Düş Kapanı

Düş Kapanı
Büşra Tuğba Koç
Koşuyordu. Küçücük bedeni ne kadar hızlı koşabilirse o da o kadar hızlıydı. Birbiri ardına yere vuran ayaklarının sesi tüm benliğini kapladı. Nereye gittiğini bilmiyordu. Tek bildiği, kaçması gerektiğiydi. Aldığı her nefeste yanan ciğerlerinden ve yerinden fırlayacak gibi atan kalbinden başka bir şey hissetmiyordu. Sendeledi, ama düşmedi. Sert bir el, onu tuttuğu gibi bu kâbusun başrolü olmaya mahkûm etti. Bazılarının hayatı soluksuz bir sınav gibidir. Gece gündüz dur durak bilmeden, annesizlikte, babasızlıkta, sevgisizlikte, ayrılıkta ve istenmeyen kavuşmalarda, istenmeyen buluşmalarda sınar durur insanı. Bunların nerede biteceğini bilmeden, bitip bitmeyeceğini bilmeden, güç yeterse elif gibi dik durmaya çalışarak verirsin sınavını. Ve sabredenler için ılık meltemler vardır. Yaşadığı her şeyin bir dengesi, bir nedeni vardı. Şikâyet etmek yersizdi. Bir yanda sabrın, diğer yanda şükrün tartıldığı terazi gibiydi onun hayatı. "Gerçekten biz Eyüp’ü sabırlı (bir kul olarak) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Daima Allah'a yönelirdi."

Büşra Tuğba Koç
Düş Kapanı

DÜŞ KAPANI

Şükrederek çaba harcamak en gizli hazinesiydi…

Büşra Tuğba Koç
BÜŞRA TUĞBA KOÇ

1990 yılında Almanya’da doğdu. İlkokul, ortaokul ve lise eğitimini Almanya’da tamamladı. 2009 yılında Belçika İslami İlimler Enstitüsünden mezun olup, bir yıl da Türkiye’de İhtisas eğitimi aldı. Bu süre zarfında edebiyata olan ilgisi oldukça derindi. Yazdığı denemelik şiir ve kısa romanları ile arkadaşlarından büyük ilgi ve destek gördü. Kendi yazdığı şiirleri ile üç sene peş peşe geleneksel şiir yarışmasına katıldı, üçünde de dereceyi kazandı. Hem yazıp, hem başrolünde oynadığı skeçler ve tiyatrolar da çevresi tarafından ses getirince, yazarlık onun için vazgeçilmez bir hayale dönüştü. En az yazarlık kadar çizerliğe olan merakını da merakta bırakmamış, dijital çizime yönelik çalışmalar ile kendisini geliştirmiş ve geliştirmeye devam etmektedir. 2010 yılından beri eğitmen olmakla beraber, eğitim üzerine proje danışmanı olarak görev almaktadır. Yanı sıra çocuk dergisi yayın kurulunda yer aldığı gibi, hem yazar ve hem çizer olarak dergiye katkı sağlamaktadır. Başka bir dergide ise köşe yazarlığına başlamış ve devam etmektedir. Evli ve iki çocuk annesidir.
Bu roman, gerçek bir hikâyeden esinlenilerek yazılmıştır.


Düş Kapanı
Koşuyordu. Küçücük bedeni ne kadar hızlı koşabilecekse o da o kadar hızlıydı. Birbiri ardına yere vuran ayaklarının sesi tüm benliğini kapladı. Nereye gittiğini, ne zaman duracağını bilmiyordu. Tek bildiği, kaçması gerektiğiydi. Aldığı her nefeste yanan ciğerinden ve yerinden fırlayacak kadar hızla atan kalbinden başka bir şey hissetmedi. Sendeledi ama düşmedi. Pes edecek gibi oldu. İşte o zaman içinden bir ses yükseldi:
“Durma, kaç!”
Durmadı.
Bu kadar dar bir dünyaya hapsolamazdı yaşayacakları. Hayatını onlara teslim etmek için daha çok küçüktü. Hayır, kabul edemezdi. Kaçacaktı. Kaçıp kurtulacaktı.
Gözünün önünü bir duman kapladı. Belli belirsiz bir hırıltıya dönen nefesi iyice zayıfladı. Gözlerinin feri söndü. Bacaklarının dermanı kesildi. Kaskatı olan küçük bedenine bu kadarı yetti. Son gücü de tükendi. Kendini daha fazla taşıyamadı. Yere yığıldı.
Başının kaldırıma vurmasıyla birlikte, kendini şiddetle çakan bir şimşeğin ortasında buldu. Sonra da zihni gitgide küçülen bu ışığın peşinde sürüklenerek karanlığın derinliklerine gömüldü. Yaşadıkları bir bir gözünün önünden aktı. Aynı anların içinden aynı duygularla yeniden geçti.
Ne kadar olduğunu kestiremediği bir müddet yerde kaldı. O an zaman da, düşünceleri de, hisleri de donmuştu. Teninde beliren ürpertiyle yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Oysa yolun sonu olarak gördüğü, zorla itildiği o hayatı yaşamaktansa her şeyin donduğu o anda sonsuza kadar kalmayı yeğlerdi.
“Ne olmuş bu çocuğa?”
“Ambulans çağırın.”
Yarı baygın halde işitiyordu sesleri. Kim olduğunu bilmediği bu insanlar imdadına yetişmişti. Yeniden bir umut doldu yüreğine:
“Bn… le… hn…”
“Durun, kendine geliyor.”
“Çocuğum, ne oldu sana? Aç gözlerini.”
Gökyüzünü tüm kızgınlığıyla kaplayan güneş, açmaya çalıştığı gözünü acımasızca yakıyordu. Göz kapakları iyice ağırlaştı:
“E… nk… se…”
“Sanki bir şey anlatmak istiyor bize.”
“Kızım toparla kendini.”
Küçük kızın etrafına toplanan kalabalıktan iki kişi onu kollarından tutup doğrulttu. Hafifçe araladı gözlerini. Biri su şişesi uzattı. Şişenin ucunu kurumuş dudaklarına değdirdi ve dermansızca bir yudum aldı.
“Söyle şimdi bakalım, nedir bu halin?”
“Beni…”
Herkes suspus olup söyleyeceklerine dikkat kesildi. Küçük kız titreyen dudaklarını ağlamamak için sıktı ve cesaretini topladı.
“Beni ev…”
“Zeyneeeeep!”
Yerde duran kızın ismini telaffuz eden bu kalın ses, bütün dikkatleri üzerine çekti. Uzun boylu, geniş omuzlu, kalın bıyıklı, sakallı bir adamdı sesin sahibi. Bakışları birer alev topuydu. Alnının ortasında ve göz çevresinde yer edinen derin çizgiler bu bakışların anlık olmadığının kanıtıydı.
Bir anda kızın başında biten bu adam, onun özbeöz amcasıydı. Zeynep onu görünce, kendini korumak isteyerek başını kollarının arasına gömdü. Şimdi küçük bir çocuk gibi gözlerini kapatırsa ondan saklanabileceğine inanıyordu.
“Her yerde seni aradık. Kayboldun diye çok korktuk.”
Sesi yumuşamıştı adamın. Zeynep bu sahte şefkate inanmadı.
“Ambulans çağırmıştık beyefendi,” dedi bir kadın.
“Gerek yoktu bacım. Biz de zaten hastaneden geliyoruz. İğneden çok korkuyor, kaçmış. Çocuk işte.”
“Pardon, siz nesi oluyorsunuz?”
Adam sert bakışlarını kadının üzerine dikerek ona doğru birkaç adım attı:
“Amcası oluyorum. Peki, siz nesi oluyorsunuz?”
Kadın konuşamadı. İnsanların kafasında adamın iyi niyetine karşı şüpheler vardı. Birbirlerine bu güvensizliklerini açık eden kaçamak bakışlar attılar ve birinin bu adama karşı durmasını beklediler ama herkes sustu.
Kalabalık, adamın umurunda değildi. O Zeynep’i bulmuş ve amacına ulaşmıştı. Küçük kızı kolundan tutup kaldırdı:
“Yürü, gidiyoruz.”
Zeynep çaresiz, düştüğü yerden kalktı. Neredeyse insanlara duyuracaktı başına geleni. Sadece iki kelimeydi söyleyeceği. Söyleyecek ve kurtulacaktı. “Beni evlendirecekler,” diye haykıracaktı. Haykırabilseydi, belki de bu kâbus burada bitecekti. Başını arkasına çevirdi. Korku dolu gözlerini insanlara dikti. Diliyle söyleyemediklerini bakışlarıyla anlatmaya çalıştı. Fakat olmadı. İnsanlar gidişini seyrettiler. Sert bir el, Zeynep’i tuttuğu gibi bu kâbusun başrolü olmaya mahkûm etti.

Yıllar Önce
Zeynep ve ailesinin çok sakin bir yerde oturdukları söylenemezdi. Almanya’nın en kalabalık şehirlerinden biriydi Hamburg. Oturdukları sokak da kalabalık ve gürültülüydü. Özellikle cuma ve cumartesi geceleri evlerinin karşısındaki eğlence mekânına alkollü gençler girip çıkardı. Sokakta sabaha kadar onların kahkahaları yankılanırdı. Bazen kavga eder, nara atarlardı. Bazı gecelerin sessizliği de polis sirenleriyle bölünürdü.
Annesi Zeynep’i yatağına yatırıp çıktı ama o bu ânı sevmiyordu. Gece odada yalnız kalmaya tahammülü yoktu. Evleri anayolun hemen bitişindeydi. Caddeden arabalar dur durak bilmeden geçtikçe ışıklar odasına sızıyor, duvarda gölgeler büyüyor, büyüyor, sonra yeniden küçülüyordu. Zeynep her gece uyuyana kadar karanlığın defalarca delinişini izliyordu.
Büzülüp yorganın içine iyice sokuldu. Babasından çekinmese biraz daha ayakta kalabilirdi. Babası kötü biri değildi. Fakat annesiyle sürekli tartışıyorlardı. Yatmak istemeyip yeni bir tartışmaya sebebiyet vermenin korkusuyla ses etmedi. Odanın kapısını açmaya karar verdi. Koridorun ışığıyla belki biraz daha rahat uyurdu. Kalkıp kapıyı araladı. Tam yatağına dönecekti ki annesinin sesini duydu.
“Sen ne biçim bir insansın?”
Yine mi tartışıyorlar diye geçirdi içinden. Kapıya yanaşıp konuşulanlara kulak verdi.
“Sen adam mısın be!”
“Özür diledik işte, uzatma.”
“Ağabeyinin seni köşeye çekip beni dövmeni istediğini duymadığımı mı sandın? Yok, madem dövdün, neden özür diliyorsun ki? Vur kır, nasıl olsa affederim değil mi. Ama yok, bu kaçıncı. Artık canıma yetti.”
“Ülfet, ağabeyim geldiğinde titiz davranmanı istediğimi kaç kere daha tekrar etmem gerekiyor?”
“Al işte, çok merak ediyorum, neydi bu geceki kabahatim Ekrem Bey?”
“Yemek aşırı tuzluydu. Salataya sevmediğini bildiğin halde yeşil soğan doğramışsın. Masaya bakıyorum ne peçete var, ne su. Mutfakta laflamaktan seni çağırdığımı iki saat duymuyorsun. Sinirli adamdır ağabeyim işte, eksiği kusuru sevmez. Bir de yetmiyor gibi komşudan kahve için süt istemeye gitmişsin. Ablam söyledi uluorta. Nasıl mahcup oldum. Senin kadın başına ne işin var komşunun kapısında? Sen bunları bilmiyorsan, ben mi öğreteyim?”
“Ne var bunda Allah aşkına? Sizin derdiniz ne ailecek? Ağabeyin karını öldür dese öldürecek misin?”
“Yine abarttın. Neyse seninle konuşulmuyor. Unutalım.”
“Unutalım mı? Yanağıma bakar mısın, nasıl kızardı. Sen ailenin kuklası olmuşsun. Onlar ne derlerse haklılar, tek günah keçisi benim. Şu saydıklarına bir bak. İncir çekirdeğini doldurmayacak meseleler.”
Ekrem’in sesi iyice yükseldi:
“Sen hassasiyet nedir bilmez misin be kadın?”
Ülfet durgunlaştı:
“Ben sana hassasiyet nedir söyleyeyim mi? Kadındır hassas olan, incinecek kalbidir. Evlendiğimiz geceyi bir düşün. Birlikte geçecek ömrümüzün sevinci değil mi hatırlamamız gereken? Ama benim hatırladığım ne? İlk gecenin dayağı.”
“O bir gelenekti. Kabul ediyorum, yapmamalıydım. İsteyerek de yapmadım zaten.”
Ülfet alaycı bir ses tonuyla, “Gelenek,” diye tekrarladı. “Yani geline vur ki yerini bilsin. Kocasına itaatte kusur etmesin.”
Ekrem kendini koltuğa bırakıp sigarasını yaktı ve isteksizce mırıldandı:
“Bu konuyu yıllar önce konuşup kapattık sanıyordum.”
“Sen kanayan yarama her defasında tuz basarsan, sürekli evimizi, ailemizi, her işimizi başkalarının yönetmesine izin verirsen nasıl kapanır bu konu, söyler misin?”
“Başkası dediğin benim ailem. Bana onca emekleri geçti. Büyüklerime saygısızlık edemem. Kendine çekidüzen versen iyi olur. Senin yaptıkların yüzünden ailemin karşısında küçük düşmek istemiyorum artık.”
Ülfet manidar bakışlarını Ekrem’in gözlerinin içine dikti:
“Sen benim âşık olduğum, severek evlendiğim adam değilsin. Seni artık tanıyamıyorum. Ailen için bizi bitirdin. Ama artık yeter. Eğer bir daha herhangi bir sebepten dolayı bana tokat atacak olursan, Allah şahidim olsun, seni boşayacağım.”
“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu, neler söylüyorsun böyle?”
“Gayet ciddiyim.”
“Öfkelisin, ondan böyle konuşuyorsun.”
“Hayır, ne zamandır aklımdan geçeni söylüyorum.”
“Karıcığım, gel yanıma otur. Gönlünü almama izin ver. Bu çirkin muhabbeti de kapatalım artık.”
Ekrem’in sesi yumuşamış, alttan almaya başlamıştı ama kavganın hararetini düşürme çabası bir gürültüyle bölündü. Yere bir şey düşüp dağılmıştı. Ülfet irkildi:
“O neydi?”
Ekrem elindeki sigarayı kül tablasına bastırıp ayaklandı. Ülfet, olduğu yerden kımıldamıyordu. Kısa zaman evvel, izne gittiklerinde evlerine hırsız girmişti. Döndüklerinde her yeri darmaduman halde buldular. Ülfet üzerinden o korkuyu hâlâ atamıyor, duyduğu her sesle yüreği ağzına geliyordu. Sıkıca kapattığı gözlerini açıp başını kapıya doğru uzattı. Pembe terlikli ayakları görünce de derin bir nefes aldı, “Zeynep’miş,” dedi korkudan iyice kısılan sesiyle.
Zeynep mahcuptu. Önüne eğdiği başını kaldıramadı. “Yanlışlıkla oldu. Özür dilerim,” diye mırıldandı.
Ülfetin aklı hâlâ yarım kalan tartışmadaydı. İsteksizce konuştu:
“Kenara çekil kızım. Ayağına batacak.”
O süpürgeyi almaya giderken Ekrem kızına seslendi:
“Zeynep!”
Zeynep çekingen adımlarla içeri girdi.
“Sen hâlâ neden uyumadın kızım?”
“Şey… Biraz ayakta dursam…”
“Hiç öyle şey olur mu? Saat kaç olmuş. Hadi, hemen yatağına.”
Zeynep kıpırdamadı. Söylemek istediği başka bir şey varmış gibi kaldı olduğu yerde.
“Bir şey mi diyeceksin?”
“İyi geceler diyecektim.”
“Tamam, iyi geceler. Tatlı rüyalar sana.”
Ekrem eline kumandayı alıp koltuğa uzandı. Tam televizyona dalacaktı ki, kızının hâlâ yerinden kımıldamadığını fark etti:
“Başka bir şey mi var kızım?”
“Şey baba… Annemle kavga mı ediyordunuz?”
Ekrem beklemediği bu soru karşısında ne söyleyeceğini şaşırdı. “Gel bakalım yanıma,” dedi yumuşak bir sesle.
Zeynep bu fırsatı bekliyor gibi hızla babasına koştu ve sarıldı.
“Bazen bazı konularda büyükler anlaşamayabilir. Bu kötü bir şey değil. Herkes kendi fikrini karşıya kabul ettirmek ister. Aksi halde anlaşılmadığını düşünür. Bundan dolayı zaman zaman kontrolü kaybedip sesimizi yükseltebiliyoruz. Bu seni korkutmasın.”
Kızının alnına bir öpücük kondurdu:
“Sen daha çok küçüksün. Böyle şeylere kafanı yorma.”
Zeynep babasının göğsünde çok huzurlu hissetti.
“Hadi, şimdi beni ve anneni üzmeden doğruca yatağına git.”
Ülfet kapıda belirdi. Gerginliği yüzünden okunuyordu.
“Anne sana yardım edeyim mi?”
Ülfet elini belinden indirip Zeynep’in yanına çömeldi:
“Ben hallederim tatlım. Gel bakalım, yatmadan bir öpücük ver annene.”
Zeynep, annesinin kucağına koştu.
Ülfet, görümcesinin hediye ettiği kırık vazoya baktı son kez:
“Merak etme. Bu vazoyu beğenmiyordum zaten, iyi oldu.”
Zeynep, huzur dolu adımlarla odasına geri döndü. İyi ki kırılmıştı vazo. Hayır, annesi beğenmediği için değil, kavgaya son noktayı koyduğu için.

Kardeşlik
Zeynep dolaptan kâğıt, kalem çıkardı. Anne ve babasına güzel bir resim yapmak istiyordu. Böylelikle geceki tartışmadan sonra aralarında bir küslük kalmışsa onu çözebileceğini düşündü. Dakikalarca, özenerek çizdi resmini. Çok güzel olmasını istiyordu. Nihayet bitirdi. Rengârenk kalemlerle elinden geldiğince süslediği kâğıdı masanın üstüne bırakıp annesini çağırmaya gitti. “Anne, sana bir sürprizim var,” dedi heyecanla.
“Öyle mi, neymiş bakalım?”
“Odama gelebilir misin?”
“Şu iki bulaşığı da kaldırayım, geliyorum hemen.”
Zeynep’e göz kırptı:
“Yakında doğum günün var. Seviniyor musun? Bir ay sonra beş yaşına gireceksin. Büyük abla olacaksın yani.”
“Ben zaten büyük ablayım. Hep kardeşlerimle ilgileniyorum anneciğim.”
“Hadi göster bakalım. Neymiş sürprizin?”
Zeynep, annesini elinden tutup odasına götürdü. İçeri girdiğinde annesinin sevineceğini ümit ettiği resmi masanın üstünde bulamadı. Şaşkındı. İlk aklına gelen kardeşleri oldu. Kasım iki, İsmail ise üç yaşındaydı. Zeynep’e göre İsmail böyle bir şey yapmayacak kadar büyümüştü. Alsa alsa Kasım alır diye düşündü. Koşarak odasına gitti:
“Kasım, resmimi sen mi…”
Zeynep yanılmamıştı. Kasım elinde yırtık resimle, yaptığı fenalıktan habersiz gülümseyerek ablasına bakıyordu. Zeynep sinirlendi:
“Ne yaptın sen? O benim güzel annemin resmiydi.”
Kâğıdı hışımla elinden çekti. Kasım ağlamaya başladı. Ülfet, oğlunu merhametle kucağına oturttu:
“Bir şey olmaz, bağırma kardeşine.”
“Ama ben senin için yapmıştım.”
“Olsun, yapıştırırız. Üzülme.”
Gülerek parmağının ucuyla kızının burnuna dokundu:
“Sen ufakken benim dosyalarımı az mı karıştırdın minik abla? Hem ben çok sevdim bu resmi. Neler çizdin burada bakalım?”
“Seni ve babamı çizdim. Bunlar da kardeşlerim Kasım’la, İsmail.”
“Çok güzel, peki babanla ağzımızı neden böyle karaladın?”
Zeynep boncuk boncuk gözlerini annesine dikti:
“Bir daha kavga etmeyin diye anneciğim.”
Ülfet’in içi acıdı, yutkundu. Tam kızının içini rahatlatacak bir şeyler söyleyecekti ki, İsmail pencereyi göstererek sevinçle bağırdı:
“Abla bak. Dışarısı bembeyaz.”
Zeynep’in gözleri sevinçten kocaman oldu:
“Anne bak, kar yağmış. Kar o kardeşim, kar. Kar yağıyor.”
Zeynep, Kasım’la İsmail’in elini tuttu ve sevinçle zıplamaya başladılar. “Kar yağıyor, kar yağıyor, kar yağıyor, kar yağıyor…” diye kendilerince bir şarkı tutturdular.
Biraz önce Ülfet’in üzerini kaplamış olan buruk hava dağılmıştı. Çocuklarına bakıp güldü:
“Durun, sakin olun kızım.”
“Anne dışarı çıkabilir miyiz? Lütfen, lütfen!”
“Kızım, beni dinle. Bugün babanızla işimiz var. Biz gelene kadar evde akıllı uslu durursanız, yarın hep birlikte dışarı çıkabiliriz. Hem kardan adam da yaparız.”
Zeynep’in de kardeşlerinin de hevesleri kursaklarında kalmıştı. Tutturdukları şarkıyı kesip sessizce pencerenin önüne çöktüler. “Ama biz şimdi çıkmak istiyorduk,” diye ısrar etti Zeynep.
“Şimdi sizi çıkarmak için vaktim yok bir tanem. Hazırlanıp çıkmam lazım. Babanız birazdan gelir.”
İsmail, annesinin elini tuttu:
“Biz de gelebilir miyiz anne?”
“Olmaz yavrum, gideceğimiz yerde çocuk yok. Sizi götüremem. Ablanızla uslu uslu oynayın. Yemeğinizi de yediniz zaten.”
Ülfet, durgunlaşan çocuklarına aldırış etmeden odadan çıktı. Zeynep pencerenin kenarına yaklaşıp kar tanelerinin lapa lapa yağışını seyretti. Bu muhteşem bir şeydi. Keşke hep kar yağsaydı da her gün kardan adam yapsalardı.
Bir müddet sonra annesi kapıda belirdi. Diz boyu eteğin üzerine kürk yakalı açık kahverengi mantosunu giymişti. Kolunda siyah bir çanta vardı. Çocuklarına el sallarken bir taraftan da tembihlerini sürdürdü:
“Zeynep’im, bizim gelmemiz geceyi bulur. Siz hava kararınca dişlerinizi fırçalayın, pijamalarınızı giyin, sonra hemen yatın, uyuyun. Siz uyanmadan biz zaten dönmüş oluruz.” Çalan cep telefonunu kulağına tuttu, bir yandan da kendini son kez aynada süzdü:
“Hazırım, iniyorum.”
Kapıyı çekip gitti. Kasım dış kapıya kadar gelip annesinin kapıyı açmasını bekledi. Arada bir kapıya vurup seslendi. Kapı uzun müddet açılmayınca ağlamaya başladı. İsmail şaşkın bir halde kardeşini seyretti. Zeynep ne dese Kasım’ı susturamıyordu. Onu oyalayacak bir şey bulmak için çocuk odasına döndü. Bir müddet, onu nasıl teselli edebileceğini düşündü. Tam topa uzanacakken gözü pencereye ilişti. “Kar,” dedi, “evet ya kar!”
Annesinin onları dışarı çıkarmaya vakti yoktu ama kendisi kardeşlerini çıkarabilirdi. Ne de olsa artık kocaman bir abla sayılırdı. Heyecanla kardeşlerinin yanına döndü:
“Hadi dışarı çıkalım.”
Ablalarının teklifini sevinçle karşıladılar. Ağlama sesi, yerini hazırlık telaşına bıraktı. Hemen montlarını ve çizmelerini giydiler. Şapkalarını da güzelce başlarına geçirip çıktılar. Karın içinde yuvarlandılar. Birbirlerine kartopu fırlattılar. Ufacık, yamuk bir kardan adam da yaptılar.
“Hadi, şimdi de kar kelebeği yapalım,” dedi Zeynep. Üçü de yere yatıp kollarını açıp kapattı.
Karda oynarken o kadar çok eğleniyorlardı ki, zamanın nasıl hızla akıp gittiğinin farkına varamadılar. Burunları akıp parmak uçları uyuşmaya başlayınca, Zeynep yavaş yavaş eve dönme vaktinin geldiğini hissetti. Kardeşlerinin elini tutup kapının önüne geldi. Fakat kapının önünde kalakaldı. Buz kesmiş vücudundan aşağı kaynar sular döküldü. Zeynep kardeşlerini eğlendirmeyi düşünmüş, ancak çıkarken anahtarı almayı akıl edememişti. İlk önce ne yapacağını bilemeyen gözlerle etrafına bakındı. Binanın zillerine baktı. “Kasım, seni kucağıma alacağım. Zillerden birine bas,” dedi.
Zeynep, Kasım’ı kucaklayıp güç bela kaldırdı. Kasım rasgele birinin ziline bastı. Hoparlörden gelen cırtlak bir kadın sesiydi.
“Kim o?”
“Teyze kapıyı açar mısınız?”
“Yine şu sokak çocukları… Basmayın bir daha zile, basmayın.”
Ses gitti. İsmail oynamaya doyamamıştı. Ablasına kartopu fırlattı. “İsmail yapma. Oyun bitti. Buraya gel,” dedi Zeynep ağlamaklı bir sesle.
Başkasının ziline bastılar. Bu defa kimse soru sormadı. Kapı açıldı. Üç kardeş apartmana girmeyi başardılar. Merdivenleri ne yapacaklarını bilemeden çıktılar. Üçüncü kata geldiklerinde, Zeynep bir ümit eve anahtarsız girmeyi denedi. Kapıyı zorladı. Kulpunu itti, geri çekti. Ne yaptıysa başaramadı. Kapıda kaldıklarını kabul etmek zorunda kaldı.
“Abla eve girelim, üşüdüm,” dedi İsmail.
“İçeri giremiyoruz. Annemi beklemek zorundayız.”
“Ben beklemek istemiyorum,” diye huysuzlandı.
Zeynep sırtını kapıya yaslayacak şekilde yere oturup kardeşlerini yanına aldı. Birbirlerine sarılıp ısınmaya çalıştılar. Birkaç dakika sonra ışık söndü. Zeynep karanlıkta kalmamak için ışığı yakmaya yeltendi fakat ayaklarının ucunda durunca bile düğmeye uzanamıyordu. Yine Kasım’ı kucağına alıp kaldırdı. Böylelikle ışığı yakmasını sağladı. Tekrar oturdular.
“Çişim geldi abla.”
“Benim de çişim geldi.”
Zeynep kardeşlerine baktı. Ne yapacağını bilemedi. Kimsenin gelip geçmemesinden cesaret alıp merdiveni gösterdi. “Buraya mı?” dedi ikisi de bir ağızdan. Çaresizce başını salladı kardeşlerine.
Aradan bir hayli zaman geçmişti. Işık tekrar tekrar sönüyor, Zeynep her defasında kardeşini kucağına alarak ışığı yakıp yerine geçiyordu. Ne zamandır oturuyorlar, ne zamana kadar oturacaklar hiçbir şey bilmiyordu. Üşümekten dudakları çatlamıştı Zeynep’in. Kardeşleri de üşüdüğü için bir elini İsmail’in, diğer elini Kasım’ın bacağına koydu. Isınmaları için kendince çaba sarf ediyordu. “Anne neredesin,” diye fısıldadı.
Işık yine söndü.
“Kasım,” dedi. Ses yoktu. “Uyudun mu kardeşim?”
Önce Kasım’ı kontrol etti, sonra İsmail’i. İkisi de başlarını omzuna yaslayıp uyuyakalmıştı. Zeynep küçük olmasına rağmen üzerindeki sorumluluğun altında ezildiğini hissetti. Annesinin sözünü dinlemediği için kendine kızdı. Gözleri doldu. “Annem gelecek, az kaldı, annem gelecek,” diye sayıklayarak kendine teselli vermeye çalıştı. Vakit ilerledikçe, üşümenin tesiriyle onun da gözleri kapandı. Oracıkta uyuyakaldı.
Saatler sonra Ülfet ve Ekrem geldi. Hiç beklenmedikleri bu vaziyet karşısında dehşete kapıldılar.
“Ne olmuş böyle?”
“Ülfet, çocukların kapıda ne işi var?”
“Belli ki dışarı çıkmışlar. Oysa çıkmayın diye o kadar tembihlemiştim.”
Panikle buz kesilmiş ellerini, yüzlerini okşadı çocuklarının.
“İnsan kapıyı kilitlemez mi be kadın?”
“Nerden bileyim? Hiç böyle yapmazlardı.”
“Ben sana dedim çocukları yalnız bırakmayalım diye. Şu hale bak. Allah bilir ne zamandan beri kapıdalar.”
“Bu durumun tek sorumlusu ben miyim şimdi Ekrem? Ne yapsaydık yani? Onları da mı götürseydik gece buluşmasına?”
“Neyse, olan oldu. Hemen içeri geçelim de daha fazla üşümesinler.”
Söylene söylene eve girip kapıyı kapattılar. Yavrularının buz kesilmiş vücutlarını bir an önce ısıtmak için ıslak giysilerini değiştirip sıcacık yataklarına yerleştirdiler.

Doğum Günü
Bir gece vaktiydi. Ülfet çocukları yatırmış, Ekrem’i işe uğurlamıştı. Kendine bir bardak kahve aldı. Kocası gece işe gittiğinde yalnız kalmayı pek sevmezdi. Yine uyku tutmamıştı. Koltuğa oturdu. Kahvesinden bir yudum alıp magazin dergilerinden birini önüne çekti. Henüz birkaç sayfaya göz gezdirmişti ki gecenin sessizliği bozuldu. Telefon, üzerinde durduğu komodini de titreterek çalıyordu. Bu antika, çevirmeli telefon ne zaman çalsa sesinin şiddetinden her parçası başka tarafa dağılacakmış hissi veriyordu. Saate baktı. Şaşkındı. “Gece gece kim arar,” diye geçirdi içinden. Telefonun ahizesini yavaşça kulağına dayadı:
“Alo, alo…”
Yanıt gelmedi. Ahizeyi aldırış etmeden yerine koydu. Yanlışlıkla arandığını düşündü. Tam yerine dönecekti ki, telefon yeniden çaldı. Bu kez kaşlarını çatan Ülfet, endişeyle telefona sarıldı:
“Alo… Buyurun, kimi aramıştınız?”
“Sesimi tanıyamadın mı gelin hanım?”
Ses yabancı değildi. Şaşkınlığını atar atmaz arayanın büyük kayını olduğunu anladı. İçine ani bir sıkıntı çöktü:
“Necdet ağabey…”
“Necdet ağabey ya,” dedi sese alaylı bir tonda. “Orada burada hakkımızda ileri geri konuşuyormuşsun. Kulağımıza gelmeyeceğini mi sandın?”
Ülfet sinirlendi:
“Bu yaptığın ne şimdi Necdet ağabey? Kardeşinin işe gittiğini bildiğin halde beni gecenin bu saatinde arıyorsun. Yakışıyor mu sana?”
“Bu sana ufak bir uyarı olsun. Ayağını denk almazsan, yazık olur sana bilesin.”
“Ne yapacaksın acaba? Yine beni Ekrem’e mi dövdürteceksin?”
“Daha beterini yapacağım. Sana ait ne varsa elinden alacağım. Ekrem’in dayaklarını mumla arayacaksın.”
Telefon suratına kapanınca sinirine hâkim olamayan Ülfet ahizeyi çarparak yerine koydu:
“Elinden geleni ardına koyma.”
* * *
Aradan iki hafta geçti. Zeynep artık beş yaşındaydı. Doğum günü için bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Misafirler davet edilmiş, ikramlar hazırlanmıştı. Salondaki büyük masanın üzerine Zeynep için pembeli bir örtü serilmişti.
Ülfet keyifliydi. Omuz hizasındaki simsiyah, dalgalı saçlarını düzeltti önce. Sonra siyahla çerçeveleyip iyice irileştirdiği ela gözlerini, rujla dolgunlaştırdığı dudaklarını kontrol etti. Beyaz tenine yayılan güzelliğinin farkındaydı. Bunun başkaları tarafından fark edilmesinden de hoşlanıyordu. Takıp takıştırmayı, süslenmeyi, gezmeyi seviyordu. Ufak şeylerle mutlu olan, kahkahalarıyla bulunduğu her ortamı şenlendiren hayat dolu bir kadındı. Ancak bu iyimserliğinin feri günden güne sönüyordu. Ekrem’in ailesine karşı pasif tavrı, mutlu olmayı denediği her âna kara bulut gibi düşen gölgeleri artık Ülfet’in yaşam sevincini tüketiyordu. Ne kendisi huzur bulabiliyor ne de çocuklarına ve kocasına huzur verebiliyordu.
Tüm hazırlığı boyunca Zeynep annesini hayranlıkla izlemişti. Onu mutlu görmek, bugün için ona en büyük hediyeydi. “Arkadaşlarım da gelecek mi?” dedi sessizliği bozmak için.
Ülfet hazırlık telaşına öyle dalmıştı ki, kızının sorusunu cevapsız bıraktı. Dolaptan siyah, simli bir kıyafet çekip aldı. Aynanın karşısında üzerine tutup kendini uzun uzun izledi. “Bu nasıl?” diye sordu kızına dönmeden. Zaten cevabını da merak etmiyordu.
“Çok güzel anne. Bence kırmızı da çok yakışır sana.”
“O abartılı kalır. Bu sade ve güzel.”
Göz kırptı kızına:
“Senin için süsleniyorum kızım, kıymetimi bil.”
Zeynep kıymetini biliyordu. Huzursuzluğun hâkim olduğu evlerinde mutlu anların kıymetini bilmeyi öğrenerek büyümüştü. O gün ailesi de o da mutluydu. Gerçekten de annesi kendisi için çok hazırlık yapmıştı. Hediyelerini, pastasını ve en çok da kimlerin geleceğini merak ediyordu.
Bir saat sonra misafirler teker teker gelmeye başladılar. Zeynep fırfırlı elbisesi ile ortalıkta dolaşıyor, “Nasıl olmuşum,” diyor, ilgi çekmeye çalışıyordu fakat çoğu kişi onu görmüyordu. Sanki onun için değil de, sırf eğlenmek için gelmişlerdi.
Misafirlerden biri, süslü Suzan Hanım’dı. Ona bu ismi Zeynep takmıştı. Kabarık sarı saçları, her yanından sarkan takıları, yaydığı buram buram kokusu önce Zeynep’in, sonra da evdekilerin onu öyle anmasına sebep olmuştu. Süslü olduğu kadar tahammülsüzdü de. Keyfini kaçıran ne varsa hemen ortadan kaldırmak isterdi. O günkü hedefi de yerde oynayan Zeynep ve kardeşleriydi. Elini çocuklara doğru sallarken yüzünü ekşiterek, “Haydi odanıza,” dediğini duydu Zeynep. Şaşırmıştı. Suzan hararetli sohbetine dönerken, Zeynep’in kulaklarında bileziklerinin şangırtısı kaldı. Üzüntüyle odasına kapandığını kimse fark etmedi.
Pastayı kesme zamanı gelmişti. Ekrem, “Nerede bu günün prensesi,” diye gözleriyle kızını aradı. Kızının yokluğunu yeni fark etmişti. Babasının sesini duyan Zeynep odasından koşarak çıktı. Babasının onu görünce açtığı kucağına attı kendini. Uzun boylu, kır saçlı bu adam Zeynep için dünyanın en yakışıklı adamıydı. Babasına hayranlıkla baktı. Ekrem, kızının omuzlarına lüle lüle yayılan saçlarını düzeltip yanağına kocaman bir öpücük kondurdu. Bıyıkları yine Zeynep’in beyaz tenine batmış, küçük pembe lekelere sebep olmuştu ama bu defa Zeynep mızmızlanmadı, güldü.
Mumları üfledi, yeni yaşı için güzel temennileri sabırla dinledi. Bir öpücükle eline tutuşturulan hediye paketini açma zamanıydı nihayet. Gözleri parıldayan Zeynep, paketin içinde ne zamandır arzu ettiği ayıcıklı kırmızı çantanın olduğunu henüz bilmiyordu. O kadar mutlu ve heyecanlıydı ki, paketi nazikçe yırtarken, çalan kapının sesini bile duymadı.
Kapı uzun uzun çalmıştı. Ülfet, kocasıyla göz göze geldi. Bu ısrarlı çalışın kime ait olduğunun merakındaydı ikisi de. Bekledikleri kimse yoktu. Bakışlarını Ekrem’den koparan Ülfet kalabalık salondan, nispeten daha sessiz girişe doğru yöneldi. Ancak o zaman içerideki gürültünün ve kafasında oluşturduğu uğultunun farkına vardı.
Kapının deliğinden görümcesini görür görmez yüzü düştü. Huzurlu bir rüyadan uyanmış gibiydi. Yanlış gördüğünü umarak tekrar baktı. Hayır, yanılmamıştı. Oydu.
“Bunun ne işi var burada,” diye mırıldandı dişlerini sıkarak. Belli ki partiyi duymuş ve huzur kaçırmaya gelmişti. Kaçışı yoktu. Derince bir nefes alıp gülümsemeye gayret ederek kapıyı açtı.
Kenarı çiçek desenli yeşil yazmasına bürünen sarışın kadın, soluk teni ve çipil çipil bakan gözleriyle Ülfet’e zehirli bir yılan gibi göründü. Kadın elini beline koymuş, kaşlarını çatmış, olası bir tatsızlığa peşinen hazırlamıştı.
“Yok, yılan değil,” dedi Ülfet içinden, “tavuk, ciyak ciyak ötüp ortalığı birbirine katan besili bir tavuk”. İçinden geçenlere güldü ve toparladı kendini:
“Ooo hayırdır görümceciğim. Bizi göresin mi geldi?”
“Siz arayıp sormayınca, iş bize düştü ne yapalım. Gideyim de bir yeğenlerimi göreyim dedim.”
İkisi de sarf edilen her sözün aralarında yıllardır bitmeyen savaş için sıkılan bir kurşun olduğunu biliyordu.
“Ne iyi etmişsin. Buyur, geç.”
“Bakıyorum herkes davetliymiş zaten. Bizi unuttun mu gelin hanım?”
“Olur mu hiç öyle şey? Siz unutulacak insanlar mısınız? Bu ortamda sıkılacağınızı düşündüğüm için sizi ayrıca çağırmayı arzu ettim sadece.”
“Yani sen de… İnsan içine hiç mi girmiyoruz? Niye sıkılacakmışım sanki?”
Sevgi, içeri göz atarken, birden limon yemiş gibi yüzü ekşidi:
“O masalarda gördüğüm içki mi?”
Başıyla onayladı Ülfet. Görümcesinin hoşnutsuzluğunu umursamaz görünüyordu ama daha sonra bu mevzudan çıkacak huzursuzlukları düşünmekten de kendini alamıyordu. İçini bir sıkıntı kapladı. Belli etmek istemeyerek gülümsedi:
“Ben de bunu kastetmiştim.”
“Tüh, Allah canınızı… Utanmıyor musunuz, çocukların bulunduğu ortama içki sokmaya?”
Ülfet zoraki gülümsemesinden vazgeçerek görümcesinin kulağına eğildi:
“Millet bize bakıyor. İstersen bu gece ağzımızın tadını kaçırmayalım.”
Ülfet, içeri dalan görümcesini süzdü. Pembe çiçekli basma bir etek giymiş, belinin lastiğini kocaman göbeğinin üstüne kadar çekmişti. Her zamanki gibi eteğin önü uzun, arkası kısa duruyordu. İçini bir utanma kapladı. Arkadaşlarının arasına zerre kadar yakışmayan bu kadınla akraba olduğunun bilinmesini hiç ama hiç istemezdi.
Sevgi, Ülfet’in kendisine uzattığı terliklere yüzünü buruşturarak baktı:
“Kenarları eskimiş, rengi soluk. Şu insanların içinde bana bu terlikleri mi layık gördün?”
Ülfet bıkkınlıkla dolabın kapağını açtı:
“Hangisini giymek istersiniz?”
“Ayağındakileri.”
“Anlamadım.”
“Ayağındakileri giymek istiyorum, nesini anlamadın?”
Ülfet derin derin nefes alırken, gözlerini tavana çevirip başını iki yana salladı. Ayağındaki tüllü, çiçekli, şık terliği aceleyle çıkarıp Sevgi’nin önüne bıraktı. Sevgi’nin gururu okşanmıştı. Başı dik halde, dirseği ile Ülfet’e dokundu:
“E artık arkadaşlarınla tanıştırırsın beni.”
Sevgi’nin içeri girdiğini görenler sessizleşmişti. Baştan aşağı süzüldüğünü fark eden Sevgi, Ekrem’in de kendisini hoş karşılamasıyla rahatladı ama yine de bulunduğu ortamda ağırlığını ispatlamak istiyordu. Sesini yükseltip Ülfet’e seslendi:
“Bana da bir çay koy gelin.”
Ülfet günün geri kalanının berbat geçeceğini hissetmişti. “Bu kadın boşuna gelmedi,” diye geçirdi aklından. Yine de yüzündeki sahte gülücükle fazlasıyla umursamaz görünüyordu. Görümcesine çay koyup ikramda bulundu.
“Pasta güzel olmuş, sen mi yaptın?”
“Hazır aldık.”
Sevgi gülüp dudaklarını kıvırdı. Ülfet saldırıya geçeceğini anlamıştı.
“Tahmin etmeliydim. En son ne zaman tatlı yaptığını hatırlamıyorum çünkü.”
Ülfet bozulduğunu hissettirmedi. Güler yüzlülüğünden hiç taviz vermedi:
“Haklısınız. Üç çocuklu bir kadınım ben. Evimi çekip çevirmekten kalan vaktimi eşimle saadetime ayırmak yapabileceğim en tatlı şey zaten. Pastam da kusur kalsın.”
“Aynen katılıyorum hayatım,” diye güldü bir kadın. “Bizde de durumlar aynı.”
Bir başkası daha atıldı konuya:
“Şekerim, aileni ihmal edeceksen, evinde bir tatlın eksik olsun. Ne gereği var sanki?”
Gelin görümce arasındaki soğuk savaşı Ülfet kazanmış gibiydi. Sevgi’nin kendisini ezilen gelin konumuna itmesine müsaade etmedi. Onu ciddiye almadığını göstermek için gelen geçenle neşeyle sohbet ediyor, gülüşüyor, görümcesine inat içkisini art arda içiyordu.
Vakit epey ilerlemişti. Misafirler yavaş yavaş dağıldı. Çocuklar yatırıldı. Ekrem’in iş arkadaşı Selim, geriye kalan üç beş kişiyi etrafına toplamış komik anılarını anlatıyordu. Yerli yersiz kahkaha atan bu sarhoş insanlar da eğleniyor gibi görünüyorlardı. Selim sohbet arasında Ülfet’e sık sık iltifatlarda bulunuyor, ona olan ilgisini saklamıyordu. Ekrem’se en yakın arkadaşı olan Selim’in bu iltifatlarına eşlik ediyor, arkadaşının karısına olan tavrından herhangi bir rahatsızlık duymuyordu.
Olanları köşesinden sessizce izleyen Sevgi’nin henüz kalkmaya niyeti yoktu. Gözlerini Ülfet’ten çekmiyor, her hareketini takip ediyordu. Bakışlarının dili olsa, belki kendi hayatında ne eksikse Ülfet’in onları doyasıya yaşadığını görmeye tahammül edemediği açıkça görülürdü. Ekrem, ablasındaki durgunluğu fark edip usulca yanına yaklaştı:
“Abla, rahat mısın?”
“Evet, gayet iyiyim. Neden sordun?”
“Ortam seni pek sarmadı galiba.”
“Ne mümkün? Şu kadar içkinin içerisinde otururken… Sana da pes doğrusu.”
“Haklısın abla. Bugün bizi mazur gör. Yorgunsan içerdeki yatağı hazırlayalım sana.”
“Yok, ben de zaten kalkacaktım şimdi. Beni eve bırakırsın.”
“Elbette…”
Sevgi, Ülfet’i son kez süzdü. “Haydi bana müsaade,” diyerek mantosunu aldı ve evden çıktı.
Ekrem misafirlere göz gezdirdi:
“Ben hemen gider gelirim. Siz keyfinize bakın.”
“Ekrem’ciğim, çok geç oldu zaten, biz de çıkalım,” dedi misafirlerden biri.
Selim de ayaklandı. Masanın üzerindeki sigara paketini ve cep telefonunu aldı. Ülfet’in kendisine uzanan eline nazikçe bir buse kondurdu. “Her şey için teşekkür ederiz hanımefendi, sayenizde bu gece çok eğlendik,” dedi.
Ülfet gülümsedi:
“Bizi kırmayıp geldiğiniz için asıl biz teşekkür ederiz beyefendi.”
Hep beraber evden çıktılar. Ülfet bir anda sus pus olan eve göz gezdirdi. Ortalık epey dağınıktı. Beyni bir şarkının ritmiyle zonkluyordu. Yorgun adımlarla yatak odasına gidip kendini yatağa bıraktı.

Entrika
Ertesi sabah Necdet’in evinde aile mahkemesi kuruldu. Necdet kızgın bir boğa gibi burnundan soluyordu. Öfkesine hâkim olamayıp salonda volta atıyor, arada bir durup, “Nerede kaldı bu adam,” diye etrafındakilere çıkışıyordu.
Necdet sekiz kardeşin en büyüğüydü. Babaları vefat edince onun rolünü üstlenmiş, çocuk yaşlarından beri hepsinin üzerinde hâkimiyet kurmuştu. Bu sebepten ona karşı saygıda kusur etmezler, lafının üstüne laf söylemezlerdi. Necdet’e göre kadın değersiz bir varlıktı. Güçsüz, zayıf, istekleri olmayan, bir nevi evin hizmetçisi, kocasının kölesiydi. Çalışacak, yorulmayacak, fazla konuşmayacaktı. “Cavit, ara şunu acele etsin,” diye yeniden kükredi.
Cavit, Ekrem’in bir küçüğüydü. Ağabeyinin lafını ikiletmedi. Telefonu alıp tuşlamaya başladı. Bir taraftan da Necdet’i dinliyor, her söylediğine kafa sallıyordu.
“Ben baştan uyardım bu akılsızı. Gelinin gözünü açmayacaksın, iş çığırından çıkar baş edemezsin dedim. Dinledi mi? Yılanın başı küçükken ezilir.”
“Gelmiş, aşağıdaymış ağabey.”
“Gelsin bakalım. Ülfet’in ailemize yakışır bir gelin olmadığını görmeli artık. Eğer bu kez de karısını haklı bulacak olursa onu kendi ellerimle boğacağım.”
Kapının zili çaldı.
“Geldi,” dedi Sevgi, çehresinde muradına ermiş bir ifade ile. Kapıyı açmaya gitti.
Ekrem şaşkınlık içerisinde ablasına baktı:
“Abla neler oluyor? İş yerini arayıp niye apar topar çağırdınız beni? Kötü bir şey yok değil mi?”
“Aman gözünü seveyim, sakın ola karını korumaya kalkma, onun yerine seni gebertir.”
“Yine ne yapmış karım? Bir bitmedi kavgalarınız. Huzur istiyorum ben artık.”
“Şşşşşşt… Sessiz ol! Geç içeri.”
Sevgi’nin azarını Necdet’in hışım dolu sesi böldü:
“Gel buraya Ekrem.”
Ekrem içeri girip salonda bulunanlara göz gezdirdi. Birinin ne olduğunu açıklamasını bekliyordu sabırsızlıkla.
“Hayırdır ağabey? Toplamışsın yine bütün aileyi?”
“Geç otur. Konuşacaklarımız var.”
“Karımla mı ilgili?”
“Evet, karınla ilgili.”
“O halde mahrem bir konuyu neden cümbür cemaat konuşuyoruz? Ayıp olmuyor mu ağabey?”
“Ulan soytarı, bu işin mahremi mi kalmış? Ayıbı işleyen utanmamış da, utanmak bize mi düşmüş?”
Ekrem bıkkınlıkla kendini koltuğa bıraktı. Yıllardır bitmeyen söylemlerindendir diye düşündü. Eliyle işaret etti:
“Buyur ağabey, dinliyorum. Yine ne yapmış?”
Necdet bir sandalye alıp Ekrem’in yakınına oturdu:
“Oğlum, zamanında gençtin, cahildin. Ben sana baldızımı teklif ettim, çocuğu var diye kabul etmedin. Gittin, bizim sözümüzü çiğneyerek gelenek görenek nedir bilmeyen şehirli bir kadınla evlendin. Neymiş, İstanbulluymuş. Anası intihar etmiş, babası yok, kimi kimsesi yok. Biz soyu sopu belli bir aileyiz. O kadın bizim ailemize yakışmaz dedim. Ne ettiysem sana laf dinletemedim. Bu kadın senin gözünü kör etmiş.”
“Ne istiyorsunuz benden ağabey? Her ailede olur ufak tefek hatalar. Bunlar yüzünden karımı boşayıp çocuklarımı anasız mı bırakayım? Bunu mu istiyorsunuz?”
Necdet kükredi:
“Lan, aldatmak ufak bir hata mı geri zekâlı?”
Odanın içinde dört dönen ses bir hançer olup Ekrem’in kalbine saplandı:
“Ne diyorsun ağabey sen?”
“Vay benim zavallı kardeşim. Karın seni aldatıyor, sense resmen ayakta uyuyorsun.”
Ekrem’in kulakları uğulduyor, kalbi yerinden çıkacak kadar hızla çarpıyordu:
“Bu saçmalık. Benim karım yapmaz öyle şey.”
“Bak, hâlâ karım diyor.”
“Yol bilmez, usul bilmez, cahilin tekidir, doğru. Ama namussuz değildir. Ben karımı iyi tanırım.”
“Bizi nasıl tanırsın peki? Biz iftiracı mıyız? Karısını tanıyormuş.”
“Ağabey, belli ki bir yanlış anlaşılma var. Gel uzatmayalım. İşin eğrisini doğrusunu tartalım, öyle konuşalım.”
Lafın uzamasına dayanamayan ve bu tartışmayı bir an önce bitirmek isteyen Sevgi elinde tuttuğu kâğıdı Ekrem’e uzattı. Sevgi’nin bakışları donuktu. Yüzünde avını kolaylıkla alt etmiş bir yırtıcının soğukkanlılığı vardı:
“Ah benim saf yürekli kardeşim. Madem gerçeklerle yüzleşmek istiyorsun, oku bunu.”
“Ne bu?”
“Dün o çok sevdiğin arkadaşın bu notu karına uzattı. O da okudu. Gülüp çöpe attı. Ben de bu ikisinin arasında ne var diye şüphelendim. Bir fırsatını bulup çöpü kurcaladım. Kurcalamaz olaydım. Senin karın ailemizin yüzkarası.”
Ekrem elleri titreyerek kâğıda uzandı. Ablasının söyledikleri kafasında hece hece yankılanıyordu. Gördüklerini tekrar tekrar okudu. Doğru olmadığını gösteren bir emare aradı. Yoktu. Son bir kez tekrar etti.
“Her zamanki gibi harika görünüyorsun sevgilim. Seni seviyorum.”
* * *
Selim mesaisi bitince toparlanıp çıktı. Çıkarken gözleri sabahtan bu yana görmediği Ekrem’i aradı. Belli ki dönmemişti. Ters bir durum olmasından endişelendi. Fabrikanın arka tarafına park ettiği arabasına doğru yürümeye başladı. Arayıp sormayı düşünürken arkasından birinin geldiğini sezip başını çevirdi.
“Ekrem, sen miydin? Neredeydin? Göremedim seni, çıktı dediler. Hayırdır, kötü bir haber yok ya?”
Ekrem sorulara cevap vermedi. Selim, arkadaşında bir hal olduğunu anladı. Bakışları ürkütücüydü. Hışımla kendisine doğru yaklaşan adamı şaşkınlıkla izledi. Ekrem’in yüzü kıpkırmızıydı. Yumruklarını sıkıyordu. Bir şeye kızdığı belliydi ama Selim’in aklına bir sebep gelmedi. Ekrem, Selim’le burun buruna gelince durdu. “Bana bu ihaneti nasıl yaptın şerefsiz!” diye haykırdı ve hışımla Selim’in suratına şiddetli bir yumruk indirdi. İhanet sözcüğü yıllarca kol kola gelip geçtikleri sokaklarda dalga dalga yayıldı.
Beklemediği yumruğun etkisiyle yere serilen Selim kendini korumayı bile akıl edemedi. O an sadece Ekrem’in söylediklerini anlamaya ve kızgınlığına bir sebep bulmaya çalışıyordu.
“Karımla arkamdan iş çevirmek ne demekmiş size göstereceğim,” derken ikinci bir yumruk daha salladı Ekrem. “Beni aptal yerine koymak neymiş hepsinin hesabını soracağım.”
Yaşananları gören insanlar etraflarına toplanmaya başladılar. Selim sonunda kendini toparlayıp sordu:
“Sen neden bahsediyorsun?”
Ekrem Selim’i duymuyor, sayıklar gibi konuşmaya devam ediyordu:
“Koynumda yılan beslemişim. Allah sizi…”
Yumruklarla yetinmedi. Tekmelemeye başladı:
“Karım her zamanki gibi harika görünüyor demek ha. Siz ne ara sevgili oldunuz da, birbirinize mektuplarla ilanı aşk etmelere başladınız?”
Selim, Ekrem’in söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordu. Ortada dehşet verici bir yanlış anlaşılmanın olduğu ya da birisi tarafında doldurulduğu açıktı ama yediği yumruk ve tekmelerden nefes alıp kendini açıklayamıyordu. “Dur,” diye inledi sonunda. “Kim sana ne anlattı bilmiyorum ama bu bir iftira. Söylediklerinin hiçbiri doğru değil.”
“Önce seni geberteceğim, sonra da karımı. İkinizi de bugün mezara gömeceğim.”
Nihayet çevredekiler yetişti. Ekrem’i güçlükle durdurdular. Birkaçı da Selim’i yerden kaldırıp Ekrem’den uzaklaştırdı. Çok geçmeden siren sesleri duyuldu. Polis ve ambulans olay yerine geldi. İkisini de ifade için emniyete götürdü.
* * *
Ülfet her şeyden habersiz, evde çocuklarıyla ilgileniyordu:
“Aralık duruluk, gitsin pislik, gelsin temizlik.”
Kovada kalan son suyu tasa doldurup Zeynep’in kafasından döktü:
“İşte bitti. Havluya da saralım.”
“Anne kokla beni şimdi.”
“Oh, mis kokuyorsun, mis. Hadi, bir an önce giyin. Üşüme.”
Üç kardeş de yıkanmış, kıyafetlerini giymişti.
“Anne bizimle oyun oynar mısın?”
“Olmaz, çok işim var Kasım’cığım. Dün her yeri batırdık. Evi temizlemem gerekiyor.”
“Lütfen, lütfen.”
“Tamam. Temizlik bitsin, oynayalım. Siz, ben temizliğimi bitirene kadar kapının önünde top oynayabilirsiniz.”
“Yaşasın!” diye bağırdı üç kardeş.
“Sıkı giyinin. Şapkalarınızı takın. Yeni yıkandınız, hasta olmayın sakın.”
Çocuklar hızla hazırlanıp çıktılar. Ülfet pencereden onları kontrol edip ortalığı toplamaya başladı. Bir yandan türkü mırıldanıyor, diğer yandan masanın üzerinde biriken bardakları mutfağa taşıyordu.
Kendini temizliğe öyle kaptırmıştı ki, bulaşıkları makineye yerleştirirken çalan telefonun sesiyle irkildi. Elindeki son tabağı makineye yerleştirip ellerini yıkadı. Telefonu kulağına dayadı.
“Alo…”
“Ülfet, ben Selim.”
“Selim Bey, sesiniz telaşlı geliyor. Yoksa Ekrem’e bir şey mi oldu?”
“Ülfet, şimdi beni iyi dinle. Biri bize fena bir oyun oynamış. Ekrem senin kendisini aldattığını düşünüyor. Hem de benimle.”
“Ne? Siz ne dediğinizin farkında mısınız?”
“Evet. Kocan beni az evvel hastanelik etti.”
“Bu dediklerinize inanamıyorum.”
“Beni dinle Ülfet. Kocanın öfkeden gözü dönmüş. Ne dediysem dinlemedi. Seni asla yaşatmaz. Aklın varsa çocuklarını al ve kaç!”
“Nasıl olur? Nereye kaçayım?”
Hangi soruyu soracağını bilemedi Ülfet. Kafası allak bullak oldu.
Selim son sözünü söyledi:
“Kaç Ülfet, kaç ve canını kurtar!”
Telefon kapandı. Ülfet’in kafasında cevapsız bir dünya soru vardı. Evin içinde ne yapacağını bilmez şekilde dolanıyor, bir yandan da sayıklıyordu:
“Olabilir mi böyle bir şey? Doğru mu söyledikleri? Uf, saçmalık. Bir adamın lafına inanıp, hiç arkama bakmadan kaçacak mıyım yani? Ekrem eve gelince, ortada bir şey olmadığı halde beni bulamazsa ne olacak? Durduk yere elin adamının lafına bakıp düzenimi mi bozacağım?
Sonra nasıl bakarım Ekrem’in yüzüne? Kötü bir şaka yaptı aklınca. Belki de Ekrem’le bir oldular benimle eğleniyorlar. Eğer öyleyse elimden çekeceğin var Ekrem. Elin adamıyla bir olup beni üzmek ne demekmiş göstereceğim sana. Ama ya doğruysa. Yıllardır tanıyorum bu adamı. Niçin bana yalan söylesin ki?”
Ülfet bocaladı. Ne düşüneceğini, neyin doğru olduğunu bilmiyordu. Emin olmalıydı. Selim’in söylediklerinin doğru olduğunu gösteren bir emare bulmalıydı. Ancak o zaman inanabilirdi duyduklarına. En yakın hastaneyi aradı. Bilgi istedi. Fakat o isimde bir hastanın bulunmadığını söylediler. Bir ferahlık geldi içine ama yine de rahatlamadı. Başka hastaneleri de aramaya karar verdi. Numarayı çevirirken kalbi korkudan güm güm atıyordu. Kendine sormadan edemedi:
“Şu an boşa mı vakit kaybediyorum?”
* * *
“Saklambaç oynayalım mı abla?”
“Olur. Hadi ben sayıyorum o halde. Ama uzağa gitmeyin.”
Zeynep saymaya başladı:
“Bir, iki, üç…”
“Zeynep…”
Annesinin sesini duyan Zeynep gözlerini açtı ve saymayı kesti. Annesi duvarın kenarından saklanarak bakıyordu. Elinde küçük bir valiz vardı. “Gel,” dedi eliyle işaret ederek.
“Anneciğim saklambaç oynuyorduk, kardeşlerimi bulmam lazım.”
“Buradalar. Sen de gel. Çabuk ol.”
Zeynep koşarak annesinin yanına gitti. Ülfet eğildi. Üçünü de karşısına alarak fısıldadı. Gözleri korkuyla etrafı süzüyordu:
“Bana bakın çocuklar. Söz verdiğim gibi işlerimi bitirdim ve sizinle oyun oynamaya geldim. Şimdi saklambaç oynayacağız ama kuralları değiştiriyorum. Ayrı ayrı yerlere değil, hep birlikte aynı yere kaçıyoruz ve kimsenin bizi bulamayacağı bir yere saklanıyoruz. Anlaşıldı mı?”
Annelerinin tedirginliğini sezen çocuklar bir şey diyemediler. Ülfet çocukları korkutmamak için zorla da olsa gülümsedi:
“Çok eğlenceli olacak. Ama koşacağız oldu mu?”
“Peki anneciğim.”
“Hazır mısınız?”
“Hazırız.”
Koşmaya başladılar. Olabildiğince hızlıydılar. Hiç arkalarına bakmadılar. Koşan bu üç çocuğa ve kadına bakan kimseye aldırış etmediler. Nereye varacaklarını bilmeden, ulaşacakları o yere doğru adeta uçtular. Ülfet, çocuklarının yorulduklarını hissetmelerine izin vermedi. “Devam!” diye bağırdı. Kasım dayanamayıp dizlerinin üzerine düştü. Ağlamasına aldırmayıp onu kucağına aldı. Diğer eliyle İsmail’in elini sımsıkı tuttu. “Koş Zeynep,” diye bağırdı yeniden.
Sokaktan geçenler hayretler içinde üç çocuğa ve anneye bakıyordu. Kimi şaşırıyor, kimi “Her şey yolunda mı?” diye sesleniyordu.
Bir hayli koştuktan sonra bir binanın önünde durdular. Nefes nefese kalmışlardı. Ülfet etrafını kontrol ettikten sonra binanın girişine yaklaştı ve isimlere göz gezdirdi. Daha sonra zillerden birine bastı. Üzerinde “Kadın Sığınma Evi” yazıyordu. Kapı açıldı. Ülfet hemen çocuklarını alıp içeri geçirdi.
“Girin çocuklar. Bundan sonra saklanacağımız yer burası.”
Sessizce koridordan ilerlediler. Zeynep olan biteni anlamaya çalışıyordu. Artık bunun bir oyun olmadığının farkındaydı. Nihayet annesi bir kapının önünde durdu ve tıkladı. Kapıyı güler yüzlü bir kadın açtı ve onları odaya buyur etti.
İçerde Zeynep’in daha önce hiç görmediği oyuncaklar vardı. Üç kardeş heyecanla oyuncakların başına vardılar. Ülfet, kadınla tokalaştı.
“Adım Tanja. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
Yaşadığı korku ve yorgunluğun üstüne kadının sesindeki sıcaklık ve emniyet hissi Ülfet’i duygulandırmıştı. Gözlerinde biriken yaşlara mani olamadı. Yüzünü ellerinin arasına aldı:
“Kusura bakmayın, ben…”
“Oturun lütfen.”
Tanja, üç çocuğuyla perişan halde olan Ülfet’e üzüldü. Telefona uzandı. Çocuklar için bisküvi ve içecek bir şeyler istedi. Sonra Ülfet’in hemen karşısına oturup bir mendil uzattı:
“Ne olduğunu bana anlatmak ister misin?”
“Kocam…” diye mırıldandı önce Ülfet. Söyleyeceği hiçbir şeye dili varmıyordu ama anlatmalıydı. Ağlayarak içini döktü. Zeynep oynamaya ara verip annesinin yanına geldi, elini tuttu:
“Anneciğim, sen ağlıyor musun?”
“Geçti yavrum. Sen oynamana bak.”
Zeynep denileni yaptı ama bir şeylerin yolunda gitmediği anlamıştı.
Uzun bir dertleşme sonrasında Tanja sözü aldı:
“Ülfet Hanım. Bu kadar korkmanız çok doğal. Kaçtığınız için kendinizi suçlamayın. Yerinizde kim olsa aynısını yapardı, inanın. Burada sizin için yerimiz var. Bizimle kalabilirsiniz.”
“Çok, çok teşekkür ederim Tanja Hanım. İçime su serptiniz.”
“Yalnız bir nokta daha var.”
“Nedir?”
“Sığınma evlerimize yalnızca on beş kişiyi alabiliyoruz ve bir zaman sonra eskileri yeni gelenlerle değiştirmek zorunda kalıyoruz. Zor durumda kalan başka kadınlara da aynı hakkı tanıyabilmek adına bunu yapmak zorundayız.”
“Anlıyorum.”
“Ama üzülmeyin. Bu zaman zarfında mahkemeyi hızlandırabiliyoruz ve eşinizle sizin aranızdaki ilişkiyi belli bir noktaya ulaştırıyoruz. Yani ya terapi sunarak eşler arası uzlaşmayı sağlıyor ya da ortada ciddi bir şiddet söz konusu ise davanın sonuçlanmasını hızlandırıyoruz.” Tanja üzülerek çocuklara baktı. Teselli etmek için Ülfet’in elini tuttu:
“Kendinizi her şeye hazırlayın Ülfet Hanım. Güçlü olmalısınız. Şayet mahkeme boşanma ile sonuçlanırsa, devlet çocukları korumak adına sahiplenebilir.”
“O ne demek? Ben onların annesiyim.”
“Elbette. Bakın, eşiniz öfkesine hâkim olamayan bir baba olarak çocukları almaya hak kazanamayacaktır. Siz de, her ne kadar onların annesi de olsanız, çocuklara gelecek vaat edecek mal varlığına ve ruh sağlığına sahip olmayan bir konumunda olacaksınız.”
“Bu da devlete benim zayıf noktamdan istifade edip çocuklarımı sahiplenme hakkı mı tanıyor?”
Yumuşak bir sesle devam etti Tanja:
“Bu konuda çok fazla seçeneğimiz yok Ülfet Hanım. Ben sizinle baştan her şeyi konuşayım istedim. Dilerseniz size her türlü yardımcı olabiliriz. Lakin yolları kapatırsanız size faydamız dokunmaz. Şu halde evinize dönüp korkunuzla birebir baş etmek zorunda kalabilirsiniz.”
Ülfet gözlerinden boşalan yaşlara engel olamadı:
“Ben böyle bir şeyi nasıl kabul ederim?”
* * *
Ülfet, çocuklarıyla kadın sığınma evine yerleşti ama huzursuzdu. İçinden bir ses ona burada olmaması gerektiğini, yuvasına dönüp her şeye rağmen kocasıyla olan anlaşmazlığını çözmesi gerektiğini söylüyordu. Ekrem’in ailesine rağmen çocukları için savaş vermeliydi. Bu işi çözmenin yolu kaçmak değildi. Başka bir yolu olmalıydı. Severek evlendiği bu adamı, sırf birilerinin düzenbazlığı yüzünden terk edemezdi. Evet, kocası biraz saftı. Her denilene inanıyordu. Özellikle ağabeyine aşırı bağlıydı. Bu da çoğu zaman onu adaletli davranma hususunda yanılgılara düşürüyordu. Ona uyduğu zaman bambaşka bir insana dönüşüyor, sorunlarını şiddet ile halletmeye çalışıyordu ama eskiden böyle değildi Ekrem. Onu günden güne doldura doldura bu hale getirmişlerdi. İçinde Ekrem’e karşı bir yumuşama hissetti. Onu, evliliğini, düştükleri bu durumu hafifletmeye yarayacak düşünceleri durduramıyordu. Geçirdikleri onca yılı anımsadı, güldükleri, ağladıkları, birlikte yokluğu da varlığı da tattıkları ama ne olursa olsun günün sonunda birbirlerine sımsıkı sarıldıkları zamanları.
“Koskoca hayat yoldaşım,” diye iç geçirdi. Zeynep’in bacağına dokunmasıyla irkildi. Öncesinde kendine seslendiğini duymamıştı.
“Neden kalktın yavrum?”
“Kardeşlerim uyudular ama ben uyuyamadım. Sen de mi uyuyamadın anne?”
“Maalesef kızım.”
“Babam nerede? Biz niye hâlâ buradayız? Evimize neden gitmiyoruz?”
Ülfet, karşılaşmaktan koktuğu sorularla en sonunda yüz yüze gelmişti. Eninde sonunda olacaktı bu ama içinin bunca karışık olduğu bir gecede gelmesi durumunu daha da zorlaştırmıştı. “Bir müddet daha burada kalmamız gerekiyor,” diye geçiştirmeyi denedi.
“Burayı sevmedim ben. Şimdi gidelim evimize.”
“Sabırlı ol kızım. Henüz zamanı değil.”
“Babam neden burada değil o zaman?”
“Zeynep’çiğim, biliyorum, her şeyi merak ediyorsun ama şu an çok yorgunum. Bunları daha sonra konuşsak olur mu?”
“Olur.”
“Hadi, şimdi yatmanı istiyorum.”
Zeynep mutsuz görünüyordu. Arkasını dönüp yatağına girdi. Ülfet ona kıyamadı. Sorularına içini ferahlatacak bir cevap verememişti ama gönlünü alabilirdi:
“Birlikte uyuyalım mı?”
Zeynep’in gözleri parladı. Ülfet cep telefonunu masanın üzerine bıraktı. Perdeyi çekti. Yüzünde bir gülümsemeyle kızının yanına sokuldu. Zeynep, başını annesinin göğsüne yasladı. Ona sımsıkı sarıldı. Tıpkı kundakta bir bebek gibi, annesinin kalp atışlarını dinliyordu. Bunu en son ne zaman yaptığını hatırlayamadı. Gözlerini huzur içinde kapattı.
Ülfet, gözlerini tavana dikti. Bir yandan kızının ipeksi saçlarını okşuyor, diğer yandan içini kemiren şeyleri düşünüyordu. O günü kurtarmıştı ama ertesi günler için bir planı yoktu. Neye endişelenmesi gerektiğini, kendisini nasıl bir savaşın beklediğini bilmiyordu. Soru, soruyu doğuruyor, cevabını bilmediği bir kuyuya itiyordu onu. Yorgunluk hissiyle beyni uyuştu. Göz kapakları iyice ağırlaştı. Israrla gözlerini açıp sorularına cevap bulmaya çalıştı fakat içine düştüğü kuyudan bir gecede çıkması imkânsızdı. Kendini derin bir uykuya bıraktı.
Zeynep de Ülfet de telefonun titreşiminin masayı inlettiğini duymadı. Odaya yayılan vınlama, uykuda buldukları huzuru delip geçmek isteyen bir kâbus gibiydi. İzin vermediler. Çalmaya devam etti. Hem de ısrarla.

Ayrılma Vakti
Ekrem eve gelip de karısını ve çocuklarını bulamayınca çılgına döndü. Ortalığı kırıp döktü, Ülfet’in eşyalarını çöpe attı. Kafasında kurduğu senaryoların azabından kurtulmak için birbiri üzerine sigara yaktı. Kendine hâkim olamadığı zamanlarda Ülfet’ten alamadığı hıncı yumrukladığı duvarlardan çıkarmaya çalıştı.
Sevgi, yakaladığı fırsatla Ülfet’ten kurtulacak olmanın sarhoşluğuna kapılmış, iftirasının sonuçlarını tahmin edememişti. Kardeşinin düşeceği durumu hesap edememenin suçluluğu içerisindeydi. Ekrem’in bir delilik edip katil olmasından korkuyordu. Bu nedenle onu yalnız bırakmadı.
Ekrem, Ülfet’i tekrar tekrar aradıktan sonra telefonu hışımla masaya çarptı:
“Açmıyor, açmıyor işte.”
“Kaçmasından belliydi zaten. Bir de başta inanmadın. Gördün mü biz haklı çıktık.”
“İkisini de geberteceğim.”
“Sonra ne olacak?”
“Ne, ne olacak?”
“Hapislerde sürüneceksin akılsız kardeşim. Bu kadına gençliğini harcadın. Öldürüp de geri kalan hayatını mı harcayacaksın?”
“Beni bu kadına karşı dolduran sizsiniz. Şimdi onu affetmemi mi bekliyorsun?”
“Hayır, aklını kullanmanı söylüyorum. Çıkar onu hayatından. Boşa gitsin. Sonra al çocuklarını, yeni bir düzen kur kendine.”
Ekrem sustu. Sanki boşanmak, öldürmekten daha zordu. Ne düşüneceğini, ne yapacağını bilmiyordu.
“Karım o benim. İyisiyle, kötüsüyle sadece benim karım. Onu boşayıp başkasına yar olmasını izleyemem.”
“Geri zekâlı kardeşim. Öldür o zaman. Hadi, çözüm buysa yap. Hayatını dört duvar arasına sokmaksa niyetin, buyur.”
Başını ellerinin arasına aldı Ekrem. İki yol görünüyordu. Ya onun mezarını kendi elleriyle kazacaktı ya da hayatından tamamen çıkarıp kendi yoluna gitmesine izin verecekti.
Sabah uyandığında on üç kere arandığını gören Ülfet’in içine bir korku düştü. Ekrem’in gözünün döndüğünden, karşılaşırlarsa ona bir zarar vereceğinden artık emindi. Çocukları oyun odasına bırakıp hemen Tanja’nın yanına gitti. Durumu anlattı. Tanja onu sakinleştirdi:
“Eşinizi ben arayayım. Aranızdaki durumu yasal olarak halletmeye çalışalım.”
Gece bölük bölük uyuyan Ekrem, karısının kendisini aradığını görünce hemen telefonu kulağına tuttu. Ülfet’in yerine yabancı bir kadının sesini duyunca afalladı. “Siz kimsiniz,” diye çıkıştı.
Tanja, Ekrem’in bilmesi gereken her şeyi tane tane izah etti. Ekrem kadını sessizce dinledi. Araya devletin girmesi, içindeki intikam duygusunu bir anda köreltti.
“Anlatacaklarım bu kadardı. Şu an sizin sağlıklı bir şekilde düşünüp karar vermeniz gerekiyor.”
Ekrem’den ses çıkmadı.
“Hatta mısınız beyefendi?”
“Evet.”
“Söylemek istediğiniz bir şey var mı?”
“Karımla konuşmak istiyorum.”
“Bakın, eğer işi zorlaştıracaksanız…”
“Karımla konuşmak istiyorum. Buna da hakkım vardır herhalde, değil mi?”
“Elbette. Yalnız, o da sizinle konuşmak istiyorsa tabii.”
Ülfet, kendisine uzatılan telefona baktı. Kararsızdı. Tanja gözlerini kırptı:
“Rahat olun. Karşılık vermek zorunda değilsiniz.”
“Konuşacağım.” Telefonu eline aldı, “Söyle,” dedi.
“Ülfet…”
“Evet…”
“Sadece tek bir şey öğrenmek istiyorum. Beni gerçekten aldattın mı?”
“Hayır.”
“Neden kaçtın o zaman?”
“Öfkeden kudurmuş bir adamdan kim kaçmaz?”
“Nereden öğrendin öfkelendiğimi?”
“Selim anlattı olanları.”
Ekrem gürledi:
“Ha, siz konuşuyorsunuz yani? Yalan değil öğrendiklerim.”
Ülfet de yükseltti sesini:
“Adamı dinlemeden hastanelik etmişsin. Tuhaf olan bu değil de, beni arayıp uyarması mı?”
“Elin adamı sana bir şey söylüyor, sen de inanıp kırk yıllık kocana soru sormaya bile gerek duymadan kaçıyorsun.”
“Çünkü ben seni tanıyorum. Gözün döndüğünde neler yapabileceğini biliyorum.”
“Bravo size, gerçekten bravo! Güzel bir ekip çalışması sergilemişsiniz.”
“Peki siz Ekrem Bey, siz, ailenizle bir olup da bana iftira atmadınız mı? Asıl size bravo!”
“La havle… Yine sözü aileme nasıl getirdin be kadın?”
“Her zaman bir bahane ile yaptılar yapacaklarını. Bu kez de namusumu lekelediler. Sen de bana arka çıkacağına yine onlara inandın. Ama bugün görüyorum ki biz zaten çok farklı dünyaların insanlarıymışız. Yazık oldu sana verdiğim ömrüme. Hepinizi Allah’a havale ediyorum.”
“Asıl bana yazık oldu. Hiçbir şey için değmezmişsin.”
“Sus lütfen. İyi kötü günlerimizin hatırına sus. Birbirimizi daha fazla üzmeden güzelce ayrılalım.”
“Merak etme. Ben avukatıma protokolü hazırlattım bile.”
“Hiç vakit kaybetmemişsin ama bu benim açımdan iyi oldu. Anlaşmalı boşanırsak, en azından işimiz çabuk biter. Siz de benden kurtulursunuz.”
Ülfet, Ekrem’in başka söz söylemesine fırsat vermeden telefonu kapattı.
Tanja ona teselli vermek istese de sustu. Bu yüzleşmeyi hazmetmesi gerekiyordu.
“Buraya kadarmış. Onca güzel şey bitmesi için yaşanmış,” dedi Ülfet. Sesi kırgındı.
* * *
Ülfet bir eliyle Kasım’ı, diğer eliyle İsmail’i tutuyordu:
“Çabuk ol kızım, arkamda kalma.”
“Çok yoruldum anne. Daha çok yürüyecek miyiz?”
“Geldik, şu sokağın arkası.”
Zeynep minik adımlarla annesine yetişmeye çalıştı. Ülfet işin en zor kısmına gelmişti. Boşandıktan sonra Ülfet’in kalacak bir yeri ve gidecek hiç kimsesi olmayacaktı. Bu yüzden şimdiden kendine kalacak bir yer ve geçimini sağlayacak bir iş ayarlaması gerekiyordu. Bu sefil koşturmacada çocuklarının rezil olmasını istemiyordu. Çok düşünmüştü, kararı kesindi. Onları devletin kurumuna teslim edecekti.
“Hiç değilse yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında olur,” diye avuttu kendini. Hem varacağı yere ulaşana kadar fikrini değiştirmekten korktuğu için hızlı adımlarla yürüyor, hem de yol hiç bitmesin istiyordu. Kendini ikna etmeye çalıştı:
“Başka kime bırakayım ki zaten? Kimim var benim? Babalarına mı? Asla! Kendini yok yere ateşe atan, hep başkalarının lafına bakan adama çocuk mu emanet edilir? Ne ona, ne ailesine bırakırım. Buraya bırakırım, onlara bırakmam.”
Cümlesini bitirirken kahverengi bir binanın önünde durdu:
“Geldik, işte burası.”
Zile bastı. Onları karşılamak için sarışın bir kadın kapıda belirdi. Ülfet’i görünce gülümsedi:
“Siz Ülfet Hanım olmalısınız. Bunlar da herhalde çocuklarınız.”
“Evet.”
“Ben Virginia. Lütfen içeri buyurun.”
Çocuklar her şeyden habersiz kadını seyrediyorlardı. Ziyarete geldiklerini düşündükleri bu yerin yeni yuvaları olacağını henüz bilmiyorlardı. İçeri girdiler. Büroda kayıtları yapıldı. Virginia çocukları alıp onlara binayı gezdirmeye başladı. Bulundukları ortamın düzeninden, kurallarından, günlük planından, yemeklerinden bahsetti. Hafta sonu ziyaretlerine varana kadar her şeyi anlattı. Konuşa konuşa bir kapının önüne vardılar. Virginia kapıyı araladı:
“Burası da sizin odanız çocuklar.”
Çocuklar şaşkın şaşkın kapının önünde beklediler.
“İçeri girebilirsiniz. Rahat bir şeyler giyinin. Sizi aşağıda diğer çocuklarla tanıştırmak istiyorum.”
Zeynep başını kaldırınca annesiyle göz göze geldi. Ülfet, Zeynep’in tedirgin bakışlarına nasıl yanıt vereceğini bilemedi. Gözlerini kızından kaçırıp Virginia’ya yöneldi:
“Daha onları durumumuzla ilgili bilgilendirmedim.”
“Ben de bu kadar uslu durmalarına şaşırmıştım zaten. Genelde alışık olmadığımız bir durum.”
“Eğer müsaadeniz olursa gitmeden evvel onlarla biraz zaman geçirmek istiyorum.”
“Ne demek, buyurun lütfen Ülfet Hanım. Gitmeden haber verirseniz sevinirim. Şimdiden kolay gelsin.”
Virginia yanlarından ayrıldı. Ülfet odaya göz gezdirdi. Ufak bir penceresi olan bu odada iki katlı bir ranza, onun da karşısında tekli bir yatak vardı. Oda küçüktü ama üç kardeş için yeterliydi. Ülfet, omzundaki çantayı bitkin halde odanın tam ortasında bıraktı. Kapıda duran günahsız yavrularına baktı. Dizlerinin üzerine çöktü ve kollarını açtı:
“Gelin bakalım anneye.”
Üç çocuk da tereddüt etmeden annelerinin kollarına koştular. Ülfet, onları bir müddet öpüp kokladıktan sonra cesaretini topladı:
“Çocuklar, beni iyi dinleyin. Bundan sonra yeni bir eve taşınacağız. Kendi odanız olacak. Değişik bir sürü yeni oyuncak da alacağız. Belki bahçemiz bile olur. Bahçede salıncağımız, kaydırağımız… Hayalinizde ne varsa, hepsini gerçekleştirelim mi?”
Üçü de heyecanla “Evet,” diye bağırdılar.
“Ama bunun için el ele vermemiz lazım. Ben bu hayalimizi gerçekleştirirken, sizden sabırlı olmanızı ve ben dönene kadar beni beklemenizi istiyorum.”
“Burada mı bekleyeceğiz seni?”
“Evet. Bir müddet burada kalacaksınız.”
Zeynep şimdi anlamıştı olanları. Kaşlarını çatıp yüzünü buruşturdu. Kolları birbirine kenetledi. “Ben burada kalmam,” diye çıkıştı.
“Kızım…”
“Bana ne! Ben de geleceğim seninle.”
“Olmaz.”
“Ben burada kalmam.”
İsmail de ona eşlik etti.
“Hayır, ben de burada kalmam. Anne, bizi de götür.”
“Burası çok güzel. Aşağıda oyun odası bile var.”
“Hayır, ben sevmedim burayı. Gidelim buradan.”
Ülfet çıkmaz yola sapmıştı. Çocukları nasıl ikna edeceğini bilemedi.
“Elbette gideceğiz buradan ama şu an sizi götürürsem, kurduğumuz hayallerin hiçbirini gerçekleştiremeyiz.”
Zeynep annesinin ellerini tuttu:
“Anneciğim, biz yeni ev istemiyoruz ki. Eski evimizi seviyoruz. Oyuncak da istemiyoruz. Biz seni istiyoruz anne, seni ve babamı. Lütfen, evimize dönelim.”
İşin uzadıkça zorlaşacağını fark eden Ülfet birden ayağa kalktı. Kararından vazgeçmek istemediği için dolan gözlerini çocuklarından kaçırdı. “Sizi temelli bırakmıyorum. Almaya geleceğim dedim. Neden bu kadar uzatıyorsunuz,” diye çıkışarak içindeki duyguyu bastırmaya çalıştı.
Kasım bir şeylerin ters gittiğini anlayıp ağlamaya, İsmail de kapının önüne geçip, “Bizi de götüreceksin,” diye bağırmaya başladı.
“Götüremem diyorum. Kalacaksınız. Başka çaremiz yok,” diye kızdı Ülfet. Kalplerini incittiğini hissediyordu. İçi paramparçaydı. Yutkundu. Ağlamamak için direndi. Duygusal davranırsa asla onları ikna edemezdi. Aksine, güçlü durmalıydı.
Çocuklar Ülfet’in kendi içinde verdiği savaştan habersizdiler. Annelerinin neden böyle tuhaf davrandığını anlayamıyorlardı. Şaşkın ve dolu gözlerle bakıyor, bir umut bu karardan dönmesini bekliyorlardı.
Virginia odadan gelen sesleri duymuş, ayrılığın en zor noktasına geldiklerini tahmin etmişti. Başını kapıdan içeri uzattı, “Ülfet Hanım, ayrılığı uzatmayın. Bu hem sizi, hem de çocukları yıpratacaktır,” dedi.
Ülfet daha evvel çocuklarından hiç ayrı kalmamıştı. Bu ayrılığın kendisini bu kadar etkileyeceğini hiç tahmin etmemişti. Nihayetinde sonsuza kadar ayrılmıyorlardı. Gelip alacaktı. Ama bu, içindeki sızıyı dindirmedi. Çocuklarının gözlerine bakmaya cesaret edemedi. “Anne,” diye haykırışlarına kulaklarını tıkayıp çıkmak istedi çünkü verdiği karardan her an cayabilirdi. Çocuklarının sesinden kaçtı ama içindeki seslerden kaçamadı. Bir yanı “Doğrusu bu,” diyor, diğer yanı daha şiddetli şekilde “Hata ediyorsun,” diye haykırıyordu. Gücü tükendi. Ayakta kalabilmek için duvara elini dayayıp destek aldı. Üç çocuk birden çığlık çığlığa ağlıyordu. Ne gidebiliyor ne de onların elinden tutup yeni bir hayata atılmaya cesaret edebiliyordu. Bir an cayacak gibi oldu ama sonra onları sürükleyeceği sefalet geldi gözlerinin önüne.
“Şimdi ağlamak zamanı değil Ülfet. Sıcak bir ev, sağlam bir iş bulma zamanı,” dedi. Gözlerinin yaşını sildi. Duyduğu seslere kulağını tıkayıp yürüdü.
Çocuklar saatlerce ağladılar. Sık sık birileri geliyor, onları çeşitli bahanelerle güldürmeye çalışıyordu. Zeynep odaya girip çıkanlara korku dolu gözlerle baktı, annesini kendisinden alan bu insanların kardeşlerini de alabileceğinden korkuyordu.
Zeynep, kardeşlerinden sorumlu olma hissiyle sakinleşmek zorunda kaldı. Odaya getirilen yemeklerden onlara yedirmeye çalıştı, ancak başarılı olamadı. İsmail ağlamaktan yorulup uyuyakaldı. Kasım ise bir türlü sakinleşmedi. Kısılan sesiyle çaresizce “Anne,” diye hıçkırıyor, başka bir şey söylemiyordu. Zeynep artık ağlamıyordu. Küçücük yaşında büyük bir sorumluluğun altında kalakalmıştı. İsmail’in üzerini örttü. Sonra Kasım’ı İsmail’in yanına yatırıp, “Annem gelecek, merak etme,” diye sakinleştirmeye çalıştı. Söylediğine inanmayı kendisi de çok istiyordu. Bir kere de kendisi için tekrar etti:
“Annem gelecek. Merak etme.”
Ablasının sesiyle sakinleşen Kasım uykuya daldı. Zeynep rahatlamıştı. O da kardeşlerinin ayakucuna kıvrıldı. Yataktaki yabancı koku ona annesiyle yattığı geceyi hatırlattı. Gözleri doldu. Annesinin göğsünde yattığını hayal ederek kapattı gözlerini. Üç kardeş birbirlerine kenetlenip aynı yatakta, tek yorgan altında yalnızlıklarına sarılıp uyudular.
Ülfet kadın sığınma evine geldiğinde Tanja ile göz göze geldi. Bakışlarında her şeye rağmen bir adım atabildiğine dair bir onaylanma görmek istedi. Buna ihtiyacı vardı. Durup konuşmaya, yaşadıklarını anlatmaya, hatta teselli edilmeye bile mecali yoktu. Bitkindi. Aklıyla kalbi arasında cebelleşip durmaktan yorulmuştu. Bir an önce uyumak ve duygularından sıyrılmak istedi. Odasının her yanı çocuklarının hayaliyle doluydu.
Hayat dün evini almıştı elinden, bugün ise çocuklarını. Yarın yatacak bir yerinin olup olmayacağı bile belli değildi. Böyle bir çaresizliğe daha önce hiç düşmemişti. Ekrem ve ailesinin onu bu durumlara düşürmesi affedilecek şey değildi. Kararlıydı. Ekrem’e dair ne varsa silip atacak, yepyeni bir sayfa açacaktı. O gün Selim’in telefonda söylediklerini düşündü bir an.
“Evlen benimle, seni dünyanın en mutlu kadını yaparım,” demişti. Başını iki yana sallarken, “Aptalsın Ülfet,” diye mırıldandı kendi kendine. Bu teklifi düşünmesi bile ürkütücüydü. Şaşkındı. Kızgındı. Çaresizdi. Belki de çaresizliğin gölgesine sığınmak işine geliyordu. Aklına gelen düşüncelerden sıyrılmaya çalıştıkça, Selim tüm samimiyetiyle gözünün önüne geliyordu. Yaptıkları konuşma kafasında dönüp duruyordu.
“Bu hallere düşmene göz yumamam. Ne sen bunu hak ediyorsun, ne de çocukların. Benim tanıdığım Ülfet çok güçlü bir kadın. Kıymetini bilmeyen bir adam için üzülüp kahrolman sana ne kazandıracak?”
O konuştukça sadece susup dinlemişti. Telefonu yüzüne kapatırken, “acaba” bile dememişti içinden fakat şimdi neyin değiştiğini kendisi de bilemedi.

Annesiz Günler
Sabahın erken saatleriydi. İsmail gözlerini araladı. Kendisini rahatsız eden ıslaklığı fark edince, ağlamaya başladı. Uzun bir aradan sonra ilk defa altına kaçırmıştı.
Onun ağlamasına Zeynep ve Kasım da uyandılar. Önce nerede olduklarını hatırlayamadılar fakat bu uzun sürmedi. Tekrar koca bir boşluğa düştüler. Üçü de yeniden ağlamaya başladılar. Zeynep avuç içleriyle gözlerine bastırıp akan yaşı durdurmaya uğraştı. Ayağa kalktı, camın kenarına yaklaştı. Ayakuçlarına basarak dışarıyı görmeye çalıştı. “Neredesin annem? Neden hâlâ dönmedin. Söz, bir daha seni hiç üzmeyeceğim canım anneciğim,” diye fısıldadı.
Çok geçmeden kapı açıldı. Hiç tanımadıkları turuncu saçlı, yüzü çilli bir kadın gülümseyerek içeri girdi. Sesini değiştirerek, “Günaydın çocuklar. E siz uyanmışsınız bile,” diyerek heyecanlı heyecanlı konuşmaya başladı. Bu kadın diğerlerinden farklı gibiydi. Neşeyle karnını gösterdi.
“Uuuuff… Karnımdan acayip acayip sesler geliyor. Acaba ben minik bir kaplan mı yuttum?”
Odadaki ağlama sesleri kesilmişti. Bütün ilgi kadının üzerindeydi.
“Yoksa… Midem bana bir şey söylemek istiyor olmasın? Durun, bir dinleyeyim.”
Karnına kulak veriyor gibi eğildi. Tekrar başını kaldırıp kendini elleriyle gizlemeye çalıştı:
“Çok utanıyorum. Nasıl da böyle bir hata ettim ben? Midem bana ne dedi biliyor musunuz?” Meraklarını artırmak için birkaç saniye bekledi:
“Beni aç bıraktın. Sen yemek yemediğinde ben acı çekiyorum. Lütfen beni doyur dedi. Ne kadar da haklı. Ben gerçekten de çok acıktım. O halde şimdi gidip karnımı doyurayım bari.” El sallayıp arkasını döndü. Gidiyor gibi yapıp durakladı. Sonra başını geriye çevirdi:
“Neredeyse sormayı unutuyordum. Bana eşlik etmek ister misiniz?”
Zeynep’in kanı bu kadına ısınmıştı. Birkaç adım yaklaştı. “Kardeşlerim aç,” diye fısıldadı.
“Peki, bana yardım etmek ister misin?”
“Evet.”
Kadın gülerek parmağının ucuyla Zeynep’in burnunda dokundu:
“O zaman hep birlikte yemeğe iniyoruz. Onları ancak sen ikna edebilirsin minik abla.”
Zeynep mahzunlaştı:
“Annem de bana öyle diyordu. Nerede hani? Geldi mi? Aşağıda mı annem?”
Kadın kendisinden cevap bekleyen bu kıza ne diyeceğini bilemedi:
“Henüz gelmedi küçük kız ama üzülme. Bak aklıma ne geldi. İstersen bugün bir çizelge hazırlayalım size. Her sabah uyandığımızda oraya bir işaret koyalım. Böylece annene kavuşmak için geride bıraktığın günleri görmüş olursun. Bu çizelgeyle anneni ben bile heyecanla beklerim.”
Zeynep bu fikri çok beğendi. Sanki yüreğine su serpildi. Bu arada İsmail yorganın altına bakıp tekrar mızmızlanmaya başlamıştı.
Kadın İsmail’e yaklaşıp, “Hey yakışıklı bir sorun mu var,” diye sordu.
İsmail cevap vermeyince, Zeynep kadının kulağına eğildi:
“Kardeşim altına yapmış.”
“Anladım. Dur, benim cebinde senin yüzünü güldürecek bir şey olacaktı. Nerede, nerede…”
Cebinden rengârenk bir lolipop çıkarıp İsmail’e uzattı:
“Sever misin?”
İsmail başıyla onayladı:
“Aramızda kalsın, ben de çok severim ama yemekten önce yediğim zaman karnım ağrıyor. Bence sen de yemekten sonra yemelisin.”
“Tamam.”
“Aferin sana. Ben de şimdi aşağıya inip ablana ve kardeşine de birer lolipop ayıracağım. O zamana kadar Meriç ablanız sizinle ilgilenebilir.”
“Meriç abla kim?” diye sordu Zeynep.
“Yoksa siz onu daha tanımadınız mı?”
Yine başlarıyla “hayır” diye yanıt verdiler.
“Nasıl olur? Halbuki Meriç ablanız sizi daha yakından tanıyıp arkadaşınız olmak için sabırsızlanıyor.”
Sesini sanki bir sır veriyor gibi kıstı:
“Şu an kapının arkasında olduğu için onu göremiyorsunuz. İsterseniz onu daha fazla kapıda bekletmeyelim.”
Ayakuçlarına basa basa kapıya yanaştı. Dinler gibi kulağını kapıya dayadı:
“Açalım mı kapıyı?”
“Evet!”
Kapıyı açtı, dışarı baktı ve hiçbir şey demeden odadan çıktı. Kapı kapandı. Çocuklar şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Kapı tekrar tıklanınca Zeynep tereddüt etmeksizin kapıyı açmaya gitti. Kapıda yine o turuncu saçlı kadın duruyordu. Gülerek başını içeri eğdi:
“Merhaba. Benim adım Meriç. Sizinle tanışmak ve arkadaş olmak istiyorum. Acaba kabul eder misiniz?”
Zeynep güldü. Günlerdir ilk defa gülüyordu. Kendisine uzanan eli tuttu. Üçü de, sırf mutlu olsunlar diye halden hale giren bu kadını sevmeye başlamışlardı.
“Arkadaşız.”
“Harika. İşte şimdi dünyanın en mutlu insanı oldum.”
Meriç gerçekten mutlu olmuştu. Çocukların gönüllerini kazanmış, yüzlerini güldürmeyi başarmıştı. İsmail’den izin alıp çarşafını değiştirdi. Çocukları giydirdi. Sonra da Kasım’ı kucağına aldı.
“Aşağıya inmeye hazır mısınız?”
Birlikte yemekhaneye indiler ve orada diğer çocuklarla tanıştılar. Çekingen duruşları gözden kaçmıyordu. Artık ağlamıyorlardı. Tanımadıkları bu yerde tutunacak bir dal bulmuşlardı.
Aradan haftalar geçti. Ekrem ve Ülfet boşandılar. Ekrem o zamana kadar çocuklarının devlet kurumunda olduğunu bilmiyordu. Yerlerini öğrenir öğrenmez onlara hediyeler alıp ziyaretlerine gitti. Babalarını ne zamandır görmeyen çocuklar adeta bayram ettiler. Ekrem izin alıp onları dışarı çıkardı. Bütün gün doyasıya gezdiler. Kasım babasının kucağında uyuklamaya başlayınca dönme vaktinin geldiğini anladılar. Ekrem çocukları yurda geri getirdi.
“Babacığım, bizi yanına al. Burada kalmak istemiyoruz,” diye yalvardı Zeynep.
“Tatlı kızım, söz veriyorum geri geleceğim. Sizi alıp buradan temelli çıkaracağım.”
“Annem de söz vermişti. Gitti. Bir daha dönmedi.”
Ekrem kızına üzülerek baktı. Hukuken onları yanına almaya henüz hakkı yoktu.
“Biliyor musunuz, bir dahaki sefere kadar beni uslu uslu beklerseniz sizi kırmızı bir arabayla gezintiye çıkaracağım.”
“Aynı benim kırmızı arabam gibi mi,” diye merakla sordu İsmail.
“Ondan daha kırmızı oğlum, kıpkırmızı.”
Bir yanları bir sonraki görüşme için heyecanlıydı, bir yanları da babalarıyla gidemeyecekleri için buruk. Sabah babalarını karşılarında görünce onları almaya geldi sanıp umutlanmışlardı. Şimdi yine üçünün de hevesi kursağında kalmıştı. Boyunlarını büktüler. Bu defa üzüntüleri anneleriyle yaşadıkları gibi uzun sürmedi. Meriç onları dört gözle kapıda bekliyordu. Elindeki pastayı göstererek, “Koşun, koşun pasta yiyeceğiz,” diye seslendi. Sevinçle zıpladılar. Babalarına öpücük verip vedalaştılar. Sonra Meriç’le içeri girdiler. Her ne kadar bazı geceler zor geçse de, üçü de artık buraya alışmıştı fakat anne babalarının, eski güzel günlerin yerini hiç kimse, hiçbir şey dolduramayacaktı.
* * *
Bir sabah kahvaltıda Zeynep’in yanına siyah saçlı bir kız çocuğu geldi. Zeynep’ten bir iki yaş büyük gibi duruyordu. “Oyun oynayalım mı?” diye sordu. Zeynep ne oynayacaklarını bilmeden, “Evet,” dedi.
“Birazdan şakadan kavga edeceğiz. Herkes gerçek zannedecek.”
Zeynep’in yüzü düştü. Bu oyun hiç aklına yatmamıştı.
“Ben bu oyunu beğenmedim.”
“Amma mızıkçı çıktın.”
“Ama ben kavgayı sevmem ki.”
“Gerçek kavga değil ki, şaka. Adın neydi senin?”
“Zeynep.”
“Benim adımda Meltem. Bak şimdi, ikimiz de oyun odasına gireceğiz. Sonra itişip kakışmaya başlayacağız. Herkes gerçek sanacak.”
“Bunu neden yapıyoruz?”
“Herkes gücümüzü görsün, bizden korksun diye. Hadi gel.”
Zeynep, kolundan sımsıkı çeken Meltem’i takip etti. Herkes oyun odasındaydı. Meltem etrafı kontrol ettikten sonra Zeynep’i yere itekledi. “Sen kendini ne sanıyorsun?” diye bağırdı.
Zeynep, beklenmediği iteklemenin etkisiyle dizlerinin üstüne düştü. Bir an şaka mı, gerçek mi, ayırt edemedi.
“Madem kavga istiyorsun, hadi durma. Vur bana.”
Zeynep karşılık veremedi. Şaka olduğunu bildiği halde, içinde bulunduğu vaziyetten aşırı rahatsızlık duydu. Hemen etrafına baktı. Çocukların ilgisini çekmeyi başarmışlardı. Herkes elindekini bırakıp Meltem’le Zeynep’in etrafında toplanmıştı.
“Hadi kalk, göster gücünü! Vursana bana! Hadi vur!”
Meltem kendini bu sahte oyuna öylesine kaptırmıştı ki, kimse gerçek olmadığını anlayamadı. Bazı çocuklar kavganın büyümesi için yüksek sesle alkış tuttular:
“Kavga… Gürültü… Kavga… Gürültü…”
Meltem alkışlandıkça durumdan zevk almaya başlamıştı, Zeynep’i iyice köşeye sıkıştırdı.
“Kavga… Gürültü… Kavga… Gürültü…”
Zeynep nasıl bir işin içine düştüğünü anlayamıyordu.
“Ben bir şey yapmadım. Rahat bırakın beni.”
Yakasına yapışan Meltem’i, kendini müdafaa etmek için hafifçe itekledi. Zeynep’ten daha büyük olan Meltem bunu fırsat bilip Zeynep’in sol omzuna bir yumruk geçirdi. Ardından gülerek arkadaşlarına baktı:
“Zavallı, bana karşı koyabileceğini sandı.”
Meltem ve arkadaşları, diğer çocukların üzerinde söz sahibi olduklarını göstermek için sık sık hır gür çıkarırdı. Bu kez gösteri için aralarına en son katılan Zeynep’i seçmişlerdi. Onun sınırlarını yoklamak, gücünü görmek istiyorlardı. Zeynep’in üzerinden kendi güçlerini de göstereceklerdi. Her biri yalnızlığın verdiği hırçınlığı başka başka yollarla ortaya çıkartıyordu. Zeynep, eliyle ağrıyan omzunu sımsıkı tuttu. Kendini, beklemediği bu nefretin içinde küçücük hissetti. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu.
“Kavga… Gürültü… Kavga… Gürültü…”
Başını iki eli arasına alıp kulaklarını tıkadı. Gözlerini sımsıkı kapattı. Bu kadar büyük bir öfkeyi hak etmek için ne yaptığını bilmiyordu. Duyulmayacak bir sesle, “Anne,” diye sızlandı.
“Neler oluyor burada?”
Çocuklar sesin geldiği yöne döndüler. Bir anda sesler kesildi. Meltem hemen kendini korumaya aldı.
“Bu yeni gelen kız başlattı kavgayı.”
“Meltem, yalandan hoşlanmadığımı biliyorsun.”
“Doğru söylüyorum. Siz bu kızın masum gözüktüğüne bakmayın. Onun neler yapabileceğini bilmiyorsunuz.”
“Evet, daha Zeynep’i yeterince tanımıyorum ama seni tanıyorum Meltem’ciğim ve senin neler yapabileceğini biliyorum. İkiniz de müdürün yanına gidiyorsunuz. Hemen.”
Zeynep bir solukta ayağa kalktı. Oyun odasından çıkarken, kapı eşiğinde şaşkın gözlerle kendisini seyreden İsmail’le Kasım’ı gördü. İstemeyerek de olsa bir kavgaya karışmış ve kardeşleri buna şahit olmuştu. Bu durum onu biraz önce uğradığı haksızlıktan daha çok üzdü. Başını önüne eğerek yanlarından geçti. Meltem’le yan yana yürürlerken kırgın bakışlarla onu süzdü.
“Neden yaptın bunu?”
“Şakaydı, biliyorsun.”
“Canım acıdı. Böyle şaka mı olur?”
“Tamam uzatma. Müdüre ters bir şey söylersen hesabını sorarım.”
Müdürün odasına girdiler.
“Müdür bey, bu iki kızı kavga ederken bulduk.”
Müdür ikisini de baştan aşağı süzdü:
“Nedir derdiniz kızlar, neyi paylaşamadınız?”
“Müdür bey, bu kızı eşyalarımı izinsiz kurcalarken yakaladım. Kavga bu yüzden başladı.”
“Yalan söylüyor. Ben kimsenin eşyasına izinsiz dokunmam.”
Müdür ayağa kalkıp kızlara yaklaştı:
“Zeynep, sen anlat bakalım. Olay nasıl oldu?
Zeynep sustu. Bu zamana kadar binlerce çocuk gören ve her birinin derdiyle ayrı ayrı uğraşamayacak kadar yoğun olan müdür, umursamaz bir tavırla kararını verdi:
“Koyun bunların ikisini bir odaya. Birbirleriyle iyi geçinene kadar oda arkadaşı olsunlar.” Zeynep bu beklenmedik karar karşısında telaşlandı:
“Ben kardeşlerimden ayrı kalmak istemiyorum.”
Diğer yandan Zeynep’e tiksintiyle bakan Meltem de karşı koydu:
“Ben bu kızla aynı odada kalmam. Anlaşamayız biz. Bize başka bir ceza verin. Bir daha yapmayacağız, söz.”
Müdür kükredi:
“Burada son sözü ben söylerim. Çıkın hemen odamdan.”
* * *
Zeynep’in kardeşlerinden ayrı bir odaya geçmesi, Kasım ve İsmail için oldukça zor bir süreçti. Bulundukları ortama tam da ısınacakken ayrı düşmenin verdiği üzüntüyle tekrar içlerine kapandılar. Aradan zorlu günler geçiyor, üç kardeş her hafta sonu ümitle annelerinin yolunu gözlüyordu.
“Belki bu sefer gelir,” dedi Zeynep gözünü camdan ayırmadan.
“Annem artık gelmiyor, bizi unuttu.”
“Hayır İsmail, annem bizi unutmaz. Gelecek.”
Annelerinin yolunu gözleyen üç kardeş babaları gelince çok mutlu oldu. Üstelik tıpkı söz verdiği gibi kıpkırmızı bir arabayla gelmişti. Annelerinin özlemini bir süreliğine de olsa unuttular.
“Bu araba çok mu hızlı,” diye sordu Kasım.
İsmail heyecanlıydı:
“Tabii ki hızlı, hıphızlı.”
Ekrem, çocuklarının kendi aralarındaki muhabbeti bir müddet dinledi:
“Kaldığınız yeri seviyor musunuz?”
“Çok değil ama Meriç ablamı çok seviyorum.”
Ekrem, sorularına cevap veren Zeynep’e kaçamak bir bakış attı:
“Anneniz sizi ziyarete geliyor mu?”
“Hiç gelmedi baba.”
Ekrem eski karısının kayıplara karışmasından dolayı huzursuzdu. Boşanmışlardı ama onu aklından çıkaramıyordu. Güvende olmasını istiyordu. Onu görmeyeli uzun zaman olmuştu. Öfkesi dinmişti. Geriye kırgınlıkla birlikte önüne geçemediği bir özlem kalmıştı. Ara ara beynini kemiren bazı sorulardan kaçamıyordu. Vicdanı rahat değildi. Ona sakince ne olup bittiğini sormamış, kendisini ifade etmesine fırsat vermemişti. Haksızlık etmiş olabileceğini düşünmeden edemiyordu. Öfkesi soğudukça acısı daha da artıyordu. Çocukları yurda bırakma vakti gelmişti.
“Keşke biraz daha kalsaydık yanında.”
“Üzülme kızım, sizi yakında buradan çıkaracağım. Sabırlı olun.”
Yurdun önüne geldiklerinde hiç ummadıkları bir şeyle karşılaştılar. Ülfet kapıda çocukları bekliyordu. Çocuklar bu güzel sürpriz karşısında büyük heyecana kapıldılar. Ülfet’in boynuna atıldılar.
Ekrem, Ülfet’in kendisini görmezden geldiğini fark etti. Vedalaşamadığı çocuklarına geriden baktı. Arabaya bindiğinde eski karısını süzdü. Zayıflamış, bir o kadar da güzelleşmişti. Ona baktıkça onu ne kadar özlediğini anladı. Eski günlerdeki gibi ona koşmak, sarılmak, hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmek istedi. Sonra silkelendi. “Neler saçmalıyorum böyle? O artık benim karım değil. Yabancı bir kadın, hiç benim karım olmamış gibi yabancı,” diye azarladı kendisini.
Tam arabayı çalıştıracaktı ki, vicdanının sesine dur diyemedi. Yılların hatırı için bir özür dilemesi gerektiğine karar verdi. Beklemeye başladı. Zaman geçmek bilmedi. Arada bir arabadan çıkıp sigara yakıyor, sonra tekrar yerine geçiyordu. Bu şekilde uzun bir müddet bekledi. Güneş batmak üzereydi ki Ülfet dışarı çıktı. Ekrem’in beklemekten yorulan azaları bir anda harekete geçti. Heyecanla arabadan çıkıp arkasından seslendi:
“Ülfet!”
Ülfet başını sesin geldiği yana çevirdi. Karşısında eski kocasını görünce çehresinde acı bir ifade belirdi:
“Neden hâlâ buradasın?”
“Konuşabilir miyiz?”
“Anlamadım, biz seninle daha neyi konuşacağız?”
Ekrem Ülfet’e yaklaştı. Boşanmadan evvel bu gözlere bakarken nefret duyuyordu. Oysa şimdi nefretin yerini merhamet kaplamıştı.
“Sana haksızlık ettim. Bir kez olsun seni dinlemeliydim.”
Ülfet celallendi:
“Bu neyi değiştirir? Şimdi mi geldin dinlemeye? Her şey bittikten sonra mı?”
“Kızmakta haklısın.”
“Kızmak mı? Ne kızması? Ben artık sana kızmıyorum bile çünkü insan sevdiğine kızar. Sen bendeki yerini kaybedeli çok oldu. Güle güle Ekrem Bey.”
Ülfet, uğradığı haksızlığı hazmedebilmek için bir hayli zaman harcamıştı. Yeni yeni toparlanıyorken, çektiği acıların hesabını iki cümleye sığdıramazdı. Arkasını dönüp yürüdü. Ekrem Ülfet’i kolundan tuttu:
“Dur, gitme!”
“Ne oluyor sana? Kendine gel!”
“Sana söyleyeceklerimi dinle. Sonra dilediğini yapmakta özgürsün.”
“Bırak kolumu, bağırırım!”
“Konuşalım. Bırakacağım.”
“Boşanmadık mı biz? Sen benden daha ne istiyorsun,” diye bağırdı Ülfet.
“Beni dinlemeni.”
Ülfet sustu. Ekrem bu suskunluktan cesaret alıp içini dökmeye başladı:
“Evet, boşandık. Boşandık ama vicdanım bir an olsun susmuyor. Ben çok hata ettim Ülfet. Özellikle de sana karşı. Ailemize dışarıdan müdahale edilmesine izin vermemeliydim. Bugün görüyorum ki, evliliğimize her fırsatta burnunu sokanların umurunda bile değilmişiz. Onlar hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyor ama biz bölündük. Paramparça olduk. Yine de kimseyi suçlamıyorum. Ortada bir suçlu varsa o da benim. Biliyorum, bu işin bu saatten sonra dönüşü olmaz ama geç de olsa içimdeki duyguları bil istedim. Ben senin hakkında her zaman yanıldım.”
Ekrem, Ülfet’ten bir tepki bekliyordu ama o buz gibi duruşunu hiç bozmadı. “Bil ki, hakkımda yine yanılıyorsun,” dedi sadece.
Ekrem şaşkınlıkla Ülfet’e baktı. Eski karısı, intikam tetiğini çekmişti.
“Anlamadım.”
“Pek yakında anlayacaksın.”
Ülfet arkasını dönüp yürüdü. Ekrem bu imalı sözlerden hiç hoşlanmadı. İçini kemiren duygular bu sefer de yerini huzursuzluğa bırakmıştı. Günlerce ne demek istediğini düşündü. İhtimallerle boğuşurken, birkaç hafta sonra Ülfet’in Selim’le kıydığı nikâhın haberini aldı. Ekrem, aldatıldığını öğrendiği an kadar sarsıldı. Yavaş yavaş durulan öfke nöbetleri daha şiddetli halde geri döndü. Çektiği vicdan azabı, Ülfet’ten dilediği özür aklına geldikçe yaşadığı pişmanlık, artık Ülfet’e karşı tamir edilemez bir nefrete dönüşmüştü.
Attığı iftiranın gerçeğe dönüşmesi Sevgi’yi şaşırtmıştı. Bu kötü oyunu planlarken sonunun böyle olacağını hiç düşünmemişti. Hızla yayılan bu haber diğer aile fertlerinin de ekmeklerine yağ sürdü. Hepsi haklılıkları ispatlandığı için mutluydu. Kazandıkları zaferin etkisi Ekrem’in üzerinden dağılmadan ona Türkiye’den dul bir kadın buldular. Ekrem hiç düşünmeden evlenmeyi kabul etti. Yıldırım nikâhıyla evlenip yeni karısı Asiye’yi Almanya’ya getirdi.
Ekrem çocuklarını yanına alabilmek için yeniden mahkemeye başvurdu. Kısa sürede velayetlerini almaya hak kazandı. Ülfet’in çocuklarını almak için tek bir adım bile atmamasına şaşkındı. O güne kadar sorsalar, “Anneleri çocukları için dünyayı yakar,” derdi ama şimdi çocukları için mücadele etmeyi bırakıp ortadan kaybolmuştu. Sanki hiçbir zaman anne olmamış gibi davranıyordu. Ekrem ne kadar düşünse de Ülfet’in bu tavrına bir açıklama bulamadı. Kendince, Ülfet’in ondan bıktığı, çocukların sorumluluğunu ona devrederek içindeki öfkeyi dindirmeye çalıştığı sonucuna vardı.
Minik yavrular ise her şeyden habersiz babalarına kavuşmanın heyecanı ile bayram ediyorlardı. Evlerine, ailelerine bir sene boyunca hasret kalmışlardı. Büroda son işlemler yapılırken babaları Asiye’yi göstererek, “Bu sizin cici anneniz,” dedi. Kadının kim olduğunu, neden ona anne demeleri gerektiğini anlamadılar. O kadar mutluydular ki, bu detayı hiç umursamadılar.
Gitmeden yurt görevlilerine veda ettiler. Zeynep Meriç’e sıkı sıkı sarıldı:
“Seni çok sevdim Meriç abla.”
Gözlerinin içi güldü Meriç’in. Hüzünlendi:
“Gidişinize üzülsem mi, sevinsem mi bilemedim Zeynep’çiğim. Bendeki yeriniz apayrı. Yolunuz açık olsun.”
Zeynep son kez Meltem’le göz göze geldi.
“Zeynep, ara sıra yaptığım kötü şakalar için özür dilerim. İnşallah bir gün ben de ait olduğum yuvayı bulurum.”
“Kendine iyi bak.”
İçtenlikle sarıldılar birbirlerine.

Baba Ocağı
Zeynep yazın geldiğini o gün anlamıştı. Mutluluktan ayakları yere basmıyor, sanki bulutların üzerinde yürüyordu. Aylarca kardeşleriyle birlikte işlemedikleri bir suçun cezasını çekmişlerdi. Evlerinden sürgün olmuş, yalnızlığa mahkûm edilmişlerdi. O gün özgürlük günüydü. Kuşlar gibi yuvaya uçma vaktiydi. Hapishaneden salınmış mahkûmlar gibi güneşte gözleri kamaştı. Tenini okşayan ılık rüzgârda ağaçların kokusunu tek tek aldı. Kuşların, çocukların, hatta arabaların sesini bile dinledi. Eve giden yolda her şey ama her şey çok güzeldi.
Evin önüne geldiklerinde rengi solmuş apartmanı bir gökkuşağıymış gibi hayranlıkla izledi. Onca acı şey yaşamışlardı ama artık geçmişti. Evlerinin şefkatine sığınınca hepsi unutulur giderdi.
Ekrem, öylece duran kızına baktı. Çocuklarıyla dolu bu evi ne kadar özlediğini daha iyi anlıyordu. Bir an önce içeri girmek istedi:
“Hadi kızım.”
“Bayan Müller’in ziline de basabilir miyim babacığım?”
“Ne yapacaksın Bayan Müller’i, kızım?”
“Ona geldiğimizi haber vermeliyim baba. Mutlu olacağını biliyorum çünkü o çok seviyor bizi. Basabilir miyim ziline? Lütfen.”
“Önce evimize girelim.”
Ekrem’in sesi ciddileşmişti. Zeynep ısrar edemedi ama keyfini hiçbir şey bozamazdı. Güldü,
“Olur,” dedi.
Babasının kapıyı açışını izlerken annesi geldi aklına. Gözlerinin önüne, ardı ardına anılar üşüştü. Annesinin sıcak diye uyarmasına aldırmadan üfleye üfleye yediği o patates kızartması, mayaladığı yoğurdu üstüne döke döke yerken annesiyle göz göze gelişi, kızmasın diye yoğurdu övmeleri, gülüşmeleri, oyunları, yaşadığı an kadar canlıydı.
“Hadi baba, hadi,” dedi sabırsızlıkla. Sanki yukarı koşsa annesini, eski günleri bıraktığı yerde bulacaktı. Ekrem kapıyı açınca içeri yel gibi esti. Onu İsmail ve Kasım takip etti. Önce hiç tanımadıkları bir eve girer gibi merakla bakındılar. Sonra odalarına koştular. Her zaman yatağın üzerinde katlı duran battaniye yerindeydi. Ne güzel çadırlar yaparlardı onunla. Cama yapıştırdığı resmi, önündeki mor saksı, gül desenli yatak örtüsü, hiçbiri değişmemişti. İsmail’le Kasım’ı odada bırakıp koşarak mutfağa gitti. Buzdolabının üzerindeki renkli mıknatısları boş gözlerle seyrederken durgunlaştı. Mutluluğun sarhoşluğu dindi, içinde bulunduğu güzel rüyadan uyandı. Her şey yerli yerindeydi ama evde kocaman bir boşluk vardı. Onları keyifle izleyen babasına döndü:
“Baba, annem nerede?”
Zeynep’in sorusu eve bomba gibi düştü. Ekrem ayakkabılarını yerleştiren Asiye’yle göz göze geldi. Asiye’nin bu sorudan hoşlanmadığı, onu geçmişinden kıskandığı yüzünden okunuyordu.
“Cevap versene çocuğa, karını soruyorlar.”
“Eski karımı.”
“Ayrıldığınızı bilmiyorlar mı?”
Zeynep, babasının bacağına yapışıp sorusunu tekrar etti.
“Baba söylesene, annem nerede?”
Ekrem, bacağını sımsıkı tutan kızının omzunu sertçe tutup kendisinden uzaklaştırdı. İter gibi, hiddetle savurmuştu çocuğu. Zeynep bu kadar özlediği babasının ona neden böyle davrandığını anlayamadı. Ekrem parmağıyla Asiye’yi işaret ederken, bu konuyu burada kapatmayı umarak elinden geldiğince sertleşti:
“Annen burada işte!”
Zeynep aldığı cevap karşısında kaskatı kesildi. Babası ona, “Artık bu kadına anne diyeceksiniz,” dediğinde üzerinde durmamıştı. Eve dönmenin heyecanıyla anlam vermeye uğraşmadığı her şey şimdi tokat gibi yüzüne çarpıyordu.
Tüm bunların şaka olmasını diledi yahut aylardır yetimhanede gördüğü kötü rüyalardan biri. Ancak ne babası şaka yapıyor gibi görünüyordu ne de yaşadıkları rüyaya. Her şey annesiz, bomboş, buz gibi bu ev kadar gerçekti.
“Benim annem değil ki o.”
“O nasıl söz öyle? Bu senin yeni annen.”
Zeynep kızgın gözlerle Asiye’ye uzun uzun baktı. Annesine benzer bir yanı yoktu. Üstelik asık suratlı ve çirkindi.
“Ben kendi annemi istiyorum.”
Ekrem sesini daha da yükseltti:
“Kendi annem dediğin kadın sizi bir adam uğruna terk etti. Bundan sonra bir tane anneniz var. O da Asiye anneniz.”
Asiye’nin gözleri parladı. Ekrem’in çocuklarına karşı kendini böyle savunması hoşuna gitmişti. Gururla Zeynep’e bakıyordu.
Sonraki günler çocuklar yeni anneye, yeni hayata, yeni kurallara, öz annelerine dair hiçbir eşya bırakılmayan bu eve alışmaya çalıştılar. Değil anne demek, onu akla getirmenin bile yasak olduğu ve hakkında bildikleri ne varsa unutmaya mecbur bırakıldıkları buhran dolu günler başlamıştı.

Okul Günleri
Okulun ilk sabahıydı. Zeynep, Kasım’ın sesiyle gözlerini açıp doğruldu. Kasım önüne dizdiği terlikleri araba yapmış motor sesi çıkararak oynuyordu.
“Kasım, babam geldi mi,” diye sordu. Kasım oyununu bozmamak için sadece hayır anlamında başını salladı. Sonra terliklerden birini diğeriyle çarpıştırıp kaza yaptırdı. Oyuna o kadar dalmıştı ki, ablasının sessiz oynamasını istediğini duymadı.
İsmail uyuyordu. Zeynep akşamdan hazırladığı okul çantasına baktı. Bu sabah Asiye’nin erkenden kalkıp onu okula hazırlayacağını ummuştu. Salona, mutfağa baktı. Görünürde kimse yoktu. Yatak odasının aralık kalan kapısından içeri baktı. Asiye uyuyordu. Babasının yeri boştu.
Günlerdir babasını görmüyordu. Ne zaman sorsa Asiye işe gittiğini söylüyordu. Ekrem biriken borçlarını ödemek için geceleri de çalışmak zorundaydı. Çocukları Asiye’ye emanet etmiş olmanın rahatlığıyla sadece işleriyle ilgileniyor, çocukların yeni düzene uyum sağlayıp sağlayamadıklarını göz ardı ediyordu. Zeynep yabancı bir kadına anne demeye henüz alışamamıştı ama mecburen babasının isteğine uyuyordu. İçinden gelmeyerek seslendi:
“Anne!”
Asiye yerinden kıpırdamadı. Zeynep sesini biraz daha yükseltti:
“Anne!”
“Ne var,” diye homurdandı Asiye.
“Bugün okulumun ilk günü.”
“Eee?”
“Beni götürmeyecek misin?”
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Kapat kapıyı. Söyle kardeşine, gürültü yapmasın.”
Zeynep kapıyı kapattı. Üvey annesi geldiği günden beri böyleydi. Onun bu soğuk tavırlarına alışmak zorundaydı. Düşündü. Okula kendisi gidebilirdi. Biraz uzaktı ama kayıt için babasıyla iki kere gitmişti. Kendine cesaret verdi:
“Gidebilirim.”
Hemen hazırlanıp çantasını sırtına aldı. Kahvaltı yapmamıştı ama önemsemedi. Kardeşlerini öptü, “Sakın ses yapmayın. Ben okula gidiyorum. Siz burada güzel güzel oynayın,” diye tembihledi.
Sokağa ilk defa kendi başına çıkmıştı. Okula gideceği için büyük bir kız gibi hissetti kendisini. Sokak boyunca tedirgin adımlarla yürüdü. Tanıdığı yollar mı diye sürekli etrafına bakıyordu. Evinden uzaklaştıkça yolu kaybetme korkusu büyüdü. Tanıdığı yollardan bile şüpheye düştü. Korktu, geri dönmeyi düşündü ama okula gitmeyi çok istiyordu. Karşıdan gelen bayana sormaya karar verdi:
“Pardon, buralarda ilkokul var mı?”
“Bak, tam karşında duruyor.”
Zeynep rahatladı. Adımlarını sıklaştırdı. Kapıdan içeriye bir kelebek gibi süzüldü. Kalbinin mutluluktan mı, heyecandan mı, yoksa korkudan mı bu kadar çarptığını ayırt edemedi. Şimdi içinde başarmanın haklı gururunu yaşıyordu.
Görünürlerde kimse yoktu. Ne yapması gerektiğini bilemedi. Daha önce babasıyla birlikte kaydını yaptırdığı büroya doğru yürüdü. Kapıyı tıklatıp beklemeye başladı. Etrafa bakınırken kapı açıldı. İçeriden saçları ağarmış ihtiyar bir adam çıktı:
“Hayırdır küçük kız? Senin sınıfta olman gerekmiyor mu?”
“Ben okula ilk defa geliyorum. Hangi sınıfa gitmem gerekiyor bilmiyorum.”
Adam saatine baktı:
“Biraz gecikmedin mi?”
Adam kaşlarını çatmıştı. Zeynep korktu, cevap veremedi.
“Öğretmenler okulun avlusunda kendilerini tanıttılar. Sonrasında listeye göre öğrencileri toplayıp sınıflarına geçtiler. Geç kaldığın için bunları kaçırmışsın.”
“Özür dilerim.”
“Annen, baban nerede?”
“Babam çalışıyor.”
“İsmini söyle bakalım. Ben bir listelere göz atayım.”
“Zeynep Güneş.”
Birkaç dakika sonra adam onu sınıfına kadar götürdü. Birlikte içeri girdiler. Öğretmen adamı görünce, saygıyla ayağa kalktı.
“Bu küçük kızımızın adı Zeynep. Sizin sınıfınızın öğrencisi. Biraz gecikmiş. Sınıfla tanıştırıp onu yerine geçirebilir misiniz Bayan Liesewski?”
“Elbette müdür bey.”
Müdür teşekkür edip ayrıldı. Sınıfı sessizlik kapladı. Bütün gözler Zeynep’teydi. Zeynep’in yanakları utançtan al al oldu. Göz ucuyla öğretmenine baktı. Siyah kalın çerçeveli gözlükleri olan, sivri burunlu, ince dudaklı bir kadındı Bayan Liesewski. Ağarmış saçlarını başının üstüne topuz yapmış, kulaklarına ise simsiyah kalın küpeler takmıştı. Zeynep, öğretmeniyle göz göze gelmeyi başaramadı. Topuklarını yere vurarak ona doğru yaklaşan bu kadın oldukça ürkütücüydü.
“Okulun ilk günü geç kalmak…” dedi ince, kulak tırmalayan bir sesle. Devamını getirmedi. Onun yerine Zeynep’i baştan aşağı süzmeyi seçti. Zeynep, sınıfın önünde duruyor olmanın utancından konuşamadı.
“Ben senin sınıf öğretmeninim. Arkadaşlarınla daha sonra teneffüste tanışırsınız. Şimdilik boş bir sıraya otur. Kitaplarını ve ders planını sana ders sonunda vereceğim.”
Zeynep, hemen ilk sıradaki boş olan yere geçti. İlgi üzerinden dağılır dağılmaz, bayağıdır tuttuğu nefesini yavaş yavaş bıraktı ve rahatlamaya çalıştı. Sırtındaki çantayı çıkarıp ayakucuna yerleştirdi.
* * *
Günler geçiyor, Zeynep sabahları erkenden kalkmak için gayret etse de, çalar saati olmadığı için vaktinde sınıfta olmayı bir türlü başaramıyordu. Bayan Liesewski bu durumdan hiç hoşnut değildi. Her defasında onu uyarıyor, asık suratla yerine oturtuyordu. Zeynep’in okul heyecanının yerini artık korku almıştı. Üvey annesine durumundan bahsetti. Onu sabahları vakitlice uyandırmasını istedi fakat Asiye onu ciddiye almadı.
Zeynep’in sürekli geç kalması sonunda Bayan Liesewski’nin canına tak etti. Dersleri ciddiye almadığını, kendisine saygısızlık ettiğini düşünüyordu. Kapıdan suçlu suçlu bakan Zeynep’e tek kaşını kaldırdı:
“Tahtaya geç!”
Zeynep, ürkek adımlarla tahtanın önüne geçti.
“Tek ayak üzerinde dur,” diye bağırdı öğretmen ve parmağı ile onu işaret ederek sınıfa emretti:
“Gülün şimdi buna.”
Çocuklar öğretmenlerinden aldıkları komutla, Zeynep’in haline acımadan gülmeye başladılar.
“Daha sesli gülün!”
Zeynep’in utancı çocuklar için eğlenceli bir oyun oldu. Git gide daha sesli güldüler. Zeynep karşılarında iyice ezildi. Yok olmak istedi. Birkaç dakikalık zaman ona uzun saatler gibi geldi. Öğretmen elini kaldırınca tüm sınıf sustu:
“Geç yerine. Bir daha ne zaman gecikirsen seni böyle rezil edeceğim.”
Aldığı tehdit, son zamanlarda içine yerleşen korkuyu daha da artırmıştı. Omuzları düşmüş halde sırasına oturdu. Zeynep o günden sonra okula olan tüm şevkini kaybetti. Okulun neye yaradığını bilmiyordu. Öğretmeninin onu sevmediğini açıkça belli etmesi yüzünden sınıfta arkadaş bile edinemiyordu. Zeynep’in, sınıf içerisinde öğretmenin yıktığı sevgi kalesini kendi başına yeniden inşa etmesi zordu. Sınıf arkadaşlarına kendini nasıl sevdireceğini bilmiyordu.
Okul biter bitmez hızlı adımlarla evin yolunu tuttu. Ödevini yapmak için odasına girmişti ki, Asiye ile göz göze geldi. Üvey annesi tülbendini arkadan bağlamış, kolları sıvamıştı. Pencerenin perdesini komple kenara çekmiş, camı ardına kadar açmıştı. Belli ki iş başındaydı.
“Eh, nihayet gelebildin. Odanız leş gibi kokmuş. İnsan bir havalandırır. Şu camların kenarlarına da bir daha bir şey koymayın.”
“Asiye anne, oraya ufak ödev için bir defter koymuştum. Onu dolabıma mı kaldırdın?”
“Ne dolabına kaldıracağım, hepsini çöpe attım.”
“Çöpe mi attın? Okula aitti o.”
“Başlarım okuluna senin. Ortalıkta bırakmasaydın sen de. Yürü git, kovaya su doldur. İçine cam ilacı dök. Camları silmeme yardım edeceksin. Ondan sonra da koltukları çekip altını alacağız.”
Zeynep banyoya doğru giderken, adımlarını yavaşlattı. Başını geri çevirip, üvey annesi bakıyor mu diye kontrol etti. Yolunu değiştirip sessizce mutfağa gitti. Gizlice çöp kutusuna göz attı. Defteri bükük bir halde orada duruyordu. Hemen çıkarıp üzerini sildi, kolunun altına saklayıp çantasına yerleştirdi.
“Nerede kaldı ilaçlı su?”
“Hemen getiriyorum anne.”
Küçük yaşına rağmen Zeynep’in elinden her iş geldiğini fark eden Asiye, öğretme bahanesiyle ona evin bütün işlerini yaptırıyordu. Zeynep anne sevgisini üvey annesinden görebileceğini umarak her dediğini yapıyor, ona yaranmaya çalışıyordu. Asiye’y-le konuşma bahanesiyle yanına sokuldu:
“Asiye anne”
“Ne var?”
“Babamı göresim geldi. Onu çok az görüyorum.”
“Ne yapsın adam? Sizin için çalışıyor.”
“Hiç eve gelmiyor mu?”
Cevap alamadı. Zeynep konuşmak, içini dökmek istiyordu:
“Anne”
“Ne var yine?”
“Sabahları okula geç kaldığım zaman öğretmenim…”
“Yine mi aynı konu?”
“Öğretmenim çok azarlıyor beni. Bana ceza veriyor.”
“İyi yapıyor.”
Koridordan, boş plastik şişeleri yan yana koyup uzaktan atış yapmaya çalışan Kasım’ın sesi geliyordu.
“Biliyor musun, artık alfabeyi öğrendim. Yazı yazmayı da biliyorum ama çok yavaş yazıyorum.”
Şişelerin bir kısmı büyük bir gürültü ile devrildi.
“Defterlerimden birini arkadaş defteri yaptım ama daha kimse yazmadı içine. Bir gün arkadaş edinebilirsem belki yazarlar. Beni sınıfta kimse sevmiyor. Oysa ben her birini çok seviyorum.”
Kasım oyuna dalıp yüksek sesle konuşmaya başladı. Zeynep, üvey annesinin gerildiğini fark etmedi. Kaldığı yerden devam etti:
“Sen de yazmayı biliyor musun anne? İstersen defterimin içine ilk sen yazabilirsin.”
Asiye elindeki bezi sert bir şekilde cama çarptı:
“Eeehh… Yeter, bir huzur vermediniz! Kasım, kaldır çabuk o şişeleri yerine. Benim tepemin tasını attırma. Sen de işine bak kız. Dır dır dır dır, başımın etini yedin.”
Çocuklar sus pus oldu.
“Hadi hazırlanın, çıkın dışarı. Saat altı olmadan da kesinlikle eve gelmeyin. Yürüyün hadi! İsmail, neredesin? Sen de çık çabuk. Ne bakıyorsun kız? Sen de çık. Bir iş yaptığın yok. Ancak dır dır ediyorsun.”
Zeynep’i kolundan tutarak dış kapıya doğru itti. Kardeşleri her ne kadar dışarı çıkacakları için sevinseler de, Zeynep bu tavırdan hoşlanmadı.
“Abla saklambaç oynayalım mı?”
“Canım istemiyor. Siz oynayın.”
Bir banka oturup kardeşlerini seyretti. Başını kaldırıp evin pencerelerine baktı. Asiye bazı günler sabah erkenden evden çıkıyordu. Gittiği yerden de saatlerce dönmüyordu. Eve gelince de Zeynep ve kardeşlerini görmek bile istemiyordu. Ya sürekli dinlenme bahanesiyle odasına çekiliyor ya da onları dışarı kovuyordu. Tuvalet ihtiyacı için bile olsa söylenen saatten evvel eve girmelerini yasaklıyordu.
Evde ses yapmak, hatta çok konuşmak yasaktı. Oynamak yasaktı. Evdeki işleri bitirmeden yatağa girmek yasaktı. Artmış yemekleri bitirmeden sıcak yemekten tatmak, taze ekmek yemek yasaktı. Özel eşyalara sahip olmak ya da uluorta ödev yapmak yasaktı. Bu yüzden ödevlerini gece herkes uyurken gizlice yapıyordu. Geç yatmanın bedelini okula gecikerek ödüyordu.
Zeynep’in gözleri karşı yoldan geçen bir çocuğa takıldı. Bir eliyle annesinin, diğer eliyle babasının elini tutmuştu. Onlarla gülüşerek yoluna devam ediyordu. Eve varınca annesi ona kek yaptığı için mi bu kadar mutluydu acaba, yoksa babası ona ışıklı ayakkabı aldığı için mi? Tabii ya, Zeynep akşamları çok uykusu geldiği halde çerezleri kaldırıp bulaşıkları yıkamadan yatamıyorken, bu çocuk çok üşüdüğünde üzerine battaniye çekip koltukta uyuyakalıyordu belki de. Sonra babası onu yatağına götürüyordu kesin. Aklına gelenler öyle ulaşılmaz geldi ki gözüne. Anne ve babasının elini aynı anda tutmanın nasıl bir duygu olduğunu unuttuğunu fark etti. Bu duyguyu bir daha hiç tadamayacak olmaktan korktu.
Zeynep hızla ayağa kalktı. Anne ve baba arasında kavgalar, tatsızlıklar olurdu. Konuşurlar, geçerdi. Vazoyu kırdığı gece babasının neler söylediğini hatırlamaya çalıştı. Evet, o da buna benzer bir şeyler söylemişti. “Benim annemle babam barışacaklar,” dedi. İçine, yaşadıklarına tahammül etmesine yetecek kadar umut doldu.
“Ne dedin abla?”
Taş ile yere bir şeyler çizmeye çalışan Kasım ve İsmail, ablalarına şaşkın şaşkın baktılar.
“Verin çabuk elinizdeki taşları.”
“Abla ne oldu?”
“Bir şey yok. Seksek oynayasım geldi sadece. Var mısınız oynamaya?”
“Evet.”
“Ama yere ben çizeceğim.”
Kasım zıpladı:
“Oyuna da ilk ben başlayacağım.”
O akşam da her akşam olduğu gibi ödevini yapmak için herkesin yatmasını bekledi. Ödevleri öyle geç bitti ki, ertesi sabah Zeynep yine uyuyakaldı. Gözlerini aralayıp duvarda asılı saate baktığında, başından aşağı kaynar sular döküldü. Hemen hazırlandı. İsmail, ablasının eteğine yapıştı:
“Abla, çok acıktım ben.”
“Gitmem lazım kardeşim. Geç kaldım okula.”
“Ama annem kalkmadı. Bana ekmek arası yapamaz mısın?”
Giydiği ayakkabıları çıkarıp mutfağa gitti ve kardeşlerinin ekmeklerine peynir koydu. Masaya birer bardak sütü de yerleştirip telaşla seslendi:
“Şimdi benim gitmem lazım. Sakın ben yokken gürültü yapmayın.”
Koşmaya başladı. O kadar hızlı koşuyordu ki, gelen geçen ona bakıyordu. Nefes nefese kaldı. Yine de duraklamadan koştu. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu.
“Geç kalamam… Geç kalamam…”
Okulun kapısından içeri girince adımları yavaşladı. Birkaç adım daha atıp durdu. Görünürde kimsecikler yoktu. Yine geç kalmıştı. Okulun bahçesinden sınıfını seyretti. Birazdan başına gelecekleri düşündü. Vücudu buz kesildi. Alay konusu olmaktan çok sıkılmıştı. Ne yapacağını bilemeden uzun müddet bekledi. Birkaç dakika sonra teneffüs zili çaldı. Öğrenciler teker teker okulun bahçesine doluşmaya başladılar. Kimi sek sek oynuyordu, kimiyse kovalamaca. Kimi arkadaşlarıyla ayaküstü konuşuyor, kimi köşesine çekilmiş kendi başına oturuyordu. Tıpkı Zeynep gibi.
On beş dakikalık teneffüs bitince öğrenciler teker teker okul binasına girmeye başladılar. Zeynep de aralarına karışarak ilgi çekmeden sınıfına girmeyi denedi. Başarmıştı. Kimse geciktiğini fark etmemişti. Belki de bu yöntem ara ara onu cezadan kurtarabilirdi.
* * *
Okul çıkışı eve varan Zeynep, çantasını odasına koydu ve kardeşlerinin yanına gitti. Ablasını gören Kasım gurur duyarak elindekini gösterdi:
“Abla bak.”
“Nedir o?”
“Peçeteden hayalet. İp, mendil ve kalemle yaptım.”
“Korkunç. Siz bir şeyler yediniz mi?”
“Hayır abla.”
“Asiye anne nerede?”
“Bilmiyorum.”
Zeynep, üvey annesinin kardeşlerini sürekli aç bırakmasına için için kızıyordu. Hemen mutfağa girdi. Kardeşleri bitki çayı içmeyi severlerdi. Çaydanlığa su koydu. Masaya kahvaltılık bir şeyler çıkardı. Tavaya kırdığı yumurta pişince kardeşlerine seslendi:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69489304?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Düş Kapanı Büşra Tuğba Koç
Düş Kapanı

Büşra Tuğba Koç

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Koşuyordu. Küçücük bedeni ne kadar hızlı koşabilirse o da o kadar hızlıydı. Birbiri ardına yere vuran ayaklarının sesi tüm benliğini kapladı. Nereye gittiğini bilmiyordu. Tek bildiği, kaçması gerektiğiydi. Aldığı her nefeste yanan ciğerlerinden ve yerinden fırlayacak gibi atan kalbinden başka bir şey hissetmiyordu. Sendeledi, ama düşmedi. Sert bir el, onu tuttuğu gibi bu kâbusun başrolü olmaya mahkûm etti. Bazılarının hayatı soluksuz bir sınav gibidir. Gece gündüz dur durak bilmeden, annesizlikte, babasızlıkta, sevgisizlikte, ayrılıkta ve istenmeyen kavuşmalarda, istenmeyen buluşmalarda sınar durur insanı. Bunların nerede biteceğini bilmeden, bitip bitmeyeceğini bilmeden, güç yeterse elif gibi dik durmaya çalışarak verirsin sınavını. Ve sabredenler için ılık meltemler vardır. Yaşadığı her şeyin bir dengesi, bir nedeni vardı. Şikâyet etmek yersizdi. Bir yanda sabrın, diğer yanda şükrün tartıldığı terazi gibiydi onun hayatı. "Gerçekten biz Eyüp’ü sabırlı (bir kul olarak) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Daima Allah′a yönelirdi."

  • Добавить отзыв