Düz Yokuşun Sakİnlerİ

Düz Yokuşun Sakİnlerİ
Berin Aral
“Göbeğim büyümüş iyice. Her şeyi karnımda toplamışım. Bütün o özlediklerim, özendiklerim. Bıktıklarım, biriktirdiklerim. Hepsi dert olmuş. Karnımda. Perdenin arkasından sokağa bakıyorum. Dışarda gürül gürül akan bir dünya, bensiz. Herkes bir yerlere gidiyor. Telefonlar ellerinde. Ya konuşuyor, ya mesaj yazıyor ya da fotoğraf çekiyorlar. İnsanları var. Ben evde tek başıma.”Hayatın yokuşu kaderdendir. Kimine düz, dertsiz olan sokak kimine alabildiğine dik bir yokuştur. Gözünü yokuşun başına dikmezsin, başını eğersin yıldırmasın diye, dayanabildiğim kadar dayanayım diye, gücüm yettiğince sürdürebileyim diye, başını eğer, katlanmanın bir yolunu ararsın. En çok biriktiren, en çok gölgelerine, gölgelere sığınanların… Kulaklarına fısıldanan sesleri en çok duyan, içlerinde biriken zehri farkına varmadan ekip biçenlerin hikâyeleri… İçe dönük, hayatlarının kıyılarında kalmış, bırakılmış, yaralı, yaralarını kimseye göstermeyen hüzünlü kadınların hikâyeleri. Belleri bükülürken gölgelerinin biriktirdiği karanlık yanlarını taptaze taşıyanların…

Berin Aral
Düz Yokuşun Sakinleri

Berin Aral

Unutmadığım ilk film ‘Dönüş’tü.
İlk defa Adana’da şimşeklerle yağan yağmurlara ve gök gürültüsüne bağlandım.
İlk okuduğum büyüleyici kitap ‘Pal Sokağı Çocukları’ydı.
Hemen sonra okuduğum en şahane roman ‘Don Quijote’ idi.
Kendi başıma planladığım ilk yolculuk Viyana’ydı.
Satın aldığım ilk plak Nina Simon’undu.
Yazdığım ilk şey kendi kendime kederlenmelerimdi.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü’nü 1988’de bitirdim. Sonrasında hep sevdiğim işler yaptım, annelik de buna dâhil. Çocuklarım Can ve Billur doğduğundan beridir hayat daha anlamlı ve sevecen.
Son yıllarda öykü ve roman çalışıyorum, en sevdiğim iş bu oldu.
Sâye, Farsça gölge demek.
‘Sâyende’, senin gölgen yardımıyla anlamına gelen çok ince bir teşekkür.
Hayat, gölgesinde huzur bulduğumuz insanlarla güzel.


Canlı Gölgeler

Ön-Söz
Derin bir iç geçirdim, kafamda dönüp duran fikri bir türlü yazamıyorum. Teslim zamanı gelmiş geçmiş, kafamda beliren fikir bir türlü yeşermemiş. Canım sıkkın, kalkıp kendime kahve yaptım. Henüz sabahın altısı. Güneş yeni doğmuş, şehrin bir kısmını ışıklandırmışken, balkondaki masaya oturdum. Bizim ev ışıklı taraftaydı. Yok bunu metafor olsun diye düşünmedim. Hakikaten öyle. Öğlene kadar aldığımız güneşin haddi hesabı yok. Martılar uykusuzluk çekiyor, uyuyanlara da sinir oluyorlar.
Kahvemden koca bir yudum alıp kafamı toplamalıyım. En kolay gelen en zormuş kardeşim. Sanki zihnimde bir bulut var, sözcükler orada salınıp duruyor. Bir türlü istediğim gibi sıralayamıyorum. Kafamın içinde bir ses, yapamazsın, diyor, sen kimsin ki…
Tanıdık bir ses ama bir türlü tanıyamıyorum, kimin bu ses, kimin… Yapamazsın, şimdiye kadar yazdıklarına hayret ediyorum, diyor. Bak iki hafta geçti bile, iki satır şeyi yazamadın. Olmuyor. Sen anca kahve iç, yemek yap, ev topla, diyor. Uslu uslu dinliyorum. Kim bu içimdeki sabotajcı, kulağıma umutsuzluk fısıldayan?
Yazdığım hikâyelerdeki kadınlar mı? Ben kadınları yazmadım ki…
Ben gölgede yaşayanları yazdım. Gölgede gönüllü yaşayanları, gölgede bırakılanları, gölgede olduğu fark edilmeyenleri yazmadım mı ben?
Türlü hayatlar yaşayan insanları, yaşarken biriktirdikleri travmaları, bir türlü gerçekleşemeyen hayalleri, kuşkuları, hevesleri, planları yazmadım mı…
Belleri bükülürken gölgelerinin biriktirdiği karanlık yanlarını taptaze taşıyanları…
Çoğu kadın, belki de bu yüzden… En çok biriktiren, en çok gölgelerine, gölgelere sığınan…
Kulaklarına fısıldayan sesleri en çok duyan, içlerinde biriken zehri farkına varmadan ekip biçenler…
Benim içimdeki ses de yapamazsın, diyor. Yaptırmayacağım, diyor.
Sesler çoğalıyor mu yoksa biz yaşlanırken? Daha çok duyup daha çok dinlediğimiz o sesler korosuna sıkı sıkı tutunuyor muyuz, öyle olmak kolayımıza mı geliyor? Kolay mı hakikaten? O seslerle biriken tortular peki, bizi biz yapan her şeyin asıl parçası değil mi o tortular. Birikir katman katman. Hayatımız gelip geçerken, kalabalıklar içindeki yalnızlığımız deniz derya olur.
Sabahın bu erken saatinde, güneş henüz doğarken kahvemden bir yudum daha aldım. Kulağımdaki sese döndüm. Susmadı, susmayacak biliyorum, anlat, dedim, daha çok anlat, dinliyorum… İnsan dediğin kocaman bir yelkenli…

Kaporta
Kaportası parçalanmış arabadan çıktım. Bacaklarım titriyor. Savrulan arabayı önce sağ arkadan vurdum. Vurunca frene yüklendim, direksiyonu kırdım. Kırınca bir daha savruldum. Yol kenarındaki korunaklara dümdüz girdim. Küfür gibi. Hava yastığının açılmamasına şaşırdım. Açılmadı. Gümleme sesi sırasında arkamdan araba gelirse bir de o çarparsa sıçtık diye düşünüyordum, hatırlıyorum. Gelmedi. Hatta ben bacaklarım titreyerek indikten sonra da gelmedi. Yola düşen plakayı aldım arabanın içine attım. Mühim bir parça, sonra hangi arabayı vurdunuz deseler plakasız olanı mı diyecektim. Olmaz öyle şey. Birileri, nereden çıkıp geldiğini anlamadığım birileri motorundan duman tüten aracıma yakın bir yere kuka koydular. Minnet duydum. Virajdan aşağı hızla inenleri de beni de korumak lazım. Allah razı olsun. Kendimi yokladım, boynumu, başımı, yok bir şey. Bir tek bacaklarımın titremesi geçmiyor. Dörtlüleri yanıp sönen arabaya girdim oturdum. Motoru çalıştırdım, çalıştı. Sevindim. Ama vites geçmedi. Niyetim, az ilerdeki köprünün altına doğru çekmekti aracı, olmadı. Motor hırıltılarla çalıştı ama vitese bir şey olmuş, anlamadım. Oturduğum yerden içeriye doğru baktım. Çantamdan fırlamış su şişesi ve ağrı kesici kutusunu gördüm. Uzanıp aldım. İçinden bir tane alıp içtim. Bagajdaki yumurtalar geldi aklıma. Kırılmışlar mıdır acaba, iyi ki süt şişesi yoktu. Patlayıp akarsa kokusu imkânsız çıkmaz. Başıma gelmişti. İki yıl önce Bodrum’da marketten alıp arka koltuğa koyduğum şişe kendiliğinden patlamıştı. Torbanın içindeydi Allahtan, çoğu torbaya dökülmüş, kenara çekip çöpe atmıştım. Eve dönünce dökülenleri silip temizleyip olayı unutmuştum. Ertesi gün arabaya bindiğimde bir koku, bir koku anlatamam. Hayvan ölüsü gibi. Anladım sütten, arabayı tekrar park yerine çekip diplere kadar sirkeli sularla silip temizledimdi, olmadığı gibi daha da beter oldu. Sorup soruşturdum, araba sattırır, dediler. Çıkmaz o koku, her yeri de kurtlandırır üstüne, dediler. Bende şafak attı. Tam bayram üstü. Bodrum’un en iyi araba yıkamacısını bulup gittiydim o zaman, arabayı bırak git abla, her tarafını sökeriz, dedi saçı sakalından az olan tamirci. Kolları bütün dövmeli. Başka türlü olmaz mı dediğimde şoför koltuğunu söktüler altı vıngır vıngır kurtlanmış… İçimden yükselen öğürtüyü bastırmak için geriye attıydım kendimi. Bir yandan da nasıl utanıyorum adamlardan. Kadın şoför diyecekler, hem salak gibi süt döküyor hem de içi bulanıyor. Derin bir nefes alıp, sökün, dedim. Ne olacaksa en iyisi olsun. Bayramda veremeyiz, bugün sökeriz, yıkar ilaçlarız. Sonra dükkânı kapatacağız zaten. İlaçla bekler üç beş gün. Sonra bir daha ilaçlar, yıkarız. Halılar da değişecek tabii, demişti tarz tamirci. Boynumu eğip razı olmuştum. Gene de olmazsa yapacak bir şey yok, demişti adam. Bir taksi çevirip dönmüştüm eve, annemler, ablamlar, ev dolu. Hepsi tatile gelmiş. Ama araba yok, iyi mi? Gözüm süt görsün istemiyorum, ne süt ne yoğurt. Burnumda o kokuyla geçtiydi o hafta. Bir hafta sonra gelmişti tertemiz, canı sağ olsundu tamircinin, epey de para ödediydim. Şimdi burada olsaydı bu halini de adam eder miydi acaba?
Tekrar çıktım arabadan. Soğuk dışarısı, kar yağıyor hafiften. Kabanımın kapüşonunu taktım ama bir işe yaramadı. İçim üşüyor. Geçen her araba yavaşlayıp bize bakıyor. Bana ve arabaya. Gözlerinde görüyorum o ifadeyi, ha kadın şoförmüş, diyorlar. Ben, demek istiyorum on beş yıldır araba kullanıyorum, bir kere süt kırdım sadece, vallahi başka kazam yok, demek istiyorum. O bakışlardan anlıyorum, inanmayacaklar bana. Sinirleniyorum. Geçenlerin kimi, iyi ki benim başıma gelmedi, çok şükür, diyor kimi de benim başıma gelmez kardeşim, içkili midir nedir, diyor. Biliyorum. Ben de böyle bakmış, ben de böyle düşünmüştüm kaza gördüğüm zamanlarda. Al işte, oluyormuş, yaşanıyormuş. Her şey insan içinmiş. Burnuma o bozuk süt kokusu gelir gibi oluyor bir an, içim bulanıyor. Yok, değil ama. Kırık yumurta varsa var. Telefonumu arıyorum, bulamıyorum. Nerede bu, bakıyorum da görmüyor muyum nedir. Buz gibi olmuş parmaklarımla şakaklarımı ovuyorum. Şifalı eller. Kendine faydası olmayan eller. Biraz daha su içiyorum. Sağ taraftaki yaya yoluna çıkıyorum. Gelenler hızlı geliyor, önce kukayı sonra da arabayı görene kadar kesmiyorlar hızlarını. Ne olur ne olmaz deyip elime plakayı da alıp kaldırıma çıkıyorum. Çevre yolunda kaldırım olması şaşırtıyor beni. Belki de benim gibiler için yapıyorlar buraları. Süt döken kadın şoförler için. Elimde plaka, çantamı karıştırıyorum telefonu bulma umuduyla. Öykü kitabının arasına sıkışmış, buluyorum. Çalışıyor sorun yok. Annemi aramıyorum; şimdi tansiyondu şekerdi. Kafam durmuş. Telefon elimde bakınıyorum. 155’i arasam. Ay ne diyeceğim, ben kaza yaptım, gelin beni alın mı diyeceğim. Evet aslında gayet mantıklı. Arıyorum, meşgul. Aklıma Murat eniştem geliyor, arıyorum meşgul. Boş geçen bir taksiye el etmek geçiyor içimden, arabayı bırak git, zaten pert olmuş, kırık yumurtalar var ama bagajda. Kırıldılar mı, yağ var, mandalina, kereviz, bir de makarna. Onları da alsam mı? El ettiğim taksi de durmuyor.
Vızır vızır geçen arabalardan korkuyorum. Arabamın yanına gidemiyorum. O öylece kırık dökük yatıyor orada. Aha vay be, arabayla bağ kurmuşum haberim yok, bunun erkeklere özgü bir şey olduğunu düşünürdüm. Çok taşıdı bu zavallım beni, getirdi götürdü. Ne yollar gittik beraber. Yol boyu alışverişle doldurup arabayı, eşşek gibi yükleyip ne çok seyahat ettik. Ablamların torunlarını az uyutmadık arkada, arka koltuk boşluklarına yastık yığıp bebeleri uyuturduk. Uludağ’ a gitmiştik bir sefer kızlarla, lastiklere zincir takmıştık da yolda kayanlara geri zekâlılar demiş, gülmüştük. İncecik yağan kar tanelerinin altında, yola dökülen far lambalarının parçaları kırmızı kırmızı parlıyor. Alsam, bir kenara koysam mı acaba, aman yok ya, bırak kalsın. Zaten takılacak yeri yok. Köprünün altına doğru yürüyorum yavaş yavaş. Bir yandan Murat enişteyi yeniden arıyorum. Çalıyor bu sefer, uzun uzun çaldırıyorum. Kesin toplantıda, telefonu sessize almış. Arar az sonra. Elli kişiyi de arayıp ortalığı ayağa kaldırmayalım. Panikli kadınlar gibi. Bir sigara yakarım şimdi, kafam yerine gelir. Köprünün altında sırtımı duvara dayayıp duruyorum, yukardan geçen araçların gürültüsü uğulduyor kulaklarımda. Yürüdükçe titremem geçti. Sağ taraftaki duvarlara poşetlerle çiçekler ekmişler, ekmemişler de katman katman yerleştirmişler. Yerler su içinde, Fikirtepe inşaatlarından çamur akmış yola, bastıkça daha çamur. Çiçeklere bakıyorum. Solmuşlar. Dönüp arabaya baktığımda polis arabasını görüyorum. A benim yürümemi mi beklemiş bunlar, kim aradı acaba, yoldan geçen biri mi, yoksa böyle bir tespit sistemi mi var? O tarafa doğru seğirtiyorum. Bayağı da yürümüşüm fark etmeden. Salak salak yürümüşüm, sanki sahil yoluna yürüyüşe çıkmışım. Hiç akıl yok bende. Kafam nasıl dağıldıysa, ya da nasıl dağınıksa. Polise doğru yürürken kazayı nasıl yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum. Bir daha baştan gözden geçiriyorum. Lastik patlamamıştı, yok. Direksiyonu kaybettiğimi hatırlıyorum, bir an. Sonra frene yüklendim. Bir değil iki kere gümledim. Sağ bacağım ağrıyor biraz. Yanlamasına bir sancı, boydan boya. Sanki sopayla vurmuşlar gibi. Adrenalin birikince böyle katılaştırır, ağrı yaparmış bir yerde okumuştum. Ondan sanırım. Ayağımdaki topuklu botlar olmasaydı iyiydi, topuk mu takıldı acaba pedala. Bilemedim şimdi. Polisi gördüğüme sevindim ama, çekiciyi de hallederler şimdi. Burnum sızladı. Ağlayasım geldi. Gözlerimi kırpıştırdım birkaç kez, kaza yapan ağlak kadın olmak da istemem. Kaza yapan kadın olmak zaten damgalıyor insanı. Ağrı artıyor yürüdükçe, bacağımı çekerek yürüyorum. Benden yana bakıyorlar, el sallıyorum. Bir dakika geliyorum, diyorum elimle. Eli kolu oynuyor, bir şeyler söylüyor bana doğru, duyamıyorum. Yürüyorum. Koca bir beton mikseri geçiyor yanımdan, ürküp geriye doğru sıçrıyorum. Yerleri titreterek geçip gidiyor yanımdan. Telefonum çalmış, duymamışım, hay Allah. Arayan annem. Aman iyi ki duymamışım. Mesaj atmak geldi aklıma, niye daha önce düşünmedim ki ben bunu. Ablama yazarım. Merak etmeyin, ben iyiyim, araba sizlere ömür. Yok böyle yazılmaz, sil yeniden yaz. Merak etmeyin iyiyim, bir kaza geçirdim. Murat eniştemi aradım, bulamadım. Trafik geldi, çekici de gelince eve dönerim. Yok eve gitmem de size gelirim. Annem korkar şimdi, evham yapar. Yazdım, gönderdim. Vııjt gitti. Başımı kaldırıp kaza yerine baktığımda memurların arabaya binip gittiğini gördüm, a nasıl olur ya, insan bir nasılsın kardeşim diye sormaz mı? Benim vergilerimle yaşıyorsunuz siz, ne hemen öyle ateş almış gibi kaçıp gittiniz? Geliyorum dedim ya işte. Vatandaş zor durumdayken, hayret bir şey… Azıcık sesimizi çıkarsak yığarsınız ekipleri, kaza yapınca kimse yok, oh ne güzel. Durun bile diyemedim. Benim kaza yaptığımı mı anlamadılar acaba, arabanın benim olduğunu mu anlamadılar, olabilir. Tabii, kesin öyle. Kim arabasını oracıkta bırakır da yürüyüşe çıkar. Ben tabii. Yürüdükçe arttı karın yağışı, yerler bir karış kar. Rüzgârda savrularak yürüyorum, alçak sürünme gibi bir şey yaptığım, beş dakikada geldiğim yol uzadıkça uzadı. Kürklü kapüşonumun arasından arabaya doğru bakıyorum, göremiyorum, biri mi çekti, götürdü. Ama az önce buradaydı, şimdi yok… Tekrar belirdi, işte orada. Birileri eğilmiş içeriye, ambulansın mavi lambası cayır cayır dönüyor tepesinde, birini çıkarıyorlar arabadan, kim o, kim…

Gülmese
Ne güzel gülüyor annem, güzel mi gülüyor, gülüyor bir de… İri kahverengi gözleri gülerken kısılıyor. Gözlerinin kenarındaki kırışıklıklar gülmekten mi…
Ellerini saçlarına götürüyor, iri dalgaları kulağının arkasına sığdırmaya çalışıyor. Dalgalar o daha iterken eski yerine düşüyor. Aldırmıyor.
Üzerinde tek tük çillerin olduğu elleri ince, ince ama boğumları kalın. Tuhaf. Tırnakları kırmızı boyalı. Kırmızı olmazsa lacivert. Bir keresinde sarı sürdürmüştü, nedense. Kahverengi ellere sarı oje. Solaryumseven.
Kemerli burnu küçük. Hafif kemerli. Alnı geniş ve aydınlık. Dudakları dolgun, tıpkı göğüsleri gibi.
Zayıf ama sıska değil. Hatta kalçası biraz geniş. Orta boylu, bacakları uzun.
Bakışları, kime baktığına bağlı. Bana değil. Hiç değil.
Aramızda on sekiz yaş var.
Liseyi bitirmeden doğurmuş beni. Salak. Akıllı aslında.
Yeniden gülüyor. Gözlerinin kenarında kırışıklıklar.
Yeter artık, gülüp durma.
Bana bakmıyor, duymamış gibi. Kulakları bütün küpe. Delik deşik. Burnunda hızma. Kaşına da piercing yaptıracaktı bir ara. Kendisi gibi bir arkadaşı var, Seda, o yaptırmış. O yaptırınca bu da heveslendi. İskele sokaktaki dövmeci bunların arkadaşı, gide gele. Boynu bütün dövmeli tuhaf, sakallı adam. Jef diyor bunlar, vazgeçirmiş. Onun yerine üç yüz dolara salıncakta sallanan kızın dövmesini yapmış koluna. Sallanan kızın elinde rengârenk balonlar. Hiç uzun kollu giymedi annem o sıra. Soğuktu. Herkes görsün, sorsun, beğensin istedi. Öyle oldu tabii. Hikâye kurdu üstüne. Kendi çocukluğuymuş, elinde balonlarla salıncağa binermiş, babası ona taparmış. Yalan. Piercing yerine salıncaklı kız modası oysa. Ama hikâye anlatmakta başarılı bizimki. Ballandıra ballandıra. Dedemi bilmesem ben bile… İnek gibi yatan bir adam. Fosur fosur sigara içen. O divandan kalkmaya üşenen. Tepsiyle önüne gelen yemekleri yalamadan yutan. O benim dedem. Dede. Anlamlı bir sözcük bile değil. Aynı hecenin üst üste tekrarı. O kadar.
Bembeyaz dişleri parlıyor gülerken. En çok dışarda. Ben evde görünmezim. Sokakta uydusu.
Nereden bulduysa burayı, işletmesini alacakmış. Reks sinemasının yan sokağında dört katlı bir yer.
Heyecanla konuşuyorlar. Ben çıt çıkarmıyorum. Üstüme bol gelen siyah kazağımın eteklerine ellerimi sarıp oturuyorum.
Tombul ellerim siyah kazağın içinde kayboluyor. Annem yan gözle ellerime bakıyor. Beğenmediği şeyleri hemen görür. O kocaman kahverengi gözlerden sinyal gönderir.
Yapma şunu, düzgün otur.
Sinyali çakınca benim anlayacağımdan emin. Kemirilmiş tırnaklarıma bakmaya başlıyorum bu sefer. Ben daha bakarken ayağının ucuyla itiyor ayağımı. Spor ayakkabımın ucuna basıyor. Ayakkabıları sivri topuk. Yavaşça çekiyorum kendimi. İçime doğru. Siyah kazağımın içine doğru bükülüyorum. Onun rahatladığını görüyorum.
Yeniden gülüyor. Rahat. Birinci kat kafe, ikinci kat oyun salonu, üçüncü kat oyun salonu, son kat yine kafe. Teras çünkü. Sigara meselesi çözülmüş olur. Sonra düşünüp değiştiriyorlar. Birinci kat pilavcı olsun. Oyuna gelen gençler acıkınca başka yere gitmesin. Yanında körili tavuk, kavurma, nohut, bir de bol salata. Vejetaryen genç çok. Planlar hep gençler üzerinden ama ben dahil değilim.
Devredecek adamın gözü annemin göğüs çatalında, annem eğildikçe adam neşeleniyor. Kül tablasını biraz daha uzağa çekiyor. Ona doğru uzansın istiyor. Başta bana baktı şöyle bir. Baktı annem bana bakmıyor, o da ilgilenmedi bir daha. Yalandan, küçük hanıma da bir latte getir, dedi kılkuyruk garsona. Annem çay içer, demli, büyük bardakta. Rakı da sever. Türkü barlara da gider rock barlara da. Ben evde otururum. Annem benim yerime de gezer.
Teknesi varmış adamın, annem nasıl mutlu, ışıldıyor. Hem işi olacak, hem sevgilisi, hem teknesi.
Adama şakıyor adeta. Adamın, kızı olduğumu öğrendiğindeki şaşkınlığı annemi güldürüyor. Sigara sarıyor o ara. Sarma sigara havalı ama aslında ucuz. O kadar çok içiyor ki sigarayı, çay hep eşlikçi. O dişler nasıl öyle beyaz ben bile şaşırıyorum. Adam, üstünde can çekişen çocuğun olduğu sigara paketini koyuyor masaya. Çocuğun ağzında solunum cihazı. Bebek daha. Annem paketi görmezden geliyor. Onun tabakasının üstünde Che Guevera var. Beresi yıldızlı.
Masaya biralar geliyor. Ne ara çaydan biraya geçtiler ben bile kaçırdım. Köpüklü biralar konuyor buzlu bardağa. Annemin kolları çıplak. Balonlar uçuşuyor kırmızı mavi.
Garsonları değiştirelim diyor annem, yakışıklıları alalım ne de olsa kızlar daha çok geliyor kafeye, oğlanlar Playstationcu. Onlar aldırmaz. Bir de iri bir adam. Ne olur ne olmaz, arıza çıkaran olursa müdahalesi kolay olur, diyor. Her şeyi biliyor.
Adam şaşalıyor. Yakışıklı değil çünkü. Bozuluyor biraz. Annem hemen fark ediyor. Bütün salaklar, işsizler yakışıklı, diyor. Üç kuruş paraya çalışırlar senin emrinde, diyor. Adam arkasına yaslanıp anneme bakıyor. Devretmekten vazgeçti, ortaklık konuşuluyor.
Adam evli, iki kızı varmış. Ayrı yaşamaya başlayalı bir yıl olmuş, ne güzel. Annem bayılır. Mutsuz adamları sever. Fenerbahçe’deki evine hafta sonları kızları gelirmiş. Tanısa annem de severmiş. Kızlar annelerine benzemezmiş.
Bana ilişiyor gözleri, senden birkaç yaş küçükler diyor, ablalık yaparsın. Rolüm belli oldu işte.
Annem hafta sonunu teknede geçirmeyi planlamıştır çoktan. Bensiz, kızlarsız.
Kulaklığımı takıyorum, bundan sonrasını duymak istemiyorum. Pink Floyd dinliyorum. Camdan dışarıya bakıyorum. Bir çift kumru gelip konuyor pencerenin kenarına. Yalnızca ben görüyorum. Canavar gibi bir martı pike yapıyor üstlerine. Martının gözleri kıpkırmızı. Pencere kenarında oturan birkaç şortlu kız heyecanla bağrışıyor. Telefonlar çıkıyor, videolar çekiliyor. Alt tarafı martı, mucize değil. Annem yanlarına gidip martının adı Jonathın diyor. Kızlara Martı’nın hikâyesini anlatıyor. Kızlar hayran dinliyor. Adam hayran, anneme bakıyor. Foto çekiliyor, annemle kızlar yanak yanağa. Martı fonda. Annem masaya döndüğünde adam annemi alkışlıyor. İşletmeci dediğin böyle olur, diyor. Gençleri iyi anlıyorsunuz, diyor. Annem duralıyor. Bir şey söyleyecek gibi oluyor, gözü bana ilişince vazgeçiyor.
Ben de gencim şekerim, diyecekti ben biliyorum. Demiyor.
Adam bir ara masadan kalktığında annem kolumu tutup sıkıyor. Kulaklığımı işaret ediyor. Çıkarıyorum. Ben biraz daha buradayım, sen istiyorsan eve git, diyor. İstemiyor artık uydusunu. Siyah kazağımı, siyah kotumu, siyah boyadığım gözlerimi, belimden taşan kilolarımı istemiyor.
Gecikirim, sen beni bekleme, takıl, diyor. Takıl.
Ben bu adamla sabahlayacağım diyor gözleri. O benimkileri okumayı bilmiyor ama ben onun içini okumayı biliyorum. İçimden bir ateş yükseliyor. Dudaklarımı sıkı sıkı kapatıyorum. Tek kelime etmeden kalkıyorum. Merdivenlere doğru giderken adamla karşılaşıyorum.
Oo kalktınız mı, akşam yemeğe gidecektik ama, diyor. Gözlerindeki belirgin açlığa bakıyorum. O da bir bana bir anneme bakıyor. Bir şey söyleyeceğimi zannediyor. Söylemiyorum. Adamı arkamda bırakıp hızlı hızlı iniyorum merdivenlerden. Adamın rahatladığına eminim. Sorunlu kız da gitti, manita ona kaldı.
Kafenin pilavcı olacak ilk katından kendimi sokağa atıyorum. Arkamdan gülen sesi geliyor sanki kulağıma, annemin.
Kalabalığa karışıyorum.
Buraya her geldiğimde yaptığım şeyi yapıp önce plakçıya gidiyorum. Para biriktiriyorum. Pikap aldığımda alacağım ilk plak da belli. Seçtim çoktan. Patti Smith’ten Set Me Free…
Yüzümde akşam güneşinin izleri, ağlayacak ne var ki…
Kalabalığın ortasında kaybolmaktan memnun, yürüyorum. Oysa bir yandan kalbimde bir sıkıntı. Gün bitiyor, ondandır diyorum kendime, gün bitiyor. Önümüzdeki ay sınav var. Sınava bir ay var. Ankara, olmadı İzmir, olmadı Eskişehir. Buradan uzakta. Bana alınmış gibi yapılan, bana iki beden küçük mini eteklerden uzakta…
Yıkanmaktan siyahlığı bozulmuş kazaklara eğer bakarsa, gözlerini devirenden uzakta.
Sabah gelip boynundaki morluklarla kendini yatağa atandan uzakta…
Hep kendi sevdiği yemekleri yapandan uzakta…
Ben hep sevilen oldum, hep sevildim, bu hayattaki en muazzam şey, diyenden uzakta…
Minibüste cam kenarına oturdum. Başımı cama dayadım. Canım müzik dinlemek de istemiyor. Hava sıcak. İçerisi kalabalık. Biraz ayak, biraz ter, biraz da mutsuzluk kokuyor içerisi. Minibüse inip binen insanlara bakamıyorum. Karanlık, kavruk yüzleri gülmüyor. Gülseler bir dert gülmeseler bir dert. Başımı çevirip cama doğru hohluyorum. Nefesim cama yapışıyor. Camdaki buğuyu elimle karalıyorum. Buğudan yaşlar akıyor. Sonra bir kere daha hohluyorum. Kocaman bir nefes kirli camda solarken ben minibüsten iniyorum. Yaşadığıma dair kalan o iz çoktan kaybolmuştur bile. İçimdeki sıkıntı ağırlaşıyor. Tam önünde durduğum apartmanın dördüncü katına bakıyorum. Bir zamanlar babamın baktığı yerden, bana el salladığı yerden. Annemle o henüz benim yaşımdayken taşındıkları ev. O da pencereye buğu bırakmış mıydı acaba, bana ondan bir anı gibi kalan, ânında uçup giden. Ev boş. Ben eve girdiğimde doğru odama gideceğim. Başucu lambamı yakıp kitabımı okurken sokaktan bizim eve bakanlar karanlık pencereleri görecek. Birkaç ay sonra ben yokken bu karanlık sıradan bir karanlık olacak.
Kulaklığımı taktım. The Hoosiers’t-ın The Trickt to Life çalıyordu.

Uğurlu Sokak
Uğurlu sokak. No kırk bir. Cebeci, Ankara. Sabahın bu saati o kadar karanlık ki hiç aydınlanmayacak gibi duruyor. Gökyüzü dumanlı ve yağmurlu. Cebimdeki anahtarlığı şıkırdatıyorum. Ucunda nazarlık olan anahtar. Dış kapı, iç kapı, yazlığın anahtarı hepsi bir arada duruyor. Hava buz gibi. Anahtarlık elimi yakıyor. Teyzeme dönüp bakıyorum. Saçları sıkı sıkı ensesinde toplanmış, o kadar saat yolculuktan sonra üstü başı pırıl pırıl. Hükümet kadın iki. Peşimde sadece onun ortopedik ayakkabılarının tıkırtısı var. Kapının önünde durdum. Bedriye Hanım apartmanı. Bedriye Hanım. Teyzem sessiz, beni bekliyor. Yukarıya doğru baktım, birkaç evdeki soluk ışık perdelerin arasından dışarıya sızıyor. Aydınlatacak kadar değil ama, sadece sızacak kadar. Anahtarı çevirdim, takıldığı bir yer vardı hatırlıyorum. Kilitte bir yere gelince iteleyip iki ileri bir geri çevirmek gerekir. İtince ağır kapıyı gıcırdar zannettim, gıcırdamadı. Çok eski oysa. Ben gittiğimden beri. Işık yanınca apartmanın dar merdivenleri aydınlandı. Hem dar hem geniş. Bir kat çık, vardım sanırsın ama yok, iki kat çıkman gerekir. Evler yüksek tavanlı. Ferah. Dördüncü kat. Birkaç yıl önce taktırdığımız çelik kapı. Üzerinde Bedriye Çağ yazan. Bedriye Hanım. Fizik öğretmeni. Doksan dokuz yaşında. İdi. Girince ilaç kokusu çarpıyor insanın yüzüne önce, arkasından belki sadece benim duyacağım parfüm kokusu. Parfümü kokuyor diyor teyzem, şaşırarak ona bakıyorum. Varlığını unutmuştum. Hem unutmama hem de o kokuyu yalnız almama izin vermez. Hükümetten izinsiz bir şey yapılmaz bu evde. Bedriye Hanım ilk hükümet, teyzem ikinci. Geçit yok. O özel sandığım şeylerin bana özel olmadığını erken anlamıştım zaten. Elimdeki bavulu eski odama sürüklüyorum fark etmeden, teyzem peşimde, tabii çünkü onun da odası orası. Eski kitaplığım, kitaplarım, dolabım ve çalışma masam. Terliklerim bile duruyor. Dikiş yüzüğü koleksiyonum. Kitap ayraçlarım bir kupanın içinde. Şimdi dolabı açsam kutu kutu çocukluğumun izleri. Bir kutuda karnelerim, takdir belgelerim, bir kutuda fotoğraflarım, bir kutuda gazetede çıkan haberlerim. Biliyorum çünkü Bedriye Hanım her geldiğimde törenle kutuları açar, içindekileri tarih sırasına göre anlatırdı. Anlatırdı. Sanki başkasıymışım gibi. Geçmiş zamanlarıma hâkim olma hevesi hiç bitmedi. Teyzem yatağının üstüne koyduğu el çantasını boşaltmaya başladı. İpekli bir torbaya konmuş iç çamaşırları, triko kazakları, bir pantolon ve bir kalem etek. Kazakların takımı hırkalar. Makyaj çantası. Onu odada bırakıp çıktım. Peşimden seslendi. Bir çay koyarsın artık. Bedriye Hanım olsa kızardı. Çeviri cümlesi gibi ne bu, çay koyar mısın, demelisin, derdi. Koyarım, ikisi de uyar bana. Işığı yakıp girdim mutfağa, duvardaki tabak raflarında melamin tabaklar. Porselenler büfede. Çay makinesi masanın üstünde, çay nerede? Kavanoz her zamanki yerinde değil, hayret. Bakıcı kız az biraz da olsa kendi izini bırakabilmiş. Ben hiç yapamadım. Sayarak beş kaşık çay attım. Teyzem demli sever, demi de ilk on beş dakikada sever. Çay eskiyince içmez. Tazeyken. Kendime Türk kahvesi yaptım, makineye bolca kahve koydum, duble kahve içmeliyim, anca. Kahve makinesine baktım, eskimiş. Sever kahveyi, severdi yani. Çay fokurdayınca demleyip çıkıyorum. Salona, pencere kenarındaki koltuğa bakıyorum gidip. Eprimiş kumaşı şal desenli. Boş. Çok acayip. Boşluktan kurtarıp kendimi kristal bardakların, kadehlerin, gümüş gondolların durduğu büfeye bakıyorum. Kapaklı alt dolapta porselen tabaklar var. Hepsi bana yük. Bedriye Hanım ne vermeyi severdi ne de kullanmayı. Biriktir dur. Arada aç bak. Tozunu al, parlat, yerine koy. Dışarda gün ağarıyor. Puslu hava yeni başlayan yağmuru gizliyor. Duvarda Bedriye Hanım’la babamın düğün fotoğrafı. Babam nasıl da yakışıklı. Asker üniforması içinde nasıl da gururlu bir Türk subayı. Bedriye Hanım, Eyy Bedriye Hanım dünya size de kalmadı. Babam gideceğine, önden sen gideydin hepimiz rahat ederdik. İyiler erken gidiyor işte. Üçümüzün fotoğrafı da yanında, üçümüz yan yana. Doğumdan bir hafta sonra fotoğrafçıya gidilip çekilen foto bu. Bir sonrakinde teyzem de bizimle aynı karede. Mutfaktan çın çın kahven oldu sesi geliyor. Koridorda bir takvim, hep aynı yerde, hep Atatürk’lü. Benim, teyzemin ve en sevdiği öğrencilerinin doğum günleri işaretlenmiş. Mutfakta teyzem kahvaltı hazırlamış. Kahveden önce ye bir şeyler diye ısrar ediyor. Aslında bir kere söylüyor, ama sesine sirayet eden o ısrarla büyüdüm ben. Otorite bunların genlerinde var. Bedriye Hanım eleştirir, teyzem ısrar eder. İş bölümü böyle bizim evde. Uğurlu sokak, no kırk birde. Az ilerde hukuk fakültesi. Hem uğurlu hem adaletli. Dünyanın merkezi burası, bu sokak. Dokuz numara. Canım bir şey istemiyor, dedim. Teyzemi arkamda söylenirken bıraktım, salona gittim. Salon salomanje. Kahvem elimde, pencereden dışarı bakmaya devam ettim. Yüksek katlı apartman istilası. Ben büyürken hiç olmazsa kaçıp saklanacağım sokak vardı. Çoluk çocuk. Bisiklet almıştı babam. Dokuz yaşındaydım. Bedriye Hanım kıyametleri kopartmıştı, bisiklet kibar kızlara göre değil diye, Allah korusun, kendi diktiği o şık elbiselerimle binilir miymiş bisiklete. Babam ertesi gün kot pantolon alıp gelmişti bana, mahallede kot giyen biri olarak çok havam olmuştu hatta. Bedriye Hanım babama konuşmuştu odalarında bır bır. Babam gene de gülerek çıkmıştı odadan. Ben odamda sinmiş bekliyordum. Güldüğünü görünce boynuna atlamıştım, izin çıktı diye. Kot pantolon mevzuu önemlidir bende. Bisiklete binme saatlerimde anlaşmıştık, gerçi sonradan bakkala filan gitme bahanesiyle azıcık genişletmiştim ben o izinleri, olsun. Kotlu, kıvırcık saçlı kız. O ben.
Dışarısı aydınlandı, şimdi kapı çalar. Komşular, akrabalar, öğrencileri, bakıcı kadın. Akrabalar da toplam üç aile. O kadar uzun yaşarsan kimsen kalmaz Bedriye Hanım. Zaten yıldırıp kaçırdıklarının sayısı daha fazla. Başta babam kaçtı, MİT müsteşarı koskoca Asım bey. Bedriye Hanım’a dayanamayıp göçtü gitti bu dünyadan. Daha otuz sekiz yaşındaydı. Bisikletten beş yıl sonra, ben on dört yaşındayken. Plan yapmıştık babamla, koleje kayıt yapılmıştı o yaz. Sonrasında Ayvalık’a yazlığa beraber gidecektik. İngiltere’ye gittiğinde bana o sevdiğim çukulatalardan da getirecekti, bir de defter, kalem ve sırt çantası. Ayvalık’ta beraber bisiklet sürecektik. Çamlık tarafındaki evi severdik. Önü deniz. Keşfe çıkacaktık, kiliseleri, Rum evlerini, sokakları dolaşacaktık. Bedriye Hanım’a rağmen. Babam gidince, o yaz hiç çıkmadım evden. Teyzem bilir. Annem eve baş sağlığına gelen subaylara ve devlet erkânı temsilcilerine likörlü kahve hazırlamıştı. Önceki yurt dışı seyahatinden kalan çukulataları filan ikram etmişti. Benim de çıkıp servis yapmamı istemişti. Odama gelip etimi burmuştu, şımarıklığı bırak, evin kızısın, yapacaksın, demişti. Teyzem yapmıştı. Bedriye Hanım ceza olarak bisikletimi depoya kaldırtmıştı. Kıvırcık saçlı kızın bisikleti de babası da gitmişti. Bir kere bile lafını etmedim. Ama burnundan getirdim lisedeyken. Bir sürü oğlanla gezdim, bira içmeye kaçtım Kızılay’a. Her gün goralı yemesem ölürüm sanıyordum o zamanlar. Ya da Atatürk bulvarının karşısındaki Özen pastanesi, hâlâ burnuma vanilya ve tarçın kokusu gelir. Teyzem omuzuma dokundu. Kaçtır sesleniyorum, duymadın. Evi havalandıralım biraz. İkramlık bir şeyler de alalım. Birileri gelmeden hallet şu işleri, dedi. Hallet şu işleri. Bana kaldın Bedriye Hanım. Likör yok, börek var. Gidip bi de lahmacun yaptırayım ruhuna gitsin. Ruhun huzura ermesin. Lahmacun sana uymaz. Olsun. Ayran, tavuklu pilav olur, o da olur, Bedriye Hanım.

Fal
Karşımda oturan, neredeyse morumsu siyah ruj sürmüş kıza baktım. Esnedim. Ağzım yırtılacak, o derece. Kızın ağzı karanlık mağaraya benzemiş. Töbe töbe, bakışları bakış değil. İçtiği kahvenin lekesi dudaklarının kenarında kalmış, aynı renk. Sarı saçlarının arasından düğüm düğüm bir şeyler gözüküyor. Uzattırmış bu saçlarını, gözlerde yeşil lens. Tombul bacaklarının sığmadığı çorapları siyah. Ben hiç sevmem ince çorap giymeyi… Ojeler mavi. Yanaklarının en toparlak yeri pırıl pırıl parlıyor. Ne sürüyor bu geri zekâlılar? Kız kendini değiştirmek için her şeyi yapmış. Üstümde bir ağırlık. Sabahtan beri bu kaçıncı, gelip karşıma oturuyorlar, kâğıt kalem çıkar yaz, diyorum, hazırlıklılar. Kuzu kuzu çıkarıyorlar. Söz dinleyen tipten değil bu. Kıçına kadar kısa eteği giydiğinden belli. Başımı sağa sola çeviriyorum. Ensemde bir ağrı. Kızın tombul parmakları kanatlanarak yazmak istiyor kaderini. Dudaklarını ısırıyor. Sıkı sıkı kapanıyor dudakları. Bana hiç açık vermemeye kararlı. Verse ne olacak ki… Hayatı gözlerimin önünde zaten. Tombul bir bebekmiş, ağlayan cinsinden, ağlak. Doydukça susanlardan. Tek çocuk. Apalak. Hep yemek peşinde. Biberona doldur ver mamayı. Ben çok zayıftım oysa, çöp… Bu kız okulda en güzel kızların peşinde dolanan arkadaş. Evlerine gitmeye istekli, kendi anası eve çağırmasına izin vermez, kesin. Gittiği evlere hayran. Oğlanlar hep ilgi alanı. En yakın arkadaşı olan güzel kıza âşık oğlana gizliden gizliye âşık. Oğlan buna bakmamıştır, kesin. İkinci oğlan buna kalmıştır. Memeleri erken büyüyünce sevinmiştir. Erken âdet. Daha ilkokulda uğraş dur. Okul formasını belden azıcık kıvırdı mı bacaklar ortada. Oğlanın aklı kalmıştır beyaz bacaklarda. Çabuk anlamıştır bu. Eteklerin altına siyah çorap, çorabın üstüne dize kadar kedi desenli şoset çorap. Dizinin kenarlarından pırtlayan etler tam ellemelik. Güzel arkadaşının bacakları da güzel, kırmızı bir botu da vardır kesin. Güzel olanın memeleri küçük. İçten içe sevinir bu, yanında daha kadınsı. Anlayışlı arkadaş, dert dinler ama küfürbaz. Ağız dolusu küfür etmeyi bir bok sanır. Kız lisesinin çıkışında bekleyen oğlanlar bıçkın. Akın akın çıkarlar okuldan. Ben hep en arkada tek başına yürüyen… Sonra apartman içlerine oturup çantalarından bira çıkarırlar. Başka kızlar sataşırsa bu öne atlar. İriyarı, isterse gayet cadı. Ama sadece öbürlerine. Sevgilisine ve en yakın kız arkadaşına ipek. Mal mısın kızım, diye sorar arada bir güzel olan. Güler bu. Kahkahayla, oğlanlar da güler. İki kızın arasına giremeyeceklerini bilirler. En yakın iki kız arkadaşın biri fethedilirse ikincisi arkadan gelir. Kesin. İki yıllık kazanmış. Çocuk gelişimi… Bu üçüncü senesi. Lisedeki oğlan çoktan postalanmış, zibidi çünkü. Oğlan lise terk. Üniversitede okurken bölümdekilerin hepsi kız, neredeyse. Güzel arkadaşı sosyoloji okuyor, dört yıllık. Okulda bir sürü yakışıklı tip. Özel okul. Kantin yok, çeşit çeşit kahveci var. Lokanta sonra. Okulun içinde. Çıkışta Kadıköy’e takılıyorlar. Eskiden merdivenlerinde oturdukları apartmanlardan sahile atanmışlar. Sahilde bira, şarap. Dar kotlar giyiyor artık. Koca göt modası var. Meydanda her şey. İri memeler hep ve yakayla açık. Omzu düşen kazaklar, bir kolu olmayan kazaklar. Ben hep siyah giydim, yuvarlak yaka…
Maşadan uçları yanmış saçlara mahalle berberinde eklenen saçlar. Oğlan elini soksa sarı saçlarının arasına takılıp kalacak kurulan tuzaklara. Yeni okulunda da güzelce bir kız bulmuş, yakın okul arkadaşı. Güzel ama sinirli, şişmanlığı hep bir şakalaşma konusu. Sinirli kız anoreksik. Evde kurabiye yapıp buna getiriyor. Kesin. Bu yerken içi gidiyor ama ödü kopuyor hamur işinden. Yap, getir, yedir. Yedikçe içi ferahlar ikisinin de.
Kız sıkıntıyla kıpırdandı karşımda. Parmaklarımı çıtlattım masanın altından. Bekleyenler var, biliyorum. En yoğun zaman hafta sonu. Hızlanmam lazım. Süreyi aştım mı eve gitmem gecikiyor. Kızın giydiği kürklü botlara bakıyorum şimdi. Çakma, kesin. Ben hep spor ayakkabı… Masanın üstündeki sudan içiyorum. Yeşil lenslerin altı boş, kuyu gibi. Gerdanı çilli. Dudağının üstünde birkaç tane de yüzünden aşağı doğru düşecekmiş gibi hizalanmış altı tane daha ben. Yanağında küçük bir boşluk. İrice olan ben aldırılmış. Burnunun ucundaki de gider yakında. Dudak kenarındaki kalır. Çünkü Cindy Crawfort’u biliyordur, kesin. Bir yerden yakalamış bir alameti farika. İlerde sarı saçları karamel rengine boyar, hem daha çok dayanır hem de yüzünü yumuşatır. Bu mesele konuşulmuştur çoktan iki yakın güzel kız arkadaşıyla. Karar verilmiştir. Benim kısa kesilmiş saçlarım çoktan kestane… Sandalyenin arkasına koyduğu kabanı kıymetli, yeni almış. Güzelce katladı koydu. Yeşil, koyun yünü gibi, en en son moda. Çilek sokakta gani. Telefonuna bakıyor bir yandan. Çevrim içi. Her zaman. Hiç kapatmaz. Ama story attığında bazen en yakın arkadaşlarına özel atar. Mecburen eklediği bir dünya insan var. Özelini korumaya kararlı. Takip ettiği magazin siteleri, makyaj siteleri, ayakkabı siteleri, fanı olduğu ünlüler, yorum yaparak kendinden bir şeyler kattığını düşündüğü sosyal skandallar. İki yüz seksen karakterin hepsini kullanmadı daha. Aynen yazıyor bazen, bazen de sıkıntı yok. Kesin. Metroda müzik dinliyor, listesi geniş. Yetmişler, seksenler, doksanlar Türkçe pop. Yabancı da vardır. Ben sadece yabancı dinlerim, hatta rock…
Yenilerden, sokak müzisyenliğinden gelen çocuk, ay çok yakışıklı biz bunu Moda’da dinlemiştik, bankanın önünde. Ta o zamandan tanırım ben bunu, hatta videolarını paylaşmıştım, like’ları kapmıştım. Demiştir. Kesin. Sayfasındaki fotoğraf fotoşoplu. Başka biri neredeyse. Bunun derdi çok. Âdetleri de düzensizdir. Çocuğu olmayacak sanıyordur, kesin. Benim kızım dünya tatlısı… Diyet denedi kaç defa. Beş kilo fazlasıyla geri geldi hepsi. Kurabiye manyağı çünkü, bir de lokma, bir de pizza, bir de hamburger. Seviyor. Günlerce elma taşıdı çantasında, yedikçe iştahı açıldı. Elmanın üstüne hot çaklıt moka. Annesi yeme diyor evde. Yeme, şiştin kaldın. Sonra da çay demleyip akşam yemeğinden sonra kek, çekirdek çıkarıyordur. Elleriyle soyup meyveleri, hiç durmadan söyleniyordur. Bir kere de siz benim önüme getirin, diyordur. Dizi seyrederken silip süpürüyorlardır, babaları uyuklarken koltukta, battaniyenin altında. Soykası batasıca diyordur annesi. Gece yattığında, yarın diyordur, yemeyeceğim, sadece yoğurt ve elma. Kesin. Sabah kalkıp dolabın kapağını açtığında çabasız şıklık peşindedir, aklı yeni moda desenli taytlarda. İlk on günü atlatsa beş kilo gider hemencecik. Sonra bir beş kilo daha. İki güzel arkadaşından daha güzel salınır ortalarda. Kıçın sığmadı sandalyeye diyemez kimse, ya da dolmuşta itiştirmezler kardeşim tek kişi yerine iki kişi binmişsin diyemezler. Duymamak için kulaklıkta çıs taka çıs tak. Biskolattaseverler’e mesaj yağmış. Merak eden edene. Yanında gelen güzel kız hep aç olan. Hevesli. Çağırsam koşarak gelecek. Tombul, en çok hukuk okuyan oğlanı merak ediyor. Avukat iyi olurdu diyor içinden. Bir de çocuk. Ohhh…!
Fincanı açıyorum, yaz kızım, diyorum. Bir oğlan var, kaprisli. Seni üzecek bu. İriyarı biri var, azıcık mesafeli duruyor. O seni mutlu edecek, B harfi var adında, Burak gibi, Behzat gibi. Bu ikinci oğlan tanıdık biri, uzaktan akraba. Yanlış yerlerde arama, internetten değil, bir akraban tanıştıracak sizi. Senin kıymetini bilecek. Sen yüklerinden kurtulacaksın. Üç vakte kadar beklediğin iş haberi de gelecek. Çocuklarla bir işin var, birden çok çocuk. Etrafındalar. Bir yol çıkmış, yolun sonunda dikili bir ağaç, memleketten bir para gelecek. Bak çatı çıkmış, ev demek. Bayrağın dalgalanmış, devlette bir işin var. Tansiyonla ilgili bir sıkıntı yaşanacak. Hanende bir kalabalık, hayırlara vesile. Yıldızın düşük, nazar değiyor sana, eve gidince adaçayı yak bir tasın içinde, evi köşe bucak gezdir. Başının üstünde dolaştır. Banyo yap bu akşam, abdestini al, ellerini aç dua et. Uyumadan önce beş iki sıfır diye tekrar et içinden, para gelir. Biri, bir kadın oturmuş dua ediyor, bak açmış ellerini, annen bu, kesin. Kız, yaşlı gözleriyle bana bakıyor. Öksüzüm ben, diyor, annem ben doğarken ölmüş.
Kız kazağının kolunu yukarı doğru çekiyor. Kolunda boydan boya, vasa vana plurimum sonant yazıyor. En fazla sesi boş çanaklar çıkartır.

Hırka
Hırkamdaki topaklanmış ipe bakıyorum, örgünün bir yerinde kaçmış. Peşinde tırtıklı bir iz bırakmış. Parmağıma dolayıp biraz daha çekiştiriyorum, oysa tersini yapmam lazım biliyorum. İğne ya da tokayla alttan yakalayıp çekmem, yerine yerleştirmem lazım. Orası sanki hiç çığrından çıkmamış gibi olmalı. Bakanlar fark etmemeli. Yine de biliyorum, çekiştirip düzeltsem de izi kalacak. Hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. Yeni gibi durmayacak. Gibi. Oda loş, yarı açık duran pencereden hafif bir rüzgâr esiyor bana doğru. İçerinin ağır, dumanlı havasına bir parça mavi taşır gibi diyorum kendi kendime. Bir parça mavi. Gibi. Odanın havası o kadar ağır ki o hafif mavilik eriyip kayboluyor. Ben pencerenin kenarındaki koltukta bir başıma oturuyorum. Karşı apartmandaki bekâr oğlan beyaz bir şortla dolanıyor evin içinde, üstünde kırmızı bir tişört. Mutfakta bir şeyler yapıyor, müziğin sesini bütün mahalleye yetecek kadar açmış. Benim hiç yapmadığım bir şey bu. Gece gündüz başka evlerden gelen sesler doluyor evime. Eğlenen gençler, eve kız atan oğlanlar, eve oğlan atan oğlanlar. Oturduğum yer müsait. Gibi. Başkalarının hayatına bakmam kolay evden. Dışarıya çıkmaya korkuyorum. Kale kilit takılı kapım sadece gelen yemek siparişleri için açılıyor. Motosiklet sesleri benim gibi sipariş bekleyenlerin habercisi. Sanırım artık kimse evde yemek yapmıyor. Evler kek, börek, patates kızartması kokmuyor. Sadece ağır bir hava. Koltuğun yumuşak kadifesini okşuyorum. Pazartesi bugün. Dün ünlü bir yıldız ölmüş, bugün de biri ölür mü acaba? Ben mesela, televizyon açık evde, hep açık. Kanallarda yıldızın ölümü, birden hatırladıkları bir kadın ülkenin en önemli gündemi oldu bile. Oysa yalan. Gibi yapıyorlar, anlıyorum. Bugünü de kurtardılar. Geçmişte kalan birini bugünün en konuşulan insanı yaptılar. Oysa o sadece öldü. Biri diğerinden aşağı kalmamak için foto paylaşıyorlar. Onlardan biri olduğunu ilan etmek için bir fırsat. O mahalleden biri. Gibi. Onun fotoları, onun şiirleri, onun anıları… Işıklar içinde uyusun lafları. Kadife koltuğun neredeyse kıçımın şeklinin almış minderinde kımıldanıyorum. Minderin altında annemin koyduğu bebek battaniyesi, pazen. Madem duruyor, işe yarasın demişti. Madem duruyordu, ezelim o zaman, kıçımızı kurtaralım. Bebek yok nasılsa. Tahir de yok. Karşımdaki koltuk. Tahir bir sabah erkenden çekip gittiğinde onun kitapları, onun kumandası, onun terlikleri, onun ayağını uzatmayı sevdiği pufu, onun su dolu şişesi… Koltuğun üstünden arkasındaki kitaplığa bakıyorum. Yığın yığın kitapların arasında çerçeveler. Çerçeve, mavi, lamba, müzik, terlik, pencere, ışık diyorum art arda. Nefesim düzeliyor. Gibi. Çerçevelerdeki fotoğraflar tozlanmış. Açık pencereden içeri girmeye çalışan güneşi perdeyi çekerek durduruyorum. Yarısı kapalı perde içime bir ferahlık veriyor nerdeyse. Çorba kâsesine benzeyen kupamdan bir yudum alıyorum. Kahvenin içindeki viskinin tadı baskın. Kupa yakut rengi. Beraber alışverişe gittiğimizde takılıp kalmıştım kupanın önünde. Parlak sırlı dokusuna dokunmuş, okşamıştım. Almaya niyetim yoktu. Evde bir dünya kupa vardı. Halamın, iş arkadaşlarımın her yılbaşında aldıkları hiç sevmediğim kupalarla doluydu ev. En kolay hediye. Ben arardım oysa, sevecekleri bir şey buluncaya kadar arardım tek tek. Özel olsun, benden kalsın. Hatıra. Anı biriktirelim beraber. Değiştirme kartı yanında yine de. Bana gelen kupaları saklardım mutfağın en üst dolabında. Çünkü Tahir ince belli bardakta çay severdi. Ben Türk kahvesi severdim. Çifte kavrulmuş lokum yanında, ağzımın tadı yerindeydi çünkü. Yakut rengi kupayı almıştı bana, ilk defa neyi sevdiğimi bilen biriydi. İlkti. Oysa beni aldatmıştı sonradan. Benden daha güzel olmayan bir kadınla. Gözleri piramitlerden çıkan lahitlerdeki kadınların gözleri. Gibi. Telesekreterde mesajına rastlamıştım bir gün, neden bilmem, onca mesaj arasından bir tek onun sesindeki şey dikkatimi çekmişti. Hemen önceki mesaj, beni hemen ara, diyen birisiydi oysa. İkinci mesajdı. Aradım, bulamadım, önemli değil, demişti kadın. Bu kadar. Kafamı ellerimin arasına alıp oturmuştum koltuğa, o zaman rengi farklıydı, yeşildi. Yeşil koltuğun minderleri kabarık. Yeni. Akşam eve geldiğinde yüzüne bakmıştım uzun uzun, belki anlatır bana diye korkmuştum. Anlatmadı. Ben de sormadım. Ölesiye korkuyordum. Kalbim güp güp atıyordu. Mutfakta uzun kalmıştım yemekten sonra. Gözlerim dolup dolup boşalıyordu. Boğazımda bir tıkanıklık. Koridorda durup bakmıştım sonra, demli bir çay götürmüştüm. Tutup elimi öpmüştü. Sağlık, sıhhat, palmiye, desen, buhar, duman birkaç kere tekrar ettim içimden. Yakut rengi kupa titreyen elimde, oturdum öylece. Koltuğu karşımda.
Gece sevişmek istemişti benimle, ağlamıştım içime girdiği zaman. Gene de sormamıştım. Nice sonra patlamıştım, beni niye aldatıyorsun diye sormuştum tam yumurtasını kıracakken. Eli havada kalmıştı. Çayı soğumuştu. Sessiz oturmuştuk karşılıklı, bahane uydursa keşke ya da ne bileyim yok dese, sen yanlış anladın. Asla yapmam sana bunu. Sadıkmış gibi.
Karşıki evdeki oğlan laptopunu çıkardı çantasından. Kesin dizi seyredecek. Bıktım artık dizilerden. Sinemadan, tiyatrodan, kitaplardan. Kendimi herhangi bir dünyanın parçası gibi hissetmek istemiyorum. Hisler karmaşık çünkü. Tahir severdi dünyayla beraber yaşamayı. O sabah konuyu açtığım için kendimden nefret etmiştim. İyiydik aslında, yani hesaplaşmalar, endişeler, kuşkularla yaşayan bendim nasılsa. Yaymaya gerek yoktu belki de. Tırnaklarımı kendime batırmış kendimi suçluyordum ki Tahir’e ilişti gözlerim. Bana bakmıyordu ama sakindi. Koltukta oturmuş, az önce soğuyan çayı tazelemiş, kocaman gözlerini buhara dikmişti. Birden nefret ettim ondan. Hem suçlu hem güçlü. Alçağın tekisin sen, hainsin, ne zamandır sürüyor kim bilir, aptal yerine koydun beni, boynuzlu ben, hoşuna gitti iş çevirmek, başka bir kadın, başka bir ten. Allah belanı versin, niye yaptın bunu, niye?! İyiydik oysa. Ne zaman, nerede becerdin? Becerikli çıktın, aferin sana, aferin! Bravo! Bir yandan alkışlamıştım. Eşyalarını toplayıp gitmişti evden. O toplanırken yalvarmıştım gitme diye. Gitme. Git. Öylece, bir şey demeden. Yığılıp kalmıştım koltuğa. Kafama kafama vuruyordum. Benim yüzümden gitmişti, ben yetememiştim, ben tutamamıştım. Ben sabredememiş konuşmuştum. Gözlerimin ağlamaktan şiştiğinin farkındaydım, bütün yüzüm şişmişti. Yataktan çıkmadım o gün. Akşam geç saate kapı açıldı. Geldi, yatağın kenarına oturdu. Onu görünce şok oldum. Çaresiz, bitap halimle karşısında durmak yeniden bir cezaydı bana. Onurlu olmayı becerememiştim. Ellerimi öptü, yüzümü, sarıldı, bırakmadı. Sarıldım, bırakmadım. İnsan iki kişiyi birden sevebilir diyordum içimden, bir gönülde iki sevda olabilir. Benim kalbim kırık, olsun. O bana sarıldıkça düzelir her şey. Kadınlığına saygısı olmayan. Ben. Kimseye anlatma diyordum kendime, kimseye anlatma. Ödüm kopuyordu kadınla karşılaşırsam diye. O da anlatmasın. Hiç kimseye. Kadınlar çok konuşur, konuşmasın. Tahir’in kulaklarının arkasından yumuşak bir kıvrımla ensesine düşen saçlarını okşamak istedim. Küçük kulaklarını. Her geciktiğinde acaba diyordum, bitti, ayrıldım dememişti çünkü. Sadece bana geri gelmişti. Gelmiş gibiydi. Koşarak yapıyordum bütün işlerimi, sabahları erkenden evden çıkıp koşuyor, eve gelip duş alıp işe gidiyordum. Her sabah döndüğümde ve her akşam döndüğümde zile basıyordum. Ben geldim, seni beni beklerken bulmak için, diyordum sanırım. Yok kesin. Ödüm kopuyordu eve getirecek, bizim eve, bizim yatağımızda sevişecek, bizim yatağımızda uyuyacak, bizim çaydanlığımızda çay demleyecek diye. O yeşil koltuklarda karşılıklı oturacaklar diye. Ya koltukların üzerinde sevişirlerse, ya banyoda yeniden sevişirlerse, doymadan, durmadan. Çıldıracak gibi oluyordum. Bir gönülde iki sevda olabilir diyordum, kalbim gümbür gümbür çarpıyordu. Hayatım boyunca o kadar korkmamıştım. Eve gelince ilk işim her yeri kontrol etmek oluyordu. Yatağı, koltuğu, banyoyu, havayı. Parfüm kokusu, sevişme kokusu. Bulamayınca seviniyordum. Sevinçle karşılıyordum Tahir’i. Aferin diyordum. Beni daha çok seviyor bak.
Yakut kupa elime ağır geliyor, karşıdaki oğlan Birsen Tezer dinliyor. Bir seferinde Kadıköy’de, yerin dibinde bir yerde dinlemeye gitmiştik, şarkıcının o kendinden geçer gibi söylediği her şarkıya eşlik etmişti Tahir. Sonraki günlerde durmadan bu şarkıyı mırıldanmıştı, sinir oluştum. Bana söylemiyordu, biliyordum. Dönmek ne mümkün, diyordu, düştüm sevdana. Kalkıp camı kapatıyorum. Hasretle bitecek yolumuz, aman efendim canım efendim konuş biraz, sarıl biraz. Sözler içeriye sızıyor. O sabahı hatırlatıyor. Açık camın önünde, üzerimde ince bir pike. Ayağımı pufa uzatmışken. Akşam çöküyor dağların üstüne, çaresizlikse yüreğime, bırak seveyim, seni sadece bir gece… şarkı, şiir, radyo, gece, şarap, kalp, kriz, ambulans…
Tahir’e bakmaya gittim sonra, üzerini örtmeye. Yataktan inmek ister gibi. Bacakları aşağıda. Kolları tutunmak ister gibi uzanmış benim olmadığım boşluğa. Gülmüştüm önce, şaka yapma kalk demiştim. Gidip sarılmıştım beline. Gitmişti çoktan. Cenazeye gelenlere hatasız kul olmaz diyordum. Errare humanum est. Gibi.

Rabbiyesir
Sol yanımda oturan kadın hiç durmadan konuşuyor. Ellerine bakıyorum, yüzüne bakasım yok. Sesi tatlı, sadece hiç susmuyor. Daha önce de geldim, diyor, ben her sene gelirim. Aslında yediye tamamlayacağım, niyet ettim. Hem Mevlana hazretlerine hem de Şems’e. Susuyorum. Bu senenin mevzusu Vefa’ymış diyor. Benden vefalısı yok kanımca, diyor. Üzülüyorum. Pencere kenarında oturmayı seviyormuş otobüste. Sonra bana dönüyor, cıvıldayarak, ben çok baktım bu manzaraya, isterseniz yer değiştirelim, diyor. Gülümsüyorum, yok, diyorum, ben burada rahatım. Azıcık sussun istiyorum. Düşünecek çok şeyim var. Geride bıraktıklarım mesela. Beni burada bir şeyin beklediğini hissediyorum ama ne, onu bulamıyorum. Sarışın kadın Konya’nın yemeklerini anlatmaya başlıyor. Kuzu etini ne kadar çok sevdiğini, bamya çorbasını, etli ekmeğini. Kıpırdanıyorum. Koridorda dönüp arkama bakıyorum. Boş yer var mı acaba, bunu düşünürken bir yandan çok ayıp ettiğimi de düşünüyorum. Rehber anlatıyor elinde mikrofon. Ahde vefa, dosta vefa, yoldaşa vefa, yola vefa, aşka vefa… Gönlüm yıkık. Kayboldum, belki yoluma bir ışık bulurum diye geldim buralara. Uzaktan yeşil minare görünüyor. Soğuk. Hafif bir kar atıştırıyor. İzmirli olduğum belli, üzerimde ceketten hallice bir kaban. Son dakikada çantama attığım kocaman kırmızı kareli bir şalla ponponlu bereye sığınıyorum Mevlana’dan önce. Bu bereyi aldığım yılı düşündüm, o zamanlar Berlin’e gitme planımız vardı. Alexanderplatz merkez üssümüz olacaktı. İki metro durağı aşağıdaki hostel’de kalacaktık. Mitte bölgesini dolaşacaktık önce. Katedraller, müze adası, bizden, Ortadoğu’dan çaldıklarını sergiledikleri Pergamon müzesi. Tiergarten, Kreuzberg filan. Gece mutlaka takılacak, bol bol içecek sonra da sevişecektik. Ponponlu bereyi bir çeşit yatırım olarak almıştım ilk. Evrene yollanmış bir mesaj. Şehrin mutlaka görmemiz gereken yerlerini çalışırken içimde dolup taşan bir heyecan. Mağaza mağaza dolaşıp buz gibi Berlin için kaban bakıyordum. İçlik alacaktım, kar botu. Settar gülerek izliyordu beni. Kabanını ben alırım İstanbul’dan demişti. Buralarda aradığını bulamazsın demişti. Gülmüştüm. Aradığımı bulmuştum.
Yanımdaki kadın koluma dokunuyor. Sol koluma. O kadar ağrıyordu ki kolum, dokununca kanıksadığım ağrıyı fark ettim yeniden. Sol yanım. Hep ağrıyor. Tanımadığım bir kadın bana kendini anlatıyor. Yüzüne bakıyorum. Mavi gözlü, yanaklı, fönlü saçları. Güzelce bir kadın. Bana benziyor. Ama daha tombulu. Kardeş kardeş oturuyoruz. Eminim soran olur, kardeş misiniz, diyen. Hepimiz kardeşiz. Kadınlıktan gelen. Bu aralar ağaçlara merak saldım, ondan önce mitoloji, ondan da önce şamanları merak ettim, diyor. Okuduğu kitabı gösteriyor. Bitkilerin Bildikleri. Bizden çok biliyorlar, diyor. Durmadan merak ederim ben, diyor. Seni mesela, kim kırdı acep diye düşündüm seni görünce, diyor. Bu kızın yanına oturmalıyım dedim hemen, nereden gelmiş, niye gelmiş, kimi kimsesi var mı, dedim kendi kendime, diyor. Ağzımı açmıyorum. O benim yerime de konuşuyor. Kalbimin ortasındaki çatlaktan soğuk giriyor içeriye. Hadi diyor bana, inelim. Geldik. Şaşkın bakınıyorum. Küçük bir çığlık atıyor kadın, dönüp bakıyorum. Üstünüz çok ince diyor, başka bir şey almadınız mı yanınıza? Yok, diyorum, bu yeter, üşümem ben. Kadın çantasından eldiven çıkarıp veriyor bana, giy, diyor kesin bir tavırla. İstemiyorum aslında. O eldiveni takınca bağlanacağım sarışın kadına, benim için bir şey yapmış olacak, ben aldığım anda…
İnenleri bekliyorum, elimde yün eldivenler. Ağır ağır iniyorum otobüsten. Soğuk havayı hemen anlamıyorum. Bere elimde. Çoğu sarışın bir sürü kadın, birkaç tane de sürüklenip getirilmiş ya emekli ya emekliliği yakın adam. Koca. Bırakıp gelememişler. Ya da belki adamlar yalnız kalamıyor. Rehberin etrafında kümeleniyoruz. Anlattıkça anlatıyor. Dinle, diyor. Sarışın kadın koluma giriyor. Ben bunları daha önce dinledim, diyor, biz içeri girelim, hava da soğuk, sandukaları görün, diyor. Kolumu çekiyorum. O eldivenleri almayacaktım. Eldivenli elimi tutuyor. Hayretle kadına bakıyorum. Elimi tutup beni içeri doğru sürüklemesine direnemiyorum. Oysa Dinle diyor grubun ortasındaki adam. Settar’ a benziyor. Uzun boy, hafif dökük saçlar, kirli sakal, kolay gülümseyen bir yüz. Koyu renk pantolon, ayağında su geçirmeyen botlar. Bu botlar, bu pantolon, bu ince ama soğuktan koruyan mont bir grup adamın resmi forması gibi. Kış gelince kalın, yaz gelince ince tabanlısı.
Rehber, Alaeddin camisini anlatıyor, biz uzaklaşırken o yakınlaşıyor. Grup bizim peşimizden geliyor. Alaeddin tepesi, diyor. Tepe arıyorum etrafımda. Konyalıların tepe dediği yer burası, anlıyorum. Ben de Settar’la beraber olduğum zamanlarda kendimi bulutların üstünde sanıyordum ya, o hesap. Değil öyle. Sarışın kadın ellerini açıp dua ediyor. Dudakları kımıldıyor. Dileklerini dile diyor bana, şimdi, tam zamanı. Aç ellerini. Aklımdan silinip gitmiş dilekleri düşünüyorum. Yok, hiçbir şey yok. Burada yaşayan, yaşlanan, pişen, aşka düşenleri düşünüyorum. Küçük adımlarla yürüyorum içerde, ayağımdaki mavi galoşlar hışırdıyor. Mevlevilerin etek sesini duyamıyorum. Yazık. Peşimden gelen kadın durmadan fotoğraf çekiyor. Durmadan, bıkmadan. Oysa dört kere daha gelmiş, dört kere daha çekmiş, telefonunun hafızası dolmuş taşmış. Elime tutuşturuyor kocaman, ışıl ışıl parlayan avizenin altında poz veriyor. Tam o anda yanımdan geçen biri, Hatırlayanlar hikâye eder, hatırlamayanlar şikâyet eder,

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69489307?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
  • Добавить отзыв
Düz Yokuşun Sakİnlerİ Berin Aral
Düz Yokuşun Sakİnlerİ

Berin Aral

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Göbeğim büyümüş iyice. Her şeyi karnımda toplamışım. Bütün o özlediklerim, özendiklerim. Bıktıklarım, biriktirdiklerim. Hepsi dert olmuş. Karnımda. Perdenin arkasından sokağa bakıyorum. Dışarda gürül gürül akan bir dünya, bensiz. Herkes bir yerlere gidiyor. Telefonlar ellerinde. Ya konuşuyor, ya mesaj yazıyor ya da fotoğraf çekiyorlar. İnsanları var. Ben evde tek başıma.”Hayatın yokuşu kaderdendir. Kimine düz, dertsiz olan sokak kimine alabildiğine dik bir yokuştur. Gözünü yokuşun başına dikmezsin, başını eğersin yıldırmasın diye, dayanabildiğim kadar dayanayım diye, gücüm yettiğince sürdürebileyim diye, başını eğer, katlanmanın bir yolunu ararsın. En çok biriktiren, en çok gölgelerine, gölgelere sığınanların… Kulaklarına fısıldanan sesleri en çok duyan, içlerinde biriken zehri farkına varmadan ekip biçenlerin hikâyeleri… İçe dönük, hayatlarının kıyılarında kalmış, bırakılmış, yaralı, yaralarını kimseye göstermeyen hüzünlü kadınların hikâyeleri. Belleri bükülürken gölgelerinin biriktirdiği karanlık yanlarını taptaze taşıyanların…