İKİ NEFES ARASINDA

İKİ NEFES ARASINDA
Hasan Fevzi Batirel
İnsan hayatının başlama anı konusunda farklı görüşlere sahibiz. Kimimiz anne rahmine düşme anını veya fetüste ilk kalp atımının görüldüğü anı hayatın başladığının belirtileri gibi algılar ama bana göre hayat ilk nefesle başlar. Bebeğin kalbi anne karnında atmaya başlamakla beraber bebeğin dünyada yaşama adım atması ilk nefesle gerçekleşir. Bebek annesinden doğduğu anda sinir sistemi, farklı bir sıcaklık ve ortama çıktığını algılar, ilk nefesin içeri çekilmesi uyarısını beyne gönderir. İlk nefes çekildikten on saniye içinde kalp, akciğer ve bebeğin annesiyle bağlantısını sağlayan karın damarlarında çok hızlı değişiklikler olur. Akciğerlere giden damarlardaki direnç düşer ve damar kapasitesi genişler. Akciğerlerdeki su hızla emilir. Bebeğin oksijenlenen kanı, karnından anneye bağlanan damarların büzülmesini tetikler. Kan sol kalbe dönüp basıncı arttırdığında, anne karnında bebeğin kalbinde var olan deliğin kapanmasına neden olur. Ve hayat başlar… *** Bu muhteşem olay dünyada her saniyede dört kez yaşanıyor. Geçenlerde doğum hadisesinin ve ilk nefesin mucizevi süreçlerini doksan bir yaşındaki anneanneme anlattığımda o temiz kadının gözleri doldu ve tahmin edebileceğiniz tepkiyi verdi. Her geçen saniye doğanlardan daha az sayıda insanın nefesi durur. Hayatın kısalığını anlatmak için “iki ezan arası” ifadesi kullanılır. Aslında en doğru ifade “İki nefes arasında”. İlk ve son nefes…

Prof. Dr. Hasan Fevzi Batırel
İki Nefes Arasında

Prof. Dr. Hasan Fevzi Batırel

1970 yılında İstanbul’da doğan yazarın çocukluğu ve gençliği Fındıkzade ve Erenköy’de geçti. 1988 yılında Kadıköy Anadolu Lisesi’ni bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tıp eğitimine başladı ve profesörlüğe kadar uzanan yolculuğuna bu üniversite bünyesinde devam etti. 2010 yılında Türkiye’nin en genç dekanı olarak aynı fakültenin yönetim sorumluluğunu üstlendi
1999-2001 arasında ABD, Boston’da Harvard Tıp Fakültesi’nin eğitim hastanelerinden Brigham and Women’s Hospital’da iki yıl süreyle çalışan Batırel daha sonra değişik sürelerle ABD, Belçika, Japonya gibi ülkelerde eğitimini pekiştirdi.
Seyahat etmeyi çok seven yazar gerek ailesiyle birlikte gerekse bireysel olarak yaptığı yolculuklarla farklı kültürleri tanıma fırsatı buldu.
Akademik açıdan çok sayıda makalesi olan Batırel, ulusal ve uluslararası mesleki örgütlerde aktif görev aldı. Bu sayede dünyanın her tarafından meslektaşları, çalışma arkadaşları ile iç içe olma, birlikte çalışma fırsatı yakaladı. Halen öğretim üyesi olarak çalışmaya devam etmektedir.
Saime’ye…


Önsöz
Doktorların, özellikle de cerrahların hayatları merak uyandırır. Bir dost meclisinde aranızda doktor arkadaşınız varsa önce herkes kendisinin veya yakınının şikâyetlerinden bahis açar. Sonra biraz takdirle birlikte doktorların meşguliyetleri konu olur. En son birisi, “Bu kadar stresi nasıl kaldırıyorsunuz, ben hayatta bu işi yapamazdım,” diyerek sohbeti noktalar.
Yukarıdaki sohbetin gerçeklik payının bazı nedenleri var. İlki, doktor/cerrah olabilmenin diğer mesleklere kıyasla çok daha uzun bir eğitim gerektirmesi. İkincisi, az bulunan kişilerden olmaları. Üçüncüsüyse insan vücuduna iyileştirme, hayat kurtarma amaçlı müdahale yetkileri.
Bu kitapta, çok merak edilen bu mesleğin her aşamasını detaylarıyla bulacaksınız. İlk bölümde otuz yıla yakın meslek hayatımda üzüldüğüm, sevindiğim, tedirgin olduğum, ders aldığım ve hayret ettiğim hastaların hikâyelerine yer verdim. Yaşadıklarımdan hep bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Bazen göz ucuyla uzaktan görmek dahi yetti, bazen ilk seferde göremedim, atladım, ikincisinde gözümün içine girdi. Her işte olduğu gibi cerrahlıkta da bakmak değil görmek önemli. Hastaya vakit ayırmak tomografilerden, ultrasonlardan veya modern yöntemlerden daha değerli. Büyük cerrah Belsey’in söylediği gibi, “Hastayı dinleyin, o her zaman haklıdır!” Ben de dinledim.
İkinci bölüm, hekimliğin ruhuna dair. Bir hekim/cerrah nasıl davranmalı, yaşamalı, konuşmalı, çalışmalı. Gözlediğim gelişmeler, meslektaşlarımın örnekleri ve nadir haberler üzerinden bu ruhu hissettirecek makaleleri okuyacaksınız.
Üçüncü bölümde hayatımın uğraşı, akciğerleri ele alıyorum. Nefes almak en önemli yaşam fonksiyonlarından biri olduğundan, bunu sağlayan akciğerleri, hastalıklarını ve nasıl sağlıklı akciğerlere sahip olabileceğimizi herkesin anlayabileceği bir dilde ifade etmeye çalıştım. Kanuni Sultan Süleyman’ın dahi önemle vurguladığı sağlıklı bir nefesin değerini göstermeye gayret ettim.
Dördüncü bölümdeyse nasıl doktor, cerrah, hatta hoca olunur, hangi süreçlerden geçilir, ne tür zorluklara katlanılır, ülkemizin yabancı ülkelerden farkları nelerdir gibi soruları cevaplayarak bu mesleğe girmeye niyetlenenlere yolu aydınlatmayı denedim.
Bu kitap, başımızdan geçen ilginç hasta hikayelerini anlattığımda “Hocam siz bunları yazmalısınız” diyen asistanlarımızın teşviği ile başladı. Değerleri meslektaşlarım Prof. Dr. Kemal Sayar ve Dr. Buket Arbatlı yazmanın kıymetli bir uğraş olduğunu, bırakmamam gerektiğini defaetle hatırlattılar. Daha sonra sayın Serkan Parlak ilk tashihlerde ve kitap düzeninde çok yardımcı oldu. Kitabı yayınlanma aşamasına getirebilmek için editörümüz Elif Ayla hanımla beraber zaman sınırı tanımaksızın uyumla çalıştık, kitaba son halini verebildik. Hepsine teşekkürü bir borç bilirim.


Sevinçler, heyecanlar, ibretler, üzüntüler, kalbe yorgunluk veren inişler çıkışlar barındıran bu kitabı okuduğunuzda bir hekimin, cerrahın hayatını kelimeler üzerinden yaşayacaksınız. Bazı makalelerde hak verip bazılarında ben daha farklı, daha doğru davranırdım diye düşüneceksiniz.
Büyüklü küçüklü ekranlara bakmaktan dinlemeyi ve konuşmayı unutmaya başladığımız bu devirde, bir doktorun, cerrahın hayatına şahit olan kişilerden biri olacaksınız.

Birinci Bölüm
Hastalık Yoktur Hasta Vardır

Cesaret
Nevşehir’in Kapadokya bölgesindeki bir köyden 70’li yıllarda çok sayıda akciğer zarı kanseri (mezotelyoma) olan hasta Ankara’da ünlü bir üniversite hastanesine başvurmuştu. Bunun üzerine köydeki toprak incelenmiş, erionit denilen kanserojen bir toz bulunmuştu. Erionit, asbest benzeri bir lifti ve akciğer zarı kanserine neden olmaktaydı.
İlkokul yaşlarımdayken televizyonda izlediğim Uğur Dündar’ın konuyla ilgili haber programını hâlâ hatırlıyorum. Yeri gelmişken ekleyeyim, böyle ciddi hastalıların medyatik olmasını doğru bulmuyorum. İnsanlar yanlış anlayıp olmayacak davranışlarda bulunabiliyorlar. TRT tek kanaldı ve bu mecrada seneler evvel televizyonda bir doktorun zakkumun kansere çare olduğu tezi yayınlanınca bazı kişiler zakkum kaynatıp içmiş ve zehirlenerek ölmüştü.
Bu haberden sonra köyün adı kanserliye çıkmıştı. Bu durumda ne olacağını tahmin edebilirsiniz. Önce köyün delikanlılarına orta çağdaki gibi lanetli muamelesi yapıp köy dışından kız vermemişler. Bunun üzerine bir grup köylü Stockholm’e göçmüş. Halen o köyden yaklaşık üç yüz kişi yaşıyor İsveç’te. İlk göçtüklerinde temizlik, inşaat işlerinde çalışmış birçoğu. Bazıları ufak tefek esnaflık yapmış. Bazıları da büyük iş adamı olmuştu.


2003 yılıydı. Akciğer zarı kanserini tedavi etmek konusunda gayret sarf ediyorduk. Bu hastalığı olan kişiler yavaş yavaş tedavi için kliniğimize yönlendiriliyordu. Hastalığın tedavisi ile uğraşan göğüs hastalıkları uzmanı bir meslek büyüğümüz, Stockholm’de yaşayan, malum köyden göçmüş elli beş-altmış yaşlarında bir hanımın akciğerinde su topladığını, büyük ihtimalle mezotelyoma olduğunu söyledi. Hastayı bizim kliniğe yönlendirdiğini, İsveç’ten İstanbul’a geleceğini söyledi.
Hastanın sol akciğerinde su toplanmış, ancak daha tanısı konulmamıştı. Muayenesini ve tetkiklerini yaptık. Bu gibi durumlarda önce akciğer zarından biyopsi işlemi yapıp hastalığın adını koyardık ama hastayı ikna etmek mümkün olmadı. “Beni ya büyük ameliyata alın ya da hiçbir şey yaptırmam,” diye tutturmuştu. Hastanın hekimi yönlendirmesi üniversite hekimleri için kabul edilemez bir durumdu. Sonradan öğrendik ki hastanın annesi ve abisi de mezotelyomadan vefat etmiş. Mezotelyoma olduğuna çok emindi. Bize, “Daha yaşamak istiyorum, elinizden geleni yapın,” dedi. Hasta gerçekten mezotelyomaydı. Ameliyatı ve sonrası iyi gitti. Taburcu olduktan sonra radyoterapi, kemoterapi de aldı. İlk iki yıl her şey gayet iyi gitti. Hayat kalitesi düzeldi. Günlük işlerini rahatça yapıyordu.
Onun cesareti, çok büyük bir ameliyat sonrası hızla toparlanışı oradaki aynı köyden kişilerin de ilgisini çekmişti. Stockholm’de akciğerinden hastalananların neredeyse tamamını bize danışmaya başlamıştı. Bir süre sonra oğluna da tomografi çekilmiş. Tomografide akciğer zarında normalde görülebilecek değişiklikler bulunmuş olmasına rağmen hemen İstanbul’a gelip aynı ameliyatı olması için bizi zorlamaya başlamışlardı. Bu insanların içlerindeki mezotelyoma korkusu bambaşka bir şeydi, herkes, ölüm sırası acaba bana mı geldi psikolojisinde yaşıyordu. Güçlükle ikna ettik oğlunda bir problem olmadığına, bu değişikliklerin sigara içenlerde görülebileceğine.
Söz konusu hanım tedavi olalı iki yıl dört ay olmuştu. Karnında şişkinlik şikâyeti olduğunu söyledi. Tomografisinde, karnında sıvı vardı. Örnek aldık, mezotelyoma çıktı. Göğüs boşluğunda hiç tümör yoktu, ama karnında tekrarlamıştı. Patoloji sonucunu aldığımda hastaneye çağırdım. Eşine, “Sonuç kötü bey, iyi olsa doktor telefonda söylerdi,” dedi. Sonucu söyledim, ilaç tedavisi ile kontrol altına alınabileceği gibi iyi mesajlar vermeye çalıştım. Üzgün fakat cesur bir ifadeyle, “Ben kendimin gittiğine yanmıyorum, ama benden sonra bu hastalığa yakalanacak gençlere yanıyorum. Herkes benim iyileştiğime inanmıştı,” dedi. Dört ay sonra Stockholm’de vefat etti. Vefatını duyduğumda çok üzüldüm.


Bir yabancı ülkeye gidip iş kurabilmek, yeni bir hayat düzeni oturtmak herkesin cesaret edebileceği bir şey değil. Üstüne zor bir tedavinin altına girmek, iyileşmek için mücadele vermek… Böylesine cesur, zeki bir Anadolu kadını her zaman karşınıza çıkmıyor.

Mr. Quinn
ABD’deki hastanelerde, hastane içinde güçlü bir anons sistemi vardır. Ülkemizde de uygulanmaktadır. Acil durumlarda hekimleri ve ilgilileri olay mahalline doğru yönlendirmek için kullanılır. Mesela code blue – mavi kod, kalp durması; code green – yeşil kod, solunum durması; code red – kırmızı kod, yangın; code grey – gri kod, güvenlik problemi demektir. Eğer serviste birisinin kalbi durursa, hemen code blue, bilmem kaçıncı kat, şu numaralı oda diye anons edilir, hangi bölümlere ihtiyaç varsa ardı ardına sıralanır.


2001 yılında ABD’nin Boston kentinde çalıştığım hastanede nöbetçiydim. Artık kıdemli asistan nöbeti tutuyordum. Benimle birlikte göğüs cerrahisi rotasyonu yapan üçüncü yıl genel cerrahi asistanı da nöbetçiydi. Göğüs cerrahisinin kendine ait yoğun bakımı açılmış, on hasta yoğun bakımda, kırk hasta da serviste yatıyordu. Bir de ünlü hastamız vardı.
O akşam sakin bir nöbet olduğunu hatırlıyorum. Sakin nöbetler pek hayra alamet değildir. Bir ara ünlü hastamızın kalp hızı aşırı artmış, ritim bozukluğu baş göstermiş, ilaçlarla müdahale etmemizin akabinde normale dönmüştü. Gece saat on bir sıralarında bir anons duydum, “Yeşil kod 11C göğüs cerrahisi yoğun bakım” diye. Asistan odası onuncu kattaydı. Fırladım, yukarı çıktım. Tahmin ettiğim gibi yoğun bakımda yatan ünlü aktör Anthony Quinn’in solunumu durmuştu. Hemşireden personele yatak başında beş-altı kişi vardı. Ayrıca aktörün karısı da pencerenin yanındaydı. Mavi veya yeşil kod durumunda doktorlardan birisi yapılması gerekenleri yönetir ve talimatlar verirdi: Hemşireye ilaç yap, çömez doktora kalp masajı yap vb. Benden hemen sonra odaya, bütün hastanedeki yoğun bakım hemşirelik hizmetlerinden sorumlu nöbetçi sorumlu hemşire girdi, “Buradaki kod durumunu kim yönetiyor,” diye sordu. Kıdemli olduğum için benim yönetmem gerekiyordu. O an kafamdan Anthony Quinn ölürse yandım, beni buradan gönderirler, diye geçirdiğimi, karısının sorgular gözlerle bana baktığını, soğuk soğuk terlediğimi, Allah’ım yardım et, diye içimden dua ettiğimi hatırlıyorum. Kimse duymasın der gibi, kısık bir sesle, “Ben yönetiyorum,” dedim.


Yabancı diliniz ne kadar iyi olursa olsun, insan beyni anadilinde düşünür. Yabancı bir ülkede önce Türkçe düşünür, sonra beyninizde yabancı dile çevirir, akabinde konuşursunuz. Böyle zor durumlarda çok hızlı düşünüp emir yağdırmak gerekir.


Allah’tan o akşam cerrahi servisinin kıdemli nöbetçisi, şimdi Vanderbilt Üniversitesi’nde karaciğer ve pankreas nakli programının başında olan Dr. Seth Karp’tı. Çok sakin kararlı bir yapıda olan Seth’le iyi arkadaştık, kod anonsunu duyunca o da gelmişti. Sıkıntıda olduğumu görünce bana, “Hasan ne düşünüyorsun, akciğere pıhtı mı attı? Entübe (soluk borusuna tüp yerleştirme işlemi) mi edeceksin,” diye sordu. Hastanın entübe edilmesi kararını verdim. Daha sonra solunum cihazı desteğiyle kanındaki oksijen seviyesi düzeldi, durumu toparladı.
Anthony Quinn 1999 yılında akciğer kanserine yakalanmıştı. Ünlü aktörü Boston’da çalıştığım göğüs cerrahisi kliniğinin patronu, her ikisi de hocam olan Prof. Dr. Sugarbaker ile Prof. Dr. Swanson birlikte ameliyat etmişlerdi. Tümör ileri aşamadaymış. Nitekim iki yıl geçmeden tekrarlamış, kliniğe yattığında artık hastalığın son dönemlerine yaklaşmıştı. Anthony Quinn entübe olduktan bir hafta sonra kansere bağlı solunum yetmezliğinden öldü.


Çağrı filmindeki Hz. Hamza rolü nedeniyle Anthony Quinn’i ülkemizde ve Müslüman memleketlerde tanımayan yoktur. Hz. Hamza rolünü daha iyi oynayabilecek ikinci bir aktör çıkar mıydı acaba?

İlahiyat Profesörü
ABD’deki üst ihtisasımın kıdemlilik dönemindeydim. Yedi-sekiz aydır tek başıma nöbet tutuyordum. Cerrahi yoğun bakımda Harvard İlahiyat (Divinity) Fakültesi profesörlerinden biri yatıyordu. Sorunu, her iki akciğerinde oluşmuş apselere bağlı solunum yetmezliği ve soldaki apsenin zaman zaman kanamasıydı. Hasta solunum destek makinesine bağlıydı, arada bir balgamla birlikte kan geliyordu.
O gün çok ameliyata girmiştim. Dr. Swanson ile akciğer kanseri ve aynı zamanda koroner arter hastası olan bir hastayı ameliyat etmiştik. Hastanın ameliyat sonrası nabzı tansiyonu bir türlü toparlanamadı, başından ayrılamıyordum. Sonunda hastada endomiyokardiyal enfarktüs dediğimiz, kalp kasının içinde olan nadir bir enfarktüs tipi teşhis ettik.
Akşam vizitinde baş asistanımız Dr. Michael Chang, “Yoğun bakımdaki profesöre dikkat et, kanarsa sol akciğerden kanıyor,” dedi. Ayrıca sol ana havayolunu tıkayabilmek için kullanacağımız küçük balonun hastanın başında olduğunu söyledi. Dr. Michael Chang çok çalışkan, iyi niyetli dikkatli bir baş asistandı. Enfarktüs geçiren hastanın başında iken bir çağrı geldi, “Acil 7C yoğun bakıma gelin,” diye.
Hızla çıktım, yoğun bakıma girdim. Hemşire, profesörü solunum cihazına bağlayan boruları gösterdi. Hastanın trakeostomisi vardı (gırtlak bölgesinden soluk borusuna açılan delik). Borular tamamen kanla dolmuştu. Hasta aktif kanıyordu. Bu kadar kanı gördüğünüzde heyecanlanmamak mümkün mü?
Hemen aspirasyon (sıvıları emmek için kullanılan tabir) sondası istedim. Tüpün içerisindeki kanı aspire edecekken hasta öksürdü ve üstüm başım kan oldu. Trakeostomiden kanı aspire ettim, fakat gelmeye devam ediyordu. İki arada bir derede Dr. Swanson’ı arayıp durumu anlattım, hastanın kritik olduğunu söyledim. “Hasan, o hastanın soluk borusunun sol tarafına balonu yerleştirmek zorundasın. Bu acil durumları hallet diye tek başına nöbet tutuyorsun,” dedi telefonda.
İki de genel cerrahi asistanı vardı yanımda, birisi Jasleen Kukreja, şimdilerde University of California San Francisco’da öğretim üyesi, diğerini hatırlamıyorum. Hastanın trakeostomisinden bronkoskopu (soluk borusunun içini görebilmek için kullanılan ucu ışıklı alet) yerleştirdim. Trakeostominin yanından da balonu ilerlettim. Hastanın kandaki oksijen düzeyi gittikçe düştü, nabzı da düzensiz hale geldi. Neyse zor bela balonu sol tarafa ittim ve şişirdim. Bu sırada hastanın kalbi durdu. Cerrahi asistanları hızlı bir şekilde resüsite ettiler, hasta geri döndü. Sağ sisteme dolan kanı temizledim, hasta nispeten istikrarlı duruma geldi. Her tarafım kan olduğu için, sanki savaş cerrahisi yapan bir doktora dönmüştüm.
Beş-on dakika sonra yoğun bakıma Dr. Swanson geldi. Hastaya baktı, “Aferin, iyi iş yapmışsın, hastanın hayatını kurtardın,” diye ekledi. Hemşirelerin ve öteki cerrahi asistanlarının gözünde itibarım çok yükselmişti.
İlahiyat profesörü apse tedavisini takiben yoğun bakımdan çıktı. Genel durumu düzeldi ve taburcu oldu. Klinikte çalışmamın yanı sıra, pazartesi günleri Dr. Swanson ile poliklinik yapıyordum. Hasta bir gün polikliniğe eşiyle birlikte yürüyerek geldi. Dr. Swanson hastayı gördüğünde espri ile karışık, “Nasıl yaptığını bilmiyorum ama bu hastayı sen kurtardın,” dedi.


Cerrahinin en güzel yönü budur. Yaşadığınız bütün yorgunluğa veya strese rağmen, yaptığınız iş başarılı olduğunda veya hasta iyileştiğinde her şeyi unutursunuz. O moralle daha uzun saatler çalışabilirsiniz.
Stres altında iş yapmak, hızlı karar vermek bizim işin rutinlerinden. Hızın yanında doğru karar verme oranınız arttıkça, kurtulmasına vesile olduğunuz hasta sayısı da artar.

Kalbi Delen Kurşun
Yorucu bir ameliyat günüydü. Sabah sekizden akşam beş buçuğa kadar sürmüştü. Oğlumu servisten alabilmek için bir an önce yola çıkmalıydım.
Yan odamızdaki acil ameliyathanesine Sultanbeyli taraflarından getirilmiş altmış yaşlarında bir erkek hasta alınmıştı. “Hocam durumu çok iyi değil bir de siz bakar mısınız,” diye çağırdılar. Hastanın sağ göğsünün ortasından girip sol dalak tarafından çıkmış bir kurşun yarası vardı, bir de sağ böğürden girmiş bir başka kurşun. Genel cerrahlar batını açmışlar, karaciğerdeki yaralanmayı onarıyorlardı, ama batında hayati tehlike oluşturacak bir yaralanma görülmüyordu.
Bizim odaya ameliyat esnasında hastanın haberi gelmişti. Acil ameliyat odasına gönderdiğim asistanım hastanın sağ göğüs boşluğuna bir hortum yerleştirmişti. Hastadan yaklaşık 700 cc kan gelmiş olduğunu gördüm. Hastanın nabzı hızlı tansiyonu düşüktü. Bu hayra alamet bir durum değildi. Acaba kalp yaralanması olmuş olabilir mi diye düşündüm. Kalp yaralanması olan kişiler genellikle olayın gerçekleştiği mahalde ölürler, hastaneye dahi yetiştirilemezler. Hastanın göğüs kemiğini by-pass ameliyatı yapar gibi açmaya karar verdim. Halk arasında iman tahtası olarak da adlandırılan göğsün ortasındaki kemiği yukarıdan aşağıya kestim. Kalbi ve büyük damarları ortaya koydum.
İlk gördüğüm, kalp zarının şiş üstüne sağ yanında bir delik olduğuydu. Kalbin her atışında delikten bir miktar kan göğüs boşluğuna boşalıyordu. Herkese verilecek serumları, dikişleri hazır etmelerini söyledim. Böyle durumlarda kalp zarını açtığınızda ani olarak kan boşalır kalp durabilirdi. Karşımda genel cerrahiden uzman bir arkadaş vardı, göğüs cerrahıydım, kalp eğitimim sınırlıydı. Kalp zarını açtık. Kurşun sağ kulakçıktan girip, sağ karıncığı boylu boyunca yırtmıştı. Ne hikmetse, yırtık düz ve aralıklı olduğu, sadece sağ taraf yaralandığı için kanama sınırlı kalmıştı. Sağ tarafta basınç daha düşüktü. Normalde solda büyük tansiyon on ikiyken sağda iki-üç olur. Sol karıncık yaralansa, damarlardaki kan hızla boşalacağı için hasta bir-iki dakikada ölürdü.
Kalp zarını açıp hastanın kalbini elimle yakaladım. Atan bir kalbi ellerimin arasında tutmak çok garip bir histi. Kanayan bölgeleri iki parmağım arasında sıkıştırıp cerrah arkadaşıma dikişleri atmasını söyledim. Önce karıncığı diktik. Daha sonra kulakçığa dikiş attık ama kalbin duvarı lime lime olmuştu. Bir-iki dikiş daha attıktan sonra kulakçıktaki yırtığı yeteri kadar onaramayacağımızı anladık. Beş yüz metre ötedeki kalp hastanesinin cerrahlarına haber vermelerini söyledim. Gazlı bezi basıp beklemeye başladık. Bu arada hastanın tansiyonu kalp hızı iyi gidiyordu. Şansa bakın ki belki on yıldır görmediğim kalp cerrahı arkadaşım çıkageldi. Kulakçıktan giren kurşun sağ koroner damarı yaralamıştı. Hasta kalp krizi geçirmeye, sağ karıncık duvarı parçalanmaya başladı. Kalp cerrahı arkadaş çok hızlı bir şekilde kanamaları onardı, hasta kanaması durmuş hale geldi.
Hazır kanama durmuşken, “Bu hastayı hemen kalp hastanesine alıp by-pass altında sağ tarafı tekrar dikmek gerekir,” dedi. Saate baktım, yedi olmuştu. Sonradan öğrendim ki hastayı o akşam by-pass ile tekrar onarmışlar. On gün kadar sonra hasta yürüyerek taburcu olmuş. Meğer eski bir milli futbolcuymuş. Vücudun bu kadar travmaya dayanabilmesi için temelin güçlü olması gerekir, diye düşündüm.


Gençliğinde milli yüzücü olan yetmiş sekiz yaşındaki bir hastaya akciğer kanseri ameliyatı yapmıştım. Akciğerin bir parçasını ve üç kaburgasını çıkarmıştık. Son elli yıldır her gün iki paket sigara ve alkol almasına rağmen bir hafta sonra taburcu olmuştu. Gençlikten kalan sportif bir vücut hastanın hep yararına olmuştur.


Kalbi delen her kurşun kişinin hayatına mal olmuyor, günde yaklaşık yüz bin kez atan kalbimiz, hayat devam edecekse yorulmadan atmayı sürdürüyor.

Yaklaşım Farkı
ABD’de yaklaşık kırk milyon, orta Amerika ülkelerinden göçmen vardır. Bu yüzden metrolarda veya öteki ortak alanlarda İspanyolca afişler görmek mümkündür.


Servise orta Amerika kökenli bir hasta yatmıştı, ilk adı, Antonio idi. Sağ akciğerin üst bölgesinde kanser gelişmiş, kemoterapi ve radyoterapi görmüştü. Hastalığın üzerinden dört yıl geçmişti. İyileştiğini düşünürken, bu kez akciğerin içinde, kanser olan bölgede bir apse boşluğu gelişmişti. Böyle boşlukların içerisinde Aspergillus adlı bir mantar ürer. Hastalığın adına da Aspergilloma denir. Boşluğun içi damarlanmadığı için, ilaçla kurutmak mümkün olmaz. Son derece dirençli bir enfeksiyondur, kanserin yanı sıra tüberkülozu olan hastalarda da gelişir. Bu enfeksiyon, dokuları peynir gibi bir kıvama getirir.
Antonio’nun Aspergilloma’sını iyileştirmek için hastanın göğüs duvarının ön yüzünden bir iki kaburgasını çıkardık, boşluğu göğsün dışına ağızlaştırdık. Her gün açık pansuman yaptık. Fakat boşluğun olduğu yer ana damarlara çok yakındı. Her an damarların duvarları eriyip patlayabilirdi. Açık pansumanlar bir ay kadar sürdü. Boşluğun iyice temizlendiği kanaatine varınca, içerisine kas veya yağ dokusu koyarak hastayı göndermeyi amaçladık. Ameliyathaneye aldık. O gün Dr. Swanson iki ameliyathanede çalışıyordu. Daha önce pansumanlarını sıklıkla ben yaptığım için Antonio’nun ameliyatına girmemi istedi.
Hastanın hazırlığını, örtülmesini takiben serviste yaptığımız gibi boşluğun içini temizledim, ışıklı boru ile içerisine bakıp ölmüş dokuları küçük küçük çıkardım. Boşluğun sonunda kötü görünümlü küçük bir doku daha vardı. Onu biraz kaldırmak istememle birlikte bütün boşluk hızlı bir şekilde kan doldu. Kanama, akciğere giden ana damar olan pulmoner arterden geliyordu. Parmağımı bastım ve hemen, “Doktor Swanson’ı çağırın,” dedim. Bu arada soluk borusuna yerleştirilen tüpten de kan gelmeye başladı. Çok becerikli bir anestezist olan Dr. Steven Lisco, kanama havayolunun öbür taraflarına bulaşmasın diye sağ akciğerin üst bölümüne giden hava yolunu bir balonla tıkadı.
Dr. Swanson hızla odaya girdi, ne olduğunu sordu. Hastanın yüksek debili kanaması olduğunu söyledim. Yıkanıp geldi. “Parmağını çek,” dedi. Çekmemle birlikte kanın çok hızlı bir şekilde dolduğunu gördü ve boşluğa hızla gazlı bez yerleştirdi. Kalp cerrahisinden Etiyopya asıllı cerrah Dr. Lishan Aklog’un çağrılmasını söyledi. Lishan Aklog gelince benim ameliyattan çıkmamı, öteki odaya yardım etmemi istedi. Hasta ile çok uğraştılar, göğsün ortasındaki kemiği kestiler. Fakat bir türlü kanama kontrol altına alınamadı, çünkü dokular dikiş tutmuyordu. Sonunda kanamayı kontrol altına almak için sağ akciğere giden ana damarı, perikard dediğimiz kalp zarının içinden kestiler, yani sağ akciğeri tamamen almış gibi oldular. Hastanın akciğer fonksiyonları çok kötü olduğu için, bu işlemden kırk sekiz saat sonra hayatını kaybetti.
Hastanın hayatını kaybettiğini duyunca çok moralim bozuldu. Sonuçta hasta benim yüzümden kanamıştı. Ertesi gün Dr. Swanson beni odasına çağırdı. Çok tedirgindim, beni klinikten çıkaracak, sonra da hızlı bir şekilde Türkiye’ye gönderecek diye düşünüyordum. Tam tersi oldu. Üzülmemem gerektiğini, bunların olabileceğini, daha dikkatli olmamı, bazı işlerde şüphedeysem kendisine haber vermemi ve çalışmaya devam etmemi söyledi.
Olaydan birkaç gün sonra göğüs cerrahisi kliniğinin eğitim toplantısında yanıma yaklaşan kliniğin kıdemli hocalarından Dr. Steven Mentzer, “Bu hastanın damarı kimin elinde patlayacak diye merak ediyorduk, kısmet sana çıktı,” diye takıldı.
Bu tam bir Anglosakson yaklaşımıydı. Benzer durumlar bizim ülkemizde yaşandığında genellikle suçlanacak kişi aranır ve sıklıkla da sorumlu merdivenin en alt basamağındaki veya konuyla en az ilintili kişi olurdu. Daha sonraki zamanlarda Dr. Swanson, “Hasan, istemeden de olsa mutlaka hata yapacaksın, hastanı kaybedeceksin. Hepimiz bunları yaşadık ve yaşıyoruz,” diye beni teselli etti.


O gün asgari hata düzeyine inebilmek için tecrübemi artırmaya ve beraber çalıştığım kişileri zor duruma düştüklerinde yalnız bırakmamaya karar verdim. Steven Spielberg’in Golden Globe ödül törenindeki konuşması gibi: “Ustam bana şunu söylemişti. Senin başarılarınla gurur duyacağım, alkışlayacağım ama her şeyden önemlisi, zor duruma düştüğünde yanında olacağım.”

İnanç İnsanı Mutlu Kılar mı? İman Gücü…
Ölümcül hastalığa yakalanmak, hayatta karşılaşılabilecek en zor durumlardan biridir.
Ülkemizde de Diyarbakır-Çermik, Eskişehir, Kütahya, Afyon, Nevşehir-Karain köyü gibi bölgelerde asbestli ak toprak kullanımına bağlı olarak akciğer zarı kanseri sık görülür. Çocukluk çağında asbest tozuna maruz kalan kişilerde, elli-altmış yaşlarına ulaştıklarında mezotelyoma gelişir. Ayrıca eskiden gemi yalıtımında da kullanıldığı için, Batı ülkelerinde 60-70’li yıllarda tersanelerde çalışanlar bu hastalıklara yakalanır. 70’li yılların ünlü aktörü Steve McQueen de tersanelerde çalıştığı dönemde maruz kaldığı asbest nedeniyle gelişen mezotelyomadan hayatını kaybetmiştir. Hastalık tedavi edilmezse beklenen yaşam süresi bir yıl civarındadır. Kemoterapi ile bu süre biraz daha uzar.


Yurt dışında çalıştığım merkez bu hastalıkta referans klinik olduğu için Türkiye’ye döndüğümde orada uygulanan üçlü tedavi yöntemini burada da uygulamaya başladım. Ameliyat, radyoterapi ve kemoterapiyi birleştiriyordum. Bu yöntemle bazı hastalarda başarı elde ettik. Dört-beş yıl, hatta daha uzun süre hastalıksız hayatta kalan hastalarımız oldu.
Kütahya’dan bir telefon geldi. Oğlu da hekim olan altmış dokuz yaşında bir amcaya Kurban Bayramı’ndan üç-dört hafta önce mezotelyoma teşhisi konmuştu. O sene de hacca gitmek için hazırlıklar yapmıştı ama bu hastalık çıkınca üçlü tedavi olabilir miyim diye bize başvurdu.
Değerlendirmemiz sonucu hastalığın erken aşamada olduğunu gördük. Vücuduna iyi bakmış, yaşına göre oldukça dinç biriydi. Sakindi, yüzünde hep güven hali vardı. Hastalığından da haberdardı. Literatürde bu tip hastalıklara yakalananlar için tarif edilen reddetme, panik haline hiç uymayan bir halet-i ruhiye içindeydi.
Ameliyat hazırlığımızda her şeyin uygun olduğunu gördük. Ameliyat programındaki aksaklıklar nedeniyle ameliyatı iki-üç kez ertelendi. Sonunda ameliyat masasına yattı. Anestezi başlamadan önce stresini azaltmak için hastayla konuşur, elini tutarız. O birkaç dakikalık sohbet hem bizi hem de hastayı rahatlatır diye düşünürüz. Ama bu sefer tedirgin olan bendim. Amcaya çok büyük bir ameliyat yapacaktık, üstelik oğlu da hekimdi. Elini sıktım, “Nasılsınız,” diye sordum. “Merak etmeyin, korkmayın, her şey yolunda gidecek,” dedim. Amca güven dolu gözlerle yüzüme baktı ve kelimesi kelimesine, “Niye korkayım evladım, ben inanmışım,” dedi. Monitöre baktım, kalp hızı yetmişti.


İman denilen duygu insanı bu kadar mı güçlü kılıyor? Amcanın dedikleri hâlâ kulaklarımda yankılanıyor. Bazı savaş kahramanlıklarını dinlediğimde insanların cesaretleri, ölüme olan kayıtsızlıkları konusunda şüpheler duyardım. İçten içe, nasıl korkulmaz, diye sorardım, bu hikâyelerde gerçeklik payı az, diye düşünürdüm. Ama amcayı gördükten sonra gerçek inanmışlığın çok farklı bir şey olduğunu anladım. İnsanın çocuğunu korumak için hiçbir şeyi düşünmeden hayatını riske atması gibi, imanının gereğini sonunu hiç düşünmeden yapmak…


Nitekim ameliyatı ve sonrası sorunsuz geçti. Biraz yorulsa da üçlü tedaviyi altı ayda tamamladı. Bir müddet sonra genel durumu da toparladı. Mucizevi olan o büyük ameliyata rağmen bir yıl sonra hacca gitti. Hacca gitmeden önce telefon edip dua etti. Bizim mesleğin başka işlerde olmayan güzelliklerinden birini daha yaşadık. Bu duanın kıymetini ne ile ölçebilirdik?
Hastalığı ameliyattan iki yıl sonra tekrarladı. Tekrarladığını söylediğimizde sanki hiçbir şey olmamış gibi metanetle karşıladı.

Beraber Öğrenelim
Yurt dışında çalışmak, özellikle ABD’deki tıp sistemine adapte olmak Türkiye’de eğitim almış biri için hiç kolay değildir. ABD tıp sisteminin en önemli özelliği ayrıntıya çok önem verilmesidir. Ayrıntı da aslında medeniyet demektir. Dünyaca ünlü kalp cerrahı Michael Debakey’in söylediği çok güzel bir söz vardır:
“Indifference to detail is a sign of mediocrity – Ayrıntıya özensizlik sıradanlığın belirtisidir.”


ABD’deki üst ihtisasım sırasında altı aylık alışma döneminin ardından tek başıma nöbetlere başlamıştım. Birlikte çalıştığım Dr. Swanson, Rhode Island eyaletinden zenci-yerli karışımı bir kişiye akciğer kanseri ameliyatı yaptı. Sol akciğerin üst tarafını çıkarmıştık. Hasta tipik bir taşralı ABD vatandaşıydı. Basit işlerde çalışmış, yıllarca sigara içmiş, hayatı barlarda geçmiş, obez, özetle sağlığına pek dikkat etmemiş bir kişiydi.


Akciğer kanseri ameliyatlarından sonra hastaların neredeyse üçte birinde kalpte ritim problemleri gelişir. Kalp hızı artar, bazen dakikada 170-180’lere ulaşır. Düzensiz atımlı bu ritme atriyal fibrilasyon denir. Müdahale edilmezse akciğer ödemi ve kalp durmasına kadar gider.


Servisteki ilk nöbetlerimden biriydi. Ameliyat ettiğimiz bu hasta atriyal fibrilasyona girdi. Hemşireden çağrı geldi. Ne yapacaklarını sordular.
Türkiye’deki pratiğimizde bu durumda kardiyolojiden yardım isterdik ve sıklıkla da öneriler doğrultusunda digoksin dediğimiz ilacı başlardık. Hemşireye digoksin başlayabileceğimizi söyleyince, “Biz burada atriyal fibrilasyonun tedavisinde digoksin kullanmıyoruz,” demez mi! Bu arada hastanın nabzı yükselmeye devam etti, solunum açısından da stresli hale geldi. Bu sefer ben de strese girdim, konuşmam tutuklaştı. Dr. Swanson’a çağrı attım. Geri aradı. Stresli olduğumu anlayınca, belki de bilerek kardiyolojiyi aramamı söyledi. Bu sırada hastanın kalbi dakikada 150 atmaya devam ediyordu. Servisteki hemşire ve öteki kişilerin bakalım bu yeni yetme Türk ne yapacak diye beni süzdüğünü hissediyordum.
Kardiyoloji nöbetçisinin numarasını öğrendim, çağrı attım. İkinci çağrıdan sonra döndü. O stresle ameliyat sonrası atriyal fibrilasyon gelişen bir hasta olduğunu, tedavisi konusunda yardım istediğimi belirttim. Kelimesi kelimesine, “Doktor Bey, siz ameliyat sonrası görülen atriyal fibrilasyonun nasıl tedavi edileceğini bilmiyor musunuz,” diye sordu. Hayatımda hiç bu kadar utandığımı, yerin dibine geçtiğimi, küçüldüğümü hatırlamıyorum. Telefonda geveledim, ne cevap verdiğimi doğru düzgün hatırlamıyorum. Bu gevelemem sonrasında karşımdaki kardiyolog şu sözlerle son darbeyi vurdu: “İyi o zaman doktor bey. Geliyorum, atriyal fibrilasyonun tedavisini beraber öğrenelim.” Telefonda yabancı olduğumu aksanımdan anlayan kardiyolog, üstünlüğünü sözleriyle beni ezerek, geldiğinde de tavırlarıyla küçümseyerek gösterdi.
O gün benim için dönüm noktası oldu. Cerrah olarak daha önceden hiç aşina olmadığım, Dr. Paul Marino’nun yoğun bakım kitabını baştan sonra okudum. Göğüs cerrahisi hastalarında görülebilecek göğüs dışı acil sorunların tamamının tanı ve tedavisini, tabir yerindeyse hatmettim. İki-üç ay içinde oradaki bütün asistanlardan daha iyi atriyal fibrilasyon tedavi eder hale geldim. İlaçların dozlarını ayrıntılarıyla ezberledim.


Amerika’daki mezuniyet sonrası tıp eğitimi, ihtisas programları açısından bizden, hatta Avrupa’dan dahi çok üstündür. Dünyadaki bütün akademisyenler bunu az çok bilirler. ABD’nin Ivy League-Sarmaşık Üniversiteleri olarak adlandırılan köklü üniversitelerinde – Harvard, Columbia, University of Pennsylvania, Yale, Brown, Dartmouth– tıp eğitimi çok üst düzeyde verilir. İhtisasa başlama zamanı temmuz ayıdır. Kendi üniversitenizin en iyi mezunlarının sizi tercih etmesi çok önemlidir. 2000 yılı temmuz ayında Brigham Hastanesi’nde cerrahi ihtisasına başlayacak asistanlar arasında Harvard Tıp Fakültesi mezunu bulunmadığı için öğretim üyeleri çok üzülmüş ve nerede hata yaptık diye kendilerini sorgulamışlardı.


2001 yazında Brigham Hastanesi’nde yeni gelen asistanlara oryantasyon toplantısı yapıldı ve şu anda New York’taki Mount Sinai Hastanesi’nde kalp cerrahisinin başında olan Prof. Dr. David Adams, yeni gelen asistanlara basit sorular sormaya başladı. “Atropin nasıl bir ilaçtır,” diye sordu. Tıp fakültesinden yeni mezun olmuş gençler çok stresliydiler, içlerinden biri, “Kalp hızını artırıcı,” dedi ama ilacın tıbbi mekanizmasını anlatamadı. Adams, çocuğa herkesin içinde, “Brigham’ı kazanan bir cerrahi asistanı böyle bir cevap veremez,” dedi. Çocuğun koskoca amfide nasıl küçüldüğünü tarif edemem.
Bazen acı tecrübeler ve küçük düşmeler insanı terbiye ediyor, doğruya sevk ediyor. Beraber öğrenmek insanı yüceltebiliyor.

Omzu Takıldı
Tıp öğrenciliği ayrı ayrı dönemlerden oluşur. Önce yeni bir dil öğrenilir, daha sonra sadece teorik bilgi yüklenir, nihayet klinik pratik aşamasına geçilir. Eğitimin son yılı her şeyin pekiştiği, yerli yerine oturduğu dönemdir. İntörnlük denilen bu dönemde doktorlukla öğrencilik arası bir durum söz konusudur. Dahiliye, kadın-doğum, cerrahi, acil servis, çocuk hastalıkları stajları yapılır. Hasta takibi ve tedavisinde bizzat rol alınır.


Hastanemizde 1990’lı yıllarda normal doğum sayısı ayda kırktı. Bu nedenle yeterli doğum eğitimi alamayacağımız düşünülerek intörnlükteki kadın doğum stajımızın bir ayını Zeynep Kamil Hastanesi’nde geçiriyorduk. Zeynep Kamil, İstanbul Anadolu yakasının en ünlü kadın doğum hastanesiydi. Yirminci yüzyılda İstanbul’un Anadolu yakasında hayata gözlerini açan birçok kişi orada doğmuştur.
Zeynep Kamil Hastanesi’nin kadın doğum servisi ayrı bir yerdi. Gittiğimiz dönemde günde kırk-elli doğum olurdu, bir ayda ne kadar çok doğum gördüğümüz buradan hesap edilebilirdi. Normal geliş, makat geliş vb. Bir çömez, bir kıdemli asistanla çalışıyordu, dolayısıyla iş yükü inanılmazdı. Ebeler doğum yaptırırdı ve intörnler bütün doğumlara katılırdı. Bu kadar hızlı bir temponun olduğu yerde birtakım aksaklıklar da muhakkak olurdu. Tuvaletler doğumhanenin karşısındaydı. Kadınlar sıkıştık diye tuvalete koşardı. Bir kadın tuvalette ıkınırken çocuğu doğurmuş ve bebek tuvalete düşmüştü. Hepimiz koşmuştuk bebeğe bir şey oldu mu diye. Ayrıca kadınlara lavman yapılmadığı için doğum ıkınmasıyla birlikte facia görüntüler oluşurdu. Bir oda düşünün, dörder yatak, karşılıklı sekiz doğum yatağı. Üzerlerinde doğru düzgün örtü bile yoktu.
Bu klinikte çok değişik doğumlar gördüm ama bir tanesini hiç unutamıyorum. Kırk yaşlarında bir kadın, beşinci çocuğuna hamileydi. Doğum masasına alındı, bebeğin biraz büyük olduğu söylendi. Hasta sadece asistan tarafından görülmüştü. Çocuğun başı çıkmak üzereydi. Çocuğun başı çıktı ve asistanın çocuğun başını çekmesiyle, “Omzu takıldı,” diye bağırması bir oldu. Omuz takılması nadir görülen bir durumdur, genellikle bebeğin büyüklüğü, kadının leğen kemiğinin yapısı ve doğum kanalının darlığıyla ilişkilidir. Çocuğun başını çekiyorlar, ama ne mümkün çocuk bir türlü çıkmıyor. Kıdem sırasına göre herkes denedi. En son şefler geldi ve şef bir ayağı masada, çocuğun başına asıldı. Çocuğun kafası ha koptu ha kopacak diye düşündüm bir an. Bu durum en az on dakika sürdü ve sonunda çocuk çıktı. Ama maalesef mosmor bir baş ve atmayan bir kalple. Çocuk ölmüştü. Anne, Anadolu insanı, üzüntülü, masada öylece yatıyordu.
Sonra öğrendik ki, kadının bundan önceki iki çocuğunda omuz düşüklüğü oluşmuştu. Omzun hafif takıldığı durumlarda yapılan çekmeler kola giden sinirleri zorlar ve el sakatlıkları ortaya çıkar. Bazen çocuk hiç çıkarılamazsa, kafası bedenden ayrılıp bedeni sezaryenle çıkarılır. Burada acıklı olan, hastanın geçmiş gebelik hikâyesinin sorulmaması, hastanın da kimseye hiçbir şey söylememiş olmasıydı. Oysa kadına sezaryen yapılsa çocuk yaşıyor olacaktı.


Doğum doğal bir durum, hastalık değil. İnsanlar geçmişte evde, tarlada çocuk doğururlardı. Ülkemizde birçok yerde olduğu gibi, İngiltere’de de hâlâ ebeler doğum yaptırır. Normal giden bir gebelikte sorun çıkma ihtimali çok düşüktür, ama hekime işte böyle bir durumda ihtiyaç olur. Çok büyük bir hastanede doktor sayınız yetersizse veya sisteminiz iyi kurulmamışsa, arada yapılacak küçük bir hata çok vahim sonuçlanabilir.


Zeynep Kamil’de staj yapmış olduğum için çok şanslıyım yine de. Şimdiki branşım ve konumum farklı olmasına rağmen orada edindiğim tecrübe sayesinde, zorda kalsam ve doğum yaptırmam gerekse o cesareti kendimde bulurum.

Ağlarsa Anam Ağlar
Dünyadaki en içten sevgi ne diye sorulsa, herhalde evlat sevgisi cevabı gelir. Çocuklarımız hayatımızdaki en önemli varlıklar. Onların varlığı ve sevgisi hem aile bağlarını güçlendirir hem de eşlerin birbirine bağlılığını artırır.
İnsanın çocuğunu kaybetmesinden daha büyük acı olabilir mi? Bu yüzden dinimizde evlat acısı çekip sabredenlere büyük mükâfatlar vaat edilmiştir. Hz. Peygamber, oğlunun cenazesinde gözyaşlarını tutamaz. Bunun üzerine orada bulunanlar, “Ya Resulallah, niye ağlıyorsunuz? Tevekkül etmek gerekmez mi? Ağlayınca Allah’tan gelene isyan etmiş olmuyor muyuz?” diye sorar. Hz. Peygamber, “Ben insan olarak ağlıyorum,” diye ibretlik bir cevap verir. Evlat acısı dünyadaki herkes için ortaktır. Sultan II. Abdülhamid beş yaşındaki kızını ateşli bir hastalık nedeniyle kaybeder. Bu çok sevdiği kızının kaybıyla kahrolur. Kızının adına, parasını kendisinin verdiği, şimdiki Hamidiye Etfal Hastanesi’ni inşa ettirir.


Servisimize otuz beş yaşında Üsküp göçmeni genç bir erkek hasta yatırmıştık. Akciğer zarında kanser tespit edilmişti. Bu kadar genç yaşta çok nadir bir durumdu. Deri çanta imalathanesinde çalışmış, çok değişik kimyasallara maruz kalmıştı. Erkek kardeşi ve babası da tedirgin şekilde tedavisini araştırıyorlardı. Sonunda büyük bir ameliyat yaptık ve sol akciğerini aldık. Fakat lenf bezlerinin çoğuna tümör sıçramıştı. Bu durumda yaşam beklentisi bir, bir buçuk yılı geçmiyordu maalesef. Hasta yakınlarına her şeyi açıkça söyleriz, ama hastayla daha uygun bir dille korkutmadan konuşuruz.
Ameliyat sonrası işler yolunda gitti, hasta toparlandı. Serviste vizit yaparken annesinin de odada olduğunu fark ettim. Klasik, başörtülü, kilolu, sarışın, tipik bir Trakya göçmeni hanımdı. Hasta, annesinin çok güzel Arnavut böreği yaptığını ve bize tattırmak istediğini söylüyordu. Bu sırada alışkanlığım olduğu üzere genel hayatına dair sorular yönelttim.
“Evli misin? Çocuğun var mı?” diye sordum. O da, “Bir kızım var, ikincisi de yolda,” deyince annesi kendini tutamadı. Öyle içten, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ki, hasta oğlu da gözyaşlarını tutamadı. Ben de kendimi bıraksam odada herkes matem havasına girmiş olacaktı. Kendimi toplayıp annenin omzuna elimi koydum, “Teyze bak, oğlun iyi bir ameliyat geçirdi, durumu da iyi, inşallah iyileşecek,” diye olumlu sözler sarf ettim. Kadın bu sözler üzerine kendini biraz topladı ama biliyordum ki o genç adamın hastalıktan kurtulması için mucize olması lazımdı. Nitekim hasta, ameliyattan sonra ancak altı ay yaşadı.


Böyle kişileri gördüğümde aklıma hemen, bu adam ölünce çocuklarına kim bakar, o küçük kız babasız nasıl büyür gibi şeyler geliyor. Allah’a şükür ülkemizde aile bağları hâlâ güçlü ve aile fertleri hâlâ birbirine destek oluyor.
Hastalık ve ölüm ile uğraşan bir kişinin bunu kanıksamasını hep garipsemişimdir ama kanıksamazsanız bu işi yapmanız da çok mümkün değil. Hastalık ve ölümün eninde sonunda bizi bulacağını biliyoruz ama başkasının felaketleri bizler için gelip geçen günlük olaylardan ibaret.
İnsan olduğumuzu unutmadan, günlük işlerin hareketliliğine çok takılmadan, hırslarımızı frenlemek ve gerçeğin o annenin gözyaşlarında gizli olduğunu anlamak lazım.

Klostrofobi
İnsan ile uğraşanlar her zaman şaşırtacak olaylarla karşı karşıya gelir. Klostrofobi, kapalı yer korkusu demektir. Klostrofobisi olanlar kapalı yerde panik olur, sık ve hızlı nefes almaya başlar. Bu durumda kandaki karbondioksit seviyesi düşer, fenalaşma denilen durum oluşur. Yapılması gereken, hastanın ağzına bir kesekâğıdı veya küçük bir torba dayayıp bir süre kendi nefesini solutmaktır. Böylece kandaki karbondioksit seviyesi normale geri döner.
Klostrofobik hastalar tıbbi açıdan birçok sıkıntılar yaşarlar. Uyanık halde tomografi, MR gibi tetkikleri yaptıramazlar, panik olur, ameliyathane odasında rahat edemezler. Klostrofobinin kaynağı bazen çok ilginç hayat öykülerine dayanır.


Hastalarımızdan birinin Akalazya denilen, yemek borusunun alt ucundaki kapakçığın aşırı kasılmış olduğu ve gevşemediği bir hastalığı vardı. Otuzlu yaşlarda, dağ gibi bir adamdı. Gemilerde çalışıyordu. Hereke, İzmit’ten gelmişti. Akalazya hastalarında kapakçık çok sıkı olduğu, doğru düzgün açılmadığı için yutma güçlüğü olur. Yenilen yemekler, yemek borusunda bekler. Sadece basınçla açılır. Bazı hastalar yemek arasında zıplayıp yemeğin mideye düştüğünü hissettikten sonra yemeye devam ederler.
Laparoskopik yöntemle ameliyatını yaptık, her şey yolunda gitti. Ameliyat sonrası servise çıktı. O akşam asistan aradı, hocam hasta başını tutamıyor, kollarının zayıfladığını söylüyor diye. Hemen odasına gittik, muayenede bir şey bulamadık ama hasta gözlerini kapatmaya çalışıyordu, tedirginlik hali dikkat çekiyordu. Kaldığı oda servisimizin en sonunda, camından duvar görünen bir odaydı. Sonradan iş anlaşıldı. Hastamız Ağustos 1999 depreminde enkaz altında kalmış altı saat sonra çıkarılmıştı. Canlı canlı mezarda kaldıktan sonra kişinin stres altında psikolojisini koruması çok zor olsa gerek.
İkinci hastamızın hikâyesi ise çok daha farklı. Yetmiş yaşlarında çok evhamlı bir bey, sağ akciğer etrafında sıvı birikmesi ile başvurdu. Bana hastayı gönderen göğüs hastalıkları hekimi travma sonrası göğüs boşluğuna kanama olduğunu düşünüyordu. Basit bir darbe öyküsü vardı ama bu miktarda sıvı birikimini açıklamazdı. Hastanın klostrofobisi varmış. “Tomografiniz nerede,” diye sorduğumda kapalı ortamlara giremediğini ve film çektiremediğini söyledi. Sonunda kapalı yer korkusunun sebebi anlaşıldı. Hastamız Batı Trakya’dan 1950’lerde göç etmiş. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman bombardımanı sırasında hastanın annesi, çocuklarını korumak için onları sandık içerisine koyup saatlerce çıkmalarına izin vermezmiş. O yaşlarda çocuğa yerleşen kapalı yer korkusu tedirginlik hâlâ geçmemiş. Maalesef çok kötü huylu bir akciğer zarı kanseri teşhis edildi ve altı ay sonra hayatını kaybetti.
Böyle durumları gördüğümde hastaların ne hissettiklerini anlamaya çalışıyorum. Çocukluğumda yaşadığımız en büyük korkular İstanbul’da sık sık olan depremlerdi. Deprem sırasında evdeki kirişlerin birinin altına geçer, dua ederdik. Fakat en önemli tedirginlik ve korkumu lise birinci sınıfta yaşamıştım. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde çok sert karakterli, kıt notları ile ünlü bir matematik hocamız vardı. Lise 1’de bize geleceğini öğrenince karalar bağlamıştık. Hocadan yedinin üstünde not almak neredeyse imkânsızdı. Buna rağmen bizim sınıftaki canavar matematikçiler sekiz alabildiler. Ben de hocadan altı almıştım, çok mutlu olmuştum. Hocadan hem korkuyor hem de hayranlıkla karışık bir sevgi besliyorduk.
Lise 2’ye geçtik. İlk gün matematik dersine başka bir hocanın geleceği söylendi. Matematik hocamız yazın karaciğer kanseri nedeniyle çok kısa süre içerisinde vefat etmişti. O an hayatın her an sonlanabileceğini, hayattaki en önemli gerçeğin ölüm olduğunu fark ettim. Hocanın ölümünden o kadar etkilenmiştim ki, haftalarca doğru düzgün uyuyamadım.


Bizler rahat bir dönemde yetişmiş insanlarız. Özellikle II. Dünya Savaşı’na şahit olanlar, ölümün sıradanlığını, açlığı, imkansızlıkları bizzat yaşamışlar. Alay konusu olabilecek bazı korkuların arkasında böyle zamanlarda yaşanmış çok dramatik hikâyeler yatıyor.

Al-Roustamani
Altmış yaşlarında, Ortadoğulu bir erkek servise yattı. Akciğer zarı kanserinden mustaripti. Son derece asri giyimli bir beydi. Birleşik Arap Emirlikleri’nin Nissan distribütörü olduğunu sonradan öğrendim. Hastalığı kötü, yaşam beklentisi kısaydı, ama bir umut Harvard’a gelmişti. Belki de bu kadar dramatik bir durumu olduğunu bilmiyordu.
Bölüm başkanı ameliyat etmeye karar verdi. Ameliyata girildi, ben de yan odada ameliyattaydım, ama fırsat buldukça vakayı takip ediyordum. Kanserin çok yayılmış olduğu tamamen çıkarılamayacağı anlaşıldı. Bir bölümü çıkartılarak işleme son verildi. Bu ameliyatta kanseri tamamen çıkarmazsanız hastanın uzun dönem hayatta kalma şansı çok düşüktü. Çalıştığım merkez ABD’nin en akademik merkezi olmasına rağmen hasta nakit para verecekse ona mutlaka bir işlem yapılırdı. İşlem tamamen gereksiz değildi ama şartlar zorlanmıştı. Oradaki kıdemli bir öğretim üyesinin ameliyatta söylediği şu sözler hâlâ aklımda: “Bu hasta yurt dışından, nakit para, çok ihtiyacım vardı, bize en az beş-altı bin dolar kalır.”


Paranın milliyeti yoktur. Bu, orada yapılan ameliyatların hatalı veya gereksiz olduğunu göstermez. Ümit veren tedavi yöntem ve teknolojilerini onlar bulup geliştiriyor, sonra da sınırları zorluyorlar. Yabancılara bu şekilde davranmayı bir hak olarak görüyorlar. Akademik merkezlerde bu iş sahtekârlık şeklinde değil, çalışma kapsamında veya uç tedaviler olarak yapılıyor. Oysa ABD’nin ünlü ticari tıp merkezlerinde bu işlerin artık ayağa düştüğünü, iyice simsarlık haline geldiğini görürsünüz.


Al-Roustamani, ameliyattan sonra iyileştim diye iyice coştu. Serviste takke ve entariyle gezinmeye başladı. Her gün vizitte dua eder, Kuran okurdu. Ne hikmetse, ameliyattan önce pek dindar gibi görünmemişti. O dönemde göğüs cerrahisi bilim dalı yonca şeklindeki binanın onuncu katında bir yoğun bakım yaptırıyordu. Benim üst ihtisasımı bitirmeme dört-beş ay kala tamamlandı. Sabah hastaları tartışırken, o zamanki başasistan Dr. Chang bombayı patlattı. Al-Roustamani çok minnettar kalmış ve yoğun bakım inşaatına üç milyon dolar bağışlamıştı. Ağzım açık dinliyordum.


Bu hastaları Türkiye’ye çekmemiz lazım diye düşünebilirsiniz. Bu, iyi niyetli fakat gerçekçi olmayan bir hayal. Kanımca Doğu dünyasının, Japonlar da dahil olmak üzere, Batı dünyasına karşı aşağılık kompleksi vardır. Bu kompleksi paralarıyla kapatmaya çalışırlar. Bu nedenle bu paraları kendi ülkelerine veya benzerlerine yedirmezler. İtiraf etmek lazım, para bulmak, bağış toplamak konusunda Amerikalıların üzerine yoktur.


Mount Sinai Hastanesi’nde göğüs cerrahisi anabilim dalını geliştirmek için ABD’deki hocamı transfer etmek istediler. Hocam da bana iş teklif etti ve New York’a gittik. Teklifi değerlendirmek için çeşitli toplantılara katıldık. Bu toplantıların birine kırk yaşlarında, “fund raising-bağış toplama” bölümünden bir kadın geldi. Akciğer kanseri bölümü için bağış yapmak isteyen, seksenlerinde, her an ölebilecek zengin bir Yahudi’den bahsetti. En azından bir milyon dolar verecekmiş. Ama ardından, “Bu adamda daha çok para var, üç-dört milyon dolar koparırız, peşini bırakmamamız lazım,” diye ekledi. Ne denir? Bizim elli bin öğrencili koca üniversitemizin yıllık bütçesi yetmiş milyon dolar.


Zengin olmak birçok konuyu çözüyor. Fakir ama gururlu olmak kolay değil. Böyle bir akademisyen ne literatürü takip edebilir, ne kongrelere gidebilir ne de yabancı bir misafiri ağırlayabilir. Üretip zengin olmak ve parayı ülkemize çekmek için çok çalışmak dışında bir alternatifimiz yok gibi duruyor.

Başka Bir Yaşam Mümkün Olur muydu?
Yaşamları birer hayal kırıklığından ibaret olan bireyler her ülkede mevcut, bizde de azımsanmayacak sayıda var. Kişiler hayatlarının belirli bir aşamasına geldiğinde, öldükten sonra beni hatırlayacak olan çıkar mı, diye kendi kendini sorgulamaya başlar. Osmanlı mezar taşlarının başlangıcında yazan, “Hüvelbaki – Kalıcı olan O’dur” ifadesi bu konudaki nihai hükmü gösterir. Dönemlerinin en önemli insanları olan sadrazamlardan kaçını hatırlıyoruz? Hangimiz erken cumhuriyet döneminin bakanlarının isimlerini sayabilir? Onlar bir tarafa, yirmi-otuz yıl öncesi milletvekili, sanatçı, iş adamı veya ordinaryüs profesörlerinden ismini anabildiğimiz kaç kişi var? Belki önemli bir eser bırakanlar, siyasette bir izi olanlar ya da bütün dünyayı etkileyen bazı kişiler hatırlanır. Onun haricinde unutulacağımız kesin. Bu şekilde düşündüğümüzde, hayata bir imza atamamış olmak çok da üzülecek bir şey değil. Vehbi Koç’a bir çalışanının dediği gibi: “Aramızdaki fark, kefen bezinin patiska veya Amerikan bezi olmasından ibarettir.”


Hayatları birer hayal kırıklığından ibaret olup üstüne de önemli hastalıklarla mücadele eden insanlar çok etkileyicidir. Çok nevi şahsına münhasır bir hastam vardı. Elli yaşlarındaki bu adamcağız Altunizade’deki hastanemizde polikliniğe muayene olmaya geldi.
Bir insana baktığınızda ilk imaj çok akılda kalıcıdır; mavi-çakır gözleri, ince yüzü neşeli bakışlarıyla hayata bağlığı yüzünden okunan bir kişiyle karşı karşıyaydım. Yanında çarşaflı, güler yüzlü eşi ile birlikte. Normal biri ile karşılaşacağımı zannederken, karşımda cızırtılı radyo açılmış gibi mekanik ses çıkaran biri vardı. Kendine güveni daha ilk andan fark edilen bu adam sürekli konuşuyordu. Dört yıl önce gırtlak kanseri ameliyatı olduğunu sonrasında radyoterapi gördüğünü, son bir yıldır ise yutma güçlüğü çektiğini söylüyordu. Radyoterapi özellikle boyun bölgesine uygulandığında yemek borusunu yakarak kalıcı darlıklara neden olabilir. Nitekim röntgen filmiyle görülebilen ilacı içirdiğimizde dil kökünden beş santim aşağıda darlığın yeri bariz bir şekilde seçiliyordu. Bu durumlarda genişletme yapılabilirdi ama radyoterapi darlıkları inatçıdır ve tekrarlar. Ameliyat ile tedavisinde ise yemek borusunun o kısmı çıkarılır, yerine yeni yemek borusu yapmak gerekir. Bu bölgelere yapılacak yeni yemek borusu için, incebağırsağın bir bölümünü kullanmak en avantajlı yöntemdi. Kendisine ameliyat önerdiğimde, “Hocam ben hastayım, uzman sensin, sana teslimiz,” diye kendi üslubuyla cevap verdi.
Çok iyi bir mikrocerrahi uzmanı olan Prof. Dr. Mehmet Bayramiçli ve genel cerrahi ekibiyle birlikte hastanın karnından aldığımız incebağırsağı, boyunda çıkardığımız hastalıklı bölgenin yerine koyduk. Bağırsağın damarlarını plastik cerrahi ekibi dikerken, biz de incebağırsağı dil köküne ve altta kalan sağlam yemek borusuna diktik. Ameliyat on saat sürdü. Ameliyattan sonra radyoterapiye bağlı iyileşme problemleri nedeniyle kaçağı oldu ama sonunda iyileşti, iki ay sonra kendisini taburcu ettik. Normale yakın yemek yemeye başlamıştı. Fakat zaman içerisinde diktiğimiz yerlerde bazı darlıklar oldu, bu darlıkları, buji dediğimiz borular ile genişlettik. Hastamız servisimizin daimi hastası haline gelmişti.
İlk ameliyatın üzerinden iki yıl geçmişti. Bir yıllığına Kartal Lütfi Kırdar Hastanesi’nde çalışmaya başlamıştım. Hastamız gülen yüzüyle tekrar servisimize geldi. Bu sefer sağ akciğerinin üst bölümünde bir nodül (üç santimetreden küçük kitlenin tıbbi adı) tespit edilmişti ve büyük ihtimalle kanserdi. Ameliyat kararı verdik. Fakat boyun bölgesine radyoterapi aldığı için akciğerin üst tarafı da etkilenmiş dokular tanınmayacak hale gelmişti. Sekiz saatlik bir ameliyattan sonra sağ akciğerin üst parçasını ve lenf bezlerini çıkardık. Ameliyattan çıktıktan sonra hasta yakınlarına bilgi vermeye gittim. Zor fakat başarılı bir ameliyat olduğunu, her şeyin yolunda gideceğini umduğumu söyledim. Eşi, “Hasan Bey’in ameliyat çıkışındaki o çok yorgun halini görünce, bizim bey herhalde öldü diye düşündüm,” dedi.
Hastamız ameliyat sonrası çabucak toparladı, taburcu oldu. Gırtlak kanseri, yemek borusu darlığı sonrasında akciğer kanseri ameliyatı. Üç büyük ameliyatı başarıyla atlatmıştı.
Ara sıra küçük bazı şikâyetleri oluyor, endoskopi yapmak gerekiyordu, ama iyice rahatlamıştı. Bu arada ailevi sebeplerden karısıyla arası bozulmuştu. Sabah vizitine geldiğimde asistanlardan biri, “Abi dün hastanızı televizyonda gördünüz mü? Eşi ve çocukları adamı evden atmışlar, o da şu meşhur gündüz programlarından birine çıkıp karısından özür dilemiş,” dedi. Bir sonraki karşılaşmamızda kendisine, ne yaparsa yapsın karısının hakkını ödeyemeyeceğini söyledim.
Hastamızın son dönemleri çok zor oldu. Önce yemek borusu ile incebağırsağın birleştiği yerde küçük bir delik oluştu. Kapatmak için küçük ameliyatlar yaptık. Bir türlü başarılı olamadık. Yine de o mutlu, enerjik halinden taviz vermiyor, servisteki öteki hastalara, “Hasan Bey beni yirmi kez ameliyat etti, bakın sapasağlamım,” diye hava atıyordu. Sabah vizitinde, “… Bey, sizin hafızanız ve zekânız gayet iyi, hiç okumadınız mı?” dediğimde, “Aslında okulu çok seviyordum, derslerim de iyiydi, babama okumak istediğimi söylediğimde arkama tekmeyi vurup, okuyacak değil çalışacak adama ihtiyaçları olduğunu söyledi,” diye cevap verdi. Bir marangozun yanına çırak girip iyi bir marangoz olmuştu. Gözleri, keşke o günlere geri dönüp okuyabilsem, diye bakıyordu.
Genel durumu bir türlü toparlamıyordu, gittikçe zayıflıyordu, nitekim incelemelerimizde her iki akciğerinde yaygın metastazları çıktı. Taburcu etmeye hazırlanıyorduk ki, onu hüngür hüngür ağlarken bulduk. Meğer bir önceki akşam kanaryası ölmüş. “Hocam, hayatta benim için üç şey çok önemli, birincisi kanaryam, ikincisi silahım, üçüncüsü de küçük torunum,” diyordu.
Karnına bir beslenme tüpü açtırıp hastayı taburcu ettik. Çok zayıf düşmüştü. Ölümünden günler önce acile getirdiklerinde o enerjik adam bir deri bir kemik kalmış, gözlerindeki fer sönmüş, yaşama enerjisi bitmişti.


Enerjik, zeki fakat eğitimsiz ve hayat beklentileri tam karşılanamayan insanların hayatları hep zor geçiyor, bir oraya bir buraya yalpalıyorlar. İşte o zaman rehberlere ihtiyaç duyuyorlar. Yön gösterecek, arabanın şarampole yuvarlanmadan direksiyon kırmasını sağlayacak rehberler. Hayatın hakkıyla ve mutlu şekilde yaşanması böyle mümkün oluyor.

Doktorlar da Ağlar
Savaşlarda veya büyük felaketleri anlatan filmlerdeki en etkileyici şey küçük bir çocuk cesedinin görüntüsü değil midir? Bir kenarda anne veya babasının cesedi başında, gözü yaşlı, korkmuş bir çocuk görüntüsü vicdanı olan herkese dokunmaz mı?
Acil servis de bir felaket alanı olarak düşünülebilir. Burada hemen her gün birileri ölür, gözyaşı hiç bitmez. Mezarlıkların girişindeki, “Her nefs ölümü tadacaktır” ayetini hatırlatır gibi. Düzenli psikolojik desteğe ihtiyaç duyan iki grup çalışan vardır: Acil servis ile otopsi bölümünde çalışanlar. Bu tarz işler hayat boyu aynı tempoda yapılamaz. Hayatı hiç bitmeyen bir savaşın ortasında geçirmeye benzer.


Ameliyatlar yeni bitmişti ki, bir arabanın çarptığı üç yaşındaki bir çocuk acil ameliyathaneye getirildi. Güzel yüzlü bir erkek çocuğu. Çocuğun vücudunda belirgin bir yara bere görülmüyordu ama iç kanama şüphesi vardı. Batını açan genel cerrahinin kıdemli asistanı, “Eyvah, vena kava gibi,” diye söylendi. Vena kava, vücutta kirli kanı kalbe ulaştıran ana damarın tıbbi adı. Vücudun üst ve alt bölgelerinden toplanan kan, üstteki ve alttaki vena kavalar aracılığıyla doğrudan kalbin sağ tarafına dökülüyor.
Künt travmalar, keskin aletle yaralanmalara göre çok daha kötüdür. Çünkü künt travmayla vücudun içerisinde patlama tarzı yaralanma oluşur, neyle karşılaşacağınızı tahmin edemezsiniz. Çocukta karaciğerin üzerinde, kalbin alt tarafında yaralanma var gibi duruyordu. Göğüs açısından yardım istediler. Ameliyata girdim. Karındaki kesiyi sağ göğse doğru uzattım. Gerçekten vena kavada hasar var gibiydi. Diyafram üzeri ve altından vena kavayı yakalayıp, yırtık olduğunu düşündüğüm yeri dikişlerle onardım. Kanama durmuştu. Fakat çocuğun tansiyonları bir türlü toparlamıyordu. Kalp damar cerrahlarının yolda olup olmadığını sordum. Sağ göğse ve kalbe baktım, belirgin bir kanama yoktu. Ameliyatın bittiğini düşünerek çıktım. Çocuğun babası ve dayısı kapıda panik halinde bekliyor, tedirgin şekilde durumu öğrenmeye çalışıyorlardı. Baba otuz yaşlarında, orta karar bir işte çalıştığı üstünden başından belli olan birisiydi.
Yarım saat geçmedi. Çocuk her taraftan kanıyordu. Kalp damar cerrahları da bir şey yapamıyorlar diye asistanlardan haber geldi. İç kanaması olan ve tansiyonu yükseltebilmek için çok kan verilen hastalarda bir müddet sonra pıhtılaşma problemleri de gelişebilir, hastanın her tarafından kanamalar başlar. Bu durumda hastayı kurtarmak çok zordur. Maalesef çocuk kaybedildi.
Genel cerrahi uzmanları babayı içeri aldı acı haberi verdi. Baba, koltukta kalakaldı içindeki bütün gözyaşlarını akıttı. Ameliyathanede ağlamayan kalmadı desem yeridir. Normalde sinirlerime hâkim olurum, işime profesyonel yaklaşırım, ama ben de gözyaşlarımı tutamadım.
Aynı günün akşamında televizyonda çok seyredilen bir programda politikacılar hararetle çok önemli olduğunu düşündükleri şeyleri tartışıyordu. Ne kadar boş, diye düşündüm. Bir çocuğun hayatının karşılığı var mıdır? O genç baba için hayatın rutini artık hiçbir şey ifade etmeyecektir.
Ameliyata yardım için gelmiş olan kalp damar cerrahisi uzmanı ile asistanı çıkmak üzereydiler. Asistan, uzmanına biraz üzgün, biraz da kendini rahatlatmak istercesine, “Cennettedir bu çocuk abi,” diyordu. Günün en doğru sözü buydu…

Ölürse Ne Yaparım?
Hastayla iletişim ayrı bir sanattır. Nasıl günlük hayatta herkesle kimyamız uyuşmazsa, hekim hasta ilişkisi de buna benzer. Bazı doktorlarda şeytan tüyü vardır. Hemen etkilenir, onunla devam etmeye karar verirsiniz. Hayati riskin az olduğu dallarda bu çok önemli değilken, büyük cerrahi dallarda hekim ile hasta arasındaki güven vazgeçilmezdir.


Bir genç hasta geldi. En fazla yirmi beş yaşında, askerden yeni dönmüş. Göğüs ön duvarında ileri derecede çöküklük vardı. Toplumumuzda nispeten sık görülen bir problemdir. Estetik görünüm dışında yol açtığı ciddi bir fiziki problem yoktu ama bu gençler utançlarından denize girmezler, spordan çekinirler. Gelişim çağında psikolojik travmaya yol açar.
Göğüs çöküklüğü problemleriyle üniversitedeki hocam ilgileniyordu. Bu hastaya yapılacak kapalı düzeltme ameliyatı için kendisini kliniğimize davet ettik. Hastayı ameliyathaneye almak üzereyken, hastanın annesi yanıma yaklaştı. Klinik sorumlusu olduğumdan dolayı kulağıma eğilerek, “Hocam bu çocuk benim tek adamım, her şeyim, bir şey olmaz değil mi?” dedi.
Kadın eşini kaybetmiş, oğlu muhtemelen ailenin tek çalışanı ve kadının hayatına anlam veren tek varlıktı. Hasta aslında basit bir ameliyat olacaktı ama düşük de olsa bazı riskler vardı. Kalp zarı yaralanması, kanama vesaire bu ameliyattan sonra nadir de olsa görülebilen problemlerdir. Bu sözler üzerine stresimiz çok artmıştı.
Genç bir kadın vardı. Bingöllü, eşinin bir gözü sakat. Kocası inşaatlarda işçi olarak çalışıyormuş, son zamanlarda işsizmiş. Giyimlerinden her şey belli oluyordu zaten. Her ikisinin de okuması yazması yoktu. Bununla beraber eşi de kendisi de güzel insanlardı. Kadın yıllardır akciğer enfeksiyonu ile cebelleşiyordu. Sağ akciğerinin alt parçası tamamen harap olmuştu. Ameliyat olması gerektiğini söyledik. İstanbul’un varoşlarında bir gecekonduda yaşıyorlardı. Üç tane çocuk. Kadının yeterli gıda alamadığı her halinden belli oluyordu. Dindar ve gururlu insanlardı, kadıncağız ne zaman ıstırap duysa, “Ya şeyh Abdülkadir Geylani, Ya Resulallah,” diye figan ediyordu.
Terslik olacak ya, bu kadıncağızın da ameliyattan sonra biraz fazla kanaması oldu. Tekrar ameliyat gerektirmedi ama kan göğüs boşluğunun alt tarafına biraz birikti. Kanama olan yerde daha sonra apse oluştu. Onu boşaltmak için önce tüp taktık. Daha sonra içeriye iltihabı eriten bir madde verdik, ilk verişte sorun olmadı. İkincide beyinde problem yaşanmaz mı! Kalbi durdu. Tekrar çalıştırdık. Fakat solunum makinesine bağlı duruma geldi. Hastanenin yoğun bakımında yer olmadığı için dış merkeze gönderdik. Neyse Allah yardım etti, iki-üç gün sonra makineden ayrılıp bizim servise geri geldi. Yatırdık, beni ilk gördüğünde, “Sen beni bıraktın. Başka hastanelere gönderdin,” dedi.
Zor bela anlattık hastanede yer olmadığını, mecburen gönderdiğimizi. Bu aşamadan sonra talihi biraz düzelir gibi oldu. Göğsündeki apse bölgesine küçük bir pencere açtık. İçerisini iyice temizledik, öksürüğü azaldı ve artık evinde pansuman olması için taburcu ettik.
O kadıncağızın kalbi durduğunda ilk aklıma gelen üç çocuğu oldu. Ya kalbi tekrar çalışmasaydı o çocuklar ne yapardı? Eşi kendini bile zor idare edebilecek bir adamdı.


Bazı kişiler hayatlarını birden fazla kişi, hatta koca bir aile için yaşar.

Obez Olsan Ne Olur
Obez, aşırı kilolu sözcüğünün İngilizcesi. Hakaret şeklinde algılanabilecek obez ifadesi dilimize yerleşti. Böyle kişilerin ne kadar kilolu olduklarını değerlendirmek için doktorların ve diyetisyenlerin kullandığı bir kriter var: Vücut kitle indeksi. Hesabı basit, kilonuzu boyunuzun metre cinsinden karesine bölünce değeri buluyorsunuz.
Vücut kitle indeksi otuzun üzerinde olanlar obez, kırkın üzerinde olanlar ise süper obez olarak sınıflandırılır. Yirminin altı ise aşırı zayıf demektir. Yirmi-yirmi beş arası bir değer en sağlıklısı. 2006 yılında Avustralya’daki yemek borusu hastalıkları kongresinde obezite ile reflü arasındaki ilişkiyi anlatan bir seminer dinlemiştim. Sunan Ortadoğu kökenli Amerikalı hekim, rahmetli cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın ameliyat olduğu Houston’ın ünlü Methodist Hastanesi’ndendi. ABD haritası üzerinde eyalet eyalet obezite oranlarını gösteriyordu. %10’un üzerinde obez olan eyaletleri mavi, %25’in üzerinde olan eyaletleri kırmızı ile boyuyordu. 1960’larda sadece tek tük eyaletlerde mavi varken, 1970’te maviler sıklaşmaya, 1980’de araya kırmızılar girmeye başlıyordu. 2000’lere gelindiğinde bütün eyaletler kırmızı olmuştu. Ülkemizdeki durum da hiç iç açıcı değil. Toplumumuzun %30’u obez durumda.
Servisimize süper obez bir kadın yattı. Elli yaş üzerinde. Aslında tiroid kanseri var ama kanser soluk borusunu tıkadığı için solunumunu belki rahatlatırız diye genel cerrahi bölümünün ricasıyla yatırdık. Genel cerrahiyle ortak ameliyata girdik. Böyle hastaların taşınması, ameliyat masasında pozisyon verilmesi dahi zahmetliydi. Yüz yirmi kilonun üzerindeki kişiler için özel masa gerekiyor, çünkü bu hastalar normal masaya sığmıyor.
Hastanın boynu kısa ve kalınlaşmış, kanseri de çok ilerlemişti. Genel cerrahi tiroide pek bir şey yapamayacağını söyleyip tümörün bir bölümünü çıkardı. Bize de tümörün aşağısından soluk borusuna delik açmak kaldı. Bu işleme trakeostomi denir ve hastanın rahat nefes almasını sağlar. Hayatımda bu kadar zor trakeostomi açmamıştım. Soluk borusunu çok derinde, zor bela bulduk. Üzerine bir kesi yaptık. Soluk borusuna yerleştireceğimiz tüpün ucu ancak giriyor içeriye. Sonunda tüpü yerleştirdik ve hastayı yoğun bakıma aldık.
Hasta yakınlarına durumu izah ettik, çok efendi bir adam olan eşi, “Hocam ne olur hanım en azından eve çıkıp bizimle biraz zaman geçirebilsin,” diye yalvarıyordu. Durumunun kritik olduğunu, toparlayacağını umduğumuzu söyledim.
Hastanın eşi ertesi gün konuşmak için odama geldi. “Hocam bizim hanım böyle kilolu değildi, sonradan bu hale geldi,” deyince biraz yargılar ifadeyle, “Bu kadar kiloyu nasıl yaptı, akciğerleri dahi zor toplayacak şimdi, vallahi herkes kendi sorumluluğu ile baş başa,” dedim. Bunun üzerine ağlamaklı bir sesle, “Hocam bizim bir oğlumuz bundan iki yıl önce Bingöl’de şehit oldu. Bir yıl geçmedi, otuz yaşındaki diğer bir oğlumuzu da trafik kazasında kaybettik. Bu üzüntülerden dolayı kilo aldı. Hastalığı da bu yüzden,” diye açıkladı. Bu sözleri duyduğumda boğazıma bir şeyler düğümlendi, özür dilemeliyim diye düşündüm, adamın dolu gözlerine bakakaldım. İki yetişmiş evlat acısının altından bir insan nasıl kalkar? Çocuğu olup da ona verdiği emeği bilen bir kişi, iki yetişkin evlat kaybının ne kadar büyük bir acı olduğunu yüreğinde hisseder.
Teyzenin soluk borusundaki tüpü bir hafta sonra değiştirdik. Nefesi rahatladı. Yoğun bakımdan çıkıp taburcu oldu. Ailesiyle birlikte zaman geçirmeye başladı. İşlemden dört-beş ay sonra hayatta ve rahat nefes alır durumdaydı.


İnsanların dış görünüşüne bakıp hemen hüküm vermek çok kolay. Ne kadar iradesiz, kilo almış, kendini tutamamış, yemiş, içmiş gibi klişe lafları herkes söylüyor. Oysa bazen dış görünüş, kim bilir içerideki hangi acıları, fırtınaları saklıyor?

Ölüm Bazen Kurtarıcıdır
Asistanlığımın ilk yıllarıydı. Haftada bir ameliyat yapıyorduk, kliniğin oldukça sakin olduğu dönemlerdi. Ümraniye taraflarından elli yaşlarında bir orman bekçisi geldi. Hasta, öksürükle kan tükürme şikâyeti olduğunu söyledi.
Bronkoskopi yaptık ve sol akciğere giden ana hava yolunda kanser bulduk. Ameliyatla çıkarılabilecek aşamada gibi duruyordu. Kanser ameliyatlarında tümörün tamamen çıktığına emin olmak için kesilen yerden ameliyat sırasında mikroskopik inceleme yapılır. Frozen section denilen bu inceleme ile patoloji uzmanları bize kestiğimiz doku sınırında tümör olup olmadığını söylerler. Bu incelemede yüzde on hata payı vardır.
Bu hastada tümörün yerleşimi akciğerin merkezine çok yakın olduğu için sol akciğeri tamamen almak zorunda kaldık. Gönderdiğimiz mikroskopik incelemede kestiğimiz dokuda kanser olmadığı bildirildi. Hastanın ameliyat sonrası dönemi rahat geçti. Taburcu olacağı gün patoloji sonucu geldi. Maalesef sınırda tümör kalmıştı. Bronşun içini döşeyen hücrelerde, çok sınırlı bir alanda bir grup kanser hücresi görülmüştü. Sonuçta hasta o bölgeye ışın tedavisi, yani radyoterapi aldı.
Hasta üç-dört yıl sorunsuz yaşadı ama daha sonra sol ana bronşun kesildiği yerde tümör tekrarladı. Bazı hastalarda tümör tekrarlar ve damarları tutup hastanın kısa sürede ölümüne sebep olur. Ama bu hastada tümör, çıkarılan akciğerden kalan boşluğa doğru büyüdü. İki-üç ay sonra ana hava yolu çıkarılan akciğerden kalan boşluğa açıldı. Boşluk iltihap kaptı. Hastanın kaburgaları arasından tüp yerleştirdik ve göğüs boşluğundan irin akmaya başladı. Böyle bir sorun, ne yapsanız iyileşmez, çünkü içerideki tümör dokusunu yok etmek imkânsızdır.
Pseudomonas diye adlandırılan bir mikrop vardır. O mikrop bir yere bulaşınca hastanın odasına girmeye burun ister. Çok kesif bir kokusu vardır. Hastanın yakınları dahi yanına girmek istemez.
Bizim hastamızda bu iltihap ilerledi. Çok kötü bir koku yayılmaya başladı. Sabah vizitleri hastanın odasına beş-on saniyelik giriş çıkışlardan ibaret oldu. Bir sabah unutmuyorum, odaya girdik, hasta gözümün içine bakarak, “Hocam ben niye ölmüyorum,” diye sordu. Buna cevap verilebilir mi? Bir bankada çalışan efendi bir oğlu ve iki çocuğu daha vardı. Bu soruyu sorduktan sonra on-on beş gün daha çekti. Bir akşam aniden göğüs tüpünden kan boşalarak vefat etti. Herhalde tümör ana damarlardan birinin açılmasına neden olmuştu. Böyle bir kişi öldüğünde hekimler, hasta yakınları, herkes kurtulması iyi oldu gözüyle bakarlar.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69489319?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
İKİ NEFES ARASINDA Hasan Fevzi Batirel
İKİ NEFES ARASINDA

Hasan Fevzi Batirel

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İnsan hayatının başlama anı konusunda farklı görüşlere sahibiz. Kimimiz anne rahmine düşme anını veya fetüste ilk kalp atımının görüldüğü anı hayatın başladığının belirtileri gibi algılar ama bana göre hayat ilk nefesle başlar. Bebeğin kalbi anne karnında atmaya başlamakla beraber bebeğin dünyada yaşama adım atması ilk nefesle gerçekleşir. Bebek annesinden doğduğu anda sinir sistemi, farklı bir sıcaklık ve ortama çıktığını algılar, ilk nefesin içeri çekilmesi uyarısını beyne gönderir. İlk nefes çekildikten on saniye içinde kalp, akciğer ve bebeğin annesiyle bağlantısını sağlayan karın damarlarında çok hızlı değişiklikler olur. Akciğerlere giden damarlardaki direnç düşer ve damar kapasitesi genişler. Akciğerlerdeki su hızla emilir. Bebeğin oksijenlenen kanı, karnından anneye bağlanan damarların büzülmesini tetikler. Kan sol kalbe dönüp basıncı arttırdığında, anne karnında bebeğin kalbinde var olan deliğin kapanmasına neden olur. Ve hayat başlar… *** Bu muhteşem olay dünyada her saniyede dört kez yaşanıyor. Geçenlerde doğum hadisesinin ve ilk nefesin mucizevi süreçlerini doksan bir yaşındaki anneanneme anlattığımda o temiz kadının gözleri doldu ve tahmin edebileceğiniz tepkiyi verdi. Her geçen saniye doğanlardan daha az sayıda insanın nefesi durur. Hayatın kısalığını anlatmak için “iki ezan arası” ifadesi kullanılır. Aslında en doğru ifade “İki nefes arasında”. İlk ve son nefes…

  • Добавить отзыв