Hal-i Sükut

Hal-i Sükut
Kerem Nakişci
Sessizliğin sesini dinliyorum, Bakarken penceremden, uzaklara. Bir şeyler anlatıyor insana Kulakla değil, kalple duyana. Sessizliğin sesini dinliyorum, Dalmışım derinlere. Bir mesaj var hissedene Gözle değil, gönülden görene. Sessizliğin sesini dinliyorum, Kalabalığın ortasında. Bir kelebeğin kanatlarında, Ya da bir karıncanın tıkırtısında. Kelebek kanatlarının şarkısını duyanlara, dinleyenlere ve o şarkıyı söyleyenlere…

Kerem Nakışcı
Hal-i Sükut

Kerem Nakışcı

1980 yılında Gaziantep’te doğdu. 14 yıllık evli, 7 ve 12 yaşlarında iki oğlu var. Lise mezunu ve yaklaşık 20 yıldır ticaretle uğraşıyor. Boş zamanlarında kitap okumak, ahşap işleri ile uğraşmak ve müzik dinlemekten hoşlanıyor. Tasavvuf, felsefe ve tarihi romanlar ilgisini çekiyor.

Önsöz
Bismillahirrahmanirrahim,
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Bizi yoktan var eden, İslam’la şereflendiren, görmezken gördüren, duymazken duyar hale getiren, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e ümmet kılan, rızkımıza kefil ve öldükten sonra tekrar diriltecek Allah’a hamdüsenalar olsun.
Doğduğum günden öleceğim güne, öldüğüm günden yeniden dirileceğim âna kadar her gün, her saat ve her an tüm kalbim ve ruhumla teslim olduğum, “Allah!” dediğim yerde, “Kulum!” dediğini bildiğim ve inandığım, yarattığı her şeyi benim emrime veren ve benden sadece “İşittik, itaat ettik” dememi bekleyen, balçıktan ve bir damla sudan yaratıp ruhundan üfleyen, meleklere secde ettiren ve dahi şah damarımdan daha yakın olan Allah’a şükürler olsun.
Allah’ım!
Bizi görünür görünmez kazalardan koru. Bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz bütün günahları affet. Bizleri adaletinle değil, merhametinle yargıla. Bizleri nefsimizle baş başa bırakma. Bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yükler yükleme. Gafletten, miskinlikten, zilletten, zulmetmekten ve zulme uğramaktan koru.
Bize ilim öğrenecek güç ve kuvveti ver. Bildiğimizle amel etmeyi nasip et. Bizi peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, salihlerle beraber nimet verdiğin kullarından kıl. Bizi sırat-ı müstakim üzere eyle.
Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden dileriz. Celalinden Cemaline, Senden, yine Sana sığınırız.

“La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin”
“Senden başka ilah yoktur, Sen her türlü eksiklikten uzaksın. Şüphesiz ben kendime zulmedenlerden oldum.”

Amin
19 Şubat 2019’da kaybettiğim annem Nükhet Nakışcı’nın anısına hürmet ve dua ile…


Ne Zaman?
“Unutulmak istemiyorsan ya okunacak şeyler yaz ya da yazılacak şeyler yap!”
    Benjamin Franklin
“Doğduğun günden daha kıymetlidir, dünyaya niye geldiğini anladığın gün” sözünün benim yaşamımdaki tezahürü bu kitabı yazmaya başladığım günde gerçekleşti. “Unutulmak istemiyorsan ya okunacak şeyler yaz ya da yazılacak şeyler yap” demiş Benjamin Franklin. Bu sözü ne zaman hatırlasam yahut üzerine düşünsem, ne kadar zor işler, derim. Yapan veya yazan insan olmak için şanslı olmak, şanslı doğmak gerektir belki de, bilmiyorum. Bilgi, birikim, tecrübe, acı, hüzün, mutluluk, sevinç, gözyaşı gibi pek çok hali yaşamak, zaman vermiş olmak gerektir belki de.
Benim için burada anahtar kelime zaman. Boşa geçirilecek bir ânımızın bile olmadığını düşünüyorum. Şu dünyada en kıymetli şey olan zamanı kontrol edemiyoruz: Ne bir an öncesini değiştirme şansımız var ne de bir an sonrasını kontrol gücümüz, denetimin kendinde olduğunu zanneden öylesine aciz kullarız.
Herkes bir iz bırakmak ister. Ve bırakır da. İster çocuk büyütün, ister saksıda çiçek yetiştirin. İster kedi besleyin, ister yoldan geçerken bir ağacın dalını fark edip dokunun veya ister annenize iş çıkışı uğrayıp bir selam verin. Hepsi bir izdir. Zamanın içinde bıraktığımız izler.
Zamanı kontrol edemiyor oluşumuz, bizi sorumsuz kılmaz. Hareket alanı ve iradesi elinde olan insan, bu tuzağa düşmez. Kontrol edemediğimiz şeyler, kendimizi ve hayatımızı koyuvereceğimiz anlamına gelmez. Zamanın içinde yüzen bizler, hiç değilse o anda, sahip olduğumuz hareket alanını değerlendirme ve anlamlandırma şansına sahibiz.
***
Abim ve ben daha küçük yaşlarda annem sayesinde değerini anlamıştık zamanın, zamanı bereketlendirmenin. Annem biz daha çok küçük birer çocukken kendi zamanının ne kadar değerli olduğunu idrak etmiş, bizim çocuk zamanımızı kıymetlendirmişti. Dört yaşında okuma yazmayı, namaz kılmayı ve sureleri öğretmişti abimle bana. Yola yaşıtlarımızdan erken çıkmıştık. Hayatımızın her aşamasından bunun hep faydasını gördüm.
Daha olgun bir çocukluk evresi geçirdim. Erken yaşta sorumluluk almayı öğrendim. Tabiri caizse, piştim. Kendi işimi kendim yapmayı, elimi taşın altına koymam gerektiğinde harekete geçmeyi öğrendim. Sorunlar karşısında oturup şikâyet etmek yerine kalkıp mücadele etme gücü kazandım. Hepsi bana çocukluk günlerimin bakiyesi, mutlu bir ailede büyümenin hazine değerinde hediyesidir.
Bizim evde pazar kahvaltıları uzun sürerdi. Hatta bu öğünün coşkusu haftanın başında başlardı. “Pazar günü şunu yapsak, bunu hazırlasak, bunu pişirsek, filanı davet etsek…” sohbetleri birlikte olma, birbiriyle temas etme zamanına duyulan özlemi dile getirdiğimiz, farklı bir boyutta yine vakti idrak ettiğimiz hallerdi.
Kahvaltı dediğimiz aslında yarım saattir. Bir insanın doyması ne kadar sürer ki? O sofrada ailemizi saatlerce masada tutan şey sohbet, muhabbetti. Birlikte geçirdiğimiz bu kıymetli zamanlar, bize Allah’ın zamanı idrak edelim diye sunduğu ikramların en güzellerindendi.
O masada kimse yalan söyleme ihtiyacı duymazdı çünkü aramızda hep güven vardı. Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın birbirimizi çok seveceğimize, koruyacağımıza dair güven. O masada sadakat vardı, edep vardı, saygı vardı. O masada büyük bir sevgi vardı.
***
Şimdi evlendim, iki çocuk babasıyım. Bana kutlu bir miras gibi kalan bütün bu anılara sımsıkı sarılıyorum. Kurduğum ailede zamana yenik düşmeyen sevgiler ekiyorum. Onlar da bizlerden aldıklarıyla yola devam etsinler istiyorum.
Geçmiş zaten geçmiş, gelecekse daha gelmemiş. Yaşadığın ânın kıymetini bilmek, onun hakkını vermek çok önemli. Ailem bizimle olan zamanın hakkını verdiği için, bugün ben çocuklarım ve eşimle olan zamanı çok önemsiyorum. Eğer öyle olmasa elimde ne kalacaktı, yaşanan bunca yıldan elime ne geçecekti? Kocaman bir hiç! Boşa geçmiş bir ömür.
Bana ilham veren ve üzerinde uzun süre düşündüğüm, “İki günü eşit olan zarardadır” diye bir hadisi şerif var. Sonra sonra, düşünen bir insan için, kendisini geliştiren, hayata, zamana, dünyaya, varlığa dair durup bakan ve akleden bir insan için bir gün nasıl bir önceki günle aynı olabilir ki, dedim kendime. Okuyup yazarken, öğrenip gelişirken nasıl aynı kalabilir insan?
“Doğduğun günden daha kıymetlidir, dünyaya niye geldiğini anladığın gün” sözünün benim yaşamımdaki tezahürü bu kitabı yazmaya başladığım günde gerçekleşti. Her şeyi okuyorum, dinliyorum, yazıyorum. Geride bırakılacak bir iz, kayda değer bir yaşam bakiyesi olsun diye zamanla yarışıyorum.
Ömür, sayılı günden ibaret. Ne zaman nerede biteceğini bilmiyoruz. Hikâyenin en önemli kilit noktası da bu bilinmezlik. Yaşam bitecek ve uzun, sonsuz bir başka hayat başlayacak. Başlangıç, bitişin kendisi aslında. Nasıl yaşayıp nasıl bitirdiysen öyle başlayacaksın yeni hayatına. Ne ektiysen ömür tarlana onu biçeceksin sonunda. Hal böyleyken, insan nasıl kendi öz toprağını çorak bırakır? Nasıl ekmez? Nasıl hiçbir işe yaramayan zararlı otların birikmesine göz yumar? Bu, insanın kendine zulmü değilse nedir? Bilse eder mi?
Öğrenelim, cehaletten kurtulalım, düşünelim. Mucize Kitap Kuran-ı Kerim’de defalarca geçen, “Biz size düşünesiniz diye akıl verdik” ayeti ne güzel bir ihtardır. Zamanın kadrini bilmek, düşünmek, gelişmek, öğrenmek ne güzel nimetlerdir.
Bu kadar zamandan bahsedip de şu duayı okumadan geçmek mümkün mü?

Bismillahirrahmanirrahim.
“Vel asr İnnel insane le fi husr İllellezıne amenu ve amilus salihati ve tevasav bil hakkı ve tevasav bis sabr.”

“Asra yemin olsun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.”

Kendin Ol!
Önce içimizdeki putları kıracağız, dünyalık neye bağlanmışsak ondan vazgeçeceğiz. Vazgeçtikçe göreceğiz: Üstümüzdeki yük hafifleyecek, ağırlıklarımızdan kurtulacağız.
“Nasihat etme, nasihat ol” demişti Serdar Tuncer bir yazısında.
Bunun farklı örneklerini duymuşsunuzdur: “Söyleme değil eyleme bakın” veya “Mümin hal üzerinedir” gibi. İnsanı kendine bakmaya, söyledikleriyle yaptıkları arasında bir tutarlılık oluşturmaya sevk eder bu ifadeler.
Kendimizi gözden geçirelim. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu az çok biliyor, helali haramı ayırt edebiliyoruz ve çocuklarımıza örnek olmaya çalışıyoruz. Alalım karşımıza onları, sabah akşam konuşalım, bunu böyle yapacaksın, bunları yapmayacaksın, diye. Söylediklerimizi biz yapmıyorsak ne kadar etkili olabiliriz? Kitap okumanın faydalarından bahsedip biz elimize hiç kitap almıyorsak, kul hakkından bahsedip biz önemsemiyorsak nasıl etki edebiliriz onlara? Önce elimizi taşın altına biz koyacağız, kendimizi düzelteceğiz, bir duruşumuz oluşacak. Sadece çocuklarımız için değil, hayatımızın her aşamasında, işte, sokakta, çarşıda, pazarda, nerede olursa olsun kişiliğimizden ödün vermeyeceğiz.
***
Çocukken kendimize rol model seçeriz, genellikle erkekler babalarını örnek alırlar. Biraz büyüdükten sonra değişir, yeni insanlar tanırız ve yeni rol modelleriniz olur belki. Ama ben şimdi bakıyorum da rol modelim hep aynı kalmış çünkü benim babam “iyi bir baba, iyi bir koca, iyi bir evlat, iyi bir damat ve iyi bir insan” olmuştu her zaman.
***
Söylemek her zaman kolaydı; oturduğumuz yerden hüküm vermek, başkasını eleştirmek en çok yaptığımız hatalardan biri oldu. Kendimize dönüp bakmayı unuttuk, kendimizle hesaplaşmayı bıraktık çünkü çok zordu insanın kendini yargılaması. Nefis hep haklıydı, hep doğruyu yapan biz olduk, hatalı olan başkasıydı.
Aslında bu kadarının bile farkında olup azıcık uyanık kalabilsek nefis denen şeytanı alt edebiliriz. Uyanık kalmak için kendimize gelmeli ve silkelenmeliyiz. Bunu yapabilmek için önce karar vermeliyiz. Şöyle başlayabiliriz: Elinize bir bardak çay veya kahve alın, güzel bir müzik açın ve sorun kendinize, bunu başarabilen insanlar nasıl yapmışlar, hayatlarında neleri değiştirmişler, nelerden vazgeçmişler veya neleri eklemişler hayatlarına.
Nefsimize ağır gelen hakkımızda hayırlıdır derler, buradan başlayabiliriz aslında. Dervişliğin temel kurallarındandır, “Az ye, az uyu, az konuş, halvet et”. Bize zor gelir bunları yapmak. Şu ahir zamanda, şu kapitalist dönemde herkes her şeyi tüketmeye yönlendirilirken buna direnmek kolay değildir. Kendimize soralım nelerden vazgeçemediğimizi. Vazgeçemediğiniz her şey putlarımızdır asılında. Önce içimizdeki putları kıracağız, dünyalık neye bağlanmışsak ondan vazgeçeceğiz. Vazgeçtikçe göreceğiz; üstümüzdeki yük hafifleyecek, ağırlıklarımızdan kurtulacağız. Burada bağlandığımız her şey Allah’la aramıza biraz daha mesafe koyar. Biz ne için varız? O’na daha yakın olmak için, her ânımızda O’nu hissetmek için varız.
“Şah damarına bakmayı akıl edemeyenler, Allah’ı gökyüzünde aradılar” demiş Necip Fazıl. O bize bu kadar yakınken biz nasıl O’ndan uzak durabiliriz ve uzaklaşmak için çaba harcarız? Bunu belki bile isteye yapmıyoruz ama tersi için bir çaba göstermiyorsak aynı yere çıkarız.
Bağlarımızdan, prangalarımızdan kurtulalım, kendimize gelelim ve haliyle, tavrıyla örnek alınacak insan olalım; ahlakıyla, ilmiyle, edebiyle sayılan kul olalım.
***
İnsan küçükken birçok şeyi analiz ve idrak etme şansı bulamıyor. Mekânı cennet olsun, rahmetli dedem bizi çok severdi, biz de onu çok severdik, bize karşı hep güler yüzlüydü, hiç kızmazdı mesela, cebinde her zaman bizi mutlu edecek şeyler olurdu. Çocuklar için dedelerin her zaman yeri başkaydı.
Büyüdükçe sevgimin yanında saygım da artmaya başlamıştı çünkü yalnızca bir dede değildi; babaydı, kocaydı, amcaydı, dayıydı, abiydi veya birilerinin dostu ve arkadaşıydı. Onların dedeme gösterdiği hürmet de benim ona başka gözlerle bakmamı sağlamıştı. Yıllar geçiyor, büyüyordum, hayatın içinde kendime bir yer edinmeye, kişilik kazanmaya çalışıyordum. Beni görenler, tanıyanlar veya bir şekilde onun torunu olduğumu öğrenenler daha bir saygı gösteriyorlardı ve bu beni mutlu ediyordu. Atamla gurur duymak hoşuma gidiyordu ama beni asıl mutlu eden, dedemin örnek bir insan olmasıydı.
Dedemi tanıyanlarla sohbet ettiğimde hiç mübalağasız şu cümlelerle karşılaştım: “Cahit baba olmasaydı okuyamazdık.” “Cahit abi sayesinde bir ekmek yedik, bize vaktiyle çok iyilik yapmıştı.” “Cahit dedem zengin değildi ama etrafında iyiliğinin dokunmadığı kimseyi bırakmamıştı.”
Onu yirmi sekiz yaşındayken kaybettim ve hâlâ yerini dolduramadım.
Allah rahmet eylesin. Mekânın cennet olsun güzel insan.

Veren El
Daha dünyaya geldiğimiz anda alıp vermeyi öğreniyoruz. Hayatın can damarı ve yaşam kaynağımız olan nefesimizi bir alıp bir veriyoruz.
Paylaştıkça çoğalan tek şey sevgi denilse de gönülden gelerek, sadece Allah rızası için paylaştığın her şey çoğalır çünkü yaradan cömertlerin en cömerdidir. Sen bir verirsin, O sana bin verir. Belki burada olmasa bile ebedi hayatında mutlaka fazlasıyla verecektir karşılığını ve en kıymetlisi de odur.
Daha dünyaya geldiğimiz anda alıp vermeyi öğreniyoruz. Hayatın can damarı ve yaşam kaynağımız olan nefesimizi bir alıp bir veriyoruz. Bu bize Allah tarafından almanın ve vermenin ne kadar önemli ve kutsal olduğuna dair gösterilen bir ayet olabilir.
***
Samimi olduğum bir dostumla iş nedeniyle seyahat ederken, yol uzunluğu muhabbetin derinliğine karıştı ve söz yardımlaşmaya geldiğinde, bu arkadaşım başından geçen bir olayı aktardı.
Sevdiği ve kıymet verdiği bir büyüğünü iş yerinde ziyarete gittiğinde ona geçim derdinden dem vurmuş ve çocuklar büyüdükçe masraflarının da arttığını ve yetişmekte zorlandığını dile getirmiş. Çay faslı bitip iş yeri sahibinden izin istediğinde, adam, bir dakika, diyerek arka tarafa geçmiş ve erzak poşetini eline tutuşturmuş. Yol arkadaşımın dediğine göre, almak zorunda kaldığı bu poşet taşıdığı en ağır poşet olmuş. Allah kimseye muhtaç etmesin ve hep veren olayım, diye dua etmiş.
***
Ben vererek ve paylaşarak mutlu olan bir insanım. Bu biraz fıtratım gereği, biraz yetişme tarzım, biraz da bunun için verdiğim yoğun çaba sayesinde oldu. Önceleri maddi gücüm yoktu, insanlara emeğimle yardım etmeye çalışırdım, çarşıdan pazardan dönen yaşlı insanların poşetlerini taşırdım küçükken. Birinin evi taşınacaksa koşarak giderdim, kar yağdığı zaman dışarı çıkar yolda kalan arabaları iterdim. Arabamlayken durakta bekleyen insanları alır evlerine bırakır ve belki gideceğim yerin dışında bir sürü yer dolaşırdım ama gerçekten mutlu olurdum.
İnandığım değer, kendimizi merkeze alıp en yakınlardan başlayıp halkayı genişleterek paylaşmayı sürdürmek olmuştur her zaman.
***
Bir gün Peygamber Efendimiz’in eşinin kurban etini dağıttıktan sonra, “Bir parça da bize kaldı” demesi üzerine Resul-ü Ekrem, “Hayır, sadece dağıttıkların bize kaldı” diye yanıtlamıştır.
Böyle dünyalıktan uzak duran bir Nebi’nin ümmeti olarak ona layık olduğumuzu düşünebilir miyiz? Paylaşmak bir yana, her zaman daha fazlasını talep etmiyor muyuz? Bunu direkt söylemiyoruz ama yaşadığımız hayat bize ayna tutuyor.

“Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki, ihtiyacınızdan fazlasını.”

Ayetin ölçülerine hangimiz uyabiliyoruz? İhtiyacından fazlasını en cömerdimiz bile dağıtabiliyor mu? İhtiyaç icat etmekteyse elimize kim su dökebilir? Şart olan ikinci buzdolabı, onsuz yemek yenmeyen mutfaktaki televizyon, listenin üst sıralarında yer alan beşinci ayakkabı, özelliklerini kullanamasak da son çıkan akıllı telefon… Liste bu şekilde uzayıp giderken hayatımızı bunların peşinde koşarak geçirmeye başlıyoruz. Halbuki aldığımızın değil dağıttığımızın kıymetli olduğunu anlayabilsek, paylaşmanın tadına varıp ihtiyacımız olmayan her şeyi verirdik.
İbrahim Ethem’e Şakik-i Belhi soruyor:
“Şükür mevzuunda ne yaparsınız?”
“Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz.”
“Horasanın köpekleri de böyle yapar.”
“Ya siz ne yaparsınız?”
“Bulunca dağıtırız, bulamayınca şükrederiz.”
***
Deneyin, karşılık beklemeden yalnız Allah rızası için infak edin ve görün paylaştıkça nelerin çoğaldığını.

İncelik
Kısasa kısas, göze göz, dişe diş gibi kavramları artık daha sık kullanıyoruz, içimize sığmayan bir öfke var, her an patlamak üzere olan insanlar görüyoruz çevremizde. Oysa bize böyle öğretmediler.
Mevlana’ya atfedilen, “Her şey incelikten, insan kalınlıktan kırılır” sözü günümüzde daha derin anlamlar kazanıyor. Kibarlık, incelik, zarafet gibi kavramlar tümden unutulmaya yüz tuttu. Zaman uyanıklık, fırlamalık ve gözü açıklık zamanı olduğu için kibar, zarif ve ince insanlar parmakla gösterilir hale geldi. Hakkını aramak, bir haksızlığa itiraz etmek veya doğru olanı söylemek için tabiri caizse vahşi olmak gerekiyor; sesini yükseltmek, daha fazla bağırmak veya kavga etmek lazım toplumda var olabilmek için.
Trafikte çok sık karşılaşıyoruz bu durumla ve birbirini tanımayan insanlar birbirlerine öfke kusuyorlar. Halbuki gaza basmak yerine frene basıp yol versek, hatalıysak elimizi kaldırıp pardon diyebilsek sorunlar kolaylıkla çözülecek. Hatta bazen beden diliyle bile problemlerin önemli bir kısmı halloluyor.
***
Memleketimin suyu sert, insanı merttir derler ama işin aslına bakıldığında farklı boyutlar ortaya çıkar. Kanın ve zulmün hiç ara vermediği bu topraklarda insanlar kendilerini korumak amacıyla kabuklarına çekilip saldırgan olmuştur. Özelde güneydoğu bölgemizin ve genelde Ortadoğu’nun en büyük sıkıntısı bu olmuştur. İslam’ın bu topraklarla buluşmasıyla bereket, muhabbet, sevgi ve saygı gelmiş. O tarihlerden bize kalan mirası bazen unutup bazen görmezden de gelsek özümüzde olan kaybedilmeden yerinde durdu. İçimizde o incelik ve nezaketi besledik, gaflete düşmedik. Belki Türkçeyi güzel konuşamadık, bazı kelimeleri tam olarak telaffuz edemedik ama dilimizin döndüğü kadarıyla ve samimiyetle açtık gönüllerimizi ve sofralarımızı.
***
Kısasa kısas, göze göz, dişe diş gibi kavramları artık daha sık kullanıyoruz, içimize sığmayan bir öfke var, her an patlamak üzere olan insanlar görüyoruz çevremizde. Oysa bize böyle öğretmediler, bize tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır, insanlar konuşa konuşa anlaşır, dediler ama her güzel şeyi olduğu gibi inceliği de bir yerlerde unuttuk galiba.
Başımıza gelen her şeyde birilerini suçladık, bedelini birine ödetmek istedik ve sonuç olarak benliğimiz bizi esir aldı. İyinin, güzelin olduğu gibi kötünün, çirkinin de yaratılmışlardan olduğunu unuttuk. Kabullenmek, geri çekilmek enayilikle eş tutulduğundan, onun yerine savaşmayı seçtik.
***
Âlimlerden biri öğrencilerini alıp bir cami avlusuna gitmiş. Caminin dört duvarında dört adam oturuyormuş. Adamın biri içeri girmiş, bir tanesine bir tokat atmış, o da kalkmış adama tokat atmış. İkinciye gidip bir tokat vurunca adam sadece başını kaldırıp bakmış. Tokadı yiyen üçüncü adam başını bile kaldırıp bakmamış. Tokadı yiyen dördüncü adam kalkmış, tokat atan adamın elini öpmüş, tekrar yerine oturmuş. Talebeler bunun ne anlama geldiğini sormuşlar. Âlim yanıtlamış:
“Birinci, şeriat ehliydi, kısasa kısas uyguladı. İkinci, tarikat ehliydi, ‘Bu Allah’tan geldi’ dedi ama kimi vesile etmiş diye baktı. Üçüncü, hakikat ehliydi ki hiç başını bile kaldırmadı, ‘Yapan da yaptıranda Allah’tır’ dedi. Dördüncü, marifet ehli idi, ‘Peygamber ahlakıdır, benim için günaha girdi’ dedi adamın elini öptü.”
***
Şeriatta, “Bu senindir, bu benim”.
Tarikatta, “Hem senindir, hem benim”.
Hakikatte, “Ne senindir, ne benim”.
***
Kuran-ı Kerim’de kısasla ilgili birçok ayet vardır ve elbette kısas helal kılınmıştır, ancak ayetin sonunda, kim sabrederse onun için daha hayırlı olacağını müjdelenmiştir. Sabırlı olmak, affetmek, nezaket göstermek bize dinimizin öğrettiği temel esaslardandır ve hayatı daha anlamlı hale getirdiği de açıktır: “Eğer bir suçtan dolayı ceza verecek olursanız, size yapılan eza ve cezanın misli ile ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.”
***
Kelebek etkisi diye tabir edilen, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine yol açan ve birçok kez yaşanmış olan bir fenomenden sıkça söz edilir. Bir suya bir taş attığınızda önce küçük halkalar çıkar ve büyüyerek ilerler. İyilik ve kötülük de böyle sonuçlar doğurabilmektedir. Kendi içinde en ufak bir hareket hızla yayılabilir ve toplumsal bir olaya dönüşebilir. Bu yüzden ne yaptığımıza her zaman dikkat etmeli ve Peygamber Efendimiz’in güzel ahlakını devam ettirip ona layık bir ümmet olmalıyız.
Çiçeklerle hoş geçin, balı incitme gönül.
Bir küçük meyve için dalı incitme gönül.
Mevla verince azma, geri alınca kızma,
Tüten ocağı bozma, külü incitme gönül.
Dokunur gayretine, karışma hikmetine
Sahibi hürmetine kulu incitme gönül.
Sevmekten geri kalma,
Yapan ol, yıkan olma,
Sevene diken olma,
Gülü incitme gönül.
    Yunus Emre

SAHİBİ VAR
Gelene sevinme, gidene üzülme
Üç günlük dünya için
Kimseye gücenme.
Sabah doğan, akşam batan güneşin
Sahibi vardır, övünme.
Sen ettin, ben ettim deme
Hakkı vardır herkesin.
Yaptığını kendinden bilme,
Uçan sineğin dağdaki keçinin
Sahibi vardır, övünme.
Boyun eğerim kaderime
Kim ne derse desin
Dönüp bakmam gerime.
Yedi kat göğün, yedi kat yerin
Sahibi vardır, övünme.
    Tâbi

Sabır
Öğrendim ki, sabretmek dua etmekmiş, şükretmekmiş, haramı terk etmekmiş, helal olana sıkı sıkı sarılmakmış, vatanını sevmekmiş, her şeyden önce kendini bilmekmiş.
Çin’de bambu ağacının yetiştirilme biçimi insan için Rabbinden verilmiş güzel bir örnektir.
Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz, tohum yeniden sulanıp gübrelenir, bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda da her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir fakat inatçı tohum bu yılda da tohum vermez. Beşinci yılda da sabırla bambuya su ve gübre verilmeye devam edilir ve nihayet beşinci yılın sonunda bambu yeşermeye başlar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık yirmi yedi metre boyuna ulaşır.
Akla gelen ilk soru şudur: Çin bambu ağacı son haline altı haftada mı, beş yılda mı ulaştı? Beş yıl boyunca verilen emek, gösterilen sabır bambunun toprağın altında olgunlaşmasına ve bir anda yirmi yedi metreye kadar büyüyebilmesi için gereken alt yapıyı oluşturmasına yardımcı oldu.
Allah dünyayı nasıl altı günde yarattıysa, insan nasıl dokuz ay anne karnında geliştikten sonra dünyaya geliyorsa, diğer her şey de belirli bir süre içinde olgunlaşıp gelişiyor. Allah istese istediği şey ânında olabilir, “Kün fe yekün”, ol der ve olur ama burada insana sabır denen kavramı öğretmeyi dilemiştir. Sabretmek sadece olaylar karşısında durup beklemek değildir, olayların gelişimi sırasında üzerine düşen görevleri yapmak sabretmenin bir parçasıdır. Bambuda olduğu gibi sadece tohumu ekip beş yıl beklemek değil, beş yıl boyunca sulayıp, gübrelemek gerekiyor, usanmadan, şikâyet etmeden, belki de hiç olmayacağını bilerek sadece umut etmek bile bu işin bir parçası. Sabretmek dünyanın yaratılmasında, insanın doğup büyümesinden ölümüne kadar geçen sürede her zaman karşımıza çıkan bir kavramdır ve zamanında gösterilmeyen sabır daha sonra bir önem ve kıymet teşkil etmemektedir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69489313?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Hal-i Sükut Kerem Nakişci
Hal-i Sükut

Kerem Nakişci

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Sessizliğin sesini dinliyorum, Bakarken penceremden, uzaklara. Bir şeyler anlatıyor insana Kulakla değil, kalple duyana. Sessizliğin sesini dinliyorum, Dalmışım derinlere. Bir mesaj var hissedene Gözle değil, gönülden görene. Sessizliğin sesini dinliyorum, Kalabalığın ortasında. Bir kelebeğin kanatlarında, Ya da bir karıncanın tıkırtısında. Kelebek kanatlarının şarkısını duyanlara, dinleyenlere ve o şarkıyı söyleyenlere…

  • Добавить отзыв