Bir Aşk Bir Ülke Bir Gece

Bir Aşk Bir Ülke Bir Gece
Bülent Tokgöz
İkimiz de bir önceki asrın insanı olmakla, son insanlar olmakla bu aşka layık görüldük. Birbirimizle ödüllendirildik, çağcıl oyuncaklardan uzak durduğumuz için. Sosyal medya denen çöplükte elimizi ayağımızı kirletmeyişimize hiç girmiyorum bile… Son insanlar. Konuşmak için yan yana gelen. Bir kâğıt alıp vererek bilgiyi paylaşan, toprak ve taş üzerinde, kendi ayakları üstünde buluşan. Bir ırmak kıyısındaydın ilk gördüğümde seni. Bir ırmak kıyısına yakışıyordu duruşun. Karşıdaydın, benim ırmağımın kıyısında, tam karşımda. Suyun üstünde yürüyen İsa gibi geçtin benim yakama, ayakların ıslanmadan. Yere basmadan hiç ayakların. Bir semahta gibiydin, çark hareketini zihnim tamamlıyordu, büyük bir devran vardı yürüyüşünde, kanın damardaki deveranını andırıyordu. Sen yürüyordun, kan yürüyordu yeryüzünün kuruyan damarlarına, kalbimin aort damarına. Benim yakama geçiyordun, yakamı ilk defa bırakıyordu yalnızlık. Düşüyordu yakamdan bin bir şüphe. Sıyırıyordum yakamı ölümcül endişelerden.

Bülent Tokgöz
Bir Aşk Bir Ülke Bir Gece

Bülent Tokgöz

1974’te Erzurum’un Oltu ilçesinde doğdu. Oltu Lisesi’nden mezun oldu, 1990’da Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdi. 1994’te DTCF Felsefe Bölümü’ne kaydoldu. Bu iki fakülteyi yarım bırakarak 2004’te İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu.
Yazı dünyasına 90’ların başında şiirle girdi. İlk şiirleri Kayıtlar dergisinde yayımlandı. 2007’de ilk romanı Cihadın Mahrem Hikâyesi çıktı. 2016’da ise bunu 5 romanı takip etti:
• Veziristan Sevgilim Elveda
• Yorgun Yabancı Savaşçı
• Rüyalar Mevsimler Gölgeler
• Ahir Zaman Mücahitleri
• Gençliğimi Şahitliğe Çağırıyorum
2016’da Büyük Oyun’dan Dersler adıyla 5 ciltlik bir araştırma serisi yayımladı.
2018’den beri TVNET ve TRT için muhtelif belgesel metinleri kaleme aldı. Şiir, masal, roman ve makale ile yazı macerasını sürdürmektedir.
Sevilay Ablaya


Sebebim
Zülâl… İlk kelimem sen ol istedim. Senin için yazıyorum çünkü, seni yazıyorum. Kendimi anlatırken dahi muradım sensin. Seni anmak maksudum. Sen ol ilk sayfamın, satırımın başında; başucunda zihnimin, hafızamın, havsalamın. Onların azizliğinden değil mi zaten can havliyle kelimelerin üzerine abanışım? Bu canhıraş telaş onların gadrinden değil mi?
Buhranımdan haberdardın, görmekteydin hem, hem de uzun uzadıya dile getirmişliğim vardı. O varlık krizi, gitgide gerçeklik krizine yol açtı, hassaten malûm yaşanmışlıklardan sonra. Kendi varlığım başta olmak üzere tüm mevcudatın mevcudiyetinden duyduğum şüphe zihnimi rehin almaya başladı. Gerçeklik ile yanılsama, rüya ile realite arasındaki hudutlar flulaştı, hayal ile hayat arasındaki ayrım hatları bulanıklaştı. Bunun giderek bir hafıza hasarına dönüşmesinden endişe duydum. Yegâne hazinem olan anıları tarumar edecek bir bulanıklığın seninle ilgili hatıraları sakladığım sandukalara yaklaşması durumunda neyin gerçek neyin hayal mahsulü olduğunu ayırt edememekten korktum. Zihnimdeki seğirmeler çoğalmadan, henüz senin kutsal topraklarına ulaşmadan elimi çabuk tutup tüm konuşmalarımızı zapturapt altına almaya karar kıldım.
Konuşmalarımızı çünkü beynimdeki heyelandan en çok zarar gören onlardı. Hâl, hareket, olaylar, oluşlar, duyuşlar değil, kelimeler, cümleler, ifadelerdi en çok unutuşun molozları altında kalan. Onları afet bölgesinden uzaklaştırmalıydım bir an evvel. Bir de Zülâl, kula gölge ise Allah’a ayan, bizim en çok yaptığımız şey konuşmak değil miydi? Tek yüklemimizdi hatta konuşmak. Aşkımız kelamın hudutlarını ancak yürüyüşler, suskun bakışmalar, aynı yöne derin dalışlar, hafif dokunuşlar, uzun ağlayışlar, sevecen gülüşler, heyecanlı kavuşmalar, buruk vedalar yoluyla aşabildi ne yazık ki. Bu yüzden en çok onları muhafazaya yönelme lüzumu duydum, anlıyor musun?
Konuşmalarımızı dercettim çünkü tüm diğer anlar, anılar o kadar diri ve duru idi ki. Sarıyer’deki mendilci çocuğu saçlarından öpmen, Aziz Mahmut Hüdai’den dönerken sol ayak bileğini hafifçe burkman, Karaköy vapurunda martılara atmak için simit bulamayınca iki poğaça alman veya Kariye Camii’nin orada bana İstanbul’a ilk geldiğin günlerde alıp hiç kullanmadığın defterini hediye etmeni unutacak değilim. Ki hatıralarımızı yazmak için ondan daha güzel bir bergüzar olamazdı… Ve hiçbir hasar yahut hüsran benliğime seni, senliği unutturamaz. Yine de emin olamadım, dimağımdaki erozyon oraya kadar gelmeden bir set çekmek istedim. Dedim ya konuşmaları teminat altına almalıydım ilkin. Taraçaları oraya yapmalıydım.
Hiçbir şek ve şüphe kurdunca kemirilmemiş olan kısımları seçtim. Teşbihte hata olmaz, bir sahih hadis mecmuası teşkil eder gibi, sadece sıhhatinden emin olduğum ifadeleri bir araya getirdim. Sadece söylenenleri ve gerçekten tam da o şekilde söylenmiş olanları derledim. Bir buket gibi olsun diye süslemedim de. Şu mütevazı bir hakikat ki bizim konuşmalarımızın süslemeye ihtiyacı yoktu. Olanca tevazuu içinde senin beyanlarını çok görkemli buluyordum. Benim lakırdılarımsa, bunca yılın mütercimi ve kalemkârıyım, şuncacık tumturaklı olsundu. Yalanla olan husumetimi bilirsin. Ona en ulvî gayeler için dahi tenezzülü zül sayacağımı söylememe hacet yok. Benim meselem yalanla değil yanılsamayla ve onu da bu diyalogları kayda geçirmekle neyse ki bertaraf etmiş bulunuyorum.
Diyalog diyorum ama karşılıklı konuşmalar şeklinde aktarmadım. Bunun sebebine ben de tam vakıf olamadığımdan sana izaha yeltenmeyeceğim. Şu var ki konuşmalarımızın beynimin kataloğundaki dizilişinin kronolojik sıraya göre olmaktan ziyade konu tasnifine dayalı olduğunu fark ettim. Zaman akışına riayet ederek ilk diyalogdan başlayıp ilerlemek istedim ama ıstırap verici tıkanmalar, felçleştirici kalp spazmları yaşadım. Belki de benim asıl meselem zaman denen o dehşetengiz çarkla olduğundan. En mutlu enstantanelerimizi yazarken dahi zaman benim için zalim bir girdaptı; ihtimal ki zihnimi takatsiz bırakan da gene o girdaptan kaçış psikolojimdi. Konu tertibi daha nesnel ve bilimsel gözüktü bana. Şu benim bazen hayranlık, bazen tedirginlikle karşıladığın analitik düşünme alışkanlıklarım da bir roman gibi tertiplemeye elverişli değildi. Zamanın burgacından farklı bir sistematikle bir nebze sakınabilirdim.
Bunları yazmış olmam kabul ediyorum ki pek de olağan değil ama ondan daha tuhafı henüz bunları bir kez olsun okumamış olmam. Çünkü kadim felsefî krizim zihinsel gelgitlere dönüştüyse de yazmaya başladıktan sonra tedricen duruldum. Yazdım ve okumadım hiç. Bir kez olsun okumaya ihtiyaç duymam umarım. Belki çok yaşlanınca, ahir ömrümde, kim bilir. Herkesinki kadar bitap düşünce hafızam. Seninle ilk günkü gibi söyleşmenin heyecan ve hazzıyla bu sözcükleri bir bir terennüm ederim.
Her halükârda elimde bir mihenk taşı olarak dursun şuracıkta, yanılsama belasını onunla def edeyim. Sınır taşı olarak rüyayla hakikat arasında. Kimselerin ne okumasına ne bilmesine gerek duyan. Zarif bir aşk hikâyesi Zülâl ile Zahit arasında.
Rivayet olunur ki “Sevgililerin birbirlerine söyledikleri her yalan er ya da geç gerçekleşir” imiş. Yalansızdık biz. Umulur ki er ya da geç gerçekleşir doğrularımız… Seninle başlıyorum şimdi. Sadece başlangıç ve umutla anılacaksın Zülâl’im.

Apium
Afyon’u bilir misin? Geçmişsindir. Zaten Afyon’dan geçilir, kalınmaz. Öyle ki her memleketin bir otobüs firması vardır, Afyon’un yoktur. Gerek yoktur çünkü, yolların kavşağındadır, giden oradan geçecektir, başka yolu yoktur.
Kalan kimler acaba? Denir ki Karahisar Kalesi’ne bir kere çıkan Afyon’da yedi yıl kalırmış. Bizimkilerin de kaleye çıkası gelmiş zahir, sonra kalakalmışlar. Korkunç bir tabirdir hani: Gidemeyenlerin ülkesi! Ülke için çok ağır bir tabir; vatan için kullanılmasında haince bir taraf var sanki, ama bir şehir için kullanılması caiz gibime geliyor. Gidemeyenlerin şehri! Gidemeyenlerin nice şehirlerinden biri. Şimdi acıdım ona. Tüm ülkeye, gezegene acıdım. Gidemeyenlerin gezegeni! Gidemeyenlerin uzayı, kâinatı, evreni!.. Sorun belki de mekânda değil, bizim gidememekliğimizde. Biz gidimli değiliz belki. Yollar gidimli ama bizim gidiciliğimizde bir zayıflık var. Gidemeyenlerin ilenci. İthamı.
Kalmak ve kale. Kalıcı olmakla alâkadar ikisi de. Kalıcı olabilmek, kalmaya devam edebilmek için kale inşa etmiş insangil. Birileri gelip de kovup atmasın, kaçırıp götürmesin, vurup öldürmesin diye. Şu insangillerin kaç bin yıllık itiş kakışı işte. Bitmeyen kan davaları. Kan dökücülüğünden hep. Kan dökücülükten yapılmış o kale, o yüzden kalmışız Afyon’da biz de. Kale olmasa kalmazmışız bu hesaba göre.
Ben kalmazmışım. Nerede kale görsem kılıç şakırtılarıyla doluyor kulaklarım çünkü. Atlar toz duman içinde yere yığılıyor, sırtlarında gencecik adamlar. Cesetler kokuşuyor nerede bir kale görsem. Kahramanca cenk ediyor birileri, surların ötesinde veya berisinde. Seyirci yok, taraf olmaya da mecbursun. Ya muhasaracılardan yanasındır ya mukavemetçilerden; o evrensel dayatma burada fazlasıyla geçerli: Bitaraf olan bertaraf olur. Bitaraflar bertaraf olduğundan böyle kan revan zaten her taraf. Üzgünüm Zahit ya. Her bir kale için. Her bir kale etrafında dökülen kanlar, kaybedilen canlar, yaşanan acılar için. Her bir kalebendi, her bir burç, her bir taş adedince.
Saygın mekânlar kaleler, saygı uyandırıcı, evet. Saygıyı esas alanlar için matah yerler olabilir ama sevgiye odaklı olanlar için o kadar da değil. Ben başka bir yer bakardım çadırımın kazığını çakmak, ocağımı tüttürmek için. Kale yapılmayacak kadar önemsenmeyen bir yeri tercih ederdim. Uğruna dövüşülecek bir zenginliği, kavşaklığı, stratejikliği olmayan bir yer. Kıyıda köşede. Bir dağın kıyısında, bir ırmağın köşesinde. İlk bakışta görülmeyen, sadece kalanların bilebileceği saklı güzellikleri olan.
Afyon’da kalmazdım. Durmaksızın boğazlaşmayı hatırlatan bir kalenin bana tepeden bakmasına katlanmazdım. Kalmış ama bizimkiler n’apabilirim ki? Suçlamıyorum. Başka bir açıdan bakmışlardır muhakkak. Gördükleri şey baktıkları açıdan doğrudur. Hayat dediğimiz şey de açıların toplamı değil mi zaten? Hepsi birbirini nakzettiği için sıfır toplamı verecek olsa da. Neyse. Bizimkiler bakmış ve çadır direklerini buraya dikmişler, ocakları burada tütsün dilemişler. Böyle yazılmış. Yazanlar bizi Afyon’un kütüğüne yazmışlar.
Karahisar Kalesi’nin beni ürkütüşünün örtük başka sebepleri de vardı. Battal Gazi’nin orada öldürülmüş olması mesela. Düşün bir efsane orada sona ermiş, ölümüyle bile efsaneleşecek olsa da. Senin şen şakrak gezip dolaştığın bir mevkide yere yığılmış olabilir Battal Gazi. Nice Battal Gazi. Bana kalsa bir Battal Gazi’ye bin kaleyi değişmem. Ama bir kale için kaç bin gazi gitmiş kim bilir?
Tam da bunun için galiba, efsane başka bir şey anlatıyor. Düşmanlarınca, bir kılıç darbesi veya saplanan bir okla vurulmuyor Battal; kıymıyor efsane imalatçıları buna. Ya ne anlatıyorlar? Kuşatma esnasında kale komutanının kızı bizim Battal’ı görünce aşka düşüyor. Kalenin düşmesi için onunla işbirliği yapmanın peşine düşüyor. Kale komutanı Bizans imparatorundan medet istemiş, 100 bin kişilik ordu yola çıkmış geliyor; kızcağız bunu iletmek istiyor bizimkine. Bir rivayete göre de kaleden yapılacak bir huruç hareketini haber verip Battal’ı kurtarmak istiyor. Ama nasıl?
Yazıyor namesini ve bir taşa sarıp atacak. Çayırda yatmakta olan Battal’a bağırıyor ama sesini duyuramıyor. Sonunda kızcağız, yapacak başka bir şey kalmadığına inanıp taşı fırlatıyor. Biraz kıpırdar gibi olan Battal tekrardan yere uzanıyor. Meğersem sevdiceğinin attığı taş kulağının dibine denk gelmiş. Oracıkta ruhunu teslim etmiş Battal Gazi. Durumdan şüphelenen kızcağız, babasına diyor ki, “Türklerin komutanı çayırda uyuyor, bana zehirli bir hançer verin, gidip onu öldüreyim!” Gazi’nin yanına geliyor, bir de ne görsün? Çekiyor hançeri kalbine saplıyor, kendi kalbine.
Amansız cenk olmuş sonra. Bizimkiler mağlup olmuş, alamamışlar müstahkem kaleyi. Ne var ki apansız kavi bir rüzgâr çıkıvermiş, alıp aparmış Battal’ın naaşını. Kaledekiler onun öldüğünü öğrenememişler, tehlikenin geçmediğini düşünüp korku içinde yaşamaya devam etmişler.
Karahisar’ın beni niye kederlendirdiğini sanırım şimdi daha iyi anlıyorsundur. Bir bakışta âşık olan bir kız, aşkı uğruna her şeye ihanet ediyor, maşukunu korumak için bir hamle yapacak oluyor, gel gör ki kendi eliyle canından ediyor sevdiceğini. Bir yiğit, sevdiğinin taşıyla canından oluyor. Nasıl ince kurgulanmış hikâye görüyor musun, kan yok, vahşet yok mümkün olduğunca. Nazikçe her şey. Aşk da ihanet de ölüm de yenilgi de. Tam da bu yüzden bana daha çok dokunuyor, canımı daha çok acıtıyor. Gerçeğin acımasızlığını örtme çabasındaki çaresizlik yüzünden.
Ümit ümitsizlikle cenk eder aslında kale önünde. Asıl cenk odur. “Karahisar Kalesi yıkılır gelir” türküsünü bilirsin. Der ki orada ozan, “Kesme ümidini gadir Mevla’dan, gadir Mevla’dan”. Yani esasında nesnel şartlar itibarıyla vaziyet haraptır, vuslat hayaldir, firak muhakkaktır, ümit ışığı yoktur ama sen gene de kesme ümidini gadir Mevla’dan. Olacak gibi değil ama O dilerse olur. Sadece O dilediği için. Yoksa bizim işimiz bitmiş, çoktan Allah’a kalmıştır.
O türküde tam da benim hissiyatıma denk düşen bir bitaraflık var. Bir yalınlık, basitlik. Kalenin yıkılışından söz ederek başlıyor, bunu bir ah olarak alıyorum ben, bir garez, bir oh hatta. Kale yıkılmakta, çünkü yıkılasıdır da. Hangi kale ebediyen insanlara tepeden bakmaya devam edebilir ki? Kaleye bakmaz âşık, kalenin ihtişamına aldırmaz, iktidar, sulta peşinde değildir. “Kakülü boynuna dökülür gelir”. Bunun haber değeri daha yüksektir bir taş yapının yıkılışından. Sevgilinin kakülünün boyna dökülüşü bir kalenin yıkılışından daha müthiş değil midir gerçekten de?
“Ben bir koyun oleyim sen de bir guzu, meleyi meleyi getirek yazı, getirek yazı”. İşte bu. Koç değil, aslan değil, ejder değil, koyun ile kuzu. Uluya uluya da değil meleye meleye. Haykırışlar, naralarla da değil, usulcana.
“Ver elini karlı dağlar aşalım, bayramlaşalım”. Ancak gidilerek mutlu olunabilir bu diyarda. Mutlu aşk, ancak gidilerek yaşanabilecek bir şeydir. Kalınarak olunmaz. Kalınarak onlar gibi olunur anca. Kocanılır. Yitirilir gençlik. Ver elini karlı dağlar aşalım. Karlıdır dağlar, zorludur, ama aşılmaz da değildir. Aşarız ve o bizim bayramımız olur. Her el ele tutuşmamız bir bayramlaşmadır. Ver elini bayramlaşalım… Ah, ölüyorum ben bu türkülere. Türkülerden ötürü Türk olmanın meşakkatine katlanıyorum. Ayrıcalıklı bir şey sayıyorum hatta.
Kale ve ümit. Evde kalmış kızların ümit kapısı. Taliplisi çıkmayan kızlar diyelim, incitmeyelim yufka yürekleri. Yanlarında yaşlı bir kadın akrabaları, tutarlar kalenin yolunu. 550 basamaklı merdivenden nefes nefese 226 metre yükseğe tırmanırlar. Yaşlı kadının elinde bir kilit vardır, kilitli bir kilit. Onu kızın başının etrafında döndürür ve açar. Sonra kız da üç-beş kuruş bozuk parayı aşağıya fırlatarak, kaleden boşluğa bağırır: “Bahtım bahtım, altın tahtım, evlenecek vahtım!..”
Bu ritüelin en çok hıdrellezde yapılması ayrıca anılmaya değer. Hızır ile İlyas Nebi’nin buluştukları gün olduğu da söylenen ama aslında Türklerin kadimden beri yazın başlangıç bayramı olarak kutladığı hıdrellezin böyle bir bağlamda geçmesi cidden calib-i dikkattir yani. 6 Mayıs günü sabahın erinde eski bir şaman töresine hürmetle kaleye tırmanmak, Türklerin adaptasyon kabiliyetine dair de çok şey anlatır laf aramızda.
Kale tılsımlı, bir haftaya kalmadan elçileri akın edecektir kızın evine. Ayak basan nasıl ki yedi sene kalıyorsa, o hesap işte. Burada hassaten görmeni istediğim husus, bu iktidar abidesinin en gizli saklı dileklerimizi dile getirmek için bir mercie dönüşmüş olması. Askerî bir mekânı mabede dönüştüren güdüleri nasıl ele almalı acaba? Ümidi diri tutmak adına yol boyunca her bir ağacı dilek ağacı ilan etme tutumuna ne demeli? Keza kapının kemerindeki oyuğa dilek tutup taş atmak ritüeline de.
Tüm bunlarda şüphesiz ki şirkle akraba pek çok şey var ama öyle bir imbikten geçmiş ki şirkten arınmış, pirüpak olmuş. Pür tevhidî bir şeye dönüştüğünden değil, şirk kavramı artık kalmadığından. Şirk bir ihtimal olarak bile yok. Yapılan her işlem tevhide uygun, sorun yok havasında icra ediliyor her şey. Halk İslam’ının tabiatında var biraz, böyle bir mezhebi genişlik, rahatlık, liberallik. Kötü bir şey yapmıyorlar ki, sebeplere tutunuyorlar, yoksa veren de O, vermeyecek olan da. En müşrik âdetler bile tevhit boyasına boyanıyor ve kısmî şekil değişiklikleriyle Müslüman halkın âdetleri arasına katılıveriyor.
Ta 3350 sene evvel Hititler devrinde yapılmış kaleyi 1400 sene evvel dünyaya gelmiş Hazreti Ali’yle ilişkilendirmek de bu türden bir girişim. Ali, masal kahramanları için bile fazla mübalağalı olan bir tarzda atını dağdan dağa uçurarak bizim Afyon’a gelir. Kalenin bulunduğu o sarp kayalıkta konaklamak için dizginleyince atı Düldül ayağını sertçe basar ve o iz kayalıklarda olduğu gibi kalır. Atını bağlamak için dört parmağıyla vurarak kayada açtığı delik de hâlâ durmaktadır. Battal Gazi’ler nice çilelerle nihayet zapt etmeden önce halkın kalbinde kale böyle fethedilmişti muhtemelen. Müslüman Türk de Hazreti Ali’ye ait olan bir tepeyi gasıplardan alarak ehline teslim etmişti.
Benzer bir taşa vurup iz bırakma durumu başka bir Afyon efsanesinde daha geçer. Uzun bir zamana yayıldığı anlaşılan kalenin fethi sürecinde Türk askeri susuzluk çekmektedir. Etrafta temiz, sağlıklı su ararlar ama bulamazlar. İçlerinden Çavuş Dede, buradaki kayalıklardan birinin başına gelir ve birtakım dualar okuduktan sonra “Burada bir su olucak!” deyip kılıcını kayaya vurur. Darbeyi müteakip kayadan su fışkırır. Gayet içimli ve şifalı olan su ile askerler yorgunluklarını giderir. Olucak Çeşmesi bugün bile hoş suları akan bir membadır. Hemen karşısındaki Çavuş Dede kabri de dertlilerin deva aradığı, adakların adandığı mütevazı bir türbedir. Bu böyledir.
Türkü demişken… Molla Ahmet türküsünü dinlemiş misin hiç? Yaşanmış bir hadise üstüne yakılmış bir ağıttır. Çok eski zamanlarda yaşanmış ve bir şekilde abartılmış olmasını çok isterdim ama sadece yüz yıl evvel vukua gelmiş, bu yüzden bir gazete haberi kadar gerçek… Molla Ahmet, kuraklıktan ötürü baba ocağını terk edip gurbete çıkmış bir delikanlıdır. Afyon’a gelir, Şuhut kasabasına; bakar ki yeşil, verimli bir yer, oraya yerleşir. Civanmertliğiyle namını tez zamanda duyurur, delikanlılar arasında kendisini sevdirir, efeler alayının başı olur. Kahvehane işletmekte, güzel sesiyle arada sıra camilerde müezzinlik yapmaktadır. Molla adı da oradan gelmektedir.
Derken kasabanın en zengin ailelerinden birinin kızı olan Neslihan, güzelliğinden mi dersin sesinden mi, bu gence gönlünü kaptırıverir. Bizim Ahmet de ona kayıtsız kalmayınca, ufak muhit ne de olsa, aralarındaki aşk kasabada kulaktan kulağa yayılır. Ne ki kızın başka bir âşığı daha vardır. Efeler alayının eski başı, Macar lakaplı Selim bunlardan biridir. Bir gün Ahmet’i bir mesirelikte ziyafete davet ederler. Sazlı sözlü eğlenti sürerken pirzolası yapılan koyunun kuyruğundan bir de helva yaparlar. Sazcılardan biri Ahmet’e yanaşmanın bir yolunu bulup kurulan tezgâhı haber verir: “Ahmet, bu senin can helvandır, bunlar seni öldürecek, bir yolunu bul buradan sıvış!” Ahmet, kendinden emin, “Ben arkadaşlarımdan kemlik beklemem. Bir harekete kalksalar da haklarından gelirim, sen tasalanma!” der. Adamcağız eğlenti boyunca kaşıyla gözüyle işmar da eder ama bizimki oralıklı olmaz.
Eyvahlar olsun ki bir punduna getirip hileyle kollarını bağlarlar. Sonra ayaklarını, kollarını, başını keserek paramparça eder, sazlığa atarlar. Birkaç gün sonra Seydiköy’ün köpekleri ağızlarında kol ve ayak parçalarıyla köye gelince köylüler Molla Ahmet’i çoraplarından tanır. Kırkpınar çayırlığına gelip vaziyeti devlete bildirirler, caniler yakalanıp hapse atılır ama Molla Ahmet’i geri getirmez bu.
Türküyü kim yakar biliyor musun? 120 yaşında vefat eden İbiş Nine. Asıl adı Dudu olan bu kadın ozan, birçok türküyü de yaşatarak günümüze aktarmış. Kendisinin bizatihi türkü yakmasına da halk şöyle dermiş: “İbiş Nine yakım yakardı.” Bak ne yakmış maktul Molla Ahmet için İbiş Nine’miz:
“Yakuboğlu hayadında dudu var
Neslihan’ın kardan beyaz budu var
Moll’Ahmet’in kasabada adı var
Dalgın uykulardan uyan Ahmet’im
Yağlı kamalara dayan Ahmet’im
Moll’Ahmet’i Kırkpınar’da kestiler
Cepkenini saz dalına astılar
Anam babam benden umut kestiler
Kuş gibi meydanda dönen Ahmet’im
Neslihan yoluna ölen Ahmet’im
Yakuboğlu kamaları yağlıyor
Neslihan kız siyim siyim ağlıyor
Katil Macar kollarımı bağlıyor
Dalgın uykulardan uyanamadım
Yağlı kamalara dayanamadım
Bir incecik yol gidiyor Bazlar’a
Ilgıt ılgıt kanım aktı sazlara
Selam söylen anamınan kızlara
Dalgın uykulardan uyan Ahmet’im
Yağlı kamalara dayan Ahmet’im
Bir incecik yol gidiyor Elmin’e
Kanım aktı ılgıt ılgıt çimene
İmana gel katil Macar imana
Dalgın uykulardan uyanamadım
Yağlı kamalara dayanamadım
Eridi mi maşrabamın kalayı
Dağıldı mı Moll’Ahmet’in alayı
Bir kama da öldürmenin kolayı
Koç gibi meydanda dönen Ahmet’im
Neslihan yoluna ölen Ahmet’im
Kuruldu mu kasabanın pazarı
Kazıldı mı Moll’Ahmet’in mezarı
Ahbaplarım benden alsın hezeri
Kuş gibi meydanda dönenlerdeniz
Bir güzel yoluna ölenlerdeniz
Tel tel olmuş telgırafın telleri
Esmez oldu badı saba yelleri
Açmaz oldu Seydiköy’ün gülleri
Dalgın uykulardan uyan Ahmet’im
Yağlı kamalara dayan Ahmet’im
Biçildi mi Seydiköy’ün çayırı
Kadir mevlam canı candan ayırı
Hiç kalmamış Neslihan’ın hayırı
Koç gibi meydanda dönen Ahmet’im
Dostlar düşman imiş ben bilemedim”
Türkünün ölümsüzleştirdiği bu korkunç ölümü benim için kat be kat korkunç kılan şey, çocukluğumdan beri hikâyenin bana şu şekilde nakledilmesiydi: Cinayeti, Molla Ahmet’in kızla tarlada buluştuğunu gören kızın kardeşleri ve babası işliyor. Sırf kızla konuştuğu için. Adamı paramparça ediyorlar, kasaplık koyun gibi. Bu, özellikle ergenliğimde beni daha derinden sarsar oldu. Herhangi bir konuda bile bir oğlanla konuşacak olsam zavallı oğlanın kolunun, bacağının, kafasının birbirinden ayrılıp sazlıklara atıldığını hayal edip ürperdim. Hep çoraplarına takılı kaldı gözlerim. Hâlâ ürperirim, bir erkekle baş başa konuşacak olsam; konuşmanın muhtevası ne olursa olsun. Şimdi seninleyken de yer yer o ürperti aramızda bir yel gibi esip geçiyor. İrade, bilinç, tercihler bir yere kadar; insanı çocukken dinlediği hikâyeler, masallar, efsaneler belirliyor. Ben bu topraklarda çocukların bilinçaltına perçinlenen kodların temelde çok yanlış ve sapkın olduğunu düşünmemekle beraber bu tür sakatlayıcı unsurların da o birikimin arasına karıştığını düşünüyorum. Senin kadar radikal değilim ama o birikimin süzgeçten, elekten, elden geçirilmesi gerektiğini ben de kabul ediyorum. Ama bu o kadar da kolay değil elbette. Süzgeçten geçirecek zihin de neticede kendisi süzgeçlerden geçerek bugünlere gelmiş.
Korkumu diri tutan benzer kanlı olaylar da hiç eksilmedi ne yazık ki, bunları da anmadan geçemeyeceğim. Afyon’da bir linç kültürü var, bu kesin. Nereden gelir nereye gider bilemem ama bir “Vurun abalıya!” geni kesin var. “Vay bre zındık!..” Aniden galeyana gelip karşı konmaz bir güce dönüşen öfkeli kalabalıklar. Türkiye’de bu tür hadiselere en çok Afyon’da rastlanırdı herhâlde.
Farklı sebepleri olabilirdi galeyanın. İnfial uyandırıcı bir tecavüz veya livata meselesi de olabilir, mahalleye sonradan gelen şahsın ahaliden birinin karısına huzursuzluk vermesi meselesi de. Yani genelde namus davası. Bir bakmışsın, sopalar, değnekler, satırlar, nacaklar… Hatırladığım en büyük hadise, seksenlerin sanıyorum ortalarında, Çingene konargöçerlere yönelik gerçekleşmişti. Çiftçilerin başına ekşiyen 100-150 kişilik topluluğa bir gece baskını tertipleyip çadırlarını yakmış, atlarına el koymuş, kovmuşlardı. Yüzleri façalı, kavgacı Çingene gençlerin ay şeklindeki hançerleri fayda etmemişti.
Afyon böyledir. Böyle bir linç psikolojisi, galeyan potansiyeli hep vardır. Vardı. Kuva-yi Milliye ruhu da böyle ortaya çıkmış zaten, kimse başlarına birinin geçmesi için beklememiş, pata küte dalmışlar düşmana da. Bu yönüyle o kalkışma eğilimini büsbütün kötü veya hastalıklı bulmak hakkaniyetli olmaz.
Kahramanlık da uzak değil Afyonlu ruhuna. Şöyle bir şey anlatılır: Kocatepe savaşında Yunanlılar mayın döşemiş. Afyon’un yaşlıları orduyu durduruyor, “Durun önden biz gidelim, size bir şey olmasın, bizim üstümüzde patlasın!” diyerek. O yüzden Kurtuluş Savaşı’mızdaki şehitlerin en yaşlıları orada verilmiştir. Şehitlerimizin yaş ortalamasını yükseltenler Afyonlulardır. Anadolu’daki ilk şehitlik de orada yapılmıştır zaten, fedai amcalardan bazılarını orada bulmak mümkündür.
O günlere gidince birden üşüdü içim. Soğuğu anımsadım, aman Allah’ım! “Aslen Erzurumlu olsa da Sivas’ta oturur” diyorsun ama şunu da bil ki kışın önemli bir kısmını Afyon’da geçiriyor. Öyle böyle değil, bıçak gibi keser insanı, af edersin it gibi titretir. Ah, o kuru ayaz, Afyon’da okumuş, memuriyet ve askerlik yapmış herkes zıngırdayarak anar onu. Kar, Afyon kırsalının olmazsa olmaz bir parçasıdır.
Afyon deyince aklına ilk gelen şeyin aslında afyon olması gerekirdi be Zahit. Şehre adını veren nesne artık unutuldu bu ülkede. Hâlbuki afyonu, şu an dünya üretiminin merkezi olan Afganistan’a ve uzak doğuya götürenler de bizimkilerdi. Afyon’dan gitti ilk numuneler; oralara yolu düşen Osmanlı hekimleri, ihtiyaca binaen, tıpta kullanabilsin diye afyonu buradan götürmüşler. Latince Apium, buranın bitkisi aslen.
Afyonlular niye afyon değil de haşhaş derler onu bir türlü anlayamam ama. Görmüş müsün hiç, topaç şeklinde bir bitkidir. Haşhaş topu derler, o oval kısım yaşken bıçakla çizilir, oradan bir süt akar; eroin de o sütle yapılır… Afyon, hayatın göbeğindedir. Afyonsuz bir yiyecek bulamazsın Afyon’da. Bütün börekler haşhaşlıdır mesela. İki taş arasında haşhaşı ezip yağını çıkartırlar ve her şeyde kullanırlar. Haşhaş küspesi de en faydalı hayvan yemlerindendir ayrıca.
Sana ilginç bir şey söyleyeyim, eskiden çocuklar ağlayınca ağızlarına afyon sürerlermiş, sakinleşsinler diye; çok çocuklu aileler özellikle… Afyon, Afyonluların kanında var. Eskiler doktora gittiğinde morfin kesmiyor, uyuşturamıyormuş, o derece yani.
Bunlar mazide kaldı tabi. 1974’e kadar geldi ama ondan sonra afyona ket vurdular. Devlet gözetiminde gıdım gıdım üretiliyor artık. Kıbrıs’ta Ayşe tatile çıkınca ceremesini Afyonlular çekti. ABD, Temel Reis çizgi filmleriyle, içinde demir olmayan ıspanağı demir deposu diye dayattı: Bırak afyonu, al ıspanağı. Zırvalık. Zayıflık. Sam Amca kızmasın diye afyondan edildi Afyonlular ve tüm ülke… Ne zaman ki kendi iradesiyle afyon üretimine izin verir, Türkiye işte o zaman gerçekten özgür bir ülke olduğunu iddia edebilir.
“Şuhutlunun keşkeği, Afyon’un eşşeği”. Her yerde eşek görüldüğünden böyle demişler. Keşkek de bir o kadar fazla. Çok eski bir yemek, ta beylikler devrinde Anadolu’da en çok yenen yemeklerden biri. Dombay yağından yapılır. Dombay nedir bilmezsin tabi. Çok komik, dombiliden mi acaba, Afyonlular mandaya, camıza dombay derler. Onun yoğurdu da çok kıymetli, katı ve lezzetlidir. Afyon kaymağı da onun sütünden, çok zahmetli aşamalardan geçerek yapılır.
Farklı şehirlerde farklı uyarlamaları vardır, Afyon’da şöyle anlatılır: Anneyle baba, evlilik çağına gelmiş oğullarıyla ilgili geceleri kendi aralarında konuşur, oğlan da işitirmiş; anne dermiş ki “Bey, çocuğun evlilik yaşı geldi, şu bombeylerden birini satalım da oğlanı everelim!” Baba da velev ki olumsuz olsun, içinde dombeyler geçen cümlelerle cevap verirmiş. Bir müddet sonra bu evlilik bahsi açılmaz olmuş, çocuk ne kadar kulak kabartsa da anne babanın gündeminden çıktığını fark edince bir gün annesine demiş ki “Yav anne, şu babamla dombeyi dombeyi konuşsana gene!” Dombeyi dombeyi… Komik değil mi?
Kimine iştah kimine keşkâh… Kimi yerde keşkâh derler, kimi yerde keşkek. Ah keşkek, sana asıl onu anlatmak muradım. Yarma derler, aşure buğdayından yapılır. Bir avuç da nohut eklenir, kuzu veya dananın gerdanı atılır. Afyon’un simgesi sayılan, müzesi ağzına kadar onun örnekleriyle dolu olan o meşhur toprak çömlekler içine konur. Evin büyüğü, yatsı namazında camiye giderken mahalle fırınına götürür. Çömleğin ağzı hamurla sıvanır, üstüne mermer konur. Sabaha dek demlene demlene pişer. Yanmaz çünkü suyunu filan ona göre ayarlarlar.
Sabah namazından çıkınca cemaat fırına geçer, uzun kürekler vardır, onlarla alır ve duayla çömlekleri açarlar. Fırın, keşkek muhabbetinin ilk faslıdır. Daha eve gidilecektir, evin güçlü kuvvetli erkekleri iri tahta kaşıklarla bir güzel döveceklerdir. Biri yorulunca diğeri devralacaktır küreği. Artık kek hamuru kıvamına gelmiştir, sahanlara dökülecektir; üstüne tereyağlı, salçalı sos gezdirilecektir. Kahve seremonisinden daha tafsilatlı bir seremonisi vardır anlayacağın, neredeyse ayin sanırsın onun yenme faslını da.
Tahta kaşıkla yenirdi son 15 yıla kadar, ben hâlâ tahta kaşıkla yerim gerçi. Düğün dernekte, bayramda hep iri sinilere konur, topluca yenirdi. Çok leziz olduğundan iştahla midelere yollanırdı ama hazmı sahiden de çok kolaydı. Misafirlere dendiği kadar: “Şu köşeyi dönünceye kadar eritirsin!..”
Belediye keşkek evi yaptırmış şimdi, turistler filan her zaman bulabilsin diye. Olmaz ki ama. Yatsı namazında verilip sabah namazında alınan, dualarla açılan çömleklerde olmaksızın keşkek, keşkek olur mu hiç? Yedikleri ancak keşkeğin bedeni olabilir, onun ruhundan mahrum kalacaklardır. Canım keşkeğin metalaşması ağzımın tadını çok kaçırdı, kaçırıyor.
Ah o fırınlar. Onlar da mı kalkacak zamanla? Afyon’da hayat o fırınların etrafında döner oysa. Mahalle fırını cami kadar merkezîdir. Çünkü evin haftalık ekmek ihtiyacı oradan karşılanırdı. Ancak bundan daha önemli olan şu ki anne-kız birlikte gidilirdi fırına. Oğluna kız bakmak isteyen anneler için fırınlar en uygun ve uğrak mekânlardı. Düğünlerde kız-erkek farklı mahallerde olduğundan fırınlar daha bir önem kazanıyordu.
Bir de tabi kızı oynarken değil de iş yaparken görmek istiyor müstakbel kayınvalideler. Temizliğini, hamaratlığını, huyunu suyunu. Fırınlar kalkınca anneler nereden, nasıl kız beğenecek, buyur işte! Altyapı-üstyapı meselesi. Altyapı değişince kültürel üst yapı da mecburen değişecek. Nereye kadar direnebilirler ki?
Kız, evinde bir kumandana tabidir: Annesi. Askerî bir düzen vardır evde ve emir-komuta annededir. Evlenip gidince yeni bir kumandana tabi olacaktır: Kayınvalidesi. Kocası değil. Türklerin ataerkil olduklarından hep şüphe etmişimdir. Anaerkildir ama erkeğe de münasip roller bırakılmıştır, sembolik olarak, gururunu okşayacak kadar.
Gelgelelim yepyeni erkillikler dönemi geldi çattı; artık kayınvalidelerin yıldızları söndü, apoletleri söküldü. Sabah daha gün ışımadan kaldırıp ahıra, araziye yolladığı gelin yok ki kime kumandanlık etsin? Gelin öğretmen, gelin doktor şimdiki zamanda; hangi kayınvalide onlara diş geçirebilir, ne hakla? Bozuldu devran!
Ta bizim zamanımızda geleneksel sistem aksamaya başlamıştı. Bir önceki kuşağın kızları, bin yıllardır olduğu gibi kayınvalide kumandasını gayet doğal ve sorgulanamaz bir hiyerarşi sayıyorlardı ama mızmızlanma bizimle başlamıştı. Bizden sonrakilerde homurtuya dönüştü bu. Şimdi artık kayınvalideler gelinlerini düğün gecesinden sonra görürlerse hâllerine şükrediyorlar.
Evlerin ya altı ya arkası ahırdı Afyon’da. Bu sadece güvenlikle değil, ısınmayla da ilgiliydi. Hayvanlarla bu iç içeliğin insanın dünyaya bakışına nasıl yansıdığını hep bilmek istemişimdir. İnsanlığın binlerce yıldır sürdürdüğü düzene aidiyet hissi; bence en büyük yansıması buydu. Kalkmışlar atalarını o hayat üzere bulmuşlar ve kendileri de o düzene tabi olmuş… Bu devamiyet ve aidiyet, insanlara kendilerini iyi hissettiriyor. Bizim yaşadığımız köksüzlük ve fırlatılmışlık hissini yaşamıyorlar; doğru yerdeler ve yapmaları gerekeni yapıyorlar. Doğa düzeniyle yakınlık ve daha büyük bir sisteme aidiyet de çok bütünleyici ve itminan verici. Eskiler bir yığın ontolojik problemi bir tek ahırla çözebiliyordu, n’aber modern ve postmodern ahbap?!.. Öyle değil mi Zahit?
Zengin-fakir hayat standartlarında bariz farklılıklar da yoktu. Bir tür doğal sosyalizm. Herkes tarhanayla başlardı güne mesela. Kahvaltı diye bir şey yoktu; son 15 senenin icadı Afyon için. Patates de büyük bir eşitleyiciydi. Türkiye’nin en lezzetli patatesi Şuhut’ta çıkar bu arada. Kum gibidir, olsa da kumpir yapsam sana şimdi.
Sucuk. Nasıl unuturum? Türkiye’nin iyileri oranındır, Kayseri’nin adı var valla. Garip bir şey söyleyeyim, sucukçuların çoğu nurcudur. Said Nursi Afyon’da mecburî ikamete tabi tutulduğundan, Emirdağ Lahikası’nı orada yazdığından nurculuk hayli yaygındır; Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden biri Şuhutludur mesela. Sucuk firmalarının da önemli bir kısmı nurcudur. Bu yüzden Afyon sucuklarından at eti çıkmaz, iddiaya göre, o işe Kayserililer bakar.
Son bir şey daha anlatayım bu yeme-içme bahisleriyle alâkalı. En önemlisi belki de bu: Aşçı Bacaksız. 1850’lerde kurulmuş bir lokantanın adı. Tabela filan arama boşuna, ne camına ne tepesine adı dahi yazmaz ama Afyon’un en ünlü lokantasıdır. Boyunun kısalığından ötürü Bacaksız dense de, dedelerinin babasından gocunmak bir yana, o isme bir emanet gibi sahip çıkarlar. Arastaların olduğu tarafta, Saraçhan Caddesi’ndedir, 5-6 masa vardır, masalar bile ilk kurulduğu dönemden kalmadır. Yemeklerin yapılma usulü de öyle.
Pazara gidip sütten kesilmiş kuzuları kendileri alır; kesiminden masaya servisine kadar her işi kendileri yaparlar, her iş tek elden çıkar. Yemekler derken aslında yemek demeliydim çünkü sadece kazan tandır yapılır orada. Yanında sadece kuru soğan. Tatlı seçenekleri de pek sınırlıdır: Kaymaklı ekmek kadayıfı. Mecburî istikamet.
İki temel kaideleri vardır: Selamsız giren müşteriyle ilgilenilmez. Bir de ölüyorum desen iki porsiyon vermezler, buçuk da vermezler. Niye? Çünkü o zaman bir başkası yiyemeyecektir. Burada maksat, yalnızca para kazanmak değil hizmet sunmaktır. Şunu da yapmazlar, nasıl olsa çok müşterimiz geliyor, fazladan bir kazan daha kaynatalım; hayır, dedelerinin babası ne kadar yapıyorduysa o kadar yapıp dükkânı kapatırlar. Saat 12’de bittiyse 12’de, 3’te bittiyse 3’te… İsteseler birçok şube de açarlar, başka şehirlerde bile, ama hayır, tamah etmezler.
Budur. Aradığımız kurtuluş reçetesi işte budur Zahit. Ahi geleneğinin devamcısıdır bu adamlar. Velev ki ahi adını duymamış olsunlar; o ruh, taklidî olarak dahi olsa kendilerine intikal etmiştir. Hırsı ayıp ve çirkin bir şey olarak gören bir dimağ intikal etmiştir. Birkaç kazan bitince çoluk çocuğun nafakası çıkıyor, yetiyor bu. Bir kazan daha koymuyor, çünkü komşuları da kazansın istiyor. Budur. Kapitalizme karşı alternatif ekonomik modelimiz de budur. Afyon’da bana en çok heyecan veren şey, Aşçı Bacaksız’ın varlığını sürdürüyor olmasıdır. Aynı usul ve adapla… Aşçı Bacaksız hepimiz için direniyor Zahit. Tüm insanlık için.
Bana en çok heyecan veren ikinci şeyi de anlatayım sana: Ulu Cami… Sırlı tuğlalı, baklava dilimli minareli, 1273 tarihli bu esere dâhil olduğunda başka bir iklime dâhil oluyorsun. Haaa diyorsun, ben çok eski bir şehirdeyim. Çok kadim bir beldede, kadim bir kültürün saçakları altında.
Bana en çok heyecan verense anıtsal yapılar değil gelgelim. Bambaşka bir şey: Afyon’un delileri, evet delileri. Cami köşelerinde, türbe diplerindeki o meczup denen adamlar. Köylerde de çok. Viraneyi görüp defineyi göremeyenlerin çoğu divane der, mecnun der geçer. Hâlbuki şuurlu insanlar onları aç sefil bırakmaz. Yemeğini yedirmek sevaptır, yengeler, teyzeler bunu bilir. Esnaf giydirir, berber tıraş eder, çorbacı çorbasını verir, para almazlar. Verecek paraları da yoktur zati.
Elinde şarap şişesi olan akıl hastalarından değildir bunlar. Namaza iştirak ederler. Dillerinde zikir vardır. Daima “Hayy!” derler, “Hakk!” derler, bunu diplerine varınca duyarsın. Çevre esnafının demesine göre onlarla hemdem olanlar, arada garip garip laflar ettiklerine vakıf olurlar imiş. Yanlarından geçen turistlere, çocuklara “Yalana, harama, namaza dikkat evlat!” gibi sözler fısıldarlarmış. Mazileri yoktur, bilinmez. Gizemlerle doludurlar. Ya evlenmemişlerdir veya çocukları ölmüştür, hayatta kimsecikleri yoktur. İçlerinde birkaç fakülte okuyup da divane olanlar, divaneliği seçenler olduğu da söylenir. Aslında kimdirler, bilen pek yoktur.
O lokantacı ahiler ve deliler. Dünyayı kurtarmak gibi bir dertleri yok ama son kale onlar, bunu muhtemelen bilmiyor olsalar da. Onlar da düşünce insanlık barbarlığa teslim olacak. Hepimiz kaybedeceğiz… Ya, işte böyle Zahit. Ahileri ve delileri sevdiğim için seviyorumdur belki de seni. Afyonlu olmamın hikmeti belki de budur. Ceddim, o kale basamaklarını orada kalakalmak için değil, ben seni sevebileyim diye tırmandı belki. Anlıyor musun şimdi?

Madımak
Sivas’ı bilir misin? Nereden bileceksin? Öyle içinden geçmekle olmaz, kalmalı, içinde bir çocukluk bırakmalısın.
Yukarı Tekke Mezarlığı. Bir insanın hayatında en önemli adresin orası olması garip değil mi? Peygamber’in sancaktarı olarak bilinen, gerçekte ise Battal Gazi’nin silah arkadaşı, Emevîlerin kumandanlarından Abdulvahhabî Gazi orada metfundur, adıyla anılan bir cami ve türbesi vardır. Bayramda, nikâhta, sünnette ahali oraya akın eder. Vehhabîler bu tür türbe mürbe işlerine tekfir edilecek saçmalıklar olarak baksa da bir türbe bir kente İslamî kimliğini kazandıran merkezî unsur olabilir. O ufacık taş yapı, bir trafo gibi Sivas’a iman aktarmaktadır. Kaç asırdan beri böyle. Bunu kimse es geçemez. Geçeni eşyanın tabiatı ve tarihin realitesi es geçer.
Şehzade Bayezid ve oğulları da orada yatar. Kanunî’den sonra veliahtlar çarpışmış, Bayezid yenik düşünce İran’a, Şah Tahmasb’a sığınmış. Oradan babasından af dilemiş ama babasının başka bir planı varmış. Oğlunun ihanetinin bedelini ödetmek için can düşmanı Tahmasb’a 1 milyondan fazla altın yollamış; yanı sıra da cellâtlar. Bayezid’i ve yarın ola ki başka marazalar çıkarabilir diye bilumum oğullarını boğsunlar için.
Sonra da cenazeleri alıp Sivas’a getirmişler. Bunun Sivaslının kimlik ve hissiyatına tesiri nedir, tam olarak kestiremiyorum ama kente tarihî bir derinlik kazandırdığı, devlet için ne bedeller ödetildiğinin ürpertici bir hikâyesi olarak, devletçi karakterin şekillendiricisi olduğu kanısındayım.
Bizim de aile olarak tüm büyüklerimizin son ikametgâhı orasıdır. O sebepledir ki her bayram en evvel oraya gider, türbeyi ve büyüklerimizin kabirlerini ziyaret eder, sonra da mezarlığa yakınlıklarına göre akrabalarımızın evlerine bayramlaşmaya giderdik.
Yukarı Tekke Mezarlığı’nın bizim için başka özel bir manası daha vardır: Orada bir taş ocağı vardır, Sivas’ın ekmek kapılarından biridir. Babamın babası orada bir kazada kayaların altında kalarak can verince birkaç ay sonra doğan oğluna Kaya adını vermişler. Yoksulluk ve talihsizlik, kaya gibi mazimde yatmaktadır, çocuk muhayyilemde bunun ağırlığı tonlarcadır. Çocuk muhayyilem, yani şimdim ve geleceğim.
Dedem kayaların altında kalınca ninem bir süre sonra çocuklarına bakabilmek için bir adamla evlenir. Topal İbrahim adındaki bu adam, anlaşıldığı kadarıyla tam bir fırsatçı ve taş kalpli biridir. Ninemi almadan evvel önce halalarımdan ikisini iki oğluna nikâhlar, bir çeşit nişan gibi, sonra da ninemle nikâhlanır. Önce kendisi nikâhlansa çocukları arasında nikâh akdi geçerli olamayacağı için, kurnazca. Gelgelelim gene bir ocak kazasında bu genç adamlardan biri ölür, diğeri ise felç kalır. Bu felç kalan, halamla evlilik sürecini tamamlar.
Babam evdeki tek oğlan ve en küçük. Üvey dedem Topal İbrahim babamdan rahatsız, onu bir köye çobanlığa göndermeye kalkıyor, halalarım direniyor, adam ortalığı birbirine katıyor. Bunun üzerine zavallı ninem kendi elleriyle götürüp oğlunu Çocuk Esirgeme Yurdu’na teslim ediyor. Bu, babamın tüm hikâyesini belirleyen kırılma noktasıdır. Tanıdığım en devletçi adam olan babamın dünya görüşü o yurtta şekillenmiştir ve motamot şundan ibarettir: “Bu devlet bir yetime, öksüze el uzatıyorsa biz de ona köle olmalıyız.” Devlet, babam için mecazen değil hakikaten babaydı. Başka babası olmamıştı.
Babaannem, yetimhaneye başvurarak fahrî annelik yapmaya başlıyor, Topal İbrahim’den gizli gizli, kaçak köçek. Nice çocuğa annelik ediyor. Babam bir keresinde oradan bir arkadaşıyla karşılaştı, ensesine bir tokat aşketti adını vererek, adam babamı hatırlamadı ama neden sonra şöyle dedi: “Şerife Anne’nin oğlu musun sen?”
“Yetimhanelerden her türlü adam çıkar ama vatan haini çıkmaz!” Böyle derdi babam ve devlet de bunu biliyordu sanıyorum. Devletin bir politikası vardır, aslında tüm ülkelerde bu böyledir, yetimhanelerden kadro devşirirler. Türk ordusu bunu sistemli biçimde yapar. Türk istihbaratı da yapar ama daha alttan alta. Ordunun seçip aldığı çocukların arasından kuvvet komutanlığına kadar yükselen dahi olmuştur.
Babamı almak için de gelmişler, “İyi bir asker olacak çocuk, verin buralarda ziyan olmasın” demişler ama babaannem ağlayarak “Zaten alan aldı evladımı bir de siz elimden almayın, burada hiç değilse arada bir görebiliyorum, alıp da uzaklara götürmeyin!” demiş. İzin verse belki de bir general çocuğu olarak dünyaya gelecektim.
Bir işçi çocuğu olarak gelebildim anca. Yazıklanıyor muyum, elbette ki hayır. Devlet Demir Yolları’na Sivas’ta Atelye derler, ö’yü e sesiyle söyleyerek. Sivas’ta biri, Yukarı Tekke kayalıklarında çalışmıyorsa Atelye’de çalışıyordur. Babam yaşı dolunca yetimhaneden çıkarılıyor, açıkta kalmasın diye devlet onu çırak okulunda okutup sonra da Atelye’de işe alıyor. Babamın ilk yaptığı şey Kızılay’a üye olmak oluyor. İşten arta kalan zamanlarında Kızılay için koşturup kovalıyor. Her türlü angaryasına.
Atelye’deki işi aslında rahattı ama Kızılay için o kadar kendini paralardı ki eve üstü başı permeperişan gelirdi. Annem ona “Bu kadar emek veriyorsun bari maaşla çalış!” diye çıkışınca “Beni bu devlet okuttu, ben de şimdi vazifemi yapıyorum!” demekle yetinirdi.
Emekliliğinden sonra bile Kızılay’a emekçilik yapmaya devam etti. Bir hastane inşaatı vardı Kızılay’ın, oraya yıllarını verdi, her türlü meşakkatini çekti. Sonunda inşaat bitip hastane faaliyete başlayacakken kendisine, “Gel Kaya Amca sana buradan bir oda verelim, bir de fotokopi makinesi alalım, harçlığın çıkar!” dediklerinde babam çok öfkelenmiş, “Beni menfaat peşinde koşan biri mi sandınız? Şimdiye kadar o gözle mi baktınız gayretime? Beni herkes gibi mi sandınız?!” diye çıkışmış, bir daha da kuruma gitmemişti. Sanıyorum o dönemde Kızılay genel merkeziyle ilgili çıkan yolsuzluk söylentilerinin de bunda payı büyüktü.
Kızılay’ın benim bizatihi hikâyemde de özel bir yeri vardır. Abimle birlikte Kızılay kamyonetine biner, fakir mahallelere yardım dağıtırdık. Çay-şeker, şu bu… Bir poşet almak için ağlaşarak birbirini tepeleyen insanlar da olurdu, verdiğimiz yardımı “Bizim durumumuz daha iyi, bize değil, şunlara verin!” diyenler de. İşçi çocuğu olsam da ben yoksulluğu kendi hayatımda değil bu insanların hayatında tanıdım. Kitlelerin nasıl bir yokluğa mahkûm edilebileceğini, dünyanın nasıl acımasız bir eşitsizlikle yoğrulduğunu o kamyonetin sırtındayken kavradım.
Babam fanatik bir Adalet Parti’li, Demirel’ci idi ama hep ezginler için çalıştı. Öldüğünde biri şöyle diyecekti: “Etrafımızda bir tek kişi yoktur ki kursağından onun ekmeği geçmiş olmasın!” Sivas’ın en zengin adamı da mezarı başında şöyle bir şahadette bulunacaktı: “Dünyanın görüp göreceği en dürüst adam bu mezarda yatıyor!” Şeref bende zenginliklerin en büyüğüdür ve ben babamın oğluyum. Velev ki Demirel’ci olsun.
Kömürlük derdik, belalı bir muhitti, babam orada halasının yanında kalırken annemi görüp, abayı yakıyor. Dayılarım filan da hep vurdulu kırdılı adamlar, dünya çapında boksörler çıkarmış, boks federasyonunu da ellerinde tutan bir sülâle… Deli cesareti, babam annemi kaçırıyor, kızcağız daha 16’sındayken hem de. 8 yaş büyüktü kendisinden. Abisi gibi dururdu yanında.
Annem küçük yaşta evlenmeden evvel kız kardeşlerine annelik yaparmış; teyzelerim annemden abla değil, “annemiz” diye söz ederlerdi. Çünkü anneannem, o günün şartlarında nadir görülecek bir şekilde dikimevinde çalışmaktaymış, evin yükünü anneme bırakarak. Ninem, şüphesiz bunu mecburiyetten yapmıştı, yoksa çok merhametli bir insandı. Bahçesi kediler, bakıma muhtaç hayvanlarla dolu olurdu hep. Bir defasında akşam iş dönüşü hapishanenin önünde ağlayan kimsesiz bir çocuk gördüğünde alıp eve getirmiş, haftalar boyunca da bakmıştı.
Kocası şarapçıydı. Eski bir aşkın yarası depreşmiş, kendisini ucuz şaraplara vurmuş bir bedbin. Akşama dek at arabasıyla kömür taşıyor, akşamları da meyhanede körkütük sarhoş oluncaya değin içiyormuş. Meyhaneciler her gece dedemi at arabasına bir ceset gibi atıyor, atlar yolunu ezbere bildiklerinden evin önüne kadar geliyor, bunu gören bahçedeki kedi gelip kapıyı miyavlayarak tırmalıyor, anneannemgil de yataktan kalkıp kapıyı açıyorlarmış… Alkole meyil genlerimde var, soy ağacımın kökleri şarap mahzenlerine ve fıçılara uzanıyor.
Annem babama karşı çok hürmetliydi. Ona sesini yükselttiğini hiç mi hiç duymadım. Korkudan değildi ama bu. Kavga etmezlerdi, hiçbir sıkıntılarını, gerginliklerini bize yansıtmazlardı. Babamın da anneme fiske vurduğu vaki değildi. Bize de. Öfkeyle azarlandığımızı dahi hatırlamam.
Evin bütün ekonomisini annem yönetirdi. Babamın cebinde sadece çay parası olurdu. Bir de arada bir kafayı çekmek istediğinde rakı parası. Eve sarhoş geldiğinde dahi hiçbir tatsızlık yaşanmadan geçerdi gecelerimiz.
Babamın en titizlendiği husus, akşam 5’te eve geldiğinde kapıyı annemin açması kuralıydı. Gündüz annemin nereye gittiğini, ne yaptığını sormazdı ama akşam o saatte mutlaka evde olmalıydı. Bir de kimin ne işi olursa olsun akşam yemeğinde herkes sofrada olmalıydı.
Annemize saygılı olmamız bunların hepsinden daha ehemmiyetliydi. “Anneye ses yükseltilmez!” sözünü birkaç kez ama çok güçlü bir vurguyla söylemişliği vardı. Çünkü kendisi annesine doyamamıştı, anne kucağına. Babaannemin son gününde yanında akşamlamış, eve dönmek isterken ısrarı üzerine annesinin yanında gecelemişti. Aynı yatakta.
Kendisi ölmeden önce de anneme birkaç kez sormuş, “Mezar için iki kişilik yer mi alayım, annemin yanında mı yatayım?” Annem de korkar bu tür ölü mevzularından, konuyu kapatmış. Annesinin yanında daracık bir yer vardı oraya gömdük. Orası olmasaydı abimle ben ninemin tam üstüne defnedecektik onu, annesinden ayrı geçen günlerin acısı birazcık dinsin diye.
Ah Sivas, ah Kızılırmak… Çocukluğumu bir ırmak gibi anımsayışımı ona borçluyum en çok. Annemin bizi göz ucundan ayırmayan koruyuculuğuna rağmen kaçar kaçar giderdik. Nehir, o zaman adına yaraşır şekilde coşkun biçimde akardı, şimdiki gibi kuru bir dere görünümünde değildi. Soğan telisinden kendi imalatımız olan basma torla saatlerce su içinde kalırdık, çürüşürdü ayaklarımız. Yüzer, kıyısında gezinir, semaver yakar, piknik yapar, onun yöresinde olmayı ganimet bilirdik.
Ememin ve halamın oğullarıyla. Halaya eme, teyzeye hala derdik biz. Teyze, aslında tam olarak arkadaşlarımızın annesi ve komşu kadınlar için kullandığımız bir tabirdi. Teyze oğluna ekmek arası bir şey yaptığında bize de bir sokum lokma hazırlar ve onları yanımıza alarak Kızılırmak’a veya Paşa Fabrikası dediğimiz mıntıkaya koşardık. Hali vakti yerinde olanların kebap sobası yanlarında olurdu. Yoksullar içinse orada bulunmak kâfiydi. Etli ekmek olmasa da olurdu.
Bende en çok iz bırakan mekânlardan biri çermiklerdi. Şehre 40-45 kilometre uzaklıktaydı, yazın bir-iki ayı orada geçirmek âdettendi. Aileler gidip oraya çadır kurarlardı. Almancıların geniş dikdörtgen çadırlarına seyrek rastlanırdı, Kızılay’ın sivri uçlu çadırları tüm ovayı kaplardı. Zenginlerin aydınlanmaları için belediye ücret mukabili elektrik şebekesi döşerdi. Biz gaz lambasıyla geçirirdik geceleri ve bundan dolayı yoksulluğumuza şükran borçluyum.
Sabah ezanında giderdik çermiğe. Çünkü havuzun suyu geceden boşaltılır, sabahın erinde taptaze su yerin altından fokurdayarak pırıl pırıl ve kaynar vaziyette havuzun duvarına usul usul tırmanırdı. Erken gelenler bu mucizeye tanık olmak ve tertemiz suyun şifasından nasiplenmek şansına sahip olurlardı.
Havuz dediğim 20’ye 20 bir yerdi, öyle olimpik bir şey gelmesin aklına. Çocuklar su çırpıtırdı, oysa ki çermik âdabının ilk kaidesi su sıçratmamaktı. Çünkü namazdan gelen amcalar gazel okurlardı, insicamları bozulmamalıydı. Hamamda herkesin sesi güzel çıkarmış denirse de bizim hacıların sesleri gerçekten güzeldi. Tatlı tatlı sohbetler ederlerdi birbirleriyle. Öz dedeniz gibi samimiydiler size karşı da. Yabancı kimse yoktu, Sivas koca bir aileydi, orada yunar arınırdı kirlerinden.
Yaşı kaç olursa olsun havuzdan çıkan gençlere ihtiyarlar ihtar ederdi: “Aldın mı abdestini?!..” O sudan abdest almadan çıkmak düşünülemezdi. Bu, gençlerin cenabet gezmemeleri için gösterilen ihtimamın göstergesiydi. Çermikten veya hamamdan dönüşte büyüklerimizin ellerini öpme âdeti ise bugün bile üstüne kafa yormaktan kendimi alamadığım bir ritüeldi. Gusül almış, arınmış gencin hayata yeniden başlarken atalarına bir tür biat tazelemesi miydi bu? Türk töresi idiyse acaba başka nerelerde yaşatılıyordu?
Kimi 50 tane etli ekmek yaptırmıştır, poşet poşet getirir, kimi karpuzunu yarar ortaya koyar, kimi ayran dağıtırdı. İçecek soğuk su en büyük ihtiyaçtı. 8-10 kilometre uzaklıktaki Karlıpınar’dan itfaiye arabasıyla gelen su, hortumlarla musluklara bağlanırdı. Biz çocuklar gidip bidonlara doldurur ve çermiktekilere götürürdük. Bu çok efdal bir ameldi, çok dualar alırdık. Daha fazla dua almak için tepedeki patikadan 2 kilometre yürüyerek bizzat Karlıpınar suyunu bidonlarımıza doldurup döndüğümüz de olurdu. Hayata atılırken çok bel bağladığım ah o dualar!..
Pezik duydun mu hiç? Tam söylenişiyle Pezük! Pancar saplarından yapılan turşudur. Kavurması da yapılır, Yumurtalı Pezük derdik. Madımak yedin mi hiç? Gitti ömrün yarısı desene. Madımağın bezlere serilerek o kurutulması görüntüsünde bile bir görsel lezzet vardı. Ispanak gibi pişirildiği de olurdu, sucuklu yapıldığı da… Seyyar dönercilerin bol soğanlı ekmek arası kebaplarını da bilmiyorsun tabi. Dışarıda yemek yemeyen annelerimiz bile onları görünce canları çeker, ayaküstü yerlerdi.
Sivas küçücüktü, biraz yürüyünce şehir geri çekilir, hemen kır başlardı. Yemlik toplardık kırda, tuzla yerdik. Ebegümecinin köklerini açardık, mercimek tanesi gibi tohumlar çıkardı, öfff. Kuşburnu toplardık, soframıza reçel, marmelat olarak gelirdi ama biz şurup derdik hep. Kızılcık Şurubu da sabah sofralarımızın baş konuklarındandı. Sivas bozkırının yoksullar için elinden gelen anca bu kadardı.
Hıngel deriz, siz mantı dersiniz, o yoksulluğa rağmen içi etle gani gani doldurulurdu, o zengin Kayserililer gibi cimrilik etmezdi Sivaslı. Kalburbastı diyorlar şimdi, biz hurma derdik, baklavadan daha çok o yapılırdı, şerbetli bir tatlı, enfesti. Bir keresinde babamın bacanakları anneleri mi karıları mı daha iyi hurma yapar diye tartışmış, birbirini vuracak noktaya gelmişlerdi. Hurma hayatî bir konuydu.
Ne kışlar vardı Zülâl, ne kadar anlatsam anlayamazsın. Aslen Erzurumlu olsa da soğuk bizim orada otururdu. Kar yağmaya başladığında dur durak bilmezdi. Kızaklarımızla karşılardık onu. El yapımı kızaklar. Eski karyola demirlerinden. Yüz üstü kayardık yokuşlardan. Kaburgalarımızı kullanarak sağ-sol yapmayı, frenleyip durmasını iyice bellemiştik. İyi bir kızağı olan çocuğun mutsuz olma ihtimali yoktu.
Cincik derdik, bilye az bulunan bir şeydi. Garibanlar evlerinden aşırdıkları üç-beş cevizle katılırlardı oyuna. Ütmek fiilini sevmezdim. Topaç yarışları kafamda çok yer etmiş nedense. O hırs, rekabet… Ben oynamak için oynardım, skora bakmazdım. O yüzden gelişmedi pek el becerilerim sanırım.
At Nalı Kabara denen bir türü vardı, diğerlerinin topaçlarıyla çarpışıp kırmak için tasarlanmıştı. Kırnap İp derdik kendirden yapılan ipe, boyumuz uzunluğunda olmalıydı, onu işaret parmağına dolayıp ucunu tükürükleyerek topaca sarardık. Döndürme hızıyla diğerlerini dağıtıp dönmeye devam etmesi heyecan verici bir yarıştı. İnsanı tanımaya o zaman başladığımı ayrımsıyorum.
Alevîlik-Sünnîlik mevzuunu da erken ayrımsadım. Arzu Teyze vardı, yakın bir komşumuz, ayrı gayrımız yoktu, birlikte yer içerdik, evde onlar hakkında hiçbir menfi kelam geçmezdi. Bir gün apar topar başka bir mahalleye taşındılar. Neredeyse bize bile haber vermeden. Şimdi hesaplıyorum, 12 Eylül’den hemen önce. Bir Sünnî mahallesinden Alevî mahallesine… Korkutulmuş veya uyarılmış olsalar gerekti.
İşe bak ki halamlar da o mahallede oturuyordu. Bir gün babaannem onlardayken ziyaretlerine gidecek olduk. İki aile toplanıp. Bu rakam Ali Baba’ya gitmek için güvenliği sağlamaya yetmezdi ama barışçıllığımız çok açıktı; kadınlar, çocuklar, yaşlılar. Yayan gidiyorduk, babam benim elimden tutmuştu, “Geçeriz gideriz!” diye bize moral veriyordu. Halamların sokağa girdiğimizde birden otomatik silahlar çalışmaya başladı. Üstümüze mermi yağdırıyorlardı. 4 katlı bir inşaatın üst katından, makineli tüfeklerden geliyordu kurşunlar. Kulaklarımızın dibinden vızıldayarak geçip kerpiçlere saplanıyorlardı.
Babam elimi bırakıp kaçmaya başladı. Sonradan “AP’li olduğum için beni hedef almışlardır, sizi de hedef etmeyeyim, kaçıp sizden uzaklaşayım diye çocuğun elini bıraktım” dese de annem o gün olanları senelerce şüpheyle anmayı sürdürdü. Babam koşup halamgilin bahçe kapısını çalıyordu, içeriden “Kim o, kim o!?” diye soruyorlar, babam ısrarla “Kaya, Kaya!” diyor ama açmak için dışarı çıkamıyorlardı. Evden içeri girdiğimizde halamın oğlunun elinde bir kürek sapı vardı. Kürek sapıyla makineli tüfeklere karşı savunma pozisyonundaydı.
Sivas’tan ilk ayrılışımı birazdan anlatırım. Alevîlik demişken başka bir şey anlatayım. Tarih 1993. Türkiye’nin en karanlık yılı. Kontrgerilla’nın tüm dizginleri elinde tuttuğu dönem. Gerçek adı kim bilir nedir? Belki Ergenekon, belki Gladio! Neyse ne, hedefi 12’den vurdular o sene. 2 Temmuz’da.
Ben İstanbul’dan Sivas’a geliyorum, halalarımdan biri vefat etmiş, onun cenazesine yetişmeye çalışıyorum. Bolu taraflarında bir yerde dinlenme tesislerindeyim. Televizyonda bir altyazı geçiyor: “Sivas olayları büyüyor. Aziz Nesin’in kaldığı otel yakıldı.” Hadi be dedim, kaşımaya başladılar demek ha?!. Kaşımak ne kelime, adamlar demir taraklarla ülkenin etini kemiğinden ayırmaya kalkmışlardı.
Sivas’a indim, iğde kokularıyla karşılayan şehir gitmiş başkası gelmişti sanki; tanıyamadım şehri inan. Canı çekilmiş birini tanıyamamak gibi. Sokaklarında in cin pusmuştu; kentin orta yerindeki Cıbıllar Parkı’nda bile kimsecikler yoktu. Yaşlıların gölgelendiği, çay simitle günü kapatan garip gurebanın doluştuğu park tam manasıyla cıbıllaşmıştı.
Bir tek taksiciler vardı. Birini çevirdim. Adam tuhaf tuhaf sorularla beni çözmeye çalışıyordu. Kim olduğumu, nereden, niye geldiğimi. “İnşallah kötü bir şeyler olmaz, memleketin adı kötüye çıkmaz” filan diyerek geçiştiriyordum adamı. Sonradan bizimkilerin dediğine göre o gün civar beldelerden polisler çağrılmış, her tarafa sivil kıyafetlerle yerleştirilerek şüpheli şahısları toplamakla görevlendirilmişlerdi. Adam, benden şüphelense verdiğim adrese değil, taksiyi karakola çekecekti.
Üç gün mü, bir hafta mı sürdü sokağa çıkma yasağı? Bir sonraki cuma camiler havaya uçurulacak diye bir şayia dolaşıyordu, kim bu tür haberleri yayıyordu bilemiyorum ama o ilk cuma Sivas acayip bir sınav verdi. Her cuma halkın hemen yarısı caddelerde, işinde gücünde olurdu, yarı yarıya Alevî sayılırdı çünkü şehir. O cuma ise sokaklarda bir tek kişi bile yoktu, camilerse bahçelerden sokaklara taşmıştı. Alevî vatandaşlar, değil saldırmak, kimse bir taşkınlık yapmasın diye camilerin etrafında nöbet tutmuştu. Böyleydi benim Sivas’ım. Yazık ettiler. Kötü saatte olasıcalar.
İlk ayrılışımdan bahsedecektim. Sıkılmışsındır bunca bozkır hikâyesinden. Bunca kıraç. Sonu cayır cayır ateşle biten… Lise bitti, ben de o üniversite kazandı belgesini aldım ve yeni bir faza geçtim hayat denen rüyada. Annem kazağımı örmeye başlamıştı bile. “İstanbul soğuğu, nemliymiş, içine işlermiş insanın, ilişmesin oğluma benim!” diyerek… O kazağı hâlâ saklarım, bir gün giyeyim de ona nasıl iyi baktığımı gör.
Tüm yolculuklarımda en zor parkur terminale veya gara varıncaya kadarki kısımdır. Hele yanımda annem varsa. Ağlamaz, tutar, zapt eder göz damarlarını ama ne zaman ki trenin demir tekerleri gıcırdamaya başlar, fıskiye gibi fışkırırdı gözlerinden. Kız kardeşimle sarılıp ağlaşmaları, mazinin beyaz badanalı duvarında bir tablo olarak asılı kalırdı.

Kromozom
Cemal dedem bir küçük esnaftı. Ufacık dükkânında geçmişti ömrü. Çocukluğundan beri şafaktan önce uyanmış, gençliğinden beri çarşıda dükkânını en erken açan esnaflardan biri olmuştu. Bereket inancından kaynaklanıyordu bu. Kerahet vaktinde uyuyanların ve sabah namazından sonra dükkânını açmayanların işlerinin rast gitmeyeceğine, kazansalar da bereketini göremeyeceklerine çok eski ve mutlak bir bilgi olarak sahip çıkmıştı. Küçücük bir işyeri ve azıcık bir gelir için onun disiplin ve ciddiyeti ibretlik bir meziyetti. Hayatında hiçbir israf yoktu ama şu meziyetlerini oraya sarf ediyor olması bana en büyük israfı olarak gözükürdü.
Beş vakit namazını camide kılan, başı yerde, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan bir adamdı. Halim selimdi, ne desek yapardı. Esprili, sevimli biriydi. Sevdiklerini sevindirmeyi severdi. Dedemiz değil aksakallı bir küçüğümüz gibiydi. Zamanla en küçüğümüz hâline geleceğinin habercisi miydi bu?
Yaşlanıp dükkânını kiraya verdiğinde evde daha fazla vakit geçiriyordu. Namaz vakitlerine ayarlı bir ömrün son saatlerini yaşar gibiydi. Bir kış günü camiye gitmek için çıktı ama gece yarısına kadar gelmedi. Annemgil her yere baktı, sordu soruştu, karakola, hastaneye gittiler ama hiçbir yerde bulamadılar. En son, Afyon’un bize en uzak muhitlerinden birinde ücra bir sokakta bulduklarında yürümekten bitap düşmüştü ve donmak üzereydi. İnli Balıklı Göl’den Kocatepe’ye dek yürümüş ama kırk yıllık evinin yolunu bulamamıştı.
Çok geçmemişti ki bir gün odasından hiç olmadık biçimde bağırtısını işittik. İçeri girdiğimizde onu biriyle kavgaya tutuşmuşken bulduk: Kendisiyle. Gardırobun aynasındaki adamı bağırarak itekliyordu: “Çekil önümden be adam!..” Unutkanlıkları arttı, kayboluşları çoğaldı. Bir gün uzun bir gaybubet yaşadıktan sonra bulduğumuzda “Dede neredesin?!” diye telaş ve öfkeyle sorduk, o ise gülümseyerek cevapladı: “Ayakkabımın içindeyim…”
Hafızadaki heyelan git gide hızlandı ve ilaçlarla bile gündelik hayatını idame edemez hâle geldi. İyice çocuklaştı ve masumlaştı. Ninniler söylüyordu. Annesi için ninniler. Annesini dizlerinde uyutuyordu. Doğarken kaybettiği, yüzünü hiç görmediği annesini.
Son aylarında hiç kimseyi hatırlamıyordu, ben hariç. Sadece beni gördüğünde bir isim zikretmiş oluyordu. Sonra Kadın-erkek, genç-yaşlı kimi görse Zülâl demeye başladı. Herkes Zülâl’di artık. Bunun sebebini birazdan daha iyi anlayacaksın; en çok beni dert etmesiyle ilgili bir durumdu bu. En küçük torununu dert edinmesiyle.
Beşerîlikten arınıp da meleksi bir bebeğe dönüşünce bazen ötelerden gelen mesajları insanlara iletircesine kelamlar dökülürdü ağzından. En azından benim için öyleydi: “Seni oraya gönderen Allah’tı!..”, “Başına gelen Allah’tandı, kimseye kızma!..” Hem de en düştüğüm zamanlarda söyleyecekti bunları. Tam da o günlerde.
Vakit birimleri iyice şaştı, vakitli vakitsiz, abdestsiz namazlar yerini yemek yemeyi unutmalara bıraktı. En son yutmayı da unuttuğunda onun için gitme vaktiydi. Annesinin yanına masum bir bebek olarak yatırıldığında herhalde hayatının en mutlu günüydü.
Anneannemin ise en kötü günü. Karı-koca gibi değil de iki asker arkadaşı gibi severlerdi birbirlerini, biraz kaba saba, gürültü patırtılı ve eğlenceli. Dedemin yanında onu severmiş gibi gözükmezdi hiç ama arkasından “Cemal’im!” der dururdu. Bir yere gidecek olsa boynu bükük kalırdı. Gizli gizli dedemin atletlerini kokladığına çocuk gözlemciliğimle tanık olurdum.
Aslını sorarsan ikisi de birer masal kahramanıydı. Bir aşk masalının iki kahramanı. Köyün varlıklı ailelerinden Hüsniye, köyün en yoksul ailelerinden Cemalgile gelin gider mi? Üstelik kendi ayaklarıyla kaçar mı?.. Kahramanca bir atılım. Köyün en güzel, en gözde kızı Hüsniye, işsiz güçsüz Cemal’in nesine kaçmış ki? Müstakbel görümceleri akranı ve arkadaşıymış, onlar ayartmış diyorlar. Cemal dedem kahvedeymiş; eve geldiğinde Hüsniye ninemi görünce şaşalamış ama “Hoş geldin!” diyecek dirayeti gösterebilmiş.
Anladığım kadarıyla Hüsniye, Cemal’in kalbindeki masumiyeti gördü. Köy yerinde peşinde gezişindeki, onu bir gölge gibi takip edip her duvar ardında söyleşmeye çabalayışındaki ısrarın samimiyetini anladı. Cemal’in sevgisini sevdi. Bakmadı başka şeye. Sevgi varsa varsın yoksulluk olsundu.
Gelgelelim annesi hiç de öyle düşünmüyormuş, kızını evlatlıktan reddetmiş, 30-40 sene. Hanim imiş annesinin adı, aristokrat, tam bir hanım ağa. Sert, mesafeli, mağrur bir kadın. Köylüler ona “Şeherli!” diyormuş. Çocukları gençliğinde de sevmezmiş. En sevmediği çocuk da bendim. Beni görünce şöyle derdi: “Zilli! Geldi yine!..”, “Zıbıkçı!..” Manasını bilmiyordum ama berbat bir şey olduğuna emindim. Büyüdüm, sözlükler karıştıracak yaşa geldim, cesaret edip de bakamadım. Baktığımda ise şöyle dedim: İnşallah büyük ninem bunun manasını bilmeden kullanmıştır.
Kızının yokluk içinde yaşamasına göz yummamış, gözünü direyip keyifle bakmış. Sonunda Cemal ile Hüsniye şanslarını denemek için şehre göç etmişler. Afyon uğurlu gelmiş gariplere, hâlleri git gide iyileşmiş, orta hâlli bir aile seviyesine yaklaşmışlar. Ninem annesi gibi biraz huysuz ama tatlı bir kadındı. Hep göz alıcı bir güzellikteydi. Ne çektiği ne çekeceği çileler onun neşesinden ve gülüşünden büyük hisseler götürebilmişti. Yıllardır şehirde yaşayan bütünüyle köylü bir kadındı. Köylülüğü küçümseyici bir sıfat olarak kullanır Beyaz Türkler ve bilumum beyazlaşmış İslamcılar dahi; ben asla küçümseyemem. Küçümsemek bir tarafa kentlilerden üstün gördüğüm çok yanları vardır. Sadece doğallıkları bile tüm kent kültürüne bin basacak ağırlıkta bir sıklettir benim için. Hüsniye ninem, gördüğüm hiçbir kentlinin hayalini kuramayacağı kadar doğal bir insandı. Nasıl çalışkandı eskiler, akıl alır gibi değil. Yorulmak bilmezlerdi. O nasıl bir evcimenlik, “işçimenlik”. Ekin-biçim işlerini hiç bırakmadı ninem, hep bir yerlerde tarlalar kiraladı, hasatlar topladı, götürdü çarşılarda sattı. Cemal dedemden daha iyi kazanıyordu hatta. Tarladan çarşıya, oradan eve, bazlamalar, gözlemeler, yufkalar… A kadın, sen yorulmaz mısın? Hayır, sesi kuşluktaki gibi şakrak, yüzü bayram günü gibi şen.
Çok konuşkandı. Küfürbazdı, “Ocağı sönmeyesiceler!” en adaplı sözüydü. “Eşşeğin şeyi!” derdi mesela. Şey yerine en galiz kelimeleri fütursuzca kullanırdı. Severdi belden aşağı konuşmayı. Ama kaba kaçmazdı, güldürürdü insanı.
Dindar mıydı? Galiba. Namaz kılardı evet. Ama sanırım yarım yamalak okurdu duaları. Bir sabah namazında hiç unutmuyorum, ezan okunuyordu, niyeyse uyanmıştım, o çocuk aklımla gidip uyandırmıştım: “Nine kalk, ezan okunuyor, namaz kıl!” Bana çıkışıp arkasını dönmüş, horuldamaya devam etmişti: “Kâhyası mısın?!..” Onun da ne dediğini çözememiştim ama büyüyünce en çok güldüğüm çocukluk anılarımdan biri olacağını daha ömrümün seher vaktinde anlamıştım.
Biraz da babamın tarafından bahsedeyim istersen. Çok hoş hikâyeler anlatamayacağım ama, kusura bakma. İnsanın köklerine inerken acı çekmesi, köksüzlük duygusunun bir türevi olsa gerek. Köklerime inerken köklerime yaklaşmıyorum, uzaklaşıyorum. Topraktan yolunuyormuşçasına acıyor varlığımın tüm kılcalları… Baba tarafım, benim en zayıf tarafım. Yumuşak karnım. Oradan vurdu beni hayat. Dünya. Her kimse o vurucu. On ikimden vurdu.
En kısa özeti yapmaya çalışacağım: Babamın babası, Fuat, kumarbaz. Kütahya’da mukim imişler, geniş arazileri varmış, çarşıda dükkânları; bu Fuat dedem, hepsini âlemde yemiş. Ben onu tanıdığımda bundan pişmanlık duymak bir yana, bir o kadar olup da harcayamadığı için eseflenir gibiydi. Günahtan pişmanlık duyacak bir tip değildi. Gözlerinde tüm dinlerce kınanan şeytanî bir zevkperestlik ve aldırışsızlık vardı. İmkânı olsa gene işret meclislerine gider, gene hafifmeşrep kadınlarla düşüp kalkardı. Vicdanı var mıydı bilmiyorum ama vicdan azabı hiç yoktu. Dünyaya kâm almak için gelmişti, alacağını istemiş, dünya da onu eli boş göndermemişti.
Kimseyi kendisiyle aynı şeyi yapmaya çağırmıyordu. Kendisini başka bir şeye, mesela tövbeye, nedamete, ibadete çağıran kimseye de kulak asmıyordu. Zevk ü sefaya giderken nasıl tebessümle gözlerden kaybolmuştuysa zikr ü taate çağrılırken de öyle kayıplara karışıyordu. Dünya didişeceği bir yer değildi. Sevişeceği bir yerdi. Bir de sarhoş olacağı.
Hayli ihtiyardı ama saçı bıyığı nasıl oluyorsa hâlâ gür ve alabildiğine siyahtı. Her hareketinde bıçkın bir delikanlı edası vardı ve cidden çok ama çok yakışıklıydı. Hatırımda ona dair hiçbir somut anı yok ama yıllar sonra Kütahya’nın Pınarları türküsünü dinlediğimde o eski hovardanın her hareketinin bu türkünün edasına büründüğünü fark ettim. Muhtemelen bu tür türküler eşliğinde demleniyordu ve yudum yudum içselleştirip tüm beden toprağını o ezgilerle suvarıyordu.
Karısı yani babaannem beş çocukla varlık içinde yokluk çekmenin ıstırabını nasıl hazmetmişti? Abartarak. Her şeyi ne kadar abartarak anlatıyordu. Bu gözüme çok batıyordu ve sebepleri üstüne çok düşündüm. Kadıncağız hayatındaki yetersizlik duygusunu hayatındaki her şeyi abartarak telafi etmeyi deniyordu. Sanki hiç kötü bir şey yaşamamış, hiçbir kötülüğe maruz kalmamış gibi, tüm itilmişliğini yok sayarak. Hayatta kalma refleksi olsa gerek bu… O da eker biçer, pazarda satarak çocuklarına bakarmış. Kocası o meyhaneden bu kumarhaneye gezip dururken. Sükûnet ve metanetle.
Kocasının tıpatıp aynısı bir oğul dünyaya getirmesi ise onun suçu değildi belki ama bizim cezamızdı. Hikmetini bugün bile anlamakta güçlük çektiğim bir ceza. Oğlu kocasının yaptıklarının aynısını, kat be kat fazlasını anneme yapacaktı ama o cefakeş kadın çıtını çıkarmayacak, onu da yok sayacaktı. Geliniyle duygudaşlık kurup yanında durmak yerine onu suçlayacak, fiilen oğlunun sırtını sıvazlayacaktı. Çünkü ona göre kadın susmalıydı. Ölse, öldürülse bile. Dayaktan veya kahırdan.
Kütahya’dan niye gelmişler? Babamın tayini Afyon’a çıkmış, tapu kadastro memuru olarak. Büyükbabamgil sıfırı tüketince bekâr oğullarının yanına taşınmışlar. Halam da yanlarında. Dayım halamı görünce abayı yakmış hemencecik. İstemeye gitmişler. Şimdi duyduğuna inanamayacaksın: “Biz de sizin kızınızı oğlumuza alırsak kızımızı oğlunuza veririz!” Haydaaa! Burası Siverek, Silopi filan değil dikkatini çekerim, Ege’nin dibindeyiz ama düpedüz berdel öneriyorlar ve kabul de ediliyor. Çifte düğün yapılıyor, dayımla halam, babamla annem eşzamanlı dünya evine giriyor.
15 yaşında büyük ablamı, 17 yaşında ablamı, 20 yaşında da beni doğuruyor annem. Ta nişandan itibaren dikiş tutmayacağı belli bir ilişki için fazla hızlı ve verimli bir sonuç. Senelerce didinmelerine rağmen çocuk sahibi olamayan mutlu evlilikleri gördükçe mikrobiyolojinin kanunlarının çok matrak olduğunu düşünürüm.
Annem, abi dayağından kaçarken koca dayağına yakalanmış. Dayım yoktan yere çok hırpalarmış annemi. Dünya evine girince görevi babam devralmış. Ben annemin karnındayken tanışmışım dayakla. Erkekle. Erkeğin gadrine ben dünyaya gelmeden önce uğramışım.
Dayak, üstüne üstlük yokluk. Adam kazandığını nerede, nasıl yiyor bilinmez ama eve geldiğinde eli boş geliyor ve metelik koklatmıyor anneme. Şöyle anıyordu annem o günleri: “Bir şey bulursam size yedirirdim, ben aç yatardım. Çok aç geceledim, çok aç yattım. Ama bunun normal bir şey olduğunu sanırdım. Derdim ki evlilik demek ki böyle bir şey. Kocalar böyle oluyor. Yapacak bir şey yok!..” Bir komşumuz varmış, akşam yemeklerine çağırırmış; annem “Karnım orada doyardı” diyordu.
Alıp başını gidesi vardı annesigile ama dayım onu öldürür diye korkuyordu. Annesi de sahip çıkar bir havada değildi, baş eğmesini öğütlüyordu. Şu var ki annem çocukları olduktan sonra hayırsız kocasına dikilmeye başlamıştı. Dişli bir kadındı, çatır çatır mücadele etmesini öğrenmişti ama korkuyordu da. Babamın geldiği her gün evde hepimiz can havline düşerdik. Biz yani tüm kadınlar. Annem hepimiz için en önde savaşırdı. Biz sadece o gece nasıl kaybedeceğimizi merak ederdik. En az hasarla, morartıyla atlatması için.
Devrilen sofralar, duvarlarda patlayıp saçılan kavanozlar, kırılan sandalyeler. Ben sadece tokat hatırlıyorum. Serinkanlı bir edayla atılan, asker döver gibi, sert tokatlar. Ablalarım sonradan “Tekmelerdi annemi, hatırlamıyor musun?!” diye soracak ama ben hatırlamayacaktım. Sanırım bünyem sadece o kadarlık bir acıyı kaldırabileceği için hafıza deposuna sadece o kadarını atıyordu, fazlasını unutuş değirmenine yolluyordu. Orada öğütüldükten sonra ne yapıldığını bilmiyorum.
İçkili hâlini hiç görmedim babamın. Annem ondan nefret etmemizden memnuniyet duysa da o hâlde görmemizi istemiyordu. Sarhoşsa mutlaka odasına kapatmanın bir yolunu bulurdu. Babam da sarhoş hikâyelerinin çoğunda olduğu gibi içtiğinde saldırganlaşmazdı. Sarhoşluk ateşkes sebebiydi. Yatak odasında sessizce sızmasının bir mahzuru olmadığı hususunda tüm taraflar mutabıktı.
Abisi, bunu bal gibi bilirdi ama sırf kendi evliliği zarar görmesin diye kız kardeşinin ve yeğenlerinin zulüm altında susmasını istiyordu. Dindar dayıcığım! Öte tarafta hesap-ceza gününde senin bütün namazlarını bile bana verecek olsalar bir tekini bile almam. Hepsi senin olsun. Bize cehennemi yaşattın, var git cennetine, senin amellerinle gireceğim bir cennete dahi talip değilim.
Annemin gözünün içine bakardım. Oradan okurdum tüm gelişmeleri, gidişatı. Azalan ve artan oranlarda hep endişe, korku ve mutsuzluk vardı. Bir gün şiddetli bir kavga yaşandı, darp, küfür-kâfir, feryat figan. Muzaffer kumandan ganimet olarak bizim yüzlerimizdeki korkuyu da alarak evi terk ettiğinde annem ilginç bir şey yaptı: Ertesi gün babam geldiğinde gardıroba saklandı. Evden kaçmış havası vererek. Babam geldi, eve baktı, biz sus pus ona bakıyoruz, sormadı bile anneniz nerede, bir şeyler yedi içti, çıktı gitti… Annemin o gardıroptan çıkışı yaşadığı en gurur kırıcı hezimetti.
Bir gün, yedi yaşındayım, valizi topladı, ablalarıma dedi ki “Siz okulunuza gidin!”, bir eline valizi aldı, bir eliyle de elimi tuttu, çıktık. Bana hiçbir şey demedi, sessizce yürüdük. Gene yüzüne baktım, gitmek istiyordu ama bir yandan da keşke bir şey olsa da geri dönsek diyordu. Terminale vardık, bank gibi bir şeyin üstünde otururken iyiliksever komşumuz çıkageldi, bir şeyler söyledi, direnmedi annem; gene bir elinde valiz, bir elinde ben, geri döndük… Annem bunları hatırladığımı bilmez, ben de hatırlamıyor gibi yaparım hâlâ; bir kez daha üzülmesin diye.
Babamla iletişimimiz yoktu, sıfır temas, sıfır diyalog. Suçumuz dişi olmaktı. 44+XY yerine 44+XX, hepsi bu. Annemizin rahmindeki zigotun hangi kromozoma denk geldiğine bağlıydı her şey, pamuk ipliğinden daha ince ihtimallere. Böyle buyuruyor Embriyoloji. Farkı tayin eden Y kromozomudur ve işe bak ki o da erkekten gelmektedir. Y gelmeyince dişi olduk. Anlayabiliyor musun farkı, oluş hâli erkeğe özgüdür, dişilik hâli bir olamayıştır esasında. Olamadığımız için dişiyiz bizler.
Y’nin gelmemesi veya gelmesi, işte bütün mesele bu. Bir tek kromozomluk fark enikonu. Hormonal farklılaşmalara, içte ve dışta organik ayrışmalara yol açan bir zerreciğin cirmine, cürümüne bakar mısın? İğne ucu kadar olmayan şey, tüm dengeleri alt üst edebilen bir manivelaya nasıl dönüşebilir, akıl alır gibi değil?.. O hayırsız Y gelseydi erkek olacaktım, olanların hiçbiri olmayacaktı, sırlarım da olmayacaktı. Vermemiş Celâl, neylesin Zülâl.
Çok erken yaşta başlar dişilerin sırları. Kiminin hatırlayamayacak kadar erken. Benimkiler o kadar erken dönemime ait değil neyse ki. Dişi olmak maruz kalmaktır. Erkeğe maruz kalmak. İyi yönleri varsa şayet, en kötü yönüne maruz kalmaktır hem de. En kösnül, yağmacı ve gaddar. Bir kötülük tanrısı olsaydı yaratacağı erkek olurdu. Bunu tüm içtenliğimle söylüyorum: Erkek bütün kötülüklerin anasıdır.
Babam bir istisna olmak için elinden geleni yapmış biri değildi. Eğer ki denemişse vazgeçmişti. Bir ayyaş çocuğu olarak doğmamıza vesile olmanın utancıyla belki, somurtuktu yüzü hep. Üstelik bir tek Y kromozomunu bile çocuklarına aktarmayı başaramamıştı. Eve sadece uyumak için gelmesinin sebebi, bizim dişil yüzlerimizi görmemek içindi sanırsam… Baba, hayatımdaki en büyük boşluktur. Öyle bir boşluk ki içi tıka basa kahredici bir kahır, mihnet, hınç, yalnızlık ve umutsuzluk doludur.
Bizimle bir dünyası yoktu adamın. Kiminle nasıl bir dünya kurmuştu bilmiyorduk ama bizimle bir dünyası yoktu. Sık sık elektriklerimiz kesilirdi; sobamız da bizim kadar açtı; dördümüz battaniye altına girip ısınmaya çalışırdık. Dayımla halam, Hüsniye nineme baskı yapıp bize yardımda bulunmasına mani olurlardı. Direnmeyelim, teslim olalım, böylece zorbanın zaferi hep birlikte sülalece kutlanabilsin. Hint filmlerine rahmet okutan bir senaryoda açlıktan nefesi kokan ve donmak üzere olan figüranlardık.
Gitti bir yıl gelmedi, 1 yıl; sonra hiçbir şey olmamış gibi geldi, kaldığı yerden devam etti zorbalığına, tiranlığına. Bir gün araya girdim, çok garip değil mi, ilk kez kavgaya atıldım, tokatlanan annemin önüne geçip babama var gücümle bağırdım. Ne dedim hatırlamıyorum ama evin savaş tarihindeki en özgün sahneydi. Tüm taraflar silah bırakıp donakaldı. Sonra babam kendini toparlamaya çalışarak şöyle dedi: “Sen bana bunları söyleyemezsin, bana baba bile demiyorsun!..”
Babamdan duyduğum en müşfik sözlerdi bunlar. Meğer ne kadar da incitmişim onu baba bile demeyerek. Kızım bile demeyerek incittiği canları göremeyecek denli bencilliğin gayyasındaki bu adama hiçbir dilde hiçbir kelam tesir etmezdi. Ne beşerî ne ilahî. Babası gibi varını yoğunu zevk ü sefa için harcamaktan başka bir gailesi bulunmuyordu ki.
Varı, üç kuruşluk maaşıydı, yoğu da bizdik. Bizi çoktan harcamıştı. Başka kadınlarla annemizi aldattığını anlayacak yaştaydık artık, ablalarım daha çok anlıyor ve ondan daha çok nefret ediyorlardı. Ve bu yüzden daha asabi, daha gergin ve bedbaht idiler. Tez elden evlenip zulümden kurtulmak istemeleri bundandı. Bu telaşla yepyeni zorbaların boyunduruklarına girme pahasına. Ah gülmemişlerim, ah bahtı siyahlarım.
Anne acizliktir. Hiçbir işe yetişememek, hiçbir yaraya merhem olamamak, hiçbir arzusuna nail olamamaktır. Onu en sessiz hâlleriyle hatırlamak istiyorum, en sakin ve mesut. Sofra bezinin üstünde fasulye çitlerken veya dolma doldururken, namaz kıldıktan sonra tespih çekip avuç açarken, en çok da saçlarımı tararken. Anne, tamamlanmamış bir dantela, pasaklanmış, bakımsız bir yazmadır.
Annemin çilesinin sebebinin biz olduğumuzu bilmek daha bir mecalsizleştiriciydi. Annem gidemiyordu çünkü biz vardık. O valizden daha ağırdık hepimiz, o yüzden gidemiyor, geri geliyordu. Zamanla sadece kendimi suçlamaya başladım, en küçük ben olduğum için. Biraz büyük olsaydım ayak bağı olmayabilirdim anneme. Şu hâlde bir an evvel büyümeye bakmalıydım. Çocukluk bir an evvel savmam gereken bir merhaleydi. Çabucak savdım. Gözlerimi açtığımda annesinin hamisi bir kızdım. Bir kadın.
“Bıcır bıcır, hiç susmayan bir çocuktun” derdi annem çabuk geçen çocukluk merhalem hakkında. Sonradan suskunlaştım, durgunlaştım. Bu durgunluğum benim varoluş tarzım, başkası gelmiyor elimden. Belki bir mucizeyle sıyrılabilirim bu sükût orucundan. Bir aşk ezanıyla. Ah min’el-aşk… Gene suskuya bürünesim geliyor, dilimin bağı senin yanında bile tam çözülmüyor Zahit.
Kendimi bildim bileli bir duygusal tükenmişlik vardı bende. Mecalsizdim, yaşamaya mecalim yoktu. Buzlaşıyordum. Babam eve adım atar atmaz kanım donuyor, ufacık varlığım buz kesiyordu. Ağlamıyordum, bunun bir faydası olsa anneme olurdu. Büyük bir savurganlıktı gözyaşları cidden. Sızlanmıyordum da. İnsanı çok çirkinleştiriyordu bu, özellikle de kadını. Dudaklarını büzmemeliydin, bozulmamalıydı zarafetin. Güzelce susmalıydın.
Dişlerimi sıkmama ve kollarımın uyuşmasına karşı ise bir tedbirim yoktu. Dilimin uyuşmasına karşı da. Neyse ki bunlar dışarıdan pek görünmüyor, belli olmuyordu. Sükûnetimin arkasında fırtına öncesi ve sonrası tedirginliğimi saklayabilirdim. Ağız sağlığım gençliğim boyunca felâket idiyse sebebi o diş sıkmalardı. Dişçi koltuğunda çektiğim her acının en kötü yanı o günleri mecburen anmaktı. Yine de en berbatı o uyuşmaydı. Büyük bir savunmasızlıktı uyuşma. Bak gene geri geldi bile. Kollarımda ve dilimde… Bana bir su alır mısın Zahit?
Kızları erkence evlendi, ben de kocaman oldum, ergen kızdım, annemi boşanması için cesaretlendirdim. Hem fiilen hem kavlen. Gerçekten de tek celsede boşandılar, aynı evdeki bu iki yabancı, bu iki can düşman, birbirinden azat oldular ve herkes bunun müsebbibi olarak beni gösterdi. Anneannemden dayıma, babamdan komşulara kadar herkes. Bense bununla gururlanmadım ama gocunmadım da. Ben annemin yanındaydım ve annemin boşanması gerekiyordu. Hepsi bu.
Annemle baş başaydım şimdi. Zorba gitti yaşasın özgürlük! Öyle san. Annenin şiddetinden beni kim koruyacaktı peki? Biz çocuklar babamızdan doğrudan şiddet görmemiştik ama annemiz cidden öldüresiye döverdi baştan beri. Sudan sebeplerle. “O bardağı niye oraya koydun!..” Bu vahim kabahat, doğrudan suratına inen sert darbelerin, en ağır hakaretlerin mazereti olabilirdi. Annemin küfürleri can yakıcıydı, anneanneminkiler gibi değil.
Ablalarım gibi onu yargılamaya kalkmadım, anladım onu. Bize “Niye gülüyorsunuz!?” diye çıkıştığında, gülmeyi sevmediğinde onu anlamam gerektiğini anladım. Mutsuzluğundan ötürü kendini temizliğe vuruşunu da. Bu bıktırıcı titizliğinin, tertip düzen hastalığının mantığını da. Ablalarımla parmak ucunda geçerdi günlerimiz annemizin yanında… Şimdi tek başıma bale yapıyordum evde.
Benim bu yargısızlığım, sorgusuzluğum büyüyünce de devam etti. Kimseyi ne suçladım ne de kınadım. Dinledim, anladım ve sustum. Bu yüzden büyük hatalar yapıp günah çıkartmak isteyen herkes en çok bana geldi. Kötü haberler en evvel bana iletildi. Çünkü şaşırmam ben, infiale kapılmam, olağan karşılarım. Bu da muhataplarımın arayıp da bulamadıkları bir normalleştirmedir. Onlara yaptığım bir iyilik değildir bu. Elimden başka türlüsü gelmediğindendir.
Boşandıktan sonra daha huzurluydu. Daha sakin, iyimser, gülümser. Gerçi hâlâ geçmişe bakamazdı. Geri dönüp bakmak, annem için boynunun kırılması kadar acı verici bir eylemdi. O yüzden ben de sevmem aslında geçmişe bakmayı. Uzun yıllar içten içe yaptım hesaplaşmamı ve o defterleri kapattım aslında. İnan senin hatırına şimdi deşiyorum kapanmış yaralarımı. Kimse için katlanmazdım buna. Çünkü yaranı göstermek zayıflıktır. Bir daha iyileşemeyebilirsin. Dilediği an kanatabilir dostun.
Annem çalışmaya başladı, annesi gibi pazarda bir şeyler satarak işe koyuldu ama genlerindeki direngenlikle işini adım adım genişletti ve kendi ayakları üstünde sağlamca duran biri hâline geldi. Onun müthiş biri olduğunu biliyordum ama bu kadarını ben de beklemiyordum. İlkokul mezunu beş parasız hatun, Afyon’un en başarılı iş kadını olup çıkmıştı.
Sana ilginç bir şey anlatayım. Annem nadir de olsa keyifliyken şu tür ifadeler kullanırdı: “Ben İngiltere’deyken!..” Pencerenin önünde oturur, yoldan geçen güzel bir aracı göstererek “Bu araba da benim!” derdi. Tabiki de uyduruyordu ama kadında bu vardı, gerçekten vardı; ülkeler dolaşmak, kendi ayakları üstünde durmak, kocasına ve abisine, belki tüm erkeklere karşı neler başarabileceğini göstermek…
Gösterdi de. İngiltere’ye üç kez gitti. İş görüşmelerine ve gezmeye. Daha nice ülkelere. Düşünebiliyor musun? Bir ayyaşın dayak altındaki karısı özgürlüğüne kavuştu ve kendi parasıyla dünyayı gezdi. Öyle arabaları oldu ki penceremizin önünden geçen çok az araba onlar kadar pahalıydı. Annem başardı. Hepimiz için. Kendi onuru ve kadınlık onuru için. Babamdan, abisinden, annesinden, tüm dünyadan müthiş bir intikam aldı. Senarist, gerçekten de Hint dizilerinde bile olmayacak bir başarı hikâyesinde annemi başrolde oynattı.
O fakr u zaruret günleri geride kaldı. Paçavralar, çullar, yırtık ayakkabılar hatıralarda kaldı. Annem de ben de artık herkesten daha güzel giyinir olduk. Üniversite ikinci sınıfa geldiğimde artık tipik bir orta sınıftık… Dayımla halam hasetten hasta düşecek olmuşlardı. Meğer kendi iyiliklerini bile değil, sadece bizim kötülüğümüzü istiyorlarmış.
Annem dindar bir ailede gizli bir laik olarak büyümüştü. Dindarlığın iyi bir insan olmaya yetmeyebileceğini tokat darbelerinden ve sövgülerden hareketle biliyordu. O yüzden bizim dindar olmamız için hiç de heveskâr olmadı. Sadece ağırbaşlı olmamızı istedi: “Kız kısmısı erkeklerle konuşmaz!” Benim annemden aldığım terbiye bundan ibarettir. Seninle konuşarak büyük bir ihlalde bulunuyorum Zahit, bilesin. Sırıkla atlama rekortmenleri için bile çok yüksek çıta bu. Bir annenin en büyük öğüdünün üstünden atlamak. Ben bir rekortmenim Zahit.
Ablalarımı daha çok sıkardı. Babamın her sözü yalan olduğundan güvensizleşmişti kadın. Her sözün muhakkak yalan, her konuşmacının mutlak yalancı olduğuna imanı tamdı. O yüzden söylediğinin aksini kesin doğru sayardı. Şüphesi metodik olmaktan uzak olduğu için onu atlatmanın yollarını bulmak hayta zekâm için çok zor olmadı. Ama bunu sadece yedeğimde tuttum. Seninle burada konuşurken o yedek rezervlerimden kullanıyorum.
Annem hemen arkanda bana parmak sallıyor, “Kız kısmısı erkeklerle konuşmaz!” diyor dudakları. Duymazsın sen. Siz erkekler duymazsınız. Annelerimiz bizi hiç yalnız bırakmaz, hele bir erkekle baş başayken, asla. Buna rağmen konuştum seninle bu kadar, konuşuyorum. Annemin kızıyım işte. Genimde direngenlik var. O kocasına ve erkeklere karşı bir kadının neleri başarabileceğini ispatlamak istemişti. Bense ona, bir kadına bir kadının aşkı nasıl başarabileceğini göstermek istiyorum.
Onun varlığından rahatsızlık duymuyorum, yanı başımızda dikilmesinden. Hatta memnunum. Seninle konuşmalarımızdaki içtenliği duysun istiyorum. Bir kez bile erkeklerle sahiden konuşamamış zavallı annem ikimizin bu dostane, bu şefkatli hasbihalini duysun. Ben büyük bir dava güdüyorum Zahit. Anneminkinden bile büyük bir dava. Yardımını esirgeme benden olur mu? Beni yoldaşsız koma…

Pirler
Adımı niye Zahit koymuşlar?.. Güzel soru. Cevabı bir çırpıda verilebilen suallere güzel soru denmez biliyorsun. Cevabı çetrefilli olacak ki güzel soru olsun. Herkesin adının bir hikâyesi vardır, varsın rastgele konmuş olsun. O rastgelelikte bile bir mana ve müphem hakikatlere bir ima olabilir. İsmiyle müsemma denir ya bazı insanlar için, adını bir sıfat gibi üstünde taşıdıklarından ötürü. Zahit adı da benim için ideal bir ad olmuş; başka bir isim koysalar olmazmış, durmazmış üstümde. Züht, dünyadan el etek çekme manasıyla değil ama; bambaşka bir bağlamda… Neresinden başlasam ki?
Öncelikle ismim bir türküden mülhem. Aslında bir nutk-u şerif. Halvetî tarikatının büyüklerinden bir şair, Bezcizade Mehmed Muhyiddin’e ait. Dinlemiş miydin daha önce, baştan sona dinlemiş miydin? Tamam, mırıldanayım senin için, çok da dikkat çekmeksizin gelen geçenler arasında. Başlıyorum:
“Zahit bizi tan eyleme
Hak ismin okur dilimiz
Sakın efsane söyleme
Hazret’e varır yolumuz
Sayılmayız parmağ ile
Tükenmeyiz kırmağ ile
Taşramızdan sormağ ile
Kimse bilmez ahvalimiz
Erenlerin çoktur yolu
Cümlesine dedik beli
Gören bizi sanır deli
Usludan yeğdir delimiz
Muhyi sana ola himmet
Âşık ise cana minnet
Cümle âlemlere rahmet
Saçar şu yoksul elimiz”
Teveccühünüz efendim… Evet, hakkını vermeyi çok istediğim bir ezgidir. Ne kadar güzel okusam gene de hakkına riayet edemediğim hissinden kendimi alamam. Madem bu kadar beğendin, tarihçesine kısaca değineyim şu hâlde.
Mevzu 17’nci asırda cereyan ediyor. Kadızadeliler diye bir taife var; Dördüncü Murad zamanında Ayasofya Camii vaizi Kadızade Mehmet Efendi ile başlamış bu hareket; devletin içine kadar sızmış, toplumda da belli bir karşılığa ulaşmış. Bugünkü Fetullah gibi düşün, ama onlar radikal İslamcı. Tasavvufa şirk diyorlar. Her türlü tarikatın, zikrin, devranın, semahın yasaklanmasını istiyorlar. Tekkeleri basıp dervişleri darp ediyor, korku saçıyorlar. Gemi azıya aldıkları dönemde karşılarına çıkmaya kim cesaret ediyor? Halvetî şeyhi Abdülmecid Sivasî. Hemşerimin çıkışını müteakip kavgaya Kadızadeliler ile Sivasîlerin ihtilafı deniyor.
Kadızadeliler devleti ele geçirdiklerini düşünüp sufilere son bir darbe vurmak, tekkeleri yakmak, bidat gördükleri minareleri yıkmak, salâları susturmak için Fatih Camii’nde toplanma kararı aldıklarında devlet işe el koyuyor ve karşı darbe ile bunları derdest ediyor. Önce katline ferman çıkarıyor hepsinin, sonra da cezalarını sürgüne çevirip bu taifeyi tasfiye ediyor.
İlahi, zahide seslenerek başlıyor. Zahid dediği, dervişlerin ulaşmayı arzuladığı makama eren kişi değil aslında. İslam’ın zahirine takılıp kalan, muhabbetsiz, gergin, haşin bir tiptir. Rind değildir, çabuk gönül kırandır, gönül ehli değildir. Diyor ki “Zahid bizi tan eyleme”, yani kınama, dervişleri ayıplama, kötüleme. “Sakın efsane söyleme” yani tasavvuf ve sufiliğin asılsız, bidat olduğunu iddia etme. “Hazret’e varır yolumuz”, bu işin aslı, şeyh silsilesi Hazreti Muhammed’e varır demek istiyor… Mevzu derin yani, derin ve narin.
“Sayılmayız parmağ ile, tükenmeyiz kırmağ ile…” Kadızadelilerin kıyımlarına karşı bu meydan okuyuşla birlikte işin rengi değişiyor. Sonradan ilave olunan “İmam Ali’dir ulumuz” mısraının da cazibesiyle Bektaşî deyişi olarak söylenip Alevî muhitlerde revaç buluyor. Oradan da solcuların eline geçiyor. Yetmişli yıllarda devrimci hareketin sloganı hâline geliyor.
İş burada kalsa benim adım gene Zahit olmayacak. 1971’de Yılmaz Güney bir film çekiyor: Ağıt. Film bir eşkıya topluluğunun macerasını anlatıyor. Filmin sonunda başroldeki kahraman (Yılmaz Güney) vurulmuş, onun böğründen kurşun çıkarılırken işte bu ilahiyi, türküyü eşkıya arkadaşları söylüyor. Dağ başında bir mağarada, kartal yuvasında. Havada kartal uçuyor, mağarada ise daha tüyü bitmemiş yavruları aç ağızlarını annelerinin şefkatini celbetmek için sonuna kadar açıyor. Dağların doruklarından kayalar yuvarlanıyor. Eşkıyalar hep bir ağızdan “Zahit bizi tan eyleme!” diye döktürüyor; Yılmaz Güney ecel terleri döküyor, âşığı olan kız, böğründen kurşunu çekerken herkes kan ter içinde. Seyirciler gözyaşı döküyor.
Babam bu filmi yazlık bir sinemada seyretmiş. Birbirine bağlı tahta sandalyeler üzerinde. Çok etkilenmiş filmden, annem hamileymiş o günlerde, “Oğlan olursa Zahit koyacağım” demiş. Doğmadan adım konmuş benim yani. Tam da Türkiye’nin en devletçi adamının bir devrimcinin filminden etkilenerek oğluna koyacağı bir isim. Sivas’ta, fay hatları üstünde doğan birine konmak için de ne uygun. Sünnî ilahiler ile Alevî nefesleri arasında dünyaya gelmiş birine. Kadızadeliler ile Sivasîler arasındaki kavgalarda hep arada kalıp her iki taraftan yumruk yiyecek biri için de bundan daha ideal isim olabilir mi? Solcuların dilinde sloganlaşmış bir türkünün anakronizminde de benim bu ülkeye tanıklığıma dair bir şeyler yok değil mi? Tüm bu çapraşıklıklar tam da senin Zahit’i anlatmıyor mu Zülâl’im?..
Liseyi mi? Kongre Lisesi’nde okudum. Sivas’ın Galatasaray Lisesi. Elit bir okuldu, herkesi almıyorlardı, çok iyi notlar, puanlar gerekiyordu. Oraya giren çocuğa paçayı yırttı gözüyle bakıyordu velileri. Bense paçayı yırtanlardan değil paçayı kaptıranlardan oldum. Kitaplara kaptırdım paçayı, sorulara, arayışlara… Nejdet Hocayla başladı her şey.
Felsefe grubu öğretmenimizdi. Okuldaki en sıra dışı şahsiyetti. Kendini okumaya ve okutmaya adamıştı. Felsefe derslerini tiyatroya, uygulamalı diyalektik tartışmalara onun gibi çeviren başka bir hoca tüm Türkiye’de var mıdır acaba? Talebelerin talepsizliğine, şevksizliğine bakmaksızın, büyük bir şevkle felsefi meseleleri gündemimize sokmaya çalışırdı. Şimdiden bakınca anlıyorum ki aslında kimin felsefî düşünmeye yatkın olduğunu bu konuşmalardan çıkarıyordu. Kimlere özel emek vermesi gerektiğini.
Beni nasıl keşfetti?.. Bir gün dedi ki: “Sokrates’e niye ‘Atina’nın at sineği’ diyorlardı? At sineği… Kim bilecek bakalım?” Kimse el kaldırmadı, ben çekingenlikle kaldırdım. “Söyleyin Zahit Bey!” dedi, böyle hitap ederdi, erkeklere bey, kızlara hanım derdi, bu da çok kendine özgü bir tavırdı; hoca muhataplarına bir kalite atfediyordu. Resmiyetten ziyade seviye… Zahit Bey olarak dedim ki: “Rahatsız edici sorular soruyor, insanları huysuzlandırıyor diye at sineği demişler.” Nereden bildiğimi sordu, “Bilmiyorum, tahmin ettim” dedim. Gözlerinin büyüdüğünü, gözlerinde büyüdüğümü fark ettim hemen. Ondan sonra gözü hep üzerimdeydi.
Ne kadar geçmişti hatırlamıyorum bir gün başka bir şey oldu. Eflatun’un mağara alegorisini anlattı, sanıyorum doğrudan Devlet kitabından okudu, mikrofonik sesiyle. Mikrofonikti, spiker gibi konuşurdu ama tonlama diye bir şey yoktu garip biçimde. Her cümle aynı şekilde başlar ve biterdi. “Ali topu at” ile “Ben sana mecburum, bilemezsin” arasındaki vurgu farkını sesine yansıtamaz veya yansıtmazdı. Ses tonundan bir manaya varmak imkânsızdı o yüzden; manayı manaya bakarak yakalayabilirdin; belki de bu yüzden böyle bir ses tonunu seçmiş, böyle bir tekdüzeliğe kendini mahkûm etmişti. Adam memlekete felsefe öğretmek için ses tellerini feda etmiş olabilirdi.
Ne anlatıyordum, ha mağara mecazı. Okudu pasajı, sonra dedi ki: “Buradaki mağara nedir, zincirler neyi, gölgeler neyi anlatır?” Gene kimse el kaldırmadı, ben kaldırdım ama bu sefer eski çekingenliğimle değil, hocanın çok hoşlanacağı bir şevkle: “Mağara toplumu, zincir kuralları, gölgeler de sorgulanmamış doğruları temsil ediyor…”
Bu sefer tahmin yürütmemiş, metnin bunu fısıldadığını işitmiştim. Bir mağarada olduğumuz, zincire vurulmuş vaziyette duvardaki gölgelerimizi mutlak gerçek sandığımız metaforu başımı döndürmüştü. Sivas’la, halkımla bir sorunum yoktu ama dünyayla ciddi bir sorunum vardı ve Eflatun o sorunu tanımlamam için çok şairane bir tasvir yapmıştı. Bunu bir okuyuşta, daha doğrusu dinleyişte anlamam Nejdet Hocayı mest etmişti. Zahit Bey, o gün hiç övülmediği kadar övülmüş, hiç saygı duyulmadığı kadar saygıya mazhar olmuştu. Artık ben seçilenlerden olmuştum.
Bir gün derse geldiğinde bir kucak dolusu kitabı getirip tahta sıramın üstüne koydu. Başını eğip Yaşar Kemal gözlüklerinin üstünden bakarak dedi ki: “Bunları oku; okuduktan sonra getir, yenilerini vereceğim Zahit Bey, kabul mü?” Bıçak ucuyla baş harflerin, başıboş geometrik şekillerin kazıldığı sıranın üstünde kitaplar birer yabancı gibi durdular ders boyunca. Arkadaşlarım sadece birkaç dakika kıskandılar bu imtiyazımı. Bu kadar kitabı okuma angaryası kendilerine yüklenmediği için memnun bile kaldılar. Sonraki derslerde hocanın sorularına kalkan parmak sayısı iyice azaldı. İyi notlar alıp iyi okullara gitmekti çocukların gayesi. Kitaplar faydasızdı. Bir getirisi yoktu. Okuyanlar ya “anarşit” olurdu ya divane… İkimiz arasındaki diyaloga döndü dersler. Hoca şevkini hiç yitirmedi. Bir üçüncü sesi katmak için sınıfın betonunu eşeleyip durdu.
Nejdet Hoca uzun, ince biriydi. Yüzü de boyu gibi uzun, inceydi. Başı hep yerde olduğundan erken yaşta kamburlaşmıştı. Bıyıkları hafifçe dudaklarına dökülür, solcu bir intiba bırakırdı. Hayatının tüm karelerinde kravatlıydı. Banyosunu bile kravatla yapıyor olabilirdi. Bir subay gibi her gün tıraş olurdu. Gösterişsiz ama muntazam giyinirdi. Pantolonu, yeleği, ceketi jilet gibi ütülenmiş, gömleğinin yakaları kolalanmış olurdu. Ayakkabılarının boyasından, cilasından da taviz vermezdi.
İnsan içine karışmayı seven biri değildi. Okul-kütüphane-ev arasında geçerdi hayatı. Bir de medrese dediğimiz Çifte Mina-re’de nadir de olsa çay içmeyi severdi. Tekel 2000 elinden düşmezdi, onun içişini gören hocanın bu paketleri bedava aldığını sanabilirdi. Akşamları birer tek attığını kendisi söylemese de tahmin edebilirdin. Bir tek meyhanenin olmadığı Sivas’ta yaşamak kolay olmasa gerekti onun için. Özellikle ramazanlar tabii. Ama çok seviyordu Sivas’ı, enteresan biçimde. Çok samimi buluyordu insanını çünkü. “Beni buraya bağlayan bu samimiyet!” diyordu. Kendisi insanlarla gayet resmî ve mesafeli olmasına rağmen. İlk tayin olduğu yere âşık olmuştu.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nden mezundu. Bu kalıbı o kadar tekrarlardı ki hepimizin zihninde ülkenin doruklarında bir yere kurulu şato gibi bir yer canlanırdı. Orada Baykan Sezer diye biri vardı, binlerce yıldan beri orada profesörlük yapmaktaydı; Nejdet Hoca da onun şakirdi, tilmizi, hastasıydı. Ekoldü Baykan Sezer. Bizimki de onun Sivas koluydu.
Baykan Sezer şatodaki en soylu şövalyeydi. Galatasaray’lı, Sorbonne’lu olsa da buralı bir adam. “Namus ve erdem abidesi”, “Evrenselleşeceğiz diye haçlılaşacak değiliz!” diyen bir şövalye. “Batı karşısında dik duruş sahibi ilk sosyologumuzdu.” “Kendimize Batı’nın gözlüğüyle değil, kendi gözümüzle bakmayı öneren…” Yerli kelimesini Nejdet Hoca ondan öğrenmişti, biz de ilk defa kendisinden öğrenmiştik. Yerli malı haftası kalıbından başka bir cümle içinde geçtiğini duymadığımız kelimeyi sadece onun ağzından işitecektik. Bir de “Analitik tutum”…
Ondan aktardığı şu cümle ise edebiyat ve din kitaplarında dahi rastlamadığım bir ufuk açmıştı: “Şayet çözümü yoksa bir mesele mesele olmaktan çıkar, alınyazısı hâline gelir.” Şu hâlde sosyoloji, toplumun kaderi üstüne düşünmek, insanın kaderi üstüne düşünmekti.
Nejdet Hoca aslında üniversitede kalacakmış, Baykan Sezer kendisini çok seviyormuş, asistan olarak alacakmış ama işler umulduğu gibi gitmemiş. Babasını zaten erken yaşta kaybetmiş hoca, annesi hasta düşüp bakıma muhtaç olunca Ankara’ya dönmek zorunda kalmış; asistan olma hevesi kursağında kalmış böylece. Annesini de kaybedince bir daha dönememiş İstanbul’a. Öğretmenliği çıkmış, ilk tayin yeri Sivas’mış; valizini alıp gelmiş. Sivas’ın tırmanıldığında yedi sene kalınmak zorunda olunan bir kalesi olmasa da kalmıştı işte.
Elit tarzının nereden kaynaklandığını da görebiliyorsundur sanırım. Adam, taşrada bir lisede öğretmendi ama İstanbul Sosyoloji amfisinde konferans verdiğinin hayaliyle geliyordu okula. Karşısında ergen hergeleler değil, Hergele Meydanı’nda ateşli tartışmalar yapan idealist gençler vardı. Öyle görmek istiyor, görüyordu.
Kitap hayatının kalbiydi. Bizim de hayatımızın kalbi olsun diye kütüphane deposundan, milli eğitimden, İstanbul’daki sahaflardan, bir yerlerden bulup buluşturup benim gibi birkaç öğrencisine klasikleri taşıyordu. Hemen tamamı MEB kitaplarıydı. Sanırım solculuğu başına iş açmasın diye böyle yapıyordu… Kitapların hepsi tercümeydi. Yerli kelimesine bu denli odaklanmış biri bile bize yerli kitap getiremiyordu, bu işte bir gariplik, bu ülkede bir gariplik vardı.
Yerlilik bahsinde bu kadar sınıfta kalmış bir ülkede ciddi bir mütercim sorunu olduğunu da çok erken idrak etmiştim. Bazı kitapları daha ilk sayfada bırakacak olmak ile son sayfaya dek bir solukta içmek arasındaki fark büyük oranda yazarlardan değil mütercimlerden kaynaklanıyordu. Mütercimler kitabı çevirmiyor, ikinci bir kez yazıyorlardı… O kadar çok tercüme okumuştum ki çevirmenin yazara ihanet ettiği kısımlarda tahayyül gücümle kitabı ikinci bir defa çeviriyor, üçüncü defa yazıyordum. Mütercimler, benim sevgili müstakbel meslektaşlarım, bazen bir köprü, bazen de birer barikattılar. Dillerinden ve hâllerinden anlamak gerekiyordu.
Bir gün bir kitapla karşılaştım ve hayatım değişti. Nejdet Hocanın kucağıma emanet ettiği kitaplar arasında her bakımdan diğerlerinden farklı bir eserdi. Hepi topu 64 sayfaydı. Ali Şeriatî adını ilk kez duyuyordum, şeriat lafzını Nejdet Hocayla yan yana getirmekte zorlandığımdan kitabın bir yanlışlık eseri bana kadar ulaştığını sezinlemiştim. Sonradan anladığıma göre cidden hataen araya karışmıştı. Kitap yazılmamıştı üstelik, bir üniversitede, Abadan’daki petrol fakültesindeki öğrencilere verilmiş konferansın metne aktarılmış hâliydi.
Doktor Şeriatî “Sizi rahatsız etmeye geldim” diye başlıyordu söze. Tıpkı Sokrat gibi. Bu, onunla aramda ikinci şifre gibi belirdi. Kitabın adı ilk özel şifremizdi: İnsanın Dört Zindanı. Bana doğrudan Eflatun’u, mağara alegorisini ve zincirleri anıştırmıştı. Neydi insanın dört zindanı peki? Tabiat, tarih, toplum ve benlik. İnsan bu dört zindanda Eflatun’un mağarasındaki miskinler gibi prangalıydı. Ben Şeriatî’de de o sıkışmışlığı ve sıkışmışlığa itirazı hemen keşfettim. Biz aynı ruh sancıları duyan özel insanlardık. İki insan vardır diyordu kendisi de; biri biyolojinin sözünü ettiği insan, diğeri de şiirin ve dinin.
İnsan, tabiat zindanından alet yaparak, tarih zindanından gerçeği keşfedip yükleri atarak, toplum zindanından el âlem ne der putunu kırarak kurtulur. Zindanların en zoru ise benlik zindanıdır, insanın kendisidir. Oradan bilimle kurtulamaz çünkü bilim de tutsaktır, nihayetinde bir tutsağın elinden çıkmadır. İnsan benlik zindanından ancak aşkla çıkabilir. Aşk. Ben o kelimeyi de bir sosyologdan öğrendim ilkin. O gün sosyolog olmaya, İstanbul Üniversitesi’ne gitmeye karar verdim.
Aşk aradığım kelimeydi. Hayatım boyunca arayacağım şeyin adıydı. Şeriatî’nin hangi manada kullandığına bakmaksızın ben kendi keşfimi yapmış ve benlik zindanımın anahtarının nerede olduğunu öğrenmiştim. O aşkı karşılıksız feda manasında kullanıyordu, insan o vakit özgür ve yüce olma aşamasına erebilir diyordu; bense daha ilk satırlarda kendi aşk tanımımı yapmıştım: Aşk tanımsızlıktı. O kadar muhteşemdi ki tam olarak ne manaya geldiği bilinmeksizin bile insanı en karanlık zindandan kurtarabilirdi. Onun sırrı tanımlanamaz oluşuydu. Onda feda vardı ama fedanın ötesinde bir oluş ve buluş hâliydi. Erişilen bir makam değil başa gelen bir hâldi. Başıma gelmesi için aranıp duracağım hâl.
Şeriatî hakkında hiçbir şey bilmiyordum, öğrenmem yıllarımı alacaktı. Kitabının çok yanlış öncüller içerdiğini, tabiatın da tarihin de toplumun da benliğin de zindan olduğu kadar birer imkân ve yurt olduğunu öğrenmem de yıllarımı alacaktı. Devrimci gerekler için alelacele hazırlanmış bir tezdi Şeriatî’ninki. Yine de benzeşleri arasında en insancıl, en romantik ve evrensel olanıydı. Sartre onun hakkında diyordu ki: “Bir tanrıya inansaydım bu Ali’nin tanrısı olurdu.” Ben de İslamcı olsaydım bu Ali Şeriatî’ninki türünden bir İslamcılık olurdu. Endişeli, eleştirel ve evrensel. Batı’ya vakıf ama bağımsız. Cemil Meriç’in tabiriyle de “kilisesiz”. Bir Vatikan’a biat etmeksizin. Diz çökmeksizin kerameti kendinden menkul papalar karşısında.
Demem o ki Şeriatî hangi kusurlu tezi taşırsa taşısın beni aşkla tanıştırmıştı. Ve din’le. İlk kez onunla din alışılageldik kalıpların dışında, gerçekten anlaşılmaya ve yaşanmaya değer bir şey gibi gözüktü. Sivaslı olduğum, Sünnî ve Türk olduğum için bir dinin içine doğmuştum ama o doğduğum dünyayı keşfetmek ve içselleştirmek için Şeriatî gibi aykırı bir zekânın itmesine ihtiyacım vardı. Benim İslamcılığım bundan ibaretti. Zaten içine doğduğum dini farklı bir bağlamdan, dolayımdan hareketle anlama çabası, hepsi bu. Yer yer onlarla kesişiyordum ama ben hep kendi yolumca yürüdüm. Daha kadim, daha emin, daha az ideolojik, daha az modern olan, daha otantik bir yoldan. Kalabalıklarca da pek tercih edilmeyen, ince, sarp patikalardan.
O patika beni imana ve Mümin’e götürecekti nitekim. Aylardan mayıstı, lise sondaydık, derslerden ve yaklaşan ÖYS sınavından dolayı yorgunduk, kaçacak yer arıyorduk. Koyulhisarlı bir arkadaş vardı sınıfta, “Gelin bizim yaylaya gidelim hafta sonu, kendi aramızda inceden piknik yapar, biraz temiz hava alır geliriz!..” Ben kırların davetine oldum olası müheyya idim, olumlu cevap veren ilk ben oldum, iki arkadaş da kabul edince cumartesi sabah erkenden çıktık yola. Sivas’ın kuzeyine, Karadeniz’e doğru yol tepmek çok heyecan vericiydi. Hava daha fazla içimi açıyor, o dağlarda beni çeken çok özel bir şey olduğunu yakinen biliyordum. Biri oradan çağırıyordu beni. Çağrılanlardan mı olmuştum, nedir?
Koyulhisar’dan Kelkit Çayı geçiyordu. Yeşilırmak’a karışıp oradan Karadeniz’e dökülen çay, geçtiği vadilere can verse de her sene onlarca can da alıyordu. Yol ile çay birbirini geçmek için inatçı bir yarışa girmişti. Hayat ve ölüme benzetiyordum ikisini; yan yana, iç içeydiler, arada bariyer de yoktu. Derken önümüzdeki emektar bir Murat 124, yarı uykulu tefekkürümü tasdik etmek için direksiyonu aniden yolla çay arasındaki yamaçtan aşağı kırdı. Hiç frene basma gereği duymaksızın araba gözlerimizin önünde tepeden yuvarlanan bir tekerlek gibi çayın içine balıklama daldı.
Minibüsümüzün şoförü arabasını hemen sol tarafa, dağın dibine çekip aşağı atladı. “Eyvah!” diye feryat ederek “Kelkit Çayı aldığını vermez! Gitti adam!..” Buna rağmen şu telaşı bile ufak da olsa bir umut işaretiydi. Tam da suların coştuğu zamandaydık, Murat 124 Bermuda Şeytan Üçgeni’ne kapılmıştı sanki, bir tek hava kabarcığı dahi gözükmüyordu. Bu gidişle kısa zamanda Karadeniz’e kavuşurdu, yoldan gitse kavuşacağı vakitten bile erkence.
Mihmandarımız olan arkadaş, Mustafa, en hızlı koşanımızdı. Bizi o davet etmiş olmasa o kaza olmayacakmış gibi bir hissiyatla hareket ettiğini sezdim, arkasından yetişip arkadaşım senin suçun değil ki, biz bugün buradan geçmeseydik de o Murat 124 bu sularda sürükleniyor olacaktı demek geliyordu içimden. Bu yüzden koşuda ikincilik benimdi; nereye kadar koşacaktık bilmiyorum ki, Karadeniz’e kadar mı? Virajı çayla beraber aldığımızda coğrafya soruma cevap yetiştirdi: vadi burada genişlemiş, dar bir ibrikten dökülen sular burada leğen içindeki gibi yayılmıştı.
Çayın yanına indiğimizde hiçbirimizde tek hecelik nefes kalmamıştı. Gözlerimizi açmış, avcılar gibi sudaki en küçük bir alamete kilitlenmiştik. “İşte!” diye bağırdı biri, minibüsteki diğer yolculardan biri. “İşte” kelimesi üstüne düşüncelere daldığımı hatırlıyorum şu an. Bu gösterme zarfının kökü neydi, bu kadar hayatî bir muhtevayla tarihte kim bilir kaç kez bu şekilde nida edilmişti.
“El ele tutuşup zincir olalım, yakalayalım onu!..” Minibüs şoförü zincirin ilk halkası oldu, çayın ortasına kadar adım adım ilerledi. Bir gün kendisi de bu sulara düşerse böyle gayretkeş birilerinin imdadına mazhar olmak ümidiyle veya sınıfsal bir dayanışma ile mi bunu yapıyordu?.. Hep bu okuduğum kitaplar bana sorduruyordu bu gıllıgışlı soruları. “Ahan da yakaladım kemerinden, çekin gardaşlar çekin!…” nidası ile kendimle konuşmama son verebildim.
Askerliğini sıhhiye olarak yapmış sıhhati hiç de yerinde gözükmeyen yaşlı bir amca, adının Hacı Murat olduğunu tahayyül ettiğim mutsuz adamı uçuruma ters yatırıp karnındaki suları kusturdu, kalp masajı yaptı, suni teneffüs bile yaptı besmele çekerekten. Hacı Murat çok istekli olmasa da hayata döndü, kesin dönüş işlemleri için onu minibüsümüz tam gaz Koyulhisar devlet hastanesine yetiştirdi. Acil’in önünde sıralanmışken hepimiz altını ıslatmış oğlan çocuklarına benziyorduk, hemşireler ve hastalar bize tuhaf tuhaf bakıyorlardı.
Mustafa’nın keyfine diyecek yoktu. Bizi bugün bu geziye getirmese Hacı Murat soluğu Karadeniz’de alacak, bir daha da veremeyecekti. Kelkit Çayı’nın elinden can almak az bir nam değildi ve bizim acemi izci ekibimize nasip olmuştu. Mustafa oracıkta hemen bir dükkândan ekmek ve nevale alıp arabacıyla anlaşarak bir an evvel yaylanın yolunu tutmaktan yanaydı, “Elbiselerimizi orada ateş yakarak kuruturuz, burada nere gidelim?!..” Eğriçimen Yaylası’na elbise kurutmaya gidiyorduk şimdi, başka bir gayemiz yoktu. Belki de sadece bunun için çağrılmıştım, Hacı Murat’ı çaydan çıkarmak için.
17 kilometre sonra, son teker izine kadar sıdk ile gidip durdu arabacı. Mayıs ayından birdenbire mart ayına dönmüş gibiydik, zatürre olmamak için elimizi çabuk tutmak zorundaydık. Çalı çırpı için dağın eteklerinde dördümüz dört yöne dağıldık. Kimimiz avucunda kıymıklarla kimimiz de bir ster odunla dönüp merkezde buluştuğumuzda sıra çalıları tutuşturmaya gelmişti. Mustafa oymakbaşı sıfatıyla ceketinin cebinden çıkardığı çakmağa asıldı.
Çakmak fiilinden oldukça uzak bir yüklemle yetindi elindeki nesne. Tıka basa gazla doluydu ama taşı Kelkit Çayı’nın azizliğine uğramıştı. Mustafa sinirle yere fırlattı, bir taşı nişanlayan çakmak aksamlarından daha fazla parçaya bölündüğünde hepimizin sinirleri gerginlikten kopmak üzereydi. Henüz kimseciklerin gelmediği bir yaylada donmak için mi çağrılmıştım?
“Şu karşı tepedeki sürünün yanına gidelim, çobanda ateş vardır.” Kışlık yakacağımızı orada bırakıp karşı tepeye göç etmek zorundaydık. Behemehal. Ekmekleri ve nevalenin bulunduğu poşetleri alan iki arkadaş artçı temposuyla yürüyordu. Mustafa gene birinciydi, ben gene kafamda tuhaf analitik düşüncelerle ikinciliğimi koruyordum. Tepeye yaklaşmıştık ki Mustafa birden birinciliği bana bırakarak ters istikamete doğru sabahki koşusundan daha hızlı bir yarış başlattı. Peşinden ona bakarken benim tarafa doğru bakan diğer ikisi de gaipten komut almışçasına arkalarını dönüp tepeden aşağı dörtnala koşar oldular. Ben kaçamayacak kadar dalgın biri olduğumun bilincine daha önce ermiş miydim, benimle hızlı kaçanlar arasındaki fark temelde neydi diye gene derin düşüncelere dalayazmıştım.
Arkamı döndüğümde Serengeti düzlüklerinden kaçmış bir aslan, ağzını açmış yamaçtan aşağı üstüme atılmak için kalan son birkaç on metreyi bitirmekle meşguldü. Bu gördüğüm en büyük aslandı, tüm Afrika’yı bile dolaşsam bundan daha büyüğünü göremezdim, direnmek, karşı koymak gibi bir seçenek bu fizikî evrende mevcut değildi. Aklıma gelen bir tek öğüt vardı, kimden nerede duyduğumu hatırlamasam da: Yok saymak, köpeği ve saldırısını olmamış kabul etmek…
Başkaca bir eylem nafile çarık eskitmekti ve de mecalim yoktu zaten. Yere çöküverdim ve ceketimin cebindeki kitabı açıp okumaya başladım. Okur gibi yaptım daha doğrusu. Nejdet Hocanın emaneti Sadi’nin Bostan’ı birazdan ya kanıma boyanacaktı veya hayatımı kurtaracaktı.
Aç aslan kafamı ham etmek için çenesini 180 derece açmıştı, ağzının içindeydim sanırım, okur gibi yaparken hatırıma gelen tek şey kitapta geçen bir mısraydı: “Bu nasıl memleket, taşları bağlamışlar, köpekler serbest!?..” Hikâyenin tamamı ise şöyleydi hülasaten: Şair zamanın hükümdarını yeren bir şiir yazmış, hükümdar şairi saraya çağırtmış, hesap sormuş, ceza olarak da elbiselerinden soydurup çıplak vaziyette dışarı salıvermiş. Soğuk kış gecesinde titreye titreye bir köye girmişken köpeklerin saldırısına uğramış şair. Yerden bir taş alıp atmak istemiş ama don olduğundan taşı yerinden oynatamamış. İşte orada söylemiş: “Bu nasıl memleket, taşları bağlamışlar, köpekler serbest; eşkıya düze inmiş, yiğitler derdest!..”
Aslanın iki çenesi arasında Zahit de derdestti. Korkunç hırıltıları tek satırından başka hiçbir yeri anlaşılmayan Sadi’nin beyitlerini susturuyordu. Tüm kâinat susmuştu, sadece bir köpek öfkeyle kulak zarımı yırtacak şekilde hırlıyordu. Orada tanıdım işte onu. “Dağ!.. Gel oğlum buraya, bırak onu, geh geh geh!..” Sırtımdan dağ kalktı sahiden de.
Dağ adı layık görülmüş kangal, yamaçtan yukarı beni yemiş de karnı doymuş gibi neşeyle koştu, kuyruğunu beyaz bayrak gibi sallayarak ve adamın bacaklarına sırtını sürterek itaatini belli etti. Yaşıyordum. Hacı Murat da ben de fazladan yaşıyorduk bugün. Elimde Sadi, tutup öpesim vardı kitabı, mübarek şairin elinden öper gibi. Adam yanıma gelip elini uzattı, “Galh gardaş gusura bahma, kangallar için sürüyü korumak esastır malûm, hoşgör!..” Ayağa kalktığımda kitapla da tokalaşmak ister gibi elini uzattı. Verdim. Ne anlayacaktıysa Allah’ın çobanı. “Bostan ha?..” dedi. “Şirazlı şair demin seni görseydi eseriyle nasıl da övünürdü? Kendisi de bu tür hayatî tehlikeler yaşamıştır muhakkak. Nizamiye medresesinde okurken Moğol istilasından kaçıp onlarca yıl Hicaz’da, Şam’da, Mısır’da dolaştı, az değil. Oralarda derlediği hikâyeleri kitaplaştırdı işte. Moğolların istemeden de olsa insanlığa bu türden katkıları da olmadı değil…” Demin beni yerden kaldıran Sivaslı çoban şivesi nere gitmişti? İki ayrı dil konuşuyordu bu adam. Bunları nereden biliyordu? Ne tür bir tiyatronun içindeydim? Cinnet için mi çağrılmıştım?
“La gardaş gelin siz de gelin, yolladım kangalı, gorhmayın gelin!..” Kaçaklar dağın dibinden yukarı tırmanırken çobanın gözü benim pantolonumdaki ıslaklıktaydı, bıyık altından gülüyordu ama bir şey de sormuyordu. Ben kendisine Hacı Murat kıssasını en kısa yoldan aktarıp ateşi olup olmadığını sordum. “Ateş olmaz mı çobanda? Çoban, ateşsiz, köpeksiz, tüfeksiz ve ümitsiz olamaz…” Köpeksiz olduğunu kimse iddia edemezdi, o kesin. Sırtındaki tek kırma, çobanı onaylayan bir şekilde başını sallıyordu. Çok zinde ve mütebessim bir görünümü vardı, ümitsiz de olamazdı. En önemli soru hâlâ muallaktaydı.
Sürüye doğru giderken sağdan soldan çalılar topladı, ben de ateşle ilgili ümidimi koruyarak bir şeyler topladım. O kadar çok titriyordum ki soğuktan mı kangaldan mı bunu kimse ayırt edemeyeceği için müsterihtim. İlerideki dağlarda göz alabildiğine uzanan ormanları toplayıp şuracığa yığsalar gene de ısınamayacakmışım gibime geliyordu. Yamacın bir sahanlık gibi düzleştiği yere geldiğimizde kucağındaki çalıları yere koydu çoban. Benimkileri de üstüne güzelce yerleştirdi. Elini cebine attığında gözlerimin içine bakıp gülümsedi: “İşte en çok merak ettiğin sorunun cevabı?”
Çakmağın sesi çalı çıtırtılarına öncülük etti. Alevler kaçaklarımızı kendisine mıknatıs gibi çekti, kucaklarındaki odunlar demir tozları gibi uçuşup ona yapıştılar. Denizyıldızı gibi ateşin etrafına yerleştiğimizde sırtında iri bir kütükle çoban yukarıdan aşağı iniyordu. Kütüğü ateşe bırakırken “Cehennem kütüğü diye bir deyim vardır, duymuş musunuz?” diye bir şey söyledi ama denizyıldızının diğer köşeleri duymadı tam.
“Cankurtaranlar, hoş geldiz, ilginç bir gün geçirmişsiz, Kelkit Çayı’na uçmak için Hacı Murat mükemmel bir zamanlama yapmış…” Denizyıldızının üç köşesi tıppp oyunundaymış gibi susmayı sürdürüyordu. Sürüsünün yanına gidip çoban bir ibrik ve demlikle gelinceye değin de kimse hiçbir şey hakkında konuşmadı. Benim Bostan’da okuduğum mısrayı bilseler herhalde önümüzdeki birkaç yıl boyunca da suskunlukları devam edebilirdi.
“Bardağız var mı?” dedi çoban. Mustafa, kafasını sallayıp içine gazete kâğıtları tepilmiş bardakları poşetten çıkardı. “Biraz süt için, çayı daha sonra içerük!..” deyip bardakları sütle doldurdu. Eğer bu içtiğim süt idiyse önceki içtiklerim neydi? Anamın sütünden sonra en helâl süt herhalde buydu. Her şey motamot aynıyken aradaki fark bu kadar mı muazzam olabilirdi?

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69489295?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Bir Aşk Bir Ülke Bir Gece Bülent Tokgöz
Bir Aşk Bir Ülke Bir Gece

Bülent Tokgöz

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İkimiz de bir önceki asrın insanı olmakla, son insanlar olmakla bu aşka layık görüldük. Birbirimizle ödüllendirildik, çağcıl oyuncaklardan uzak durduğumuz için. Sosyal medya denen çöplükte elimizi ayağımızı kirletmeyişimize hiç girmiyorum bile… Son insanlar. Konuşmak için yan yana gelen. Bir kâğıt alıp vererek bilgiyi paylaşan, toprak ve taş üzerinde, kendi ayakları üstünde buluşan. Bir ırmak kıyısındaydın ilk gördüğümde seni. Bir ırmak kıyısına yakışıyordu duruşun. Karşıdaydın, benim ırmağımın kıyısında, tam karşımda. Suyun üstünde yürüyen İsa gibi geçtin benim yakama, ayakların ıslanmadan. Yere basmadan hiç ayakların. Bir semahta gibiydin, çark hareketini zihnim tamamlıyordu, büyük bir devran vardı yürüyüşünde, kanın damardaki deveranını andırıyordu. Sen yürüyordun, kan yürüyordu yeryüzünün kuruyan damarlarına, kalbimin aort damarına. Benim yakama geçiyordun, yakamı ilk defa bırakıyordu yalnızlık. Düşüyordu yakamdan bin bir şüphe. Sıyırıyordum yakamı ölümcül endişelerden.

  • Добавить отзыв