Büyüsünü Bozma

Büyüsünü Bozma
Erol Egeli
Bazen korkuya kapılmıyor değildim. Eşime “Ya her şey ters giderse,” diye sordum. Eşim de artık bu işe girmeye karar vermişti. “Bak Erol” dedi, “Eğer işler kötü gider, her şeyimizi kaybedersek, bir deniz kenarına gider, sokak simidi ve çay alır, sıfırdan başlar, hayallerimizi yeniden kurarız.”Sustum ve dinledim.Büyüsünü bozmadan izledim.Sen de düşün,Bir şeye emek verdiğimizi, gereğini yerine getirip layığınca tamamladığımızı…Kendimizi konfor alanlarımıza hapsetmediğimizi, akışkan olduğumuzu…Şükrederek tembellik etmenin ataletindense şükrederek çalışmayı benimsediğimizi…Her şeyi söze dökmek zorunda kalmadan karşımızdakine sessizce hissettirebildiğimizi…Üzülsek bile üzmediğimizi, başkalarının sorumluluğunu almaktan kaçmadığımızı…Yaşamlarımızdan çıkaracağımız sonucun ahenk ve denge olduğunu…Kendimizi evrenin, tabiatın bir parçası olarak görebildiğimizi, tüm varlıklara saygı duyabildiğimizi, mütevazı olabildiğimizi…Şşşşşş, sessiz ol, büyüsünü bozma!

Erol Egeli
Büyüsünü Bozma

Evrenin bütünlüğüne ithaf olunur…



Prof. Dr. Erol Egeli
1963 yılında Trabzon’da doğdu. 1980 yılında Trabzon Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Tıp Fakültesi’ni kazandı. Üniversiteyi 1987 yılında, ilk TUS sınavında kazandığı kulak burun boğaz ihtisasını ise 1991 yılında tamamladı. 1999-2000 yıllarında Pittsburgh Üniversitesi Otolarengoloji (Kulak-Burun-Boğaz) Bölümü’nde misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. 1998 yılında Kulak Burun Boğaz Doçenti, 2004 yılında ise Kulak Burun Boğaz Profesörü unvanı aldı. Kulak Burun Boğaz Bölüm Başkanlığı, Klinik Şefliği, Başhekimlik, Dekan Yardımcılığı görevlerinde bulunan Prof. Dr. Erol Egeli, 2011 yılından beri Ataşehir’de kendi kliniği Rinodent İstanbul’da hastalarına hizmet vermektedir. Kulak burun boğaz alanında çok sayıda asistan, uzman, doçent ve profesör yetiştirmiş olup birçok teze başkanlık yapmıştır. Çoğu uluslararası dergilerde olmak üzere 110’dan fazla makale yayınlamıştır. Yabancı yayınlarının önemli bir kısmı TÜBİTAK ödülü almış ve yayınlarına bugüne kadar 1250 üzeri atıfta bulunulmuştur.

Özsöz
Hayatımın önceliği her daim eğitim oldu. Okumak, dinlemek, öğrenmek yani eğitilmek zorunlu ve çok güzeldi… Düşünmekse vazgeçilmezimdi. Dimağ henüz boşken düşünmek, düşündüklerimizi eğitimle harmanlayarak güzele, doğruya ulaşmak; yaşamak buydu!
Eğitim sürecinde zaman zaman beynimizin yanlışlarla kirletildiğinin farkındalığını hep yaşadım. Bu yüzden eğitim yaptığım yerlerde önce öğrenci, sonra asistan, sonra kıdemine göre uzman olarak söz hakkına en son ben sahip olmayı yeğledim.
Bilim sahasında bile beynimiz kısmen de olsa yanlış bilgiler depolarken sosyal hayattaki gelenekler, kalıplar ve kurumsal baskıların etkisini varın siz düşünün.
Çocukluk ve gençlik yıllarımda, ardından meslek hayatımda hep düşündüm. Çocukken, düşüncelerimi paylaştıkça etraftan kâh tuhaf bakışlar kâh tepkiler aldım. Giderek paylaşmamayı öğrendim. Daha da önemli olan artık düşüncelerimi kendimle de paylaşmıyordum. İfade hürriyetimi ertelemiş gibiydim.
İlerleyen yıllarda iş hayatımdaki dengeleri kurdukça baskılanan bu okuma, düşünme ve ifade eylemime özgürlük sahası tanımayı yeğledim. Tıp dışındaki alanların zenginliği de ilgimi çekmekteydi. Okumak, düşünmek ve yorumlamak hayatı anlamanın bir yoluydu aslında. Geçmişin kimi yanlışlarını, etrafımdaki tuhaf ve tepkisel bakışları, kaynakların bazen belleğimizi kirletebildiğini bir yana bırakarak “kendi yolumda” yürümeyi seçtim.
Bu uzun yolculuğun hangi menzilinde olduğumun pek önemi yok. Bu keşif yolculuğunda özveriyle bana eşlik eden eşim Ayten’e müteşekkirim. Eşimin tahammülüne, destekleyici ve zaman zaman “dur bakalım” diyen tutumuna hayranım. Bu yolu birlikte yürüdüğümüz için şanslıyım. Oğullarımız Buğra ve Alperen’in hayatı anlamamızda, başından beri çok önemli öğretici katkıları oldu bize. Onlarla birlikte bir çok konuda farkındalığımız arttı.
Çevremdekilerin beni tekrar düşünmeye, değerlendirmeye ve doğruları arayışa sevk eden desteği, düşüncelerimi özgüvenle paylaşmamda etkili oldu. Bu kitap, bu düşüncenin sonucu olarak size ulaştı..
Başta Doktor Asu Özgültekin olmak üzere sevgili arkadaşlarım, yazılarımı heyecanla bekleyip yorum yaptılar, fikir kattılar, düşündürttüler. Onlar olmadan olmazdı. Ve de sevgili Zeki Kar güç verdi, heyecan verdi yazılarıma. Bu yolculuğun uzun bir sürecinde beraber çalıştık, paylaştık ve bunu sürdürüyoruz. Kitabın hayat bulmasındaki değerli katkıları için Hayykitap Editörü Elif Ayla’ya içten teşekkürler.
Bu yolculuğumda, hayatıma dokunan başta sevgili ebeveynlerim olmak üzere herkesi olduğu gibi kabul ediyorum. Onların kattıkları anlam ve kendi irademle hayatımda düzenleme yaparken taşın altına elimi koyuyor ve yolculuğun daha sonrasında tüm sorumluluğu üzerime alacağımı bilerek düşünmeye devam diyorum.

Büyüsünü Bozma

Dur, sakin ol, bir süre izle! Heyecanın geçene kadar olduğu gibi kabullen! Büyüsünü bozma!
Sabahın altısında spora gitmek üzere evden çıktım. Hava aydınlanmamıştı henüz. Güzel bir sonbahar sabahıydı. Hafif bir rüzgâr esiyordu. Sokak ışıklarının aydınlattığı ağaçlar, kalan son yapraklarıyla dans ediyordu. Yol bomboştu. İstanbul bu saatlerde trafiksiz bir harika!
Arabamda giderken radyodan klasik müzik dinlemeyi severim. Yine böyle ilerlerken birden arp ile çalınan nefis bir müzik yayına girdi. Melodileri o kadar beğenmiştim ki, radyonun sesini açmaya yeltendim. Tam o sırada içimden bir ses, “Dur!” dedi. “Belki de bu müzik bu ortamda, bu tonda, bu şiddette mükemmeldir.”
Sonra üzerinde düşündükçe farklı şeyler hatırladım. Daha önceleri birçok defa, hoş bir ezgi duyup heyecanla sesini artırdığımda bir an önceki hoşluğunun kalmadığını fark etmiştim… Bu farkındalıkla, bazen dokunmadan, olduğu gibi kabullenmenin en iyi seçenek olduğunu hissettim.
Hayattaki tüm olaylar da böyle değil mi? Başına iyi kötü ne gelirse gelsin, neyle karşılaşırsan karşılaş; dur, sakin ol, bir süre izle! Heyecanın geçene kadar olduğu gibi kabullen. Büyüsünü bozma! Sonra gerekirse, müdahale edersin. Güzelliklerin arttığını, sana sevimsiz gibi gelen şeylerin azaldığını göreceksin…

Hayat Matematik

Matematik sayesinde sistematik düşünce yeteneği kazandım. İşe önce tanım ile başlamayı matematikten öğrendim. Hayat da zaten bir tanımlar bütünü değil mi?
Matematik hayatımın bir parçası. Yaşamdaki her şey matematik ile çözülebilir diye düşünürüm. Emin olun, siz de matematikle her şeyin çözüme ulaşacağını kabul ederseniz işiniz, aileniz, arkadaş ilişkileriniz, maddi durumunuz vs. hepsi dengedeyken her şeyin yolunda olduğunu görürsünüz. Dolayısıyla bunlardan ideal şekilde faydalanmanız mümkün hale gelir.
Uzun yıllar boyunca eğitim aldığım tıp fakültesine girerken en başarılı dersim matematikti. Zaman zaman mühendis olmayı da düşündüm ama tıbbın matematiksel düşünceye daha yatkın olduğunu okurken hep hissettim.
Bir matematik problemi çözerken nelerin farkına varırsınız? Çözüm için doğru yolda değilseniz, bir şeyleri yanlış yapıyorum hissi uyanır içinizde. O an kendinize güveniniz yetersizdir. İlerlersiniz, ama sanki bir şeyler sizi geri geri çekiyordur. Ya problemi tam anlayamamışsınızdır ya da matematik konuları zihninizde tam oturmamıştır. Konuları iyi kavrayıp problemi doğru analiz edince işlemleriniz akıp gitmeye başlar. Sonucu bulduğunuzdaysa, hiç şüpheniz kalmaz artık. Size şıklar sunulsa da o kadar emin olursunuz ki, onlara bakmaya ihtiyaç duymazsınız. İçinizde doğru çözümü bulmanın rahatlığı vardır.
Fakültedeyken de meselelere böyle yaklaşırdım. Konuları anlamaya, sağlam bir şekilde çözümlemeye çalışırdım. Çok meraklı olduğum fizyopatalojik ilişkilerin anlamadığım kısımlarını arkadaşlarımla tartıştığımda bizim ‘Mekanizmacı Erol’ yine fazla irdeliyor, ne gerek var ki, diye düşünürlerdi. Fakat ben tıptaki başarılı adımlarımı, bu analizleri derin ve doğru bir şekilde yapabilmeme borçluyum.
Matematik sayesinde sistematik düşünce yeteneği kazandım. İşe önce tanım ile başlamayı matematikten öğrendim. Hayat da zaten bir tanımlar yığını değil mi? Tanım deyip geçmeyin. Kısa, öz olur ama içinde o kadar çok anlam barındırır ki, bir kelimesini bile atlarsanız bir gün bu eksiklik mutlaka önünüze çıkar ve sizi zor duruma düşürür.
Söz gelimi bölmenin tanımı, işlemi anlatır ama payda sıfırdan farklı olmak üzere der. Bunu görmediğinizde hataya düşmeniz an meselesidir.
Bu durum her iş için geçerli değil midir? Kullandığınız her aletin bir tanımı yok mu? Bir iş için tanımlanmamış mı? Siz tanımın dışına çıktığınızda fayda elde etmek yerine zarara girersiniz. Tıpta da aynıdır. Her aletin, her ilacın, her hastalığın tanımı vardır. Bu tanımların dışına çıktığınızda zorluklar, yan etkilerle karşılaşırsınız. Örneğin ameliyatların endikasyonları tanımlanır, bu çok önemlidir. Siz buna uymadan gereksiz ameliyat yaptığınızda komplikasyon meydana getirme olasılığınız artar.
Matematik sizi konunun tam özüne götürür. Elma ise elmaları, armut ise armutları toplarsınız. Hani denir ya elma ile armudu karıştırma diye, hayatta da bir olayı analiz ederken saptırmaz, onun özünü bulur, başka şeylerle karıştırmazsınız. Tanımlar sayesinde süreci doğru planlarsınız. Yararlanacağınız aletleri asıl işlevleriyle kullanırsınız.
Bazen iki artı ikinin yalnızca matematikte dörde eşit olduğu sanılır. Bu söylem, işlerine gelmeyince matematiği kendi alanına hapsetmek isteyenlerin uydurması. Bana kalırsa bu eşitlik her alanda geçerlidir.
Matematiği yalnızca sevmek, bilmek yetmez, kullanmak da gerekir. Kullanmazsanız ne işe yarar? Çocuk değiliz ki onunla oynayalım. Aslında her şey için aynı biçimde düşünüyorum. Kitap okumak da buna dahil. Yaşantınızda kullanmıyor, okuduklarınıza yer açmıyorsanız onların ne anlamı var? Vakit geçirmek için kitap okumak, yatarken uyku getirsin diye kitap okumak biraz da kitaba saygısızlık gibi geliyor bana. Her şey gibi, kitap okumak da matematik de hayatınıza bir şeyler katıyorsa önemlidir.
Analitik düşünce tıpta sorunlarımı kolayca çözmemi sağladı. Bilimsel kariyer yaptığımdan, bilimsel düşünce kapasitemi de artırdı. Bu sayede hep düşündüm ve ürettim. Analitik düşünce asistanlarımı, uzmanlarımı eğitmemde bana çok yardımcı oldu. Yalnızca kariyer anlamında değil, insan ilişkilerinde bile matematikten çok yararlandım ve çok faydasını gördüm.
İşin ayrı bir yönü de matematiğin uygulamalı bir dalı olan istatistiği kullanabilmektir. İstatistiksel bakışı doğru uygulamanın yolu da matematiği doğru bir şekilde içselleştirmekten geçer.
Halk arasında tıbbi konulara şüpheli bakış yaygındır. Bilimsel istatistik sonucu edinilmiş doğru bir veri sunarsınız, karşınızdaki, “ama benim bir tanıdığım var” örneğiyle sizi haksız duruma düşürmeye çalışır. İstatistikler toplumda yanlış bilgiye meylin daha fazla olduğunu göstermiştir. Bu sadece toplumda değil, bazen meslektaşlarımızda da görülür. Örneğin, “Akraba evliliği anomali doğum riskini artırır” dersiniz, karşınızdaki, akraba evliliği yapan komşusunun çocuklarının turp gibi olduğunu söyler. Sizin riski artırdığından bahsettiğinizi dinlemeyip, kesin sonuç verdiğinizi düşünür. Komşusunun çocuğunun ‘şu an için’ sorunsuz olduğunu ama ilerde bir sorun çıkıp çıkmayacağı ihtimalini bilemediğimizi aklına getirmez.
Bilimsel çalışmalarda sıklıkla istatistik kullanırız. Bunların sonuçlarını verirken metodolojisinde yanılma payını bildiririz. Yanılma payı küçüktür fakat her şeyi mükemmel yapan bir bilim insanının dürüstlüğünü yansıtır. Açık kapı bırakmaz. Koca bir çalışmanın doğru sonuçlarının kapsadığı geniş aralık yanında, yanılma payları neredeyse ihmal edilebilir düzeydedir. Ancak matematiği özümsemeyen biri, araştırmayı eleştirirken bu yanılma aralığına sığınır, adeta oradan ateş eder gibidir. Oysa matematik insana karşılaştırmayı da özümsetir. Miktarlar arası karşılaştırma, düşüncede sizi doğruya götürür.
Beni tıpta var eden matematik, hayattaki her işinizde size de yardımcı olur. Ama bir sıkıntı vardır: Matematik yorar. Çok zeki de olsanız yorar… Bu tarz düşünmeyi kuvvetle özümseyenler, daha çok antrenmanlı olanlar daha az yorulacaktır ama yine de beyin her zaman kaldıramayabilir. Sık sık hataya düşebilir insan.
İşinizde çok kullanıp yorarsanız beyninizi, evliliğinizde kullanamazsınız, çocuklarınızla ilişkinizde kullanamazsınız, ekonominizde kullanamazsınız. Bunun tam tersi de doğrudur. Yani evinizde, ekonominizde çok kullanırsanız işinizde kullanamaz, yanlışa düşersiniz.
Etraftaki örneklere bakınca şaşırabiliyoruz. İşinde çok başarılı, zeki ve çalışkan bir bireyin çocuklarıyla olan ilişkisi ve evliliği başarısız olabiliyor. Bu duruma baktığımda bu kişilerin beyinlerini tek odağa harcayıp aşırı yorduklarını ve diğer alanlarda hatalı kararlar aldıklarını düşünüyorum.
Hayat uzun, gün 24 saattir. Beyinden tasarruf da işin ayrı bir püf noktasıdır. Yaşam çok farklı alanlarda mücadeleyi içerir. Bir gün “yaşamından çıkardığın sonuç ne?” diye sorsalar cevabım “ahenk, denge” olacaktır. Her alanda belli seviyede başarı şarttır. İşinizde beyninizi çok iyi kullanır başarılı olabilirsiniz, fakat analitik düşünce kapasitenizi aşırı yorar, eşinizle, çocuklarınızla sağlam ilişkiler geliştiremezseniz ilerde bu durum başarı kazandığınız işinize de yansıyacaktır. Yani hayatın her alanına yetmelidir beyin. Neticede beyin yorulacağı için bu alanlar arasında dengeyi sağlayabilmek için tasarruf önemlidir.
Analitik düşünceye sahip olmak bir ayrıcalıktır. Onu kullanmak size fark attırır. Hayatınızın her alanını önemser, bu düşünme kabiliyetinizi sadece bir alana yetecek kadar yoğunlaştırmazsanız yaşamınızda belki biraz daha yavaş ilerlersiniz, ama yorulmadan hep ilerlersiniz.

Gerçekten Kaçmak

Önüme bir gerçek çıktı: Başarılı insanlar hiçbir zaman derece yapmak veya olağanüstü kazanımlar edinmek için çalışmıyorlardı.
Çoğu zaman önümüzde biriken işleri görmezden geliriz. Evdeki bozuk, damlayan musluğu tamir etmeyi işim var bahanesiyle aylarca ihmal ederiz. Yok sayarız, bize kendini hatırlatmasın diye o tarafa bile bakmayız. Ama musluk arızalıdır, bu durum gerçektir ve görmesek de beynimizin bir tarafında kendini bize hissettirir.
Aslında bir gerçek daha vardır; insanoğlu az ya da çok, tembelliğe meyillidir.
Musluk tamiri bir eylemdir. Eriniriz kalkıp tamir etmeye veya tamirci çağırıp tamir ettirmeye. Ama bir de güç bulup başlarsak işe, sonunda beynimizi kemiren bir eksiklik düzeltilmiş olur. Böylece hem bizi meşgul eden bir olay sonuçlanır hem de bu meseleyi halletmenin verdiği hazzı tadarız.
***
Yıllar önce tıp eğitimime başladığımda çok iyi bir doktor olmak istiyordum. Bu arzum o kadar yoğundu ki, derslerimi tam anlamak ve daha çok öğrenmek için, acelem varmış gibi kendimi zorluyordum. İlk iki yıl kendimi çok fazla yıprattığımdan ikinci sınıfın ortalarında iflas ettim. Artık neredeyse hiç çalışamıyordum. Nereden başlayacağımı, nasıl yapacağımı bilemiyordum. Notlarım hızla düşüyordu. O şekilde devam etseydim sınıfta kalabilirdim. Fakat önceki bilgilerim ve derslerde dinlediklerimden oluşan altyapım sayesinde durumu idare edebildim ve hiç hoşuma gitmeyen notlarla da olsa sınıfı geçtim.
Ortada bir hakikat vardı: Tıp ikinci sınıf öğrencisine verilmesi gereken program. Bu program yıllarca denenmişti, dahası en köklü ve en güçlü eğitim kurumlarından İstanbul Tıp Fakültesi gibi bir fakültede uygulanıyordu. Bunu tamamlayan kişiler tıp yolunda bir sınıf daha atlayacaktı. İkinci bir gerçek de sınıfı geçmek için gerekli olan 60 notuydu. Yani bu programı bitirip 60 ve üstü alan öğrenciler tıp fakültesinin ikinci sınıfını başarı ile bitirmiş olacaktı.
Peki, bu sırada ben ne yapıyordum? Önümde yığılı programı hazmetmek yerine gerçekleri görmezden gelip daha iyi olmak için neler yapabileceğimi düşünüyordum. Düşündükçe yoruluyor, yoruldukça dağılıyor, bırakın daha farklı şeyler öğrenmeyi, mevcut programı dahi anlayamaz hale geliyordum. Günlük çalışmam gereken konuları daha iyisini yapmak uğruna erteliyordum. Aslında gerçek önümde duruyordu ve ben ondan kaçıp etrafından dolaşmaya çalışıyordum.
Geçme notu 60’tı. Gerçek buydu, 90-100 almam güzel olurdu, ama yoluma başarılı bir şekilde devam edebilmek için 60 yeterliydi. Bu hakikati atlamak, 90 alayım derken beni 60’tan da edebilecekti. Benim gibi idealleri ve hırsı olan biri için travmatik bir yıl olmuştu. Senelerdir unutamadığım, hâlâ zaman zaman geceleri kâbuslarıma giren bir yıl.
O dönemin yaz tatilinde iyi dinlendim, hep düşündüm. Neyi yanlış yapıyordum? Kafamda yeni çalışma modelleri oluşuyordu. Bu arada çok başarılı olan arkadaşlarımla konuşuyor, biyografi kitaplarından başarı hikâyeleri okuyordum.
Önüme bir gerçek çıktı: Başarılı insanlar hiçbir zaman derece yapmak veya olağanüstü kazanımlar edinmek için çalışmıyorlardı. Okul birincisi tanıdıklarım, asla okul birincisi olmak için gayret etmediklerini ifade ediyorlardı.
Peki, neydi ortak özellikleri?
Görev bilinciydi. Bu kişilerin görev bilinci çok yüksekti. Yani önlerindeki iş ne olursa olsun, o işi ertelemeden en iyi şekilde yapıyorlardı. Bunu ilk hissettiğimde anlamakta biraz zorlandım. Bir dönem sonraki okul birincisi olan çalışkan bir arkadaşımızın, “Günlük derslerimi çalışıyorum, amacım derslerimi geçmek,” demesini mütevazı bir yaklaşım sanıyordum. Ama konuştuğum insanların çoğu, amaçlarının çok daha iyi olmak değil, sadece ellerindeki işleri iyi bir şekilde başarmak olduğunu söylüyorlardı.
Bunlar bana inandırıcı gelmese de denemekten başka çarem yoktu çünkü başarılı olmalıydım. Önceki yılda olduğu gibi dağılmamalıydım.
Üçüncü sınıfa sakin ve kararlı başladım. Aşırılıklardan kaçınacaktım. Derslere devamlılığım ilk yıllardan beri iyiydi, ancak artık hiçbir dersi kaçırmıyordum. Dersler benim içindi, devam edip iyi not tutuyordum. Anlatılan dersi her gün düzenli olarak tekrar ediyor, vakit kaldığında daha geniş kaynaklara bakıyordum.
Amacım belliydi: Dersi iyi özümsemek, sınıfı geçmek. Geçmek için 60 almam yeterliydi. İlk sınavlar sırasında böyle sakin çalışmakla nasıl başaracağım endişesi ağır basıyordu. Hiç yorulmadan, strese girmeden iyi öğreniyordum fakat sanki bir şeyler eksik gibi hissediyordum. Sınavlar iyi geçiyordu fakat acaba bir şeyleri atlıyor muydum, diye kafamdaki soru işaretleri de bitmiyordu.
Sınav sonuçları açıklandığında şaşkına dönmüştüm. Patoloji ve farmakoloji gibi en zor derslerden çok yüksek notlar almıştım. Hedefim 60 demiştim ama bu kadar sakin, stressiz çalışmam sonunda 80-90 arası notlar almam olağanüstüydü.
Mesajı almıştım: Her defasında gerçeği saptamalı, ona göre görev bilinci içinde eylemi gerçekleştirmeliydim. Sonuç mükemmel oluyordu. O yıl boyu hep bu şekilde çalıştım. Notlarım gittikçe arttı, son süreçte patolojiden aldığım not çok yüksekti, 500 öğrenci arasında ilk 3 kişiden biri olmayı başarmıştım. Üstelik bunu hedeflememiştim bile.
Fakültenin kalan yıllarını aynı şekilde başarıyla tamamladım. Çok kuvvetli bir temel tıp bilgisi sahibi oldum. Kariyerim boyunca bu kazanımımı uyguladım. Hani bir söz vardır ya, “mükemmel, iyinin düşmanıdır” diye. Bocaladığım, hırslandığım zamanlar kendime bunu hatırlattım. Görev bilinci çok önemliydi. Gerçek tespit edilmeli ve buna uygun eylemden kaçmamalıydı.
Sonra evlendim, çocuklarım oldu, görevlerim arttı. İyi ki bu tecrübeyi edinmiştim. Görevler arttıkça insan dengeyi kaybedebiliyor. Ancak gerçeği tespit edip görevden kaçınmadığımda eyleme geçerek üstesinden geliyordum ve her şey kolayca yoluna giriyordu.
Bir noktada gösterdiğim aşırı hırs ve gayret diğer alanlarda gerçekleri ört bas etmeme yol açıyordu. Dengeyi kaçırdığımda toplamakta zorlanıyordum. Yoğunlaşarak hırs yaptığım o konu, dış çemberden başlayarak tüm ilgi alanlarımı dağıtma riski taşıyordu.
Hayat bir bütün, her alan önemli, dolayısıyla denge iyi kurulmalı. İş, ev, çocuklar, sosyal çevre, tatil, vesaire… Her alanın kendi içinde barındırdığı gerçekler gözetilmeli.
Yaşamak bir eylem, bundan ötürü görev bilinciyle gerekenleri yaparken beyni yormadan, analitik düşünceyi her alana yetecek şekilde kullanmalı.
Hayat canlı bir gerçek olarak her an önümüzde duruyor, bozulan bir musluk dahi olsa…

Mecburi Hizmet ve Kar

İstanbul’da da kar güzel. Çarpık yapılaşmanın eseri çirkin binaların üzerini örten kar, aynı anda bu binaların farklılıklarını da gizleyerek adeta bir sosyal eşitlik yaratıyordu.
Şu hayatta en sevdiğin şey nedir, diye sorsalar, hâlâ hiç tereddütsüz kar derim. Çocukluğumdan beri karın yağışı beni çok mutlu etmiş, çözemediğim tüm problem ve sıkıntılarımı rafa kaldırmıştır.
Hatırımda kalan ilk çocukluk yıllarımda heyecanla, “Ne zaman kar yağacak?” diye beklerdim. Trabzon’da kar yılda bir iki defa yağar ya da bazen hiç yağmazdı. Her gün radyodan düzenli olarak hava raporunu dinlerdim. Yazın bile hava durumunu takip ederdim.
Hele bir kar yağmaya başlasın, kimse beni camın önünden alamazdı. An be an karın yağışını, manzarayı, gökyüzünü izlerdim. Kar yağdığı zaman uyuyamazdım, yağma ihtimali olduğu zamansa geceleri sık sık uyanır, dışarıya bakardım. Bu merakımdan dolayı anne ve babamdan sık sık, “Hadi yat artık!” uyarıları alırdım.
Bu tutkum sayesinde haber bültenlerine de aşina olmuştum. Hava raporu haber sonunda verildiği için, kaçırmayayım diye tüm haberleri dinlediğim olurdu. Bu yüzden siyaset, spor gibi diğer konulardan da haberdardım. Hava durumuna öylesine odaklanıyordum ki, yalnız Trabzon’unkini değil, Türkiye coğrafyasını ve iklimini de öğrenmiştim. Denizlerde hava, kara yollarında durum, hepsi benim takibimdeydi.
Kar yağmadan önceki hava değişikliklerini, yağmuru, rüzgârı, gökyüzünün gece ve gündüz durumunu sürekli gözlemlerdim. Hava durumu hakkında bilgi ve yeteneğim oldukça üst düzeye çıkmıştı, ilkokul sıralarında artık isabetli tahminler yapabilir hale gelmiştim.
Kar yağacağını öğrendiğim zaman hazırlıklara başlardım. Kara kadar kafamı meşgul eden sorun kalmamalıydı. Ödevlerim varsa onları erkenden bitirir, evimizin teras katını kontrole koyulur, acaba tuttu mu, diye sık sık çıkar bakardım. Kar, yağdığında bizim terası bembeyaz bir örtüyle örterdi. Bunu heyecanla izlerdim.
Karın yağması ve tutmasının benim için tam bir çileye dönüştüğü de oluyordu. Yağmaya başlamadan önce genellikle yağmur yağardı. Terasta biriken yağmur sularını, arkasından yağacak karın tutması için süpürürdüm. Evdekiler halime gülerek, “Artık gel aşağı, o tutacaksa tutar, senin süpürmen işe yaramaz!” derdi.
Günler aylar geçer, çoğu zaman kar yağmazdı, ama ben beklemekten bıkmazdım. Hava raporu sonlarında okunan çeşitli yörelerdeki kar kalınlıkları, hayal dünyamın en heyecanlı kısmını süslerdi. Uludağ’la başlar, Erzurum, Kars, Hakkâri diye devam ederdi. Bir gün sıralama Bingöl ile bozuldu. Bingöl’de kar kalınlığı 198 santimetre ile ilk sırada verildi. Hayalimi aylarca Bingöl süsledi. Keşke Bingöl’e taşınsak, diye hayal bile kurmuştum.
Trabzon’da genellikle kar yağmazdı ama hava çok soğuk olurdu. Daha çok yağmur yağar, yağmur bazen sulu kara dönerdi. Evimiz şehir merkezindeydi. Terastan baktığımda karşıki tepelerin, dağların karla kaplı olduğunu görür, yakında bize de yağacak diye umutlanırdım. Ama çoğu zaman sulu kar yağmura dönüşür, sonra güneş açardı. Bir sonraki hava dalgasını beklemekten başka çarem kalmazdı. Çocukluğumda böyle çok uzun kar bekleyişlerim oldu. Ama hava bazen sürpriz de yapardı. O anları hâlâ bugünkü gibi hatırlarım. Öyle çok kar yağardı ki, neredeyse hava raporunda kar kalınlıkları sıralamasında ilk 10’a bile girebilirdik. Günlerce seyrine doyamazdım.
Bir defasında, yine sulu kar yağıyordu ama hava raporunda yağmura döneceği söyleniyordu. Ben her ne kadar hava raporunu izlesem de yine bazen sürpriz olabileceğini tecrübe etmiştim. O sıralar liseye gidiyordum ve hava durumu hakkında bir hayli bilgi birikimim olmuştu. Gece yatarken inanılmaz gök gürledi ve şimşek çaktı. Bu durum yağmurun işareti sayılırdı. Artık kar bitti, yağmaz diye düşündüm ve kalkıp ne oluyor diye camdan bile bakmadım.
Sabah kalktığımda evde ilginç bir aydınlık hali vardı; perde arkasından süzülen ışık normal değildi. Kar yağdığında oluşan beyaz örtünün yansıması gibiydi. Ortalık çok sessizdi, dışarıdan ne insan ne de araba sesi geliyordu. Annemle abim kahvaltı yapıyordu. Benim uyandığımı görünce, “Dışarıya bak, çok kar yağıyor!” dediler. Ama gök gürleyip şimşek çakmıştı, nasıl olur, diye düşünerek perdeyi açtığımda şok oldum. Yerde 70-80 santim kar vardı ve bu, hayatım boyunca gördüğüm en büyük kar kalınlığıydı. Dahası, kar inanılmaz bir yoğunlukta yağmaya devam ediyordu.
Beyaz örtüye bürünmüş şehir benim en çok sevdiğim manzaraydı. Sonraları neden bu manzaradan hoşlandığımı düşündüğümde, beni en çok etkileyen şeylerin mimariye kattığı müthiş huzur, temizlik, çevre düzeni olduğunu fark ettim. Bu ahengi, yağan kar sağlıyordu.
Kar, birbirinden farklı inşa edilen çatıların, sarkan elektrik tellerinin çirkinliğini kapatıyor, adeta bir süsleme sanatına dönüştürüyordu. Ağaçlarsa her mevsim güzeldi, ama kar altında bambaşka bir güzelliğe bürünüyorlardı. Ya sokak lambaları? Onlar, kar yağışında benim için vazgeçilmezdi. Sokak lambalarının ışığında karın yağış ritmini izlemek, geceleyin perdeyi biraz açıp dışarıya yansıyan evin ışığında gökyüzüne doğru bakarak karın yoğunluğunu incelemek gibi çok keyif aldığım yöntemlerim vardı.
Kar yağdığında, çalıştığım hastanenin penceresinden dışarıya bakarken düşüncelere daldım. İstanbul’da da kar güzel. Çarpık yapılaşma eseri çirkin binaların üzerini örten kar, aynı anda bu binaların farklılıklarını da gizleyerek adeta bir sosyal eşitlik yaratıyordu. Ama gökdelenlere ve AVM’lere ne demeli? Onlar üzerlerine yağan karı göstermiyor, gizliyor. Karın yağdığını ne çatısından ne de duvarından anlayabiliyorsunuz. Kar altında manzarayla bütünleşmeyen sevimsiz binalara dönüşüyorlar. Kar yağdığında yürümeyi hemen herkes sever, gezintiye çıkar, küçük bir bakkala veya kafeye girer, bir şeyler alır veya sıcak bir şey içer, içinizi ısıtırsınız. Sonra karda yürümeye devam edersiniz. Bugünse karlı bir havada bir AVM’ye gittiğinizi düşünün, otoparktan girdiniz, içinde dolaşıyorsunuz. Dışardaki kar yağışını göremez, hissedemezsiniz. Birkaç saat sonra çıktığınızda dışarıdaki kar yağışı çoktan durmuş olabilir.
Kar ve kışla ilgili anılarım bitmek bilmez. Lisenin ardından eğitimim için geldiğim İstanbul’un iklimini de sevdim. Bu kentte her mevsimi yaşıyordunuz, yeterince kış oluyor ve kar da yağıyordu. Uzmanlığım bitince sırada askerlik ve mecburi hizmet vardı. İstanbul’dan ayrılmak bana zor geliyordu. Eğer buradan gideceksem, kurada Ege, Akdeniz gibi sıcak yerler değil, çok kar yağan şehirler çıksın istiyordum.
İlk mecburi hizmet kurasında 20 uzman doktor beraber kura çekiyorduk. Öncelik sırası raporlulardaydı. Ben ve bir genel cerrah arkadaşım dışındakilerin tümü astım bronşit tanılı raporu almış, nasıl olduysa, kurada Ankara, İstanbul, İzmir’de çalıştıkları ihtisas hastanelerini çekmişlerdi. Ya hastalık olduğu için ya da ‘güçlü, kuvvetli’ oldukları için öncelik hakları vardı.
Ben ve genel cerrah arkadaşım sağlıklıydık, raporumuz yoktu ve en sona kaldık. Arkadaşım Tunceli’yi çekmişti. “İyi, güzel, orada iyi kar yağar ve tutar” diye düşündüm. Sıra bana geldi, torbaya elimi uzattım, çektim, Bitlis çıktı. Salondan gülüşmeye benzer uğultu yükseldi. Bir an, Bitlis neresi, ben neredeyim sorularıyla şaşkınlıktan başım döner gibi oldu. Üzüleyim mi, sevineyim mi tam anlayamadım. Hasta ve raporluların kuralarında alkışlar salonu inletirken, adeta mahcup olmamız gerekiyormuş gibi, bizim kuralarımız garip ve alaylı seslerle karşılandı. Mahcubiyet duymanın lüzumsuzluğunun farkında olarak, sessiz ve sakince salondan çıktım.
O sırada doktor bir arkadaşımın babası beni tanıyarak yanıma geldi. Oğlu daha önce Siirt’te mecburi hizmet yapmıştı. Benim Bitlis’i çektiğimi öğrenince, “Oğlum, merak etme çok güzel bir yerdir,” dedi. Ben hemen, “Havası nasıldır, çok kar yağar mı?” diye sordum. Beni teselli etmek istediğinden olacak, “Yok, ne karı, kar yağmaz,” dedi. İçimden, “Al işte! Kar da yağmıyor! Şansa bak!” diye geçirdim. İyice yıkılmıştım. Yapacak bir şey yoktu. Toparlanıp hızla orayı terk ettim. Yoluma devam edecektim.
Bingöl, Tunceli, Hakkâri’de çok kar yağdığını biliyordum, ama nedense Bitlis’in iklim şartları hakkında yeterince bilgi edinememiştim. Fakat arkadaşımın babasının da dediği gibi ılık, karsız bir yer olmamalıydı. Eve gelince araştırdım, Bitlis bol yağış alan, bol kar yağan bir yerdi. Çevremdekilerin karlı, soğuk hava sevmediklerinden bana moral vermeye çalıştıklarını düşündüm. Oysa ben kar için deli oluyordum.
Bitlis’e gittim. Üç yıl altı ay kadar mecburi hizmet yaptım. Hayatımda hiç görmediğim kadar kar gördüm. 4 metre, 5 metre kar olur muydu? Bitlis’te olurdu. Sabah kalktığınızda karşıdaki evler gözden kaybolurdu. Öğlene doğru kar kürendikçe evler tekrar belirirdi. Hiç durmadan aylarca yağardı, rüya gibiydi. Hayatımın en güzel yılları orada geçti diyebilirdim. Bitlis’te çok başarılı bir hekimlik ve yöneticilik deneyimi geçirdim. Eşimle de orada tanıştık, Bitlis’te evlendik. O yıllarım evlilik ve kariyerimde çok iyi bir temel taşı oluşturdu.
Kar, benim hayatımda her şeyi güzelleştirdi. Evlerin çarpık mimarisini, gecekonduları, direklere asılan elektrik tellerini, bozuk yolları, kirli sokakları ve Bitlis’in toplumda kabul edilen ‘zor’ şartlarını, yani hayatımdaki her şeyi güzelleştirdi. Onlara ruh verdi. Ama kar gökdelenle, AVM ile bütünleşemedi, onlar ruhsuz kaldı.
Bu yüzden, oturduğum evleri, “Kar yağdığında, camdan bakarken etraf nasıl görünür?” diye düşünerek seçerim. Kar, her zaman hayatımdaki önceliklerden biri, hatta birincisi diyebilirim.

Kafatasım Camdan

İşte sonuç almıştık, en kıdemsiz asistanım dünyanın önemli bir dergisindeki yayını çürütmüştü. Tebrik ettim ve hemen karar aldım. Bunu dergiye yazmalıydık.
Amerika’da eğitim için bulunduğum dönemin başlarında, seminer ve makale saatlerinin fazlalığı beni şaşırtmıştı. Bana göre, insanlar, hangi düzeyde olursa olsun, fazla ve gereksiz soru soruyorlardı.
Bazen de bir konuyla ilgili düşüncelerini bildiriyorlardı. “Bunlar biraz aptal,” diyordum içimden, “şu sordukları sorular veya ileri sürdükleri düşünceler bir ceviz kabuğunu doldurmaz”. Sanki soru soran, fikir sunanlar kendilerini fark ettirmek, ben de varım demek istiyorlardı. Evet, içlerinde güzel sorular ya da fikirler de çıkıyordu, ama epeyce saçmaladıkları da oluyordu. Bu tuhaflık, öğrenci, asistan, uzman ve hatta profesör için bile geçerliydi.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69489301?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Büyüsünü Bozma Erol Egeli
Büyüsünü Bozma

Erol Egeli

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bazen korkuya kapılmıyor değildim. Eşime “Ya her şey ters giderse,” diye sordum. Eşim de artık bu işe girmeye karar vermişti. “Bak Erol” dedi, “Eğer işler kötü gider, her şeyimizi kaybedersek, bir deniz kenarına gider, sokak simidi ve çay alır, sıfırdan başlar, hayallerimizi yeniden kurarız.”Sustum ve dinledim.Büyüsünü bozmadan izledim.Sen de düşün,Bir şeye emek verdiğimizi, gereğini yerine getirip layığınca tamamladığımızı…Kendimizi konfor alanlarımıza hapsetmediğimizi, akışkan olduğumuzu…Şükrederek tembellik etmenin ataletindense şükrederek çalışmayı benimsediğimizi…Her şeyi söze dökmek zorunda kalmadan karşımızdakine sessizce hissettirebildiğimizi…Üzülsek bile üzmediğimizi, başkalarının sorumluluğunu almaktan kaçmadığımızı…Yaşamlarımızdan çıkaracağımız sonucun ahenk ve denge olduğunu…Kendimizi evrenin, tabiatın bir parçası olarak görebildiğimizi, tüm varlıklara saygı duyabildiğimizi, mütevazı olabildiğimizi…Şşşşşş, sessiz ol, büyüsünü bozma!

  • Добавить отзыв