Mahallenin En Güzel Kızı

Mahallenin En Güzel Kızı
Murat Ali Ersan
“Ben bir seramik çamuru değilim, dönüp duran ahşap levhanın üzerinde duygularıma şekil vermeniz mümkün değil. Ben bireyim ve hayallerim var. Hayallerime müdahale ettiğiniz her an kimliğime olan inancımı yitirmeye başlarım.” Murat Ali Ersan yeni romanı Mahallenin En Güzel Kızı’nda, insanın iç dünyasıyla hesaplaşması sonunda, başka hikâyelerde bulduğu yeni yollarda dolaşıyor. Bu romanda, ümitlerin bittiği yerde bile insana her an yeni yaşama sebeplerinin sunulduğuna şahit olacak ve belki de kendi çıkmazlarınızdan ayrılan yeni yollar bulacaksınız.

Murat Ali Ersan
Mahallenin En Güzel Kızı

Ben bir İkarus’tum, dünya denen cehennemde doğdum.
Ürkektim korkuyordum, özgürlüğe doğru uçtum.

M’den Y’ye…


1
Sonunda öleceğin bir yaşam için fazla endişe ediyorsun, demişti babam. Her şeyi bu kadar düşünürsen kalbini kırmak için de o kadar sebebin olur, diye devam etmişti konuşmasına. Bana bunları söyledikten birkaç gün sonra da intihar ederek hayatına son verdi.
Ölümünün üzerinden neredeyse on üç yıl geçmesine rağmen çoğu gece babam aklıma gelirdi. Kimse onun neden intihar ettiğini bilmiyordu. Bir anda öylece çekip gitmişti. Ardında ne bir mektup ne de bir not bırakmıştı. Belki o da benim gibi yüreğine ait olmayan bir sıkıntıya düşmüş, işin içinden çıkamamış ve son çare olarak intihar etmeyi seçmişti.
Bütün gece babamın intihar nedenini irdeleyip durdum. Neşe dolu bir insandı ve etrafındaki herkese yardım etmeyi seven biriydi. Neden intihara karar verdiğini bir türlü anlayamıyordum.
Saat gece yarısını çok geçmişti. Yatağımda dönüp duruyordum ancak gözlerime bir türlü uyku girmiyordu. Oysa sabah erkenden işe gitmem gerekiyordu, samimiyetine güvenmediğim insanların arasında her gün sekiz saat çalışmak zorundaydım.
Sekiz saat az bir zamanmış gibi görünebilir ancak ayda yüz altmış saat eder. Yılda bin dokuz yüz yirmi saat eder ve yaşamım boyunca elli yedi bin altı yüz saat eder. Hal böyle olunca insan elli yedi bin altı yüz saat sürecek bu işkenceye neden maruz kaldığını da düşünmüyor değil doğrusu. Eğer sağ kalabilirsem ve bu sıkıcı işime otuz yıl daha devam edebilirsem sonunda emekli filan olabilirmişim.
Her günüm birbirine benzer olaylarla geçiyor. Sabah erken kalkıyorum, işe gidiyorum, çalışıyorum, işten geliyorum, yemek yiyorum, bir süre kitap okuyorum, film seyrediyorum canım isterse mastürbasyon yapıyorum, sonra gün bitiyor yatıyorum. Yarın da aynısı oluyor ve tabi ondan sonraki gün de… Bazen hafta sonları değişiklik yapıp Atatürk Parkı’ndaki güvercinleri beslemeye gidiyorum hepsi bu.
Deli değilim ya da Amok Sendromu, Histerik kişilik ve Apektif Psikoz gibi şaşalı ismi olan bir hastalığa da tutulmadım. En azından psikoloğum böyle düşünüyor. Sadece fazla duygusalsın, haddinden fazla duyguları yüreğine sığdırmaya çalışıyorsun, diyor. Sanırım herkesten saklamaya çalıştığım duygularım tıpkı babam gibi bir gün benim de sonumu getirecek.
Sıradan ve sıkıcı hayatımı dram konulu bir sinema filmine benzetebilirim. Öyle ki bu film izleyenin uykusunu getiren, hiçbir ödüle layık görülmemiş ve sonunda yapımcısını batıran, amaçsız ve unutulmaya mahkûm bir film. Hayatımda bir şeylerin eksik olduğunu biliyorum ama neyin eksik olduğunu henüz bulmuş değilim. Bir ara dine yöneldim, kitaplara gömüldüm, gitara merak sardım, dans öğrenmeye çalıştım, spora başladım… Bay-T sayesinde meditasyon bile yaptım. Gelin görün ki beni rahatsız eden o boşluk hissinden bir türlü kurtulamadım. Şimdilerde ise eski bir alışkanlığıma geri döndüm. Cebimde her zaman not defteri taşıyorum. Çünkü olur olmadık yerlerde aklıma dizeler geliyor.
Bazen şiir yazmak da bana iyi gelmiyor. Kendimi tamamıyla kaybetmişim gibi hissediyorum. Bu gibi durumlarda doğruca Arzu’nun kapısına dayanıyorum. Bakmayın bizim Arzu’nun otuz sekiz yaşında olduğuna, kadın taş gibi, öyle makyaj güzeli filan da değil. Organik kremler dışında pek bir şey kullanmaz. Arzu konuşurken onun dudaklarına bakarsanız Marilyn Monroe’ye çok benzediğini fark edebilirsiniz. Yine de onun hakkında cinsel çağrışım uyandıracak düşüncelere sahip değilim çünkü Arzu benim psikoloğum. Bay-T’den sonra en çok Arzu’yla konuşuyorum.
Bay-T’ye gelecek olursam, Bay-T’yle yıllar evvel bir bilgisayar oyununda tanıştık. Ona hâlâ Bay-T diye sesleniyorum çünkü oynadığı avatarın ismi buydu. Gerçek ismi İlker. Şimdiye dek Bay-T’yle hiç yüz yüze görüşmedik çünkü Çorlu’da yaşıyor. Hal böyle olunca birbirimize gidip gelmek mesele oldu. Yıllardır telefonla konuşup dururuz lakin bu yaz bizim Bay-T’nin düğünü var. İşten güçten vakit bulabilirsem ilk işim emektar arabama atlayıp soluğu Çorlu’da almak olacak. Kendimi öldürmeden önce yapılacaklar listemde Bay-T’nin düğününe katılmak da var.
Uzun zamandır -babam intihar ettiğinden beri- ben de kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Lakin bunu hangi yoldan yapacağıma henüz karar vermedim. Belki de hâlâ bir şeylere karşı umudumun olması bu işi yavaştan almama sebep oluyor. Umut dediğiniz nedir ki, tüketilmesi en kolay şey. Bir gün içimde umudun kırıntısı bile kalmayacak ve ben yaşama elveda deyip babam gibi buralardan gideceğim. Şimdilik bana en uygun intihar metodu: Bedenimi deforme etmeden yani ailemin beni teşhis edeceği bir intihar.
Sözüm ona bunalım evrelerinden biri değil bu. Artık kabullendim bazı şeyleri. Arzu’yla her görüştüğümüzde eskiye göre daha neşeli göründüğümü söylüyor, oysa uzun zamandan beri çevremdeki herkese olduğu gibi Arzu’ya da rol yapıyorum. Arzu benim öldüğümü öğrendiğinde ne kadar üzüleceğini tahmin edebiliyorum. Aramızda oluşan dostluk bağını geçtim, her psikolog hastasının intihar etmesini kaygıyla karşılar çünkü hastayı iyileştiremediği için hatanın kendinde olduğunu düşünür. Bu yüzden intihar etmeden önce sevdiklerime mektuplar yazmaya başladım. Kendini kötü hissetmemesi için Arzu’ya da birkaç tane mektup yazdım.
Yatağımda dönüp dururken hayatı baştan yaşamanın bir yolu olsaydı yine de intihar eder miydim diye düşünmeye başlamıştım. Yapmak isteyip de cesaret edemediğim her şeyi deneyebilir bambaşka biri olabilirdim bu sayede. Elbette ki burada Everest Tepesi’ne çırılçıplak tırmanmaktan bahsetmiyorum. Büyük Sahra Çölü’nü yaşlı bir deveyle geçmekten de bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey: Beni intihar etme düşüncesine sürükleyen olgulara hiç bulaşmamak. Basit görünen ancak hayatımı baştan aşağı etkileyen ve bir ömür boyunca birlikte yaşamak zorunda olduğum kararlarımı değiştirmek intihara olan tutkumu yok edebilirdi.
Gün ışığı perdenin altından yatak odama sızmaya başlamıştı. Sabah olmuştu. Ne gariptir ki dün de sabah olmuştu. Yarın da sabah olacak. Hepsi birbirinin aynısı, bir sabahın ötekisinden hiçbir farkı yok.
Zorla da olsa yatağımdan kalkıp mutfağa ilerledim. Mutfak tezgahının üstü dün gece bıraktığım gibiydi. Birkaç tane yağlı tava, yüzeyi aşınmış porselen tabaklar ve ağzına kadar sigara izmaritiyle dolu küllük beni çöpe at diye bağırıyordu. Bir fincan kahve yapmak dünyanın en meşakkatli işiydi sanki. Su ısıtıcısının düğmesine basıp yüzümü yıkamak için lavaboya gidip musluğu açtım. Paslı su şırıltıyla akmaya başladı. Birkaç saniye suyun durulmasını bekledim, gözlerim lekeli aynadaydı. Gittikçe yaşlanıyordum, her geçen yıl şakaklarımdaki beyazlar küfredercesine çoğalıyordu. Önceleri saçımdaki beyazları cımbızla tek tek çekerdim ancak bunun kaybedeceğim bir savaş olduğunu öğrendiğimden beri bunu yapmıyorum. Eğer sihirli lambadan bir cin çıksaydı ve bana hangi yaşıma geri dönmek istediğimi sorsaydı kuşkusuz on beş yaşıma dönmek istediğimi söylerdim. Yakında öleceğim için söylemiyorum bunu, sadece, o zamanlar, neyse işte…
Şu anda çorap ve yağ kokulu apartman dairesinde değil de sonsuzluğa doğru seyreden mavi şeritli bir karavanda olmak isterdim. Hemen yanımda Yasemin olmalıydı. Birbirimize sımsıkı sarılıp sonbaharın ılık yağmuru nazikçe çiselerken Ege üzümünden yapılma kırmızı şarabın hafif mayhoş tadını damağımızda hissedip, tutku dolu ve bir o kadar da ahlaksız sevişmelere kapılmalıydık. Geçmişin karanlık yönlerinden ve geleceğin belirsizliğinden arınıp bugünün değerini kavrayacak kadar uzun bir süre göz bebeklerimize odaklanmalıydık. Üçüncü tekil şahısların elem dolu tavırlarından uzakta, güneşe ve yıldızlara yakın bir yerde, Dünya’nın yaşamaya değer olduğunu birbirimize kanıtlamalıydık. Oysa bu hayaller güzel olmasına karşın bir hayli de imkansızdı günümüz koşullarında. Çünkü herkes bir şeylere sahip olmanın hayalini kurar ancak büyük çoğunluk kurduğu hayali gerçekleştiremez.
Bir ara seyyah olmaya karar vermiştim. Anneme göre bu fikir geleceğimi düşünmeden aldığım bir kararmış. Tahmin edildiği üzere annem benden sabah sekizden akşam beşe kadar çalışabileceğim bir işe girmemi istiyordu çünkü komşunun çocuğu böyle yapmıştı. İlk okuldan beri karşıma çıkıyordu komşunun çocuğu. Sürekli onunla kıyaslanıyordum. Ne yazık ki ben dahi biri değildim. Komşunun çocuğu ise her şeyde başarılıydı; derslerde, büyüklere saygıda, nezakette, kariyerde…
Anneme göre gezgin olmak sorumsuzluktan başka bir şey değildi çünkü gezginlerin hepsi sonunda aç kalırlardı ve sersefil bir biçimde ölürlerdi. Annem gözyaşlarını tülbendine silerken sürekli aynı soruyu sorup durmuştun bana. “Ecnebi memleketlerinde ölürsen cenazeni kim getirecek? Baban gibi seni de mi toprağa vereyim? Kocasız güç bela yaşıyorum, oğulsuz ne yaparım?”
Ölürsem cenazemi kim getirecekti? Anneme bir türlü ölmeye değil de yaşamaya gittiğimi, yeni yerler keşfetmek istediğimi, Dünya’yı tanımak gibi bir hayalim olduğunu ifade etmeyi başaramadım.
Aslında annemin beni neden gezgin olma fikrimden caydırmak istediğini tahmin edebiliyordum. Kuşkusuz bana olan sevgisinden yapıyordu bütün bunları. Sıradan olmayan bir mesleği seçersem zarar göreceğimi düşünüp caydırıcı metotlarla beni bu kararımdan döndürmeye çalışıyordu. Ancak annem bir şeyi unutuyordu, ilginin ve sevginin aşırısı insanı zehirleyebilirdi.
Dünya böyle bir yerdi işte. Herkes bir başkasının hayali için kendi hayallerinden vazgeçiyordu bu yüzden de hayat çoğu zaman planlar dahilinde ilerlemiyordu. Annemin endişesi üzerine gezgin olma hayalimi bir süre daha ertelemek zorunda kalmıştım ancak biliyordum ki ertelenen hayalden çoğu zaman vazgeçerdi insan.
Kahvemi fincana doldurduktan sonra pencere kenarındaki kanepeye oturup günlük haberleri dinleme maksadıyla televizyonu açtım. Her gün evden çıkmadan önce beş ila on dakika ülke gündemiyle aydınlanmaya çalışırdım. Tahmin edildiği üzere haberlerde Dünya’yı kurtaran bir kahraman çıkmamıştı. Bilmem kaç bin ışık yılı uzakta yaşanabilir bir gezegen de keşfedilmemişti. Daha çok insanın moralini yerle bir eden, nereden geldim şu Dünya’ya dedirten; gözünü dahi kırpmadan cinayet işleyenlerin vesikalık fotoğrafları ve geleceğimizi emanet ettiğimiz siyasilerin çocukça çekişmeleri vardı. Bu nedenle de isteyerek haberleri seyretmek mazoşist hislerle yapılmış bir eyleme dönüşüyordu.
Çocukluğumdan beri çevremdeki herkesten farklı olduğumu biliyorum ancak bu farklılık dahilikle veya sanatsal yetenekle ilgili değil. Dış görünüşümle de ilgili değil. Bu farklılık hislerimle alakalı. Kabul etmeliyim ki uyumsuz herifin tekiyim. Yani benden sürüye ayak uydurmamı filan beklemeyin. Bir süre bunun bir hastalık olduğunu düşündüm. Psikiyatrlardan yardım almaya karar verdim. Birtakım antidepresan ilaçlar kullandım ancak duygularıma yönelik kayda değer bir etki göremedim. Çünkü ben bir uyumsuzdum.
Belki de beni intihara sürükleyen nedenlerin en başında geliyor uyumsuz olmam. Yani bir koyun olduğumu düşünürsem sürümü terk etmek için kurtlarla bile anlaşabilirim. Her gün bu amaçsız sürünün içinde kendime ot bulmaya çalışmak ve sonunda aynı kaderi paylaşmak yerine ya sürümü terk ederdim ya da otun üstüne işerdim. Bahsettiğim şey sıradanlığı reddetmek.
Çoğu insan bir fakülteden mezun olduktan sonra bir işe girip ihtiyacı olduğunu düşündüğü şeyleri tek tek satın alarak mutlu olmaya çalışıyor. Bir ara ben de bu düzene ayak uydurmaya çalışmıştım. İşe girip ilk otomobilimi satın aldığım zaman neredeyse havalara uçacaktım. Kendimi öylesine mutlu hissetmiştim ki sık sık perdeyi aralayıp otomobilime bakar dururdum. Benzer durum ilk okul yıllarımda da başıma gelmişti. Ailem doğum günü hediyesi olarak mavi çizmelerden almıştı. İçi pamuksu güzel bir çizmeydi. Bir çift mavi çizmem olduğuna o kadar mutlu olmuştum ki birkaç gün çizmelerime sarılarak uyumuştum. Oysa şimdi binlerce çizme verseler yine de çizmelerine sarılıp uyuyan o çocuk kadar heyecanlı olamayacağım.
Dün ve ondan önceki gün yaptığım gibi işe gitmeden önce içinde bulunduğum ruh halimden faydalanarak bir şeyler yazmaya karar verdim:
Bir yıl önceki kendim ile
Karşılaşsam sokakta
Bir yabancı gibi geçip giderim yanımdan
Selam bile vermem
Başımı çevirip de bakmam
Saygısızlıktan değil, tanıyamadığımdan
Öyle bir değişime mecbur kaldım ki son zamanda
İyi mi kötü mü henüz kavrayamıyorum
Sormaya cesaret edemediğim bir soru var aklımda
Uçuyor muyum düşüyor muyum?
Saat yedi buçuğu çoktan geçmişti. Üstünkörü ütülediğim pantolonu üzerime giyip işe gitmeye koyuldum. Ev ile çalıştığım işyeri arası sadece yedi kilometreydi. Ara sokaktan iki şeritli caddeye çıktım. Caddenin sonundan sağa döndüm. Yüz metre kadar ilerledikten sonra kırmızı ışıkta durdum.
Ailemizin diğer üyeleri gibi babamın hayatı da fabrika köşelerinde çalışmakla geçmişti. Bu yüzden de babamın öyle kolay kolay boş vakti olmazdı. Resmî tatillerde, pazar günlerinde, dini bayramlarda; yazın bunaltıcı sıcağında, kışın dondurucu ayazında, Mersin Yolu üzerindeki torna fabrikasında çalışır dururdu babam. Bu konuda babam sürekli kendini örnek gösterir düzgün bir okul bitirmediğim takdirde onunla aynı kaderi paylaşacağımızı söylerdi. Hatta bu yüzden mahallenin en korkunç insanı olan Seracettin Abi’yi bile tembihledi.
Çocukken Seracettin Abi, doksan iki model şahin marka otomobiliyle yanımda durur, yüzüne bir hayli büyük gelen güneş gözlüğünü burnunun ucuna kadar indirir -tabi parmaklarına doladığı ince taşlı tesbihi de yukarı aşağı sallardı- dersleri aksatıp aksatmadığımı sorardı. Seracettin Abi’ye her zaman aynı cevabı verirdim. Derslerim çok iyi gidiyor Seracettin Abi derdim. Matematiğimin akıbetini sorardı. Matematikten beş aldım Seracettin Abi, sınıfın birincisiyim, kimse benden iyi matematik yapamıyor, derdim. O sıralar Seracettin Abi’den aferin alabilmek her çocuğun harcı değildi. Seracettin Abi, karıştığı birkaç olay yüzünden mahalleli tarafından korkulan biri haline gelmişti. Seracettin Abi’nin ne tür bir olaya karıştığını bilmiyordum. Sanırım hırsızın birini bıçaklamıştı ya da onu öldürmüştü. Bir gün mahallenin diğer çocuklarıyla futbol maçı yaparken iki tane polis arabası gelip Seracettin Abi’nin evinin önünde durmuştu. Seracettin Abi polis arabasına binmeden önce mahalledeki binalara uzun uzun bakmıştı sonra da gözlerini bana çevirmişti. Oku aslanım oku demişti, serserilikten adam olunmaz! Bana söylediği son sözler bu olmuştu. Bir daha Seracettin Abi’yi hiç görmedim. Sokağın bir köşesinde bıraktığı doksan iki model Şahin marka otomobili yıllarca onu beklemişti. Lastiklerinin havası inmişti, gövdesi paslanmaya başlamıştı, camları kırılmıştı, ön tamponu düşmüştü, toz ve çamura bulanmıştı. Bir sabah uyandığımda Şahin marka otomobil de Seracettin Abi gibi çekip gitmişti.
Bay-T’ye göre her şeyden şikâyet eden sümüklü bir çocuk gibi davranıyormuşum. Şikâyet etmekten gözümün önündeki nimetleri göremiyormuşum. Hayata daha dokunaklı bakmamı sağlayacak şey de meditasyon yapmakmış. Bay-T depresyona giren ev kadınlarına meditasyon tekniklerini öğreterek geçimini sağlıyor. Pek para kazanmıyorum diyor ama bana sorarsanız para böyle işlerde var. Bay-T meditasyon seansları vermeye başlayalı daha iki yıl bile olmadı ama şimdiden altına Audi çekti. Eminim ki yakında bütün Çorlu’yu satın alacaktır. Bay-T’ye göre aksiliklerden, garabetten, şanssızlıktan, vesveseden ve hazımsızlıktan kurtulmanın tek yolu meditasyon yapmak. Yakında bununla ilgili bir kitap yazarsa şaşırmayın. Ne de olsa herifte ticari kafa var!
Gerçek şu ki meditasyon yapmak şu sıralar epey popüler. Toplumda popüler olan bir şey ise bana her zaman itici geliyor. Tıpkı çok satanlar listesindeki kitaplara çok satanlar listesinden düşmeden elimi bile sürmediğim gibi. Topluluğun bir şeyi beğenmesi ve göklere çıkarması benim o şeye karşı anti sempati duymama sebep oluyor. Harry Potter kitaplarını bile ancak yıllar sonra okuyabildim. Çevremdeki herkesin överek bitiremediği dizileri hâlâ izlemiş değilim.
Anneme göre üzerimdeki kara bulutların, kırılgan yapımın ve bir türlü insanlara uyum gösteremememin tek nedeni kem gözlerdi. Ne zaman memlekete gitsem annem beni karşısına oturtur üç Kulhü bir Elham okumaya başlardı. Anneme göre kem gözlerin açtığı yarayı kırk doktor birleşse yine kapatamazdı. Bu yüzden babam hâlâ hayattayken kendini iyi hissetmediği zamanlarda annemin dizine başını koyar ve annemden üç Kulhü bir Elham okumasını isterdi. Annem başına geçirdiği tül yazmayla duaya başlardı. Duayı okudukça ağzı mengene gibi açılırdı. Esnemekten kendinden geçerdi. Anneme göre esnemek nazarın vücuttan çıktığının bir göstergesiydi. Esnemek ne kadar şiddetliyse nazar da o kadar güçlü demekti. Çocukluğum annemin babama okuduğu dualarla geçti. Gerçek şu ki: Zihnim tufana uğramış gezegenler gibi kaotikken kem gözlere suçu atmanın haksızlık olduğunu düşünüyorum.
Çoğu şair yaşamayı öylesine dokunaklı ifade etmiştir ki sanırsınız herkesin sırtında bir çift kanat var ve kötülük yeryüzüne hiç uğramamış. Bana kalırsa yaşamak o kadar da eğlenceli değil. Yaşamak çorap söküğü gibi, karmaşık, her şey belirsiz, insanları anlamak mümkün değil. Keza kendini ifade etmek de öyle. Bütün bunları yakında intihar edeceğim için söylemiyorum sadece farklı pencereden de bakmak gerek hayata. Eğer yaşamı ifade eden bir şiir yazsaydım kuşkusuz bu şiir şöyle olurdu:
Yaşamak,
İnek pisliğine bulanmış kâğıt parçası gibidir,
Yaşamı anlayabilmek için pisliği temizlemeniz gerekir.
Hastanenin bodrum katındaki tek gözlü bir odada arşive kaldırılan evrakların mühür ve imza eksiği olup olmadığını inceliyordum bütün gün. Tıpkı evim gibi çalışma alanım da dört duvardan oluşan bir cehennemdi. Bu odada yalnız başıma çalışıyordum çünkü bu işi yapacak başka gönüllü çıkmamıştı. Sabahtan akşama kadar mavi klasörlerdeki sayfaları karıştırıp mührü eksik olan evrakları bir köşeye ayırıyordum. Ne hoş ki halimden memnun sayılırdım. İrrite edici onlarca insanla birlikte çalışmak yerine yalnızlığımın kollarında savrulmak bana daha cazip geliyordu.
Çalışma odama girdiğimde gördüğüm manzara her zamanki gibi iç karartıcıydı. Soluk beyaz duvar, gıcırdayan bir sandalye, masanın üzerine yığılmış yüzlerce klasör, etrafa dağılmış kağıtlar, mühürsüz raporlar, lekeli çay bardağı ve odanın içinde kol gezen derin küf kokusu… Bu oda üç yıl önce de böyleydi, üç yıl sonra da böyle olacaktı. Hiçbir şey değişmiyordu. Sandalyeye düşercesine oturdum ve öğle arasına kadar başımı dahi kaldırmadan klasörleri karıştırmaya başladım.

2
Birkaç gün sonra Arzu’nun kliniğine gittim. Bay Çokdertli’ye (yeşil psikolog kanepesi) oturmadan önce kliniğin teras kısmında sigara içen kızıl saçlı bir kadın gördüm. Uzun uzun inceledim kadını. Yaşı nereden bakılsa yirmi üç ya da yirmi dört vardı. Beline kadar uzanan dalgalı kızıl saçları ahenkle sallanıyordu rüzgârda. Elmacık kemikleri pudra pembesi bir renkle parıldıyordu. Siyah dar pantolonu vücut hatlarını mucizevi bir biçimde ortaya çıkarmıştı. Üzerine geçirdiği ince beyaz gömleği gün ışığı sayesinde sutyeninin rengini ele veriyordu. Kadının Afrodit’e benzer narin görüntüsü her ne kadar erkekliğimi okşamayı başarmış olsa da beni asıl ilgilendiren konu terastaki kadının Yasemin’e çok benzemesiydi. Oysa Yasemin yer yüzündeki bütün kadınlardan daha güzel ve daha alımlıydı. Onun eşi benzeri yoktu. Kimse şu dünyada Yasemin kadar mükemmel değildi. Kimse Yasemin kadar şirin olamazdı.
Arzu’ya dönüp terastaki kadını işaret ederek “O kim?” diye sordum
“Yabancı değil,” dedi, “Kuzenim olur, İzmir’den bu sabah geldi.”
Demek İzmir’den gelmişti. Bir zamanlar Yasemin de İzmir’deydi. Birkaç yıl evvel mahalledeki Sinan söylemişti Yasemin’in İzmir’de olduğunu. Pespaye bir meyhanenin ucuz yabancısı demişti Yasemin için. Bir hafta önce ise Sinan’ın büyük kardeşi Bekir ağzından baklayı çıkarmıştı. Yasemin’in günlük iki yüz liraya konsomatrislik yaptığını söylemişti utana sıkıla. Belki de bu yüzden mahalleli beni gördüğünde yolunu değiştiriyordu. Yasemin’e toz kondurmadığımı biliyorlardı.
Arzu cevap vermediğimi, terastaki kadını dikkatle incelediğimi görünce, “Her şey yolunda mı?” diye sordu, “Sanki bugün biraz durgun görünüyorsun.”
“Hayır ben iyiyim sadece biraz uykusuzum. Sanırım ondan.”
“Yine uyku problemleri mi yaşamaya başladın?”
“Dün gece güzel bir film izlemiştim. Sabaha karşı uyudum.”
“Anladım, “dedi cevabımı sorgularcasına. Kahve yapmak için köşedeki makineye yöneldi. Bir süre sessizce suyun kaynamasını bekledi. Titrek narin elleriyle kahveyi kaynar suya ekledi.
“Bazı insanlar izlediği filmlerden veya okuduğu kitaplardan çok etkileniyor. Bu iyi bir şey, duygularımızı harekete geçiren her kaynağa ihtiyacımız var. Yine de insan kendini filmlere fazla kaptırmamalı.”
“Beni filmler, kitaplar, şarkılar mutlu ediyor.”
“Ya dış dünya?”
“Dış dünyada ilgimi çekecek kayda değer pek bir şey yok. İki yüzlü insanların manasız fikirlerini anlamaya çalışmak yerine dört tarafı duvarlarla çevrili evimde film seyretmeyi tercih ederim.”
“Yine de bizler sosyal canlılarız. Sosyalleşmemiz gerek.”
“Yalnızlık beni daha çok mutlu ediyor. Hem inan bana böylesi daha az riskli.”
“Neden böyle düşündün?”
“Çünkü bir insanla tanıştıktan sonra o insanın tavırlarıyla kalbin kırılabilir ancak o insanla hiç tanışmazsan kalbin de kırılmaz.”
“İnsanların sana zarar vereceğini mi düşüyorsun?” diye sordu Arzu, “Yani bu yüzden mi arkadaş edinmeye korkuyorsun? Bu yüzden mi kendini bütün gün eve kapatıyorsun?”
Nedense bu soruya güleceğim tutmuştu. “Yalnızlığı tercih etmemin nedeni insanların zaten bana zarar vermiş olmaları.”
“Genelleme yapmadığını farz ediyorum.”
“Hayır genelleme yapmıyorum ama yüzde doksan dokuzluk kısmından bahsediyorum. İnsanlarla neden sosyalleşeyim ki?
Onların bana sağladığı neşeyi bir sokak kedisi de bana verebiliyor.”
Arzu endişeli bir biçimde başını salladı. “Sadece biraz daha zamana ihtiyacın var. Baban vefat ettikten sonra birtakım sorunlar yaşadığını biliyorum ve bu durum sende derin etkiler bıraktı. Ancak bunun üstesinden geleceksin. Sen güçlü birisin.”
Bir konuda Arzu yanılıyordu ben güçlü biri değildim. Ben sadece umursamamanın kıymetini anlayan biriydim. O sıra babamın intihar ettiğini ilk benim fark ettiğim doğruydu. Onun soğuk bedenini ağaçtan indirmeye çalışırken kendimi bir kâbusun ortasındaymış gibi hissetmiştim. Ancak bütün sorunların buna bağlı oluştuğunu söyleyemezdim. Binlerce faktör vardı yalnızlığı tercih etmemde.
Arzu konuyu değiştirmek için geçen gün başına gelen bir olayı anlatmaya başladı. Arzu gülümsedikçe yılbaşı balosunda şampanyasını yudumlayan fiyakalı takım elbiseli herifler gibi hissediyordum kendimi. Normalde böyle neşeli bir insan değilimdir ama Arzu karşıma geçip gülümseyince bam tellerim şahlanıyordu. Dünyanın en kibar erkeği olasım geliyordu. Arzu’ya karşı bir şey hissettiğimden değildi bu duygu hani bazı insanların gülümsemesi bile mutluluk nedenidir ya işte o yüzdendi.
Arzu başına gelen olayı anlattıktan sonra, konu yine benim duygusal sorunlarıma döndü. “Gerçek çoğu zaman gözlemlenebilir,” dedi ciddi bir sesle. “Buraya ilk geldiğin gün nasıldın, şimdi nasılsın… Oysa seni dinlemekten başka hiçbir şey yapmadım. Sen kendi kendini iyileştiriyorsun. Bunun farkına var.”
Arzu gerçekten de haklıydı. Buraya ilk geldiğimde vasat haldeydim. İnsanlarla iletişim kurmak istemiyordum. İnternetten indirdiğim dizilerin tüm bölümlerini seyretmeden evden çıkasım gelmiyordu. Şimdi geriye dönüp baktığımda nereden nereye gelmişim diyorum. Sorun şu ki gelebileceğim son nokta bu. Kendimi daha fazla iyileştiremem. Kuşkusuz şu an bulunduğum sınır yeterli değil. Arzu’ya göre psikolojik rahatsızlıkların ardındaki en büyük iki neden travmatik olaylar ve toplum tarafından anlaşılmamak. Arzu’ya göre toplumun daha fazla psikoloğa ihtiyacı yok, toplumun daha çok anlaşılmaya ihtiyacı var.
Fiziksel ve zihinsel yeterliliğe sahip her insan altı aylıkken başlarmış kendini ifade etmeye; fikirlerini, duygularını, hislerini bir başka insanla paylaşması gerekirmiş. Eğer ki kendini ifade etmeyi başaramazsa sonunda bu dünyaya ait değilmiş gibi hisseder ve yalnızlık kaderi olurmuş. Arzu, ben sadece psikoloğum diyerek bunun tanrısal bir güç olmadığını ifade etmişti. İnsanların hayatı boyunca iyi hissetmesini sağlayacak sihirli bir değneğim yok, onları sadece dikkatle dinliyorum, çünkü herkesin içine sığdırdığı bir hikayesi var, diye devam etmişti konuşmasına.
Şimdi biri çıkıp sorsa: Dünyanın en iyi psikoloğu kimdir? diye. Kuşkusuz dünyanın en iyi psikoloğu Arzu derdim. Lakin Arzu’nun bile bazı insanları iyileştirmeye gücü yetmiyor.
Arzu dudağını büküp uzunca bana baktı. “Belki de senin ihtiyacın olan şey duygusal anlamda bir yakınlaşmadır,” dedi. “Etrafında hiç hoşlandığın bir kadın yok mu? Yani ilgini çeken birileri ya da hoşuna giden birileri?”
“Hayır. Hayır yok. Kimse ilgimi çekmiyor.”
“Peki o geçen günkü yazdığın aşk şiiri? Onu kime yazmıştın?”
Elbette ki o şiiri Yasemin’e yazmıştım. İçinde aşkın geçtiği her şeyi Yasemin’e adıyordum. Arzu bu konuda ona cevap vermediğimi görünce beni daha fazla sıkıştırmak istemedi.
“Şiir yazmanın sana iyi geldiğini biliyorum,” diye sürdürdü konuşmasını. “Kendini bu şekilde ifade ediyorsun, belki de şiir yazmak senin hayat felsefeni belirleyecek. İnsan ne olursa olsun kendini ifade edecek yeni yollar bulmalı, şarkı söylemeli, resim yapmalı, dans etmeli… İnsan kendini ifade ederse zihnindeki kavgadan da kurtulabilir ama insan olmadan ifade de olmaz. Hayali bir karakter yerine gerçek bir insana şiir yazman kalbini ısıtabilir,” dedi dostça bir tebessümle.
Yasemin hayali bir karakter değildi. Sadece Yasemin’den kimseye bahsetmek istemiyordum. Aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ fikirlerimde dolaşıyordu. Yasemin benim çocukluktan beri sevdiğim kadındı. Rüyalarım onunla renkleniyordu. O mahallemizin en güzel kızıydı… Gidişi bende kıyamet etkisi yarattı.
Annem, o sıralar yaşadığım bunalımlı evreyi atlatabilmek için bir psikiyatrdan yardım almam gerektiğine karar vermişti. Babam öldükten sonra benim adıma hep annem karar vermeye başlamıştı. Hangi üniversiteye gideceğime, hangi mesleği icra edeceğime, hangi şehirde hayatımı sürdüreceğime ve hangi düşünceye sahip olacağıma kadar her şeyde annemin etkisi olurdu.
Yaklaşık üç ay boyunca antidepresan ilaçları kullanıp pek bir faydasını görmeyince, psikiyatri doktorumu değiştirmeye karar vermiştim. Hayatıma yön veren doktoru hâlâ hatırlıyorum. Stephen King romanlarından fırlamış gibiydi. Gözaltı torbaları mosmordu, beyaz saçları elektrik akımına kapılmış gibi dimdik duruyordu, kalın mercekli gözlüğü ve tuvalet tasına benzeyen kemiksi yanakları herifin ruhsal deliliğini dışa vurmuş hali gibiydi. Tedavi olmak için gelen hastalardan daha deliydi belki de.
Utana sıkıla doktorun odasına girdiğimde, “Anlat çocuğum,” demişti bana, “Seni buralarda gördüğümüze göre canını sıkan birkaç mesele olmalı.”
Yeni psikiyatri doktoruma ne gibi sorunlarım olduğunu ve kendimi nasıl hissettiğimi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştım. Psikiyatr tavrını hiç bozmadan ve anlattığım mesele sanki kayda değer değilmiş gibi, “Hı, öyle mi, ne yani bütün mesele bu muydu?” demişti. Evet, bütün mesele buydu aslında, babamı kaybetmiştim, Yasemin çekip gitmişti, “Daha ne olmasını bekliyordun çakma Emmett Brown?” diye tepki göstermiştim psikiyatra. Psikiyatr karşıma oturup hayatım boyunca unutamayacağım o konuşmayı yapmıştı. “Şu anki hislerin, duygularının verdiği bir tepki sadece evladım, unutma ki tepkiye karşı koymadığın sürece gelişmen de pek mümkün değildir. Bunu antidepresanlar değil, irade başarabilir. Dünya her zaman karmaşık ve karmaşık olmaya da devam edecek, bazen bu karmaşıklığın içinde canımız yanabiliyor, üzülüyoruz, bunalıyoruz. Bazen sevdiklerimizi kaybediyoruz, bazense kendimizi kaybediyoruz. Mutluluk sevdiklerinle vakit geçirmektir, ayrıca mutluluk kaybettiğin sevdiklerine veda etmeyi de bilmektir. Her şeyin bir nedeni vardır evladım. Dostoyevski’yi ele alalım. Dostoyevski berbat bir çocukluk geçirdi, sarhoş bir babanın ve hasta bir annenin gözlerinin önünde nasıl eridiğine şahit oldu. Kumar bağımlılığı yüzünden sürekli borç batağına düşerdi, çoğu zaman da sara nöbeti geçirir ve kendini kaybederdi. Eşi öldükten sonra sekreteriyle evlendi, daha sonra öz kızı öldü. Devlete karşı suç işlediği gerekçesiyle tutuklanıp idama mahkûm edildi, tam kurşuna dizileceği sırada affedilip Sibirya’nın dondurucu soğuğunda hapiste yatmak zorunda kaldı. Oysa Dostoyevski durmadı, sürekli yazdı, yazdı yazdı ve yazdı, Dostoyevski’yi Dostoyevski yapan çektiği acılardı. Belki o, diğer insanlardan daha zor durumları tecrübe etti ancak o dünyanın en iyi edebiyatçılarından biri. Şu anda başına gelen sorunlarla nasıl baş edeceğin konusunda sana bir yol göstereceğim,” deyip, önündeki reçeteye bir takım antidepresan ilaçlar yazdı. “Sana bunları yazıyorum çünkü kapının dışında bekleyen annen benden bunu yapmamı istiyor, aslında senin gibi büyümeye çalışan her çocuğun annesi benden bunu istiyor. İlaç yazarsam tedavinin başarıya ulaşacağını düşünüyorlar oysa sen de tıpkı diğer çocuklar gibi büyüyorsun sadece. Verdiğin tepkiler farklı olabilir, içinde bulunduğun durum gayet normal, sen hasta değilsin, sen sadece bir yoldan geçiyorsun,” deyip yazdığı reçeteyi elime tutuşturmuştu. Kapıdan çıkmadan önce bana son sözleri şu oldu, “Unutma evladım! O ilaçları sana, kullanasın diye yazmadım, içiyormuş gibi yap sadece. İlaçları çöpe değil tuvalete at böylece ailene de yakalanmazsın,” demişti. Onun söylediklerini harfiyen uygulamıştım. Bir süre sonra kendimi gerçekten de daha iyi hissetmeye başlamıştım. Birkaç ay sonra o psikiyatrı tekrar ziyaret ettim, yanımda annem de vardı. Psikiyatr, “Oğlunuzun artık ilaç kullanmasına gerek yok, gördüğünüz gibi kendini eskiye göre daha iyi hissediyor ancak bu sorunun tekrarlanmayacağı anlamına gelmez. Size bir psikolog önereceğim, ona gidin, benim gönderdiğimi söylerseniz ücret konusunda da bir indirim yapabilir, harika bir hanımefendidir, mesleğinde de bir hayli başarılıdır,” deyip, Arzu’nun adresini vermişti. O gün bu gündür haftada bir gün Arzu’yla konuşur, yaşadığım bunalımlı evreden kurtulmaya çalışırdım.
Uzun zamandır merak içinde olduğum konulardan biri öldükten sonra bana tam olarak ne olacağıydı. Girdaba benzeyen bir ışık demeti beni gökyüzüne doğru mu uçuracaktı yoksa zifiri karanlığa mı gömülecekti her şey. Ne yazık ki bu deneyimimi paylaşamayacağım çünkü ölüler mektup yollamaz. Oysa o anki hissettiklerime dair iyi şiirler yazabilirdim. Şiirin adı da şu olurdu: Peşimden Gelmeyin Burası Çok Sıcak. Cehennem dedikleri yer sıcak olurdu ne de olsa. Kendimi öldürdüğüm için krizantem bahçesine gidecek değildim ya! İntihar kutsal kitapların hepsinde de ağır günah olarak geçiyordu, peki ama ya tüm intiharlar aslında cinayetse? Katiller ise elini kolunu sallayarak etrafta dolaşıyorsa asıl cehennem dünya olmaz mıydı?
Umarım ölümüm gazetelerin ikinci sayfalarına çıkar böylece sıradan kimliğim bir günlüğüne de olsa kuşe kağıdına basılmış olur. Nurdağı geçitlerinde otomobil hakimiyetini kaybedip kontrolünü kaybeden genç, bilmem kaç metre yüksekten düşerek hayatını kaybetti. Haberi süslemek için yalan yanlış birkaç cümleyle beraber kimliğimdeki fotoğrafımı da eklerlerdi.
Madem kendimi öldürmeye niyetliydim neden gazetelerin birinci sayfasına çıkacak kadar büyük bir şey yaparak ölmüyorum, diye düşündüm bir ara. Mesela bir bankayı soyup paraları fakir fukaraya dağıtmak ne de güzel olurdu! İnanıyorum ki haberleri okuyanlar şöyle derdi, “Analar ne yiğitler doğurmuş, Robin Hood gibi mübarek!” Yıllardır bankalar insanları soymuştu. Biraz da bankalar soyulsaydı çok muydu?
Banka soyma fikrini düşündükçe bunun pek de iyi bir fikir olmadığı kanaatine vardım. Çünkü çok fazla risk vardı. Paraları alamadan enselenebilir ömrümü karanlık koridorlarda geçirebilirdim. Üstelik şu özdeyişi de unutmamak gerek: Silahın yoksa meyve bıçağıyla banka soymaya gitmemelisin. Banka soyma fikri zihnimde saman alevi gibi parlayıp sönmüştü. Gazetelerin birinci sayfa haberlerine çıkmaktan vazgeçmiştim. Üçüncü sayfa haberlerine çıkmak yeterince gururumu okşardı şu zamanda.
Ben mezarıma nane ekilmesini istiyorum çünkü kokusu çok severim. Elbette ki ölünce koku filan alamayacağım ama yine de istiyorum. Ben öldükten sonra bisikletim ve bilgisayarım sekiz yaşındaki yeğenime kalmalı çünkü bisikletini bana verir misin diye sorup duruyordu epeydir. Geri kalan eşyalarımı ise kim alırsa alsın, umurumda bile değil ancak otuz yaşındaki Ford’um benimle aynı kaderi paylaşacak. Çünkü intiharıma kaza süsü vermek istiyorum. Aslında bunu geride bıraktıklarımın iyiliğini düşündüğüm için yapacağım.
İntihar konusunda nasıl bir yol izleyeceğime dair bir tiyatro eserinin yadsınamaz katkısı oldu. Arthur Miller tarafından 1949 yılında yazılan Death Of Salesman adlı oyunun ana karakteri olan Willy Loman, intiharının geride bıraktıklarına bir fayda sağlaması için kendine hayat sigortası yapıyordu. Böylece öldükten sonra ardında bıraktıklarının güzel bir hayat yaşaması için yüklü miktarda para kalacaktı. Tiyatro oyununun beyaz perdeye uyarlanmış versiyonunu seyrettikten sonra kendime neden ben de hayatımı sigortalatmıyorum ki diye sordum. Neticede kendimi öldürmeye kararlıydım en azından ardımda bıraktıklarıma faydam dokunmalıydı. Ertesi gün ilk işim bankaya gidip en yüksek sigorta primi vadeden poliçeyi imzalamak oldu. Herhangi bir kronik hastalığınız ya da görmekte olduğunuz bir kanser tedaviniz var mı sorularının her birine hayır dedikçe kendi içimden gülüyordum.
İntihar konusunda kesinlikle sağlam bir plana ihtiyacım vardı. Kesinlikle pazartesi günü ölmeliydim çünkü pazartesi gününden nefret ederdim. Pazartesi günü sıradanlığın daniskasıdır. İnsanlar otobüs köşelerinde uyuklar, öğle yemeği berbat çıkar, haftanın en yorucu günüdür… Anlayacağınız pazartesi günü ölmekle hem kendime iyilik etmiş olacağım hem de çevremdekilere çünkü pazartesi günü ölürsem cenazemi muhtemelen hafta içinde kaldıracaklar. Böylece insanlar mezarlığa gelmek için o sıkıcı işlerine ara verebilirler.
Son zamanlarda kendimi çoğu şeyden soyutladım. Sabaha dek gece kulüplerinde eğlenmiyorum ya da ibadet ederek geçirmiyorum zamanımı. Çünkü eğlenirsem mutlu olabilirim, mutlu olduğumda da ölmekten vazgeçebilirim. İbadet etmeye kalksam intiharın günah olduğunu biliyorum. Alnım secdeye her gittiğine vicdanım sümüklü bir çocuk gibi yakama yapışacak. Öyleyse eve kapanmalı, perdeleri çekmeli ve sonunda kötülerin kazandığı ne kadar film varsa izlemeliyim. Kendimi öldürme kararını almam kolay olmadı. Bu karardan vazgeçmek de kolay olmamalı.
Ölmem gereken yer Adana’nın yüz otuz dört kilometre kuzeybatısına düşen Nur Dağı geçitleri veyahut Kapuzbaşı kayalıkları olmalıydı. Böylece herkes kaza yaptığıma ikna olabilirdi. Nur Dağında ikinci geçit ile üçüncü geçit arasında sağ tarafı dere yatağı olan muazzam bir yer var. Eğer bir gün oradan geçerseniz dağların üstündeki rüzgâr tribünlerinin usulca döndüğünü de görebilirsiniz. Arabayı sağa çekip dere yatağına baktığınızda ise suyun içinde parıldayan cam kırıklarını da fark edebilirsiniz.
Hayatıma son verme kararımı aldığım için kendimle övünmüyorum. İnsan bazen yaşamın bir anlamı olmadığı hissine kaplıyor. Elbette ki bu his durup dururken ortaya çıkmıyor. Dağlar bile küçük taşlarla oluştu tahammül de böyle bir şeydir işte.
Yaşamak,
Antidepresan ilaçlarının faydasını sorgulamak,
Ve bir dizi intihar düşünceleriyle boğuşmaktır.

3
Arzu’nun kliniğinden ayrıldıktan sonra eve yürüyerek gitmeye karar verdim. Bizim Macit’in cadde üzerinde Saklısaman adında hediyelik eşya dükkânı vardı. Bir ara karın tokluğuna orada çalışmıştım. Arzu’nun kliniğine gidip gelirken Macit’in dükkânının önünden geçerdim.
Macit öyle yaralı parmağa işeyen tiplerden değildi. Kadın düşkünü zirzopun tekiydi. Uzun boylu, argoyu seven, kendinden emin, söylediklerinin aksine duygusuz ve izbandut gibi bir herifti. Kadınların onda ne bulduğunu anlayamazdınız. Ulu orta yerde herhangi bir sebebi olmadan yattığı kadınların namahrem fotoğraflarını gösterir, yatakta hangi pozisyona girdilerse en ince ayrıntısına kadar anlatırdı. Sarışın olanlar, orta yaşlılar, emekliye ayrılanlar, zayıflar, şişmanlar, üniversiteliler, depresyona girenler bir ayağı çukurda olanlar ve genellikle eşinden yeni boşanmış olanlar…
Saklısaman hediyelik eşya dükkânı olmadan önce ahşap içerikli her türlü ev gerecinin bulunduğu depoyu andıran büyük bir mağazaydı. Parkeler, mutfak dolapları, abajurlar, yatak başlıkları, kalın bloklu masalar, sallanan sandalyeler gibi gerekli gereksiz yüzlerce şey vardı.
Orada çalıştığım sıralar Saklısaman’a gelen müşterilerin çoğu evini dekore etmek isteyen yeni evli çiftlerdi. Onları dükkânın kapısından girdikleri an ayırt etmek mümkündü. Aynı zamanda iş yerine en çok onlar para kazandırırdı. Saklısaman’da çalıştığım süre boyunca patronu -ki daha sonra Macit’e Kıbrıs’taki halasından yirmi beş dönüm arsa miras kalınca arsayı satıp Saklısaman’ı aldı- hiç görmedim. Sanırım patronumuz Miami’de Mojito’sunu yudumluyordu ya da Como Gölü’nün kıyısındaki villasında sevgilisinin poposunu okşuyordu. Patronun o sıralar nerede olduğunu ve tam olarak ne yaptığını bilmiyordum ama bunun gibi şeylerle vakit geçirdiğini düşünüyordum. Ne de olsa hayat zenginler için sadece oyun alanıydı, yoksullar ve orta sınıftan insanlar ise zenginlerin oyun alanını genişletmek için çaba harcayıp duruyordu.
Macit’le olan dostluk bağlarımı kopardığım günü çok iyi hatırlıyorum. Mayıs ayının son pazar günüydü. Yol kenarındaki ağaçlar artık tamamen yeşermişti. Birkaç hafta sonra kavurucu sıcaklar gelecek ve şehirdeki insanlar yazlıklara akın etmeye başlayacaktı. Mayıs ayının son haftası ev dekore etmek için yılın en uygun zamanıdır çünkü herkes tatile gitmeden önce aklını meşgul eden işleri tamamlamak ister. Evin parkeleri değişir, çürüyen mutfak dolaplarının kapakları onarılır, eskiyen vestiyerler atılır ve yenisi alınır, eğer bahçeli bir eve taşınıldıysa iki masa ve bolca sandalye temin edilir, çocuğu olanlar yeni tip beşikler için arayışa koyulur ve tabi eve gelen misafirleri ağırlamak için on binlerce lirayı gözden çıkaran nişanlı çiftler; el alemi kıskandıracak misafir odası takımına sahip olmak için birbiriyle yarışır. İnanın bana orada çalışsaydınız yaralı parmağa bile işemeyen insanların hiçbir işe yaramayan eşyaları satın almakta ne kadar acele ettiklerini görürdünüz. Ben buna sonradan kazanılmış ahmaklık diyorum. Zekâsı ve yetenekleriyle toplumun gözüne girmeyi başaramayan insanların satın aldıklarıyla bu beklentiyi karşılama isteği.
Bir gün yeni evlendikleri her halinden belli olan çift, koyu renk masif parke almak için dükkâna gelip Macit’ten yardımcı olmasını istemişti. Macit genç çifti parkelerin olduğu kısma götürmüştü. Her şey tipik bir müşteri çalışan ilişkisi gibiydi oysa Macit’in kadına olan ilgisi uzaktan bile fark edilebiliyordu. Farklı bir ilgiydi bu Macit avını gözüne kestiren bir aslan gibi konuşuyordu kadınla. Kadının kocası parkelerin dokusunu incelerken Macit kadına bir şeyler fısıldayıp durmuştu. Kadın ise adeta Macit’e karşılık verircesine gözlerinin önüne düşen kâkülünü kulağının arkasına atıp durmuştu. Macit’le olan kısa süreli arkadaşlığımda bu tavırların ne anlama geldiğini tahmin edebilmiştim ancak Macit’in evli bir kadınla yatacağını düşünmemiştim. Bana o kadının çıplak fotoğraflarını gösterdiğinde kadını hemen tanımıştım. Kadının zavallı kocası evine en uygun parkeyi seçmek için nasıl da titiz davranmıştı. Acaba biliyor muydu karısının onu aldattığını. Ya parkeler? Yoksa yeni parkelerin üzerinde mi gerçekleşmişti bu çirkin olay. Ne kadar da acı verici, Tanrım! O günden sonra bir daha da Macit’le görüşmedim. Kabul etmeliyim ki dini bütün bir insan değilim hatta din ile aramda çoktandır soğuk rüzgarlar esiyor yine de Macit’in ve o kadının yaptığı şeytanlıktan başka bir şey değildi. Peki bu olayın meleği kimdi? İnanın bana bilmiyordum. Şu sıralar kime melek gözüyle baksam içinden bir şeytanlık geçiriyordu.
Saklısaman’a girer girmez etrafa göz gezdirmeye başladım. Ünlü ressam, şair ve bilim adamlarının olduğu ışıklı tablolar vardı bir köşede. Tablonun ortasındaki ışıklar birkaç saniyeye bir değişiyordu. Kırmızı ve mor ışıklar, hipnotize eder gibi… Tabloların hemen yanında ise çok satan kitap reyonu vardı. Yine hangi saçmalıklar çok satmıştı merak ettim. Eskiden sokak başlarında türlü türlü oyunlarla insanları gammazlayan yankesiciler olurdu. Şimdiki yankesiciler kitap yazarak söğüşlüyordu insanları çünkü böylesi daha yasaldı.
Kuşkusuz insanlığın olduğu yerde istismar vardır çünkü insanlık başlı başına istismardır. Duyguları, beklentileri, arzuları, istekleri, hayalleri, kısacası aklınıza gelecek her şeyi istismar eden; doymak nedir bilmeyen hergelelerle aynı dünyada yaşıyoruz. Kitap yazan yankesiciler bu dağın görünen yüzü. En basit tabiriyle terörizm, teröristlerden çok siyasetçilerin işine gelir. Siyasetçinin hitap gücü kuvvetliyse toplumdan onay alması kaçınılmazdır. On binlerce insanın katıldığı mitinglerde siyasetçilerin terörizme nefret kusması sadece rolleri icabıdır. Ülkede patlayan her bomba özellikle iktidarı ele geçirmiş ve terörizmle mutlak mücadele içinde olduğunu ifade eden siyasetçilerin sevinç çığlıkları atmasına neden olur. Bunun nedeni siyasetle terörizmin yadsınamaz ilişkisiyle alakalıdır. Terörizm varsa fanatizm artar bu da beraberinde siyasilerin kuralsız davranmasına ve küçük çaplı usulsüzlüklerin göze görünmemesine neden olur.
Özellikle Orta Doğu ve Afrika ülkelerinde bizzat terörizmi besleyen ve ona kaynak sağlayan iktidarlar ya da muhalefetler vardır. Orta Çağ’da kiliselerin cennetten yer satma vaadiyle insanları yolunmuş tavuğa çevirmesi de televizyon ekranlarına çıkan bazı din adamlarının yoksullara şükretmeyi öğretmesi için yüzbinlerce lirayı cebe indirmesi de aynı istismarın kuzenleridir. Enjeksiyon yaparken hastanın kalçasını şevkle avuçlayan bir pratisyen hekim ile makamını kullanarak ayrıcalık bekleyen savcı istismarın somut örnekleridir. İstismar altın çağını yaşarken yankesicilerin kitap yazması basit bir yüzsüzlük sadece.
Bir ülkede yaşayan insanların bilinç seviyelerini, mutluluklarını, arzularını, ideolojilerini çok satan kitaplar listesine bakarak kabaca tahmin etmek mümkündür. Listeye baktığım kadarıyla anlaşılan o ki bu aralar toplumumuz yine birilerinden medet ummaya başlamıştı. Kişisel gelişim kitapları listenin ilk iki sırasını ele geçirmişti. İnsanlar gerçek hayatta elde edemediği mutlulukları kişisel gelişim kitaplarında bulmaya çalışıyordu. Asla sahip olamadığı bir dostun samimi öğütlerini kişisel gelişim kitaplarının sayfalarında tatmak istiyordu. Bu yüzden de psikopatoloji tekniklerinden bir hayli uzak olan yazarlar banka hesaplarını şişirmek için iki aya bir kişisel gelişim kitaplarını yazıp duruyordu. Kitaplarda sadece kelimelerin yerleri değişiyordu. Somut olarak ifade edilen her durum aslında birbirinin tekrarı niteliğindeydi. Çağa ayak uyduran bu kitaplar toplumun huzursuzluğunu yok edebilecek miydi? Bana sorarsanız boş verin! İnsanların elinden tutkularını alırsanız, farklılıkları kalın bir zımpara kağıdıyla eritmeye çalışırsanız, insan kendini yalnız hissetmeye devam edecektir ve huzursuzluk çağımıza kene gibi yapışıp kalacaktır. Öğüdü veren çoğunlukla uygulamaz. İnsanlara yapma demek kolaydır. Mutluluk çok basit gibi görünür oysa mutluluk basit filan değildir. Kişisel gelişim kitaplarına neden dudak bükerek baktığımı anlamışsınızdır belki. Çocukluğumdan beri yönlendiriliyorum. Çocukluğumdan beri birileri bana sadece tavsiye veriyor. Çocukluğumdan beri birileri benim adıma karar veriyor. Çocukluğumdan beri uzun bir zaman eder, yaklaşık yirmi sekiz sene. İnanın bana öyle tavsiyelerle doldum ki artık bir başkasının tavsiyesine ihtiyacım kalmadı. Kendi fikirlerime uzun zamandır ayıp ediyorum.
Çok satan kitapları incelediğimi gören John Lennon gözlüklü kambur herifin teki, “Yardımcı olmamı ister misiniz?” diye sordu bana.
“Öyle bakıyordum,” dedim, “Belki de bana yardımcı olabilirsin, hediyelik bir kitap arıyorum.”
“Hımm,” dedi bilmiş bir edayla, kamburu biraz daha dikeldi, “Hediye edeceğiniz kişi ne tür kitaplar okur?” diye sordu.
“Aslında o pek kitap okumaz. Okuma yazması olduğundan bile emin değilim ama kadınları sever. Duyguları törpülüdür ve şefkat gösterebildiği tek şey kendi erkeklik organıdır. Sence bu özelliklerini saydığım kişiye göre bir kitap bulabilir miyim burada?”
“Şey,” dedi bıyık altı gülümseyerek, rafın alt kısımlarından beyaz kaplı bir kitap çıkardı, “Beyni hayasında olanlar için bu kitabı tavsiye ederim.”
“Roberto Bolano, katil orospular”
Kitabın yüzüne şöyle bir baktım, “Pekâlâ,” dedim, “Bunu alıyorum.”
“Hediye paketi yapmamı ister misiniz?” diye sordu John Lennon gözlüklü kambur adam.
“Kalsın,” dedim, “Macit’e alacağım o kitabı.”
“Hangi Macit’e?”
“Patronun olan Macit’e. Söylesene nerede o? Yoksa işe gelmedi mi?”
Jonh Lennon gözlüklü kambur herifin rengi attı, yutkundu, eski neşesi bir anda gidiverdi. Belki de patronuna gizli saklı hakaret ettiğim için gücenmişti bana.
“Macit Bey mi? Bu kitabı ona mı hediye edecektiniz?” diye şaşırdı.
“Evet, ona hediye edeceğim.”
“Sorun şu ki, Macit Bey aslında…” dedi sustu. Gözleri kitaptaydı, parmakları piyano çalar gibi kitaba dokunuyordu, inip çıkan âdem elması tedirginliğin ve korkunun delili niteliğindeydi. Sessizlik öyle bir hal almıştı ki sanki yeryüzündeki bütün canlılar tufana kurban gitmişti. John Lennon gözlüklü kambur adamın konuşmak için neyi beklediğine dair hiçbir fikrim yoktu.
“Evet? Seni dinliyorum…”
Başını ürkek bir edayla öne eğdi, “Şey…” dedi ve yine sustu.
Çıkar artık ağzından şu baklayı, diye yakasına yapışmak istedim. Sararmış yumruğumu camekana doğru savurmak geldi içimden. Merakımı dizginleyemiyordum, içimdeki canavarın haykırışları zihnimin en ücra köşelerinde yankılanıyordu.
“Sorun şu ki,” diye tekrar etti, sanki asla devamını getiremeyecekti. Macit’in nerede olduğunu bir türlü söylemiyordu. Sanki dairesel döngünün içinde ikimiz de sıkışıp kalmıştık. Geçen saniyelerin yıllara bedel olduğuna dair kutsal kitaba el basabilirdim.
“Burada Saklısaman’ın eski sahibi Macit’ten bahsediyoruz değil mi?” diye şaşırdı, belli ki etrafında bir avuç dolusu Macit vardı.
“Eski sahibi mi? Ne yani Macit bu dükkânı sattı mı?”
“Şey,” dedi, John Lennon gözlüklü kambur adam, “Macit Bey iki yıl önce sizlere ömür. Artık burayı kardeşi Sibel Hanım işletiyor.”
“Macit öldü mü?”
“Ne yazık ki.”
“Nasıl öldü?”
“Eşiyle birlikte Antalya’ya balayına giderken direksiyon hakimiyetini kaybedip bir ağaca çarpmış. Müstakbel eşi o vakit ölmüş, Macit Bey’i ise ağır yaralı olarak hastaneye kaldırmışlar, ancak sabaha çıkamamış. Anlayacağınız Macit Bey sizlere ömür,” dedi.
“Yaa…”
Macit’i hiç sevmezdim ama öldüğünü öğrenince içim bir tuhaf oldu. Eski anılarım depreşti. Bir ara düzdüğü kadınların birini bana ayarlamaya kalkmıştı, kadının ağzı kömür gibi kokuyordu.
John Lennon gözlüklü kambur adam benim sustuğumu, hiçbir şey söylemediğimi görünce, “Kitabı alacak mısınız?” diye sordu.
“Hayır,” dedim, “O kitabı hediye edeceğim başka birini tanımıyorum.”
Saklısaman’dan çıktıktan sonra eve yürüyerek gitmeye karar verdim.
Macit’le anılarımız gözlerimin önüne geldikçe Acaba Shakespeare’de mi cinsellik düşkünüydü diye soruyordum kendime. Hayatı boyunca hiç kitap okumayan, tek derdi kadınlarla yatmak olan Macit, gözüne kestirdiği kadınlarla yatmak için Shakespeare gibi kelime oyunlarına başvururdu çünkü.
Bir gün gittiğimiz bir barda yine bir kadını gözüne kestirmişti ve o kadının aklını çelmek için türlü türlü kelime oyunları yapmıştı. Macit’in taktiği on dakika sonra meyve vermişti. İki kadın o süslü kelimelerden sonra bize eşlik etmek için masamıza gelmişti. Kumral olan kadın -sanırım ismi Filiz’di- Bodrum’da kaldığı villadan söz edip durmuştu gece boyunca. Sarışın olan ise -yirmili yaşların sonlarındaydı ve göğüs dekoltesi oldukça cüretkardı- kumralın aksine pek konuşkan değildi, birkaç kez göz göze gelmiştik, hepsi bu. Gece yarısı olduğunda hesabı ödeyip bardan ayrılmaya karar vermiştik. Arabayla yaptığımız yarım saatlik şehir turundan sonra Macit’i ve Filiz’i aynı yerde indirmiştim. Diğer kadını ise eve ben bırakacaktım. Macit arabadan inerken kulağıma eğilip, “Eğer istersen gerçekler hayallerden daha güzel olmayı başarır,” demişti yanımdaki sarışını işaret ederek. Neyi kastettiğini elbette ki anlamıştım. Bu işler böyle oluyordu demek ki. Nihayetinde sarışını evine götürdüğümde, sarışın bana kahve içelim mi diye sormuştu. Aslında ikimiz de biliyorduk kahve içmeyeceğimizi. Bu sadece formaliteydi çünkü kimse karşı cinsine benimle yatmak ister misin diye sormazdı. Bunun yerine daha masumane sorularla cinsel birleşmeyi ilişkilendirirlerdi.
Arabayı yol kenarına park ettikten sonra sarışınla eve çıkmıştık. Sarışın önüm sıra yürürken sağa sola hareket eden kalçaları erkekliğimi okşayıp durmuştu. Vay be diyordum kendime, birazdan bu kalçaların üzerinde ileri geri gidip gelecek miyim yani?
Oturma odasına geçtiğimde birkaç duvar tablosu -sürrealist çalışma olduğu aşikardı- dikkatimi çekmişti. Tabloların birinde baş aşağı duran taşra evi vardı ancak etrafındaki ağaçlar ve diğer nesneler ters değildi. Evin hemen yanında adeta bir siluete benzeyen iki insan dikiliyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse hayatım boyunca gördüğüm en rahatsız edici tablolardan biriydi bu tablo. İnsan hiçbir nedeni olmasa bile bu tabloya bakarak kendini kötü hissedebilirdi. Sanırım ben böyle bir tabloya sahip olsaydım gazete sayfalarına dolayıp tavan arasına fırlatır bir daha da onu oradan çıkarmazdım. Hangi uçuk psikoloji böyle bir tabloyu ortaya çıkarırdı ki?
Birkaç dakika sonra sarışın elinde küçük bir tepsiyle kahveyi getirmişti. Kahvenin yanına da küçük çakıl taşlı çikolatalardan koymayı ihmal etmemişti. Kahveden bir yudum aldıktan sonra evin içinde uğursuz bir hayaletmiş gibi dolanan sessizlikten kurtulmak için sarışına duvardaki sürrealist tablonun anlamını sormuştum. “Oldukça rahatsız edici bir tablo öyle değil mi?” diye kabul etmişti tablonun ne kadar ucube bir görüntüsü olduğunu. “O tabloyu ailemi kaybettikten sonra yaptım,” demişti ve susmuştu, tablonun derinliklerine, özellikle alt üst olmuş eve doğru uzun uzun bakmıştı.
Bazı insanlar kelimelere dökemediği duyguları susarak anlatırlar. Sarışın sessizliğe gömüldükçe onu daha iyi anlamıştım. İnsanlar kendilerini yalnız hissettiğinde her şeyden kaçmak isterlerdi ve bunun için türlü türlü yolları denerlerdi. Tıpkı bir simyacının taşı altına çevirmek için binlerce seçeneği değerlendirmesi gibi… Ne yazık ki simyacı taşı hiçbir zaman altına dönüştüremezdi ve insan her şeyden kaçamazdı. Tahmin edildiğinin aksine sarışınla o gece cinsel bir münasebet içine girmemiştik. Sadece uzun uzun konuşmuştuk. Bana anılarından bahsetmişti. On ikinci yaş gününde pastadaki mumlara üflerken az kalsın saçından olacakmış. Tamamen kendi ahmaklığından kaynaklanmış çünkü o sıralar sağ olan annesi mumlara üflemeden önce saçını at kuyruğu yapması konusunda onu uyarmış. Bir keresinde de yaz tatili için gittiği otelin bahçesindeki ceviz ağacına tırmanmış -ki bunu tamamen iddia üzerine yapmış- amacı üst dalların birine çaput bağlayıp dilek dilemekmiş, henüz ağacın yarısına bile tırmanmamışken büyük bir aksilik sonucu ayağı kaymış ve kendini bir anda yerde bulmuş, bütün yazı ayağındaki alçıyla geçirmek zorunda kalmış.
Sabaha doğru beni evinden uğurlarken artık evinin yolunu öğrendiğimi, istediğim zaman çıkıp geleceğimi, bir sonraki gelmeme daha farklı şeyler yapabileceğimizi söylemişti. Kuşkusuz böyle diyerek ateşli bir sevişmeyi ima ettiğini anlamıştım. Oysa o sarışının evine bir daha hiç gitmedim.
Saklısaman’dan uzaklaşmıştım eve doğru yürümeye devam ediyordum. Kafamı kaldırıp gökyüzüne doğru baktım, “Ulan Macit,” dedim hoyratça, “Ulan kadın düşkünü dürzü! Dünya’daki kadınlar senin elinden kurtuldu ama bu sefer de hurilerin vay haline…”
Saklısaman’ın iki yüz elli metre ötesinde belediyeye ait ve genellikle üniversite öğrencilerinin kullandığı eski bir otobüs durağı vardı. Kenarlarında yarım asırlık palmiye ağaçları boy vermişti. Apartmanların arasında biten bir inci tanesi gibi görünüyordu. Otobüs durağı eskiden meşe kerestesinden yapılmaydı ancak birkaç yıl önce belediye otobüs durağını söktü ve yerine sofistike görünümlü olan yeni bir otobüs durağı yaptı. Otobüs durağındaki bu köklü değişim bile anılarımı yok etmeyi başaramadı. Ne zaman ki o durağın önünden geçsem Yasemin aklıma geliyordu. Yüzüm kızarıyor, kendime bir kez daha kızıyordum.
Yasemin’in yokluğuna zamanla alıştım ancak onu tamamıyla unuttuğumu ve ona karşı herhangi bir şey hissetmediğimi söylersem yalan söylemiş olurdum. Birkaç kez Yasemin’le iletişim kurmaya çalışmıştım ancak ne mesajlarıma geri döndü ne de telefonlarıma cevap verdi. Neden bilmiyorum ama sürekli benden kaçmayı tercih ediyordu.
Bazen başımı yastığa koyduğumda kendimle yüzleşiyordum. Kendimle yüzleştikçe uykularım kaçıyordu, kalkıp bir sigara yakıyordum, gece bitiyordu, gün doğuyordu, Yasemin aklımdan çıkmıyordu. Kendimi öldürmeden önce yapacaklarım arasında onu ziyaret etmek de var. Ancak onunla yüzleşmekten o kadar korkuyorum ki…
Yasemin’le olan münasebetimiz ilk okul sıralarında başlamıştı. Yedinci sınıfın sömestr tatiline kadar da onu sevdiğimi söyleyemedim. İlk şiirlerimi onun için yazmıştım. Bir sabah ansızın sırt çantasının içine bırakıvermiştim ilk yazdığım şiiri. Bu şiir şöyleydi:
Yasemin çok güzelsin,
Saçlarında kelebekler uçuyor farkında değilsin.
Seni geçen gün anneme bahsettim.
Mutfakta puding yapıyordu,
Kakaolu tatlı var ya bilirsin,
Ah Yasemin sen pudingden de güzelsin.
Şiirin altına ismimi filan yazmamıştım ama Yasemin el yazımdan şiiri benim yazdığımı anlamıştı. O yıl Yasemin’le rüya gibi bir yaz sömestri geçirmiştik. El ele tutuşup kırlarda koşmuştuk, pikniğe gittiğimizde yan yana oturmuştuk, yakar top oyunu oynarken birbirimizi kayırmıştık, isim şehir oyununda birbirimize tüyo vermiştik. Liseye geçtiğimizde ise yarattığımız ütopik dünya yavaş yavaş silinmeye başlamıştı.
İntihar etmeye karar verdikten sonra kendime yakın gördüğüm insanlar için bir şeyler yapmaya karar verdim. Uzun zamandır sevdiklerime mektup yazıyorum. Henüz hiçbir mektup adresine ulaşmadı. Yasemin’e de bir mektup yazdım:

Yasemin, çocukluk sevdam, gençliğimin özlemi, yarım kalanım, kalbimin ebedi sahibi, gelinciğim, kır kelebeğim, göğe mavi olanım, geleceğe ümitle bakanım…

Bu mektup ben öldükten sonra açılacak olan miras sandığımın en önemli parçalarından biri. Bu mektubu yazmaya karar vermek dört yılımı, yazmak ise üç yılımı aldı. Bu mektubu sana yazmamın sebebi, bana acıyıp ardımdan gözyaşı dökmen için değil. Sadece senin tarafından anlaşılabilmek istiyorum. Eğer maddi açıdan zengin olsaydım hayatın boyunca ekonomik özgürlüğünün olması için tüm malvarlığımı sana bırakırdım, oysa sana şiirlerimden başka bir şey bırakamıyorum Yasemin. Şunu söylemek isterim ki sana âşık olduğum için bir gün bile pişmanlık yaşamadım. Seni severek geçirdiğim günler hayatımın en güzel günleriydi. Özellikle yedinci sınıfın sömestr tatilinde, sana bir kova dolusu kâğıttan çiçek yaptığımda, yüzünün aldığı şaşkın ama mutlu ifadeyi asla unutmayacağım. Yanağında beliren o beyhude gülümsemeyi görmek bile, cennetin bir gülüşe sığabileceğini kanıtlıyordu. Çok güzel gülümsüyordun, o gülümsemeyi hayatın boyunca kaybetme. Elbette hayatına kötü insanlar girecektir, onlardan arınman mümkün değil, karşına çıkmaya ve duygularını alt üst etmeye devam edeceklerdir, ancak sen gülümseyebildiğin kadar güçlü olabilirsin, gülümseyebildiğin kadar onlara kafa tutabilirsin. İnsanlar can yakmaya meyillidir. Canını koru. İnsanların seni üzmesine izin verme. Sana hata yapan insanları affet, ancak aynı hatayı ikinci kez yaparlarsa onlardan vazgeç. Vazgeçmek acizlik değildir, hayatın acımasızlığına karşı kendini koruman gerekir. Kendine ve kalbine dair önemli meselelerin olacaktır, bunları dostlarına anlatmaktan çekinme, ancak sırların sende kalmalı, çünkü en güvendiğin dostlar bile bir gün düşmanın olabilir. Maksadım sana birtakım öğütler vermek değil, sadece artık üzülmeni ve eğer dökeceksen de mutluluk gözyaşları dökmeni istediğim için.
Sevgili Yasemin, üvey babanla birtakım sorunlar yaşadığını en başından beri biliyordum. Bu konuda yetersiz kaldığım için kendimi asla affetmeyeceğim. Seni o otobüs durağında beklettiğim için de kendimi affetmeyeceğim. Sevgime sahip çıkamayıp seni unutmanın doğru olacağını düşündüğüm için de kendimi affetmeyeceğim. Ancak şunu bil ki: İntihar etmemde senin hiçbir tesirin yoktur. Bu tamamıyla kendi hatalarımdan, toplumun beni bir kalıba sokmak isteyişinden ve benim bunu reddedişimden kaynaklıdır. Sakın ola ölümüm için kendini suçlama. Çünkü sen bana meleklerin bile kıskanabileceği bir hayat verdin. Duygularımın kalbimde olduğunu hissettirdin. Annem bana sevmeyi öğretti, ancak aşkı, aşkı bana sen öğrettin. İyi kalpli güzel Yasemin, Dünya’ma sevdayı getiren Yasemin, ruh ikizim, yaşam pınarım, elma yanaklım, yeşil saçlım, seni görmeyişimin üzerinden onca yıl geçmesine rağmen her ayrıntını hatırlıyorum. Bu yüzden sana şu birkaç dizeyi uygun gördüm:
I.
Seni seyredince Dünya’yı unutuyorum,
Dünya’yı seyredince seni hatırlıyorum.
Bu, şu ana dek,
Karşılaştığım en muazzam gerçek.
Ve sen, şimdiye kadar,
Gördüğüm, tek, yaşam, barındıran, insan, olarak, kalacaksın…
Sana yazdığım geri kalan şiirleri, mektuba ek olarak iliştirdim. Senden tek isteğim: Mektupla birlikte şiirlerimi okuduktan sonra onları çöpe atman. Çünkü biliyorum ki her okuyuşunda kendini kırgın hissedeceksin ve senin üzüldüğünü bilmek beni mahvedecek. Bu benim sana bir vasiyetimdir, lütfen titizlikle uygula. Sevgili Yasemin sana ulaşıp her şeyi telafi etmek isterdim ancak kırılan bir kalbi telafi etmenin çok güç olduğunu biliyorum…

Ve mektup böyle devam ediyordu…

4
Ertesi gün gece yarısı onlarca sigara külünün düştüğü delik pörçük ve eşya olmaktan bir hayli usanmış mavi koltuğun üzerinde uzanıyordum. Salonda yankılanan tek ses sıkıcı bir Fransız filminin durgun diyaloglarıydı. Çünkü yeryüzünde izlemediğim birkaç film kalmıştı sadece ve bu filmlerde sürekli ödül yağmuruna tutulan renksiz Fransız filmleriydi.
Masanın üzerinde yoksul bir köy çocuğu gibi duran telefonum çalmaya başladı. Bay-T arıyordu, kayda değer şeyler söylemeyeceği aşikardı. Telefonu sessize alıp filmi seyretmeye devam ettim. Bu gece Amerika başkanı dahil olmak üzere kimseyle muhatap olmak istemiyordum. Yalnızca kendimi insanlardan soyutlamanın verdiği hazzın en uç noktalarını keşfetmeyi umuyordum. Neden insanlarla konuşacaktım ki? Hep aynı şeyleri söyleyip duruyorlardı. Kayda değer bir cümle duymayalı neredeyse aylar olmuştu. Ancak Bay-T gibi bir arkadaşınız varsa isteseniz de istemeseniz de telefonu er ya da geç açmak zorunda kalacağınızı anlarsınız. Bay-T gibi herifler ısrarcı olurlar. Kapıdan kovsanız bacadan girerler. Nihayetinde telefon yedi kere filan çaldı.
Televizyonun sesini kıstım. Telefonu buz dolabının arka kısmında çalışan motoruna doğru tuttum, “Seni daha sonra arasam olur mu dostum? İş yerindeyim, çalışıyorum…”
Bay-T üfleyip püfledi, “Çorap kokan evinde kendine acımakla meşgul olduğunu biliyorum. Beni kandıramazsın.”
“Ne istiyorsun?”
“Asıl sen ne istiyorsun? Son zamanlarda iyice kendini saldın ne arıyorsun ne soruyorsun. Çorlu’ya geleceğim diyordun, yaz bitecek bak hâlâ gelmedin.”
“Biliyorsun. Bu sıralar bir hayli yoğun çalışıyorum. Başımı kaşıyacak fırsatım bile olmuyor.”
“Bana yalan söylemekten vazgeç. Bana yalan söylediğini anlayabiliyorum. Şu an yine televizyonun karşısına geçmiş bir film izliyor olmalısın. Bütün gün yaptığın tek şey film izlemek.”
“Bana bir insan göster insan olduğunu kanıtlasın, o zaman ben de bir yolunu bulurum filmlerden uzaklaşmanın.”
“Bırak bu edebiyat ağızlarını.”
“Beni neden aradın?”
“Zevkimden aramadım herhalde,” diye öfkelenir gibi oldu Bay-T. “Düğün günüm belli oldu onu haber vereyim dedim.”
“Ne zaman?”
“Cumartesi akşamı saat sekizde,” dedi, sonra da vurguladı, “Bu cumartesi. Sakın bana bahane üreteyim deme. Çünkü nikah şahidimizsin.”
“Ben mi? Beni mi nikah şahidiniz yapacaksınız. İyi de benim cumartesi günü halletmem gereken çok mühim bir işim vardı. Memleketteki evimiz su alıyormuş, dış cephesine kaplama yaptırmam lazım.”
“Yaz ayındayız.”
“Evet ama firma randevulu çalışıyor, eğer bu sefer de yaptırmazsam seneye beklemek zorunda kalırım. Bu da annemin hiç hoşuna gitmez.”
Bay-T yine oflayıp pufladı, “Bana neden yalan söylüyorsun dostum?”
“Yalan söylemiyorum.”
“Seni aramadan önce anneni aradım. Bana evinizin su aldığından bahsetmedi. Seni aramadan önce bilerek anneni aradım çünkü o senin kadar yalan söylemiyor. Her neyse nikahıma şahitlik yapman için ayaklarına kapanacak değilim. Zaten bunu ben değil Meryem istiyordu. Şimdi bana açıkça söyle, buraya gelecek misin gelmeyecek misin?”
Bay-T memleketin öteki ucunda oturuyordu ama ölmeden önce yapmam gereken şeyler arasında onu ziyaret etmek de vardı. Bay-T’yi ve biricik nişanlısı Meryem’i dünya gözüyle son kez görmeliydim. Üstelik Meryem’le Bay-T’yi ben tanıştırmıştım. Düğünlerinde bulunmamak haksızlık olurdu.
Meryem’le Bay-T’nin (Yani İlker’in) tanışma hikayesi akıllara zarardı. Çünkü çevirim içi bir bilgisayar oyununda tanışıp evlenmeye karar vermişlerdi. Oyun platformundaki kimse rakip klan liderlerinin birbiriyle evleneceğini düşünmezdi. Bay-T’nin kurduğu klanda genellikle benim gibi saplar vardı, hayatı bilgisayar başında geçmiş ve ekrana eğilmekten sırtı kamburlaşmış, çoğu gözlüklü, asosyal ve her gece mastürbasyon yaptıktan sonra uyuyan tiplerden bahsediyorum. Meryem’in klanı ise kadınlardan oluşuyordu. Onların da bizden geri kalır yanı yoktu. Tek farkları uyurken mastürbasyon yapmıyorlardı. Bir gün oyun içindeki etkinliğin verdiği ganimet nedeniyle iki klan arasında hummalı bir tartışma başladı. Tartışma büyüdü ve içinden çıkılamaz bir hâl aldı. Herkes ağza alınmayacak küfürler ve insanın hayal gücünü zorlayacak argo cümleler kurmak için yarışıyordu. Yaklaşık yarım saat boyunca devam etti bu tartışma. Daha sonra altmış tane insanın birbirine küfretmesi yerine klan liderlerinin birbiriyle konuşup olayı tatlıya bağlaması gerektiğini düşündüm ve Discort’ta ayrı bir odada, Bay-T’yi ve oyundaki avatar ismi PinkPrincess olan Meryem’i buluşturdum. O ana dek Meryem’in kadın olduğundan bi haberdim. Sonuçta herkes PinkPrincess ismini kullanabilirdi. Bizim Bay-T, Meryem’in sesini duyunca birkaç saniyeliğine şoka girdi. Discort’a yanlış kişiyi eklediğimi düşündü ama her şey doğruydu. PinkPrincess Meryem’di, bu yüzden de Bay-T’nin yumuşaması ve özür dilemesi kolay oldu. Neticede iki klan arasındaki buz dağları eridi, ganimet paylaşıldı, sonrasında da klanlar birleşti falan filan. Bunlar beş yıl önce olmuştu. Artık evleniyorlar. Sanırım atalarımızın çeşme başında tanışma hikayelerinin yerini yakında bu tip sanal olaylar alacak.
Aslında bu bir teklif değildi sadece iki dostuma karşı vazifemi yerine getirmem gerekiyordu, “Pekâlâ oraya geleceğim, nikahınıza şahitlik de yapacağım.”
“Sahi mi? Yani yapman gerek bir işin filan mı yok mu? Mesela film izlemek ya da kitap okumak gibi?”
“Ne zaman orada olmam gerekiyor?”
“Düğün cumartesi günü, akşamüzeri, saat sekizde. Sen birkaç saat öncesinde burada olmaya çalış. Bu arada takım elbisen var mı? Yoksa buralardan ayarlamaya çalışayım mı?”
“Dert değil, ben ayarlarım,” dedim, sonrasında telefonu Meryem’e vermesini istedim, onunla da uzun zamandır konuşmuyordum.
Meryem telefonu alır almaz düğüne dair bazı ayrıntıları heyecan içinde anlatmaya başlamıştı: Boyundan bağlamalı zarafet kokan gelinlik, yüksek topuklu taşlı bir ayakkabı, ayakkabı tabanına yazılmak için belirlenen isimler, gelin çiçeğini ilk kimin yakalayacağına dair varyasyonlar, Amerika usulü nedimeler filan. Oysa gözlerimin önüne Meryem’in balık etli kız kardeşi ve çiftetelli oynayan teyzeler geliyordu nedense. Ter kokularının içinde çocukları pistten alalım diyen kara kuru ve bıyıklı bir herif, geline takılan altınları hunharca not defterine kaydeden cingöz aile bireyi, yedi katlı pasta, plastik bardaklarda sunulan sarı gazozlar… Baldızın üstündeki kayık yakalı zümrüt yeşili abiye, yanlardan fışkıran boğum boğum et, yanaklara sürülmüş iki kilo makyaj… Meryem’in gerçekten de bir kız kardeşi var mıydı ondan bile emin değildim aslında. Sadece zihnimde kurguluyordum nasıl bir düğün olacağını. “Harika olacak,” dedi Meryem, “Sahil kenarında, evet, koca oteli bir geceliğine kapattık. Yemek faslı sona erdikten sonra eğlence başlayacak. Salsa kulübünden arkadaşları davet ettim. Bir kız var. Adı Filiz. Geçen gün ona senden bahsettim. Eminim ki onunla dans etmek istersin.”
Dans mı, üstelik hiç tanımadığım bir kadınla mı? Daha neler! Şu dünyada nefret ettiğim bir şey varsa o da dans etmektir. Üstelik pek de beceremem. Bir keresinde Bay-T’nin önerisiyle dans kursuna yazılmıştım berbat bir deneyimdi. Salsa kursu duvarları aynalı bir mekandı. Orada herkes delicesine salsa yapıyordu. Kıvrak vücutlar, estetik bilek hareketleri, yarı erotik bakışmalar… Sorun şu ki: Salsayı hep halay çekmeye benzetmişimdir, ayak hareketleri filan birbirine çok benziyor. İkisi arasındaki ayrımı bir türlü becerememiştim. Çünkü Sentor gibiydim, alt tarafım halay üst tarafım salsa. Bazen duvardaki aynalardan kendimi seyrederdim. O kadar alakasız görünüyordum ki uzun hava söylemeye çalışan rap sanatçısı gibiydim. Daha doğru tabirle: Tenis raketiyle futbol oyamaya çalışan basketbol oyuncusu gibiydim. Yine de dans etmenin güzel yanı dünyanın en kötü performansını da sergileseniz her şeye rağmen eğleniyor olmanızdır. Dans ederken kimse birbirini yargılamaz, dalga geçmez, küçümsemez veya aşağılamaz. Gündelik sıkıntılar unutulur, ruh nefes alır ve beden varlığın altın kadehinden serotonin hormonunu yudumlar.
Meryem telefonu kapattığında kitaplığımın alt rafındaki haritayı çıkarıp Çorlu’ya yapacağım yolculuğun ne denli uzun olduğunu gördüm. Bin dört yüz kilometreydi ancak Bay-T’nin, o pislik herifin yüzünü bu sefer kara çıkaramayacağımı biliyordum. Belki Çorlu’dan dönerken şu intihar meselesini de hallederdim.
Ölüm tutkum zihnimi öylesine sarmıştı ki olan biteni psikoloğum ve arkadaşım olan Arzu’ya anlatsam o bile şaşkına döner, üzerime deli gömleğini geçirir, doğruca akıl hastanesine gönderirdi. Peki ya bu saplantımdan vazgeçmenin bir yolu var mıydı? Ya da bir diğer tabirle hangi olay, olgu ya da varsayım ölüm tutkumu yok edebilirdi? Bunu bilmiyordum.
Harita üzerine eğilip bir güzergâh belirlemeye çalıştım. Yolculuğum sırasında yol üstünde bazı yerlere de uğramayı planlıyordum.
Muhtemelen Ereğli sapağından döndükten sonra ve Konya istikametine doğru giderken bir yerlerde soluklanıp, ikinci sınıf lokantada kokmuş tavuk etiyle karnımı doyuracak sonrasında da ucuz bir pansiyonda zıbaracaktım. Sonrasında ise Kahya’nın yanına uğrayacak ve helallik isteyecektim.
Cüzdanım kitaplığımın hemen kenarındaki komodinin üzerinde duruyordu. Üç yüz yirmi lira para, maaş kartım, kredi kartım, kimliğim, ehliyetim ve bir de ikiye katlanmış eski bir kâğıt parçası vardı içinde. Cüzdanımın içindeki en değerli şeydi o kâğıt parçası. İçinde bir adres yazıyordu sadece. Bay-T’nin adresi değildi. Belki de bu yolculuğa çıkarak en sevdiğim insana veda edebilmenin ayrıcalığını yaşayabilirdim o kağıttaki adres sayesinde.
Karar vermiştim, Çorlu’ya varmadan önce, Kahya’nın yanına uğrayacak sonrasında ise İstanbul’a geçecek ve Yasemin’le görüşecektim tabi benimle görüşmeyi kabul ederse.

5
Sabah saat dokuz sularında Çorlu’ya doğru yola çıktığımda ardımda bıraktığım her ağacı, binayı ve insanı bir daha görmeyeceğimi biliyordum. Artık bodur zeytin ağaçları arasında kırmızı toprağı çapalayan köylüleri göremeyecektim. Taş binalar ve dar sokaklar ben olmadan şarkılarını söylemek zorunda kalacaklardı. Her sabah penceremi açtığımda şehrin kasvetli insanları ve yorgun çocukları beni karşılamayacaktı cadde boyunca. Ne burada kalıp alışmayı seçmiştim ne de koşup savaşmayı. Yorgunluğumun kıskacında boşluklara sarmalanmıştım. Haklı bir davanın yorgun askeriydim.
Adana’dan yola çıkıp batı gişelerini geçtiğimde jandarma kontrol noktasında durduruldum. Bıyığı henüz yeni yeni terlemeye başlayan bir asker kimliğimi isteyip nereye gittiğimi sordu. Kimliğimi incelerken beş kiloluk piyade tüfeğini sırtına doğru gelişigüzel bir vaziyette asmıştı. Diğer insanlar gibi o da yorgundu. Zihninde tarifi güç sorular vardı. Belki de derinlerinde özlem duyduğu bir kadın yatıyordu.
Genç asker, “Seni bir yerden gözüm ısırıyor,” diye doğruldu. Başındaki şapkayı çıkarıp şapkanın arkasındaki zımbırtıyla oynamaya başladı, “Ulubeyli misin?”
Aslında öyle bir yeri ilk defa duymuştum. Belli ki kendi memleketiydi veyahut bir zamanlar orada bulunmuştu.
“Ulubeyli değilim, doğma büyüme Adanalıyım, evet, içinden, kütük de orada, kimi dedin? Yok öyle birini tanımam, tabi tabi çok sıcak olur, yazın Adana’da durulmaz.”
Niyetim bir an önce yola koyulmaktı, lakin başımda dikilen Ulubeyli askerin meraklı kişiliği beni bir süre daha onunla konuşmaya mecbur bırakmıştı. Sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Sürekli kendi memleketinden bahsedip, memleketine geri döndüğünde uzun zamandır görüştüğü kadınla nişan yapacağını söylüyordu. Ne halt yediğinden bana ne be adam demek gelmedi içimden. İtinayla onu dinlemek zorunda hissettim kendimi. Çünkü anlaşılmaya ihtiyacı vardı. Zihninde dolandırdığı fikirleri ve anıları serbest bırakması gerekiyordu.
Bizim asker iki bin on dört yılında coğrafya öğretmenliği bölümünden mezun olmuş. Bir süre amcasının traktör tamir atölyesinde çıraklık yapmış. Orası iflas edince şehrin en işlek caddesinde işporta tezgâhı kurmuş. Telefon kabı, tıraş makinesi, el feneri, tırnak makası ve bunun gibi ıvır zıvır satmaya başlamış. Lakin orada da zabıtalar rahat bırakmamış. İki yıl boyunca iş aramış durmuş. Nihayetinde de son olarak orduya yazılmış.
“Ne kadar anti militarist olursan ol, yokluk piyade tüfeği taşıttırır,” diyerek gülümsedi. Dilinin ucuna bir şey geldi, söyleyemedi. Haydi yoluna git dedi onun yerine.
Kolaylıklar dileyip oradan uzaklaştım.
Bir yanılgının ortasında gerçeği arayan kör bir sokak şarkıcısı gibiydim. İlerlediğim yolun gerçekliğinden şüphe ediyordum. Garip bir duyguydu, sanki sanal gerçeklik oyunlarına kendimi kaptırmıştım. Yol boyunca toplumdaki yerimi sorgulayıp durdum. Uzun zamandır böyle bir yolculuğa çıkmamıştım. Biraz heyecanlı, biraz korkuyordum.
Hayata atıldığımdan beri sürekli çalışıp durmuştum. Başımı bile kaldırmadan, yorgunluktan bayılana kadar… Peki ya elime ne geçmişti? Para mı, araba mı, yeni ayakkabılar mı? Kazandıklarımın yanında kaybettiklerim koca bir hiçti sadece. Orta çağın köleleri bile daha özgür sayılırlardı. Bileklerimde, boynumda ve ayaklarımda görünmeyen zincirler vardı. Zincirlere öylesine alışmıştım ki bedenimin bir uzvu olarak görmeye başlamıştım sanki. Hangi hayalin peşinden koşmaya çalışsam, zincirler beni engelliyor ve ben ayaklarımın altına yağ dökülmüş gibi olduğum yerde debelenmekten öteye geçemiyordum. Çocukluğumdan beri zincirlerime sıkı sıkıya bağlı kalmak için eğitilmiştim. Zincirlerimden kurtulmak gibi bir hayalin korkunç neticelere yol açacağına inanmıştım. İnsanlar tarafından sıradanlığı lütuf olarak görmek için eğitilmiştim. Sirk maymunundan hiçbir farkım yoktu, gösteri bittiğinde benim de karnım doyardı.
Otoyolda ilerlerken dağların yamacına serpilmiş küçük köyleri gördüm. İlkokul yıllarımda okuduğum hikâye kitaplarındaki gibiydiler. Köylerin sokaklarında bisiklet süren birkaç çocuk vardı. Ellerini bisikletin gidonundan çekmişler yanlara doğru açmışlardı. Güle oynaya tadını çıkarıyorlardı hayatın.
Akçatekir yokuşunu çıkarken arabamın hararet göstergesi kırmızı alana doğru yaklaşmaya başladı. Yol kenarında durup motor suyunun soğuması için kaputu açtım.
Çelik bariyerlere kıçımı dayamış motor suyunun soğumasını beklerken önüm sıra mermi gibi geçen araçları seyretmeye koyuldum. İnsanların bir yerlere yetişmek için neden acele ettiklerini anlamaya çalıştım. Bu kadar acele edecek ne vardı hayatlarında önemli olan? Dünya’yı mı kurtaracaklardı? Hepsi birer süper kahramandı da benim mi haberim yoktu? Kırmızı arabalar, siyah kamyonlar, beyaz minibüsler; egzozundan çıkan kara dumanı gökyüzüne salarak, nefes almaksızın, durmayı gözetmeksizin, ısrarla ve acı içinde ilerliyorlardı sadece. Kuşkusuz şu an yol kenarında durmuş arabamın motor suyunun soğumasını beklerken yaşamı anlamlandırmak isteseydim yazacağım dizeler şöyle olurdu:
Yaşamak,
A noktasından B noktasına son surat ilerlemek,
Ve B noktasından C noktasına asla gidememektir.
On dakika sonra karpuz taşıyan bir tır tıslayarak birkaç metre önümde durdu. İçinden kır saçlı bir ihtiyar indi. Telefonu çıkarıp birileri aradı, kamyonun frenleriyle ilgili bir sıkıntıdan bahsediyordu. Tekir yokuşundan bu şekilde inerse soluğu kaçış rampasında alacağını söylüyordu. Telefonu kapattıktan sonra cebinden buruşuk bir sigara paketi çıkardı. Çakmağı bulamamıştı, aranıp duruyordu, hay aksi dercesine kafasını salladı, çakmağı vites kolunun yanındaki boşlukta unutmuştu.
“Hey, beybaba,” diye seslendim çakmağı göstererek.
Yanıma doğru gelmeye başladı, “Teşekkür ederim,” çakmağı alıp sigarasını tutuşturdu. “Hayrola senin araba su mu kaynattı?” diye sordu arabamı işaret ederek.
“Üç kilometre daha gitseydi su kaynatırdı,” dedim, “Neden bilmiyorum hararet göstergesi yükseldi.”
Başını gökyüzüne doğru kaldırdı, gözleriyle güneşi aradı, “Malum hava sıcak. Tabi bir de yokuş olunca, haliyle…”
“Öyle tabi.”
“Yolculuk nereye?” diye sordu, bir dal sigara uzattı.
“Sağ ol, izmariti yeni söndürdüm. Konya’ya bir arkadaşı ziyaret edeceğim oradan da İstanbul’a geçeceğim sonra da istikamet Çorlu. Çorlu’da bir arkadaşım evleniyor.”
“İyi, iyi,” dedi sigarasını afiyetle içerken, “Allah bir yastıkta kocatsın,” öksürüyordu, her öksürdüğünde ciğerlerinden bir parça da yola doğru savruluyordu. Gözleri kan çanağı oluverdi birkaç saniyede.
“İyi misin?” diye sordum, “Su vereyim mi? Torpidoda su olacaktı.”
“Yok sağ ol. Geçer şimdi, tütün kurumuş, boğazımı yaktı,” dedi, birkaç kez yutkunarak boğazındaki acıyı gidermeye çalıştı, “Geçen gün Gaziantep’ten yarım kilo tütün almıştım, tütüncü kuru vermiş. Atsan atılmaz, mecbur içeceğiz,” dedi, sonra arabamın motoruna doğru eğildi. Sigarasını dudağına yerleştirdi. Motorun alt kısmındaki kabloları kontrol etmeye başladı, “Ben de Afyon’a karpuz götürüyorum, Adana’dan aldım yükümü, Karataş’tan, bilir misin Karataş’ı?”
“Adanalıyım,” dedim, “Küçükken gitmiştim birkaç kez. Karataş’a, denize girmeye…”
“İyi, iyi,” dedi, arabamın motorundan tozlu bir kabloyu çıkarıp ucundaki plastik şeyi bana gösterdi, “Bunu değiştir. Kaza yaparsın sonra. Motor yağını da değiştir, seviyesi azalmış, contayı yakarsın. Eskiden araba tamircisiydim, oradan biliyorum,” dedi, tozlu ellerini pantolonuna sürdü.
“Çorlu’ya kadar götürür mü beni?” diye sordum.
Yaşlı gözlerini kısıp yolun yukarısına doğru baktı, eli belindeydi, “Çorlu uzak,” dedi, “Sen yine de yol üstünde tamirci görürsen arabanı yanaştır. En azından yarım litre yağ takviyesi yapsın.”
“Öyle yaparım. Sağ olasın,” dedim, kamyonu işaret ettim, “Seninkinin neyi var?”
“Balatalar… Herhalde içine taş girmiş. Patır kütür ses geliyor. Bizim oğlanı aradım, yarım saate gelir,” dedi. Sonra yaşına aldırmadan kamyonun kasasına doğru yönelip tırmandı, orta halli bir karpuzu çekip çıkardı, bana uzattı, “Yolda yersin.”
“Ne gerek vardı?”
“Olsun, havalar sıcak, çekinme, al yahu, alsana,” dedi, karpuzu ön koltuğa yatırıverdi. “Yolun uzun, insanlar da su kaynatır…”
“Doğru,” dedim gülümseyerek.
Kaputa doğru eğildi, elini motor bloğunun üzerine tuttu, “Hararet azalmış gibi görünüyor.”
Isıyı kontrol etmek için arabaya geçip kontağı çevirdim, gösterge birkaç tık aşağı düşmüştü, Akçatekir yokuşunu çıkana kadar idare ederdi.
İhtiyar arabanın yan tarafına gelince torpidonun üzerindeki şiirlerimi gördü. Emin olmak için başını içeri doğru uzattı.
“Anlaşılan şiir yazıyorsun,” dedi, kafa salladı.
“Birkaç karalama sadece.”
“Aşığın biliyor mu ona şiir yazdığını?”
“Hayır,” dedim çaresizce, “Hayır, bilmiyor.”
“Bu kötü işte… Gençliğimde ben de şiir yazardım,” dedi. Katarakt inmiş gözleri birkaç saniyeliğine daldı gitti, “O sıralar bir kıza vurgundum, adı Makbule’ydi… İncecik bel, dilber gibi dudak, billur gibi ses…”
“Makbule hı, peki ne oldu Makbule’ye?” diye sordum.
“Uzun hikâye,” diye geçiştirdi. Aslında anlatmak istiyordu çünkü bunu hissedebiliyordum. Ulubeyli Asker gibi, onu dinleyen birine ihtiyaç duyuyordu, “Hem de çok uzun hikâye,” dedi merak etmem için, “Ohoo, anlatmaya kalksam sabah olur! Sabahı geçtim roman olur!” Gülümsemeye çalıştı, kara bir gülümsemeydi, yaşlı yanakları artık daha da kırışmıştı.
Donuk gözleri torpidonun üzerindeki kâğıt parçalarındaydı.
“Ben de zamanında Makbule’ye âşık olduktan sonra şairliğe soyundum,” diye başladı konuşmasına, “Ona her gün şiir yazdım, bazısı birkaç dizeden oluşuyordu bazısı da sayfalarca uzayıp gidiyordu. Makbule’ye olan sevgimi ifade edecek bir şiir arıyordum sadece. Öyle bir şiir yazmalıydım ki Makbule şiiri okuduktan sonra kollarıma atlamalı ve yanaklarımı saatlerce öpmeliydi.”
“Eee? O şiiri yazabildin mi peki?”
“Yazdım,” diye başını salladı, “Hem de tam istediğim türden bir şiir. Otuz altı dizeden oluşan serbest nazım! İnci gibi dizmiştim kelimeleri. Yeri geldi beş dizeyi bir dakikada. Yeri geldi bir kelimeyi bir ayda yazdım. Şiiri temiz bir kâğıda aktardım kız kardeşimle Makbule’ye gönderttim. Makbule’nin evi bizim mahallenin hemen köşesindeydi. Erkekler onunla evlenmek isterdi. Kadınlar onun gibi görünmek isterdi. Makbule mahallenin gün ışığıydı. Ona yazdığım şiiri okuduktan sonra bana haber göndertmiş. Saat ikide Gülyazı Pastanesinde onu bekliyorum demiş. Düğünlerden düğünlere giydiğim bir kadife takım elbisem vardı. Hı bu arada sana tavsiyem sevdiğin kadının yanına takım elbiseyle git. Bu ona olan saygının bir göstergesidir.”
“Takım elbise mi? Gerçekten mi?”
“Tabi ya! Hem de en fiyakalısı. Takım elbise her kadının hoşuna gider. İşte ben de bu niyetle kadife takım elbisemi giydim, saçlarımı da taradım, elime de üç tutam kırmızı karanfil aldım…”
“Kırmızı karanfil mi?”
“Kırmızı olanlar aşkı temsil eder çünkü. Bir kadına kırmızı karanfil vermek demek ona âşık olduğunu ifade etmek demek. Eskiden böyleydi, insanlar duygularını çiçeklerle anlatabiliyordu. Her duyguyu yansıtan bir çiçek olurdu. Mesela hayal kırıklığına uğrayanlar sarı karanfil gönderirlerdi. Anlayış bekleyenler pembe lale gönderirlerdi. Sarı fulya beni asla unutma demekti. Beyaz karanfil de saflığı, temizliği ve sonsuzluğu simgelerdi. Gelin arabaları da beyaz karanfille süslenirdi… Neden bilmiyorum ama eskiden çiçeklerin bir hayli anlamı vardı. Şimdi internetten sipariş verilen bir obje oldu.”
“Doğru söylüyorsun, şu zamanda her şeyi internetten alıyoruz. Peki ya sonra ne oldu, yani Makbule’yle buluştunuz mu?”
“Hı, hı buluştuk. Gülyazı Pastanesi’nde buluştuk. Makbule ona yazdığım şiiri beğendiğini söyledi. Bir tane daha şiir yazar mısın diye sordu. Yazarım, dedim. Elimi tuttu, öne çıktı, yanağımı öpecekti ama pastane kalabalıktı. Eve dönüşte Makbule’yi bir sahanlığa çektim. Kapat gözlerini, dedim. Kapattı. Hazır mısın, diye sordum. Hazırım dedi. Makbule’nin göz kapaklarına bir buse kondurdum. Bu da neyin nesi diye şaşırdı. Bu dedim, bu bir şair öpücüğüdür, dudaklarından öpmem için karım olman gerek dedim. Bu bir evlilik teklifi mi diye sordu. Birkaç ay sonra düğün planları yapar olmuştuk ama…” Sustu, dudağı eğildi, karşıdaki tepeye doğru kırgın argın baktı.
“Ama?”
“Aması,” dedi ihtiyar. Hatırladıkça canı sıkıldı, derin bir nefes alıp verdi, “Aması, hayatın acımasız gerçekleri… Şairlerin ortak kaderi… Yaşadığım mahalle yoksuldu. Makbule ise mahallenin en güzel kızıydı. Anlayacağın kadere yenik düştüm. Yoksul mahallesinin en güzel kızını hep zenginler alır çünkü,” dedi, “Makbule benden ayrıldı. Müteahhittin biriyle evlendi. Bana da yaşadıklarımızı unutmamı öğütledi.”
İhtiyar Makbule dediği kadını hâlâ seviyordu. Yoksa neden anlatırken bile bu kadar acı çekiyor olsundu? “Müteahhitler hep kazanır,” diye fısıldadım.
“Doğru,” diye karşılık verdi, “Müteahhitler hep kazanıyor. Orospu çocukları…”
Güldüm, “Ya şairler?” diye sordum, “Onlar hiç kazanamaz mı?”
“Şairler mi? Şairler uzun vadede kaybedenlerdir. Çoğu yarım kalır. Çoğu eksik bir hayat yaşar. Ve çoğu da öldükten sonra hatırlanır.”
“Diyorsun ki şiir yazmaya devam ettiğin sürece er ya da geç kaybedeceksin, öyle mi?”
İhtiyar sigara izmaritini ayağıyla tepeledi, “Doğru, kaybedeceksin. Şairlik intihar sebebidir,” dedi, “Kimse sen şairsin diye sana saygı göstermeyecek, ancak bir limuzinden inersen orası ayrı.”
“Ya kadınlar?”
“Ne olmuş kadınlara?”
“Şairleri sevmezler mi?”
“Kadınlar,” diye tekrar etti, “Kadınlar duygusal canlılardır. Kolay sevebilirler ancak son sözü söyleyen hep mantıktır. Yani baldırı çıplak bir şairsen mahallenin en güzel kızını alamazsın,” dedi.
“Yine de ona şiir yazmak gibisi yok.”
“Doğru, sevdiğin insana şiir yazmak gibisi yoktur ama dikkat et şiir bağımlılık yapar, duygulara bağımlı olursun sonra. Yazdıkça kendini iyi hissettiğine inanırsın oysa yazdıkça ölüme daha da yaklaştığını anlarsın. Gerçek hayat asla şairler için ideal bir ortam değildir. Bir süre sonra mevsimler tat vermez; ağaçlar, çiçekler, denizler yalnızca hayallerde güzel gelmeye başlar. Şair, şiir yazarken öyle hayallere kalkışır ki sonunda gerçeklik onu boğan tek şey olur. Şairlerin yalnızlığı seçmesinin sebebi budur.”
“Belki de yalnızlık seçim değildir,” diyerek ihtiyara doğru döndüm, “Bir sürüklenmedir ya da geri çekilmektir. Bir çocuk düşün, canı acıdığını bildiği halde neden parmağını sobanın üstünde tutsun?”
“Peki ya her iki türlüsü de can acıtıyorsa? Yalnızlığı seçse de seçmese de aynı acıyı hissediyorsa?”
Anlamışçasına başımı salladım, “Şairlik intihara yaklaştırır,” dedim. İhtiyarın pamuk beyazı saçlarına baktım, “Ağlaya ağlaya geldim Dünya’ya, güle oynaya gitmek istiyorum sadece.”
“Bakmayın neşemin yerinde olduğuna ölü şairlerden biriyim bu gece,” dedi gülümseyerek, “Aldığım nefes seni yanıltmasın. Sevdamı bir dar ağacında astım. Bu bir şiir değil bu benim hayatım.”
“Geçen gün kütüphanede bir kitaba denk geldim. Şairlerin ilk yüreği ölür diyordu. Mademki sevdanı bir dar ağacında astın o halde neden Makbule’nin çıkıp gelmesi için ümitlisin?”
Yolun aşağı kısmına baktı, kamyonlar, tırlar, minibüsler, otomobiller, ardı arkası kesilmeden geliyordu. Yorgun gözleri dalıp gitti oraya doğru. Sonra arabamın üstüne vurdu avuç içiyle, “Şaire yol gerek,” dedi.
“O halde gideyim ben?”
“Durduğun kabahat…”
Motoru çalıştırdım, gaza basmadan önce ihtiyara baktım, “Demek Makbule’yi göz kapaklarından öptün… İşte bu fikri sevdim.”
“Şair öpücüğü,” dedi ellerini iki yana açarak.
Oradan uzaklaştım. Dikiz aynasından ona baktığımda beyaz başını yine gökyüzüne doğru kaldırmıştı. Makbule’yi düşünüyordu.
Ben de Yasemin’i düşünüyordum.
***
İnsan çoğu zaman toplumdan kaçmak isterdi oysa asıl kaçmak istediği kendiydi. Bir terminalde herhangi bir otobüse binip ismini dahi duymadığı diyarlara doğru gitmek gelirdi içinden. Pencere kenarına oturmuş en sevdiği şarkılardan birini dinlerken son durakta onu bekleyen güzel günlerin hayalini zihninde canlandırmak isterdi. İnsan yolculuklarda kendini bulacağını düşünürdü çünkü aslında kimse olduğu yere ait değildi. Böylece hiçbir ağrı kesicinin tedavi edemediği varoluşsal sancılarıyla karşı karşıya kalırdı çoğu insan. İki dağın arasındaki uçurumdan aşağı doğru süzülüyormuş gibi bir çöküş yaşardı. Yerçekimi düşmeyi kolaylaştırırdı. Oysa her şeye rağmen uçurumun sonunda bir trambolin olacağını düşünürdü insan. Sürekli benzer sorularla karşı karşıya kalırdı. Dünya’ya ne için geldiğini bulmak isterdi. Yaşam amacıyla ve felsefesiyle karşılaşacağı günün hayallerini kurardı. Toplumun onu anlamasını ve kendini ifade etmenin hürriyetini kemik iliklerine kadar hissetmenin gururunu yaşamak isterdi. İçinde bulunduğum ruh halini ifade etmenin yolu yine kaleme sarılıp beni ölüme sürükleyen eyleme yenisi eklemekti:
Altı üstü insanım
-Güzel anılar biriktirmeye geldim Dünya’ya
Karınca değilim kırk kat derdi yüklemeyin sırtıma
Uçarı bedenim ihtiyar hayallerin esiri olmasın
Yaşadığım çağı rahat bırakın
Ağlaya ağlaya geldim Dünya’ya
Güle oynaya gitmek istiyorum sadece.

6
Günbatımı vakti arabamı ikinci sınıf bir pansiyonun önünde durdurdum. Yol üstündeki en ucuz en mide bulandırıcı ve en pespaye pansiyonlardan biriydi burası. Bir gece burada konakladıktan sonra sabah erkenden çıkacaktım yola.
Pansiyonun dar kapısından içeri girdiğimde burnuma keskin bir sidik kokusu geldi. Resepsiyonun arkasındaki dar kapılı heladan geliyordu bu pis koku. Personel harici girilmez tabelası vardı hela kapısının önünde. Tuvaletin kapısı o kadar kirliydi ki insan eldivenle dokunsa bile bulaşıcı hastalığa yakalanabilirdi.
Ürkekçe etrafa göz gezdirmeye başladım.
Resepsiyonun arka kısmında loş ışığın altında; yirmi ila yirmi dört yaşlarında, beyaz gömlekli, koyu renk papyonlu, eğik bir adam dikiliyordu. Geldiğimi fark etmemişti. Avucunun içinde sıkı sıkıya tuttuğu telefona bir şeyler yazmakla meşguldü.
Resepsiyona doğru ilerlerken pansiyonun duvarlarını incelemeye başladım. Duvarlar o kadar kirliydi ki her santimetrekaresinde parmak izi vardı. Sanki biri garez olsun diye yağlı parmaklarını beyaz duvarlara sürmüştü. Resepsiyona doğru uzanan soluk renkli halının üzerinde birkaç tane kara sinek vızıldayarak dolanıyordu.
Resepsiyon görevlisi ona doğru yürüdüğümü fark ettikten sonra göz ucuyla beni süzdü. Sonra da hiç var olmamışım gibi başını eğdi ve telefona bir şeyler yazmaya devam etti. İçimden bir ses ardıma bile bakmadan bu pis yeri terk etmemi söylüyordu ancak neredeyse altı saattir araba kullanıyordum ve çok yorulmuştum.
“Ben… Şey… Tek kişilik bir oda rica edecektim,” diye seslendim resepsiyon görevlisine.
Telefondan başını kaldırdı. Bana baktı. Sanki içinden küfrediyordu, “Elli lira,” dedi.
Ona parayı uzattım.
Oda anahtarlarının olduğu kısma yöneldi. Bir süre düşündükten sonra yirmi bir numaralı odayı bana layık gördü. Tahta engeli kaldırmadan önce yine telefona gömülüp mesaj yazdı, sonra merdivenlere yöneldi, “Benimle gel,” dedi.
Eski ahşap merdivenleri titizlikle çıkıyorduk. Attığım her adımla merdivenler korku filmlerindeki gibi gıcırdıyordu. Hayatımda ilk defa bir pansiyonda kalacaktım bu yüzden sanki bir maceranın kollarında hissediyordum kendimi. Yine de içimde tuhaf bir korku vardı.
Merdivenleri aştıktan sonra düz bir koridorda ilerlemeye başladık. Resepsiyon görevlisi, “Kimliğin yanında mı?” diye sordu.
“Evet, yanımda.”
Kimliğime baktı, cılız sarı ışığın altında kimliğimdeki fotoğrafla beni karşılaştırdı, “Hiç benzemiyorsun,” dedi.
“Kim benziyor ki?”
Kuşku dolu bakışlarını bir süreliğine bana doğrulttu, “Doğru kim benziyor ki… Her neyse. Sabahleyin saat on olmadan odadan ayrıl. Gündelikçi kadın o saatlerde geliyor. Eğer gündelikçi kadın odayı temizlemeye geldiğinde sen hâlâ kıçını devirmiş yatıyor olursan bir günlük daha ödeme yapmak zorunda kalırsın. Sıcak suyumuz yok. Su tesisatında sıkıntı var, yarına kadar da yapılmaz. Eğer duş alacaksan -ki hiç tavsiye etmem- soğuk suyla yapmak zorundasın. Yemek servisimiz saat ikiye kadar yapılır. Eğer miden kazınır da tost filan yemek istersen tanesi beş lira. Tostun yanında çay ikramımızdır. Ancak tost yemeyip sadece çay içmek istersen o zaman da çay iki lira,” dedi.
Gelmeden önce yol üstünde bir şeyler atıştırdığımı söyledim. Gözlerim pansiyonun loş ışıklı koridorundaydı. Kel kafalı bir herif koridorun sonunda telefonla konuşuyordu, bizi görünce odasına girdi.
Resepsiyon görevlisi konuşmasını sürdürdü, “Eğer sigara içiyorsan, iyi haber şu ki odanda istediğin kadar sigara içebilirsin. Yalnız eşeklik etme, masanın üzerinde bir tane küllük var. Biz o küllüğü oraya boşuna koymadık, anlıyor musun? Sigara izmaritini o küllüğe at; bahçeye, lavaboya ya da çöp kovasına değil.”
“Aslında odanın içinde sigara içeceğimi sanmıyorum. Yorgunum, hemen yatıp uyuyacağım.”
“Öyle olsun, yine de ben uyarayım. Eğer sigarayı yatağında içip ve çarşafa kül düşürürsen, çarşafın parasını ödersin. Halıya kül düşürürsen, halının parasını ödersin. Koltuğu delersen, koltuk yüzünün parasını ödersin. Anladın mı beni? Biz o sigara küllüğünü boşuna masanın üzerine koymadık.” diyerek başını aniden arkasına, bana doğru çevirdi. Göz göze geldik, “Anladın mı beni?” diye tekrar sordu.
“Evet anladım efendim.”
Odanın kapısını açtı, “İşte kalacağın yer burası,” dedi, “Kokuya aldırma, içeriyi biraz havalandır geçer.”
Odanın içine girdiğimde küfle karışık iğrenç bir ter kokusu aldım. Çarşaflar da kirliydi. Odanın köşesinde küçük bir tane tüplü televizyon vardı, eminim ki o da çalışmıyordu. Köpek bağlasam on dakika sonra kuduz olurdu bu odada, “Şey, başka boş odanız var mı?” diye sordum.
Resepsiyon görevlisi öfkelenmişti, “Nesini beğenmedin?”
Gözlerim yatak başlığındaydı. Bir topak kurumuş burun boku, el izleri, yağ lekeleri, damla damla, parlak şeyler ve Tanrı bilir daha niceleri.
Elini beline dayadı, “Başka boş odamız yok,” dedi resepsiyon görevlisi, burnundan soluyordu, “İlle de kalmam diyorsan çek git, kimseye zorla oda vermiyoruz.”
Yatağın üzerinde eziş büzüş olmuş yastığın rengi hiç de iç açıcı değildi. Limon sarısı bir kir tabakası tarafından kaplanmıştı. Çarşaflar öyle bir şekle bürünmüştü ki sanki iki orangutan çarşafın üstünde erotik bir kavgaya tutuşmuştu. Eminim ki üzerinde küçük çaplı insan kılı ve iğrenç ter artığı da vardı.
“Eee,” dedi resepsiyon görevlisi, “Kalıyor musun? Gidiyor musun?”
Düşünedurmuştum, aslında kendi evimin bu pansiyon odasından geri kalır yanı yoktu, en az burası kadar pisti benim evimde. Resepsiyon görevlisiyle bu tartışmayı neden yaptığımı bilmiyordum. Elli liralık bir odadan ne bekliyordum ki?
“Kalıyorum,” dedim.
Resepsiyon görevlisi odanın anahtarını elime tutuştuktan sonra üfleyerek lobiye geri döndü.
Odanın içinde ucube bir hayalet gibi dolaşan iğrenç kokudan kurtulmak için pencereleri ardına kadar açtım. Belki de arabada uyumalıydım diye geçirdim içimden. Pencereden dışarı, arabama doğru baktım. Pansiyonun ön kısmındaki otoparkta birkaç tane otomobil ve yaklaşık bir düzine kadar da tır vardı, belli ki uzun yola gidenlerin sıkça durup dinlendikleri yarı yasal pansiyonlardan biriydi burası. Aldırmadım, zaten bir gecelik ücreti ödemiştim. Yatağa uzanıp bir an önce uyumak istiyordum. Hiçbir zırvalığı düşünecek halim yoktu.
Gece yarısı telefon sesine uyandım, Bay-T arıyordu. Nerede olduğumu merak etmişti.
Bay-T’ye ertesi güne Çorlu’da olacağımı söyledim. Neden bir gün geciktiğimi sordu.
“Konya’ya bizim Kahya’nın yanına uğrayacağım oradan da İstanbul’a bir arkadaşı görmeye gideceğim. Uzun zamandır onlarla görüşmüyordum.”
“Aile arasında bir akşam yemeği organize ettik. Katılman önemli. Yemek saat yedide…”
“Endişe etme, yemekten birkaç saat öncesinde orada olurum.”
“Ve,” diye sürdürdü konuşmasını Bay-T, sesi bir anda neşeye kesmişti, “Yemekten sonra meditasyon yapacağız. Ailecek. Evet, onları ikna etmeyi başardım. Belki sen de bize katılmak istersin.”
Bay-T ne zaman bu konuyu açsa, gözlerimin önüne; kel kafalı, şişko, ensesi sarkmış ve turuncu kıyafetli Uzakdoğulu herifler geliyordu. Katmandu, Nepal, Hindistan ve bunun gibi ülkelerde turist çekebilmek için açılan yoga okullarının olduğunu biliyordum.
Bay-T beni ikna etmek istercesine konuşmasını sürdürdü, “Meditasyon, ruhunla bütünleşmek, değişmek, soyut olabilmek, varlığın farkına varmak demek. Geçen gün yeni bir yöntem öğrendim, Psikanalizle meditasyonu teorik olarak birleştirmişler, hipnoz olmadan insan geçmişini hatırlayabiliyor. Sigmund Freud ve Buda’nın ruhu şad olsun!”
Zavallı Freud, yöntemlerinin nasıl kullanıldığını görse küfretmeyle ilgi bir kitap yazardı sanırım. “Umarım o yöntemleri güzel karının üstünde uygulamıyorsundur. Ayrıca balayına Katmandu’ya gitmek istemen de nereden çıktı? Memlekette tatil yeri mi kalmadı?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69489325?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Mahallenin En Güzel Kızı Murat Ali Ersan
Mahallenin En Güzel Kızı

Murat Ali Ersan

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Ben bir seramik çamuru değilim, dönüp duran ahşap levhanın üzerinde duygularıma şekil vermeniz mümkün değil. Ben bireyim ve hayallerim var. Hayallerime müdahale ettiğiniz her an kimliğime olan inancımı yitirmeye başlarım.” Murat Ali Ersan yeni romanı Mahallenin En Güzel Kızı’nda, insanın iç dünyasıyla hesaplaşması sonunda, başka hikâyelerde bulduğu yeni yollarda dolaşıyor. Bu romanda, ümitlerin bittiği yerde bile insana her an yeni yaşama sebeplerinin sunulduğuna şahit olacak ve belki de kendi çıkmazlarınızdan ayrılan yeni yollar bulacaksınız.

  • Добавить отзыв