Üç Nokta

Üç Nokta
Ahsen Ilhan
Bu kitapta bir muhabbete davetlisiniz… Anlam arayışında her şeyi yeniden anlamlandıracağınız bir yolculuk bu… Kalbe dokunan, samimi bir el uzatış ile bir çağrı yapıyor yazar… Varoluşun özüne dönüyor ve bizi hakikate yaklaştıran o kederli ve uzun yolun sırlı güzelliklerine kapı aralıyor… İşte bu yolculuk insanın en keskin duygusu Yalnızlık ile başlıyor… Bir ‘tek’ vardır sahibi… Mânâ ‘O’na durmaktır. Varmak da yoktur ama; Yokluk, aramamaktır.

Ahsen İlhan
Üç Nokta

Ahsen İlhan

Marmara Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü ‘yüksek onur’ mezunu. İki yıl edebiyat bölümüne devam etti. Amatör olarak ud, saz, gitar ve tambur çalıyor. Kitap, tashih ve redaksiyon işleriyle meşgul. Yeni Şafak bulmaca sayfasını hazırlıyor ve Haber Ajanda, Kültür Ajanda dergilerinde yazarlık yapıyor.

İlk Söz
Bu kitap bir muhabbettir. Kalpte yük hâline gelmiş sözcüklerin dile gelişi, dostane bir anlatım ve bazen de kendi içime yol alan bir fısıltı… Söylemenin, söyletene hürmetle yapılması gerektiğinin inancıyla başladığım bu konuşma, içimdeki ‘anlam’ arayışı ve bu arayışa olan özlemin bir yansıması olarak şekillendi. Nasıl başladığı ve nasıl bittiği hakkında fikir sahibi bile değilim. Hiçbir kurgu ve planlama olmaksızın, sayfaların nezdinde sizlere konuşmuş bulunuyorum. ‘Ben’ derken hissettiğim samimiyeti, bir başka ben olan ‘sen’ derken de kullandığımı, açık yüreklilikle söylemek istiyorum. Ben derken ‘sana’, sen derken ‘bana’ söylediklerimin -iki cihanda da- yükümlülüğünü almanın kaçınılmaz esaretiyle bu muhabbeti beyan ediyorum. Sohbet boyunca tekraren dile getireceğim gibi; bakmakla görmek ve duymakla anlamak arasındaki farkı sezebilen, sezebilmeye emek veren herkese selam ile…
Öncelikle, tüm bu muhabbet dâhilinde dile getirilen âcizane fikirlerim ve sözlerim için Allah’a hamd ediyorum. Her bir söz, her bir satır ve ne kadar eser varsa kâinatta hepsi; Yüce Allah’ın inayetiyledir. Bunun; ‘ben’deki ‘ben’ için geçerli olduğu kadar, ‘sen’deki ‘ben’ için de geçerli olduğuna inancım sonsuz… Hoş bir tını bırakan ne kadar söz varsa âlemde, söyleyenin aracı olduğu bir yolculuktan ibaret!.. Ben de bana bu sohbetin sözlerini nasip eden Rabbime şükran ve hamd ile, bu yolculukta aracı olmanın heyecanını yaşıyorum. Her birimiz, hikmetli ve kalbe dokunan sözlerde aracı olmanın zekatını -sanırım- ömür boyu ödeyemeyiz.
Kitabın adı hakkında da düşünülmemiş, kendince şekillenmiş sebeplerden bahsetmek isterim. Söylediğim üzere bu kitap bir muhabbettir. Muhabbetlerde de cümlelerin akışı, nasıl ki kesik ve sırasız kelimelerle şekilleniyorsa, benim sohbetim de bu minvalde can buldu. Bu sebepledir ki; dost muhabbetlerindeki üç noktalı cümleler, tüm kitap boyunca dinleyiciyi karşılayacaktır. Dil ve imla kurallarına saygı sınırlarında olmakla birlikte, pek çok kez konuşma vurgusunu karşıya geçirebilmede çeşitli noktalama figürleri kullandığımı da belirtmem gerekiyor.
Benim için uzun ve çeşitli nefeslerle donanımlı bir yolculuktu bu… Zaman zaman bir solukta anlattım iç âlemimi… Zaman zaman kesik nefeslerle dile geldi sözcükler… Hepsinde ‘sen’i yâren bildim. Konuştukça daha da iyi anladım ki; bütün ‘ben’ler bir ‘sen’le anlamlanıyor. Sözü bir ‘ben’ söylüyorsa, bir ‘sen’ de ona hayat veriyor.
Bu kitabı bir ‘dost meclisi’ yerine koyup, eksiğimle yükseğimle kabulünüze sunarken; bilineni, kendimce anlatmak gayretime hür bir alan bırakılması temennisindeyim. Tüm sözlerim, içimin ısrarlarıyla dile getirildi. Bu süreçte benim hür irademin katkısı bile kayda-değer bir mevcudiyete sahip bulunmuyor. Bununla birlikte, tüm âlemde (iç ve dış), görünmeyen, emek verilmezse sezilmeyen, fakat birbirinden kıymetli alt anlamlara olan tutkumu da çok açık ettiğim bir konuşma olduğunu söylemeliyim.
Her şey; ama her şey, ilk – alt ve son anlamlarıyla değer kazanır.
Sohbetimiz boyunca paylaşmaya çalıştığım hacimli kavramların özeti budur desem; yanlış olmaz sanırım! Kitabın başındaki ‘ben’le sonundaki ‘ben’ arasındaki o derin uçurumun sebebine gelince; bu konuşmanın ilk ve son sözü arasında tam dört yıl geçti. Bunun ilk iki yıllık diliminde, babamın varlığında, hayatın tüm zorluklarına daha güçlü dururken, dünyanın heveslerine daha yakındım. Fakat son iki yıllık süre zarfında babamın vefatıyla gelen bir ağırlığı üstüme giydim. Bu bende, dünyanın ışığından alınan zevki törpülerken; anlamın ve mânânın önemini hissetmeye meftun etti. Çocukluğum boyunca anlamını aradığım ‘ölmek’ mucizesi, babamın gidişiyle; onun bir hayat olduğu inancını işledi ruhuma…
‘İlk Söz’ü de ‘Son Söz’ kadar uzatmanın mahcubiyetiyle, bu kitabın sayfalarını gasp eden sohbetim boyunca kalbime dokunanlara ‘teşekkür’ bölümüne geçmek istiyorum…

Teşekkür…
Sevgili Babam, kıymetli şair, ömrünce yazar Selman Cahit! Keşkeleri hiç sevmemekle birlikte, tam bu satırları yazarken ‘keşke burada olsaydın’ dememek için güçlü bir mücadele veriyorum. Nasıl da candın bende… Bana, nasıl da hazineler bıraktın gittin!.. Sayende, bugün bu kitabı yazabilecek sözcüklerle tanıştım. Erdemin, onurun ve kulluğun şerefini anlattın ömür boyu… Bugün kokuna ve gülüşüne hasret kızın sana gönülden teşekkür edebilmek için ömrünün büyük bir bölümünü feda edebilirdi. Fakat sen bana cevap verebilseydin; ölümün güzelliğini ve ilahî takdire baş eğmenin ferahlığını anlatırdın. Her şeyin en doğru zamanda vuku bulduğu gerçeğine inançla; seni, benim babam olarak lütfeden Yaradan’a şükürle, sana gönülden teşekkür ediyorum. İnşallah nefes aldığım her saniye, hakkının helali için Allah’ın yolundan ayrılmam ve bir gün bunun gururuyla kavuşurum sana…
Sevgili Annem, gözümün gönlümün nuru… Allah’ın bahşettiği lütuf… Zerrin Öztaş… Namıdiğer GÜLRUMAH… Babamın aşkı… Yüzünde cennet bahçesini taşıyan annem… Fedakârlığın, parça parça olup da herkese yetişin, şikâyet bilmeyen mütebessim hâlinle sen ‘şükrü ve sabrı’ öğreten bir bilgesin. Zarafetin ve güzel kalbin aynası annem, bu kitabın ve benim can suyum oldun. Şimdi bu sözlerin her bir satırında, varlığınla, insan olabilmeye çabalayan gönlümün derdi yatıyor. Beni bu dertlerle şereflendiren annelik, insanlık ve kulluk zarafetine hürmetle ve saygıyla, sana gönülden teşekkür ediyorum. Bize mutlu bir baba ve değerli bir hayat verdin. Şükretmeyi öğrenen dilimin öğretmenisin. Her şey için teşekkürler…
Kardeşlerim, Nihal ve Selcen Öztaş… Ömrümü anlamlandıran varlığınız için, beni yüreklendiren kardeşliğiniz için, bana her şeyimi paylaşabilecek bir kapı olduğunuz için, tüm yazdıklarıma-söylediklerime sevginizi kattığınız için, temiz ve arı duygularla adımlarımı desteklediğiniz için, gözyaşımın ortağı olduğunuz için, benim kardeşlerim olduğunuz için sonsuz teşekkür ediyorum…
Can dostum, cankuşum, kardeşim Büşra Girgin… Zor bulunur, çok kıymetli bir mücevhersin hayatımda… Bütün bu sözlerin dile geldiği yıllar boyunca desteğini, varlığını ve sevgini kalbimin tam içinde hissettim. Tüm zorluklarda, yokuşlarda, tümseklerde sen vardın yanımda… Eminim ki bana olduğun kadar nice gönüllere dermansın sen… Hakkını ömrümce ödeyemeyecek olmanın bilinciyle, sevgimi, saygımı ve hürmetimi bilmeni istiyor ve sana da bu kitaptaki güçlü varlığın için çok ama çok teşekkür ediyorum…
Sevgili Halacığım Reyhan Taşkale… Kalplere Allah sevgisini işleyen insan! Babamın yadigârı… Var olan tüm bildiklerimde ve tüm güzel, iyi amellerimde senin dokunuşlarını unutmak mümkün değil! Çocukluğumdan bu yana bize verdiklerinle, doğruyu yapabilmemizi ve yanlışlardan dönebilmemizi sağlayan varlığına minnettarım.
Ve Babaannem Mukaddes Öztaş… Ellerinden öpülesi insan… Allah yolunu usanmadan anlatan, anlattığını sevdiren nursun ömrümde… Bugün o öğrettiklerin, kul olmaya çalıştığım bu hayat yollarında geceyi aydınlatan ışık gibi benimle… Tüm öğrettiklerin ve sevgi dolu kalbin için teşekkürler…
Baba yarısı Amcam Adnan Öztaş ve tüm ailesine de sıcaklığı ve sundukları sevgi için gönülden teşekkür ediyorum. Bunca sevginin içinde acıları bile derinden hissettirmeyen varlığınız, yıllarca babama ve bize en güçlü dayanak oldu. Bugün de hâlâ babamın özlemini dindirdiğim bir adres olarak hepinize tek tek teşekkürlerimi sunmak istiyorum…
Bir diğer baba yarısı, aile dostu, çocukluğumun tüm güzel anılarında hatırımı süsleyen Mehmet Şeker ve çok kıymetli eşi Ülkü Şeker… İkinize de içten teşekkürlerimi sunmayı kalbî bir borç bilirim. Çocukluğumun şen kahkahalarıydınız. Büyüdük, acılarla tanıştık… Şimdi varlığınız daha bir anlamlandı. Yazı yazmamda babam gittikten bu yana en büyük destekçilerimden biri Mehmet Amcam, yazdıklarıma verdiğin kıymete de, bana açtığın yollara da, aileme kadar verdiğin güzelliklere de sonsuz teşekkürler…
Mehmet Şeker’in aracılığıyla bu kitapta da ‘Son Söz’ü ihtiva eden Mânâya Vuslat yazımı yayınlayan, kıymet veren ve ilk yazarlık adımımı atmamda vesile olan saygıdeğer Yavuz Selim Bey’e ve tüm Haber Ajanda ve Kültür Ajanda Dergisi ailesine de teşekkür ediyorum…
Yeni Şafak’tan baba dostları Yaşar Süngü ve ailesi, Yavuz Sunter, Mehmet Emin, Mesut Şanlı ve bir başka baba dostu Şaban Abak ve adı aklıma gelmeyen çok kıymetli insanlara da gönülden teşekkürler…
Ve son olarak…
Çok kıymetli hayat arkadaşım, ahiretliğim, sevgili eşim Hasan İlhan… Merhametinle, güçlü duruşunla, tüm sözlerime değer veren ve hepsinin gizli anlamlarını sezen rikkatli ve imanlı kalbinle, dünyanın tüm kötülüklerini unutturan tebessümünle, bana ve aileme olan fedakârlığınla, tüm acılarımda elimden tutup beni kaldıran insanlığınla, bana sevginin her bir safhasını hissettiren dostluğunla, bana öğrettiklerin ve bende bulduklarınla, hayata en sırlı tarafından bakmayı hatırlatan sözlerinle, anlayışın ve tüm dünyayı sırtımda taşıyacak gücü veren muhabbetinle, kitabımı yazdığım yıllar boyu beni dinlemekten usanmayan nezaketinle, dağ gibi yanımda duran heybetinle, beni hiç yalnız ve kimsesiz bırakmayan inayetinle, attığım her güzel adımın baş mimarı olan ferasetinle ömrümün ışığısın. Senden önce, seni bana nasip eden Rabbime hamd ediyor ve bu kitabın gidişatında büyük izlerin için sana tüm kalbimle teşekkür ediyorum… Varlığın varlığımın süsüdür. Ömrüme hep dokunman duasıyla… Teşekkürler…

Birinci Bölüm
Yalnızlık
Söyleyebilmek önemliydi. Ne zamandan beridir düşündüğümü sandığım bir şeydir bu… Söylemek yarım olanı tamamlar, bu doğru; fakat geçerli değil. Çünkü muhtemelen sen söylersin, onlar duyar! İşte tam burada seni yalnızlığına düşürüyorum. Dikkat et! Yalnızlığa değil, yalnızlığına… Çünkü insan insana en acı olanı yapar. Konu acı vermekse görevimizi tamamladığımız -belki de-tek mecradır hayatta… Neyse lafı dolandırmadan -ki en sevdiğim şeydir– konuyu dağıtmadan -ki en çok yaptığım şeydir– kaldığım yerden -ki en unuttuğum şeydir- iki dakika kadar önce kurduğum cümlelere devam etmek istiyorum:
Seni ‘yalnızlığına’ düşürüyorum…
Yalnızlık; sanıldığı kadar zor değildir. Zor olan, kendi yalnızlığındır. Sükûnetle bekle! Anlatacağım… Yalnızlığı anlatırken, resmederken çoğunlukla yanlış bir tasvir görürsün. Tek başına, yegâne, sayısal olarak ‘bir tane’ olmak değildir yalnızlık. Gürültüler, kargaşalar, insanlar içinde, kendi içine dönmektir. Esasen yalnızlık anlaşılmamaktır. Şu paragrafa bir bak! Ne çok ‘yalnızlık’ dedim. Sayısal anlamda ne çok… Ama hâlâ ne yalnız bir kelime!
Dönelim başa!
Duymak, anlamanın gerek şartıdır; fakat yeter şartı değildir. Duymak bir ön koşuldur; ama ‘anlamak’ zaman-zaman mümkün ve çok zaman imkânsız bir ihtimaldir sadece… Söyleyip de anlaşılmamış olmak, hiç söylememiş olmanın efendisidir. Nerede mi? Seni yalnızlığına düşürdüğüm yerde.
Ne demiştim?
Sen söylersin, onlar duyar!
İşte senin yalnızlığın, tam da burada başlıyor. Hâlâ yalnızlıkla, ‘senin’ yalnızlığının arasındaki farkı tam ifade edemediğimi düşünüyorsan diye söylüyorum; eğer hiç söylememiş olsaydın bu, ‘yalnızlık’ olurdu. Katıksız, sek ve ayan beyan yalnızlık. Ama hayır! Söyledin ve anlamadılar. Yani gürültü var, sesler var, insanlar var; çünkü söyledin… Her yer kalabalık… Ama anlamadılar, işte kendi yalnızlığındasın. Bir noktayı daha açıklığa kavuşturmuş olduğumu düşünüyorum. Başta dediğim gibi ‘en acı’ olan buydu…
Ne çok acı var değil mi?
Ya da…
Acı ne kadar da çok!
Hz. Adem’le Havva’dan bugün son doğan insana kadar var olan insanları ve geçen zamanları bir kenara bırak! İşin içinden çıkılmaz çünkü… Yalnızca bir saat için ve yalnızca bir ülkeyi baz alarak yola çıksak ve sadece o zaman dilimi ile hesaba katılan yerin sınırları dâhilinde akan gözyaşlarını ve hıçkırıkları bir araya getirsek… Çıldırırsın....
Ben mi?
Ben oraya kalmadan çıldırdım. Gözyaşını akıtamayan, hıçkırıkla ağlayamayan, sadece o acıyla atan kalpleri topladım da; ne ağır bir sessizlikti anlatamam.
Aslında… Ne heybetli bir yalnızlıktı…
Göze, söze, öze bakanlar için bu anlattıklarım. Yok yok! Bakıp da görenler için… Herkes görür mü sandın?
Ya da…
Herkes mi görür sandın?
Duymak ile anlamak farklı yüklemlerdi. Bakmak ile görmek… Biri diğerinin yanından bile geçmez. ‘Görmek’ bekler ki ‘bakmak’ yetsin. Bakmak hep avaredir. Bakmaya göz yeter, görmeye emek gerek. Birkaç eylemi bir arada yapabilecek misin? Denemelisin! Baktım ve gördüm demekle olmaz. Baksan hakkıyla, görülecek çok şey var.
Ne zaman sever insan? Baktığında mı, gördüğünde mi? Uçurumu fark ettin mi şimdi? Hep bakarsın, bir görürsün. Sevmek görmekle başlıyor işte! Görmeden sevdiğinde yazık oluyor. Bu görmek, özü görmek… İçindeki tarlalarda ne yetişir, denizleri ılık mıdır, iklimi soğuk mudur? Sokakları kesişir mi olur olmadık? Evleri kat-kat mıdır, bahçeli midir? Peki ya gözü görmek?.. Renginden, şeklinden öte bir görmek bu… Baktığında birkaç masal anlatır mı mesela?
Suskun mudur?
&
Senin yalnızlığından bahsediyorum. Evet… Misallerle süslerim senin yalnızlığını. Mürekkep makamları andırır da; bu ahenkli kalabalığa aldanırsın. Rengarenk bir bahçeye benzetirim belki de… En çok neyi seversen yanı başına iliştiriveririm; ama yine de söküp alamam derin yalnızlığını. Buradaki ‘derin’; mânâda derin. Sakın, yalnızlığına sıfatlar ekleyerek kendimce şekillendirdiğimi sanma! Mânâda derin senin yalnızlığın. Başka hangi sıfat bu kadar ortaya koyabilirdi bu mevzuyu? Anlaşılmamaktan da öte bir mesele bu… ‘Dış’ ve ‘iç’in uyumsuzluğu var bir de… Evlerden uzak! Seni uçurumlara sürükler de beden olduğu yerde sayıklar durur. Ruhuna itinayla bak! Ne tozlu kasabalarda muhabbetler etmiştir o… Ne umulmaz köşe başlarında ıslanmıştır, ne görgüsüz acıları denizlere akıtmıştır da sana gelir anlatır.
Sen…
Beden olarak sen…
Onu dinledikçe bir ferahlar bir daralırsın. Ruhun aydınlığı, bedenin var olduğu mekâna bir an ışık tutar da yeniden karanlıkta bırakır gider seni…
Beden olarak seni…
İçin farklı-farklı iklimler gezerken dışın koltukta oturur. Bu; yalnızlığın zirvesidir. Bir kombinasyon düşün; var olan her şeyin ve herkesin görüntüde, mânâda, zihinde var olması ile, senin içinde aslında hiç olmaması nasıl bir yalnızlıktır? Nicelikte çok, nitelikte yok olmak! Ruhun bile var da yok! Mevzu acı vermekse; her daim, var olanın yok olması koşuluna bağlıdır. En azından, var olma ihtimali her zerrende gezinirken -artık her ne ise o- yok olmasının fazlasıyla ortada olmasıdır insana acı veren…
Acıyı düşündün mü hiç?
Tabii ki hissettin; fakat düşündün mü? Çeşit-çeşit öyküleri vardır onun. Ama hep; senin acıyı duyabilme kabiliyetine göre anlatır… Daha da, daha da acıtana kadar susmaz. Susması zamanladır. Zaman acıyla büyür, acı zamanla geçer. Acı kalbinde ağırlaştıkça suskunlaşırsın. Bu; her şeyin değiştiği mertebedir.
Suyun kokusu… (Var mıydı ki bir vakitler?)
Mevsim geçişlerindeki o yavaşlık… (Hızlı mıydı ki daha önce?)
Dalgalar çekildiğinde karada kalan ıslak kumların soğukluğu… (Hiç hissetmiş miydin ki?)
…Ve başkaları, başkaları…
Nasıl da değişir dünya, acı kalbinde büyüdükçe… Saatler, saatlerin ardı sıra yürüyen bir boşluktur. Kocaman bir boşluk… İşte, dinle! Bu; senin için, kimyası değiştirilmiş tabiat, şahit olmadığın sözleri fısıldıyor. Dikkat kesilmelisin! Söylemiştim, acı zamanla geçer. Geçtiğinde kalabalık dünyana geri döneceksin. Ama şimdi yapayalnızsın…Ve unutma! Senin yalnızlığın… Acı yüklü kalbinin atımlarındaki değişimi kim duyabilir, seni Yaratandan başka?..
Her şeyin sesi kısılmış gibi, değil mi? Bütün bu hengâme içinde sen, ne kadar da sessiz bir dünyayı dinliyorsun, ne tuhaf!.. Öyleyse, şimdi tam zamanı! Bu yaralı, dualı, hüzünlü kalbinle ne yaptın yaptın! En verimli çağında kalbin. Vücudunda, bir gün içinde kilometrelerce yol alan kanının sıcaklığında bile hüzün var. Kalbin hüznünü taşıyıp duruyorlar baştan aşağı. Sen, geçen her an yeniden yoğruluyorsun bu yalnızlıkta. Yeniden insan olmanın şaşkınlığı içindesin. Başka gönüllere düşen acılara dost olmanın ruhu dinlendiren bir yanı var değil mi? Seni bütün varlığınla kuşatan ve çevrende var olan her şeyin, her yerin, her ânın tek sahibi de bunun böyle olmasını istememiş miydi senden?
Acı, insanı yalnızlaştırır.
Ne anlatabilirsin ki? Ne duyarlar, ne anlarlar? İçten içe acıyan bir yaran varsa; kendinlesin.
Yalnızlık bazı şeyleri ezberletir insana. Mesela şarkıları… Ama bu defa farklı… Sözler, nağmeler, esler, arşenin kemanla her buluşması ve bütün detaylar… Nasıl da farkındasın her şeyin… Neyse…
Sanatlı detayları geçelim. Onlar her zaman farklı bir yerde anlaşılır, anlatılır. Ezberlediğin yollar, sokaklar, basamaklar… Ama daha da derinine indiğimde bütün arızaları, eksikleri ezberlediğini görüyorum. Duvarın pürüzlü bir karesini kendine dost edinmiş gibisin. Halının eskimiş saçakları seni daha mı iyi hissettiriyor? Ne bileyim, gözün hep orada… Onu tanıyorsun işte… Tamam, bir şey düşüneceksin, bir noktaya sabitleyeceksin gözlerini. Bütün yalnızların âdeti olduğu gibi… Ama neden kapının boyası soyulmuş kısmını seçtin? Ya da tozlanmış bir masayı?.. Tam da aynanın buğulanmış kısmında yalnızlığına dalıyorsun, hem de her seferinde. Çünkü onlar da senin gibiler… Özet geçiyorum, unutma bunları! Beden olarak sen, ruhun gezindiği âlemleri dinlemekle yetiniyorsun. Söyleyememek ve onun efendisi anlaşılmamak, senin yalnızlığını doğuruyor; yalnızlık, acı veriyor; acı, var olması gerekenin yokluğundan geliyor. İşte sen bütün bu yokluğu ve eksikliği, çevrendeki nesnelerin eksik yanlarıyla birleştirmeye çalışıyorsun. Yalnızlığına dost arıyorsun, diğer yalnız nesnelerde… Tıpkı ağacın eksik yaprağı, yaprağın eksik olan ağacı gibi… Yaprak dalda şen gözükür, gururludur. Ne zaman düşer dalından sararır, ağaç da eksiktir, yaprak da… İkisi de yalnız, ikisi de acı içinde… Peki, bu yalnızlığın sahibi kimdir? Tabii ki sonbahar… Yani, hüznün mevsimi. Hüzünle anılan mevsim. O da; duvarın pürüzü, kapının boyası, halının saçağı ve senin ‘için’ gibi eksik…
&
Ne zamandı?.. Tam olarak hatırlayamıyorum sanki… Hayır! Bir zaman dilimini işaret edebilirim, ay-yıl ve saat olarak; ama o kadar basit değil işte… Sanki yüzyıllar boyu sürmüş gibi, sanki asırlar önce olmuş gibi, sanki daha dünmüş gibi… Ne karmaşa ama! Böyle sakin ve huzurlu köşelerdeydi gözüm. Yalnızlığımı paylaşmak için değil elbette. Sebep bu olsaydı ki olduğu da oldu; o zaman eksik köşelerde gezdi gözlerim… Ama bu biraz daha farklı bir hissiyattı. ‘Ölümü özlemek’ diye bir kavramdan bahsetmiş miydim? Çünkü yalnızlığının sarılıp sarmalanmaya, kucaklanmaya susadığı, tarifsiz acıların; görünüşte sessiz ama içten içe yakan acıların (Kendileri, anlatıldığında bir yağmur damlası kadar hafif; ama yaşarken çığların altında kalmaya benzer.) sükûnete ihtiyaç duyduğu anlarda, yaratılmışların en heybetlisi olan ölümü bile özler insan… Topraktan yaratılanın toprağa ihtiyacı olmaz mı hiç? Ah ölüm! Söylerken bile ağır. Yavaş-yavaş söylenmeli. Bu yüzden ufak bir dokunuş yapmış olarak, ilerideki sayfalara bırakıyorum detayları… Ölüm kadar olmasa da; zaten yeterince ağır bir malzemeyi işliyoruz.
Sonunu düşünmeden yaptığımız şeyler vardır hayatta… Bazen de sonunu düşünmekten, yapmaya cesaret edemediğimiz; hatta düşünmeye bile güç bulamadığımız şeyler… Şey diyorum; çünkü her şeyi dâhil etmek istiyorum, bu endişeli duruma… Mesela benim endişelerim bir yanıyla kıyamete benzer. Abartılı mı oldu? Ama düşünsene; topladık ya acıları, birçoğunu yaşamadan, sırf yaşayanların var olması ya da hep yaşayabilme ihtimali ile cehenneme çevirebilirim dünyayı. E bir yanıyla kıyamete benzer demiştim…
Acı duyma ihtimali endişedir, değil mi?
Acıyı hatırlıyor musun? Hissettiğin acıyı unutman mümkün değil. Ama kavram olarak anlattığım ‘acı’yı hatırlıyor musun? Var olanın yokluğu demiştik ya hani… İşte; var olanın yok olma ihtimali, başka bir deyişle, var olması istenilenin yok olma ihtimali ile düşülen bunalıma da ‘endişe’ diyoruz. Endişe neler yapar insana biliyor musun? Neler yapmaz ki? Şimdi asıl konudan uzaklaşma! Sahnenin en elverişli kısmında bağlayacağım.
Endişe, zihnini meşgul etmeye başladığı andan itibaren bir takım olaylar birbirini izler. Endişeli bir çift göze baktın mı hiç? Ne fedakâr bir manası vardır. Hemen yadırgama! Hatırlamaya çalış. Belki sen başka adlandırmıştın; ama her ne gördüysen benim söylediğimle de çok uzak olduğunu sanmıyorum. Fedakârdır; çünkü bu hâlden kurtulabilmek için neler-neler vermeye hazırdır o! Peki bir endişeli durumdan kurtulabilmek için neler versen kâr eder?
Endişe zihinsel bir faaliyettir, öyleyse fedakârlık pek de işe yaramayacaktır.
Bunu elimizde tutalım ve devam edelim!
Söylemek ve anlaşılmak ile ilgili bazı problemlerimiz vardı. Varsayalım ki söyledik ve anladılar; bu problemi ortadan kaldıralım. Çünkü birçok hissedişin anlaşılmaya ihtiyacı vardır. Neden mi? Aşk, özlem, nefret, öfke, dargınlık ve bunun gibi birçok his, alışverişe tâbidir. Fakat endişe denilen bu saygısız, anlaşılmaktan anlamaz. Yani, yine bir anlamayan bulduk. Ama asıl mesele o da değil. Endişe; ‘olan’ ya da ‘varken yok olan’ bir şeyin geride bıraktığı acı değildir ki… Senin hayal gücünü kötüye kullanman gibi bir şeydir. Senin kendi kendine yaptığın bu eziyet, nasıl olur da dıştan gelen bir etkiyle son bulur? Bulur aslında ama nadirdir. Bütün doğruların bir noktada kesişmesi gerekir bunun için. Bir yandan doğru zamanda, doğru insana, doğru cümlelerle anlatman gerekirken; diğer yandan edilgen şahsın da aynı doğrulara denk gelmesi gerekir. Bahtın bu kadar açıksa zaten yalnızlıkla ilgili yazdıklarımdan bîhaber olacağın için; şu an bu kapsama girmiyorsun sayılır. Ama ‘biz standart insanlar’ için devam etmek istiyorum. Kafaları çok karıştırmadan ikinci maddemizi de elimize alalım. Endişeli bir zihni, anlaşılmak tedavi etmez. Tıpkı ilk maddede olduğu gibi nasıl ki uğruna verebilecek hiçbir şeyi yoksa; anlaşılması da bir o kadar etkisizdir.
Peki… Ne durumdayız?
Korkulu rüyalara dalmış gibi hızla atan bir kalbimiz, her şeyini vermeye hazır bakan bir çift gözümüz ve bizi duyması ile gönülden anlaması arasında hiçbir fark olmayan edilgenlerimiz var. O hâlde biz neyiz? İşte, en elverişli sahnedeyiz, perdeler açılsın! Biz şu an; içten ve dıştan, sesli ya da sessiz, belki kısa bir an için, belki de baştan aşağı.......... yapayalnızız. Endişeli kalbine yoldaş bulamazsın! Öyleyse, sahne tamam…
Kapansın perdeler!
Tüm bunlar hayatın yan etkileri aslında. Seni bir yandan iyi eder, bir yandan dengeni bozar. Sana iyi gelen her şeyin tatsız bir yanı vardır. Yüzünü güldürenlerle gözyaşını akıtanlardan iki farklı küme oluştursana! Bu iki küme ancak birbirinin birleşim kümesi olabilir. Tamam, aksini mi iddia ediyorsun? Şartları zorluyorsun. Yine sözümden dönmem. En fazla senin için şunu yapabilirim; hadi birleşim kümesi olmasın; ama bu iki küme en azından bir kesişim kümesi oluştururlar, bilmiş ol! Evet, sanırım yalnızlık da hayatın yan etkisi. Kendini verdiysen bu satırlara, ne demek istediğimi biliyorsun. Yalnızlık, kanserli bir yumru değildir; ‘yaşamak’ isimli iyi niyetli şurubun yan etkisidir. Hap demiyorum ki boğazında düğümlenmesin ömrün. Şimdi senin söyleyemediklerin ve ağlayamadıkların boğazında hatırı sayılır bir yer teşkil ediyordur muhakkak. Bir de koskoca hayatı orada saklayamayız, değil mi?
&
Velhâsıl, seni yalnız bırakan her ne ise; çevrendeki nüfus sayımıyla açıklayabileceğin bir durum değildir. Elbette benim sayfalarımla da bir hudut belirleyemeyiz. Nasıl ve nerede, hangi şartlarda yaşarsan yaşa; önce içindeki âleme hasret kalır, yalnızlaşırsın. Sonra acılar ve kaygılarla dolu saatlerin içinde yalnızlaşırsın. Ya söyleyemez yalnızlaşırsın ya söyler de anlaşılmaz, yalnızlaşırsın. Bazen bakıp da görmedikçe, bazen kendini dinledikçe yalnızlaşırsın. Bu vakitler; öyle boşa harcayacağın vakitler değildir işte… Bu vakitler; senin anlamındır. Kendine acımanın hiçbir faydası olmadığını bilirsin! Hem işin ilginç yanı, saatler de sırf sana dost görünmek için daha ağır ilerler. Tamam, kabul ediyorum, burada bir miktar hüsn-ü tâlil kokusu alıyorsun. Ama ne olmuş, sen hüzünlere boğulmuşken zaman biraz daha yavaş geçiyorsa?.. Söyledim ya… Zaman da istiyor ki; sen bu kadar verimli çağındayken boşa akmasın. Toprak gibi… Nasıl mı?
Anlatmaya söz veremem; ama anlatmaya çalışacağımdan şüphen olmasın!..
Toprağı önce acıtır, yalnızlaştırırlar. Bütün dostlarından ayırırlar. Ayrık otları, dikenler, tarla sarmaşıkları, hepsini toprağın bağrından söküp alırlar. Bu, herkesten uzaklaştığın anlara benzer. Sonra toprağı yeni ve kimsesiz hâliyle bir müddet bırakırlar. Bu, kendini dinlediğin vakitlere benzer. Çapalarlar, bellerler toprağı artık… Sanki senin yaralarına tuz basıyorlar. Toprak artık yalnızdır, acılıdır ve endişelerle dolu bir kalp gibidir(!)
Fakat bunlar....... senin cümlelerin!
Bunlar tamamen senin yalnızlığa, acıya baktığın pencereden görünen şekli. Dur, ben sana işin aslını anlatayım. Sen de haklısın! Toprak, aldığı darbelerden sonra nasıl da kurak ve kimsesiz görünüyor! Ama senin; yalnızlığını, huzurlu bir kalabalığa dönüştürecek yolculuğa mecalin yok! Sen, toprağın bu kuraklıktan kurtulmasını bekleyen; ancak bunun için sadece üzülmekle yetinen bir çiftçi gibisin şu an… Yağmur yağar da yine ayrık otları sararsa tarlayı; bu verimsiz kalabalık, toprağın yalnızlığını yok edecek mi sanıyorsun? Bir dokunuş gerekmez mi tam da bu hüzünlü hâliyle toprağa?..
Sık-sık başa dönüşlerim, olayları ısrarla birbirine bağlayışlarım yormasın seni! Bu yalnızlık mevzuunu ‘bağlaya-bağlaya’ bitireceğim. Buradaki yan anlamı da kaçırmamalısın. Şimdi, dokun toprağa!.. Gübresini, suyunu da eksik etme! İklimine, mevsimine göre ne ekersen artık…
Sonra seyre-dal; bu yalnızlık nasıl da huzurlu bir kalabalığa dönüşecek! Ama bu anlatmaya çalıştığım kısmı hayalinde canlandırmazsan olmaz! Ben söylerken düşledin değil mi? Otsuz, köksüz bir toprağın ilk bakışta acılı ve yalnız kalbine benzediğini hissettin değil mi? Peki, bu sana aynı zamanda ekime hazır bir toprağı, yeşermeye can atan bir tarlayı da hatırlattı mı? O zaman tam bu noktada; senin en verimli çağının neden bu kuraklık olduğunu da zihnine kazıdın mı? O hâlde; artık sen de ağır-ağır işleyen zamanın içinde, hüzünlü kalbinle bir dokunuş yaparsın hayatına… İklimine, mevsimine göre ne yaparsan artık…
Sonra ne olur biliyor musun? Önce yalnızlaştırılan toprak sonra ekilip-biçildi… Tamam! Bu kimsesizlik, neşeli bir kalabalığa dönüşecek, o da tamam! Ama bu iki süreç arasında bir ‘bekleyiş’ vardır, hatırla! İşte bu; senin aleyhine sandığın, hâlbuki sana dost olan zamanın ağırlığıdır. Bu, ekinlerin yağmuru beklediği vakitlerdir. İstediğin kadar ek-biç, sula… Bir yağmurun verdiği canı, sen veremezsin!
Tabii bu, toprağın yalnızlığını bitirecek mucize… Ama mademki senin yalnızlığın için ‘toprak gibi’ dedik! O hâlde yağmuru bekleyen ekinlere de benzemelisin. Sence nasıl benzersin? Senin iklimine göre, ektiğin tohumlara can verecek mucizen ne olabilir? Uzatıyorum, çünkü sen söyle istiyorum… Sen bu yalnızlıkta kabuğuna çekilip boş-boş geçmesini beklemediysen, o dokunuşu yaptıysan şayet; şimdi dilinle, kalbinle ‘dua’ zamanı… Çünkü ömrünü de istediğin kadar ek-biç, sula… Yaradan’ın verdiği canı sen veremezsin!..
Şimdi, yağmuru bekleyen ekinlere benzedin işte… Yağmur; senin ektiğin toprağa ‘Yaradan’ın dokunuşudur. Ömrüne de dokunmasını istemen gerekmez mi?
Anlatmaya çalışacağıma söz vermiştim, onu yaptım. Anlatabildim mi? Bilemiyorum… Ama o konuda en başından tedbirli davranmış ve sadece çabalayacağımı söylemiştim.
&
Baş-edemediğin bir ‘hatırlayış’ hâli vardır. Gerçi bu; ‘yalnızlık’ bölümünden ziyade, anlatmaya hevesli olduğum başka bir bölümün konusu sayılır. Fakat takdir edersin ki; üretimler farklı-farklı olsa da birkaç ortak malzeme bulunur muhakkak. Bu durumu da onlardan saymanı isteyeceğim senden. İnsan zihni -ne hikmettir ki- çabaladıkça tersine işleyen bir mekanizma gibidir. Tabii, bir diğer özelliği de; emir kiplerinden pek hoşlanmaz kendileri… Sana soruyorum… Diyebilir misin zihnine; ‘Unut!’? Pek sanmıyorum. Dersin demesine de; hata edersin. Çünkü; sen yapılması gerekeni ona ilettiğin andan itibaren, o madde oraya yazılır. ‘Yapma’ ya da ‘yap’ olarak değil. ‘Neyi?’ yapma ya da yap dediysen; o kazınır zihnine… Bir çeşit restleşmeye benzetebilirsin bu durumu; ama ben, beynin tek başına karar verebilme kabiliyeti olduğunu sanmıyorum. Ruhu da ikna ettiğinde, daha manalı sonuçlar elde edebilir belki… Çok daha anlaşılır bir misal vermek istiyorum: Zihnine, bir durum belirtmeden ‘düşünme!’ diyebilir misin? Hayır! Muhtemelen başında ya da sonunda nesneyi belirtmen gerekecek… Zihnin, belirtili nesne ve emir kipinden oluşan bu cümleyi düşünmeden nasıl kurabilir? Hiç bulaşmasan oralara, bir ihtimal, ‘düşünmemeyi’ başarabilirdin hâlbuki…
‘Hatırlamak’ ve ‘acı duymak’ arasında doğru bir orantı olduğunu inkâr etmezsin sanırım. Düşünsene; unuttuğun bir acı, hâlâ acı olabilir mi? Hatırlıyor olman da hâlâ canını yaktığını göstermez tabii; fakat hep ihtimal dâhilindedir. Artık ondan sonrası, kalbin hafızasına bağlı… Hani bazen ortada hiçbir sebep yokken; acı duyduğun zamana ya da mekâna ait bir şey, sana o günkü hislerini hatırlatır ya… Zihnin hatırlar geçer belki; ama tam o anda kalbine bir sızı yanaşır. Tam içine yuvalanmaz, ama yanaşır işte… Fakat bu; artık sana ait olmayan sızı, kalbin hatırlamasıdır.
Sen sen ol, zihnine ya da kalbine; ‘unutmayı’ hatırlatma! Düşünmemen gerektiğini düşünüp duruyorsun. Hâlbuki bir düşünce, bir hatırlayış; kalbin ritmini bozabildiği gibi, ruhun karanlığına da sebep olabilir. O hâlde; kalbini ve ruhunu yanına alıp zihnini oyalama zamanı!.. Demiştim ya, zihnine ‘Yapma!’ diyemezsin! Ama; yapma demeden, yapmamasını sağlayabilirsin. Fikrine can acıtan bir hâtıra düştüğünde, orada geçirdiği vakit uzadıkça kalp ve ruh üstündeki hâkimiyeti de artacaktır. Mademki aklına gelmesine mâni olamadın; öyleyse vakit geçirmesine engel ol! Nasıl mı? Elbette; ‘Bunu düşünme!’ diyerek değil. Ricacı olmanı da beklemiyorum senden. Ama ona bir söz verebilirsin. ‘Sonra’ düşüneceğine dair bir söz. Daha kalbine inmeden acı; ‘Sonra…’ demelisin. Hemen vazgeçmeyecek tabii… Dediğin gibi sonra yine gelecektir… Ve sen yine; ‘Sonra…’ diyeceksin… Ve yine …Ve yine… Derken; kalbi acıtamayan bu düşünce, zihni meşgul etmekten de vazgeçecektir. Hadi; bu davranışı adlandıralım ve ‘erteleme metodu’diyelim.. Bence gayet uygun oldu. Yoksa sen; ‘yok say metodu’mu isterdin? Kalp, beyin ve ruh üçlüsünün birbiriyle sürekli etkileşim içinde bulunduğu; ‘acıyı hatırlama’ döngüsünde, yok sayma eylemini -her zaman- başarabileceğini sanmıyorum. Aslında ‘acıyı hatırlamak’ diyerek işi basitleştirdim, farkındayım. Esasen söylemek istediğim ‘hatırlamak acıtır’ olmalıydı. Fakat bunu söylersem detaya girmem gerekir… Ve henüz bunu yapmak istemiyorum. Söylediğim gibi o başka bir bölümde detaylandırılacak. O yüzden şimdi; ‘hatırlamak acıtır’ tamlamasını yok say!............
Sayabilirsen artık…(?)
Farkındasın değil mi? Hafıza, seni güçlü kılan bir yetenektir. Özellikle; hatırlaman gereken detayları barındıran işlerde, seni ne kadar da bahtiyar eder. Akılda kalması gereken sayfalar, ezberlenmesi elzem maddeler dostun oluverir. Bilhassa; bunlardan elde edeceğin maddî-manevî bir zenginlik seni bekliyorsa… Ayrıca; hatırlamak, aldığın her nefesi faydalı kılar. Ömrünün yollarında adım-adım yürürken topladığın tonlarca bilgiyi yere düşürdüğünü; yani unuttuğunu düşünsene… Herhangi bir bilgiyi duymak, anlamak ve onu öğrenmiş olmak, onu diğer bilgilerinin üstüne koymak, önemli bir davranıştır elbette… Fakat; yolda yürürken düşürmemek de hafızanın işidir. Yeniden kullanman gerektiğinde, koyduğun yerde bulabilmelisin değil mi? Aslında ne büyük lütuf… (Şimdi bu tanımlamayı da diğer bilgilerinin üstüne koy!)
Geçmiş bir zamanda tamamlanmamış sohbetlerin, uygun bir an sandıklardan çıkartılıp ortaya koyulması gerektiğinde, hafızan seni ortada bırakmıyorsa ne âlâ… Hiç gerekmedi diyebilir misin? Bazı insanlar, hafızayı kin duyabilmek amaçlı kullanırken; kimileri, hasleti gereği bütün güzel davranışları biriktirirler belleklerinde. Çok ilgi çekici bir tespit söylemek istiyorum tam bu noktada: Birbirini seven iki insan yol ayrımına geldiklerinde hafızası kuvvetli olan kimse; daha fazla acı çekecek olan da odur. Bütün anılar tap-tazedir hâlâ…
Şu an bir yanılgı içinde olabilirsin. İçinde bulunduğumuz konuya sadakatimden şüphen var gibi… Hâlbuki tam üstündeyim ‘yalnızlığın’. Kenarında, yamacında falan değil, tam üstündeyim.
Vaktiyle seni incitmek üzere sarf-edilmiş bir söz, bir davranış; karın boşluğunda bir yük ya da göğsünde bir demir yığını hissi bırakmıştı. Dudaklarını terk-eden sıcak kanın geride bıraktığı titreşime engel olamamıştın. Islaklığın etkisiyle büyüyen göz bebeklerine -aynı zamanda- damarlarının genişleyip daralmasını hissediyor olmanın şaşkınlığı yerleşmişti. Yutkunmana yardımcı uzuvlarında bir ihanet de seziyordun… Yine zihnine emrediyordun belki… ‘Ağlama!’ Ama yine hata ediyordun; çünkü sen ‘Ağlama!’ dedikçe o sana ters gidiyordu. Hatırlarsan ruhunu da ikna edememiştin ‘Ağlama!’ derken… Zihnin ve ruhun bu mücadeleyi verirken; kalp çok savunmasız kalmıştı. Vücudunun bu amansız değişimine ayak uyduramamış ve engel olamamıştı. Bu duruma tepkisini daha hızlı konuşarak vermişti kalbin… Sen, onun sesine öyle yoğunlaşmıştın ki etraftaki sesler buğulanıyordu. Evet, tüm bunlar incindiğin zaman olmuştu. Yanık izi gibi bir şeydi. Zamanla acısı hafiflemiş, yaran kabuk bağlamıştı. Seni inciten her ne ise zihnin de, ruhun da, kalbin de unutmuştu zamanla…
Ama hayır!
An geldi, hafızan devreye girdi.
Baş-edemediğin bu ‘hatırlayış’ hâli; seni sürekli unutmak istediğin yerlere götürüyor. Hem de üstünkörü değil, derinlemesine, en ince detayına kadar… Bu hatırlayışı; düşünmeni sağlayan zihnin başlatıyor, acıyı hissetmeni sağlayan kalbin eşlik ediyor ve nihayet ruhun ışıksız kalıyor. Baştan sona bir kez daha düşünüp bitirmek istedin acıyı… Kim bilir ne kadar zaman geçmişti üstünden; ama hafızan seni hiç yanıltmıyor değil mi? İşin kötü tarafı, ömrün yollarında adım-adım yürürken yolda da düşürmüyorsun bir türlü… Üst üste biriktiriyorsun tüm acı hatıraları… Gerekli-gereksiz çıkartıyorsun ortaya, kaldırdığın yerden. Fakat; en son buna benzer cümleler kurduğumda, bunun bir ‘lütuf’ olduğunu mu söylemiştim yoksa? Peki, sen!.. Hafızanın bir lütuf olduğunu söylediğim satırdan bu yana anlattıklarımı biriktirdin mi? O hâlde; şimdi hatırla! Sahip olduğun bu yeteneği anlattıktan hemen sonra; ‘Yanılma!.. Hâlâ yalnızlığın tam üstündeyim.’ derken; ‘acıyı hatırlamak’ ve kalbin buna eşlik etmesi ile düştüğün yalnızlıktan bahsettiğimi şimdi anladın sanırım. Kastettiğim şeyin; yalnızlık değil, senin ‘derin yalnızlığın’ olduğunu çok iyi biliyorsun.
Bütün bu süreci baştan anlatmayacağım. Fakat bağlantıyı yapabilmek için tekrara düştüğüm kısımlar olacaktır. Bunu yadırgama ihtimalin beni endişeye düşürmüyor. Çünkü hissetmeni sağlamaya adıyorum bundan sonraki cümlelerimi…
Sana diyorum ki; geçmişte zaten canını yakmış bir ânı tekrar hatırladığında, kalbine bir sızı yanaştığında, şu âna kadar saydığım bütün sebeplerden öte bir sebebin var artık! Üstelik; ruhun, başka âlemleri gezmeyi çoktan bıraktı. Vücudun, maziden gelen bu acıyı taklit ederken artık ruhun da seninle… Yani sen, hep birlikte (ruh ve beden), gerçek zamanlı olmayan bu acıyı hissederken yalnızlığının tam üstündesin. Kenarında, yamacında falan değil, tam üstünde…
&
Birçok cevaptan daha lüzumlu sorular sormak istiyorum sana. Bulunduğun zamana ait bir acıya -bir ihtimal- müdahil olma şansın vardır, değil mi? Bir şeyleri düzeltme; durumu, mekânı ya da gereken her ne ise onu değiştirme ihtimalin olabilir değil mi? Tabii ki sadece bir ihtimaldir; fakat ihtimal de muhtemeldir sonuçta… Ancak zamanında yaşanıp bitmiş ve acı hatıralar hanesine yazılmış bir durum için şu an ne yapabilirsin?
Ne yazık!
Sen, detayları hatırlayabilen güçlü bir belleğe sahipken; yaşananları neşeli bir âna çevirecek yetkiye sahip değilsin. Onu geç!.. En ufak bir müdahalede bulunma lüksün bile yok! Sen, yakın çevrenle birlikte (kalp-zihin-ruh), maziye yaptığın bu yolculukta -hiç şüphesiz- yalnızsın!
Bunca detayı, sürekli hatırlayıp durmak; seni zamandan ve mekândan soyutlar. Bu izolasyon, bu sıyrılma; yalnızlık değilse… Nedir?
&
Hevesli bir insan, hep bir sonraki adıma odaklıdır. ‘O’, ânda kalamaz. Geçmişi yâd eder, geleceğe koşar; ama ânda kalamaz. Zaten geçmiş, hep eksik gelir insana… Tamsa bile geçmiş olması onu eksik kılar. Gelecek ise çoğunlukla kaygı sebebidir. Ayrıca; hevesleri yığınla olan bir insan, bulunduğu zamana saygı göstermekte yetersizdir. ‘Ânı yaşamak’ adlı fütursuzluktan bahsetmiyorum. Detaya önem vermelisin! Ânda kalabilmek, şükür sebebidir. Haddinden fazla geçmişe hayıflanmak ya da geleceğe kaygılanmak, ya imanı zedeler ya da…
Seni yalnızlaştırır!
Zamanının ve benliğinin elverdiğinden fazlasını yaşamaya hevesli bir insanın mazisinde birçok yarım kalmış ân vardır. Gerçi, herkesin biraz vardır. Fakat onun hep vardır. Hatta onun içinde kalanlardan bir insan daha çıkar… O derece…
Şimdi, benimle kal! İnsanı yalnız bırakan durumlardan birindeyiz. Bu duruma; herkes -her zaman- dâhil olmamakla birlikte, herkes -çok zaman- dâhildir.
Ben, hiç gitmediğim kıyıları düşlerim bazen… Öyle düzenli, kusursuz, tanıdık kıyılardan bahsetmiyorum. Hani çalılardan geçerek ulaştığın, taşlık yollardan yürüdüğün, samimi deniz kıyıları vardır ya… Nerededir, kimler vardır üstünde?.. Bilemem. Bir vakit; oralarda mutluyumdur, fikrimde… Nedendir bilmem, yüzümde hafif bir pembelik hâkimdir. Hiç üstünde durmadım düşlerken ama yaz mevsimi midir, nedir? Sıcak gibi gelir hep… O mutluluk; ömrümce beklediğim bir tebessüme döner yüzümde… Sonra… Kısa süren bu resim silinir gözlerimden, yerini uzun sürecek bir özleme bırakır. Yaşanmamış bir zamanı özler dururum. Sanki ona bir ulaşabilsem bütün hüzünler eskiyecek gibi gelir. Asla varamam. Ömrümün her mütebessim anında vardım sanırım; ama varamam. Yaşanmamış yüzlerce hayat düşleyebilir insan zihni… Fakat, özlemek nedir? Hâlbuki özlemek; varlığını zaten bildiğin bir adres içindir. Yaşadığın bir zaman, sevdiğin bir insan, gittiğin bir yer ya da bildiğin herhangi bir şey… Ama bu; varlığına tümüyle yabancı ânı özlerken nasıl da anlamı değişti kavramların!.. Özlemek; artık o bildiğin ‘özlemek’ değil işte… Düşlediğin kıyıyı bulup da gidemezsin bile… Gitsen de her şeyi yanında götüremezsin. Kiminle, ne durumda, nasıl bir hisle oradaydın ki düşlerken? Sen bile çözemezsin. Bilirsin ki; düşündeki o taşın üstüne hiç basmadan bitireceksin ömrünü… Ama yine de beklersin. Belki bir gün…(?)
Kaç türlü özlemek varsa; bu anlattığım içlerinde en garip olanıdır. Yok saymanı istediğim ‘hatırlamak acıtır’ tamlamasına dâhil bir ‘özlemek’ vardır mesela; en acısıdır esasen… En garip olanı da yaşanmamış bir zamanı özlemektir. Hissettiğin, tam anlamıyla özlemdir; ama nasıl tatmadığı bir hissi özlediğini anlamaz insan… Üstüne biraz düşündüğünde, bu durumun, senin ‘ân’da kalamamandan kaynaklandığını anlıyorsun. Öyle olunca; neden hep varmak istediğin fakat varamadığın bir durum olduğu da ortaya çıkıyor. Ruhunun hevesleri öylesine büyük ki; en mutlu ânı bile hissetmeye müsait değil. Çünkü düşlediğin her ne ise yaşadığından daha büyük bir huzuru temsil ediyor. Hani dedim ya; ömrünü o taşa basmadan bitireceksin diye… Hâlbuki benim altını çizmek istediğim mesele; o taşa bassan da fark etmeyeceksin! Kendine yüklenme yine de… Bu; şükürsüz kalbinin yarattığı bir durum değil. Daha çok yaşamaya hevesli ruhunun işi… Ama düşün ki; mutlu olduğunu bile idrak edemeyen bir insan, paylaşarak azaltamayacağı bir sessizlik içindedir. Sevdiği kişilerin yanında olduğunun idrakine varıp da bundan mutluluk duyamayan biri, yanındakileri bile özlemeye mahkûmdur.
Kimileri gürültülü şehir kalabalıklarında kaybolmaya heveslidir. Kimi daha sakin ve yormayan akşam sohbetlerini düşler. Ama istisnasız bir şekilde, yaşadıklarıyla bağdaşmaz bu düşler… Yine de ilk bakışta hoş bir geçiştir bu… Gerçek zamandan, hayal ürünü vakitlere… Fakat sonu hüsrana benzer. İçi boşaltılmış bir kuyunun derinliği çöker içine… Doldurmaya kalksa ömrünü alır, böyle bıraksa ayrı felaket. Tam da yeri gelmişken:
İki türlü boşluk hissi vardır dünyada… Biri, insanın içine düştüğü boşluk, bir diğeri; insanın içine düşen boşluk.
Bunlardan ilki, zaman-zaman baş edilebilecek bir ruh hâlidir. Fakat ikincisi depreme benzer. Bu teşbihin tam yerinde yapıldığının kabul görmesi için açıklamaya girmek istiyorum: Yerkürenin dışında, atmosferde meydana gelen felaketler için bir yığın tedbir alır insanoğlu… Ne derece başarı sağlandığı, ne kadar kaçılabildiği muamma! Fakat yerkürenin içindeki felaketten kaçmak, bir muamma değildir. Nettir; kaçılamaz… Buradan hareketle, senin içine düştüğün boşluk, kalbinin ve ruhunun bir noktaya kadar kendini savunabileceği bir durumdur. Fakat içine düşen boşluktan kaçmak, olanaksızdır. O bir depremdir. Onu bütün uzuvlarında, damarlarında hissede hissede yaşarsın. İçine düşen bu boşluğun onlarca farklı sebebi olabilir. Hepsi seni aynı noktaya bağlar. Bu; savunmasız ve bir o kadar dıştan müdahale kabul etmeyen durum, seni, yalnızlığınla baş başa bırakır.
&
Zamanın; gece ve gündüz, kış ya da bahar olarak şekillere bürünmesiyle sıkıntın var mı?
Her gece düşünceyi kırk parçaya ayırıp yeniden topluyorsun. Sabah toparlanmış, noktaya varmış bütün cümleler, gece olunca soru işaretiyle yanı başındalar. Belki de bütün çabalar, emekler tek bir açıklıkta tıkanıyordur. Bende öyle oluyor. Hayatî boşluklar var düşüncende… Hâlbuki birkaç kelime, bütün mânâsıyla söylendiğinde boşlukları doldurur. Düşünce; sağlığı bozmaması için bir yerde noktaya varmalıdır. Yeniden ve yepyeni kimliklerle de çıksa karşına, noktaya varabilmelisin. Şimdi; unutmadan altını çizmeliyim. Ne kadar maddelere ayırabilirsen ayır düşünceni, bir olukta toplayıp şekillendirmeye çalışan zihnine yardım et! Açıklık bırakırsan, bu karmaşa tıkanmalara sebep olur. Tıkanmalar, nasıl suyun kimyasını bozarsa; düşüncenin yapısını da bozar. O hâlde gereken tek şey, hayatî boşlukları doldurmak! Tıkanmasını beklemeden doldurmak! Bunu yapabilmen için yalnızca birkaç kelime gerekir demiştim, evet! Ama hakikatte, kelimeden ibaret değildirler. Düşüncendeki boşlukları kelimelerle doldurabilirsin; fakat bütün anlamlarını sindirmelisin. Bunun için güçlü bir inanç sistemi gerekli ruhunda… Bu inanç; tümdengelim kuralına bağlanırsa noktaya varmak için sarf-edilen yolda, aşama-aşama başarı sağlayabilirsin.
Pekâlâ! Hedefimiz noktaya varmak…
Tamam, alt başlıkları da konuşalım. Düşünceyi noktaya ulaştırdığımızda elde edeceğimiz nedir? Çok şeydir. Düşünceye bağlı olmakla birlikte, kimi zaman ‘huzur’, ‘ferahlık’, ‘mutluluk’; kimi zaman ‘hayat’, ‘ömür’ ya da anlık bir neşe olabilir, noktaya varmanın sana katabileceği… Ama bunlar birer kelime, değil mi? Fakat hepsinin taşıdığı anlamları düşündüğünde, var olmaları ve yok olmaları arasındaki farkı daha iyi hissedebilirsin. En nihayetinde noktaya varabilmek, hiç değilse bir tebessüm sebebidir.
Önce bulunduğumuz ahvalde, ihtiyaç duyulan kelimeleri hissetmek istiyorum. Her gece, sana sorular soran iç âleminin ihtiyacı olan kelimeler… En can alıcı olanı ‘zaman’dır. Zaman; hissedişlerin en sürekli olanı, en karmaşık ve bazen de en ürkütücü olanıdır, değil mi? Bütün düşüncelerin içinde var olması gerekir. Anlamı sezilmediği takdirde noktaya varamazsın. Mesela ‘zamana bırakmak’ ne çok duyduğun bir tamlama… Oysa ne az anlamını sezebiliyor insan… İşte; en derin ve en hayatî boşluk budur! Zaman demişken; ona paralel, onunla eş, onunla bir ahenk içinde gördüğüm diğer kelime ise ‘tevekkül’…
Dur biraz!
Ağırlığını hissettin mi?
Fazlasıyla ağır…
Ama ona sahip olmaktan ziyade onu anlatmaya yeltenmenin verdiği ağırlık… Benden çok fazlasını bekleme şimdi! Ama ben sana noktayı anlatacağım. Noktaya varmak için bütün gereklilikleri sıralayacağım. Fakat tevekkülün derin mânâsını anlatabilme yetkisini kendimde görmediğimi de açık yüreklilikle söylemek zorundayım.
Benim de kalbime dokunmuşluğu var. Hem de zorladığım, beklediğim, istediğim bir ânda değil… Sana noktayı anlatmaya başlayıp da ‘zamana bırakmak’ tamlamasını dile getirdikten sonra ‘tevekkül’ kavramına geçişim öyle kolay olmadı. Ben sana dedim ki ‘zamana bırakmak’; anlamı ne zor sezilen bir boşluk… Hem de hayatî bir boşluk… Ve tam o ân derin bir sessizliğe bıraktım cümleleri… Konuyu tevekküle bağlamak için önce tevekkül etmem gerekti. Onu yazacağım doğru ânı bekledim. Hem de bunu yaptığımı hiç fark etmeden… Önce kendi hayatımın karmaşası içinde, kalbime dokunuşunu hissettim. Meğer nasıl da zamana bırakmışım! O; her şeyi Yaradan’ın takdirine bırakabilmenin sükûneti, paha biçilmez bir huzurdu. Onun hep orada olması için, kalbimde dokunduğu yeri hiç terk etmemesi için dua ettim. Şimdi onun dokunduğu kalbimle yazıyorum. Bunu bir daha bulamamak endişesini de yanımda getirdim; fakat şimdi o buradayken noktaya daha serin, daha kararlı varabilirim.
Zamana bırakmak, tevekkül etmekten ayrı düşünülemez. Her ne kadar zorunlu bir zamana bırakış da olsa bu… Evet! Bazen gerçekten, başka seçeneğin olmadığı için beklersin. Bunun tevekkülle birlikte olduğunu nereden anlarsın biliyor musun? O bekleyiş; canını ne kadar yakıyorsa o kadar mecburî bir bekleyiştir. Hâlbuki; madem bir şekilde beklemekle mühürlüyüz; o hâlde bunu tevekkülle sürdürmek -yapabilirsek- eşsiz bir huzur olacaktır. Her halükârda yanacak canın… Elbette yanacak. Fakat kalpten bir teslim oluş, acıyı yumuşatacak, kalbine üfleyecektir.
İşte bu............ Serinlik!
Manevî bir hissiyattan maddî bir dokunuşa geçişin hikâyesi… Yangın yeri kalbini, serin kumsallara emanet etmek… Telaşlı, acı dolu, efkârlı bekleyişleri; sakin, dinlenmiş ve serin bekleyişlere benzetmek!..

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69489331?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Üç Nokta Ahsen Ilhan

Ahsen Ilhan

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bu kitapta bir muhabbete davetlisiniz… Anlam arayışında her şeyi yeniden anlamlandıracağınız bir yolculuk bu… Kalbe dokunan, samimi bir el uzatış ile bir çağrı yapıyor yazar… Varoluşun özüne dönüyor ve bizi hakikate yaklaştıran o kederli ve uzun yolun sırlı güzelliklerine kapı aralıyor… İşte bu yolculuk insanın en keskin duygusu Yalnızlık ile başlıyor… Bir ‘tek’ vardır sahibi… Mânâ ‘O’na durmaktır. Varmak da yoktur ama; Yokluk, aramamaktır.

  • Добавить отзыв