Yol Romanı
Tuncay İrade
İrade Tuncay
YolRomanı
ÖN SÖZ
İlkokul ve ortaokul yıllarımda fenci idim, liseye geçince yaşam şartlarımın maddi durumumuzdan dolayı son derece kısıtlı ve derslere çalışma zamanımın, yanlarında kaldığım tanıdık ailelerde hemen hemen hiç olmasından, fen derslerine gereken ağırlığı veremeyeceğimden edebiyatı seçtim. Çünkü ancak dersi derste dinleyip öğreniyor ve yalnızca bununla yetinebiliyordum. Dil derslerini, ortaokul ikinci sınıfta Türkçe derslerimize giren Atilla Turan, edebiyatı ise, lisede edebiyat derslerimize gelen merhum hocam Nejat Birdoğan sevdirdi. Hatta mitolojiye ve pek bilinmeyen mitolojik çağlara duyduğum özel ilgi de bu dönemde başladı. Bu ilgi de üniversitede Hitit, Sümer ve Akkad dilleri bölümünü seçmeme sebep oldu.
Azerbaycan edebiyatı ile tanışmamı sağlayan ilk eser, Seyit Muhammed Hüseyin Şehriyar’ın “Heyder Babaya Salam” poemidir.
1973 yılından itibaren Güney Azerbaycan edebiyatı ile ilgili yayınları elde etmeğe başladım, o zamanlar öğretmenlik yıllarımdı. Ancak Azerbaycan edebiyatı ile ilgili yayınlar son derece kısıtlı idi. Kuzey Azerbaycan edebiyatını, ancak Azerbaycan Kültür Derneği ile temas kurduktan sonra tanıyabildim. Şimdi Iğdır vilayetine bağlı olan Aralık kasabasında öğretmenlik yaparken dernekle teması merhum ağabeyim Ahmet Karaca vasıtasıyla kurdum ve o yıldan sonra da derneğin yayınlarını takip etmeğe başladım.
Üniversite yıllarımda hem Güney hem de Kuzey Azerbaycan edebiyatı ile daha yakından ilgilenmeğe başladım. Kuzey Azerbaycan, Demir Perde ötesinde olduğundan dolayı buradaki yayınlar pek elimize geçmiyordu, kütüphanelerde de bu tür eserler yok denecek kadar azdı. Bizler ancak, Müsavat Partisi saflarında mücadele ederek Azerbaycan Cumhuriyeti’ni kuran ve Bolşevik işgaline karşı çıktıklarından dolayı vatanı terk etmekten başka çareleri olmayan, Türkiye’ye gelerek Azerbaycan Kültür Derneği’ni kuran büyüklerimizin elinde bulunan eserlerden, yazdıkları yazılardan Nizami, Nesimi, Mirze Elekber Sabir, Celil Memmedguluzade, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala, Hüseyin Cavid, Ahmet Cevat, Cafer Cabbarlı, Muhammed Hadi, Seyid Azim Şirvani, Elmas Yıldırım ve diğerlerinin sanat dünyası ile tanışıp onlarla yetinebiliyorduk.
Derken yıllar yılları kovaladı ve Azerbaycan’da yayınlanan eserler seyrek de olsa Türkiye’ye akmaya başladı. Özellikle merhum bilim adamımız Prof. Dr. Abbas Zamanov’un şahsi kütüphanesini Atatürk Üniversitesi’ne hediye etmesi bizlerin Azerbaycan edebiyatını daha da yakından tanımamıza büyük vesile oldu. Merhum kardeşim İbrahim Bozyel’in, sevgili ağabeyim Prof. Dr. Yavuz Akpınar’la çıkardığı Kardeş Edebiyatlar dergisinin de bu yoldaki unutulmaz hizmetlerini anmadan geçemem. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına çok az bir zaman kala merhum şairimiz Bahtiyar Vahapzade, Nebi Hazri, Elçin Efendiyev gibi şahsiyetlerin ve diğerlerinin ülkemize gelişleri, kendileriyle birlikte hem kendi, hem de Azerbaycan’ın tanınmış simalarının eserlerini hediye etmeleri kelimenin tam anlamıyla o sahada görülen boşluğu doldurmaya başladı. Ancak bunlardan da yalnızca Türk Dünyası’na ilgi duyanlar faydalanıyordu.
1985 yılında TRT Türkiye’nin Sesi Radyosu Azerbaycan Türkçesi bölümüne girdim ve kısa zamanda radyonun başına getirildim. Eşim Fatma hanımla 1988 yılında yaptığımız 38 günlük Azerbaycan seyahatimiz şahsen bana çok şeyler kazandırdı. Eserlerini okuduğum merhum millî şairimiz Memmed Araz’ı, Ferman Kerimzade’yi, Ferman Eyvazlı’yı, Şahmar Ekberzade’yi, Memmed İsmail’i, Feridun Ağasıoğlu’nu, Mem-med Aslan’ı, Mövlud Süleymanlı’yı, Halil Rıza Ulutürk’ü, Sabir Rüstemhanlı’yı ve adlarını sayamayacağım kadar olan şair ve yazarlarımızı şahsen görmek ve onlarla tanışmak bahtiyarlığına eriştim. 1980’li yıllardan başlayarak Azerbaycanlı şair ve yazarların eserlerini Türkiye Türkçesine aktarma işini yürütmeğe başladım. Kültür Bakanlığı kanalı ile yayınlattığım ilk kitap Güneyli şairimiz Savalan’ın “Apardı Seller Sara’nı” adlı eseri idi. Onu Memmed Emin Resulzade’nin “Asrımızın Siyavuşu”, Mövlud Süleymanlı’nın “Göç”, Memmed Araz’ın “Seçilmiş Eserler” adlı çalışmalarım takip etti.
Memmed Araz ne yazık ki, Türkiye’de layık olduğu şekilde tanınmamıştı, hâlâ da bu durum devam ediyor görüşündeyim. Oysaki Mem-med Araz Azerbaycan’ın bağımsızlık yolunu aydınlatan sönmez meşalelerin başında gelen bir şahsiyettir. Merhum millî şairimizin Parkinson hastası olması seyahat etmesine ve hatta canından da çok sevdiği Türkiye’sine gelmeğe yıllarca engel olmuştu. Çok şükür ki, Azerbaycan’ın bağımsızlık kararına varmasından sonra Diyanet Vakfı’nın geleneksel olarak düzenlediği Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde açtığı Yüce Peygamberimizle ilgili şiir yarışmasına katılarak birinciliği kazanmış ve bu vesile ile muhterem eşleri Gülhanım muallime ve sevgili kızları İrade Hanımla gelerek Türkiye’yi ziyaret etmişti. Yapılan yarışmaya yollanan eserlerin değerlendirmesini de şahsımızın yaptığını söylemek durumundayım.
Çağdaş Azerbaycan edebiyatçıları, müstesna birkaç sima dışında Türkiye’de pek tanınmıyor dersem yanlış yapmam kanısındayım. Oysa Azerbaycanlı şair ve yazarlar Türkiye’deki edebi çalışmaları son derece ilgiyle ve yakından takip ediyorlar. Son dönemlerde Azerbaycan’da kullanılan dilde Türkiye Türkçesine ait söz varlıklarının süratle çoğalmasında radyo ve televizyon yayınlarının etkisi yadsınamaz bir konumda olsa da, asıl olarak hakkını teslim edeceğimiz durum, Azerbaycanlı şair, yazar ve gazetecilerin Türkiye’de kullanılan dile duydukları sevgiden ve ilgiden kaynaklanmaktadır. Açık yüreklilikle şunu belirtmek durumundayım; Türkiye’de tarihî Türk büyüklerine duyulan sevgi, özellikle de Atatürk’ü örnek gösterirsem, bizler onları Azerbaycanlılar kadar değerlendiremiyoruz dersem hata yapmış olmam. İrade Tuncay’ın “Yol Romanı” bu savımı doğrular niteliktedir.
İrade Tuncay 9 Kasım 1959 yılında aydın bir Azerbaycanlı ailesinin ilk evladı olarak Bakü’de dünyaya geldi. Merhum babası Memmed Araz yalnızca Azerbaycan’ın değil Türk dünyasının millî şairidir. İlk, ortaokul ve liseyi (o vakitler Azerbaycan’da ilk ve orta tahsil 11 yıldı) Bakü’de okudu. 1976 yılında Bakü Devlet Üniversitesi Gazetecilik bölümüne girdi. Üniversite yıllarında çeşitli gazeteler ve Azerbaycan Devlet Tv-Radyo kurumuyla yakın temasta oldu. 1982 yılından itibaren televizyonun Gençlik ve Edebi Dram bölümünde yönetici ve redaktör olarak çalıştı, sevilen birçok programa imza attı. 1994 yılında buradan ayrıldı ve 2002 yılına kadar yazar olarak yaşamını devam ettirdi. 2002 yılında “Space” televizyonuna şube müdürü olarak girdi ve burada “Bir İçim İnsan” başlığı altında hazırladığı seri programda “Hamide Cavanşir”, “Kerim Mihmandarov”, “100 Genç Delikanlı”, “21 Azer İhtilali”, “Memmed Araz”, “Cafer Cabbarlı” adlı filmlerin senaryosunu yazarak yapımcılığını yürüttü. 2006 yılında Space Tv’den ayrılarak “Adalet” gazetesinin genel yayın yönetmenliğini üstlendi ve o yıldan beri bu görevini yürütmektedir. Çeşitli yayın organlarında yüzlerce makalesi ve söyleşileri yayımlanan yazarın, “Sarı Odalar” ve “Yol Romanı” adlı eserleri Azerbaycan’da ta Türkiye’de de ilgiyle karşılanmıştır.
İrade Tuncay 2007 yılında, “Kadın Jurnalistler Birliği” tarafından düzenlenen “Basının Gelişiminde Yaptığı Yardımlar”dan dolayı ödüle layık görülmüştür. Aynı yıl “Basın Konseyi”nin, “Medya Açarı” ödülünü kazanmıştır. Azerbaycan’ın sevilen yazarı Akil Abbas’la evli olan İrade Hanım’ın Tuğrul ve Tuncay adlı iki oğlu vardır.
1. 9. 2013
Gölbaşı-Ankara
YOL ROMANI
WOMAN IN LOVE
…Ne güzel yol. Hiç bitmesin, ancak bitecek. Her şey gibi… Yol boyunca gözlerini dolduran yeşillik de sararıp solacak ve yok olup gidecek… Kendisi gibi…
Life is moment in space…
Hayat, yaşanan andır…
Tek bir an…
–Güzel…
–Bana güzel deme…
–Kulaklığı çıkarsana, neden demeyeyim?
–Adımı söyle, adım var benim…
–Yine başlama… Oraya bak.
–Bakıyorum, çok güz… hoştur, iyidir.
Evet, bu kelimeyi de sözlüğünden çıkarmış oldun. Söylenişi çok iğrenç. Ama yol çok güz… hoştur.
–Burada kaç gün kalacağız?
–İki gün güz… hanım.
–Az değil mi?
–İşimiz var ama dönmeliyiz.
(Dönmek…Dönmeği hiç istemiyor).
–O işler sonra da yapılabilir…
–Yine geliriz…
(Gözleri bir vakitler çok güzeldi. Şimdi ise gördükleri gerçek mi, yalan mı, ondan emin olmak için bakıyor. Gözler de oraya buraya kayıp duruyor. Gözler kayıyor, bakışların ise nerede olduğunu Allah biliyor.)
–Neyi dinliyorsun, kulaklığı çıkar.
–Sevdiğim parçaları.
–Ben söylerim, kulaklığı çıkar.
–Peki, çıkardım, rahatla…
(Elbette, söylersin… Söylersin… Neyi söyleyeceksin?)
Life is moment in space…
When the dream is gone..
It’s a lonelier place
I kiss the morning good-bye
But down inside yonu know
We never know why…
Bu dünyada yaşam bir anlık
Arzular gerçekleşmediğinde, hayat çok garip bir yer oluyor…
(…Dinlemeğe izin vermedi.)
–Bak, nerdeyse varıyoruz. Çok yazık, şehri tanımıyorum, yoksa…
–Ben tanıyorum, seni gezdiririm.
–Onu demiyorum, araba kullanamayacağım.
–…Şuradan sağa dön, bir sokak yukarıya doğru ilerle.
–Neden?
–Yanılmıyorsam orada bir otel var.
–Bizim için yer bile ayırmışlar…
–Kendi paramızla kalsak ne olur…
–Doğru diyorsun. Burası mı?
–Dur, aynı yer, ancak… Gel bir soralım.
***
Yüzünü odanın geniş penceresine dayamış dışarı bakıyor.
Her şey değişmiş. Otelin adı da, tipi de, iç dizaynı da… Değişmiş. Kendisi de değişmiş, son geldiğin zamandan beri tam yirmi yıl geçmiş. Ama Kür ırmağı kendi mecrasını değiştirmeden akıp duruyor. İnsanların bunları değiştirememesi ne güzel. İyi ki onlar ırmakların, denizlerin arzusuna hükmedemiyor, yoksa yok olup giderlerdi…
–Buraya uyumaya mı geldin? Zamanımız kısıtlı, gidip dolaşalım.
–İnsaflı ol lütfen, yüzlerce kilometre araba kullandım.
–Hıı, çok insafsızım. Cıva gibi olunca…
–Yine başlama… Ben hep cıva gibiyim…
***
Bu köprü de, kale de, heykel de aynen yerinde duruyor.
–Zannedersem burada bir yerlerde yemekhane vardı.
–Burada birkaç saat bulundun, aklında pek bir şey kalmaz, ama ben bu şehri iyi biliyorum.
–Hayır unutmadım, buralarda olmalı.
–Tam vse peli, burada her yer kafe ve restoranlarla dolu…
–Orayı şimdi bulurum. İlginç bir yerdi. Millî süprüntüleriyle doldurmuşlardı.
–Of be, bunların karakteri böyle, her tarafı bu şekilde süsleyip püslüyorlar. Bana göre buralarda Pirosmani’nin… bunlar bodruma ne diyordu?
–…
–Ne ise. Onun yaptığı resimlerin bulunduğu, sık sık geldiği bir kafe, bir meyhane vardı. Arayalım…
…Bu kafe Pirosmani’nin yeri değil elbet. Burası da ırmağın kıyısında. Güzel manzarası var, ama Pirosmani’nin yeri değil… Acaba ne içmeyi seviyormuş? Evde yapılan beyaz şarabı mı?
–Arım, balım peteğim…
(Yine gözlerinin içine bakıyor. Acaba içinden gelerek mi söylüyor? O kadar yalan duymuş ki…)
–Seni dinliyorum.
–Buraları beğendin mi?
–Buraya ilk geldiğimizde sevmiştim…
(Melodi yine kulaklarında çınlıyor.)
The road is narrow and long
When eyes meet eyes
And the feeling is strong
I turn away from the wall
I stumble and fall
But ı give you it all.
Gideceğimiz yol dar ve uzun… Bakışlarımız çakıştığında, duygularımız coştuğunda tökezliyorum, düşüyorum. Ama dünyayı sana bırakıyorum…
–Güz… Gülüm, ne düşünüyorsun?
–Hiç…
–Yine…
–Hiç…
–Neden düşüncelisin?
–Neşeli anlarımı fazla gördün mü?
–Benim de yegâne isteğim senin hep neşeli olmandır.
–Geç olmadı mı?
–Luçşe pozdno, çem nikoqda (Hiç olmamaktansa geç olması daha iyi. Geç olsun, iyi olsun).
–Böyle giderse Rusçayı tam sökeceksin.
(…Beynindeki dosyaları da bilgisayarında olduğu gibi silebilseydi… Tam tersine, oradan sildikleri beynine yükleniyor.)
–Gülüm, yemekten sonra nereye gidelim?
–Tamara’nın yanına.
–Ne, Ta… Hangi Tam…
–Yine başlama, yaşayan Tamara’yı demiyorum, heykel Tamara, Çariçe Tamara…
–Orası çok yukarıda. Füniküler çalışıyor mu bir bakalım? Ya da taksi ile…
…Çariçe elbette yüksekte olmalı. Bu Çariçe ne kadınmış ama. Tam “Women in love”. Bu millete ne önce, ne de sonra onun gibisi gelmedi. Yirmi yaşında hâkimiyeti eline geçiresin, o kadar erkeği emrin altına alasın, sarayın dedikodu yuvası değil de şairlerin, filozofların mekânı olsun, Rustaveli sana âşık olup şiirler dizsin… Genç ve yalnız bir kadın yaslanabileceği bir yer aramaktadır. En büyük yardımcısı güzelliğidir. Rustaveli onu şöyle tasvir ediyor; fiziği kristal, bakışları Tanrı’nın gazabından daha sert, yürüyüşü aynen dişi aslanınki gibi şahane… Dünyanın birçok hükümdarı onu elde etmek istiyor… Ne kadınmış bu Çariçe. O zaman da ne erkekler varmış meğer. Çariçe’ye sahip olmak için idamı bile göze alıyorlarmış. Çariçeler, zayıflıklarını elbette kimselere gösteremezdi, güçlü olmaya mahkûm idiler. Aşk yaşadığı gecenin ertesi sabahı âşığının kafası kesiliyormuş…
İyi de şu serseri Rus prensi onun hayatına nereden gelip de girebilmiş? Siyasi birlik falan da söz konusu değildi, kadının kendisi onu tutup zirveye çıkarmış. Çariçeler de yanlış yapabiliyor. Ancak sonra hatasını tamir etmiş ve prensi kovarak çocukluk arkadaşını sarayına getirmiş. Rustaveli de bu aşk üçgeninde fazla olduğunu anlayarak başını alıp Filistin’e gitmiş.
–Hayır, şoförler oraya hiçbir vasıtanın gitmediğini söylüyor. Her taraf kapalı, yarın gideriz.
–Yirmi yıl önce oraya gitmiştim, sana da göstermek istiyordum. Gitmiştim, kendimi çariçe olarak görüyordum. Gençtim…
–Şimdi ne var ki?
–Şimdi… Giden gitmiş, yiten yitmiş…
–Tamam, yine başlama. Şuraya bak…
–Baktım ve gördüm.
…Şu aynı sokak, aynı dönemeç…
–Önceleri bu sokakta hediyelik eşya satıyorlardı…
–Şimdi de meyve satıyorlar. Yoruldum, otele dönelim.
***
(Kar gibi beyazlaşmış, seyrelmiş saçlarını sıvazlaya sıvazlaya, bir zamanlar bu saçların simsiyah ve gür anlarını görmediğini düşünüyor…)
–Nasıl gençleştiğinin, zindeleştiğinin farkında mısın?
–Hıı, herkes senden dolayı öyle diyor.
–Elbette öyledir. Kiminle düşüp kalkarsan ona da benzersin…
–İyi be…
–Biliyor musun, şimdi aklıma geldi, senin gençliğini hiç görmedim. Hatırlamıyorum…
–Kendim de hatırlamıyorum, harcadım gitti.
–Bunu anlaman için seni sıkboğaz mı etmeliydim?
–Affın yok biliyorum, ama… Yapabiliyorsan affet…
–Karakterimi yeterince tanıyorsun…
(Kız doğru diyordu, beni hiç tanımadın, yorgunluğumu tanımadın…)
–Bitti dedim, geçmişi hatırlama, geleceği düşün.
–Bütün olanlar, yaşananlar…
–Benden ne istiyorsun?
–Hiçbir şey, kimseden hiçbir şey istemiyorum. Anlamaya çalışıyorum. Bu keşmekeşin, kaosun sebeplerini…
–Uyu, yarın konuşuruz.
(“Yarın konuşuruz” ifadesi onu çıldırtıyor. Hiç konuşmuyorlar, suç kimde peki? Kimi affetsin-kendisini mi, onu mu? Freud’un felsefesine dalsın, erkekler ömür boyu annelerine benzeyen kadınları arar dururlar. Yakın bir arkadaşı ona, “Freud doğru söylemiyor-erkekler hep kendilerine benzer kadın ararlar. Lanet olsun gecenin bu vaktinde felsefe konusu kafasını karıştırmış.)
***
İçinde, “Kutsal Meryem Ana, oğlunu bizim günahlarımız uğrunda kurban ettin. Bizi affet, evlatlarımızı bizlere bağışla”-diyor. Kahır, yumruk olup gırtlağında düğümlenmiş onu boğuyordu. Doğru düzgün dua edip etmediğini bile bilmiyor. Ne farkı var peki..! O da annedir. İlahî bir çocuk doğurmuş. Günahkâr kulları doğru yola döndürme mutluluğunu vermiş. (Döndür Tanrım, döndür!)
Bu muhteşem kilisenin içinde kendini bir kum tanesi gözünde görüyor. Başını kaldırıp çarmıha gerilen Peygamber’in yüzünde akseden ıstıraba bakıyor. Herkesin yerine acı çeken… Kutsal Meryem Ana, sen her bir insanı seviyorsun ama! (Unuttun mu beni, Tanrım?!)
–Ne muhteşem, çok iyi bir yer seçmişler, şehrin her tarafından görünüyor.
–Aşağı inelim mi?
–Burada kalacak değiliz herhalde…
… Sıcak yaz güneşinin altında kavrulan ırmak kalbine bir serinlik yayıyor. Irmağın sahilinde dolaşmayı seviyor. On gün önce başka bir ırmak sahilinde idi, orada çektiği fotoğrafları bilgisayarının hafızasına aktarmıştı. Şimdi de durmadan çekiyor, bunları da aktaracak.
–Şu artisti tanıyor musun?
–Hayır.
–Tanıyorsun canım. Öleli bir yıl bile olmadı, büstünü yapmışlar, hem de şehrin tam ortasına. Bu milletin böylesi alışkanlıkları var… İlginç bir kadındı. Babası da, annesi de tanınmış artistlerdi, önceki eşi de meşhur bir artist idi. Yaşı elliye merdiven dayayınca meşhur futbol yorumcuları Maharadze ile birlikde yaşamaya başladı.
–Ne var bunda?
–Hiiç, büstünü gördüm de o olay aklıma geldi. Orta yaş bunalımı herkesi etkiliyor.
–Şu bunalım falan bence anlamsızdır ve insanların uydurmasıdır.
–Psikologların… Ben dönmek istemiyorum.
–Söz veriyorum, yine geliriz.
–Verdiğin sözleri hiç tutmadın ama…
–Onu söyledin, söyledin… Anladım… Geçti…
(Geçti elbette. İki gün de çok çabuk gelip geçti. Life is moment in space. Hayat yaşanan andır. Kadın güzel icra ediyor, arzular gerçekleşmediğinde, hayat çok garip bir yer oluyor.
Zaman azdır, az…)
***
-Bir şeyi unutmadık değil mi…
–Her tarafa baktım.
–Belgelerimizi alayım çıkalım. Yolumuz uzak.
Oturur oturmaz kulaklığı çıkarıp takıyor hemen.
I kiss the morning good-bye…
Elveda, sabahı öpüp gidiyorum. Seheri mi, şehri mi?!
–Güzel! Bu yolculuğu beğendin mi?
–Bana güzel deme, ben güzel değilim.
–Peki nesin?
–I am a woman in love!
–Ne?!
–Hiiç, şarkının sözlerini diyorum.
–Kulaklığı çıkar, yine neyi dinliyorsun…
–Hatırladım, biliyorsun, onlar meyhaneye “duhan” diyor…
Bakü-Tiflis
Temmuz, 2010
SEVGİ ADASI
Tanrım, bu nefret volkanından, gazap fırtınasından, kinle dolu selden bıkıp usandım artık… Bu şehrin balçıklı gözyaşlarından ve kurşun gibi ağır havasından bıktım…
Gideyim, kaçıp uzaklaşayım…
Telefonumun hafızasındaki fotoğraflara bakıp da Mart ayının son günlerini hatırlayıp yazıyorum.
***
-Nereye gideceğiz?
–Canını sıkma, bir yer bulunur elbet.
–Evde kalamıyorum, duvarlar üstüme üstüme geliyor.
–Canını sıkma dedim.
–Sıkılıyorum, rahatsız oluyorum…
***
…Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği Nevruz’u kutluyor. Büyükelçiliğin ziyafet salonunda bulunan davetlilerin çoğu tanıdık. Herkesle birkaç kelime sohbet ederek vakit geçiriyorum. Kafamı meşgul eden ise bayram tatili. Gitmek, kaçmak, buralardan bir müddetliğine de olsa uzaklaşmak istiyorum… Ve birden fısıltıyla:
–Yarın Kıbrıs’a uçuyoruz, biletleri aldım.
Gözlerine bakıyorum, galiba doğru söylüyor.
–Kıbrıs’a? Hazırlık yapmamız gerekiyor ama.
–Ne hazırlanması be, hiçbir şey almana izin vermeyeceğim. Küçücük bir çanta o kadar.
–Hmm… (Sen öyle düşün, ben küçücük bir çanta ile tatile mi çıkarım. Aman ne güzel sürpriz oldu… Ahh, beyim madem böyle maharetiniz vardı neden şu geçen otuz yılda göstermediniz?!) Peki, gideriz diyorum, daha doğrusu mırıldanıyorum. Deminden beri kayıtsızlıkla seyrettiğim ziyafetin bayram atmosferi bütün benliğimi sarıyor.
Kıbrıs’a cennet adası diyorlar, ama değil, sevgi adasıdır. Afrodit, Kıbrıs’ta dünyaya gelmiş. Güzellik ve aşk tanrıçası. Orada üzücü olaylar da vuku bulmuş. Otello, Yago, Desdemona… Üzücü olan hiçbir şeyi hatırlamak istemiyorum. Geliyorum ilahem, geliyorum!
***
İskeleden geçip uçağa ayak basar basmaz bayram tatilini Kıbrıs’ta geçirmek isteyen vatandaşlarımızla ilgili bir problem ortaya çıkıyor. Aynı bilet on, on beş kişiye satılmış. Bir kavga gürültüdür başlıyor (uçak da bir hayli rötar yapıyor), ancak herkes kendine bir yer bulup oturabiliyor. Uçak çarter olduğundan dolayı Kıbrıs hava sahası kendine kapalı, Antalya’ya iniş yapacak sonra gideceğiz. Uçuşlarda da en rahatsız olduğum şey bu tür in-bin işleridir, ancak elden ne gelir, madem iki ayak da obadan aldın katlanacaksın… Yanımda oturan beye bakarsan benim durumum mükemmel. Akil Abbas’ın uçak fobisi ve bu fobiyi alt etmenin de kendine has yolları var. Bu sefer o yolu denemedi. Bir hafta içki ve sigara içmeyeceğine dair söz verdi. Bitişik koltukta oturan Dr. Seyfettin Esat (gazeteci Azer Ayhan’ın kayınpederidir, onlar da ailece bizim uçaktalar) Akil’in heyecanını duyuyor galiba ve bir sohbettir tutturmuş gidiyor. Uçakta bir sürü tanıdık sima var. Bu durumdan hoşnut olduğumu söylersem yalan olur. Seyahatlerde hep bizimkilerden uzak olmaya çalışırım, ancak şimdiye kadar kısmet olmadı. Nereye tatile gidersen git, orada bulunan her yüz kişiden doksanı bizimkiler oluyor. (Bir de bu milletin maddi durumu iyi değil diyorlar). Üstelik gideceğimiz yerde bunlardan başka da var mı bilmiyorum?
…Hostes, “içinizde doktor olan biri varsa arka sıraya doğru gelsin lütfen” diye anons ediyor. Dr. Seyfettin, Hipokrat yeminine uyarak bütün araç gereçleri üzerinde olmak kaydıyla yerinden kalkıp gidiyor. Biraz sonra da dönüp, “Yolculardan birisi fenalaşmış, Antalya havalimanına haber vermişler, belki de oradan hastaneye götürürler!”-diyor.
(Kimin nazarı dokundu acaba? Üstelik orada beni nelerin beklediğini de bilmiyorum.)
Uçak Antalya havalimanına iniyor. Gerçekten ambulans bekliyor ve doktorlar merdivenleri hızla çıkarak uçağa giriyor. Galiba bu vatandaşımız tatile gidemeyecek, doğal olarak ailenin diğer üyeleri de…
Uçak Kıbrıs’a doğru yeniden havalanıyor. Sağ salim varırsam eğer, orada öğretim üyeliği yapan Cavanşir Kuluyev’i arayıp bulacağım. Epey zamandır görüşemedik. Zehir gibi dilinin hatırı için onu bulacağım… İkimiz de akrebiz, birbirimizi iğneleriz.
–Ercan Havalimanı’na inmek üzereyiz lütfen kemerlerinizi bağlayınız. Lefkoşa’da hava…
Uçuşumuz gecikmeleriyle birlikte tahminen beş saat sürdü. Hıı, bir de uyarı –pasaportlara mühür falan vurdurmak gerekmiyor, sizlere Kuzey Kıbrıs’a gelişinizle ilgili bir belge verecekler. Malum-resmî olarak tanınmayan bir ülkeye gider de yolunuz daha sonra Avrupa’ya düşerse, sizi rahatsız emeğe başlıyorlar. Şu Avrupalılar ne sahtekârmış! Orada ne kadar İngiliz gördüğümü biliyor musunuz?
Ercan Havalimanı çok küçük, ancak son derece bakımlı ve temiz. Gümrük ve vize işlerini bitirdikten sonra nihayet açık havaya çıkıyoruz. Birkaç saattir sigaraya hasret kalanlar tellendire tellendire içmeğe başlıyor. Bizleri otellerimize götürecek otobüsler bekliyor, gelip adlarımızı ve gideceğimiz yerleri sorarak öğreniyorlar ve arabalara bindiriyorlar. Bu arada turistleri karşılayan rehberlerden çok farklı olan, uzun boylu ve sarışın birisi toplandığımız yere doğru geliyor:
–Akil Abbas Bey kim?
Aha, beyefendiyi burada da tanıdılar. Rica falan olacak mı acaba? Alçakgönüllülüğü ile de çok meşhur olan Akil Abbas galiba tanınmasından dolayı hiç memnun olmadı, hem de hiç…
–Merhaba Sayın Milletvekili, konaklayacağınız otelin sahibiyim, sizi arabamla götürmeğe geldim. Valizleriniz otobüste kalsın.
Arabaya biniyoruz, karanlık çökmüş, Lefkoşa’dan ayrılıp Girne’ye doğru gidiyoruz. Arabanın direksiyonu sağda, kendimi son derece rahatsız hissediyorum. Karşıdan gelen arabalar şu anda bize çarpacaklar gibi geliyor bana. Kıbrıs, yıllarca İngiltere’nin yönetiminde kalmış, trafik de bundan kaynaklanıyor.
–Kıbrıs’a gelişiniz ilk mi?
–Evet.
–Hava kararmış, ancak istiyorsanız biraz anlatayım. Girne yaklaşık olarak otuz kilometre kadar Lefkoşa’dan uzakta. Kıbrıs’ın gözde tatil beldelerinden birisidir. Sağımızda Beşparmak Dağları uzanıyor, solda ise Akdeniz. Şehrin nüfusu altmış bin kadar. Güzel ve tarihî bir kalesi var, umarım beğenirsiniz.
–Kıbrıslı mısınız?
–Yoo, hayır, ben Türkiye’den gelip buraya yerleştim.
–Memleket neresi?
–İstanbul’da doğup büyüdüm, ancak dedelerim Diyarbakırlıdır.
–Kürt müsünüz?
–“Hayır” diyemem, nesil karışmış. Bir dönem Türkiye’nin içişleri bakanı vardı Abdülkadir Aksu, o benim akrabam.
(Abdülkadir Aksu’yu Ankara’da Tuncay’ın mezuniyet töreninde yakından görme fırsatı yakalamış, konuşmasını da dinlemiştim. Birkaç yıl bakanlık yaptı, aksanı değişmemiş, tertemiz Kürt’tür. Buralarda da “bakan” adı anıldığında büyük önem taşıyor.)
Milletvekili Bora Bey’le siyasi tartışmaya girişiyoruz. Şu “besleme” krizinden, Kıbrıs’la Türkiye arasında oluşan gerginlikten, Ada sakinlerinin maddi durumundan, Türklerle Rumların mücadelesinden, yalnızca askerlerin girebileceği “yasak” şehirden konuşuyoruz. Vay anasını, burada da mı siyaset? İstemiyorum, savaşı da, mücadeleyi de, karmaşayı da kendime yasakladım. Yalnız ve yalnız sevgi. Afrodit, ben geldim!
…Yol boyu ışıkları göz kamaştıran gazinolar karşımıza çıkıyor. Hangi ülkede kumar oynamak yasaklanmışsa o ülkelerin kanun sever vatandaşları paralarını burada harcamaya geliyor. Nice nice insanların bu gazinolarda ocakları sönüyor… Dur! Bundan sana ne kız! Yasak, yasak, yasak! Ancak olumlu duygulara kapılacaksın, baksana deniz göründü, Ay ışığında gümüş gibi parlıyor. Yakamoz-Ay ışığının denizden yansımasına deniyor.
…İşte, bu da otelimiz, Akapulka. Ne de kocaman bir alana sahip! Bora Bey bizi önce danışmaya götürüyor, odalarımızı alıyoruz. Holde oturan insanlara göz gezdiriyorum-karşımda mozaik bir manzara var, sarışın Avrupalılar, siyahi…
Otel sahibi;
–İran’dan çok turist geliyor.
Evet be, orada da bayram tatili var ya. Galiba ilk izlenimlerim beni az da olsa şaşırtıyor; yorgunluktan olsa gerek. Bana garip görünüyorlar. Akşam yemeği için geç olsa da açlıktan kıvranıyorum, zaten uçakta salatadan başka bir şey vermemişlerdi. Yemekhanede biraz atıştırdıktan sonra odamıza götürüyorlar. Otelin yerleştiği alan büyük dedim ya, üstü açık otobüs konukları kalacakları yerlere taşıyor; semtler arasında çalışan bir araç sanki.
Yorgunum, çook yorgunum. Sabah göz kapaklarını açar açmaz çarıklarımı ayaklarıma geçireceğim ve dalacağım Ada’nın caddelerine …
***
…Denizden doğan güneşin ışıkları otelin duvarlarında yansıyor. Gözlerimi açıp yatakta sağa sola dönüyorum. Kendimi öyle ağır hissediyorum ki, kalkmaya heves bile duymuyorum. Hayır, galiba bu yorgunluktan değil, üşüyor gibiyim. Giyiniyorum, çarıklarımın, yani yazlık ayakkabılarımın iplerini bağlıyorum, aynanın karşısında en son pozlar…
Kendi kendime;
“Hüsnüne hiçbir söz olamaz
Gözlerin müthiş güzeldir” –diyor ve Sayın Milletvekilini uyandırmaya çalışıyorum. Kahvaltıya inmeliyiz, yemekhane de biraz uzakta. Otel büyük bir alan üzerine kurulu dedim ya.
BİZİMKİLER
Öylesine tertipli ve güzel bir mekân ki… Üzerine bin bir türlü nimet dizilen açık büfeden insanın iştahını kabartan kokular yayılıyor. Bizdekiler gibi mutfağın kokusu yemekhaneye yayılmıyor. Yiyecek şeyler çok dedim, ancak canım hiçbir şey çekmiyor. Üşüyorum, galiba hastalanıyorum. Bir fincan çay, bir tane poğaça alıp izlenimlerime başlıyorum.
…Komşu masalarda yarı Farsça, yarı Azerbaycan Türkçesiyle konuşan genç aileler çoğunluğu oluşturuyor. Kucağı çocuklu erkekler ve gururla, yukarıdan bakınan kadınlar… Çoğu başörtüsüz. Tasvirimi biraz daha kesinleştirmek istiyorum, giyim kuşamları ile dikkat çekiyorlar. Biraz da medeni şekilde izah etmeye çalışıyorum. (Bir müddet sonra saçlarına taktıkları kocaman kanatlı tokalardan, aşırı makyajdan nereli olduklarını hemen anlıyorum. Bize benziyorlar.)
Görünen o ki, o tarafta da bu tutum kabul görmüş. Evin de, çocukların da bütün yükü erkeklerin omuzlarına havale edilmiş. Kadınların işi de süslenip püslenip gezmek olmuş. Asla tanımadıkları insanlara (erkeklere) son derece serbest ve cüretkâr bakışlarla bakıyorlar. Bu bakışlar da bir erkeğin hem fiziki, hem de ekonomik gücünü kesin olarak belirleyebiliyor. Çok garip, dünyanın birçok ülkesinde İran vatandaşları ile karşılaştım, ancak böylelerini asla görmedim. Bu da benim için yeni bir buluş gibi oldu.
Hele akşam danslarını görünce ipin koparılmasının hiç de iyi bir şey olmadığını düşündüm. Bu hiç de iyi bir şey değilmiş… İnsanların belirli hürriyetleri olmalıdır, o kadar…
–Bunların erkeklerine dikkat ediyor musun, çocuklar, hatta bebekler bile babalarının kucağında. Yemeklerini dahi babaları yediriyor.
Cevap vermiyor, ancak gözleri konuşuyor. Baksana, kaç yıldır ben gözlerle konuşuyorum. Gözleri okumayı babam öğretti. Dilsiz konuşan gözleri ile…Sonra da bana, yazında monologlar çok, diyorlar. Elbette olur. Ömrümün bu çağına kendimle konuşarak gelip çıktım. “Yarın konuşuruz” diyerek geçiştirmiş. İçimi hiddet bürüyor, ama yine de stop! Hiddet falan istemiyorum:
–Tamam anladım, “sen çocuklarla çok meşgul olmuşsun” diyorsun. Peki, o çocuk sonra nereye gitti?
–Burada.
–Bir şey söylemek istiyorsan içinde tutma, söyle. Konuşmak gerek. Dünyada diyalogdan daha güzel hiçbir şey yok. Yoksa bir gün Mısır’da isyan meydana gelir. Monolog… Ne ise…
Danışmada çok insan var. Dizüstü bilgisayarımı getirmediğim için esef duyuyorum. İnternet arıyorum, nerede olduğunu söylüyorlar. Orada da komşu masada oturan adam “bizimkilerdendir”. Göz ucuyla bakıyorum, İran’daki gazeteleri inceliyor. Birden bana doğru dönüp birinin fotoğrafını göstererek:
–Hanım, bunu tanıyor musun?-diye soruyor. Tanıyorum elbette.
–Zeynep yaşıyor mu?
–Sanatını bile icra ediyor…
–Bizim mollalar şarkı söylemeğe izin vermiyor.
Siyasi tartışmalara hevesim olmadığı için susuyorum.
–Siz de Gaziantep’ten mi geldiniz?
–Hayır, Antalya’dan.
Kimin, hangi yollarla Kıbrıs’a gelişi söz konusu. Galiba suskunluğum ona da etki ediyor. Kalkıp gidiyor ve yerini yine “bizim” genç kızlara veriyor. Doğrusu güzel kızlar, ancak sanki boyahane küpünün içinden çıkmışlar.
–Nereden geldiniz, Tahran’dan mı?
–Hayır, Tebriz’den.
Adresine bakıyorum, bayram mesajları yollamışlar…
…Telefon eden arkadaşımızdı. Şiir ve sanat yorumcusu, edebiyatçı Muzaffer Bey. Edebî mahlası Kerbelayı Muzaffer’dir. O da bizimle aynı uçakla Kıbrıs’a geldi, ancak o başka şehirdedir, Magosa’da. Akil Abbas’a, ne zaman görüşelim-diyor. O da bana soruyor.
–Lefkoşa’ya gidelim mi?
–Hayır, yorgunum. Bugün dinlenelim, akşama davetliyiz zaten. (Hiç yapmadığım şey, ancak gece ateşim zirveye vurduğunda durumun ne olduğunu bileceğim, müthiş soğuk almışım.)
TANRIÇA
Kumsalda bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyor, karmakarışık düşüncelerimi toparlamaya çalışıyorum. Uzaklardan, bir tepenin üzerinde yapılan Atatürk’ün heykeli görünüyor. Deniz, beyaz köpüklü dalgaları kovalayarak sahile sürüyor. İlah kabul edilenlerle insanların birlikte yaşadığı dönemlerde bu köpüklerin içinde bir güzel dünyaya gelmiş. Nemfler güzellik tanrıçasını sürükleyerek sahile getirmişler. Troya savaşlarına sebep olan Paris nifak elmasını ona vermiş. Bu tür bir hile ile güzellik tanrıçası da ilan edilmiş. Hileyle mi? Of be, ne farkı var, becerebilmiş mi? Güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit. “Afros” köpükten meydana gelen ve Kıbrıs’ı aşk adası yapan kadın. Olimpos dağındaki on iki yarı tanrıdan biri. Âşık olamayanları cezalandıran, aşkı ve güzelliği için cezalandırılan. Şu kayanın üzerinde çırılçıplak uzanarak gelip gidenlerin aklını başından alan güzel…
Uzaktan tepelerin üstünde Atatürk’ün heykeli göze çarpıyor. Heykelin orada bulunuş sebebi siyaset mi, yoksa sevgi mi?
***
…Sayın Milletvekili burada da tanıdıklarını buldu. Salon Milli Futbol Takımımızın eski teknik direktörü Fazıl Karayev ailesi ile birlikte Akapulka’da. Akşam bizi “Savoy” otelde ağırlayacak.
Cahilliğimi bağışlayın çünkü ilk defadır bir gazinoya ayak basıyorum. En önemlisi ise kumar masasında oturan insanların yüz ifadelerini, gözlerinde yansıyan duyguları, ihtirası görüyorum. Yaşı belki de yetmişi geçen kadınlara bakıyorum. Tanrım, bu dünyada bilmediğim, tatmadığım ne zevkler varmış meğer!?
…Kıbrıs’ta kapalı alanlarda sigara içmek yasaklanmış, gazinolarda ise serbest. Buralarda insanların streslerini atmak (kazanmak dolayısıyla mı?) için ortam oluşturulduğundan dolayı bu yasak rafa kaldırılmış. Of, ne güzel…
Gerçekten güzel bir akşam oldu. Sporcuların içinde de ilginç insanlar var. Masamıza yaklaşarak Rusça hitap eden kızı gördüğümde sanki en yakınım olan birini görüyorum gibi sevinç duyuyorum. Bizlerden biridir, ancak burada yaşıyor.
…Geceyi alev alev ışık saçarak aydınlatan gazinoların arasından geçerek otelimize yöneliyoruz. Holde oturup sağı solu, “bizimkileri” izliyorum. Gecenin bu saatinde danslar gırla gidiyor. Rio karnavalındaymışım gibi geliyor. İp konusu…
–Hiç iyi değilim.
–Odamıza çıkalım.
O gece ateşimin yükselmesi ve öksürük sebebiyle göz kırpamadım. Sayın…sevgili eşim de sabaha kadar benimle ilgilendi. Uff, ne de özenişli imiş? Benim için bu da yeni bir buluş oldu. İlahem, senin adanda hastalanmak bir başka oluyor! Amanın, galiba putperestliğe meylediyorum…
***
—Kalk, hava çok güzel. Kahvaltımızı yapıp Lefkoşa’ya gideceğiz.
–Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Kendimi güçsüz hissediyorum.
–Hayır, kalk bir dışarı çıkalım, durumun düzelir.
…Apaçık bir hava var, güneş insanı ısıtıyor, içine işliyor. Gidiyoruz… Lefkoşa’ya. Otelden Girne’ye, oradan da Kıbrıs’ın başkentine. Tahminen 30-40 dakikalık uzaklıkta. Kocaman bir meydanın ortasında büyük harflerle yazılan “Cemil Ramadan Meydanı” yazısını şimdi görüyorum. Şoföre;
–Cemil Ramadan Kim? Savaş kahramanı falan mı? diye soruyorum.
–Hayır abla, zenginin birisi. Girne’ye büyük meblağlarda bağış yaptı.
–Aaaa…
Sen de putperestlikten ürküyorsun. Baksana, insanlar binlerce yıldır altına tapıyorlar. Bu gelenek asla değişmiyor…
ÜNİVERSİTE
Bora Bey, Sayın Milletvekili’nin Kıbrıs Turizm Bakanı ile görüşmesini rica etmiş. Önce oraya gidiyoruz. Bakanla görüşecek, sırada başkaları da var. Hangi tv’den olduklarını biliyorum, bizim grupla gelmişler. Ancak pek önemsemedim, doğrusunu isterseniz onlar da beni önemsemediler. Tahmin ediyorum, onlar beni milletvekilinin aksesuarı olarak görüyor. Doğal olarak hazıra konmak çok kolay bir iş… Turizm bakanı konukları içeri davet ediyor. Ben salonda kalıp çay içmeği tercih ediyorum. Gürültülü ve tumturaklı sohbetleri dinleyecek durumda değilim.
…Lefkoşa’nın eski, tahminen İçerişehir’e benzeyen sokaklarını dolaşarak taksi arıyoruz. Burada taksilerin özel durakları var, onları ancak oralarda bulabilirsiniz. Toplu taşım araçları da yok gibi. Kerbelai[1 - Kerbela şehrini ziyaret edenlerin adına eklenen bir hitap şekli.] Muzaffer bizleri Yakın Doğu Üniversitesi’nin kampında bekliyor. Üniversite yerleşkelerini beğeniyorum. Şehir içinde şehir gibiler. Kendi marketleri, kafeleri, otobüsleri, sinemaları, kütüphaneleri, eğlence merkezleri var. 8. binayı soruyoruz. Tanıyan bilen yok. Bu yerleşkenin Lefkoşa’dan büyük olduğu izlenimi oluşuyor.
..Hıı, bu da dostumuz, yanında da bir delikanlı.
–Neden geciktiniz?
–Taksi bulamıyorduk.
–Bu delikanlı iş arkadaşımın oğlu, burada okuyor. Deminden beri şikâyetlerini dinliyorum. Pek memnun değil, Bakü’ye dönmek istiyor.
–Kaçıncı sınıfta okuyor?
–Birinci.
–Sebep belli, burada az bulunmuş. Gelecek yıl alışırsın. Benim oğlum da Ankara’da okurken önceleri her gün telefon açar ve “Beni Bakü’ye aldırın.” derdi.
Çocuğun suratı bir anda allak bullak oluyor. Bizden destek alamadığı için pek memnun olmuyor.
–Hayır be, hanım, burada ne biçim kavgalar oluyor biliyor musunuz?
–Gençlerin olduğu her yerde bu tür kavgalar olur. Kimselere karışmayın ve derslerinizle meşgul olun.
–Okumamıza engel oluyorlar…
–Cavanşir Kuluyev’i tanıyor musun? Burada öğretim üyesi.
–Bestekâr mı? Evet, burada öyle birisi var.
–Telefon bulabilir misin?
–Araştırırım.
…Bu genç pek aklıma yatmadı. Kendim bulurum. Öğlen yemeğinin vakti çoktan geçmiş. Çocuk sahilde bir yemekhaneye gitmeği teklif ediyor. Yolda ilerledikçe Girne’ye döndüğümüzü anlıyorum. Buraları tanımaya başladım.
Sahildeki yemekhane… Hmmm… Hoşlanmıyorum. Yemek listesine bakınca hayrete düşüyorum. Fiyatlar Türkiye’dekilere kıyasla iki, üç kat daha pahalı. Kıbrıs genelde pahalı.
Ne fiyatlara, ne de şu fukara yemekhaneye bakma. Denize bak! Deniz muhteşem, beyaz köpüklerle sahile vuruyor. Tanrıça burada!
…Muzaffer gayrimemnun arkadaşıyla kendi mekânına geri dönüyor. Yerini bulup bulamayacağı konusu ise belirsiz.
HÜRREM SULTAN’IN YÜZÜĞÜ
Biz de Girne’de biraz dolaşmaya karar verdik. Sahilden yukarı doğru gidiyoruz. Burası sokak ticaretinin en yoğun yaşandığı yer, ancak görünüşü son derece yoksul. Eski görünüme sahip iki, üç katlı binalar Yunan mimarisinin güzelliğini yansıtıyor. Şimdi bir tane bile Rum bulamazsınız, ancak taşlar onları anımsatıyor. Hediyelik eşya satanlara yaklaşıp göz gezdiriyorum:
–Sizlerde Afrodit heykelciği bulunur mu?
Bir şey anlamamış gibi yüzüme bakıyorlar. İşe bak be, Hanım’ın vatanında onu tanımıyorlar, ama başka şeyler de gördüm. Kuyumcuların vitrinlerinde büyük harflerle yazılan levhalar dikkatimi çekiyor. Hemen hemen her adımda onları görebilirsiniz. Tebessüm ediyorum. Birinin karşısında duruyorum.
–Ne oldu, orada ne var?
–Bak bakalım ne yazmışlar?
–Ne, nerede, bunu mu diyorsun?
“Hürrem Sultan’ın yüzüğü geldi”.
–Görüyor musun, giyim kuşamını güzelleştirmişler. Kendini haremin bir üyesi olarak hissetmek isteyen kadınları baştan çıkarmak için güzel bir reklam.
–Sana da alayım mı?
–Hayır canım, benim o tür hayallerim yok. O yüzük ne seni Süleyman, ne de beni Hürrem yapar. Bu tarafa gel…
***
Otelin holünde kavga olmuş. Bu da ne? Otello’nun gölgesi mi buralarda geziniyor ne? Destemona’nın başörtüsü birilerinde mi bulundu? Mavr[2 - Shekspir’in Otello eserinde kullanılan bir ifade. Ruslar ve Avrupalılar siyahi ve Araplar için kullanır.] Yapacağını yapmış mı?
Şu davetkâr bakışların bir sonucu olmalıydı elbette…
–Yahu, geri döner dönmez herkese buranın ne menem pis bir yer olduğunu yayacağız. Şunlara bak.
Öbür bizimkiler de Farsça bir şeyler konuşuyorlar. Galiba Rio Karnavalı kavgayla sonuçlanıyor. Yahu beni ne ilgilendirir? İlgilendiriyor elbette… Hepsi genç, ancak yanlarındaki kızların gözü yaşlı erkeklerdedir, çünkü para onlarda.
…Ressam Terlan Gorçu’ya mesaj atarak Cavanşir’in Kıbrıs’ta kullandığı telefon numarasını soruyorum. Biraz sonra cevap geliyor. Yarın ilk işim bestekârı aramak olacak, ancak sabahı nasıl edeceğim bilmiyorum. Ateşim çıkmış, öksürük ise bütün kaslarımı sızlatıyor, üstelik tansiyonum da yükselmiş. Sayın Milletvekili, bu gece de size uyumak haram!
CAVAN ŞİR
…Yine Yakın Doğu Üniversitesi kampındayız, ancak bu seferkinin nedeni farklı. Bestekârı ziyaret edeceğiz. Galiba biraz tumturaklı oldu. Sade bir dille anlatayım. Bestekâra, tam yirmi yıldan fazladır “sen” diye hitap ediyorum.
Hâlâ beni görmüyor, arabanın penceresinden kafasını uzatıp bakan kadına dönüp bakmıyor. Her zamanki neşeli tavrıyla aceleyle arabaya yaklaşıyor. O beni görmese de ben onu görüyorum. Biraz kilo almış, saçları da beyazlaşmış, ancak yürüyüşü değişmemiş, aynı çeviklikle yaklaşıyor. Gözleri gülüyor… Gülmesine gülüyor, ancak gözlerinden yağan yalnızlık aynen yerli yerinde. Her bir şahsın sanatı kendi ruh hâlinin ifadesidir. Besteleri de gözlerine benziyor – Gam penceresi.
Arabanın yanında öpüşüp görüşmeler bittikten sonra pencereye doğru çekine çekine şöyle bir bakıyor. Laf olsun diye… Ve sonra gözleri kocaman kocaman açılmış hâlde kapıyı açıyor:
–İradeee!
–Eveeet!
–Sizinle burada görüşeceğimi asla ummazdım, ne iyi oldu.
–Ancak biz seni bulacağımızı önceden kararlaştırmıştık.
–Ne iyi oldu…
Şehrin merkezine doğru giderken arabada oradan buradan, yaşamdan, gurbetten, siyasetten konuşuyoruz. Bir taraftan dinliyor, diğer taraftan düşünüyorum, neden böyle oldu, niçin? Altmış yaşını geçen, müzik dünyamızda kendine has yeri olan ve sevilen büyük bir bestekâra vatanımızın (Vatanımız bu adadan kat kat büyük) bir köşesinde rahatça yaşayacağı bir yer bulunabilirdi elbette. Başka hiçbir eseri olmasa bile, “Asker Marşı”nın bestecisi olması yeterdi.
–Şimdi size şehri gezdireceğim. Küçük bir yer.
Arabadan iniyoruz. İki, üç gün önce gezip dolaştığımız Lefkoşa’ya başka yönden bakıyoruz.
–Burada şaşaalı, tantanalı yapılar bulamazsınız.
–Nasıl yok, gazinolar ışık seli yayıyor.
–Gazinoları geç. Geçen Kurban Bayramı’nda Ramiz Melikaslanov bayramı geçirmek için İstanbul’dan kalkıp buraya geldi. Gazinoya götürdüm, biraz eğlendi. Biliyor musunuz, bu insanların içinde yaşayınca, bağımsız ülke olmanın üstünlüğünün ne olduğunu anladım. Kendi pasaportun ve üzerinde kendi mührün. Herkes burada bağımlı ve yeterince tanınmamış bir coğrafya olmasının kompleksini yaşıyor. Bize gıpta ile bakıyorlar.
–Cavanşir, burada antik çağa ait tarihî eserler yok mu?
–Şimdi göstereceğim. Karşıda bir sütun var ve Romalılardan kalma olduğunu söylüyorlar. Bir de, dört yüz yıl burada hüküm süren Osmanlı Devleti’nden kalanlara antik abide denir mi?
–Neden İstanbul’da veya Türkiye topraklarında da yok?
–Oralara takılıp kalma, burada yönetim çok sık değişiyor.
Cavanşir’in Şeki ağzına biraz da Kıbrıs şivesi karışmış. Bir tür sentez. Onun söylediklerini dinleye dinleye, Cavanşir’in gençlik dönemlerinde sık sık televizyon programlarında boy gösterip güzel, akıcı ve mantıklı sohbetleri ile bestecilerin de Azerbaycan Türkçesiyle konuşabileceğini, düşüncelerini karşıdakine aktarabileceğini bize inandırmıştı. Hafif müzikte sazın da kullanılabileceğini kabul ettirmişti. Cavanşir her anlamda sentezi seven birisi…
–Bakın, şu aradan geçelim ve Rum Tarafı ile olan sınır bölgesini göreceksiniz.
–Sınır açık mı?
–Hıı, buradan oraya gidiyorlar, onlar buraya geliyor, ancak Kıbrıs vatandaşı olmalısın.
Akil Abbas:
–Diplomatik pasaportumla geçemem mi? diye sordu.
–Olur, ancak böyle olur. Ercan havalimanından İstanbul’a, oradan Atina’ya uçacaksın ve Atina’dan da Kıbrıs Rum Kesimi’ne dönebilirsin, böyle olur ancak.
…Sınır (Sınır deyince de küçücük bir kapı, gümrük memurları mı yoksa askerler mi bilemiyorum oturmuş pasaportları inceliyorlar, o kadar.) hayli kalabalık. Galiba iki tarafa da fayda sağlayan bir ticari ilişki var, çünkü herkes alışverişle meşgul. Buradan ne alıyorlar, anlamıyorum…
–Siyaseti bir kenara bırakalım, ancak insanların kendi problemleri var. Herkes iyi bir yaşam istiyor. Politikacılar bıraksa her şey başka türlü olurdu diyorlar. Ta baştan beri. Hayat…
…Hayat… O zaman biz de bir gün olup geçenleri yeniden unutarak bir yerlerden bir kapı açabiliriz. Zaten erkeklerimizin Ermeni kadınları ile ilişkileri destanlaşmış, geriye kalıyor biz kadınlarınki. Problem değil…
Sınırdan ayrılıp küçücük bir kafede akşam yemeğini yiyoruz. Erkeklerin politik sohbetleri devam ediyor. Ben de politika yapıp susuyorum. Dinliyorum, bakıyorum, düşünüyorum…
Ey iğneleyici sözleri dile getiren, inat, sert, merhametli, hiçbir kimse karşısında eğilmeyen, mert Cavan Şir! Galiba biraz yumuşamışsın. Değişiyorsun belli. Bunun sebebi ne? Yıllar mı, gurbet mi? Değişmeyen ne? Yalnızlığın mı? Bestelediğin o şarkı nasıldı –
Arzuda inam[3 - İnanç, inan, itimat],
İnamda şübhe qoxusu,
Ümidde seadet,
seadetde onu itirmek qorxusu…
Sessizliye dözmek[4 - Katlanmak] çetin[5 - Zor].
Baş götürüb[6 - Başını alıp] bu boşluqdan
Hara galdi[7 - Nere geldiyse], neca[8 - Nasıl] geldi heç qaçdın mı..?
Bu da başka bir şarkın.
Bakü’deki iki oda bir salon evini hatırlıyorum. Stüdyoya döndürdüğü evini. Karmakarışık, düzensiz, bir kadın eline ihtiyaç duyulan ev. İşini gücünü bırakıp benim filmlerimle ilgilendiğini de unutmadım. Üç filmimin müziğini düzenlemişti. Üstelik sesini de istismar etmiştim. Gururlanmayayım mı? Cavanşir Guluyev’in kendisi, şahsen…
Kendisi, şahsen… Konuşuyor ve dinledikçe buralarda sıkıldığını anlıyorum. Hasret duyuyor bu adam. Hepimiz gibi.
–Sizler oralarda yazı yazarken yalnızca buraları övün. Acıyorum, bırakın gelip gidenler fazlalaşsın, çoğalsın, diyor.
(Bakü’ye geldikten sonra orada çekilen resimlere bakınca, Ada’da birlikte çektirdiğimiz yegâne fotoğrafı Cavanşir’in çektiğini anladım.)
…Üniversite yerleşkesine dönüyoruz. Girişte Cavanşir arabadan iniyor, ayrılıyoruz. Karanlıkta gözden kayboluyor. Araba dönünce başımı çevirip geriye bakıyorum. Burada – Sevgi Adası’nda takdir ettiğim, beğendiğim besteciyle tekrar görüşme fırsatını buldum. Hayatta her şey güzel! Hayatta her şey güzel! Hayatta her şey güzel!
LA İSLA BONİTA
…Hayır, bugün ne olursa olsun, ayaklarımı bile olsa Akdeniz’in sularına daldıracağım. Hava da güzel. Hafif bir meltem esiyor. Başımı arkaya doğru atarak saçlarımı rüzgârlara teslim edeceğim. Madonna gibi, “La isla bonita” şarkısını söyleyeceğim. Onun sesi güzel, benim de hitabım. Ha Madonna, ha İrade… Ancak sevgi olmayınca kelimeler de üşür…
…Dur bir hele, bu ne naz? Çayırların üzerinde iki kedi mart olayının koynundalar. Sarışın olan (yani dişisi) o tarafa bu tarafa yuvarlanıp duruyor. Kara olan da (erkeği) sabırla hanımın işvelerini seyrediyor. Onların biz insanlardan daha duygusal olduğunu anlıyorum. En azı aralarında karşıdakinin kalbini yaralama olayı yok…
Bu Sevgi Adası’nı da insanlar yaralayarak ikiye bölmüşler. Güneş bir, sema bir, ancak toprak bir … değil. Afrodit’in gönlünü yaralamışlar. Afrodit’in kalbi kırık…
Su soğuk. Yazık, çok yazık. Bir vakitler Tanrıça her yeni sevgilisiyle buluştuktan sonra bu sularda yıkanarak bakire oluyormuş. Tanrıça, bakire kalplere acı biraz!
Madonna nasıl söylüyordu: La isla bonita… Sanki bir rüya idi, bu Ada da hayalden ibaretti. San Pedro’da gurub vakti, mutluluk adası. Hülya…
***
—Yarın gidiyoruz. Ama yazık, hastalandım ve istediğim gibi gezip dolaşamadım. Baksana, yine üşüttüm galiba. Yarın uçakta ne yapacağım?
–İyi olur canını sıkma. Güzel bir seyahat oldu.
–Evliliğimizin bir yılını da kutlayarak yolcu ettik…
–???
–Rum Tarafı’nı da görmek istiyorum.
…Kaç gündür gözüme takılan İngiliz çift yanımızdan geçip gidiyor. Belki de sekseni geride bırakmışlar, ancak el ele dolaşıyorlar. Gözlerinden mutluluk akıyordu. Ne farkı var, bir yıl, otuz yıl veya yüz yıl. Önemli olan yıllar değil, o yılların anlamıdır. Bu sızı…
Masanın üstündeki içkinin cazibesine bak hele. NE GÖRDÜ BADEDE Kİ, BİLMEM, OLDU BADEPEREST… KÖNLÜM…
***
Kıbrıs – Afrodit’in başka bir adıyla Kiprida. Bir etimolojisi de var. Kipr, yani kiparisler – servi ağaçları ülkesi. BEN BİR SERVİ AĞACIYDIM SEVGİ ADASINDA. NE SEN BUNUN FARKINDASIN…
***
Ercan havalimanında genelde diğerlerine kıyasla alıştığımız şaşaalı hiçbir şey yok. Hatta alışveriş mağazaları bile düzensiz. Parfümle kurabiye aynı yerde satılıyor.
…Sınırdakiler çok sertler galiba. Ciddi ve herkese aynı gözle bakıyorlar, hatta pek nazlı Milletvekili’nin diplomatik pasaportuna da önem vermiyorlar. Kanuna ve kurallara kendi talimatları doğrultusunda uyuyorlar. O da sinirlenerek kemerini çıkarıp plastik kabın içine fırlatıyor, geri dönüp almıyor bile. İçimden biraz da gülmek geliyor.
–Neden sinirleniyorsun? Tanınmayan devletin memurları. Ayda yılda bir diplomatik pasaport görüyorlar. Ne bekliyordun?
…Uçakta yeniden bir hafta önce gördüğümüz aşina simaları görüyorum. Biraz sonra havalanacağız. Kalbimde parçalanmış bu toprağın sahibesinden son ricamı ediyorum…
İLAHE, KALBİME BİR SEVGİ YOLLA
TANRIÇA, BENİ SEVENLERE ACIYORUM…
Girne-Lefkoşa-Bakü
Mart-Nisan, 2011
YAKIN SAHİLLERDE…
İLK GÜN
Gürcistan yeşildir, yemyeşil. Nereye gidersen, nerede dolaşırsan bu gerçek değişmez… Hele dağların arasıyla kıvrıla kıvrıla giden yolda ırmak vadisini de buna eklersen…Hele insanların simasına yansımış manevi dinginliyi de buna ilave edersen.
…Burası Karadeniz sahilinde bir liman kenti ve büyük turistik bölge. Orta çağlarda Lazika’nın, sonra da Gürcistan’ın bir parçası olmuş. Sonraları Megrel prensleri yönetmiş. 1547 yılında Osmanlı yönetimine geçerek tam üç yüz yıl onların elinde kalmış. 1878 yılında Ruslar geliyor ve… Bugün ülkenin kültürel, ekonomik hayatında önemli rol oynuyor. Tarihçilerin şehirle ilgili bilgileri tarihin ilk çağlarına kadar gidip çıkıyor. O vakitler buraya Batus diyormuş. Aristo, Plini ve Flavi Arria’nın eserlerinde de Batus olarak anılıyor. Tarihin sonraki dönemlerinde buraya hâkim olanlar hanedanları ve dinleri değiştirmiş, ancak elden ele geçmiş olsa da güzelliğini olduğu gibi muhafaza etmiş. Şehirde yaşayan halkın oluşturduğu mozaik bu tarihi gerçeği yansıtıyor. Yirminci yüzyılın başlarında kendini gösteren siyasi değişiklikler yine çehrede bazı değişimlerin oluşmasına sebep oluyor ve Osmanlı Devleti şehri tekrar ele geçiriyor. Sonrası ise malum. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgiye uğraması ve Sovyetler Birliği’nin saldırarak Gürcistan’ı işgali. Müslüman Gürcülerin kendileri Gürcistan’a bağlanmak için ricacı oldukları yazılıp çiziliyor. Büyük devletlerin küçük halkların ricalarını nasıl da harfi harfine yerine getirdiğini görüyor musunuz!!!? Ooof, tarihte neler olmuş, neler bitmiş farkı ne? Asıl olan ben buradayım. BATUM’dayım… …Otele yerleştikten sonra Büyük Deniz’in sahiline giderek onu selamlayacağım, Karadeniz’i. Beni görsün ve görünce de heyecanlanarak biraz çırpınsın… Beni görür görmez hava da neden suratını böyle birdenbire astı anlamıyorum, yağmur çiseliyor. Hava da tıpkı ben, anı anına uymuyor… Eee, ne ise odur işte. Caddelerde asfaltı sökerek yerine taş döşüyorlar. Görüntü olarak güzel. Şehir yirmi yıl öncesinde böyle değildi, zıtlıkları görebiliyorsunuz… Eveeet, yirmi yıl öncesinde çok şey farklı idi, ben de başka idim. İlginç, Karadeniz beni umursamadı bile… Ner çırpındı, ne çabaladı. Kıvrıla kıvrıla sahile doğru aktı, sonra da sırtını dönüp gitti… Denize küseyim mi… Yok be kız, belki de yirmi yıl önceki SEN’i hatırlıyor … Bugünkü BEN’i tanımadı. Resul Rıza’nın dediği gibi – Külekler[9 - Rüzgâr] de sığallamır[10 - Okşamak] çiçekleri…Oralarda ezilip büzülmeden oturup bir bardak çay içilebilir, ya da… SİGARAMIN DUMANINA SARSAM, SAKLASAM SENİ… Yarın güneş çıksın artık…
İKİNCİ GÜN
Gece müthiş bir sağanak yağdı… Sicim gibi yağan yağmurla Milletvekili’nin horultusu bana ninni söylemiş olsalar da uyuyamadım. Uykum beni terk edip gitmişti, bu avantajdan faydalanarak bazı gözlemlerim oldu. Gece kafayı bulduktan sonra otele dönenlerin mırıldandıkları melodileri dinledim. Çok garip, içki bazı insanları mutlu edebiliyor. Öylesine şen şakrak sesleri vardı ki… …Açık ve güneşli bir gün oldu. Kahvaltıya inerken gecede olduğu gibi otelin holünde kızların şarkı söylediğini gördüm. Ağırbaşlı, oturaklı biri de dün olduğu gibi onlara emirler veriyor. Otelin sahibi galiba, tavırları ona benziyor. Gürcüce’yi bilmesem de Sakartvelo, Xevsuretiya, İmeretiya ve Svanetiya sözleri şarkının Gürcistan’ı tasvir ettiğini hatırlatıyor. Galiba otelin patronu sabah sabah kızlara şarkı söyletmekten keyif alıyor… Tipi ağaya benziyor.
…Bu da çimerlik[11 - Plaj]. Paralı değil – ancak Türkiye’deki gibi de değil. Her otelin kendine mahsus alanı yok. O kadar insan var ki, iğne atsan yere düşmez. Buralarda bizimkiler de oldukça fazla, sık sık göze çarpıyorlar. (Yani falanca şeyi gerçekleştirmek için buralara gelmeğe değmez.) Güneş ılık bir sıcaklık yayıyor, insanı yakmıyor ve Karadeniz’in sularında ıslanıyorum. Akdeniz’in suyu gibi acı, tuzlu değil… Reşat, Karadeniz tuzlu değil! Hüzünlü de değil…
…Gürcü mutfağını seviyorum, ancak yemekleri tasvir etmekten çekiniyorum, eğer yazmaya kalkışırsam yazdıklarım Seymur Baycan’ın ?????????? metinlerine benzeyecek. Bu düşüncemden vazgeçtim…
Gürcistan genelinde olduğu gibi Batum’da da anıtsal heykeller çok. Medea[12 - Yunan mitolojisinde acıların kadını olup güçlü bir büyücüdür ve Kral Aeetes’in kızıdır. Golden Fleece peşinde dolaşan Argonautlar’a çok yardım eder ve babasından gizli olarak Jason’a kaçar, onlarla birlikte Golden Fleece’i İolcus’a götürür, yolda karşılaştıkları zorlukları yenmesine yardım eder. Argo ile yol alırken kızkardeşini kıskançlık yüzünden parçalayarak öldürür ve lanetlenir. Babası Kral Aeetes, büyücü ablası Circe’den yardım ister, bin bir türlü entrikalar yaşadıktan sonra çıldırır, çevresindeki herkesi öldürmeğe çalışır ve çoğunda başarılı olur, çocuklarını da boğarak öldürmesiyle bilinir.] dikkatimi çekti… Medea’nın kim olduğunu biliyor musunuz? Altın Deri bulmaya gelen Argonathlar’a yardımcı olan, Yason’a yol gösteren, sonra da ihanete uğrayan ve hiddetinden kendi çocuklarını katleden kadın. Dünya edebiyatı bu KADINdan teyet geçmemiş. Ben de geçmiyorum, durup bu KADINa uzun uzun bakıyorum. Kendine layık bir heykel yapmışlar. Batum’da mitoloji ile ilgili heykeller hayli fazla. Hatta fıskiyeler bile bu heykellerle süslenmiş. Buralar ve Abhazya Eski Kolhida olarak kabul ediliyor. Gürcüler şimdi Abhazya’ya hükmedemiyor, ama burası var ya… Nedendir bilmiyorum, burada her gece havai fişek gösterisi yapılıyor. Önceleri bayram falan sandım, hatta sordum da…
Dario FO’nun tek kişilik kadın oyunlarından biridir.
Euripides tragedyasında Medea âşık olduğu adam uğruna ülkesini terk eder ve Yunanistan’a yerleşir. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra kocası Corinthia prensesiyle kendisini aldatır, Medea da bu yüzden delirir. Para ve güç için kendisini terk eden eşinden intikam almaktan başka bir şey düşünmeyen Medea sonunda çocuklarını kendi elleriyle öldürür. Ama değil, hoşlarına gittiği için bunu yapıyorlar… İçleri bayram sevinciyle dolu… Gece uyuyabilsem bu da benim için bayram sevinci olacak…
ÜÇÜNCÜ GÜN
…Sabahleyin müthiş bir baş ağrısı ve Alik’in kızlarının sesiyle uyandım. (Söylemeği unuttum, kaldığımız otelin adı Alik ve otelin karşısında gördüğüm kocaman Hammer cipin plakasında da ALİK yazısı var. Demek ki, patronun adı Alik ve sabah sabah kızlara şarkı söyleten de o.) Çocukluğumdan beri bu baş ağrısını çekiyorum ve tahminen Pontius Pilatius[13 - Yaklaşık M. S. 36-36 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nun Yahudiye eyaletinin valiliğini yürütmüştür. Hz. İsa’nın “halkı isyana teşvik etmek” suçuyla yargılandığı mahkemenin başkanı. Yargıcın, “Ben İsa’nın kanını almam! Siz ne yaparsanız yapın!” diyerek onu yargılamadan kaçındığına inanılır. Pontius’un karısı Procula, Hz. İsa’yı rüyasında gördüğünü, Hz. İsa adına acı çektiğini söyleyerek onun ölüm cezasına çarptırılmasını ister. Procula’nın bu isteği kabul edilmez, ancak Pilatus yargılamadan çekilir. Procula, Ortodoks kiliselerinde azize olarak kabul ediliyor. Ceza infaz edilir ve Hz. İsa Hıristiyan kaynaklarına göre çarmıhta can vererek üç gün sonra dirilir. Öldüğünde 33 yaşında idi.]’un baş ağrısı gibi bir şey. Doğal olarak ben Pilatius olmadığım için kimseyi idam ederek baş ağrısından kurtulacak değilim… Ama içimde bazen böyle bir arzu uyanıyor… (Geldikten sonra neden Bulgakov’u hatırladım, onu düşünüyorum, neden? Meğerse 1939 yılı ağustos ayında Bulgakov’u buraya göreve yollayacaklarmış – “Batum” piyesi üzerinde çalışmak için. Bu piyes yazarın kendi vicdanıyla hesaplaşması olacakmış –Piyes, Stalin’i işliyormuş ve onu antik mitolojik kahramanlara benzetecek bir eser olmalıymış. “Halkların Babası” lakabı takılan Stalin ne düşünmüşse piyesin sahnelenmesi yasaklanmış. Ne ise – bu anlayışla bazı şeyleri hatırlamak galiba bir tür hastalık.) Galiba bu baş ağrısı ile günüm zehir olacak. Bu da, denize gidemeyeceğim, güneşte kalamayacağım, şehirde dolaşamayacağım anlamına geliyor… Ölü gibi yataktan çıkamadım. Akşama yakın kendime gelir gibi olunca ışıkları neredeyse gökleri bile aydınlatan şehirde dolaşmak istedim. …Faytonlar hâlâ halkın hizmetinde. Atlar, süslü püslü faytonlar şehre ayrı bir güzellik katıyor. Ben de bu güzellikten pek yürümek istemeyen ayaklarım için faydalanıyorum. Batum’da gecelerin de kendine has bir dünyası var.
Mozaik bir dünya. Her dildeki konuşmaları duymak, her renkte insanı görmek mümkün… Gözlemlediğim şu oldu – yeni, genç nesil Rusçayı yadırgamış olsa da Rusça bilen Gürcülerin sayısı fazlalaşmış. Rusçanın önemini anlamaya başlamışlar galiba. Ülkede Sayın Milletvekili için taşıdığım fonksiyonlara (ansiklopedi, vitrin, sekreter, redaktör vs.) dışarıda tercümanlığın da ilave edilmesi bizim açımızdan gündemin önemli konusu.
…Bulvar ve çimerlik bir arada. Bulvarın zeminine ahşap döşemişler. Sebebi konusunda ancak fikir yürütülebilir. Her şey yeniden özenerek yapılıyor. Bulvar ilginç kompozisyonlar ve heykelcikler yönünden son derece zengin… …Galiba başımın ağrısı tekrar başkaldırıyor… Pilatus’un ağrıları mehtapta artıyordu… Ay doğmuş olsaydı ben de denizde yakamozu seyrederdim. YOK… YAKAMOZ yok… Uzaklarda bir gemi ağır ağır yol alıyor… Sezen’in şarkısı nasıldı?
SEN OLMAZSAN EĞER BATAR ARTIK BU GEMİ…
…BEN HÂLÂ DOLAŞIYORUM AVARE,
HANİ GÖRSEN
ENİ KONU DİVANE…
NE YAPTIYSAN OLMADI NE ÇARE…
…Yeter artık dolaştığın…
DÖRDÜNCÜ GÜN
Sahilde, gökte süzülen paraşütü izliyorum… Yanlış anlaşılmasın, ama yıllardır şu paraşüt düşüncesi bende adeta bir saplantı, tutku hâline gelmiş. Hatta geçen yıl Antalya’da kesin karar vererek gerekli şeyleri takıp takıştırsam da havalanmaktan son anda vazgeçtim. Göğün yüksekliklerinde kalbimin bu heyecana dayanamayıp durabileceği düşüncesi beni bu arzumdan uzaklaştırdı. Yani benden kahraman falan olmaz. Her şeyi ölçüp biçiyorum. Hayır, prensiplerimi bazen de alt üst ettiğim oluyor, ancak bu paraşüte binme düşüncesi beni bitirecek… Şimdi gökyüzünde süzülen şu mutlu insana bakıp, ben neden böyleyim diye düşünüp duruyorum… Neden??? Neden arzularımızla olanaklarımız asla birbirine denk gelmiyor? Bakınca sana çok yakın görünüyor, elini uzatsan kapacaksın gibi… Ama elini uzattığında seni öylesine yakıp kavuruyor ki, külünü yıllarca temizleyip bitiremiyorsun… YORULDUM HER BULDUĞUMDA KAYBETMEKTEN… Kör şeytan, bu düşünce nereden gelip beynime saplandı? Deniz var, güneş var… Dalga da var… Madem göklere yükselemiyorsun, hiç olmazsa denize dal ve hayattan zevk al… Kahramanlık duygusuna kapılmamdan pişmanlık duydum, suya dalmak da gerekmiyormuş… Dalgalar beni sağa sola öylesine fırlatıp durdu ki, bir tarafa çıkacak durumda değildim, çekip çıkardılar. Bu arada çok sevdiğim gözlüğümü de sular alıp götürdü. Çok garip, o gözlüğü yıllar önce bana Gürcistan’da hediye etmişlerdi, Gürcistan’da da kaybettim. Kaybedilenler yalnızca gözlükler olsaydı keşke… Ne ise, gidenin ardınca ağlamamın anlamı yok, su falan içip sakinleşmek gerekiyor. 13-14 yaşındaki çocuklar dolaşıp su, dondurma, patlamış mısır, öteberi satıyorlar. Küçük sepetlerinin üstündeki örtüyü açıyor ve ne istiyorsan çıkarıp veriyorlar. Konu bu değil, bu küçücük sepetin üzerinde ufacık bir yazar kasaları var, ne satsalar karşılığında fiş veriyorlar. Tanrım, yani her şey düzeltilebilir, yoluna konabilir, yeter ki, sen iste… İstekler ve olanaklar burada da mı çakışmıyor yoksa..? …Kaybettiklerimi düşüne düşüne otele dönüyorum. Sayın Milletvekili her zamanki gibi televizyon karşısında. Duyduğum sesler birden dikkatimi çekiyor. Çoktan beri bu filmi seyretmemiştim… Ekranda “Kral Lir-(King Lear)” filmi var. İlgiyle seyrediyorum (William Shakespeare’i seviyorum, özellikle de “Kral Lir”i. Semender Rızayev’in seslendirmesini hatırladım. Seslendirme büyük bir sanat alanı, ona birkaç anlam yüklenmiş. Şimdi her tv kanalının kendine ait dublaj stüdyosu var, ancak şahsen tercüme edilen filmleri seyredemiyorum, zevk vermiyor. Lakin otuz yıl önce duyduğum ses hâlâ kulaklarımda. Acaba stüdyo yöneticilerinin karşısında bir engel mi var?
İmkânları mı yok, yoksa istekleri mi… Veya Kral Lear sendromu mu? Biz genelde bu tür bozuklukların sıkıntısıyla karşılaşan halklardanız. Sahte övgülere öylesine kapılmışız ki, ne arzularımızdan, ne de olanaklarımızdan haberdarız… Bu günüm de böyle geçip gitti galiba… Konuyla ilgili varyasyonlar… Olanaklar, arzular… Ta gençliğimden beri… motosiklet kullanmaya özel heves duydum… Çok istiyordum…
BEŞİNCİ GÜN
1991 yılı sonbaharı. Ekim ayı idi galiba, Türkiye’den dönen kardeşimi karşılamak için Batum’a, oradan da Sarp sınır kapısına gelmiştim. Ülkede gerginlik hâkimdi. 1989’da Tiflis, 1990 yılında da Bakü’de 20 Ocak olayları… Herkesin birbirine şüpheyle ve nefretle baktığı vakitlerdi. Askerler, sınıra az bir mesafe kaldığında bizleri otobüsten indirdiler. “Seyahatlerine bundan sonra ancak Gürcistan vatandaşları devam edebilir” dediler.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/tuncay-irade/yol-romani-69499192/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kerbela şehrini ziyaret edenlerin adına eklenen bir hitap şekli.
2
Shekspir’in Otello eserinde kullanılan bir ifade. Ruslar ve Avrupalılar siyahi ve Araplar için kullanır.
3
İnanç, inan, itimat
4
Katlanmak
5
Zor
6
Başını alıp
7
Nere geldiyse
8
Nasıl
9
Rüzgâr
10
Okşamak
11
Plaj
12
Yunan mitolojisinde acıların kadını olup güçlü bir büyücüdür ve Kral Aeetes’in kızıdır. Golden Fleece peşinde dolaşan Argonautlar’a çok yardım eder ve babasından gizli olarak Jason’a kaçar, onlarla birlikte Golden Fleece’i İolcus’a götürür, yolda karşılaştıkları zorlukları yenmesine yardım eder. Argo ile yol alırken kızkardeşini kıskançlık yüzünden parçalayarak öldürür ve lanetlenir. Babası Kral Aeetes, büyücü ablası Circe’den yardım ister, bin bir türlü entrikalar yaşadıktan sonra çıldırır, çevresindeki herkesi öldürmeğe çalışır ve çoğunda başarılı olur, çocuklarını da boğarak öldürmesiyle bilinir.
13
Yaklaşık M. S. 36-36 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nun Yahudiye eyaletinin valiliğini yürütmüştür. Hz. İsa’nın “halkı isyana teşvik etmek” suçuyla yargılandığı mahkemenin başkanı. Yargıcın, “Ben İsa’nın kanını almam! Siz ne yaparsanız yapın!” diyerek onu yargılamadan kaçındığına inanılır. Pontius’un karısı Procula, Hz. İsa’yı rüyasında gördüğünü, Hz. İsa adına acı çektiğini söyleyerek onun ölüm cezasına çarptırılmasını ister. Procula’nın bu isteği kabul edilmez, ancak Pilatus yargılamadan çekilir. Procula, Ortodoks kiliselerinde azize olarak kabul ediliyor. Ceza infaz edilir ve Hz. İsa Hıristiyan kaynaklarına göre çarmıhta can vererek üç gün sonra dirilir. Öldüğünde 33 yaşında idi.