Unutulmaz

Unutulmaz
Nurhan Incir
Bir baba gibi ev geçindiriyordu, anne gibi evin her işine bakıyordu, bir çocuk gibi okula gidiyordu. Neden hepsi aynı anda? Çünkü ona sunulan hayat buydu. Annesiz babasız bırakılıp her şeyi onun üstleneceği bir hayat. Vücudu yorgundu hayata sarılmaktan. Yine de, âşıktı, hayatın en büyük nimeti bu değil miydi? Ölüm ayırana kadar birlikte… Onun boynuna sımsıkı sarılıyorum. Askerde bir ay boyunca geçirdiği günleri anlatıyor. Onu beklerken günlerin ne kadar zor geçtiğinden yakınıyorum. İkimizin de gözleri ışıl ışıl. Birleşmiş olmanın verdiği sevinç, mutluluk, coşku var üzerimizde. Karınlarımızı doyurduktan sonra yürüyüş yapıyoruz. Başımı onun vücuduna yaslayıp kolumu beline doluyorum. Sarı saçlarım hafif esen sonbahar rüzgârıyla dalgalanıp onun göğsüne çarpıyor. Uçuşan saçlarımı okşuyor.

Nurhan İncir
Unutulmaz

Nurhan İncir

1992 yılında İstanbul’da doğdu. Dumlupınar İlköğretim Okulu’ndan sonra Behçet Kemal Çağlar Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. Sonrasında Gaziantep Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Bölümü’nü ve ardından ikinci kez üniversite sınavında Beykent Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’ni kazandı.
Evli ve iki çocuk annesidir.

Birinci Bölüm
“Akşam Ne Yapacağım!”

Çocukların hepsi neşeli ve güzeldi. Oradan oraya koşturup duruyorlar, yorulmak bilmiyorlardı. Evlerin arasından güneş gülümsüyordu sanki onlara. Saatler sonra mahalle sessizdi. Neşesiz, perişan ve güneşsiz. Akşam olmuştu. Çocuklar ve mahalle güneşe veda edip çekilmişlerdi kendi dünyalarına. Bense bugün dışarı hiç çıkmamıştım. Evin balkonunda gün boyunca kitap okuyup çocukları seyretmiştim. Burası eski evlerle dolu, tedavi edilmesi gereken hastalıklı bir insan gibi onarılmayı bekleyen bir mahalleydi. İçeri girdim. Yorgundum, yatağa uzandım. Eşref’i düşünmeye başladım. Bugün hiç konuşmamıştık onunla. Saatler sonra bedenim, duygularım, düşüncelerim teslim etmişti kendini uykuya. Sabah olmuştu. Yataktan kalkıp elimi yüzümü yıkadım. Mutfağa gidip bir şeyler yedikten sonra üstümü giyip dışarı çıktım. Hava çok güzeldi. Okula gidiyordum. Yetimhanede büyümüş ve gerçek annemin babamın kim olduğunu bilmeden gelmiştim bu yaşıma. Muğla’ya üniversite okumak için gelmiştim. Edebiyat öğrencisiydim. Okula yarım saatlik mesafede olan bu mahallede kendime ev tutmuştum. Okuldan sonra çalışıyor, bir şekilde hayatımı sürdürmeye gayret ediyordum.
Bir el omzuma dokundu, irkildim. Eşref’ti bu. Her zamanki gibi tebessüm ediyordu. Bakışları beni hayata bağlıyordu sanki. Gözleri hayat doluydu. Sarıldık ve yürümeye devam ettik. Birdenbire önüme geçip, “Akşam diyorum, seni bizimkilerle tanıştırsam ne dersin?” dedi. Sesi hiç olmadığı kadar kararlıydı.
“Nasıl yani, hemen bu akşam mı?”
Yürümeye devam ettik.
“Evet bu akşam. Zaman çabuk geçiyor, eşyalar eskiyor, yenileniyor, telefonlar çalıyor, susuyor, insanlar doğuyor, hayat gidiyor. Artık tanışmalısın. Tamam, değil mi?”
Tebessümle cevap verdim:
“Tamam, geleceğim.”
Ben sevincini aşırı yaşayan, sevinç çığlıkları atan tez canlı biri değildim. Aksine durgun, sessiz, sevincini içinde yaşayan tiplerdendim. Bunda bana sunulan hayatın etkisi çok olsa gerek. Eşref’le birinci sınıfta tanışmıştık ve hâlâ arkadaşlığımız devam ediyor. Sevgiliyiz yani. Eşref benim için hayat demekti. Uzun boylu, esmer, buğday tenli her kızın ilgisini çekecek kadar çekici ve iyi biriydi. Bazen kendimi onun yanında kötü hissediyordum. Benim gibi içine kapanık biriyle gerçekten mutlu muydu? Daha neşeli, hayatın her şeyinden mutlu olan cıvıl cıvıl, hayat dolu bir kız yakışmaz mıydı yanına?
Okula geldiğimizde Eşref’le ayrıldık. O kendi bölümüne, mühendislik fakültesine doğru gitti. Bense kendi fakültemin önündeydim zaten. Sınıfa girdim, amfinin en arkasının bir ön sırasında oturan Hasret’i gördüm, yanına gittim. Çantamı yanıma koyup onu öptüm.
“Nasılsın?”
Yüzünde gülücükler dans ediyordu, göz kırptıktan sonra cevap verdi:
“İyiyim, sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim. Eşref’le yürüdük okula kadar.”
Tek kaşını kaldırıp dudaklarını oynattı:
“Hım…”
Hasret sınıftaki tek sırdaşımdı. “Bu akşam Eşref beni ailesiyle tanıştırmak istiyor,” dediğimde gözleri açıldı:
“Ne ciddi misin? Kızım bu çok iyi bir haber. Hep konuşuyorduk ne zaman olacak diye. Burada ne işimiz var gidip hazırlan. Kıyafet bakalım, saçını başını yaptıralım.”
Dudaklarımı ısırıp parmaklarımla oynuyordum, yanaklarım allanmıştı. Utanmıştım sanki.
“Ya ben nasıl gideceğim, utanırım, ne giyeceğimi bile bilmiyorum. Ben bir anneye babaya nasıl davranılır bilmiyorum bile. Anne ve baba kavramları hep nefessiz kalmama neden olmuştur. Boğazım daralır, elim ayağıma dolaşır öylece kalırım olduğum yerde.”
“Tamam tamam telaşa gerek yok sakin ol. Utanılacak bir durum yok. Heyecan, endişe yapacak bir şey de yok bunda. Şimdi bir iki derse girelim, sonra eve gidip akşam için hazırlayalım seni. Hem ders boyunca düşün, kendini rahatlat. Endişenden kurtulmaya çalış. Bak burada da bir sürü arkadaşımız, var onlar da aynı şeyleri yaşamıştır ya da yaşayacaktır bir gün. Bu çok endişe edilip kaçınılacak bir durum değil.”
Hasret çok cesur, düşündüğünü hemen söyleyen, çekinme, utanma kaygıları olmayan tatlı, sempatik bir kızdı. Onunla birinci sınıftan beri dosttuk. Bir iki dersten sonra üniversiteden çıktık. Hasretlerin evine gidip kıyafet bakacaktık. Eve geldiğimizde Hasret ocağa çay suyu koydu. Sonra odaya geçip, gardırobun kapağını açıp kıyafetlere bakmaya başladık. Ben siyah ve koyu renklere bakıyordum her defasında. Hasret’se aksine açık renkleri gösteriyordu.
“Kızım yas mı tutuyorsun? Baktığın kıyafetlere bir bak, bir tane renk yok. Siyah, siyah, siyah, ya da siyahtan biraz beri gelen tonlardasın. Renksizlik içinde kaybolacaksın, yas tutmaya mı gidiyorsun yoksa sevdiğin insanın ailesiyle tanışmaya mı?”
Düşünceliydim, Hasret’in gözlerinin içine bakıp cevap verdim:
“Peki, tamam tamam. Hadi kırmızı, beyaz, mor, yeşil, ser bakalım şöyle.”
Memnun bir ifade yerleşti suratına.
“Heh işte bu ya, işte bu!”
Kırmızı, dizüstü, hafif göğüs dekolteli, askılı bir elbise dikkatimi çekmişti.
“Şu kırmızı elbise güzel olur gibi sanki.”
“Dene bir kuzum, bakalım nasıl olacak.”
Gözlerimin takıldığı elbiseyi elime aldım ve giydim. Odada duran boy aynasının karşısına geçtim ve kendimi seyrettim. Uzun, düz, sarı saçlarım boynumdan aşağı uzanıyordu. Beyaz tenime kırmızı elbise çok güzel yakışmıştı. Hasret dayanamadı:
“Gerçekten bravo arkadaşıma. Bu ne güzellik yahu, gözlerim kamaştı. Bak bir de gidip kendini siyahlara bürüyordun. Vazgeç iç karartıcı renklerden. Kendini hapsetme. Bırak geçmişini. Kendini renksizliğe mahkûm etme. Hep koyu renklerdesin. Rengârenk giyin.”
Ona içtenlikle sarıldım:
“Çok teşekkür ederim canım bir tanecik arkadaşım, dostum, her şeyim. İyi ki seni tanımışım. Bana her zaman moral veriyorsun, yanımda oluyorsun.”
Tam bu sırada mutfaktan sesler geliyordu. Çay suyu çoktan kaynamış, taşıyordu. Ufak bir çığlık kopardı Hasret:
“Eyvah çayı unuttum!”
Çay demlendikten sonra masaya oturduk. Hem çaylarımızı yudumluyor, hem sohbet ediyorduk. Hâlâ akşamı düşünüyordum, endişeliydim:
“Akşam ne yapacağım, nasıl davranacağım bilmiyorum. Sen biraz aklı ver bana.”
Hasret hâlâ tedirgin olduğumu görüyor, nasihat vermeye devam ediyordu. Bana çok değer verirdi. Aslında hakkımdaki her şeyi biliyordu. Nasıl bir çocukluk yaşadığımı, nasıl büyüdüğümü, nelere özlem duyduğumu ve bana sunulan hayatın izlerinin her ânıma yansıdığını bilirdi ama belli etmek istemezdi. Kolay kolay herkesin içinde ağlamazdım mesela ama ya yalnızken? Hasret, çoğu gece sabahlara kadar gözyaşlarıma şahitlik etmişti ve benim hiçbir hareketimi yadırgamazdı. Utangaç ve endişe dolu oluşum hep bu yüzdendi.
“Heyecan yapma, utanma, sakin olmaya çalış. Sevdiğin insanın ailesiyle tanışacaksın bu çok güzel bir şey. Kendini sıkma, aklına binbir soru yükleme. Sıfır düşünceyle çık yola.”
Tam bu sırada kapının kilit açma sesi duyuldu. Hasret’in annesi girdi içeri. Hasret’ler de buralıydı. Annesiyle burada yaşıyorlardı ve şansına oturduğu yerdeki okulda okuyordu. Annesiyle selamlaştıktan sonra Hasret’le vedalaşıp evime gittim. Aldığım kırmızı elbiseyi giydim, eve gelirken yaptırdığım saçlarımın bozulmaması için çok özen gösteriyordum. Tamamen hazır olduğumda camdan dışarıyı izliyordum. Bir araba evin önünde durdu. Bu, Eşref’ti. Aman Allah’ım, kalbim yerinden çıkacaktı sanki. Ben şimdiden böyleysem biz evlendiğimizde düşer bayılırdım herhalde. O zaman ne yapacaktım? Camdan kafamı çektim, odada duran aynaya son bir kez bakıp, çantamı alıp dışarı çıktım. Eşref, kıyafetime şöyle bir baktıktan sonra kafasını salladı:
“Hımm, bu ne güzellik prenses? Bilseydim böyle olacağını seni baloya götürürdüm.”
“Yaa dalga geçme!”
“Dalga geçmiyorum sevgilim, gerçekleri söylüyorum.”
Eşref arkadaşının arabasını almıştı. Arabada elimi tuttu, yanağıma bir öpücük kondurdu. Parlayan gözleriyle gözlerimin içine baktı ve “Seni seviyorum,” dedi. Bunu söylerken gözleri yıldız gibiydi sanki. Hiç bu kadar parlayan güzel gözler görmemiştim. Sol eli direksiyondaydı, sağ eliyle elimi tutup parmaklarını parmaklarıma geçirdi, ayrılmaz bir kördüğüm oluştu birleşen ellerimizde.
“Çok heyecanlısın, ellerin titriyor hissediyorum. Bu kadar heyecanlanacağını tahmin etmiyordum. İstersen başka bir gün gidelim.”
“Hayır gidelim, bugün olmazsa başka bir gün tanışacağım nasıl olsa. Hem heyecanımı yenmeliyim, hep böyle olamam. Gidelim sevgilim geri dönme.”
Arabada slow bir şarkı çalıyordu. Eşref arabayı az ilerde durdurdu. Çalan şarkıyı kapattı. Bana döndü, sağ eliyle çenemi tutup yanaştı ve öptü.
“Bak gerçekten gitmek zorunda değiliz, kendini hazır hissettiğin bir gün gidelim istersen düşün biraz.”
Kafamı iki yana sallayarak cevap verdim:
“Yo hayır gidelim, heyecanım azalıyor. Lütfen gidelim, artık tanışalım.”
Eşref arabayı ağır ağır sürüyor, bir yandan da bana bakıyordu arada. Heyecanım yavaş yavaş azalıyordu. Hem bu kadar heyecan yapmak Eşref’i de korkutacaktı. Tanışmada böyleysem ilerde nasıl olacağım? Akrabalarıyla tanıştırdığı zamanda da böyle olursam artık bıkar benden. Kim katlanabilir sürekli bu ruh halime? Derin bir nefes aldım, oturmaktan kırışan elbisemin eteklerini düzelttim. Eşref’e baktım kararlı gözlerle:
“Evet artık gerçekten hazırım. Heyecan falan kalmadı.”
Eşref bir kahkaha attı:
“Yalan söylemeyi beceremiyorsun yavrum sen. Şu an gerçekten hiç heyecanın yok mu?”
Boğazım gıcıklanmışçasına yutkundum birkaç saniye:
“Yok tabii ki. Al bak ellerime, titriyor mu? Peki ya kalbim, dinle bakalım atıyor mu hızlıca?”
Gerçekten de heyecanımın azaldığına karar vermişti Eşref:
“Tamam tamam inandım yavrum.”
Birkaç saniye sonra iki katlı, siyah bahçe kapısı olan evin önünde durduk. Eşreflerin evini daha önce görmüştüm ama ilk kez girecektim içeriye. Eşref arabayı durdurup indi. Derin bir nefes aldıktan sonra kapıyı açtım. Sağ bacağımı dışarıya atınca, Eşref ellerimden tuttu ve inmeme yardım etti. Arabadan inince bana sarıldı.
“Hazır mıyız sevgilim?”
“Evet sevgilim hazırız.”
Siyah kapının önünde iki üç basamaklı bir merdiven vardı. Eşref’le el ele çıktık basamakları. Evin zilini çaldığımızda kapıyı uzun boylu, kumral, güzel bir kadın açtı. Eşref sağ eliyle buyurun dercesine beni önden ağırladı eve. Sonra elini annesinin omzuna attı:
“Anne, işte aylardır bahsettiğim sevgilim Füsun.”
Eşref’in annesi Makbule Hanım bana sarılarak, “Hoş geldin kızım,” dedi.
Çekimserlikle cevap verdim:
“Hoş bulduk.”
Annesi yaşına rağmen bakımlı ve çok güzel bir kadındı. İnsanın dikkatini çekiyordu. Hep beraber kapının önünden oturma odasına doğru ilerledik. Koltuğa oturmadan etrafa göz gezdirerek annesine döndü Eşref:
“Babam nerede anne?”
“Sizin için balkonda balık pişiriyor oğlum. İlla ben yapacağım diye tutturdu, laf dinletemedim. Gelir şimdi, oturun siz, benim mutfakta az biraz işim var.”
Koltuğa oturduktan sonra etrafa göz gezdirdim:
“Eviniz çok güzel, eşyaların uyumu, renkler mutlu ediyor insanı.”
Eli ensesindeydi, boynunu okşadı birkaç saniye:
“Bizim evimiz de çok güzel olacak yavrum merak etme.”
Tebessüm ederek karşılık verdim. Balkon kapısının açılmasıyla elinde pişmiş balıklarla gözlüklü, beyaz saçlı, renkli gözlü bir adam girdi içeri. Elindekileri salonun ortasında duran masanın üzerine bıraktıktan sonra kafasını kaldırıp bize baktı:
“Hoş geldiniz gençler?”
“Hoş bulduk baba, sizi tanıştırayım, arkadaşım Füsun.”
“Tekrar hoş geldin kızım.”
“Hoş bulduk teşekkür ederim.”
Masanın üzerine bıraktığı, balıkların durduğu tabağı eline aldı:
“Siz oturun ben şunları mutfağa bırakıp geleceğim.”
“Tamam baba.”
Salonda Eşref’le yalnız kalmıştık. Aynı koltukta yan yana oturuyorduk. Bana döndü:
“Nasıl, sevdin mi onları?”
“Evet çok sevdim, çok güzel insanlar, kıymetli ve değerliler. Çok şanslısın.”
“Eminim öyleyimdir yavrum.”
O an kendi anne babamı düşündüm. Acaba hangisine daha çok benziyordum, yoksa ikisinden de eşit mi almıştım benzerliklerimi? Onlar nasıl insanlardı acaba? O an neredeydiler ve ne yapıyorlardı? Hangi şehirdeydiler, beraber mi ayrı mıydılar? Birden hafif bir kızgınlık belirdi içimde. Ne olursa olsun beni bırakmak için bir nedenleri olamazdı. Aklımdan binbir soru geçiriyordu. Cevaplarını bulamadığım sorularla uğraşırken Makbule Hanım ve eşi geldi salona. Hep beraber sofraya oturduk. Masa baştan aşağıya özenle hazırlanmıştı. Yemeğe başladığımızda Eşref’in babası Hulusi Bey okulumu sordu:
“Edebiyat okuyorsun değil mi kızım?”
“Evet edebiyat okuyorum, ikinci sınıftayım.”
“Dersler nasıl gidiyor?”
“Güzel gidiyor, çalışıyorum, hiç boş bırakmıyorum.”
“Aferin kızım, en doğrusunu yapıyorsun, tebrik ediyorum seni. Okuldan sonra da çalışıyorsun değil mi?”
“Evet, üniversitenin yakınlarında bir kütüphanede çalışıyorum.”
“Gerçekten seni yürekten tebrik ediyorum güzel kızım.”
“Teşekkür ederim.”
Ağzı yemekle dolu olan oğlunu işaret etti:
“Peki ya o, üzüyor mu seni?”
Eşref’e baktım, gülümsüyordum:
“Hayır üzmüyor.”
“Doğru söyle…”
“Gerçekten üzmüyor.”
“Üzerse gelip bana şikâyet edebilirsin, kulaklarını çekerim.”
Gülmeye başladım:
“Tamam söylerim.”
Ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra eliyle ufak bir alkış patlattı Eşref:
“Bravo, ikili ittifak kurup beni tek başıma sahalarda oynatacaksınız. Anne bir şey desene sen de, sahip çıksana bana.”
“Aman oğlum sen aldırma babanın şakalarına.”
Eşine dönerek devam etti:
“Sen de rahat bırak çocukları, yemeklerini yesinler.”
İştahla yemeğine devam ediyordu babası. Tekrar bana döndü:
“Kızım, Eşref seni biraz anlattı bize. Seni üzecek bir şey sorarsam af buyur.”
“Yo hayır istediğinizi sorabilirsiniz, aklınızda kalacağına cevaplarım ben.”
“Anneni ve babanı hiç görmedin mi kızım sen?”
“Hayır hiç görmedim, ilkokul ve lise öğretimimi Bilecik’te tamamladım. Yurda teslim edildiğimde bir buçuk yaşlarındaymışım. Anne ve babam hakkında çok şey öğrenmek istedim ama tek bir bilgiye ulaşamadım. Yurtta büyüyüp aklım erene kadar çok görevli değişti. Hiçbirinin bilgisi yoktu beni bırakan kişiler hakkında. Sadece bana ait olan nüfus cüzdanı bilgilerim var. Adım Füsun, anne adım Nükhet.”
Makbule Hanım boğulurcasına öksürmeye başladı. Boğazında yemek kalmış olmalıydı. Zor şer su içerek kendine geldi. Gözlerinden yaşlar akana kadar öksürtmüştü boğazında kalan şey. O kendine geldiğinde anlatmaya devam ettim:
“Baba adım Salim, esas memleketim Manisa. Bilecik’e nasıl geldim, kim tarafından bırakıldım, annem babam kimler, şu an neredeler, ne yaparlar bilmiyorum.”
Derin bir konuya girdiğini anlayan adam ufak bir öksürüşle sesini düzeltti:
“Kusura bakma kızım, seni üzdüm.”
“Hayır böyle düşünmeyin, bu benim hayatım. İnsan hayatını anlatırken üzülür belki ama anlatmaktan kaçmamalı.”
Ortamı tekrar neşelendirmek için birkaç girişimde bulundu Makbule Hanım:
“E hadi herkes yemeğini yediğine göre çaylarımızı içelim değil mi?”
Sofrayı toplamaya Makbule Hanım’a yardım ettim. Bu sırada Eşref ve babası balkona çıkmışlardı. Eşref sigara içiyor, babası da gece lambalarının aydınlattığı sokağa bakıyordu. Çay sofrası kurulduğunda Makbule Hanım balkona gidip Eşref’le Hulusi Bey’i çağırdı içeriye:
“Haydi beyler çaylar hazır.”
Çikolatalı kek yapmıştı Makbule Hanım. Güzel olduğu kadar maharetliydi de. Boş yere o kadar heyecan ve endişeye kapılmıştım, çok alıştım bu aileye, çok sevdim. Daha önce huzuru ve mutluluğu böylesine hissetmemiştim. Benim içimde hep karlar yağardı, karları durdurduğum zaman yağmurlar devreye girerdi. Ama bu ev baştan aşağıya güneşle boyanmıştı. Dört bir yanı sıcacık, insanın içini ısıtan sapsarı bir güneşle.
Çay sofrasının etrafında yerlerimizi aldık. Çayımı yudumlarken Eşref şöyle bir bakış attı bana. Sarı saçlarımı toplamış, siyah bir tokayla tutturmuştum. Minik yüzümde mutluluk görmüştü, mutlu olduğumu hissetmişti. Eşref beni bir başka seviyordu. Ürkektim, doğaldım, kibar sayılırdım, onun dikkatini bunlar çekmişti. Tüm sınıf dersteyken ansızın içeri girmiş, tüm sınıfın önünde beni sevdiğini söylemişti. Sınıfın alkışlarıyla beraber utancından kafasını önüne eğip yanaklarının pembeliğini kimseye göstermemeye çalışan bu kızı hâlâ çok seviyordu. O günkü gibi hissediyordu. Eşref’in okulda son senesiydi. Üniversiteye iki sene geç başlamış, istediği bölüm için iki sene beklemişti. Yirmi beş yaşındaydı. Aramızda altı yaş vardı. Ben henüz ikinci sınıf öğrencisiydim.
Kolundaki saate baktı Eşref:
“Saat epey geç olmuş, biz kalkalım, Füsun’u eve bırakacağım.”
“Tamam oğlum,” dedi Hulusi Bey. Masadan kalkıp hep beraber kapıya doğru yürüdük. Vedalaşma vaktinde Makbule Hanım bana sarıldı:
“Artık tanıştık, sevdik birbirimizi, yine gel kızım.”
“Tamam, çok teşekkür ederim her şey için, ben de sizleri çok sevdim.”
“Rica ederim kızım ne yaptık ki? Hep beraber güzel bir yemek yedik. İlerde daha da güzel şeyler yaparız umarım.”
Hulusi Bey söze karıştı:
“Bundan sonraki balıkları senin elinden yiyeceğiz ona göre. Pişirme sırası sende.”
Hafifçe utanarak, “Peki tamam, bundan sonra bende,” dedim.
“Sakın ha unutmayasın balıkları.”
“Yok unutmayacağım, her şey için çok teşekkür ederim, elinize sağlık her şey çok güzeldi.”
Arabaya bindik. Elimi tutup bir öpücük kondurdu Eşref:
“Bak, heyecan ve panik yapacak bir şey yokmuş değil mi? Memnun kaldın mı her şeyden? Seni üzen bir konuşma olmadı değil mi?”
“Evet, o kadar heyecanı boş yere yapmışım. Ailen çok güzel, çok sıcak, samimi, içten. Çok sevdim aileni.”
“Onlar da seni sevdiler inan bana, hem artık onlar senin de ailen.”
Arabayı çalıştırıp yola devam ettik. Bu kez şarkı çalmıyordu. Eşref bana döndü:
“Bu sene okuldan mezun olup askerlik görevini de tamamladıktan sonra artık işimi yapmaya başlayacağım. Senin de okulun bittikten sonra evleniriz. Sen okulunu bitirene kadar ben tamamen mesleğimi elime almış olurum, oturacağımız evimizi geleceğimizi her şeyimizi bir düzene koyarım. Evlendikten sonra hiçbir sorunla uğraşmayız.”
“Tamam sevgilim.”
İçim burkuldu, Eşref askere gittiği zaman kaç ay görmeyecektim onu. Okulun ilk yarısıydı henüz ama zaman çabuk geçiyordu. Eşref’in askere gideceğini düşündükçe gözlerim doldu. Eşref üzüldüğümü fark etti:
“Yapma böyle sevgilim, daha kaç ay var, hem ben kısa dönem yapacağım biliyorsun. Diğer türlü olsaydı o zaman daha kötü olacaktı öyle düşün bir de.”
“Evet haklısın aslında.”
İçimdeki burukluğu yok etmişti, ona sarılıp öptüm. Arabanın hızını yavaşlatmıştı çünkü evimin sokağına giriyorduk. Evimin önünde durduk. Tekrar sarıldım ona, öptüm ve ardından indim arabadan. Hafifçe eğildim:
“İyi geceler sevgilim, bu akşam için sana çok teşekkür ederim, iyi ki gitmişiz.”
Avucumun içine öpücük kondurup sevdiğim adama yolladıktan sonra eve doğru yürüdüm. Çok yorulmuştum. Aslında çok iş yaptığım için ya da çok koşturmacalı bir gün yaşadığımdan değil. Heyecan ve sorular yormuştu bedenimi. Heyecan yapacak ne vardı sanki, boş yere telaşlanmışım. Ne kadar güzel bir ailesi vardı. Ciddi düşünen her insan ister birbirlerinin aileleriyle tanışmayı. Hem bu kadar huzurlu ve mutlu bir aileyle tanışmak her şeyden güzeldi. Daha da şanslı hissetmeliyim kendimi. Mutlu olmalıyım. Elbiseyi çıkarıp eşofmanlarımı giydim. Düz pembe terliklerimi ayağıma geçirip elimi yüzümü yıkadım. Kendime bir kahve yapıp balkona geçtim. Dışarısı karanlıktı. Mahalleyi aydınlatan sokak lambaları vardı. Mahallede tek bir çocuk bile yoktu, oysa gündüzleri tam tersi, mahalle cıvıltı içinde oynayan çocuklar ve yaşam izleri ile dolu olurdu. Ama akşam öyle değil, herkesin köşesine çekilip dinlenme vaktidir akşam. Benim hayatım da akşam gibidir. Karanlık ve siyah. Gündüz olduğunu hiç görmedim hayatımda. Annesiz ve babasız büyüyüp tek başına yaşamaya çalışmanın neresinde olabilir aydınlık. Eşref’in ailesine çok özendim. Kıskanmak değildi hissettiğim. Bedenimin aç olduğu bir sevgiyi başka yerlerde görüp yokluğunu hissetmenin verdiği bir sızıydı. Kıskanmak çok başka bir şeydi. Ben sadece özendim. Kıskanmadım.

“Bitmesi Gerekiyor”
Eşref’ten sonra hayatımda çok şey değişmişti. Hayatıma giren tek erkekti o. Bir babamın olmayışını da sindirebilmiştim bazen onun sayesinde. Onun bende yeri çok başkaydı, bambaşka. Üniversiteye gelene kadar hayatım kâbus gibiydi. Kendimi kitaplara, derslere vermiştim. Kurtuluşum kitaplardaydı. Evet o kitaplar sayesinde bir yere geldim ve burada kurtuluşumu buldum, Eşref’i.
Yurtta kaldığım zamanlarda bir arkadaşım vardı, Goncagül. Aklıma düşmüştü, kim bilir neredeydi. Onu bir aile alıp gitmişti. Umarım ismini tam manasıyla yaşıyordur. Gülüyordur, mutludur. Ben de ismimi yaşadım hep, Füsun’la, efsunla, hüzünle yoğruldum. Ama artık kendime başka güzel bir isim bulmak istiyordum. Kimsenin bilmediği, sadece kendi içimde yaşatacağım bir isim. Birkaç saniye gözlerimi kapatıp düşündüm. Kendime Ala ismini koydum. Bundan böyle sadece benim bildiğim, içimde yaşayan bir Ala kız olacaktı. Anlamı gibi rengârenk olacaktı, çok renkli. Hiç kimse bilmeyecekti bu adımı.
Üniversiteye geldiğimde kendimi çok yalnız hissediyordum. Okula kayıt olmaya gelirken Bilecik’te liseden arkadaşımın ailesi bana yardım etti. Bu evi bulmama, tutmama. Ben burada işe girene kadar bana maddi açıdan çok yardım ettiler. Sağ olsunlar onlar da iyi insanlardı. En başlarda çok zor alıştım bu hayata. Alışmamda arkadaşım Hasret’in etkisi çok büyüktür ve tabii ki Eşref’in de. Okuldan sonra kütüphanede çalışmak beni yoruyor ama çalışmak zorundayım.
Sabah, güneşin hâkim olduğu, insanlara huzur vermeye gayret eden bir havayla aydınlanmıştı gece. Hava güzeldi. Dışarıdaki sesler, koşuşturmacalar, çalışan, duran arabalar. Yataktan kalktım ama boynum tutulmuştu. Saçlarımı atkuyruğu yaptım, aynaya bakıp kendime gülümsedim. Okula gitmem ve Hasret’ten aldığım elbiseyi de ona geri vermem gerekiyordu. Kahvaltımı yaptım, kapıları kilitleyip evden çıktım.
Hem yürüyor hem de geçen akşamı düşünüyordum. Hasret şimdi tonla soru hazırlamıştır bana, her şeyi ayrıntısına kadar sorar. Okulun bahçesine girdim. Fakülteye doğru yürüyordum. Etrafıma bakınıyordum ama Hasret gözükmüyordu. İçeri girip sınıfa çıktım. Sınıfta da yoktu. Daha gelmemiş. Fakültenin kapısına geri dönüp, içecek dolabına bozuk para atıp soğuk bir şey aldım, bahçedeki banka oturdum. Tam o sırada Hasret’in yanıma doğru geldiğini gördüm.
“Müstakbel gelin Füsun Hanım günaydınlar.”
Tepede duran güneş suratına vuruyordu, gözlerini kısmış bana bakıyordu.
“Sana da günaydın Hasret Hanım, sınıfa girelim de orada konuşalım. Ders başlamak üzere kaçırmayalım.”
Hasret’in sesi her zamanki gibi neşeliydi.
“Tamam hadi girelim o zaman sınıfa.”
Sınıfın kapısı kapalıydı. Kapıyı açıp arka sıraya doğru yürüdük. Hasret’in gözleri yanıyordu, geçen gece çok geç uyumuş, sabaha kadar film izlemişti. En arka sıraya oturduk. Çantalarımızı oturduğumuz sıranın yanına iliştirdik. Kitaplarımızı çıkarıp masanın üzerine koyduk. Hasret’in gözleri uyumak istiyordu ama o aldırış etmiyordu. Çantasından çıkardığı sudan avucunun içine biraz alarak yüzüne serpiştirdi. Kalan suyu masanın üzerine bırakarak bana döndü:
“Ben de bir kere erkek arkadaşımın ailesiyle tanışmıştım ama hiç böyle değildim, hâlâ anlatmayacak mısın?”
Neşeli sesinde bu kez sitemkâr bir ifade vardı.
“Tamam tamam anlatıyorum. Heyecanım ve telaşım gerçekten yersizmiş. Bunu anladım. Neredeyse kalbim yerinden çıkacaktı gitmeden önce ama gittikten sonra ortamı çok sevdim. Eşref’in aile ortamı gerçekten çok huzurlu. En başta çok heyecanlıydım ama zaman ilerledikçe geçti. Ailesi çok saygıdeğer, sevecen, sıcak ve cana yakın bir aile. Çok güzel karşıladılar ve ağırladılar beni. Annesi çok güzel bir kadın, çok asil duruyor. Etkileyici bir vücut diline sahip. Babası da renkli gözlü, beyaz saçlı çok iyi bir adam. Esprili, sohbeti hoş bir adam. Saatlerce konuşsa insanın canını sıkmaz sohbeti. Çok anlayışlılar, sevdim, çok mutlu oldum gittiğim için hâlâ da çok mutluyum.”
“Başka neler konuştunuz? Seni sevdiler mi?”
Hasret’e baktım:
“Anlatıyorum ya zaten dinlemiyor musun?”
“Ya hayır kuzu sabaha kadar film izledim, çok uykusuzum gözlerim yanıyor, o yüzden algı sorunu yaşıyorum sen anlat.”
“Aferin, çok iyi yapmışsın sabaha kadar film izlemekle.”
“Ya ama çok güzeldi bırakamadım.”
“Eve gidince uyu, ben de Eşref’le hiç konuşmadım bugün. Okulun çıkışında işe gitmeden önce buluşacağız. Anladığım kadarıyla beni sevdiler ama kesin olarak Eşref’le konuştuktan sonra anlaşılır.”
Hoca ders anlatıyor, bizse muhabbet ediyorduk. Biraz sonra ders sona erdi ve okulun dışına kadar Hasret’le yürüdük. O eve gitti, bense Eşref’i bekliyordum. Nihayet gelmişti ama morali bozuk gibiydi sanki. Bakışlarımı yere düşürdüm, yaslandığım duvardan doğruldum.
“İyi misin?”
“Evet, sen iyi misin?”
“İyiyim ben de. Hiç konuşmadık bugün annen baban ne dediler hakkımızda?”
Suratı düşmüştü, eliyle çenesiyle oynadı:
“İstersen bir yerde oturalım konuşalım, böyle ayaküstü olamayacak.”
Kötü bir şeyler olduğunu tahmin etmiştim:
“Tamam olur, oturalım.”
Yan yana yürüyorduk. Moralim bozulmuştu, içimden kimsenin duyamayacağı şekilde konuşuyordum. Yüreğimdeki ışıklar sönüyordu. Beni istememiş olabilirler, peki o zaman dün neden o kadar sıcak davrandılar? Belki de Eşref’i benim yanımda rencide etmemek için öyle davrandılar. Ben de kendimi kaptırdım. Ailesinin, anne babasının kim olduğunu bile bilmeyen birini istemezlerdi herhalde. Beni tekrar davet etmeleri de Eşref’in hatırı için miydi? Mutluluklarım neden bir külah dondurma kadar kısa. Mutluluklarım an meselesi. Bir varlar bir yoklar. Bir külah dondurma da eridi yok oldu. O kadar sevinmiştim oysa. Bana kendi ailem bile sahip çıkmazken bir başkası neden istesin, bunu hiç düşünmemiştim.
Hiç konuşmadan, öğrencilerin çok sık gittiği, okulun karşı caddesindeki kafeye doğru ilerledik. Kafenin üst katına çıkıp caddeye bakan masaya oturduk. “Evet,” dedim, “konuşalım şimdi dinliyorum seni.”
“Her şey değişti,” dedi. İki eliyle oynuyordu. “Ailem…” dedi ve sustu. Derin bir nefes aldıktan sonra gözlerime baktı. “Olmayacak Füsun. Seni daha fazla üzmek istemiyorum.” Arkasına yaslandı:
“Beni çok iyi dinlemeni istiyorum. Belki önceden her şey çok güzeldi ama şu an değil. Yani dün geceden sonra her şey tamamen değişti. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Bitmesi gerekiyor. Sana ailemin dediklerinin hepsini anlatıp daha da üzmek istemiyorum. Sadece bitmesi gerekiyor.”
Dişlerimle dudaklarımın içini, yanak boşluğumu ısırıyordum, bir yandan da masanın altındaki ellerimi ovuşturuyor, parmaklarımı birbirine geçiriyor, çekiştiriyor, acıtıyordum. Kalbimin acısının gün yüzüne çıkmasını istemiyordum. Kendimi çok kötü ve gururuyla oynanmış hissediyordum. Ağzımın içinde kan tadı hissettim. Isırmaktan etlerim kanamıştı. Ağzımdan tek kelime çıkmıyordu, çıkamıyordu. Akşamki mutlu aile tablosu, yerini eşini kaybetmiş ve başında bekleyen, çırpınan bir kuşunki gibi acı tablosuna devretmişti. Kendimi çok zor tutuyordum. En sonunda gözlerimden iki damla düştü çekiştirip durduğum parmaklarımın üstüne. Kendimi toparlayıp hiçbir şey demeden masadan kalktım. Çantamı eline aldım ve tam o sırada alkış sesleri koptu kafede. Bütün kafe müzikle ve çığlıklarla inliyordu. Bu neyin nesiydi böyle? Eşref yerinden kalkıp bana sarıldı. Herkesin içinde beni öptükten sonra yerden kaldırıp kucağına aldı. Etrafında döndürmeye başladı. Dönerken Hasret’i gördüm. Neler oluyor, Hasret eve gitmemiş miydi? Başım çok kötü döndü. Kötü olduğumu fark eden Eşref beni döndürmeyi bıraktı. Masaya geri oturdum. Dönen başımı durdurmak için elimi alnıma dayadım. Dirseğimi masaya yasladım. Gözlerimi kapattım. Çekiştirmekten kızaran ellerimi fark etti Eşref. Kendisine lanet etti. Lanet kelimesini hiç kullanmazdı ama ilk defa kendisine lanet etti. Böyle saçma bir şaka yaptığı için. Buraya kadar gelmeden son vermeliydi ya da hiç yapmamalıydı. Yüreğinin çok acıdığını hissetmişti. Zaten kalbim çok yaralıydı. Bir de anlamsız bir şakayla beni ne hale sokmuştu. Arkasına dönüp el işaretiyle kafedeki zımbırtının sesini durdurdu. Kendisine en ağır hakaretleri yapsa az bile kalırdı. Yavaşça ve suçunu bilir bir mahcuplukla oturdu karşımdaki sandalyeye. Hasret de şakanın sonucundan hiç hoşlanmamıştı. Beni bu derece üzen bir şakanın içinde yer aldığı için kızdı kendine. Hasret de üçüncü sandalyeyi çekip oturdu sessizce. Yavaşça omzuma dokundu:
“Özür dilerim. Şaka yapmak istemiştik ama çok ileri gittik galiba. Seni bu kadar üzen anlamsız bir şaka yaptığımız için özür dilerim.”
Üçümüz de masada oturuyorduk. Önce Hasret’e, ardından Eşref’e baktım, bir şey demedim. Eşref o kadar pişmandı ki sevdiği kızı bu kadar üzdüğü için, ağzından laf çıkmıyordu. Boğazına bir şey takılmıştı konuşmasını engelleyen. Sadece dışarı bakıyordu. Hasret Eşref’in de gözlerinin dolduğunu fark etti. Durumu toparlamanın kendisine düştüğünü anladı. Yutkunduktan sonra, bana tekrar döndü:
“Seni çok üzdük gerçekten ama amacımız sana şaka yapmak ve ardından seni sevindirecek bir şey yapmaktı. Ama yapamadık, bırakılması gereken yerde durmadı, devam etti ve senin canını çok yaktık. Bunu görebiliyorum. Ufak dediğimiz bir şakanın böyle olabileceğini görebilseydik böyle bir şeyi yapmazdık. Bizi affet.”
Olayın şaşkınlığını üstümden attıktan sonra arkadaşımın ve sevdiğim adamın yapmak istediği şeyi anladım ve üzüldüklerini de. Arkadaşıma döndüm, yüreğimdeki acı soğumuştu:
“Tamam, bir şey demedim ama böyle bir şakayı kaldırabilecek biri değilim ben. Şu an çok mutluyum, şaka olduğunu öğrenmek bile yeter, unutturur geçen dakikaları.”
“Tamam, tekrar özür dilerim kuzum.”
“Tamam, geçti artık özür dilenecek bir şey yok, unut gitsin.”
Hasret, gözleriyle Eşref’i işaret etti. Eşref’in de çok üzüldüğünü biliyordum. Hasret bizi yalnız bırakmak istedi. Mahcup bir surat ifadesiyle bize baktı:
“Ben gidiyorum kuzum. Görüşürüz.”
“Tamam, dikkatli git.”
Eşref’in yanındaki sandalyeye oturdum. Kafamı eğdim ve onun gözlerine baktım. İki damla, gözlerinden düşmemek için birbiriyle kenetlenmişti adeta. Elimle suratını doğrulttum hafifçe:
“Bırak aksınlar, tutma.”
Gözlerini kapattığında pişmanlıktan yumruk yaptığı ellerinin üstüne düştü o iki damla yaş. Çantamdan çıkardığım mendille sevdiğim adamın gözlerini sildim:
“Bana yapmış olduğun şaka için çok teşekkür ederim sevgilim, çok üzdün ama ikimiz de birbirimizin değerini anladık. Sen beni üzmenin ne demek olduğunu, ben sensizliğin ne demek olacağını. İkimizin de hissettiği şey aynıydı. İki damla yaş.”
Beni böylesine bir şakayla üzmenin acısını yaşayan Eşref, yeni doğmuş bebeğini bağrına basan bir baba gibi bağrına bastı beni. Sesi çatallanmıştı:
“Özür dilerim, beni affet.”
“Tamam sevgilim affettim. Sen de şimdi kendini affet, unutalım olur mu?”
Boğazını temizledikten sonra alnımdan öptü ve ellerimi avuçlarının içine aldı. Tek tek okşadı parmaklarımı, sonra hepsine teker teker öpücük kondurdu. Kafeden çıkıp yürüdük. Çalıştığım kütüphanenin önüne gelmiştik. Çantamdan çıkardığım mendille burnumu kapattım ve hapşırdım. Mahcupluğunu tamamen üzerinden atamayan Eşref bana baktı:
“Hasta mı oldun sen?”
“Yo önemli bir şey yok sevgilim.”
“Hem çalışıp hem okuman hoşuma gitmiyor, keşke her şey daha farklı olabilseydi.”
“Mecburum sevgilim.”
Gözlerimin içine baktı:
“Sana söz veriyorum, evlendiğimizde sen hiç yorulmayacaksın. Her şeyi beraber yapacağız seninle. Hayatı dolu dolu birlikte yaşayacağız.”
“Sana inanıyorum sevgilim.”
Kütüphanenin önünde dakikalarca bakıştık. Bana sarıldı ve uzaklaştı. Sevdiğim adamın arkasından bakakaldım. Gerçekten çok zordu hem çalışmak, hem okumak, hem yaşamaya çalışmak, hem de hayatta yalnız başına, kimsesiz olmak. Kütüphaneden içeri girdim. Yarım saat geç kalmıştım. Hemen görev yerime gittim. Kitapların bölümü karışmıştı. Hepsinin yeri düzenlenecekti. Ağzımın içinin acıdığını hissettim. Kitaplara baktım, karmakarışıktı hepsi. Akademik kitapların durması gereken yerde çocuk kitapları, parapsikoloji, gizem kitaplarının durması gereken yerde popüler bilim duruyordu. Kısaca her şey olmaması gereken yerde duruyor, düzeltilmeyi bekliyordu. Kitapları çok severim ben. Hepsi sırdaşım, yoldaşım, merakım, güldüren, bazen duygulandıran ve ağlatmayı başarabilen yazılardır kitaplar. Hayatın ve yaşamanın kalem ve kâğıt halidir kitap, aslında hayatın ta kendisidir. Saat epey geç olmuştu fakat kitaplar hâlâ bitmemişti. Ertesi gün devam etmek üzere çıktım kütüphaneden.
Eve giderken, yakınlardaki mahalle bakkalından birkaç şey almıştım. Çok yorgundum. Bakkaldan eve çıkarken hafif bir rampa vardı. Ellerimde poşetlerle buradan yürümek daha da yoruyordu bedenimi. Neyse ki rampayı geçtim, evin önüne geldiğimde siyah bir araba gördüm. Çok dikkat etmeksizin bir göz attım. Bu, Eşref’in beni aldığı arabaydı. Eşref’ti bu. Poşetleri evin girişine bıraktım, arabanın yanına gittim. Arabanın kapısını açtım. Sezen Aksu çalıyordu. Şarkının sözleri tam da o günün özetiydi. “Hasret oldu, ayrılık oldu, hüzünlere bölündü saatler/Gördüm akan iki damla yaş ayrılık da sevgiyle beraber.” Arkada fakülteden arkadaşları İhsan’la Ceyhun da vardı. Onlara selam verdikten sonra gözlerimi tekrar Eşref’e çevirdim:
“Hayrola, bu saatte evimin önünde ne yaptığını sorabilir miyim?”
Kafasını kaldırıp cevap verdi:
“Seni özlemiş olamaz mıyım?”
Gülümsüyordum:
“Olabilir tabii.”
“Saatlerin birinde sevdiği kıza şaka yaparken canını yaktığının farkına varan bir adam olamaz mı? Saatin üçü, onu, sekizi. Aylardan eylülü, kasımı. Mevsimlerden kışı, yazı fark eder mi af dilemek için. Af dilemenin zamanı yoktur.”
İki elimi belime koydum bu kez:
“Af dilemeye geldin yani desene.”
Eşref arabadan indi, arkadaşlarına iyi akşamlar dedi ve gönderdi onları.
“Sabah evden ayrıldığımdan beri ayaktayım, dolaşıyorum. Arabayı da arkadaşlarıma teslim ettiğime göre karnımı doyurursun herhalde.”
İşaret parmağımla yanağına birkaç fiske vurdum:
“Sen şöyle biraz bekle, ben bir düşüneyim, karar verirsem olabilir sevgilim.”
Eşref bir kahkaha kopardı ve kolumdan tutup kendine çekti, sarıldı:
“Bugün seni çok üzdüm, biliyorum, yapmamalıydım o şakayı.”
Kafamı kaldırıp ona baktım:
“Olsun geçti artık, hadi eve girelim.”
Bakkaldan aldığım poşetleri yerden aldık, eve girdik. Eşref, iki kişilik koltuğa kendini attı:
“Sen bir şeyler hazırlarken ben gözlerimi dinlendireyim yavrum, hazır olunca seslen.”
Kafamı sallayarak cevap verip mutfağa geçtim. Çay suyu koydum, yanına çabuk olabilecek yiyecekler düşündüm. Sıcak bir çorba kaynatmaya karar verdim, ardından menemen ve patates kızartması. Şehriye çorbası çok kolaydı, hemen hazır olmuştu. Çorba kaynadığı sırada domatesin ve patateslerin kabuklarını soydum. Domateslerin diğer malzemelerini ayarladıktan sonra menemen ocaktaydı artık. Çay suyu kaynamıştı, çayı demledikten sonra altına biraz daha su ilave ederek tekrar kaynaması için ocaktaki yerini bir kez daha aldı demlik. Bu kez de patatesler doğranmış, derin, siyah bir yağ kızartma tenceresinde kızarıyorlardı. Hepsi pişerken yatak odasına gidip eşofmanlarımı giydim. Okul kitaplarımı çantamdan çıkardım ve tekrar mutfağa gidiyordum ki koltukta duran sevgilime baktım birkaç saniye. İçimden sevdim onu çok yüklüce. Kokular evi sarmıştı, mutfağa geçtim tekrar. Her şey hazırdı artık. Sofrayı kurmaya başladım. Her şey tamamen eksiksiz ve hazır olduktan sonra sevgilimin başucuna oturdum. Koltuğun yanındaki fiskosun üstünde duran yapay çiçeklerden birini aldım. Eşref’in suratında gezdiriyordum:
“Gerçekten uyuyor musun sen, yoksa numara mı yapıyorsun?”
Eşref gözlerini araladı:
“Sence?
“Bence çok az uyuyordun.”
“O da ne demek öyle, çok az uyumak? Ne diyorsun yavrum?”
“Ya yani çok derin uyumuyordun, tamamen uyumamış da değildin, gözlerin kapalıydı ama olup bitenleri anlayabiliyordun.”
Yattığı koltukta kollarını açıp gerindikten sonra doğrulup oturdu. Bana baktı ve birden beni tutup koltuğa attı, gıdıklamaya başladı.
“Demek ben numara yapıyorum he?”
Gülmekten konuşamıyordum:
“Tamam tamam numara değildi, lütfen bayılacağım şimdi sevgilim.”
En sonunda bıraktı beni. Lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Masaya doğru yöneldi ve sandalye çekip oturdu:
“Hımm hepsi çok güzel gözüküyor yavrum, ellerine sağlık.”
“Afiyet olsun sevgilim.”
Eşref, menemene karabiber serptikten sonra ekmeği tabağına daldırdı. Sonra çayından yudumladı:
“Annemle babam seni çok sevdiler. Seninle daha güzel vakit geçirmek istediklerini söylediler. İstanbul’daki akrabalarımıza da bahsettiler. Seni aile içinde görmek istiyorlar.”
Elimde çay bardağı, yüzüme mutlu bir ifade yerleşmişti. Bardağı masaya bıraktım:
“Gerçekten öyle mi? Sevdiler yani beni?”
“Evet öyle sevgilim, niye, sevmeseler miydi yoksa?”
“Bugünkü şaka kaldırma limitim doldu sevgilim.”
“Tamam tamam sustum.”
Karnımızı doyurduktan sonra sofrayı topladım. Bulaşıkları yıkayıp içeri geçtim. Sevdiğim adamın yanına, koltuğa oturdum. Eşref ışıkları kapatmış, televizyonu açmıştı. Evin içinde sadece televizyondan gelen ışık vardı. Başımı sevdiğim adamın omzuna yaslamıştım. Televizyonda Türkan Şoray’ın filmi oynuyordu, Tatlı Nigâr. Hafifçe başımı kaldırdım:
“Daha önce izledin mi?”
“Evet izledim yavrum birkaç kez.”
“Ben de izledim. Hiçbir şey engel olmamalı sevgiye, sevmeye. Ne yaşanmışlıklar, yaşananlar, acı hatıralar. Bize sunulan hayatın acısına saplanıp kalırsak eğer güzel günlerimizi de beraberinde yok ederiz.”
“Evet filmden çok güzel dersler çıkarmışsın sevgilim, engel olmamalı sevgiye yaşanmışlıklar. Bugün senin ağlamana sebep oldum, gözlerinden düşen damlalar için kızdım kendime, yapmamalıydım.”
Gözleri gözlerimin içindeydi.
“Geçti gitti artık kendini suçlu hissetme, kızma, unutalım. Olabilir böyle şeyler, insan güzel bir şey yapmak isterken yolunda gitmeyen şeyler olabilir düşünme artık.”
“Olsun, yine de seni üzdüm.”
Bunu söylerken saçıma bir öpücük kondurdu. Filmse televizyonda oynamaya devam ediyordu. Tam da Bulut Aras’ın tırpanla uzun otları biçtiği sahnedeydi film. İkimiz de susup dikkatlerimizi televizyon ekranına vermiştik. Ahmet, Nigar’a tırpan tutması öğretiyordu. Nigar tırpanla otları biçmeye gayret ediyordu. Otları biçmeye çalışan kadına baktı Ahmet. “Söylemesi bile zor ama seni her an daha fazla arzuluyorum,” derken kızın geçmişini sermişti gözlerinin önüne. Ahmet de bilmiyordu, bilemezdi. Geçmişini tekrar bedeninde yaşadığını hisseden kadınsa bağırdı: “İstemiyorum! Allah kahretsin hepinizi!” Tam bu sırada adam kadına yaklaşırken, kadın elindeki tırpanı adamın ayağına sapladı. Adamın feryadı mıydı ikimizi televizyona kilitleyen yoksa kadının geçmişinin verdiği acı mı?
Reklamlar başladı. Biz sohbetimize devam ettik. Bir eliyle saçlarımı okşuyordu Eşref.
“Artık okulda son senem. Üniversiteye başladığım zaman hiç böyle düşünmüyordum. Yani düşündüğüm tam olarak böyle değildi. Seni tanıdıktan sonra düşüncelerim değişti. Okuldan sonra askerliğimi yapmak ve ardından seninle hayatlarımızı birleştirmek için ne gerekiyorsa yapacağım. Artık düşüncelerimde bunlardan başka hiçbir şey yok. Böyle olması gerektiğini biliyorum ve istiyorum.”
Sevdiğim adamı dikkate dinliyordum, elinin üstüne bir öpücük kondurdum:
“Senin gibi birini tanıdığım için ve hayatımda olduğun için çok şanslıyım. Ben de seni tanıdıktan sonra çok farklı bakmaya başladım dünyaya, hayata, her şeye. Benim karanlık dünyama aydınlık oldun. Senden önce hep siyahtım ben, renksizdim. Kendime yakıştırdığım bir rengim bile yoktu. Karanlıklarda yaşıyordum sadece. Ama şu an sen benim aydınlığımsın, ışığımsın, rengim oldun. Yeşilim, mavim, kırmızımsın. Rengârenk bakabilmemi sağladın. Bana renkleri öğrettin, yaşamayı. Tek renge hapsolmuş, hapsedilmiş hayatımın renkleri oldun sevgilim. Bazen seninle konuşmadığımız zamanlarda da mutsuzluğa kapılıyorum. Tekrar karanlıklara gömülmek istiyorum, ama seni görünce ölüyor içimdeki karanlık, yok oluyor.”
“Hımm pekâlâ, sevgilim söyle bakalım o zaman, ben hangi rengim senin için?”
“Sen benim mavimsin. Gökyüzü kadar sonsuz ve huzurlu, deniz kadar durgun, bazen dalgalı, hırçın. En az deniz kadar huzurlusun. Baktığım zaman tüm hüznümü alan, sonu görünmeyen maviliğimsin benim. Renklerden mavimsin. Benimsin.”
“Bu çok harika bir benzetme,” dedi Eşref. Dudakları, dudaklarıma dokunmuştu.
“Yapacak bir şey yok yavrum, senin için deniz de olurum gökyüzü de.”
Konuyu değiştirdim:
“Sınavlar başlıyor, kütüphaneden izin alıp sınavlara hazırlanmam lazım. İzin alamazsam çok zor olacak benim için.”
Eşref koltuğa yaslanmış beni dinliyordu:
“Hallederiz yavrum, merak etme sen.”
Saatler ilerledikçe ikimizin de uykusu gelmişti. Gece yarısını çoktan geçmişti. Sabahın üçüne geliyordu saat. Koltuktan kalkan Eşref gözlerini ovuşturdu:
“Ben artık gideyim, sen de yat uyu.”
“Bu saatte nasıl gideceksin, bırak kal burada, gitme.”
İkili koltuğun hemen karşısında duran üçlü koltuğu açıp yatak haline getirdim. Yatak odasından getirdiğim çarşafı üstüne serdim. Yastığı da koyduktan sonra yorganı getirdim, çarşaf serili koltuğun üzerine koydum.
“Burada mı yatacağım ben?”
“Evet, niye sordun sevgilim? İstersen gel yanımda yat diyecek halim yok herhalde.”
“Yok öyle demeyeceğim yavrum ama sen de burada yat, karşı koltukta.”
“Tamam, bu olabilir, ikili koltuğa da ben yatak açarım.”
Eşref çoktan yatağın içine girmişti:
“Evet, hadi sen de yatağını hazırla.”
Yatak odasına gidip kendim için çarşaf, yastık ve yorgan getirdim. İkili koltuğu açıp yatak haline getirdikten sonra, televizyonu kapatıp yorganın içine girdim. Sevdiğim adama doğru dönüktü vücudum.
“İyi geceler sevgilim.”
“İyi geceler yavrum.”
Sabah uyandığımda karşı koltuğa baktım. Eşref yoktu yatakta. Kalkıp mutfağa gittim. Eşref kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Saat on biri beş geçiyordu. O günkü dersleri kaçırmıştık. Kendi kendime söylendim:
“Nerede bu adam? Ocağa çayı da koymuş, altını açık bırakarak gittiğine göre ekmek almak için çıkmış olmalı.”
Balkona çıktım. Eşref gözükmüyordu. Çocuklar çoktan uyanmıştı, mahalleyi istila etmişlerdi. Oradan oraya koşturuyor, saklambaç oynuyorlardı. Saklanmak için her yere bakınıyorlar, yer arıyorlardı. İki kız çocuğu el ele koşup bir yer buldular. Karşıda duran virane ve kimsesiz evin açık kapısından içeri girdiler. Saklanıyorlardı güya, içerden gülme sesleri geliyordu. Sesleri onları ele verene kadar güldüler. Ne kadar masum, güzel, şanslıydılar. Akşam olduğunda onları eve çağıran anne babaları vardı. Aşağı yola doğru baktım, Eşref oradaydı. Tahmin ettiğim gibi ekmek almaya gitmişti. Eve doğru gelirken, mahallede koşuşturan erkek çocuklardan birinin kafasına dokundu. İç geçirdim:
“Ona babalık pekâlâ yakışır. Mükemmel bir baba olur ondan.”
İçeri girip Eşref’e kapıyı açtım. Eşref elinde poşetle karşımdaydı, güldü:
“Günaydın yavrum, kalkmışsın.”
“Sana da günaydın sevgilim, sen de kalkmışsın, kalktığın gibi masayı da donatmışsın.”
Eşref poşeti mutfağa bıraktı:
“Kötü mü yaptım yani? Sarılıp, boynuma atlayıp teşekkür edeceğine dediğine bak.”
“Bir şey demedim sevgilim, eline sağlık teşekkür ederim. Bilirim senin huyunu. Böyle jestlerin vardır. Senin hazırladığın sofraya oturmak bile yeter, karnımı doyurmayı bırak bir kenara.”
“Rica ederim yavrum, afiyet olsun, hadi oturalım o zaman, çok açım.”
“Tamam sevgilim.”
Karınlarımızı doyuruyor, bir yandan da şakalaşıp gülüyorduk. Sandalyeye yaslandım:
“Bugün kütüphaneye gidip konuşacağım, izin almak için.”
“Tamam yavrum, ben şimdi çıkacağım. İstersen seni beklerim.”
“Yok sevgilim, sen çık ben duşa falan gireceğim. Biraz da eve çeki düzen vereceğim.”
Masadan kalktı Eşref:
“Ben de arkadaşlarla buluşacağım. Araba bakacağız, Serhat araba almak istiyor, uygun bir şeyler bulursak alacağız ona. Aslında ben de araba almak istiyorum kendime, artık olması lazım.”
“Neden mecburmuşsun gibi konuştun sevgilim?”
“Kalbimi ağrıtan biri var, onu doyasıya gezdirmek, dolaştırmak istiyorum.”
Eşref’e baktım. Uzun boylu, esmer ve çok çekiciydi:
“Tamam artık, bir de araban olsun senin yüzünü hiç göremeyiz.”
Sesim naif bir sitemkâr çıkmıştı. Eşref bana döndü, “Sen benim her şeyimsin, kalbimsin. Araba bizi mutlu eden bir araç olabilir sadece, başka bir şey olamaz,” dedi.
Sevdiğim adamın boynun sarıldım, “Seni seviyorum,” dedim.
“Ben de seni seviyorum yavrum hadi ben çıkayım sende işlerini hallet.”
“Tamam sevgilim.”

“Seninle Beraber Yolculuk Yapmak…”
O gittikten sonra yatakları topladım. Süpürgeyi çalıştırıp her yeri süpürdüm. Kahvaltı sofrasını toplayıp bulaşıkları yıkadım. Mutfaktan çıkıp duşa girdim. Yarım saat kadar sonra duştan çıktım. Üstümde eşofman vardı. Havlu sarılı saçlarımı açtım, kuruladım, taradım. Tarakla havluyu yerine koymak için adım attığım sırada dışarıdan bağırtılar duydum. Hemen balkona koştum. Top oynayan çocuklardan biri ayağını incitmişti. Veryansın ediyor, bağırıyordu. Belki de ayak bileği çıkmıştı, kim bilir. Annesi geldi, yerde duran çocuğunu alıp hastaneye götürdü. Çocuk on yaşlarındaydı en fazla. Okul formasını bile çıkarmadan top oynamaya çıkmıştı. Hâlâ formalı, hastaneye o şekilde gitti. Çocuğun ağzından çıkan tek kelimeydi anne. Acısının arasında sadece anne diyordu. Ne en yakın arkadaşının ismi, ne dost dediği insanlardan birine sesleniş ne de başka biri. Sadece anne diyordu. Annesinin evladına bakışı vardı az önce yerde. Küçük bir çocuğun anneye olan ihtiyacı ve acizliği. Ben nasıl yaşadım çocukluğumu, anne diyebilmenin duygusunu bilemeden, tadamadan? Acaba nasıl bir şeydi bir yerin acıdığında anne diye ağlayabilmek? Ya da sevincini ilk anne babayla paylaşabilmek. Acı ya da sevinçlerde koşulan ilk kucaktır anne. Aranan ilk isim, ilk insan. Bana nasip olmayan bir kucak. Beni dünyaya getirip sonra büyütmek istemeyenler kimdi, neredeydi? Anne ve baba… Hiç tanımadığım iki insan. Boşlukta gibiyim, insanın kimsesinin olmaması ne garip bir duygu böyle. Yakılası bağrımda acılar, yüreğimde sancılar hep alevleniyordu böyle durumlar karşısında. Bugün bulsam beni dünyaya getiren insanları, bugüne kadar yalnız kalışlarımın, tek başıma yaşamaya çalışmalarımın, içimdeki boşluğun, aileye olan özlemimin, hasretin şiddeti azalır mı? Azalmaz. Silinip unutulur mu her şey? Hayır nasıl unutulur? Unutulmayan acılar vardır. Unutulmaz. Kalbimin unutturamayacağı ağırlıkta. Hayata başka bir pencereden bakarım ben ama yaşamaktan asla vazgeçmem. Yaşam acı şeyler vermişti bana ama yine de pes etmem. Hayatım allak bullak oldu. Gök karardı, denizler yarıldı, hepsinin parçaları birbirine karıştı, ama yine de asla pes etmedim. Artık yaşamak için daha çok sebebim var. Büyük bir sebep, güzel ve özel bir sebep, Eşref.
Dar paça kot pantolonumu giydikten sonra üzerime açık pembe gömleğimi giydim. Saçlarımı açık bıraktım, gümüş küpelerimi taktıktan sonra evden çıkmak için kapıya yöneldim. Sol kolumun boş olduğunu hissettim. Saatim. Saat benim için vazgeçilmez bir şeydi. Bazen insanları çekici kılan şeydi aksesuarlar. Güzel parmaklara sahip olmayan bir elin bileğine takıldığında bile o elin çirkinliğini bir nebze kapatabilirdi. Saatimi taktıktan sonra kapıyı çekip çıktım evden. Mahalleden çıktıktan sonra kütüphaneye giden yola saptım ve yürümeye devam ettim. Kütüphaneye vardığımda Hasret’i gördüm. Bana bakmaya gelmiş olmalıydı.
“Ne yapıyorsun burada?”
“Neredesin sen, derslere de girmedin bugün? Eşref’in sınıfına gittim, o da gelmemiş bugün. Birlikte miydiniz?”
“Evet beraberdik. Kahvaltı yaptık, sonra o çıktı. Ben de evi düzenledim, topladım çıktım.”
“Hımm, Eşref dün gece sende kaldı yani, tamam anladım.”
Böyle durumlarda insanların zihnine hemen başka manaların geldiğini biliyordum. Ofladım:
“Saçmalama lütfen, aklından geçen şeylerden hiçbiri olmadı. Bırak şimdi gözünle görmediğin bir şey hakkında senaryo yazmaları. Üst kata çıkalım, burada ne dikiliyoruz? Sınavlar için bir hafta izin almam lazım.”
Üst kata çıktıktan sonra o kattan sorumlu Ahmet Bey’le konuşmaya başladım. Eşref yapmıştı yapacağını, benden önce gelmiş, izin almıştı benim için. Okuldan başka birini ayarlamış benim yerime. Konuşmalarımızı Hasret biraz ötede dikilerek izliyordu. Biraz sonra koluma girdi ve çekiştirmeye başladı:
“Hadi çıkalım artık, hallolmuş işte.”
Kütüphaneden çıktık. Yürümeye başladık.
“Ne yapacağız, sınavlar üst üste geldi? Çok çalışıp atlatalım, sonradan uğraşmayalım.”
“Of Füsun, çalışacağız zaten. Bak iznin de hallolmuş, bırak şimdi sınavı falan. Bugün dolaşalım, gezelim. Bugünden sonra gömülürüz kitaplara, merak etme sen.”
“Tamam o zaman. Dün gece Eşref bir arabayla evin önünde duruyordu, arabanın içinde Ceyhun da vardı.”
“Ceyhun mu vardı?”
“Evet o da vardı.”
“Of tadım tuzum kaçtı gitti, ismi bile moralimi bozmaya yetiyor şunun. Hem benden ayrılıyor hem de hiç boş durmadan başka biriyle konuşuyor. Bir de utanmadan en yakın arkadaşımın evinin önüne gidiyor. Bravo, vay be tebrik ediyorum. Ya ben de senin evinde olsaydım, o an hiç utanmayacak mıydı acaba?”
“Ya tamam boş ver, sakin ol. Ne yapsaydım, o da arabadaydı işte. Belki Hasret buradadır, ben arabadan ineyim, mahallenin başında bekleyeyim sizi mi deseydi?”
“Aman bana ne, ne derse desin.”
Sessizce hiç konuşmadan yürüdük on beş yirmi dakika kadar. Ceyhun yüzünden morali bozulan Hasret’e baktım:
“Hadi benim eve gidelim, bir şeyler yiyelim, sonra çalışacağımız konulara bakalım, notları hazırlayalım. Şu sınavlar bitsin gezeriz söz.”
Suratında mutsuz bir ifadeyle cevap verdi Hasret:
“Tamam, gidelim hadi.”
Evde üzerimize daha rahat kıyafetler giydik. Mutfağa gidip, kendimize tost yapıp çayla beraber yedik. Hasret tostu çok seviyordu. İkinci tostunu yerken, neşeli hali geri gelmişti. Sınavlar için not çıkarmaya başladık. O sırada Hasret aklına bir şey gelmişçesine konuşmaya başladı:
“Ne diyecektim ben sana unuttum. Bir şey vardı aklımda…” Dudaklarını ısırıp birkaç saniye düşündükten sonra parmağıyla elini şaklattı. “Heh geldi aklıma. Beni iyi dinle bak, sınavlardan sonra İstanbul’a gideceğim, teyzemin yanına. Sen daha önce hiç gitmemiştin değil mi?”
“Yok gitmedim.”
“Tamam işte beraber gidelim.”
“Gerçekten çok isterdim. İstanbul’u hep merak etmişimdir, ama kütüphaneden tekrar izin alabileceğimi zannetmiyorum. Çalışmak zorundayım.”
“Of kızım ya dert ettiğin şeye bak, düşünme kütüphaneyi sen, hallolmayacak bir şey değil o. Başımızda Eşref gibi biri varken kütüphane engelimiz mi olur?”
Düşündüm:
“Ben nasıl gelebilirim, nerede kalacağım orada?”
“Teyzemin yanında kalırız ikimiz, hem değişiklik olur, kafamız dağılır, gezeriz.”
“Evet çok iyi olur, tamam, şu sınavlar bir bitsin konuşuruz yine.”
Akşam saatlerine kadar ders notu çıkardık. Hasret annesinden izin almış, bende kalacaktı. Sınav için çıkardığımız notlar bitmişti neredeyse ama biz de bitmiştik yazı yazmaktan. Notlara baktım:
“Elimizden geleni yaptık, umarım sınavlar da bizim için elinden geleni yapar.”
“Umarım kuzum. Elimizden geleni yaptık.”
Boynum ve belim tutulmuştu:
“Yarın da notları ezberlemekle geçer günümüz.”
“Evet kuzum, yarın da öyle yaparız.”
Akşam yemeğini hazırlamak için mutfağa gittim. Bir gün önce buzluktaki eti çıkarmıştım. Hemen hazırladığım sosa bulayıp fırına attım. Buzdolabındaki soğuk içecekleri dışarı çıkarttım. İçeri dönüp arkadaşımın yanına oturdum:
“Fırına et koydum, bir saate kadar pişer, biz de yeriz.”
“Tamam, niye zahmet ettin?”
“Ne zahmeti, karnımızı doyuralım.”
Bir saat sonra fırından kokular geliyordu. İki arkadaş güle oynaya soframızı kurduk. Notları çıkarmış olmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Televizyonu açtım. Ara ara göz atıyorduk yemek yerken.
“Film mi izlesek ne dersin, birkaç tane cd var bende, seçip bakarız.”
“Olur kuzum bakalım filmlere.”
Televizyonun altında duran cd’leri getirdim. İlk film dikkatimi çekti. Hasret’e gösterdim:
“Ne dersin bunu izleyelim mi?”
“İzleyelim kuzum güzel bir filme benziyor.”
Filmin adı İstasyon’du. Diğerlerine hiç bakmadık.
“Evet kuzum güzel bir filme benziyor. Konusu ne peki, yazıyor mu?”
“Türü romantik. Başrollerini Cüneyt Arkın ve Hülya Koçyiğit paylaşıyor.”
“Tamam kuzum aç hadi izlemeye başlayalım.”
Sofrayı toplamadan masadan kalktık. Elimdeki cd’yi dvd’ye taktıktan sonra Hasret’in uzandığı koltuğun karşısındaki koltuğa uzandım. Işık kapalıydı. Boylu boyunca uzanmış film izliyorduk. Dakikalar sonra kapının zili çaldı. Kalkıp ışığı açtım, gözetleme deliğinden dışarıya baktım. Kapıda duran Eşref’ti. Filmin öyle bir yerinde gelmişti ki, koltukta uzanan Hasret de kendini topladı oturdu.
“Hoş geldin Eşref, gelmen çok iyi oldu aslında.”
“Niye, bir şey mi oldu?”
“Yo hayır bir şey olmadı. Sınavlardan sonra İstanbul’a, teyzemin yanına gideceğim ve tabii ki Füsun’u da yanımda götürmek istiyorum. Kütüphaneden izin almamız lazım, bize yardım edebilir misin?”
“Füsun da mı gelecek?”
“Evet.”
Onları sessizce dinliyordum. Eşref bana döndü:
“Gitmek istiyor musun?”
“İzin alabilirsem gitmek istiyorum. Çok merak ediyorum.”
“Tamam o zaman, hep beraber gidiyoruz. Benim de görmem gereken tanıdıklar var, bu sayede seni de tanıştırmış olurum onlarla.”
“Tamam, olur sevgilim.”
“Ben artık gideyim, buradan geçiyordum, ne yapıyorsun diye bakmak istedim.”
“Tamam sevgilim dikkatli git.”
“Tamam yavrum siz de dikkat edin, kapınızı kilitleyin.”
O gittikten sonra sofrayı topladık. Yarıda kalan filmi kapatıp yataklarımıza geçtik. Sınavlar başlamıştı. Öyle bir haftaydı ki, aynı günde bazen üç sınav oluyorduk. Sabahlara kadar ders çalışıyorduk Hasret’le. Sınavların birini atlatıyor, bir diğerine yakalanıyorduk. Eşref’le sınav haftasında çok sık görüşemedik. Bazen akşamları uğradı. Engel olmamak için fazla oturmuyordu. O hafta çok tempolu ve stresli geçti. Ve nihayet haftanın sonunda tüm sınavlar bitmişti. O sabah Eşref’le buluşacaktım. Üzerime düz beyaz bir elbise giydim. Etek kısmı dantelliydi. Böyle dantel detayları olan her türlü giysiye bayılıyordum. Saçlarımı açık bıraktım. Makyaj yapmayı sevmiyordum, o yüzden suratımın en doğal haliyle dolaşacaktım. Bileğime altın sarısı zinciri olan bir bileklik taktım. Neredeyse beyaz denebilecek kadar açık pembe rengindeki babetlerimi giydim. Dışarı çıktığımda mahallede oynayan bazı çocukların bana baktığını fark ettim. Bu beyaz elbise dikkat çekmiş olmalıydı. Mahallenin çıkışında Eşref’i gördüm. El salladım. O bana el sallamak yerine sadece elini kaldırdı. Diğer elinde sigarası vardı. Giydiği kot pantolon ve beyaz gömlek uzun boyuna ne de çok yakışmıştı.
Sigarasının son dumanını içine çekti ve söndürdü.
“Hoş geldin yavrum, çok güzel olmuşun.”
“Hoş buldum sevgilim, senin de aşağı kalır yanın yok, bir de şu sigarayı içmesen.”
“Bırakamam yavrum.”
“Kütüphaneye gidelim, beraber izin işini halletmeye çalışalım, Hasret İstanbul’a gitmek için hazırlanmış bile. Gerçi biz gidemezsek o tek gider büyük bir ihtimal.”
Beyaz elbise içinde ne de güzel olmuştu sevdiği kız.
“Yavrum, kütüphaneye gitmiyoruz çünkü ben o işi hallettim. Beraber oturalım bir yerlerde bir şeyler yiyelim, konuşalım.”
“Nasıl yani sevgilim, yine iznimi sen mi aldın?”
“Evet yavrum. Tanıyorum zaten Ahmet ağabeyi, zorluk çıkarmaz o, yerine başka birini buldum tekrar. Şu ilerde yeni açılan bir yer var, oturup bir şeyler yiyelim, yolculuğumuzu nasıl yapacağımızı konuşalım.”
“Tamam sevgilim.”
Gözlerimdeki ışıltıyı görmüştü Eşref:
“Sen de çok istiyorsun değil mi İstanbul’u görmeyi?”
“Evet sevgilim, hem de çok.”
Biraz sonra yeni açılan kafeye gelmiştik. Girişteki üçüncü masaya oturduk. Eşref birkaç kez gitmişti İstanbul’a. Bana doğru eğilip, “Hatta evlendikten sonra orada yaşayabiliriz sevgilim, ister misin,” dedi.
“Olabilir sevgilim, bir göreyim nasıl bir şehir.”
Eşref garsona seslendi:
“Bakar mısınız?”
“Buyurun efendim hoş geldiniz.”
“Hoş bulduk, kahvaltı yapmadık, kahvaltı menüsü istiyorum, yanına çay.”
“Peki efendim, menünüzün içinde sahanda yumurta ve menemen de olsun mu?”
“Olsun evet, güzel bir masa istiyorum.”
“Peki efendim.”
“Nasıl yapacağız sevgilim, sen akrabalarının yanında mı kalacaksın?”
“Sen bunları düşünme yavrum, kalacak yerim var.”
“İstanbul’u hep çok merak etmişimdir. Sınıfta da var İstanbul’dan gelen arkadaşlarım, anlatıyorlar bazen.”
“Evet yavrum güzel şehir İstanbul.”
Kısık bir sesle söylendim:
“Adı İstanbul. Kendine özgü caddeleri, sokakları, insanları olan başka bir şehir. Orada yaşam nasıldır acaba? İnsanlar neler yaparlar, nasıl yaşarlar? İsmi bile bambaşka geliyor bana.”
“Biz nasıl yaşıyorsak oradaki insanlar da aynı şekilde yaşıyor yavrum.”
Biz sohbet ederken masa birbirinden lezzetli kahvaltılarla donatılmıştı. Eşref bir yandan karnını doyuruyor bir yandan da konuşuyordu:
“Ben araba ayarladım, o gördüğün arabayla gideriz, otobüsle rahat edemeyiz. Arabayla istediğimiz yerde durur istediğimizi yaparız, öyle bir imkânımız olur.”
“Biz de Hasret’le bugün buluşup biletleri alacaktık, o zaman haber vereyim de boşuna düşünmesi biletleri.”
Hemen Hasret’i arayıp haber verdim. Eşref hesabı ödedi ve kafeden çıktık.
“Yavrum ben arabayı alayım. Birkaç işim var, onları halledeyim. Siz de kız kıza konuşun, anlaşın, hazırlıklarınız yapın, yarın yola çıkacağız.”
“Tamam sevgilim.”
Eşref, gözlerinde sevgiyle baktı:
“Seni seviyorum, yolculuk güzel olacak inan bana.”
“Seninle beraber yolculuk yapmak tabii ki güzel olur sevgilim, endişe etmiyorum bile.”
Tek kaşını kaldırmış bana bakıyordu:
“Hımm, demek benimle yolculuk yapmak çok zevkli olacak…”
“Şımarma, hadi sen de işlerini hallet, haberleşiriz.”
Sarıldıktan sonra ayrıldık. İçim kıpır kıpırdı. Çok merak ettiğim bir yeri görecektim. Hemen önümde duran duraktan otobüse binip Hasretlerin evine gittim. Yatağının üzerinde iki bavul duruyordu. Saçları ıslaktı, duş almış olmalıydı.
“İstanbul’da ne kadar kalacağız?”
“Bilmiyorum ki kuzum. Bir hafta ya da on gün, duruma göre bakarız.”
Yatağın üstünde duran bavullara baktım:
“Ne koydun içine bunların?”
“Gereken her şeyi koydum, gecelik, kişisel eşyalar, havlu, günlük kıyafetler, bakım ürünleri vs.”
Başım ağrıyordu, gözlerime kadar inmişti. Çantamdan çıkardığım ağrı kesiciyi mutfaktan aldığım suyla içtim. Ağrı kesicinin biten kutusunu çöp kutusuna atıp odaya döndüm tekrar. Aynadaki suratıma baktım:
“Ben daha hazır değilim, ne koyacağım, ne alacağım yanıma ayarlamadım daha hiçbir şey.”
Hasret, ıslak saçlarına havlu dolayıp yatağın üstüne oturdu:
“Kuzum işte benim aldıklarım gibi, gereken her şeyini al.”
“Tamam, eve gidince ayarlarım hepsini, yarın sabah Eşref beni alır, oradan gelir seni alırız, yola çıkarız. Sana telefonda dediğim gibi, Eşref’le gideceğiz, arabayla, daha rahat olur dedi Eşref.”
Yatağın üstünde oturan Hasret derin bir iç çekti:
“Tamam kuzum. Çok güzel bir yolculuk olacak.”
Ağrıyan başımı ovuşturdum:
“Evet, ben çok mutluyum, içimde kıpırtılar var. Çok duymuştum, sınıftakiler de anlatıyordu arada, sanki bambaşka bir yer benim gözümde İstanbul, şimdiden beni mutlu edecek gibi geliyor bana.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69489283?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Unutulmaz Nurhan Incir

Nurhan Incir

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Hayy Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Bir baba gibi ev geçindiriyordu, anne gibi evin her işine bakıyordu, bir çocuk gibi okula gidiyordu. Neden hepsi aynı anda? Çünkü ona sunulan hayat buydu. Annesiz babasız bırakılıp her şeyi onun üstleneceği bir hayat. Vücudu yorgundu hayata sarılmaktan. Yine de, âşıktı, hayatın en büyük nimeti bu değil miydi? Ölüm ayırana kadar birlikte… Onun boynuna sımsıkı sarılıyorum. Askerde bir ay boyunca geçirdiği günleri anlatıyor. Onu beklerken günlerin ne kadar zor geçtiğinden yakınıyorum. İkimizin de gözleri ışıl ışıl. Birleşmiş olmanın verdiği sevinç, mutluluk, coşku var üzerimizde. Karınlarımızı doyurduktan sonra yürüyüş yapıyoruz. Başımı onun vücuduna yaslayıp kolumu beline doluyorum. Sarı saçlarım hafif esen sonbahar rüzgârıyla dalgalanıp onun göğsüne çarpıyor. Uçuşan saçlarımı okşuyor.

  • Добавить отзыв