nedir?
Neden insanlar korku içinde yaşasın ki?
Korku psikolojisinin bilmediğimiz bir amacı mı var?
Ve alt alta sıralanacak onlarca soru. Korku psikolojisi denilince geçtiğimiz dönemde Amerika seçimleri ve Amerikalıların korku psikolojisi içinde tekrar Başkan Bush’u seçmeleri geliyor aklımıza. Bilindiği gibi, “Başkan Bush’un seçimlerdeki zaferinin en önemli ‘iki’ nedeni olarak, kampanyası boyunca her fırsatta vurguladığı terörizmle mücadele ve ahlâki değerler öne çıkmıştı. Meselâ oyunu kullanan 13531 seçmen denek alınarak gerçekleştirilen bir kamuoyu yoklaması, ekonomideki kötü durum ve Irak’a rağmen, Bush’un, ‘terörle mücadelede güçlü ve ahlâki değerlere sahip bir lider’ imajını verme stratejisinin iyi işlediğini açıkça ortaya koyuyordu’.
Başkan Bush, 11 Eylül’ün Amerika’nın korku psikolojisini nasıl etkilediğini iyi hesaplamıştı. Onun için terörizmle mücadelede ödün verilmemesi gerektiğini sık sık vurgulamıştı. Ve böylece “korku psikolojisi” Başkan Bush’un tekrar seçilmesini sağlamıştı.
Peki önümüzde Hollanda’da seçimler mi var sorusu geliyor hemen aklımıza. Hani insanın aklına Bakan Verdonk’un, Başkan Bush’tan esinlenerek aynı metodu mu kulladığı sorusu geliyor.
Üstelik Hollanda’daki bu gelişmeler yani korku psikolojisinin yayılması Başkan Bush’un Avrupa gezisi günlerine rastlıyor. Hem de başkan Bush’un Hollanda’yı azarladığı bir dönem. Gerçi Başkan Bush, Hollanda ne yapıyorsun, azınlıklara böyle mi davranılır türünden serzenişte bulunuyordu.
İnsanın aklına, Bayan Verdonk’un seçimlere kadar müslümanların üzerinden Hollanda’da korku yayacağı ve seçimlerde yüksek oy alacağı geliveriyor.
Asılsız, yersiz, çoğu düzmece bilgilerle halk neden panik ve korkuya itiliyor anlamak gerçekten zor.
Gerçi Verdonk’un açıklamalarına, yapmak isteği uygulamalarına karşı çıkan, bunların yanlış olduğunu söyleyen sağ duyulu Hollandalılar da yok değil, ancak basında yer alan haberler halkı ürkütmeye, endişelendirmeye yetip artıyor bile.
Her gün, gazeteleri, “Acaba bugün Müslümanlarla ilgili hangi haber var? Kim nerede ne yanlış yapmış?” sorularını sorarak okumaya başlıyoruz. Ortadoğu’da olan gelişmeleri zaten kanıksadık. Oradaki gelişmelerin de elbette ilişkilerimize zararı ve etkisi var ancak, Hollanda’daki gelişmeler her gün yüz yüze olduğumuz insanlarla ilişkilerimizin bozulmasına yol açıyor. Kırk yıldır birlikte olduğunuz insanların son gelişmelerden etkilendiklerini ve tavırlarının nasıl değiştiğini her gün tecrübe etmekteyiz.
Son olarak korku içinde yetişen nesiller, yani Hollanda’daki tüm çocuklar ve özelde Hollandalı olmayan toplulukların çocukları entelektüel ve yaratıcı kapasitelerinin bir bölümünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.
Zaten son gruptaki çocuklar kendilerini ispat için olağanüstü bir enerji harcıyorlar. Siz bu çocukları korku psikolojisinin içine çekerseniz toplumun geneline zarar vermiş olusunuz.
Bakan Verdonk kuvvetle ihtimal ki bütün bunları biliyordur. Ancak provakatif konuşmalarına devam etmektedir. Toplum mühendisliği yapıyor sanki Bakan Verdonk.

    Mart 2005

Tarihî Buluşma, Tarihî Konuşma
Bu satırlarda Hollanda’ya gerçekleşen Türk işçi göçünün 40. yılı kutlamalarını kaç kez okudunuz bilemiyorum. Çünkü 1964 yılında Türkiye ile Hollanda arasında yapılan işgücü anlaşmasının üzerinden tam kırk yıl geçti. Kırk yıl içinde önceleri çalışmak, para kazanıp memlekete geri dönmek üzere Hollanda’ya gelen Türkler, aradan geçen zaman içinde yaşadıkları toplumun birçok katmanında çok ciddi yol aldılar. Hollanda’daki Türkler yerel yönetimler, eyalet yönetimleri, parlamento ve Avrupa Parlamentosu’nda temsil edildiler. Girişimcilikte Hollanda’daki diğer etnik azınlıklara göre en atılgan grubu oluşturdular. Kurmuş oldukları yerel, ulusal ve uluslararası örgütlerle yine diğer etnik azınlık gruplarına göre çok daha organize olmuş bir topluluk olarak karşımıza çıktılar.
Kendilerini Avrupa Türklerinin bir parçası olarak gören Hollanda Türkleri bir taraftan yaşadıkları ülke için bir takım sorumluluklar üstlenirlerken, diğer taraftan da, köklerinin uzandığı Türkiye için de bir şeyler yapabilmenin yollarını aramaktadır. 1964 yılında sayıları sadece 100 olan Türklerin 2004 yılında sayıları 400.000’e ulaşmıştır. Bu sayının yarıdan fazlası da Hollanda vatandaşlığını almıştır.
Peki bütün bu olumlu gelişmeler kutlanmaya, anılmaya, ifade edilmeye, anlatılmaya layık değil mi?
İşte, bunun için, geçtiğimiz yıl Hollanda’da İşgücü Göçünün 40. Yılı. törenlerle kutlandı. Yıl boyu toplantılar düzenlendi. Sivil toplum kuruluşlarının ileri gelen mensupları, yerli ve yabancı politikacılar toplantılarda yerlerini aldı, çeşitli konuşmalar yapıldı.
Göçün 40.yıl dönümünü birçok kuruluş gibi Türkevi Derneği de çok yönlü etkinliklerle kutladı. Kutlamalar çerçevesinde 4 DVD film, 1 CD ve kaset, 2 araştırma kitabı, 5 edebiyat kitabı, 900 kişinin katıldığı 40. yıl kutlamaları etkinliği organizasyonu gerçekleştirdi.
Ve son olarak Rotterdam’da yaşayan yazar Yavuz Nufel tarafından hazırlanan 40 Yıl, 40 İnsan, 40 Öykü adlı kitabı yayınlandı.
Geçtiğimiz hafta Amsterdam’da bu kitabın tanıtım toplantısı yapıldı. Kitap adından da anlaşılacağı üzere Hollanda’da yaşayan ve farklı alanlarda başarılı olan 40 Türk’ün öyküsünü işlemekte. Şair ve yazar Yavuz Nufel 40 kişiyle derinlemesine yapmış olduğu söyleşilerini bu kitapta birleştirmiş. Kitapta yer alan bazı isimler şöyle: Funda Müjde (sanatçı ve de Telegraaf gazetesi köşe yazarı), İlhan Akel (Hollanda Yabancılar Merkezi Müdürü), Gülay Orhan (Yılın Başarılı Göçmen Girişimcisi), Hasan ve Hatice Güney (Kutsal Ana), Hacı Karacaer (Milli Görüş Müdürü), Hatice Can Engin (Türkler için Danışma Kurulu Müdürü), İlhan Karacay (Gazeteci, Yazar), Ali İhsan Ünal (eski Delfthaven Belediye Başkanı), Cezmi Doğaner (DSDF başkanı), Adnan Dalkıran (Kulsan Vakfı Başkanı), Mehmet Hasançebi (Fly Air ve Sultan Reizen sahibi), Ferruh Başaran (Dostluk Vakfı Başkanı), Yalçın Çakır (Gazeteci), Sabri Kenan Bağcı (IOT başkanı), Dr. Halit Umar, Prof. Dr. Sevil Sarıyıldız, vd.
Tanıtım toplantısına kitapta yer alan isimlerin yanı sıra oldukça saygın ve kalabalık bir kitle katıldı. Toplantının şeref konukları arasında Yurtdışındaki Türklerden de sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet S. Aydın, T. C. Lahey Büyükelçisi Tacan ildem, T. C. Deventer Başkonsolosu Orhan Ertuğruloğlu, T. C. Lahey Büyükelçiliği Din Hizmetleri Müşaviri Yusuf Kalkan, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Görmez de vardı. Tanıtım toplantısına Almanya’dan Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mahmut Cebi ve Amerika’dan Türk Amerikan Dernekleri Asamblesi Başkanı Cengiz Vural da katıldı.
Toplantının tarihî olmasının iki nedeni vardı. Bunlardan bir tanesi hiç şüphesiz salonu dolduran katılımcıların Hollanda Türk toplumunun farklı kesimlerinden olmasıydı. Yıllardır birbirlerine belki selam bile vermekten kaçınanlar bu toplantıda yan yana oturmakta, birbirlerine selam vermekte, tokalaşmakta, gülümsemekte ve yakınlaşmaktaydı. Bu tablo toplumumuz arasında belki çok arzu edilmesine rağmen çok az görünen ve çok nadir oluşan bir tabloydu. Bu tablo bana göre artık farklılıklar içinde bir araya gelebilmenin erdemine yaklaşılmasıdır. Bu tablo bize artık, “Türk toplumunun bireyleri ‘amaç birliğ’ doğrultusunda isterlerse bir araya gelebilirler”in bir mesajıdır. İşte bu resim, yani Hollanda Türk toplumunun ortak resmi bizi ve birçok katılımcıyı ne kadar memnun etmiştir anlatılmaz.
Diğer taraftan, bu, her ne kadar Yavuz Nufel’in kitabının tanıtım amaçlı bir toplantı olsa da, Devlet Bakanı Mehmet S. Aydın’ın yapmış olduğu konuşma da bir o kadar ön plândaydı. Toplantı sonrasında gelen telefonlardan aldığımız tepkiler, Sayın Bakanın konuşmasını, Eindhoven’dan Kaya Koçak’ın ifadesiyle, “tarihî” olarak nitelemekteydi. Bakan Aydın Hollanda’daki öykü yazdıran Türklere teşekkür etti etmesine de, gel gör ki konuşurken bir türlü his ve heyecandan kendisini alamıyordu. Zira öyküler Sayın Aydın’ı beş, on, on beş yıl önceki Hollanda’ya götürüyor ve o günkü çocukların ve gençlerin nerelere geldiklerini düşündükçe heyecanlanıyordu. Bakan Aydın’ın duygusal ortamdan kurtulması neredeyse beş on dakika sürmüştü. Artık, konu, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileriydi. Bakan Aydın bu ilişkileri üçe ayırıyor ve kendisini en çok ilgilendiren kültürel uyum yani karşılıklı kültürel tanışma üzerinde duruyordu. Karşılaştığı olaylar Bat’nın Türkiye’yi ve Türk kültürünü, ahlâkını, değerlerini ve normlarını yeterince bilmedikleriydi. Avrupa değerlerinin ya da evrensel norm ve değerlerin hiçbiri bizim kültürel değerlerimizle çatışmıyordu. Adalet bizim en önemli değerimizdi. Bizim zihniyetimizde hiçbir zaman bir millete, bir kavme bizden ayrı olduğu için “anti”lik duyulmamıştır. Bakan Aydın, Türkiye-Avrupa Birliği projesi bir medeniyetler buluşması projesidir,” diyordu. Bunun için, Türkiye’nin AB üyeliği sadece Türkiye’yi değil birçok kesimi yakından ilgilendirmektedir, bu proje global bir projedir, Türkiye’nin AB üyeliği sıradan bir üyelik değildir,” diyordu Sayın Aydın.
Amsterdam toplantısı bir taraftan 40 yılın duygu yüklü anıları diğer taraftan önümüzdeki zorlu sürecin, Türkiye-AB ilişkilerinin başlangıcını haber veriyordu. Velhasıl, Amsterdam sevgili Yavuz Nufel’in yazdığı kitabın tanıtım vesilesiyle tarihî bir toplantıya ve tarihî bir konuşmaya şahit oldu.

    Mart 2005

Türkiye-AB İlişkileri ve Sivil Toplum Kuruluşları ve Ortak Çalışma –Hollanda Örneği- (1)
Sayın bakan, vali, belediye başkanı, sivil toplum kuruluşları temsilcileri ve basın mensupları; sözlerime, 2004 yılına bazı atıflar yaparak başlamak istiyorum. Eğer 2004 yılı, daha doğrusu 17 Aralık 2004 tarihi Türkiye ve Avrupa Birliği için tarihi bir kararsa, ki ben de o tarihte verilen kararı “tarihi bir karar” olarak görenlerdenim, o zaman gerçekten 2004 yılı bizim için, ülkemiz ve insanlarımız için tarihi bir karar olmuştur. Aynı zamanda tarihi bir dönemeç olmuştur. Buradan hareketle, Avrupa’da hayatını sürdüren bir Türk vatandaşı olarak 2004 yılını yakından izleme imkanı buldum. Olayları ve gelişmeleri sıcağı sıcağına takip ettim. Şunu çok açık bir şekilde söyleyebilirim. 2004 yılında Türkiye, Avrupa basınında son çeyrek yüzyılın en çok ve en geniş yer verilen bir haber ve tartışma konusuydu. Bazen günlük gazetelerde Türkiye ve Türkler hakkında çıkan yazıları bir günde okuyamıyorduk. O hale gelmiştik ki bizimle ilgili haberleri okumaya yetişemiyorduk. Kaldı ki bazılarına cevaplar yazalım. Özellikle başbakan Erdoğan ve beraberindeki ekibin her hangi bir Avrupa ülkesine yaptıkları seyahat sonrası, tüm basın dikkatleri bu noktaya çekiyordu. Yıl boyu verilen diplomasi mücadelesi, ikili ilişkiler, organizasyonlar elbette ilk önce Batılı politikacıların ve yönetici kesimin Türkiye hakkındaki düşüncelerini olumlu yönde etkiliyordu. Karar vericiler, her ne kadar arkalarındaki kitlelerin duruşlarını hesap etseler de, 17 Aralık 2004 tarihinde tarihi bir karar vereceklerinin mutlaka bilincindeydiler. Ve sonuçta, uzun ve çetin pazarlıklardan sonra Türkiye ile müzakereler için bir tarih tespit edildi. Tam bu tarihi karar sonrası Hollanda gazeteleri, o zaman AB dönem başkanı da, Hollanda başbakanı Balkenende için “Balkenende Az Kalsın Ege Denizinde Boğuluyordu” diye başlık atmışlardı.
Ancak her şey rağmen karar alınmıştı. Artık Türkiye ve bizim için zorlu bir on yıl dönemi başlamıştı. Elbette bu işin bir tarafıydı. Yani resmi tarafı. Hükümetler arası, devletler arası bir ilişki, bir pazarlık ve bir karardı bu karar.
Bu işin bir de sivil tarafı vardı. 2004 yılında resmi gelişmeler yanı sıra sivil girişimlerde yapıldı. Hem Türk tarafı hem Batılı sivil toplum örgütleri Türkiye-AB ilişkileri sürecinde, özellikle 2004 yılında aktif oldular. Bazı Türk STK’lar, mesela TÜSİAD, Brüksel’de büro açtı, gelişmeleri çok yakından takip etti.
Diğer taraftan onlarca Batılı, Hollanda sivil toplum örgütü düzenledikleri seminer, sempozyum panel ve yaptıkları araştırmalarla Türkiye-AB ilişkiler sürecine kendilerince katkıda bulundular. Avrupa ülkelerinde yerleşik hayata geçen Türklerin kurmuş oldukları sivil toplum örgütleri de bu yönde etkinlikler yaptılar. Bunlardan bir tanesi Amsterdam Türkevi Araştırmalar Merkezi idi (merkezin geçen yıl Hollanda’da gerçekleştirdiği araştırmadan birazdan örnekler sunacağım).
Kısacası bir taraftan resmi girişimler diğer taraftan sivil girişimlerle geçtiğimiz yıl, oldukça önemli bir yol alındı Türkiye-AB ilişkilerinde. Ancak tüm bunlara rağmen, karar öncesi Batılı ülkelerin halkları arasında yapılan araştırmalarda Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı çıkan önemli bir kesim olduğu da ortaya çıktı. Her ne kadar bu insanların Türkiye ve Türkler hakkına ikna edilmeleri o ülkelerin siyasilerinin sorunu olarak görülse de, bu konuda, sivil girişimlerin de bir o kadar üzerine görev düştüğü kanaatindeyim. Buradan hareketle bugün burada düzenlenen bu toplantının dahi bu sürece kendi çapında katkıda bulunacağına inanmaktayım. Nasıl katkıda bulunabilir sorusuna geçmeden önce, Avrupa’da özelde Hollanda’da ileride birlikte çalışılacak Sivil toplum kuruluşlarını temsil eden kitlelerin genel anlamda Türkiye-AB ilişkileri hakkında neler düşündüklerine kısaca bir göz atmak istiyorum.
Türkiye’nin AB’ye üye olmasına karşı olanların bazı iddiaları şöyleydi: – Türkiye tarihi açıdan bir Avrupa ülkesi değil. Osmanlı İmparatorluğu tarih boyunca Avrupa ile çatışma içinde oldu, dolayısıyla Türkiye kültürel ve dini olarak Avrupalı değil, – Türkiye üye olduğu takdirde, AB’nin sınırları İran, Irak ve Suriye’ye dayanacak. O zaman Rusya, İsrail veya Fas ne olacak? – Türkiye üye olursa, serbest dolaşım hakkına kavuşan milyonlarca insan Avrupa’ya göç eder, Türk işçileri Avrupa’yı istila eder.
Türkiye’nin AB’ye girmesini isteyenlerin düşünceleri ise şöyle şöyleydi: – Türkiye’nin Müslüman kimliği AB’ye girmesine engel gösterilemez. AB kriterlerine uyan ve belirli coğrafyada yer alan her ülke girebilir. Avrupalılık kültürünü veya Avrupa Birliğini tanımlayan ortak değerler: Demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, kişisel haklar ve özgürlükler, pazar ekonomisi gibi değerlerdir. – Türkiye’nin AB üyeliği Türkiye için hayırlıdır. Zira özellikle son hükümet demokratikleşme sürecine katkıda bulunacak ve reform denebilecek yenilikler ve yasalar çıkarttı. Türkiye’nin AB’ye alınmaması bütün bunların bitmesine sebep olur. -Türkiye’nin AB’ye alınması AB ülkelerinde yaşayan Türkler için olumlu bir karardır. Türklerin pozisyonlarının düzelmesi anlamına gelir.
Evet yukarıda yer alan birbirinden farklı iki görüş, Avrupa halklarının görüşüdür. İddiaları tek tek ele alarak yorumlamamız gerekmez. Bize göre Türk insanı Batılıların çoğunluğu tarafından yanlış tanınmakta ve halklarda önyargılarla dolu bir değerlendirme hakimdir.
Buradan hareketle biz Sivil Toplum Kuruluşları temsilcileri, yani halkı temsil eden kurumların yetkilileri Türkiye AB ilişkilerinde elbette yukarıda yer alan görüşleri göz önüne alarak yaklaşacağız. Ancak hareket noktamız mutlaka Avrupalılık kültürünün ne olduğu yönünde olmalıdır. Yani Avrupalılığı tanımlayan ortak değerler olmalıdır. Bu değerler biraz öncede ifade edildiği gibi: – demokrasi, – insan hakları, – hukukun üstünlüğü, – kişisel haklar ve özgürlükler, – pazar ekonomisi gibi değerlerdir.
Saydığımız bu değerler ve daha ilerisini, tarih içerisinde çeşitli Avrupa ve Asya toplumlarıyla yüzyıllarca birlikte yaşamış olan bir ülke olarak Türkiye, tarihi ve sosyal mirası da göz önüne alındığında Avrupa’nın oluşturmak istediği çok kültürlü Avrupa kimliği için başarılı bir örnek olduğu gibi, Avrupa kimliğini zenginleştirecek özellikler barındırmaktadır.
Bizim için Türkiye-AB projesi bazılarının sözünü ettiği gibi bir “Medeniyetler Çatışması” değil aksine Türkiye-AB projesi bir “Medeniyetler Buluşması” projesidir.

    Mart 2005

Türkiye-AB İlişkilerinde Sivil Toplum Kuruluşları ve Ortak Çalışma –Hollanda Örneği- (2)
Evet, bizim için Türkiye-AB projesi bazılarının sözünü ettiği gibi bir “Medeniyetler Çatışması” değil aksine Türkiye-AB projesi bir “Medeniyetler Buluşması” projesidir.
Bu görüşümüzü henüz 17 Aralık 2004 tarihinde karar almadan şöyle açıklamıştık:
“…Avrupa Türkleri, kurmuş oldukları dernek, vakıf, sivil toplum kuruluşlarıyla ve medya organları ile Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin onurlu ve eşit bir üyesi olması yolunda Türkiye için çok önemli bir fırsattır. Avrupa Türkleri; Türkiye-AB ilişkilerinin ‘sivil boyut’unu oluşturabilir. Bu sivil boyut, ekonomik işbirliği, bilgi birliği, kültürel ve sosyal çalışmalarda da mobilize edilebilir.
Avrupa Türklerinin büyük çoğunluğu, içinde bulundukları ülkelerdeki refah’ın, sağlık hizmetlerinin, özgürlüğün, kalkınmışlığın başta kendi ülkeleri Türkiye olmak üzere akraba topluluklarda da olmasını arzu etmekteler....
Artık bu günden itibaren Türkiye AB ilişkilerinin çok farklı boyutlara ulaştığına inanan Avrupa Türkleri başta kendi güçleri, bilgi ve tecrübeleri olmak üzere içinde yaşadıkları ülkelerin Türkiye’ye yönelik tüm imkanlarını harekete geçirip ülke kalkınması için enerji sarf edeceklerdir. Bir örnek vererek yazımızı noktalamak isterim. Sadece Hollanda’da belediye ve eyalet düzeyinde onlarca yıldır politika yapan ve yerel yönetimler sistemini çok iyi bilen onlarca Avrupa Türkü edinmiş oldukları tecrübeleri Türkiye’de kullanmak için sabırsızlıkla beklemektedirler.
Böyle bir şans, siyasette, ekonomide ve diğer alanlarda hangi AB üyesi ülkeye nasip olmuştur?”
Ve dahası yukarıdaki görüşlerimizi bilimsel olarak da tespit etmek için, Türkevi Araştırmalar Merkezi’ne Hollanda genelinde 100 Türk kuruluşu üzerinde bir alan araştırması yaptırdık.
Türkiye-AB ilişkilerinde Hollanda Türk kuruluşları şöyle düşünmekte: Araştırmaya katılan Hollanda Türk sivil toplum kuruluşlarının yüzde 88,9’u Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemekte ve bunun Türkiye açısından yararlı olacağını düşünmektedir. Türkiye’nin AB üyeliğinin Türkiye’ye zarar vereceğini düşünen ve bu nedenle üyeliği desteklemeyenlerin oranı ise sadece yüzde 3,7 olarak saptanmıştır. Yüzde 7,4’nün ise bu konuda kararsız olduğu görülmüştür.
Diğer taraftan, Türkiye-AB ilişkilerinde Avrupa Türkleri Köprü mü yoksa Engel mi sorusuna verilen cevap ise şöyle: kuruluşlarının yüzde 72,2’si Avrupalı ve Hollandalı Türklerin, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde bir köprü olduğunu ve bu sürece olumlu katkılar yapabileceğini belirtmektedir.
Türkiye-Hollanda Sivil Toplum Kuruluşlarının Ortak Çalışmalarına iki somut örnek ise şöyle: KA-DER – IPP ortak çalışması:
Türkiye’de etkinliklerini sürdüren KA-DER kuruluşu ile Amsterdam’da etkinliklerini sürdüren IPP (Halk ve Politika Enstitüsü) birlikte Türkiye’de Kadınların Politikaya katılımlarını destekleyen bir program üzerinde ortak çalışmalar yapmaktalar. Bu çerçevede Hollanda’ya gelen KA-MER yöneticileri IPP tarafından organize edilen bir seminerde konuya ilgi duyan farklı Hollanda sivil toplum örgütleri temsilerine Türkiye’de kadın ve politikaya katılım hakkında bilgi verdi. Hollandalı sivil toplum örgütleri AB’ye girmeye hazırlanan Türkiye’de parlamentoda % 4.4 oranında kadının temsil edildiğini Yerel yönetimlerde de bu oranın %1’lerde kaldığını öğrendiler. Böylece bu alanda Türkiye’deki sivil toplum örgütleriyle bu alanda ortak projeler yapmak isteyenler bilgilenmiş oldu ve önümüzdeki yıllar için ortak çalışmaya başlangıç yapıldı.
Bir diğer örnek ise: Türkiye Avrupa Birliği İlişkilerinde gençlik alanında bir başka ortak çalışma da Ankara’da etkinliklerini sürdüren Başkent Gençlik Federasyonu ile Hollanda’da etkinliklerini sürdüren Türkevi Araştırmalar Merkezi’nden geldi.
Türkevi Araştırmalar Merkezi’nin ev sahipliğinde Başkent Gençlik Federasyonu Hollanda’ya 3 günlük bir çalışma ziyaretinde bulundu. Çalışma ziyaretinin amacı Türkiye Hollanda arasında kuruluşlar arası iletişimin geliştirilmesi, ortak işbirliklerinin yapılması, ilgili Hollanda kurumlarının bilgi ve tecrübelerinin Türkiye’deki sivil toplum örgütlerine yansıtılması ve uzun dönemde Türkiye’deki sivil toplum hayatına katkıda bulunmaktı. Bu amaç doğrultusunda Ankara Heyeti Hollanda’daki siyasi parti temsilcileri, Türk kökenli milletvekilleri, gençlik ve göçmen kuruluşları, Sendikalar, Türk sivil toplumu örgütleriyle görüştü.
Ziyaret programının önemli bölümünde ben de bulundum. Başkentli gençler alışılmışın dışında, kendilerinden emin, ne dediklerini bilen bir çok konuda mesela Türkiye’deki azınlıklar meselesinde net görüş sergilediler. Hollandalı kurum temsilcileri o güne kadar Hollanda basınından duydukları bazı konularda birinci elden bilgi aldıkları için bir çok konuda şaşkınlıklarını gizleyemediler. Dolayısıyla ikili ilişkilerin, yani sivil ilişkilerin işte bu yönü yani bilgiyi direk edinme kolaylığı var. Bu tür girişimler hiç şüphesiz yukarıda sözü edilen Avrupa halklarının Türkiye ve Türkler hakkındaki çoğu önyargılarının bertaraf edilmesine katkıda bulunmaktadır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Evet yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı ve Hollanda’daki Türkler üzerine yapılan bir alan araştırması sonuçlarında da görüleceği üzere, Türkiye-AB ilişkilerinde Avrupa Türklerinin önemli bir görevi bulunmaktadır. Türkiye-AB sürecinde olumlu yönde katkıda bulunacaklardır. Artık hem Türkiye için hem Avrupa Türkleri için yeni bir süreç başlamıştır. Avrupa’daki Türklerin varlığı kanaatimizce Türkiye için önemli bir şanstır. Diğer AB üyelerinin böyle bir şansları olmamıştır. Avrupa Sivil Toplum kuruluşlarına ulaşmanın en kolay yolu elbette Avrupa’daki Türk Sivil Toplum kuruluşları aracılığıyla gerçekleşebilir.
Şu gerçeğin altını bir defa daha çizerek sözlerime son vermek istiyorum:
AB-Türkiye ilişkileri; Sadece hükümetler arası, bakanlıklar arası, ilgili komisyonlar arası sınırlı olmayacaktır. Karşılıklı ilişkilerde, belediyeler, ticaret odaları, sendikalar, federasyonlar, kültür kuruluşları, odalar, dernekler, vakıflar, kulüpler, kooperatifler, kısacası sivil toplumu oluşturan tüm birimler AB-Türkiye entegrasyonu sürecinde arzu ederlerse aktif olup kendi çaplarında bu uyum sürecine katkıda bulunabilirler.

    Mart 2005

Başbakanla Yapılacak Sabah Kahvaltısı…
Geçen hafta Hollanda T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ağırlamaya hazırlanmıştı. Sefaretimiz başta olmak üzere, sivil toplum örgütlerimiz, girişimcilerimiz, turizmcilerimiz amansız bir hazırlığın içine girmişlerdi. Program genel hatlarıyla ortaya çıkmıştı. Tam bir telaş içindeydi millet. Biz de sayın başbakanımızla bir sabah kahvaltısı yapacaktık. Bunun hazırlıkları esnasında güvenlikten sorumlu Rotterdam polisiyle tam bir yakalamaca oynadık, tabiri caizse. Olağanüstü bir güvenlik tedbiri almışlardı. Başbakan’ın Hollanda’ya gelmesine iki gün kalmıştı ki, telefonla görüştüğümüz bir güvenlik görevlisi, duydun mu, sayın Erdoğan’ın sağlık sorunları ortaya çıkmış, gelememe ihtimali var… Ben hiç oralı olmadım. Normal hazırlıklara devam ettik. Ancak aynı gün ikindi vakitlerinde Başbakan’ın Hollanda programının iptal olduğu haberi gelmişti. Artık gelen haber sayın başbakanımızı Devlet Bakanı Prof. Dr. Beşir Atalay temsil edecekti Hollanda’da.
Bildiğiniz gibi sayın başbakanımız Hollanda’ya Erasmus Üniversitesi’nde kendisine verilecek bir ödülü almak için gelecekti. Sağlık olsun dedik ve biz programa alınmış olan sabah kahvaltısını organize etmeye devam ettik. Sayın büyükelçimizin aynı gün Rotterdam belediye binasında Türk sivil toplum örgütü liderleri ve Türk basın mensuplarıyla bir toplantı düzenlemesinden dolayı biz sabah kahvaltısına hiçbir derneğimizi, vakfımızı veya kuruluşumuzu davet etmedik. Sadece kahvaltıyı organize eden Avrupalı Türk Demokratlar Birliği yönetim ve kurucu üyelerini ve dostlarını ayrıca kahvaltıya sponsorluk yapan Rabobank’ın önerdiği isimleri davet ettik. Kahvaltıya sağ olsunlar yüze yakın dostumuz katıldı. Bunun yanı sıra T.C. La Hey Büyükelçisi Tacan İldem, Rotterdam Başkonsolosu Ahmet Akif Oktay, Deventer Başkonsolosu Orhan Ertuğruloğlu ve Türkiye’den sayın bakanla Hollanda’ya gelen misafirlerimiz kahvaltıda sayın bakana eşlik ettiler ve bize şeref verdiler.
Ayrıca sayın başkana hazırladıkları bir dosyayı sunmak üzere gazeteci yazar İlhan Karacay’la birlikte Hollanda’daki turizmcilerimiz de kahvaltıya katılanlar arasındaydı. Diğer taraftan UETD’nin kurulduğu andan itibaren bizi hiçbir zaman yalnız bırakmayan, sayfalarını ve ekranları açan değerli Türk basınının temsilcileri de programı takip ettiler.
Elbette burada hatırlamakta fayda gördüğüm bir isim var ki, o da, Rabobank’ ın genel müdürü sayın Bert van Heemskerk’ti. Büyük bir özveriyle kahvaltımıza katılan Heemskerk yapmış olduğu konuşmasında Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine değinerek, bu ilişkiden kendilerinin ve her iki toplumun faydalanması gerektiğini belirtti. Gayet samimi ve sıcak bir havanın estiği kahvaltıda geçen ay bu mekanda Hollanda Başbakanı Balkenende’nin ağırlandığına dikkat çekilerek, aynı mekanda Türk başbakanı da ağırlamaktan haz duyulacağı söylendi. Aynı heyecanla devlet bakanımız Beşir Atalay’ın da ağırlandığı ifade edildi. Devamla kahvaltıda Hollanda gündemi kısaca ele alındı.
Geçen ay, Hollanda’da (7 Mart) yerel seçimlerin yapılması, Türk temsilcilerin belediye meclislerine seçilmeleri, göçmenlerin seçimlerde ağırlıklarını hissettirdikleri ve siyasi katılımın gerçekleştiği üzerinde duruldu.
Aynı bilincin önümüzdeki yıl yapılacak milletvekili seçimleri başta olmak üzere eyalet ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de canlı tutulması arzu edildi.
İki hafta önce yayınlanan ve Hollanda’ da yeni bir tartışma dönemini başlatan Hollanda Kamu Politikaları Kurulu’nun (WRR) yayınladığı rapor üzerinde duruldu.
Kahvaltıda ayrıca Türk sivil örgütlerinin yeni bir çalışma metodu bulmaları ve ortak çalışma kültürünü yakalamaları üzerinde duruldu. İnsanımız için, içinde yaşadığımız ülke için, mensubiyet duyduğumuz ülke için kim veya hangi kurum faydalı bir etkinlik yapıyorsa ona destek verilmesi ifade edildi. Onlar yaptı biz de yapalım metodunun reddedilmesi gündeme geldi. Kim o işi iyi yapıyorsa orada olunmalı, o kuruma destek verilmeli ölçüsü getirildi. Örneğin, bir vakfımızın Hollanda’da Türkçe’nin yeniden okullara seçmeli ders olarak konulması mücadelesi verildiği, diğer kurumlarımızın aynı konuda bir başka mücadele başlatması yerine, yürüyen projeye destek verilmesi salık verildi.
Sadece kendi kurumlarımız değil, birçok etkinliğin ve projenin Hollandalı kurum ve kuruluşlarla birlikte ve ortaklaşa gerçekleştirilmesi zira Hollandalı kurum ve kuruluşların yıllarca elde ettikleri tecrübelerden faydalanılması söylendi.
Kahvaltıda tam bir samimi ve sıcak hava vardı. Hatta bazı katılımcılar bu samimi havanın neden diplomatik havaya bürünmemesini sorguladılar. Çünkü katılımcılar sıcak insanlardı. Hepsi samimiydiler. Türkiye’den gelen ve kahvaltıda yanımda oturan bir beyefendi salon görevlisi Mikail Güneş’i işaret ederek diyor ki, adam görevine tam inanmış, gözleri faldır faldır. Her şeyi kontrol altında tutuyor. Bu işi aşkla yapıyor. Aşkın olmadığı yerde başarı olmaz....
Hakikaten bu sözleri duyduktan sonra etrafıma baktım. Kahvaltıda görev alanların hepsi, Teslime Halıçı, Savaş Ünal, Erdoğan Yüce ve diğerleri pür dikkat misafirlere odaklanmışlar. Hepsi en ufak aksaklığı anında görüyor ve müdahale ediyorlar.
Çünkü bu arkadaşlarımız kendilerini T.C. Başbakanı’nı ağırlamakla şartlandırmışlardı. Artık ne diyelim artık bir başka ziyarette olur bu istekleri....

    Nisan 2005

Millet Olarak Çok mu Duygusalız?
İzmir Sivil Toplum Kuruluşları Platformu’nun düzenlemiş olduğu “AB Sürecinde Sivil Toplum Kuruluşları” panelinde konuşmacıyım. Üzerinde konuşacağım konu: AB-Türkiye İlişkilerinde Sivil Toplum Kuruluşları Ortak Çalışmaları –Hollanda Örneği-. Konuşma metnini geçtiğimiz iki hafta süresince bu satırlarda okudunuz. Bugün sözkonusu panelden bazı izlenimlerimi aktarmak istiyorum.
Kısa adı ISTOP olan İzmir Sivil Toplum Örgütleri Platformu 1999 yılında 20 derneğin bir araya gelmesi ile kurulmuş ve bugün 141 sivil toplum örgütünü içine alan bir platform haline gelmiş bir sivil toplum kuruluşu özelliğini taşımaktadır. Başkanlığını İzmir’in tanınmış işadamlarından Mehmet Aydoğan’ın yaptığı ISTOP, tüm çağdaş demokrasilerde olduğu gibi, ülkemizde de Türk toplumunu örgütlemeye özendirici düzenlemeler yapmaya, karar makamlarını ikna etmeye ve kamuoyunu bilinçli ve duyarlı kılmak, çoğulcu ve katılımcı düzeni oluşturmak gibi amaçlar taşımaktadır.
Bu amaçlar doğrultusunda organize edilen panel Eşrefpaşada’daki Dr. Selahattin Akçiçek Salonunda yapılmakta. Oturum başkanı emekli Korgeneral Yaşar Müjdeci paşa. Konuşmacılar arasında İzmir eski belediye başkanı Burhan Özfatura da bulunmakta. Açılış protokol konuşmalarıyla yapıldı. İlk protokal konuşmasında Avrupa Birliğinin şu üç temel özellik üzerine kurulduğu söylendi. Bunlar Hristiyanlık, Rasyonalizm ve Emperyalizm. Bu açıklamaları duyunca eyvah dedim. İşimiz bir hayli zor. Bu açıklama devletin ve hükümetin yerel temsilcisi tarafından yapılıyordu. Bir an düşündüm. Avrupa Birliği bir hükümet politikası olarak yapılmakta ve hükümeti temsil eden zat, Ab’ye farklı bakıyordu. Kaldıki AB’nin bir Hristiyan klubü olmadığının mücadelesi çok yönlü verilmekteydi. Ve diğer konuşmacılar sırayla konuşmalarını yapıyorlardı. Zaman zaman AB karşıtı cümleler sonrası salondan gelen olağanüstü alkış, salondakilerin konuyla ilgili neler düşündüklerini bize açık bir dille anlatıyordu.
Salondaki hakim hava ve bazı konuşmacıların ifadeleri, mesela Türkiye’deki yabancı vakıfların etkinlikleri ve hedefleri, Türkiye’nin AB’ye girmesini savunacak olan birisini oldukça zor bir pozisyona sokuyordu. Ne yapmalıyım. Nasıl anlatmalıyım. Konuya nasıl başlamalıyım sorularını sorduğum bir sırada, benden önce konuşmasını yapmakta olan Prof. Dr. Nurselen Toygar’ın konuşması bir grup genç kız tarafından aniden kesilidiğini ve gençlerin ellerindeki küçük Türk bayraklarıyla ayağa kalktıklarını görüyordum. Genç kızlar ne AB’yi, ne AB’nin projelerini istemekteydiler. Konuşulanları da dinlemeye tahammülleri yoktu. Bir kaç cümleden sonra sayıları 10’nu bulan kızlar grubu salonu terk ettiler. Konuşmacı neye uğradığının farkına bile varamadı. Konuşmacının fikirleriyle hem fikir olamayabilirlerdi genç kızlar. Ve konuşma sonrasında sorularını sorarlar, düşüncelerini söyleyebilirlerdi. Ancak bu yolu seçmediler gençler. Heyecanla salonu terk ettiler.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/veyis-gungor/siyasi-katilim-69499258/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Siyasi Katılım Veyis Güngör
Siyasi Katılım

Veyis Güngör

Тип: электронная книга

Жанр: Легкая проза

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Siyasi Katılım, электронная книга автора Veyis Güngör на турецком языке, в жанре легкая проза

  • Добавить отзыв