21. Yüzyıl Türkiye-Rusya İlişkileri
Muhammet Koçak
Uluslararası ilişkiler; zaman içerisinde gelişen ve değişen, çok boyutlu bir yapıya sahiptir. Ülkeler arasındaki ilişkiler; dış politika, müzakere süreçleri, terör, ticaret ve ekonomi gibi daha birçok farklı düzlemde varlık göstermektedir. Bu ilişkileri tam manasıyla kavrayabilmek, muhakkak ki farklı bağlamlardaki detaylı analizleri ve çok yönlü bakış açılarını gerektirmektedir. Söz konusu inceleme ve analizler, taraf ülkeler adına dengeli bir sistemde ilerlemediği takdirde ele alınan çalışmalar, inşa edildikleri dengesiz temelde sarsılacaklardır. Karadeniz Bölgesi’nin şüphesiz en güçlü iki ülkesi olan Türkiye ve Rusya; Orta Doğu, Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Kafkasya’da güçlü bir etkiye sahiptir. Muhammet Koçak, "21. Yüzyıl Türkiye-Rusya İlişkileri" adlı çalışmasında söz konusu ülkelerin günümüzde eriştiği seviyeyi anlayabilmek için öncelikle iki ülkenin tarihî kökenlerinin iyi kavranabilmesini sağlamış; mevcut liderleri ile onların girişimlerinin ışığında Türkiye ve Rusya ilişkilerinin 21. yüzyılda geldiği konumu incelemiştir. Elinizdeki kitap, Türkiye-Rusya ilişkilerine dair mevcut literatürün önemli bir basamağını oluşturmaktadır.
Muhammet Koçak
21. Yüzyıl Türkiye-Rusya İlişkileri
Muhammet Koçak, Bilkent Üniversitesinde lisans ve yüksek lisans eğitimini, Florida Uluslararası Üniversitesinde ise doktorasını tamamladı. Rusya ve Türkiye odaklı bölgesel ve küresel uluslararası güvenlik meseleleri ile ilgilenen Koçak’ın akademik yazıları, önde gelen ulusal ve uluslararası dergilerde yer aldı. Yazar, ayrıca çalıştığı konularda ulusal ve uluslararası medyaya destek vermektedir.
Gökçen Yılmazlı, Yalova Üniversitesi Uluslararsı İlişkiler Bölümünde lisans eğitimini tamamladıktan sonra yüksek lisans eğitimine Milli Savunma Üniversitesi Savaş Araştırmaları Bölümünde devam etti. Çeşitli kuruluşlarda genel müdür, araştırmacı, tedarik ve operasyon koordinatörü olarak görev aldı. İleri düzeyde İngilizce ve başlangıç seviyesinde Arapça bilen Yılmazlı, çeşitli kitap çevirileri yaptı.
Çeviri eserlerinden bazıları: Casusu Yakalamak, Bu Kitap Hayatınızı Düzeltebilir, Kelebek Etkisi.
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
Bu Kitap Neden Yazıldı?
Bu kitap 21. yüzyıl Türkiye-Rusya ilişkilerini incelemektedir. Türkiye ve Rusya, Kafkaslar’dan Balkanlar’a uzanan büyük Karadeniz Bölgesi’nin en güçlü iki ülkesidir. Hem Türkiye hem Rusya bu özellikleri dolayısıyla Orta Doğu, Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Kafkaslar’da güçlü etkiye sahiptir. Son yıllarda ABD’nin bölgedeki etkisinin azalmasıyla Türkiye ve Rusya; Suriye, Libya ve Azerbaycan başta olmak üzere birçok bölgesel krizde söz sahibi olmuştur. Bölgesel etkilerinin yanı sıra Putin yönetimindeki Rusya ve Erdoğan yönetimindeki Türkiye’nin küresel sisteme yönelik eleştirileri bu iki ülkenin etkilerinin çevrelerindeki bölgeleri aşması sonucunu getirmiştir. Hâlihazırda BM Güvenlik Konseyi üyesi olan ve nükleer silahlara sahip Rusya ile birçok bölgede bölgesel güç olan Türkiye arasındaki ilişkiler bu iki ülkenin 21. yüzyıldaki bölgesel ve küresel türbülans çerçevesinde yaşadıkları dönüşüm dolayısıyla önem kazanmıştır. Bu kitap, bu iki ülke arasındaki ilişkilere tarihî çerçeveden bakarak analitik bir yaklaşım sunmaktadır.
Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkilerin günümüzde yakaladığı seviyeyi kavrayabilmek için bölgede köklü bir geçmişe sahip bu iki ülke arasındaki ilişkilerin tarihî kökenleri iyi anlaşılmalıdır. Türkiye ve Rusya, Avrasya’da etkin iki büyük imparatorluk olan Osmanlı ve Rusya İmparatorluklarının vârisleri konumundadırlar. 19. yüzyılın başından itibaren Rusya İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde önemli bir rol oynamıştır. Soğuk Savaş sırasında ise Osmanlı İmparatorluğu’nun vârisi olan Türkiye, NATO üyesi olarak Rusya İmparatorluğu’nun yerini alan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çevrelenmesinde ana aktörlerden biri sayılmıştır. Soğuk Savaş’ın sonuna kadar ikili ilişkilerde istisnai dönemler haricinde bölgesel rekabet egemen olmuştur.
21. yüzyıla gelindiğinde, Türkiye ve Rusya ikili ticarete yatırım yapmış, savunma ve enerji sektörlerinde ortaklıklar kurmayı hedeflenmiştir. İki ülke, Suriye Krizi ve Dağlık Karabağ Anlaşmazlığı da dâhil olmak üzere birçok bölgesel çatışmayı çözmek için birlikte çalışmıştır. Bu gelişmeler, Türkiye’nin NATO üyeliğine ve Türkiye’nin müttefiki ABD’nin Türkiye ile Rusya arasındaki bağların güçlendirilmesine yönelik sert muhalefetine rağmen gerçekleşmiştir. Bu sürecin bölgesel ve küresel önemine rağmen ilişkilerin çeşitli yönlerini inceleyen makaleler, kitaplar ve kitap bölümleri dışında Türkiye-Rusya bağlantısını ilgili küresel, bölgesel ve yerel dinamiklerle birlikte analiz eden kapsamlı bir kaynak bulunmamaktadır. İkili ilişkiler daha çok ABD-Türkiye ilişkileri, Türk ve Rus dış politikasındaki değişimler ve bu iki ülkenin iç politikaları açısından ele alınagelmiştir. İkili ilişkileri anlaşılır bir şekilde açıklamaya odaklanan bu kitap, Türkiye-Rusya ilişkilerindeki dinamikler, iki ülkenin bölgesel politikaları ve Soğuk Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan küresel siyasi sistemi anlamaya katkıda bulunacaktır.
Bu kitap Türkiye ile Rusya arasındaki güç dengesinin, Türkiye-Rusya ilişkilerinin farklı alanlarına yön veren birincil yani en önemli dinamik olduğunu savunmaktadır. Türkiye ve Rusya; başta Orta Doğu, Karadeniz ve Kuzey Afrika olmak üzere birçok bölgede rekabet hâlindedir. 21. yüzyılda ABD’nin bu bölgelerdeki etkisinin giderek azalması, Türkiye-Rusya ilişkilerinde söz konusu iki ülkenin bu bölgelerdeki nüfuzunu genişletme fırsatlarını ve Türkiye’nin Rusya’ya karşı elinin zayıflaması sonuçlarını doğurdu. Sonuç olarak Türkiye ile Rusya arasında farklı bölge ve sektörlerde daha yoğun temaslar görüldü. Lineer bir sebep sonuç ilişkisi gözlemenin mümkün olmadığı bu süreçte iki ülkedeki liderler, Türkiye-Rusya ekseninde yavaş yavaş meydana gelen gelişmeleri takip etti. Değişen dinamiklere göre pozisyon değişikliklerine gitti ve tüm bu süreç nihayetinde Türkiye-Rusya ilişkilerini yeniden yapılandırdı ve yapılandırmaya devam ediyor.
Bu çalışmada, bu karmaşık süreci anlamlandırmak için Uluslararası İlişkiler disiplininin sunduğu kavramsal çerçevelerden, özellikle neoklasik realizmden faydalanılacaktır. Bu çerçeve, kitapta yer alan kapsamlı analize sistematik bir temel sunacaktır. Bu temel sayesinde kitapta tartışılacak konuların, Türkiye-Rusya ilişkileri genelindeki yeri daha iyi kavranacaktır. Küresel siyaseti anlamak ve açıklamak için kullanılan, önde gelen teorik çerçeveler, genellikle farklı bölgelerde bulunan iki ülke arasındaki sorunları ve ikili ilişkileri hesaba katmaz. Özellikle Uluslararası İlişkiler disiplini genellikle küresel güç dengesi veya doğrudan küresel önemi olan eğilimler gibi daha büyük konulara odaklanır. Bu çalışmada Türkiye-Rusya ilişkileri, çekişmeli bir iç siyasete sahip olan iki devletin yarattığı bir oluşum olarak görülmektedir. Bu nedenle ikili ilişkilerdeki değişimlerin temel nedeninin sistemik dinamikler olduğu savunulmakla birlikte, ülkelerin iç siyasetlerinden kaynaklanan dinamikleri de ilişkilerin seyrini etkileyen bir faktör olarak değerlendirilmektedir. Bu tarz bir çerçeve sunan neoklasik realizm, devletlerin dış politika tercihlerini ve bu politika seçimlerinin etkileşiminin ürettiği uluslararası sonuçları açıklamak için işlevsel bir model sağlar.[1 - Norrin M. Ripsman, Jeffrey W. Taliaferro ve Steven E. Lobell, Neoclassical Realist Theory of International Politics (New York: Oxford University Press, 2016), 80.] Bu çalışmada Türkiye ve Rusya’nın çeşitli dinamiklerin etkisi altındaki dış politika tercihlerinin Türkiye-Rusya ilişkilerini nasıl etkilediğini açıklamak için neoklasik realizme dayalı bir model kullanılacaktır. Dolayısıyla bu araştırma sadece liderlerin tutumlarına, ikili ticaretin karşılıklı yararlarına veya güç dengelerindeki değişimlere dayalı açıklamaların ötesine geçmektedir. Bunun yerine bu araştırmada, bileşik yapılara sahip iki ülkeden oluşan Türkiye-Rusya ilişkilerinin farklı bölgesel ve küresel siyasi yapılar içinde işlediğinin kabulü bulunmaktadır. Bu bölgesel ve küresel yapılar; siyasi, ekonomik ve normatif dinamikleri de bünyesinde barındırmaktadır. Dolayısıyla yalnızca askerî ya da ekonomik güç dinamiklerine odaklanmak yerine ülkelerin siyasi hamleleri ve anlatılarından ileri gelen yumuşak güçleri de hesaba katılmalıdır. Böyle bir değerlendirme, Türkiye ve Rusya’nın bileşik iç siyasi yapılarının değişen bölgesel ve küresel siyasi dinamikler içinde nasıl etkileşime girdiğini analiz etmeyi gerektirir. Bu nedenle okuyucu, iki ülkedeki iç siyasi sistemlerin analizlerini ve ikili ilişkilerle ilgili olarak bölgesel ve küresel siyasi dinamikleri bulacaktır. Ayrıca, Türkiye-Rusya ilişkilerinin veya herhangi iki ülke arasındaki ilişkilerin siyasi veya stratejik boyutla sınırlandırılamayacağını çünkü iki ülkenin normatif ve ekonomik boyutlarda yoğun etkileşimleri olduğunu da görecektir.
Bu kitapta; ülkelerin stratejik, ekonomik ve sosyal boyutlardaki etkileşimlerinin yerel ve sistemik değişkenlerle nasıl etkileşime girdiği gösterilecektir. Çalışma 2001 ile 2023 arasındaki dönemi anlatmaktadır ve kronolojik bir yapıya sahiptir. Kitaba giriş bölümü olarak düşünülen bu bölümde Türkiye‐Rusya ilişkileri üzerine var olan literatür incelenecek ve kitabın analitik çerçevesinin temelleri atılacaktır. Bu bölümü takip eden ikinci bölümde iki ülkenin bugünlere gelirken yaşadıkları tarihî süreç içerisinde geliştirdikleri ikili ilişkiler incelenecektir. Bu giriş, okuyucunun Türkiye-Rusya ilişkilerini kronolojik olarak analiz eden sonraki üç bölümü kavramasına yardımcı olacaktır. Bu tarihî arka planı takip eden üç bölümde, sonraki yıllarda ilişkiler üzerinde önemli etkisi olan kritik olayların ardından (ABD’nin Irak’ı İşgali, Suriye İç Savaşı ve 15 Temmuz Darbe Girişimi) ilişkilerin dönüşümü incelenecektir. Bu olaylar ya iki ülke arasındaki güç dengesini ya değişen dinamikleri algılama biçimini ya da her ikisini birden etkilemektedir. Her bölüm, ilgili dönemde Türkiye ve Rusya’yı etkileyen önemli dinamiklerin tartışıldığı bir dönem değerlendirmesiyle başlamaktadır. Ardından, iki ülkenin Türkiye-Rusya bağını etkileyen dinamiklerdeki değişiklikleri değerlendirme biçimleri ve verdikleri tepkiler anlatılacaktır. Son olarak verilen bu tepkiler çerçevesinde Türkiye ile Rusya’nın birbirlerine karşı tutumlarındaki değişiklikler ve bunun sonucunda ikili ilişkilerin farklı bölümlerinin şekillenişi analiz edilecektir.
Kitap, Türkiye ve Rusya’nın uluslararası ortamda nasıl verdikleri tepkilerin ikili ticaret, enerji iş birliği ve bölgesel meselelerdeki angajmanlarına yansımasını göstermektedir. Bu çalışmadaki ana argüman, Türkiye ile Rusya arasındaki güç dengesinin ilişkileri etkileyen birincil dinamik olduğudur. Türkiye yaklaşık iki yüzyıldır bu denklemdeki zayıf devlet olduğundan, iki ülkenin rekabet ettiği bölgelere yönelik Batı’nın (Britanya İmparatorluğu, AB veya ABD) politikaları ana değişken hâline gelmiştir. Burada Batı da yeknesak bir yapı olarak değerlendirilmemeli, aksine Batı içerisindeki ayrımlar da ele alınmalıdır. Bunların ötesinde, Türkiye ve Rusya’nın bu ana değişkendeki farklılıkları algılama ve tepki verme biçimleri de incelenmesi gereken bir konudur. Verdikleri tepkiler Türkiye-Rusya ilişkilerini şekillendirmekte ve yeniden biçimlendirmektedir. Dolayısıyla Türkiye-Rusya ilişkilerinin şekillenmesinde hem sistemik hem de iç değişkenler önem arz etmektedir.
Literatür
Bu çalışma hazırlanırken konuya ilişkin mevcut kaynaklardan yararlanılmış ve kitapta ele alınan konular bu literatürde yer alan çalışmalarda ortaya sürülen savlar dikkate alınarak işlenmiştir. Bu alt bölümde mevcut literatürün kısa bir analizi yapılarak Türkiye-Rusya ilişkileri üzerine hazırlanan çalışmamızın mevcut literatüre katkısı açıklanacaktır.
Türkiye-Rusya ilişkilerine dair literatür iki grupta sınıflandırılabilir. Birinci grup Türkiye-Rusya ilişkilerini, iki ülke arasındaki ekonomik iş birliği ile jeopolitik rekabet arasındaki zıtlığa odaklanarak analiz etmektedir. Bu yaklaşıma göre Türkiye-Rusya ilişkilerinin barometresi bu iki dinamik arasındaki dengeye bağlıdır. Buna göre gelişen ilişkilerin ekonomik faydaları, stratejik rekabetin maliyetinden ağır bastığında ilişkiler iyileşir. Aksi durumda yani iki ülke arasındaki stratejik rekabetin ön plana çıktığı dönemlerde ilişkilerin kötüleşmesi beklenebilir. İkinci grup, Türkiye-Rusya ilişkilerini çeşitli teorik çerçeveler kullanarak açıklamayı amaçlayan birçok alt gruptan oluşmaktadır. Bu grupta yer alan çalışmalarda iki ülke arasındaki ilişkiler realist, liberal ya da Marksist bakış açılarıyla incelenmiştir. Yine bu çalışmalarda iki ülke arasındaki ilişkilerin incelenmesinin yanında Türkiye-Rusya eksenindeki olay ve durumların bu teorilerin savlarıyla uyumu da analiz edilmiştir.
Türkiye-Rusya ilişkileri, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından önemli ölçüde gelişerek ekonomik iş birliği alanları doğururken aynı zamanda eski Sovyet coğrafyası, Karadeniz ve Orta Doğu’da iki ülke arasında bir nüfuz rekabeti ortaya çıkardı. Bu gelişmeler konuyla ilgilenen pek çok araştırmacıyı, Türkiye‐Rusya ilişkisini ikili ticaret hacmindeki artışı ve bölgesel meselelerdeki çıkar çatışmalarını dikkate alarak değerlendirmeye teşvik etmiştir. Bu durum literatürde yukarıdaki paragrafta birinci grup olarak ele alınan eserlere kaynaklık etmiştir. 1990’lı yıllarda, iki ülke arasındaki ilişkiler artan ticaret hacminin de etkisiyle hızlı bir gelişme gösterdiğinde, çoğu araştırmacı bu gelişmeyi birden fazla bölgedeki çıkar çatışmaları arasındaki dengeye işaret ederek açıklamıştır. Örneğin Suat Bilge, ikili ilişkileri tanımlamak için “soğuk barış” terimini kullanmıştır.[2 - Suat Bilge, “An Analysis of Turkey-Russia Relations”, Perceptions 2, No. 2 (1997), 66.] 2000’li yıllarda Türkiye‐Rusya ilişkileri ciddi bir bölgesel çatışma olmadan gelişmeye devam etmiştir. Bu dönemde ikili ilişkilere dair analizler, bu eğilimin ciddi bir iyileşmeye işaret ettiği görüşündedir. Konuyla ilgili olarak Yanık, 2002 tarihli makalesinde Türkiye ve Rusya’nın ticari ilişkileri geliştirirken siyasi bağları normalleştirerek ilişkilerini daha üst bir düzeye çıkardığını savunmaktadır.[3 - Lerna Yanık, “Allies or Partners? An Appraisal of Turkey’s Ties to Russia, 1991–2007”, East European Quarterly 41, No. 3 (Sonbahar 2007), 363.] 2010’lu yıllarda ikili ilişkilerde Arap Ayaklanmaları ile başlayan, Suriye Krizi ile tırmanan ve Jet Krizi ile doruğa ulaşan gerginlik literatürü de etkiledi. Çelikpala, tarafların ilişkileri sürdürmek ve geliştirmek için daha fazla çaba sarf etmesi gereken bir balayı döneminin ardından ilişkilerin kırılgan bir döneme girdiğini belirtmektedir.[4 - Mitat Çelikpala, “Rekabet ve İş Birliği İkileminde Yönünü Arayan Türkiye-Rusya İlişkileri”, Bilig 72 (Kış 2015), 139.]
Türkiye-Rusya ilişkilerine dair literatür konuya daha geniş bir kuramsal çerçeveyle bakmayı seçen ve yapısal bir yaklaşım getirmeye çalışan katkılar da içermektedir. Bu değerlendirmeler, ticari ilişkilerin olumlu etkisi ile jeopolitik rekabetin ikili ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisi arasındaki çatışmayı göz ardı etmemekle beraber Türkiye-Rusya ilişkilerinin çeşitli boyutlarda bölgesel ve küresel dinamiklerle nasıl etkileşime girdiğini açıklamaya çalışırlar. Bu alt bölümde açıklandığı gibi, literatür genellikle ekonomik iş birliği ile bölgesel rekabet arasındaki çatışmayı Türkiye-Rusya ilişkilerinde merkezî dinamik olarak ele alır. Bu dinamik, Soğuk Savaş sonrası dönemde ikili düzeyde çok önemlidir. Bununla birlikte, bu çatışmaya dayalı analizler çoğu zaman büyük resmi kaçırma riskine sebebiyet verir. Diğer bir deyişle küresel, bölgesel ve yerel dinamiklerin ikili ilişkilere etkisini beraber ele almaktan kaçınarak belli bir teorik çerçeveden ikili ilişkilerin bir kısmına odaklanarak bu tarzda bir analizden çıkacak sonucu ikili ilişkilerin tamamına teşmil etmek çoğu zaman yanıltıcı olur. Bu tarz anlatılar teorik çerçevenin sınırları bilindiği ve okuyucuya aktarıldığı ölçüde faydalı olmaktadır.
Literatürde kullanılan en yaygın kuramsal çerçevelerden olan liberal anlatıya dayalı Türkiye-Rusya ilişkileri analizleri ikili ilişkilerdeki olumlu eğilimi her iki ülkenin liderlerinin Batılı siyası normlara muhalefetine dayandırmaktadır. Bu algının sık sık alıntılanan örneklerinden biri; Hill ve Taşpınar’ın Türkiye-Rusya ilişkilerindeki gelişmeleri, Bush yönetimindeki saldırgan ABD dış politika stratejisinin yol açtığı ortak hayal kırıklığından doğan taktiksel bir ortaklık olarak değerlendiren 2006 tarihli makalesidir.[5 - Fiona Hill and Ömer Taşpınar, “Turkey and Russia: Axis of the Excluded?” Survival 48, No. 1 (2006), 81.] Bu makale, kullandığı teorik çerçeveye rağmen bütüncül bir analiz sunabilse de özellikle 2010 yılı civarında yaşanan ikili ilişkilerdeki ilerlemeyi analiz etmeyi amaçlayan birçok makale meseleyi daha dar bir çerçeveden ele alarak Türkiye-Rusya ilişkilerini liderlerin Batı’ya karşı bakışına indirgeyen bir anlatı benimsemiştir.[6 - Şeref Türkmen, “Putin and Erdoğan: A Beautiful Friendship of Illiberal Presidents”, Academic and Applied Research in Military and Public Management Science Vol. 20, Iss. 3, (2021), 37-48.] Türkiye-Rusya ilişkilerini gerçekten de Batı’dan, Batı’nın sahiplendiği değerlerden ve iki ülkenin bu değerler bütünü ile ilişkisinden ayrı analiz etmek mümkün olmasa da ikili ilişkileri sadece bu yönüyle tahayyül etmek, ilişkilerin bütününü kavramayı engelleyecektir. Bu araştırmada da açıklandığı gibi, 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinin yarattığı bölgesel ve küresel değişimler, Türkiye-Rusya ilişkilerini olumlu yönde etkiledi. Ancak daha kapsamlı bir analiz yapıldığında bu değişikliklerin, iki liderin liderlik tarzları veya Batılı olmayan özelliklerinden ziyade, değişen bölgesel ve küresel güç dengeleri ve çıkar çatışmasıyla da ilgili olduğu görülecektir. Bu nedenle, bu analizlerin Türkiye-Rusya ilişkilerini temelden etkileyen birkaç hayati dinamiği gözden kaçırma eğiliminde olduğu söylenebilir. Dahası, bu tarz bir bakış açısı, Türkiye-Rusya ilişkilerini etkileyen diğer dinamikleri gözden kaçırma pahasına Batı merkezli bir ön yargıyı teşvik etmekte ve beslemektedir.
İkili ilişkileri analiz etmede kullanılan yaygın kavramsal çerçevelerden biri de Uluslararası İlişkiler disiplininin önde gelen teorilerinden realizmdir. Devletleri bir bütün olarak ele alarak Uluslararası İlişkiler disiplininde genelgeçer savlar inşa etme arayışında olan bu teoriye dayalı olarak birçok ilim adamı tarafından Türkiye-Rusya ilişkileri analiz edilmiştir. Bunlardan öne çıkan çalışmalardan birçoğu Şener Aktürk tarafından üretilmiştir. Aktürk 2006 tarihli makalesinde, Türkiye-Rusya ilişkilerindeki iyileşmenin, SSCB’nin dağılmasından sonra Rusya’nın Türkiye’ye yönelik tehditlerinin azalmasından kaynaklandığını savunmaktadır.[7 - Şener Aktürk, “Turkish–Russian Relations after the Cold War (1992–2002)”, Turkish Studies 7, No. 3 (2006), 338.] 2014 yılında, güç dinamiklerine tekrar atıfta bulunarak Türkiye ve Rusya’nın “zor günde dost, iyi günde hasım” olduğunu öne sürmektedir.[8 - Şener Aktürk, “Toward a Turkish-Russian Axis? Conflicts in Georgia, Syria and Ukraine and Cooperation over Nuclear Energy”, Insight Turkey 6, No. 15 (2014), 21.] 2019 tarihli makalesinde ise Jet Krizi sonrası yakınlaşmanın Türkiye’nin iç güvenlik tehditlerini dengeleme çabasından kaynaklandığını savunmaktadır.[9 - Şener Aktürk, “Relations between Russia and Turkey Before, During and After the Failed Coup of 2016”, Insight Turkey 21, No. 4 (2019), 97-113.] Türkiye-Rusya ilişkilerindeki gelişmeleri benzer zaviyeden yorumlayan bir başka çalışmada Tarık Oğuzlu; Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasının, uluslararası sistemdeki tek kutuplu düzenden, Türkiye’nin bağımsız bir dış politika izlemeye uygun hâle gelmesi ve tek kutup sonrası bir döneme geçiş süreci çerçevesinde gelişmesinden ileri geldiğini öne sürmektedir.[10 - Tarık Oğuzlu, “Turkish Foreign Policy in a Changing World Order”, All Azimuth 9, No. 1 (2020), 127-39.]
Sovyetler Birliği’nin çöküşü; küresel, bölgesel ve ikili ilişkilerdeki önemli değişiklikleri hızlandırdı. Realist analizler, Türkiye ve Rusya’nın bölgesel, küresel ve yapısal dinamiklerdeki değişimlere verdiği tepkilerin Türkiye-Rusya bağlantısı üzerindeki etkisini ortaya çıkarmaya yardımcı olmaktadır. Bununla birlikte realist bir çerçeve aracılığıyla yalnızca güç dinamiklerine odaklanmak, normatif ve ekonomik yapıdaki değişikliklerin, hatta iklim ve halk sağlığı gibi dinamiklerin önemini gözden kaçırma riskini her zaman taşımaktadır. Ayrıca, uyguladıkları realist bakış açısının türüne bağlı olarak bu tarz bir kavramsal çerçeve genellikle devletlerin kendi iç karar alma mekanizmaları aracılığıyla yapısal değişiklikleri sindirme ve bunlara tepki verme süreçleriyle ilgilenmez. Dolayısıyla realist bakış açısı da sınırları bilinerek ve açıklanarak kullanıldığı takdirde genelde herhangi iki ülkenin, özelde Türkiye-Rusya ilişkilerinin anlaşılmasına fayda sağlayabilir.
Eleştirel jeopolitik perspektif, literatürde Türkiye-Rusya bağlantısını açıklamak için kullanılan nispeten daha az yaygın ancak güçlü bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımı kullanan bilimsel çalışmalar, genellikle Türkiye ve Rusya’nın çevrelerini tasavvur etmelerinin dış politikalarını nasıl etkilediğine odaklanır. Örneğin, Aras ve Fidan, Ak Parti hükûmeti altındaki yeni siyasi retoriğin Türkiye’nin genel olarak Avrasya ve özel olarak Rusya’ya yönelik aktivizmini nasıl körüklediğini değerlendirmektedir.[11 - Bülent Aras ve Hakan Fidan, “Turkey and Eurasia: Frontiers of a New Geographic Imagination”, New Perspectives on Turkey 40 (2009), 193.] Mesbahi, Türkiye’nin Davutoğlu yönetimindeki aktif dış politika stratejisinin, Türkiye-Rusya ortaklığının ABD mentorluğundan uzaklaşmasına neden olduğunu savunmaktadır. Ancak Mesbahi’ye göre bu ortaklık, Türkiye’nin NATO üyeliği ve Rusya’nın şüpheleri ile sınırlı kalmaktadır.[12 - Mohiaddin Mesbahi, “Eurasia Between Turkey, Iran and Russia” içinde Key Players and Regional Dynamics in Eurasia: The Return of the “Great Game”, derl. Maria Raquel Freire ve Roger E. Kanet (London: Palgrave Macmillan, 2010), 175.] Eleştirel jeopolitik kavramsal çerçevesi yoluyla Türkiye-Rusya ilişkilerine dair özellikle devletlerin karar alma süreçlerinin arka planında yer alan söylemsel dinamiklere yönelik spesifik sorulara cevap verme konusunda yardımcı olabilir. Bu kavramsal çerçeve kullanılarak yapılan analizlerden çıkacak sonuçlar, iki ülke arasındaki ilişkiler ya da herhangi bir ülkenin dış politikası ile alakalı literatüre ciddi bir katkı da sunabilmektedir. Bu çalışmada bu tarz bir kavramsal çerçevenin kullanılmamasının sebebi Türkiye-Rusya ilişkilerini yönlendiren hâkim bir söylemin bulunmaması, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin geneline etki etme potansiyeli ve yazarın ikili ilişkileri, hem küresel hem de bölgesel dinamikleri göz önüne alarak bir analiz yapma amacını taşımasıdır.
Teorik Çerçeve
Bu kitapta kullanılan kavramsal çerçeve neoklasik realist teoriye dayanmaktadır.[13 - Ripsman, Taliaferro ve Lobell; kriz anlarındaki karar alma süreçlerinden bölgesel veya küresel siyasi yapılardaki değişimlere kadar çok çeşitli siyasi fenomenleri analiz etmek için sofistike bir kavramsal çerçeve oluşturmuşlardır. Neoklasik realizm, devletlerin yerel ve sistemik değişkenlerin etkisi altında nasıl davrandığını göstermek için tasarlanmıştır. Tip-3 neoklasik realizm bunun bir adım ötesine geçer ve devletler arası ilişkilerin bir sonucu olarak uluslararası sonuçların nasıl ortaya çıktığını açıklar. Yazarların dış politika analizi, klasik realizm ve strateji literatüründen beslenerek kurguladıkları Tip‐3 neoklasik realizm, özellikle dış politika analizlerinde kullanılabilecek bir model sunmaktadır. Bu kavramsal çerçeve, küresel sistemindeki dönüşümlerin yarattığı uyaranların yerel karar alma mekanizmalarından süzülerek nasıl dış politika eylemine dönüştürüldüğünü ve bu dış politika eylemlerinin nasıl sistemik sonuçlar yarattığını analiz etmeye yardımcı olmaktadır.] Bu teorinin mimarlarından Ripsman, Taliaferro ve Lobell, Neoclassical Realism in International Politics (Uluslararası İlişkilerde Neoklasik Realizm) adlı kitaplarında, kriz anlarındaki karar alma süreçlerinden bölgesel veya küresel siyasi yapılardaki değişimlere kadar çok çeşitli siyasi fenomenleri analiz etmek için sofistike bir model sunmuşlardır. Yazarların neoklasik realizm literatüründen bir nebze farklılaştırarak dış politika analizi, klasik realizm ve strateji literatüründen beslenerek kurguladıkları Tip‐3 neoklasik realizm, özellikle dış politika analizlerinde kullanılabilmektedir. Küresel düzeydeki gelişmelere geliştirilen tepkilerin yerel karar alma mekanizmalarından süzülerek nasıl dış politika eylemine dönüştürüldüğünü ve bu dış politika eylemlerinin nasıl tekrar küresel seviyede sonuçlar yarattığını analiz etmeye yardımcı olur. Özetlendiği üzere Tip-3 neoklasik realizm, temelde aslında ABD gibi küresel güçlerin dış politika hamleleri ile küresel sistemdeki kırılmalar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini incelemektedir.
Bu araştırmada Türkiye-Rusya ilişkilerini açıklamak için Tip-3 neoklasik realist modeline dayalı bir kavramsal çerçeve ve bu çerçeveye dayalı bir model kullanılmaktadır. Burada teori ve modelin sunduğu çerçeve farklılaştırılarak birden fazla bölgede rekabet eden, bölgesel ve küresel güç olma iddiasındaki iki ülkenin arasındaki ilişkilerin seyri tahlil edilecektir. Tip-3 neoklasik realizmdeki orijinal uyaran kavramsallaştırması iki önemli değişiklikle kullanılmaktadır. Birincisi Tip-3 neoklasik realizm; güç dağılımındaki değişiklikleri, devletlerin dış politikalarını formüle etme biçimlerinde bir değişikliği tetikleyen uluslararası politikadaki en önemli dinamik olarak kabul eder. Bu görüş, ekonomik gücü gücün bir unsuru olarak gören ve normatif gücü tartışmayan neoklasik realizm ile uyumludur. Ancak devletler normatif ve ekonomik yapılar içinde de işlerler. Bu nedenle, devletler aynı zamanda ekonomik ve normatif nitelikteki uyaranlara da cevap verirler. Bir teşvikin stratejik boyutta güç dağılımı ile ilgili olması gerekmez. Normatif veya ekonomik yapılardaki değişikliklerle ilgili önemli olaylara atıfta bulunabilir. Örneğin, COVID-19 salgınının ikili ticari ilişkileri nasıl etkilediği bu kitapta ele alınmaktadır. İkincisi, Tip-3 neoklasik realizmin aksine bu kitap iki devlet arasındaki ilişkilere odaklanmaktadır. Ayrıca ABD ve Sovyetler Birliği gibi iki süper gücün aksine Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler her zaman küresel sonuçlar doğurmamaktadır. Dolayısıyla bu kitapta kullanılan kavramsal çerçeve ve modelde neoklasik realizmin küresel düzeydeki analiz seviyesine bağlı kalınmamıştır.
Şekil 1.1. Kitaptaki İncelemede Kullanılan Model
Bu çalışmada kullanılan modele göre devletler arası ilişkilerde kırılmalar dört aşamalı bir süreçle gerçekleşir. Bu dört zamanlı süreç; önemli bir olayın ortaya çıkması (uyarıcı), Türkiye ve Rusya’nın bu olaylara kendi iç karar mekanizmalarındaki tepkileri (karar alma), ikili ilişkilere tepkileri (geri bildirim) ve ikili ilişkilerdeki değişimi içermektedir. (Bk. Şekil 1.1.) Bu modele göre iki ülkenin ilişkilerinde dalgalanmalara sebebiyet veren olaylar Türkiye-Rusya ilişkilerinin 21. yüzyıldaki seyrindeki döngülerin başlangıç noktaları olarak kabul edilmiştir. Bu çalışmada uyarıcı olarak 11 Eylül ve ABD’nin Irak’ı İşgali (2001), Arap Ayaklanmaları ile Suriye İç Savaşı (2011) ve Türkiye’deki başarısız darbe girişimi (2016) uyaran olay olarak değerlendirilmiştir. Bu olaylar farklı düzeylerde (küresel, bölgesel ya da yerel) ortaya çıksa da üçü de Türkiye-Rusya ilişkilerini takip eden süreçte etkilemiştir. Modelin ikinci safhası Türkiye ve Rusya’nın adı geçen olaylara karşı geliştirdikleri tepki ve politikalarının bulunduğu süreci incelemektedir. Bu süreçte iki ülke bu çalışmada uyaran olarak nitelendirilen olayları değerlendirerek dış politikalarını gözden geçirmiştir. Bu süreç sonrasında dış politika stratejileri farklılaşan bu ülkelerin geliştirdikleri dış politikalar geri bildirim süreçlerinde incelenmiştir. Son safhada ise bu geri bildirimlerin ikili ilişkilere yansımaları, ilişkilerin ekonomik ve stratejik alanlarındaki etkileri incelenmiştir.
Bu çalışmada, belirtildiği şekilde kullanılan bu model üzerine inşa edilen anlatı yardımıyla ikili ilişkilerin 21. yüzyıldaki seyrinin tutarlı bir analizinin ortaya konulabileceği savunulmaktadır. 21. yüzyılda Türkiye-Rusya ilişkilerindeki yaşanan süreçler, oluşturulan model kullanılarak ilişkileri şekillendiren başlıca etmenler hesaba katılarak analiz edilecektir. Dolayısıyla bu araştırmada salt stratejik düzlemin ötesine geçilerek Türkiye ve Rusya’nın gerek normatif gerekse ekonomik yapılarla nasıl etkileşime girdiği de incelenecektir. Bu sayede çalışma, devletleri karar verici mekanizmalardan ibaret gören bir anlayışın yerine birçok çıkar grubunun devlet politikalarına yön verdiği yapılar olarak ele alacaktır. Modelin son kısmında iki ülkenin politika tepkilerinin Türkiye-Rusya bağlantısı üzerindeki etkisinin incelendiği bölüm araştırmanın en kapsamlı kısmı olarak öne çıkmaktadır. Gerek Türkiye, Rusya’nın gerekse Rusya, Türkiye’nin bölgesel ve küresel dış politika stratejilerinde önemli bir yere sahip olduğundan bu, iki ülkenin birbirlerine yönelik politikasını etkilemektedir. Bu etki ikili ilişkilerin çeşitli boyutlarında (ticaret, çatışma, enerji vb.) hissedilmektedir.
Kitabın Organizasyonu
Bu kitap, giriş bölümünü takip eden dört bölümden oluşmaktadır. Bu bölümden sonraki ikinci bölüm, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin tarihî arka planını sunmaktadır. Üçüncü, dördüncü ve beşinci bölümler 2001 ile 2023 yılları arasında Türkiye-Rusya ilişkilerinin nasıl geliştiğini analiz eden ana bölümler olarak kabul edilebilmektedir. Sonuç bölümü yerine geçecek olan altıncı bölümde ise bu çalışmanın literatüre katkısı tartışılmakta, sınırlılıkları incelenmekte ve daha fazla araştırma için önerilerde bulunulmaktadır.
İkinci bölümün konusu, ikili ilişkilerin tarihî arka planıdır. Bu bölüm, iki ülkenin tarihî kökenleri ile alakalı kısa bir bilgilendirmenin ardından 15. yüzyılın sonlarında iki ulus arasındaki ilk diplomatik temaslarla başlamakta ve çağdaş döneme kadar uzanan ikili ilişkilerini incelemektedir. Türkiye ve Rusya, iki büyük Avrasya imparatorluğunun vârisleridir. Osmanlı ve Rus İmparatorlukları bir zamanlar Doğu Avrupa’dan Pasifik’e, Kuzey Kutbu’ndan Afrika’ya kadar olan bölgeye hâkimdi. Bu nedenle, bugün Türkiye-Rusya ilişkisinde gözlemlenen birçok önemli dinamik, derin tarihî köklere sahiptir. Bu hayati dinamiklerin örnekleri arasında Batı’nın, Türkiye’nin Karadeniz Bölgesi’nde Rusya’yı dengelemesine yardımcı olma rolü, Rusya’nın yüzyıllardır devam eden ham madde ihracatı ve ülkeler arasındaki birbirini izleyen savaşlardan kaynaklanan güvenlikleştirme dinamikleri yer almaktadır. Bu bölüm iki kısımdan oluşmaktadır. İlk bölümde Osmanlı ve Rus İmparatorlukları arasındaki ilişkilere odaklanılmaktadır. Bu bölümde 19. yüzyılın sonlarına kadar olan ilişkiler incelenmektedir, ayrıca iki ulusun kökenleri ve gelişmeleri de özetlenmektedir. İkinci bölümde, 20. yüzyılda Türkiye ile Sovyetler Birliği/Rusya arasındaki ilişkilere odaklanılmaktadır.
Üç, dört ve beşinci bölümlerde ise 2001 ile 2023 yılları arasında Türkiye-Rusya ilişkilerinin nasıl geliştiği incelenmektedir. Kullanılan model doğrultusunda bu bölümlerin her birine, Türkiye ve Rusya’nın dönemin önemli gelişmelerine ilişkin dış politikalarını nasıl geliştirdikleri ve tepkilerinin Türkiye-Rusya ilişkilerini nasıl yeniden şekillendirdiği açıklanarak başlanmaktadır. Ardından, tepkilerinin Türkiye-Rusya bağlantı noktasında rekabet -çoğunlukla bölgesel kriz noktaları- ve iş birliği alanlarını -ikili ticaret ve enerji ilişkileri- nasıl etkilediği analiz edilmektedir.
Üçüncü bölümde Orta Doğu ve çevresinde yeni bir dönemin kapılarını aralayan ve 11 Eylül saldırıları sonrası gelişen süreçte gerçekleşen ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında dönüşen Türkiye-Rusya ilişkileri incelenecektir. Bu bölüm 2001 ile 2009 arasındaki dönemi ele almaktadır. İşgal sonrasında ABD’nin bölgeye gönderdiği binlerce asker ve meydana getirdiği askerî yığınak sayesinde Orta Doğu’daki etkisi görülür şekilde artsa da bu işgal ABD’nin küresel prestijini ciddi şekilde zedeleyerek yumuşak gücüne önemli bir darbe vurdu. En önemlisi de Irak işgalinin yarattığı yüz milyarlarca dolarlık masrafa rağmen bunun karşılığında işgalin bölgede yarattığı istikrarsızlık ABD açısından ek güvenlik masraflarına sebep oldu. Bu durum ABD dış politikasının sonraki dönemlerde bu alanda daha ölçülü davranmasına neden oldu. Bu dönem aynı zamanda Türkiye’de Erdoğan’ın, Rusya’da ise Putin’in iktidarlarının başlaması ve pekişmesi ile aynı döneme rastladı. Bu iki güçlü ve iddialı lider, ABD’nin kıtasından oldukça uzaktaki bir coğrafyada giriştiği işgale karşı küresel bir tepkinin olduğu bir ortamda ülkelerinin dış politika gündemlerini yeniden yapılandırma şansı buldu. İki ülkenin liderlerinin bu arayışı, Türkiye ile Rusya arasında yalnızca ikili düzeyde değil; aynı zamanda bölgesel ve küresel düzeyde de ABD’nin küresel ilişkilerdeki rolüne ilişkin görüşlerindeki uyumla paralel olarak iş birliğini teşvik etti. Irak’ın işgali bu bölümün odak noktası olsa da iki ülke arasındaki ilişkileri dolaylı olarak etkileyen Renkli Devrimler gibi diğer olayların etkisi de tartışılmaktadır.
Dördüncü bölümde Suriye Krizi ve Arap Ayaklanmalarının ardından gelişen süreçteki Türkiye-Rusya ilişkileri analiz edilecektir. Bu bölümde 2009-2016 dönemi incelemekte, 2009-2016 arasındaki ikili ilişkiler ele alınmaktadır. Arap Ayaklanmalarının ilk aşamasına tepkileri benzer olsa da Türkiye ile Rusya arasında kısa zamanda özellikle Suriye’nin geleceği konusunda belirgin bir ayrışma oluştu. Türkiye ve Rusya’nın Suriye İç Savaşı’na karşıt taraflarda dâhil olmasıyla birlikte, iki ülke arasındaki gerilim de buna paralel olarak önemli ölçüde arttı. Üstelik bu dönemde Türkiye’nin ABD ile arasının giderek kötüleşmesi ve Türkiye’nin müttefikleri ile koordinasyonunun azaldığı bu dönemde henüz bağımsız askerî ve siyasi girişimlerini sınırlı tutması; Türkiye’nin bölgedeki ağırlığını zayıflattı. Bu durum bölgede ABD’nin giderek zayıflayan etkisi sonrası yaşanan boşluğu Rusya ve İran’ın doldurmaya başlamasına sebep oldu. Bu dönemde Türkiye, Rusya’nın artan etkisine karşılık bölgede kendi planlarını sürdürmeye çalışsa da Batılı müttefikleri ile azalan koordinasyon, Türkiye’nin yaşadığı iç problemler ve bölgedeki gelişmelerden ötürü bu konuda başarısız oldu. Türkiye’nin Suriye sınırı üzerinde uçuş yaparak Türkiye-Suriye sınırını ihlal eden bir Rus uçağını düşürmesinin ardından gelişen süreç, gerek Türk dış politikası gerekse Türkiye‐Rusya ilişkileri üzerinde önemli bir etki yapacaktı.
Beşinci bölümde 2016’da Türkiye’de yaşanan darbe girişimi sonrası Türkiye-Rusya ilişkilerinin tecrübe edilmemiş boyutlara ulaştığı 2016 ortası ile 2022 arası dönem incelenmektedir. Önceki iki dönemin aksine bu dönemdeki ilişkileri etkileyen en can alıcı gelişme, Türkiye’nin içinde yaşandı. Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimi, ABD ile Türkiye arasındaki uçurumun derinleşmesinde önemli bir rol oynadı ve Türkiye’yi iddialı bir dış politika stratejisi benimsemeye teşvik etti. ABD’nin Orta Doğu’dan uzaklaşmaya devam etmesi bu eğilime önemli ölçüde katkıda bulundu. Bu değişiklik, Türkiye ile Rusya’nın bölgesel sorunların ortak çözümünde daha derin bir angajmanın yolunu açarken savunma ve enerji sektörlerinde daha geniş ortaklıklar ortaya çıkardı.
Sonuç bölümünde, gelişen dünya düzeni ile Türkiye-Rusya bağlantısının ve araştırmanın sonuçları incelenmektedir. Nihayetinde çalışmanın sonuçları incelenerek bu çalışmanın Türk dış politikası, Rus dış politikası, Türkiye-Rusya ilişkileri, bölgesel güçler ve gelişmekte olan küresel jeopolitik üzerine sürdürülen bilimsel çalışmalara katkıları tartışılmaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİNİN TARİHÎ KÖKLERİ
Bu bölümde Türkiye-Rusya ilişkilerinin tarihî arka planı analiz edilecektir. Bulundukları coğrafyanın başat iki gücü konumunda olan Türkiye ve Rusya yüzyıllar boyunca Karadeniz, Kafkasya ve Balkanlar’da nüfuz için birbirleri ile rekabet etmiştir. İki millet arasındaki etkileşim, onların millet olma serüvenlerinde önemli yere sahip olan göçler ile paralel gerçekleşmiştir. Bugünün Rus steplerine gelen Vikingler ve Moğolların hâkimiyetinden evvel Ruslar, küçük bir Baltık halkıydı. 18. yüzyılda ise Karadeniz’in en heybetli gücü olmak için büyüyecek ve diğer varlıklara hükmedeceklerdi. Diğer tarafta Türkler, birkaç yüzyıl içinde Orta Asya’dan göç ettikleri bugünkü Orta Doğu ve Balkanlar’ın başat gücü hâline geleceklerdi.
Bu bölümün temel amacı iki ülkenin çevrelerindeki siyasi ve stratejik dengelerin değişimine karşı geliştirdikleri politikaların ikili ilişkileri tarih boyunca nasıl şekillendirdiğini göstererek ana argümanı desteklemektir. Bu bölüm, ayrıca ikili ilişkilerde 21. yüzyılda da geçerliliğini koruyan birçok mesele hakkında genel bilgi sağlamaktadır. Son olarak değinildiği üzere tarihî süreçte iki ülke arasındaki rekabet, ilişkilere hâkim olan ana dinamik olarak öne çıkmaktadır. Fakat kitabın ana odak noktası olan 21. yüzyılın Türkiye‐Rusya ilişkilerinde iş birliğinin öne çıktığı gözlenmektedir. Bu durum tarihî süreçte de ikili ilişkilerde gözlenen bir durumdur. 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması dönemi veya 1925 Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması dönemi örnek verilebilir. Bu bölümlerin analizi de sonraki bölümlerdeki 21. yüzyıl Türkiye-Rusya ilişkilerinin incelemesine ışık tutacaktır.
Bu bölüm, iki alt bölümden oluşmaktadır. İlk alt bölümde Osmanlı İmparatorluğu ile 18. yüzyıldan itibaren Rus İmparatorluğu’na dönüşecek olan Moskova Prensliği arasındaki ilişkiler incelenecektir. Bu bölüm, iki ulusun oluşumunun kısa bir açıklamasıyla başlayacaktır. Ardından Osmanlı ve Rus İmparatorlukları arasındaki ilişkiler kronolojik olarak incelenecektir. Bu alt bölümdeki odak noktası ikili bağların inşasının ardından iki imparatorluk arasındaki birden fazla bölge üzerindeki rekabet olacaktır. İkinci alt bölümde ise Türkiye ve Sovyetler Birliği’nin iki post-emperyalist devlet olarak Türkiye-Rusya ilişkilerini yeniden şekillendirdiği 20. yüzyıl incelenecektir. İkinci bölüm, Türkiye ve SSCB’nin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) kuruluş aşamasının ve baskın stratejik kültürlerinin kısa bir analizi ile başlamaktadır. Sonrasında ise Türkiye ile SSCB/Rusya Federasyonu arasındaki ilişkilerin, devam eden jeopolitik çıkar çatışmasının ve Soğuk Savaş dinamiklerinin etkisi altında 20. yüzyıl boyunca nasıl geliştiği analiz edilecektir.
OSMANLI İMPARATORLUĞU İLE RUSYA İMPARATORLUĞU ARASINDAKİ İLİŞKİLER
Osmanlı Türkleri’nin ve Rusların Kökenleri
Osmanlı Türkleri
Osmanlı Türklerinin kökeni, Çin’in kuzeyinde bulunan Altay Dağları’ndaki Türk göçebelerine dayanmaktadır. MÖ 2. yüzyıldan itibaren bu bölgede değişen siyasi, ekonomik ve iklimsel koşullar göçebe halkların batıya doğru göç dalgalarını beraberinde getirmiştir. Bu dönemde göç eden bazı Türkler daha sonra İslam’ı benimsemiş ve Orta Asya’da Karahanlılar (840–1212) ve Orta Doğu’da Selçuklular (1037-1194) dâhil olmak üzere birçok önemli devlet kurmuşlardır.[14 - Türk tarihi hakkında giriş seviyesinde bilgi sahibi olmak için Carter Findley, Turks in World History (New York: Oxford University Press, 2005) ve Norman Stone, Turkey: A Short History (London: Thames & Hudson, 2017) kaynakları kullanılabilir.] 13. yüzyılın sonlarına doğru ise Moğol istilasının yarattığı göç dalgası sonucu Anadolu topraklarındaki Türk nüfusunun oranı da önemli ölçüde arttı. Moğol İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla Anadolu’daki Türk boylarının[15 - Moğol İmparatorluğu ve bölgeye etkisi hakkında giriş seviyesinde bilgi sahibi olmak için Timothy May, The Mongol Empire (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2018) kitabından faydalanılabilir.] oluşturdukları müstakil beylikler de güçlendi. 13. yüzyılın sonlarında Anadolu’da ortaya çıkan ve İlhanlılar zayıfladıkça güçlenen bu siyasi varlıklar Uç Beylikleri olarak adlandırıldı.
Kuzeybatı Anadolu’ya yerleşen ve Osman Bey tarafından yönetilen bu beyliklerden biri,[16 - Erken dönem Osmanlı Devleti hakkında giriş seviyesinde bilgi sahibi olmak için Halil İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age 1300–1600 (New Haven: Phoenix Press, 2001) kaynağı kullanılabilir.] zayıflayan Bizans ve Moğol etkisinden dolayı genişlemek için oldukça iyi bir konumdaydı.[17 - Erken dönem beylikler-Moğol İmparatorluğu ilişkileri hakkında giriş seviyesinde bilgi sahibi olmak için Sara Nur Yıldız, “Mongol Rule in Thirteenth-Century Seljuk Anatolia: The Politics of Conquest and History Writing, 1243–1282” (Yayımlanmamış Doktora Tezi, University of Chicago, 2006) adlı tez kullanılabilir.] Osmanlılar bu avantajı iyi kullanacaklardı. İstanbul’un fethi ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun yok olmasıyla Balkanlar üzerindeki Türk hükümranlığının karşısındaki büyük bir engel kalktı. Anadolu’daki diğer Türk boylarının da Osmanlı’ya çeşitli vesilelerle katılmasıyla Osmanlılar, Doğu Anadolu ve ardından Orta Doğu’da da hâkim güç konumuna geldi. 15. yüzyıldan itibaren gaza düşüncesi[18 - Halil İnalcık ve Donald Quataert, An Economic and Social History of the Ottoman Empire:1300–1600 (New York: Cambridge University Press, 1997), 11.] ile hareket eden Osmanlı; stratejik aklı, yeni edinilen topraklarda farklı inançlara karşı gösterilen hoşgörüsü ile çabucak üç kıtaya yayılarak bölgedeki en güçlü devlet konumuna geldi. 16. yüzyılda, Yavuz Sultan Selim döneminde Mısır, Suriye ve Hicaz’ın fethi, Osmanlı İmparatorluğu’nu İslam dünyasında da en önde gelen otorite hâline getirecekti.
Moskova Prensliği’nden Rus İmparatorluğu’na Rusya
Günümüzdeki Rusların ataları olan Slav kabileleleri; bugünkü Rusya’nın batısında yer alan, kuzeylerindeki Fin ve Litvanya halkı ile bugünkü Ukrayna’da bulunan Türk halkları ile komşuydu.[19 - Çarlık Rusya’nın sosyal ve siyasi kurumları hakkında daha detaylı bilgi edinmek için Richard Pipes, Russia under the Old Regime (New York: Charles Scribner’s Sons, 1974) kitabı kullanılabilir.] Bir siyasi oluşum olarak Rus milleti ise 9. yüzyılda, Rus adlı bir Viking (Varang) kabilesinin Baltık Denizi’nden gelerek yerel Slav nüfusu boyunduruk altına almasıyla Novgorod çevresinde meydana geldi. Rus adlı bu Viking kabilesi, yerel Slav kültüründe hızla asimile oldu ve zamanla siyasi varlığının merkezini güneydeki Kiev’e taşıdı. Kiev Ruslarının bölgede yerleşik hayata geçmelerinin ardından 980’de Ortodoks Hristiyanlığı’nı devlet dinleri olarak kabul ettiler. 13. yüzyıla gelindiğinde ise Kiev Rus Devleti, Moğol istilası sonucunda tarihe karıştı. Moğollar o dönemde bölgedeki küçük Rus prenslikleri ve Türk hanlıkları üzerinde de siyasi hâkimiyet kurdu. Sonraki dönemlerde Ruslar tarafından aslında bir Moğol kabilesinin ismi olan Tatarlar olarak adlandırılan Moğollar, siyasi merkezlerini Yukarı Volga Bölgesi’ndeki Saray şehri çevresinde kurdular. Moğol İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından İslam’ı benimseyen Moğol siyasi eliti, Altın Orda ismiyle bölgede hâkimiyetlerini sürdürdüler.
Altın Orda hâkimiyetindeki prensliklerden Moskova Prensliği elverişli jeoekonomisi, yetenekli liderleri, Moğol hanlarının teşviki ve Moskova’da kurulan bağımsız kilise yapısı ile hızlıca güç kazanmaya başladı. Altın Orda’nın bölgedeki hâkimiyetinin azalmasıyla Moskova’nın genişlemesi, özellikle IV. İvan (hükümdarlığı 1547-1584) döneminde ivme kazandı. 1547’de IV. İvan, Dominion Katedrali’nde “Tüm Rusların Çarı” olarak taç giydi ve bölgedeki tüm Slav prenslikleri üzerindeki otoritesini göstermiş oldu. 16. yüzyılın sonlarında Moskovalılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun görmezden gelemeyeceği bir güç hâline geldiler.
Erken Osmanlı-Rusya İlişkileri (1495-1783)
Osmanlılar ve Ruslar arasındaki resmî ilişkiler 15. yüzyılın sonlarında Moskova Knezliği’nin İstanbul’da elçi görevlendirmesi üzerine başladı. Bu dönemde Balkanlar’a doğru genişleme fikri, Osmanlı Devleti’nin dış politikasının temelini oluşturmaktaydı. Karadeniz’de başat güç hâline gelen Osmanlı Devleti kendilerine tabi olan Kırım Tatarlarını desteklemenin yanı sıra, Polonyalılar ve Moskovalılar ile de farklı vesilelerle ittifak yapacaklardı. Örneğin Altın Orda çöküp güç dengesi Kırım Hanlığı’nın lehine döndüğünde 16. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlılar, Moskova Knezliği’ni Polonya’ya karşı doğal bir müttefik olarak görüp destekledi. Moskovalılar, Kırımlıların gücüne erişmeye başlayınca ise Osmanlı Devleti de Ruslara karşı Kırımlıları desteklemeye başladı. Bu stratejinin temelinde Osmanlı’nın bölgedeki siyasi oluşumlardan birinin güçlenerek kendine tehdit hâline gelmesini engelleme çabası yatmaktaydı. Altın Orda’nın iyice zayıflamasıyla Moskova Knezliği, çevrelerindeki Türk hanlıkları ve Slav beyliklerini kendi hâkimiyetleri altına alarak güç kazanırken Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıla kadar Rus tehdidini ortadan kaldırmak veya azaltmak için belirleyici bir adım atmadı. Osmanlı Devleti’nin bölgedeki kontrolünü artırmak için yaptığı tek ciddi plan, iki büyük nehri birbirine bağlayacak olan Don-Volga Kanal Projesi’dir. Ancak bu proje de Orta Avrupa’daki gelişmeler ve Kırım’ın projeye karşı çıkması neticesinde gerçekleşmemişti.[20 - Halil İnalcık, Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve Don Volga Kanalı (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1948).]
18. yüzyıl boyunca Rusya büyük idari reformlar gerçekleştirdi. Ordusunu yetenekli yöneticiler altında modernize eden Rusya, bu dönemde hızlıca Osmanlı’yı tehdit eder konuma gelecekti. 1695’te ilk Rus donanmasının kurulması dâhil olmak üzere bir dizi Batı tarzı reforma öncülük eden I. Petro (hükümdarlığı 1682-1725), Karadeniz kıyılarındaki Azak Kalesi’ni alma girişimiyle Osmanlıları şaşırtacaktı. Rus ordusunun savaş meydanlarında Osmanlı’ya üstünlük sağlamaya başlamasıyla birlikte güç dengesindeki değişim, ikili ilişkileri de etkilemeye başladı. Petro’nun çabaları ilk etapta Karadeniz üzerinde Rus üstünlüğüne yol açmasa da halefleri Osmanlı’nın kuzey sınırlarını zorlamaya devam etti. 18. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı İmparatorluğu’nun durgunluğu II. Katerina’yı (hükümdarlığı 1762-1796) Rusya’nın Karadeniz ve Akdeniz Bölgesi’ndeki etkisini genişletmeyi düşünmeye teşvik etti.[21 - Stanford Shaw, History of the Ottoman Empire and the Modern Turkey: Empire of Gazis the Rise and Decline of the Ottoman Empire 1280-1808, vol. 1 (New York: Cambridge University Press, 1997), 177.] 1768-1774 Rus-Osmanlı Savaşı’ndaki zaferiyle Rusya, Karadeniz’e hâkim oldu ve Balkanlar’daki etkisini artırdı. Savaştan sonra Rusya, Balkanlar’daki Hristiyan milletleri koruma statüsünü elde etti ve 1783’te Kırım Hanlığı’nın bağımsız olmasını sağladı. Kırım Hanlığı, 1783 senesinde Rusya tarafından tamamen ilhak edilecekti.
Batı’nın Yükselişi ve Rus-Osmanlı İlişkileri
Sanayi Devrimi ve sömürgecilik faaliyetleri ile beraber Avrupa imparatorluklarının hem ekonomik hem de teknik üstünlük elde etmesi ve bu çerçevede gelişen sosyal/siyasi olaylar ile düşünce akımları, 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı ile Rus İmparatorluklarına ve aralarındaki ilişkilerine ciddi etkide bulundu. 19. yüzyılda Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyet alanında bulunan Balkanlar’da Müslüman olmayan Balkan tebaası arasında ayrılıkçı hareketleri kullanarak etkisini genişletti. Zayıflayan Osmanlı Devleti ise Rusya’ya karşı artık Batı’nın desteği ile ayakta kalmayı hedefleyecekti. Avrupa imparatorluklarının, özellikle Fransa ve Britanya’nın ise Osmanlı’ya destek vermek için farklı sebepleri vardı. Britanya’nın Güney ve Doğu Asya’daki kolonilerine giden en kısa yol olan Osmanlı Boğazları, Rusya’nın Akdeniz’e girişi için çok önemliydi. Aynı şekilde Fransa da Akdeniz’deki etkisini Rus yayılmacılığından korumak istiyordu. Böylece Batı’nın, Rusya gibi zorlu ve güçlenen bir rakiptense bu rotayı kontrol etmek için nispeten daha zayıf bir Osmanlı İmparatorluğu’nun devamını tercih etmesi beklenirdi. Bunun yanında Rusya’nın Akdeniz’de etkinliğinin artması, Fransa ve Britanya için bölgedeki güç dengeleri açısından tercih edilen bir durum değildi. Bu dönemde Batı’nın teknik üstünlüğünün bir diğer önemli sonucu da bu dönemde Rus ve Türk seçkinlerinin Batılılaşması olmuştu.
19. yüzyılın başlarından itibaren gücünü yitirmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu, milliyetçi ve ayrılıkçı hareketlerden, mali sorunlardan, Rus yayılmacılığının sebep olduğu toprak kayıpları ve Rusya ile yapılan savaşların maliye alanına getirdiği yükten dolayı muzdaripti. Bu dönemde Osmanlı Devleti ile Rusya, Osmanlı’nın iç meselelerinden kaynaklanan bir sorun dolayısıyla yakınlaşacaktı. 1830’ların başında Osmanlı padişahı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak isteyen Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’ya karşı İngiltere ve Fransa’dan yardım istedi. Fakat İngiltere, Osmanlı’nın destek talebini görmezden geldi ve Fransa, Mısır’ın yanında yer aldı. Mehmed Ali Paşa’nın ordusu Osmanlı başkentine doğru yol alırken Batı desteğinden yoksun kalan padişah bunun üzerine yardım istemek amacıyla Rusya’ya yöneldi.[22 - Mehmed Ali Paşa, Mısır’daki Arnavut birliklerinin komutanıydı. Buradaki Fransız egemenliğinin sona ermesinin (1798-1801) ardından Mehmed Ali, Mısır Valisi konumunu sağlamlaştırdı ve gücü kendisine topladı. Mehmed Ali Paşa ayrıca, Fransa’dan ithal ettiği eğitmenlerin yardımıyla yeni bir ordu kurdu. Mehmed Ali Paşa’nın gerçekleştirdiği reformlar Osmanlı’daki reformların öncüsü olacaktı.] Bu hamleye olumlu cevap veren Rusya, İstanbul’a asker göndererek Osmanlı’ya destek verdi. Bu olayın ardından 1833’te Osmanlı İmparatorluğu ile Rus İmparatorluğu arasında Hünkâr İskelesi Antlaşması imzalandı. Antlaşma, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir savaşta Boğazları, Avrupa savaş gemilerine kapatmayı garanti ettiği gizli bir hüküm içeriyordu.[23 - Frank Edgar Bailey, British Policy and the Turkish Reform Movement: A Study in Anglo-Turkish Relations, 1826-1853 (Cambridge: Harvard University Printing Office, 1942), 49-50.] Bu antlaşma Türkiye’nin, güçlü Batı’nın yokluğunda Rusya ile barış yaptığı ilk antlaşma olması bakımından Rusya açısından önemli bir fırsattı. Fakat yapılan antlaşma ve bu çerçevede Rus ordusunun İstanbul’daki varlığı, başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerini endişelendirdi. Bu noktada İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Palmerston, antlaşmayı ciddiye alarak bölgedeki barışı korumak ve muhtemel Rus etkisini kırmak için Rusya’ya karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu destekleyen bir politika benimsedi.[24 - Frederick Stanley Rodkey, “Lord Palmerston and the Rejuvenation of Turkey, 1830-41,” The Journal of Modern History 1, No. 4 (Aralık 1929), 573-77.] 1841’de, 1833’te imzalanan Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın geçerlilik süresinin sona ermesinin ardından, İngiltere’nin talebi üzerine Londra Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. Rus İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve İngiltere’nin katıldığı antlaşmayla Boğazlar, tüm savaş gemilerine kapatılarak yalnızca ticaret gemilerine açıldı. Bu antlaşma, 1936’da imzalanacak olan Montrö Antlaşması’na temel oluşturacaktı. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasından yararlanmayı amaçlayan Rus İmparatorluğu, Osmanlı yönetimindeki Kudüs’te yaşayan Ortodoks tebaaları üzerinde Osmanlı İmparatorluğu’na taviz vermesi için baskı yapmaya devam etti. Gerginlikler; Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ve Fransa’nın birleşik kuvvetlerinin Rus İmparatorluğu’nu yendiği Kırım Savaşı’na (1853-1856) yol açtı.
Yine bu dönemde, Avrupa’nın iki imparatorluk üzerindeki ekonomik ve sosyal etkileri önemli ölçüde arttı. Askerî tekniklerdeki gelişmelerle birlikte Sanayi Devrimi ile başlayan süreçte Avrupa kuvvetleri, Osmanlı ve Rus ordularını geride bırakmaya başladı. Ayrıca, Avrupa’nın hareketli siyasi ve ideolojik atmosferi, Osmanlı ve Rus siyasi seçkinlerini ciddi manada etkiledi. Rusya İmparatorluğu’nda büyüyen işçi sınıfı, yükselen burjuvazi, bürokrasi ve ordudan kesimler, Çarlık otokrasisini sona erdirmeyi amaçlayan birçok siyasi hareket başlatmıştı. Bu hareketler, amaçlarına ulaşmak için kullandıkları araçlar ve Çarlık otokrasisinin yerini almak için kullanmak istedikleri sistemler açısından farklılık gösteriyordu. Çar II. Aleksandr (hükümdarlığı 1855-1881) Kırım Savaşı’ndaki yenilgisi üzerine Rusya’daki yarı köle durumunda bulunan toprak işçilerini (serf) özgürleştirse de hem bu değişiklik büyük oranda kâğıt üzerinde kaldı hem de II. Aleksandr daha radikal değişiklikler isteyen devrimcileri tatmin edemedi. II. Aleksandr’ın bir suikasta kurban gitmesinin ardınan oğlu III. Alexander (hükümdarlığı 1881-1894), babasının yerini aldı. III. Alexander hem uluslararası yatırımları Rusya’ya çekmek hem de Rusya’nın çevresinin merkez ile bağını güçlendirmek amacıyla büyük ekonomik reformlar gerçekleştirdi. 1905’te Çar II. Nicholas’ın (hükümdarlığı 1894-1917) grevler ve protestolar yoluyla siyasi katılım talep edenlere direnememesi üzerine Duma adı verilen, danışmanlık rolüne sahip Rus Parlamenter Meclisi kuruldu.
Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu da bir tür reform süreci yaşadı. Batı yönelimli Osmanlı reformları, Avrupa tipi bir ordu kurmaya çalışan III. Selim’in halefi II. Mahmut (hükümdarlığı 1808-1839) tarafından başlatıldı. II. Mahmut, Osmanlı İmparatorluğu’nun yalnızca askeriyesinde değil; aynı zamanda hukuki ve idari yapılarında da Avrupa tarzı reformlar yaptı. II. Mahmut döneminde özellikle askerî alanda başlayan reformlar daha sonra diğer alanlarda da sürdü. 1839’da Abdülmecid (hükümdarlığı 1839-1861) ilan ettiği Tanzimat ile II. Mahmut’un idari ve askerî reformlarını ilerletmiş oldu. Daha da önemlisi Tanzimat, kendini imparatorluğun işleyiş biçimini değiştirmeye adamış, Batılılaşmış bir elit kesimin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Fakat Osmanlı reformcuları, reformların hızından memnun olmadılar ve I. Abdülmecid’i tahttan indirerek anayasal monarşi sözü veren II. Abdülhamid’i (hükümdarlığı 1876-1909) tahta getirdiler. Ancak II. Abdülhamid, açılışından iki yıl sonra Meclis’i kapatarak reformculara yönelik bir baskıya girişti. Bu dönemde büyük oranda yeraltına çekilen ve yurt dışına giden reformcu kadrolar 1899’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni (İTC) kurdular. Bu arada, bu yüzyılda başta Rusya ile girişilen ve büyük başarısızlıklarla sonuçlanan savaşlar bu reform girişimleri için gereken kaynağın savaş giderleri ve tazminatlarına harcanmasına yol açacaktı. Kurulduğu yıllarda anayasa ve parlamentoyu yeniden devreye sokmayı amaçlayan İTC, subaylar arasında hızla popülerlik kazandı. 1908’e gelindiğinde bu askerler bir darbe ile parlamentoyu yeniden açacaklardı. Bu dönemde İTC, yönetimde etkin bir konuma gelecekti. Fakat Osmanlı subaylarının siyasete karışması 1912-1913 Balkan Savaşları’nda Osmanlıların yenilgisine ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların yanında yer alması gibi talihsiz bir sonuca sebebiyet verecekti.
Özetle 19. yüzyıl boyunca zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu, Rusya’nın güçlenmesi ve güneye doğru genişlemesi ile rekabet gücünü kaybetti. Rusya ile art arda yapılan savaşlar Osmanlı ekonomisini harap etti ve modernleşme girişimlerini baltaladı. Bu arada Rusya, Balkan uluslarının bağımsızlığının sağlanmasına yardımcı oldu ve Kuzey Karadeniz kıyı şeridindeki Osmanlı topraklarını işgal etti. Osmanlı İmparatorluğu’nun hayatta kalması, büyük oranda Britanya İmparatorluğu’nun Rus İmparatorluğu’nun güneyinde tampon görevi görecek bir Osmanlı İmparatorluğu’nu koruma politikası sayesinde mümkün oldu. Türkiye ve Rusya arasındaki güç dengesinin iyice bozulmasıyla Türkiye’nin dışarıdan dengeleyici unsurlar vasıtasıyla Rusya’yı dengeleme politikası 20. yüzyılda da devam edecekti. Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’nin benzer bir yayılmacı politikanın sinyallerini vermesiyle Türkiye, Batı’ya dönerek ve Batı ittifakının bir üyesi olarak Rusya’yı dengelemeyi amaçlayacaktı.
20. YÜZYILDA TÜRKİYE İLE SOVYETLER BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ
Türkiye ve Sovyetler Birliği’nin Kuruluşu
Türkiye Cumhuriyeti
İTC 1908’de Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleşen ihtilalin ardından yaşanan süreçte Osmanlı kurumları üzerinde bir otorite sahibi olabilmiş ve Anadolu ile Balkanlar’da geniş bir ağ kurabilmişti. İTC liderleri Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgiden sonra tasfiye olsalar da onların kurdukları ağ, Anadolu’da varlığını sürdürecekti.[25 - Erik J. Zürcher, Turkey: A Modern History (New York: I. B. Tauris, 2017), 83-87.] Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, Anadolu dışındaki hemen hemen tüm topraklarını müttefiklere teslim etti. Bunun üzerine işgale tepki olarak Anadolu genelinde direniş güçleri oluşturuldu. Daha önceden oluşturulan İTC altyapısı bu direniş güçlerinin hem oluşumunda hem de organizasyonunda büyük rol oynadı.[26 - Stanford Shaw ve Ezel Kural Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern Turkey: Reform, Revolution and Republic: The Rise of Modern Turkey, 1808-1975, vol. 2 (New York: Cambridge University Press, 2005), 343.] Mayıs 1919’da Osmanlı hükûmeti tarafından Anadolu’da sükûneti sağlamak için geniş yetkiler ile gönderilen bir Osmanlı generali olan Mustafa Kemal, yetkisini işgalci Batı kuvvetlerine karşı mevcut direnişi daha da güçlendirmek için kullandı. Mustafa Kemal yeterli desteği topladıktan sonra görevinden istifa edecek ve Nisan 1920’de İstanbul’da işgal kuvvetlerinin etkisi altında çalışamayan Meclis’i, o dönem küçük bir Anadolu kenti olan Ankara’da açacaktı. Anadolu ve Trakya’yı işgalden kurtarmayı taahhüt eden Misakımillî’nin 28 Ocak 1920’de bu Meclis’te onaylanması Anadolu’yu işgal altında tutan İngiltere, Yunanistan ve Fransa’ya ciddi bir meydan okuma oldu.
Ağustos 1920’de İstanbul’daki Osmanlı hükûmeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını İtilaf Devletleri arasında bölüştüren Sevr Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşmayı reddeden Ankara’daki Millet Meclisi komutasındaki yeni kurulan Türk ordusu, işgalci güçlerle (batıda Yunanlılar ve İtalyanlar, güneyde Fransızlar, doğuda Ermeniler ve Küçük Asya’daki diğer birçok cephede İngiliz birlikleri) mücadele etmek durumunda kaldı. 1922’ye kadar Anadolu ve Trakya’nın büyük bir kısmı yabancı işgalinden kurtarıldı. Yeni kurulan Meclis’in temsil heyeti tarafından Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye bağımsızlığını kazandı, ekonomik kapitülasyonlara son verdi ve bazı istisnalar dışında, Misakımillî’de belirtilen toprak hedefleri gerçekleştirildi. Bağımsızlığın kazanılmasının ardından Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğu’ndan tepeden inme reformlar yoluyla Batılılaşmış bir yaşam tarzına sahip, homojen, laik bir Türk ulusu yaratmayı amaçladı.
Bağımsızlık ve egemenlik için verilen diplomatik ve askerî mücadele, Türk stratejik kültüründe ve dış politikasında kalıcı bir Batı karşıtlığı refleksi bıraktı. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti’ne dayatılan Sevr Antlaşması’na atıfla Sevr Sendromu olarak da adlandırılan ve Türkiye’yi bölmek isteyen iç ve dış mihraklara dikkat çeken bu anlatı Türk dış politikasında varlığını sürdürdü. Bu dinamiğe rağmen Türkiye’nin yeni cumhuriyetçi seçkinleri, Batı’yı medeniyetin merkezi olarak görmeye devam ettiler ve Türkiye’yi Batı uluslararası toplumunun saygın bir üyesi yapma hedefleri doğrultusunda bir politika da izlediler. Türkiye’yi Batı dünyasının dışında tahayyül edemeyen bu anlayış doğrultusunda Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ile ilişkilerini yeniden kurarken Batı’ya yönelik devam eden kuşkular Sovyetler Birliği ile yaptığı iş birliğinde görülebilecek bazı taktiksel esneklikler sağladı.[27 - Malik Mufti, Daring and Caution in Turkish Strategic Culture: Republic at Sea (New York: Palgrave, 2009), 18.]
Sovyetler Birliği
Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı koşullarda yıkılan Rus İmparatorluğu’nun yerine kurulan Sovyetler Birliği, Çarlık dönemi siyasi uygulamalarının temel yönlerini gerek iç gerekse dış politikada benimsedi. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) Bolşevik fraksiyonu, o dönem Rus siyasi yelpazesinde uç bir unsurdu. Bolşevik fraksiyonu, işçilerin tam zamanlı devrimcilerin liderliğine duyulan ihtiyacını vurgulayan ve RSDİP’yi katı bir şekilde merkezîleştirilmiş bir yeraltı örgütüne dönüştürmek isteyen Vladimir Lenin’in liderliğine dayanıyordu.[28 - Leonard Schapiro, The Communist Party of the Soviet Union (New York: Random House, 1960), 62.] Ekim 1917’de Bolşevikler, çarın Mart 1917’de tahttan çekilmesinden sonra kurulan geçici hükûmete karşı bir darbe düzenleyerek yönetimi ele geçirdiklerini ilan ettiler. Bolşevikler bu “devrim”i Rus İmparatorluğu’nun sanayi kentlerinde hızla yayılarak 1905 Devrimi’nde önemli bir rol oynayan ve “Sovyet” olarak adlandırılan işçi meclisleri adına gerçekleştirdiklerini ilan ettiler. Bolşevikler köylülere toprak, askerlere barış ve Rus olmayan uluslara iktidarı ellerinde tutmaları için kendi kaderlerini tayin etme sözü vererek ve silahlı güç kullanarak halk tabanında kısa zamanda geniş destek toplayabildi.
Mart 1918’de imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması’yla Bolşevikler, Almanya’ya Rusya’nın Avrupa kısmında önemli miktarda toprak bırakarak Rusya’nın savaştan çıkmasını sağladılar. Bunun ardından iç savaşta Kızıl Ordu ile Rus İmparatorluğu topraklarının önemli kısmına hâkim olan Bolşevikler, işçiler adına tüm ulusun üretim araçlarına el koyarak 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB veya Sovyetler Birliği) ilan ettiler. Ekonomik araçların merkezîleşmesinin kıtlığa yol açmasıyla Lenin, sınırlı özel girişim ve yabancı yatırımı mümkün kılan Yeni Ekonomik Politika’yı (YEP) ilan etti. Bu sayede Sovyet ekonomisi bir nebze nefes alırken sınırlı ekonomik liberalleşme SSCB’nin o dönemde diğer devletlerle ilişkilerini de geliştirmesinin yolunu açtı. 1924’te Lenin’in ölümünün ardından Stalin, YEP’ten vazgeçecek ve “Tek Ülkede Sosyalizm” ilkesi çerçevesinde bir modernleşme programı ve dış politika tutumu benimseyecekti.
Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun ilk yıllarında yönetim kadrosundaki hâkim anlayışa göre rejimin hayatta kalması kapitalizme karşı küresel bir zafere bağlı olduğundan Lenin, bir dünya devrimini Sovyetler Birliği’nin ulusal çıkarlarından üstün görüyordu.[29 - Richard Pipes, A Concise History of the Russian Revolution (New York: Alfred A. Knopf, 1991), 286.] O yıllarda 1919’da yabancı komünist partileri denetlemek ve yurt dışında propaganda yapmak üzere kurulan Komintern (Kommunistiçeskiy Internatsional-Komünist Enternasyonel) SSCB’nin merkezî dış politika aygıtıydı. Bu enternasyonalizm, SSCB’de küçük işletmelerin açılmasını sağlayan ve dış ticarete izin veren YEP ile dönüşerek daha uyumlu bir dış politika yaklaşıma yol açtı.[30 - Robert H. Donaldson, Joseph L. Nogee and Vidya Nadkarni, The Foreign Policy of Russia: Changing Systems, Enduring Interests (New York: Routledge, 2014), 51.] Narkomindel’in (Narodnıy Komissariyat Vnutrennnih Del-İçişleri Halk Komiserliği) kurulmasıyla emperyalist ülkelerle yürütülen ilişkileri bu kuruluşun üstlenmesi ile Sovyetler Birliği, çift kanallı bir dış politika izlemeye başladı. Komintern, Batı’nın uluslararası düzenini yıkmayı amaçlarken Narkomindel, SSCB’nin çıkarlarını modern diplomatik düzlemde koruyacaktı. Stalin döneminde SSCB, siyasi ve ekonomik gücü yeniden merkezîleştirerek Çarlık döneminin dış politika anlayışını tekrar benimsemiş oldu. Dış dünyaya yönelik korku ve şüphe ile statü ve güvenlik elde etmek için açığa çıkan sürekli genişleme dürtüsü güçlü bir geri dönüş yaptı.[31 - Fritz W. Ermarth, “Russia’s Strategic Culture: Past, Present and … in Transition?” içinde Comparative Strategic Cultures Curriculum Project, derl. Jeffrey A. Larsen, chapter 12 (Fort Belvoir, VA: Defense Threat Reduction Agency, 2006).] Sovyetlerin Türk siyasi seçkinlerine yönelik şüpheleri ve Türk Boğazlarının Sovyet ana vatanının savunması için stratejik bir nokta olarak yeniden ortaya çıkmasıyla bu değişiklikler, Türkiye-Sovyet ilişkileri üzerinde önemli bir etkiye sahip olacaktı.
İki Savaş Arası Dönemde SSCB-Türkiye İlişkileri
Türkiye ve Sovyetler Birliği, Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının daralmış topraklarını ve imparatorluk miraslarını devralan iki devlet olarak 1920’lerden itibaren ikili ilişkilerini yeniden inşa etmeye koyuldu. Bu iki devleti oluşturan siyasi kadrolar Batı’ya karşı giriştikleri siyasi ve askerî mücadelenin sonrasında yönetimi ele geçirmişlerdi. Türk Kurtuluş Savaşı birden fazla Batı devletine karşı verilirken Bolşevikler ise Batı sermayesine karşı savaşı bir tür devlet politikası olarak benimsemişlerdi. Dolayısıyla bu iki devlet bir anlamda Batı’ya karşı belli ölçüde ortak çıkarlara sahiplerdi. 1921’de Türk Kurtuluş Savaşı sırasında imzalanan Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’nı doğuran etmenlerden biri de bu ortak karşı duruş oldu. İki ülke arasında varılan bu antlaşma ile sınır anlaşmazlıkları çözüldü ve Sovyetler Birliği, Ankara hükûmetinin ordusuna askerî ve mali yardım sözü verdi. Fakat yeni kurulan Ankara hükûmetinin Sovyetler Birliği ile ideolojik bir yaklaşım içerisine girmeye niyeti yoktu. Mustafa Suphi tarafından 1920 yılında Bakü’de kurulan ve Leninist bir program benimseyen Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) lider kadrosu, Anadolu’ya geldiklerinde Karadeniz kıyısı açıklarında katledildi.[32 - Konu hakkında daha geniş bilgi için bk. Bülent Gökay, Soviet Eastern Policy and Turkey, 1920-1991: Soviet Foreign Policy, Turkey and Communism (London: Routledge, 2006).] Birden fazla cephede mütevazı imkânlarla çetin bir savaş veren Ankara hükûmetinin başarısında Sovyetlerden gelen yardım ve bu ülke ile sınır anlaşmazlıklarının çözülmesi önemli rol oynadı. 1925’e gelindiğinde Türkiye’nin Batı ile problemleri devam etmekteydi. Musul Sorunu, Milletler Cemiyeti ve ilgili komisyonun kararı doğrultusunda İngiliz mandası olan Irak’a verilmiş İtalya, Anadolu toprakları üzerinde hak iddia etmekteydi. Benzer şekilde Almanya ile diğer Batılı devletler arasında savaş sonrası yaşanan yumuşama ve bu sürecin sonucunda imzalanan 1925 Locarno Antlaşması, Sovyetler Birliği’ni tedirgin ediyordu. İşte böyle bir ortamda Türkiye ve SSCB, Sovyet-Türkiye Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşma neticesinde taraflar birbirlerine karşı askerî ittifaklara girmeme sözü verdi.
Siyasi sahada gerçekleşen ilerleme ticari ilişkilere de tesir etti. SSCB yönetimi Türkiye’nin ekonomisinin dizaynında rol oynayarak dolaylı yoldan siyasi olarak etkilemeyi amaçlarken Türk yetkililer ise hızlı kalkınma için Sovyet ekonomik modelini öğrenmeyi amaçlıyordu.[33 - David Gyurgenovich Bdoyan, “Transformatsiya Rossiysko-Turetskikh Otnosheniy v Usloviyakh Bor’by Za Regional’noye Liderstvo (2002–2017)” (Yayımlanmamış Doktora Tezi, MGIMO, 2017), 40.] O yıllarda Sovyetler Birliği, “Sovyet Doğu Politikası” çerçevesinde İngiliz emperyalizmini zayıflatmak için Sovyet terminolojisinde burjuva milliyetçi olarak nitelendirilen Ankara hükûmetinin yanında yer almakta veya Çin Kuomindang gibi burjuva-milliyetçi devletleri desteklemekteydi. 1932’de Sovyetler Birliği, Türkiye’ye yirmi yıllığına 8 milyon dolar (2023’e kadarki enflasyon düşünüldüğünde yaklaşık 160 milyon dolar) kredi sağladı. Kredi, Türkiye’de Nazilli ile Kayseri’deki askerî teçhizat ve tekstil fabrikaları için kullanılacaktı.[34 - Onur İşçi ve Samuel Hirst, “Smokestacks and Pipelines: Russian-Turkish Relations and the Persistence of Economic Development,” Diplomatic History 44, No. 5 (November 2020), 835.] Bu iki fabrika Türkiye’nin müstakil bir devlet olarak ekonomik bağımsızlığını kazanmasında önemli rol oynayacaktı. Bu dönemde Türkiye, Sovyetler Birliği’nin tavsiye ettiği kalkınma planını gönüllü olarak benimseyen ilk yabancı devlet oldu.[35 - Ali Balcı, Türkiye Dış Politikası İlkeler, Aktörler ve Uygulamalar (İstanbul: Alfa Yayınları, 2017), 39-40.] Türkiye bu yıllarda her ne kadar Batılı devletler ile ilişkilerini geliştirmek istese de uluslararası toplumun birçok konudaki uzlaşmaz tavrı ve Musul-Kerkük konusunda Milletler Cemiyeti’nin yanlı tutumu, Türkiye’yi SSCB ile dirsek temasında bulunmaya itmişti.
Ancak 1930’ların ortalarından itibaren Türkiye’nin devam eden Batılı uluslararası düzenin bir parçası olma arzusu ve iki devletin Avrupa’daki çalkantılı atmosfere verdiği tepkiler, 1920’lerde başlayan süreci akamete uğrattı. 1930’larda başlayan Akdeniz’e yönelik İtalya’nın Mare Nostrum (Bizim Deniz) söylemi çerçevesinde gelişen revizyonist tavrına cevap olarak Türkiye, bölgesel ittifaklara öncülük ederek ve tartışmalı bölgelerin statüsünü Türkiye lehine değiştirerek toprak bütünlüğünü korumayı amaçladı. Türkiye’nin bu stratejisine Sovyetler Birliği olumsuz tepki gösterdi. Örneğin, 1936’da Türkiye’nin Boğazların kontrolünü yeniden ele geçirdiği Montrö Konferansı sırasında Türkiye’nin, İngiltere ve Sovyetler arasındaki diplomatik manevraları Moskova’yı hayal kırıklığına uğrattı.[36 - Onur İşçi, Turkey and Soviet Union during World War II (London: I. B. Tauris, 2019), 25-27.] Bu dönemde Türkiye, İtalyan revizyonizmi çerçevesinde komşularının dayanışmasını sürdürmek amacıyla iki bölgesel güvenlik düzeninin kurulmasına öncülük etti. Orta Doğu’da Sadabat Paktı (Türkiye, İran ve Irak ve Afganistan’dan oluşuyordu.) ve Balkanlar’da Balkan Paktı (Yunanistan, Türkiye, Yugoslavya’dan oluşuyordu.) ile Türkiye egemenliğini güvence altına almayı amaçladı. Bu adımlar, bu paktların oluşumunu Sovyet etkisini kontrol altına alma hamleleri olarak gören Moskova’yı daha da kızdırdı.[37 - A. F. Miller, Oçerki Noveişei İstorii Turtsii (Moscow: Akademiya Nauk SSSR, 1948), 184-85. https://books.google.com.cu/books?id=uGY6AQAAIAAJ&sourc e=gbs_navlinks_s]
İlişkilerdeki bu atmosfer İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) yıllarında da devam etti. 1939’da henüz savaş başlamadan Türkiye, önce İngiltere ile bir savunma antlaşması, ardından Fransa ve Britanya ile Üçlü Antlaşma imzalarken Sovyetler Birliği, Nazi Almanyası ile Molotov‐Ribbentrop Paktı’nı imzaladı. İkinci Dünya Savaşı tüm Avrupa’ya yayıldıkça Türkiye ve SSCB arasındaki gerginlikler de artış gösterdi. Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ni işgale başlamasından sonra dahi Türkiye’nin Almanya’ya savaş ilan etmemesi ve 1944 yılına dek Nazi Almanyası’yla ticari ilişkilerini sürdürmesi, Sovyetler Birliği’ni kızdırdı. Savaşın sona ermesinin ardından Sovyet liderliği Karadeniz’deki tüm Müslüman nüfusu ihanetle suçladı ve 1944’te toplu hâlde Sibirya ve Orta Asya’ya sürülmelerini emretti. Bu eylem, ikili ilişkileri doğrudan etkilemese de Sovyet düşmanlığını ve Türk halkının içerisindeki şüpheciliği arttırdı. Bunun yanı sıra Karadeniz’in kuzeyini Ruslaştırarak Karadeniz Bölgesi’ndeki güç dengesini değiştirecekti.
İki savaş arası dönemde, uluslararası sistemde devam eden istikrarsızlık; Türkiye, Sovyetler Birliği ve Batı’nın karşı tutumlu dış politika stratejileri oluşturmasını engelledi. Türkiye ve Sovyetler Birliği, her ikisi de Batı emperyalizmine karşı bir mücadeleden sonra doğmuş, Batı’nın uluslararası toplumundan izole kalan iki devlet olarak 1920’lerde birçok alanda iş birliğine imza atmışlardır. Fakat sonraki yıllarda, uluslararası ortamın değişmesine paralel olarak Türkiye, Batı ile olan bağlarını kuvvetlendirdi ve egemenliğini güvence altına almak için bölgesel paktlara öncülük etti. Bu sırada Sovyetler Birliği’nde Stalin’in yarattığı iklimin de etkisiyle içeride ve dışarıdaki siyasi aktörlere karşı duyulan güvensizliğin de etkisiyle SSCB yönetimi, Türkiye’nin izlediği dış politikayı tehdit olarak gördü. Bu durumun ilişkilerde yarattığı bozulma, İkinci Dünya Savaşı yıllarında doruğa çıktı. Soğuk Savaş yıllarının başında ikili ilişkiler, bu güvensizlik atmosferinde şekillenecekti.
Soğuk Savaş
Soğuk Savaş sırasında, iki savaş arasındaki yılların istikrarsızlığı, Müttefik Kuvvetlerin İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na karşı kesin zaferiyle sona erdi. Savaş sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği iki süper güç olarak ortaya çıktı ve iki kutuplu bir uluslararası sistem doğdu. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda, Türkiye’nin NATO üyesi olarak Sovyetler Birliği’ni çevrelemede oynadığı kilit role paralel şekilde küresel güç dengesinin Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri üzerindeki etkisi de arttı. Bu durum Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Fransa açısından Rusya’ya karşı bir tür tampon görevi icra ettiği 19. yüzyıl, bölgesel dinamikleri ile benzeşiyordu.
Savaşın sonlanmasının ardından henüz 1945’te Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov’un, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e Boğazlarda Sovyet üsleri kurma ve SSCB-Türkiye sınırını SSCB lehine revize etme talebini iletmesiyle ikili ilişkilerde önemli bir dönüm noktası meydana geldi.[38 - Albert Resis, Molotov Remembers: Inside Kremlin Politics (Chicago: Ivan R. Dee, 1993), 96.] Türkiye Cumhuriyeti siyasi elitleri tıpkı Osmanlı’nın 19. yüzyılda yaptığı gibi Rusya’ya karşı Batı’nın desteğini aradı. Türkiye’nin diplomatik girişimlerinin ardından ABD Kongresi, Rusya’nın Yakın Doğu üzerindeki kontrolünü önlemek için Türkiye ve Yunanistan’a mali ve askerî destek sağlama planını onayladı.[39 - Harry S. Truman, The Memoirs of Harry S. Truman: Years of Trial and Hope 1945-1953, vol. 2 (Suffolk: Hodder and Stoughton, 1956), 102.] Bu stratejiye göre Türkiye, Sovyetler Birliği ile Akdeniz ve Orta Doğu arasında tampon bölge rolü oynayacaktı.[40 - Melvyn P. Leffler, A Preponderance of Power: National Security, the Truman Administration and the Cold War (Stanford, CA: Stanford University Press, 1992), 551.] Soğuk Savaş’ın başladığı yıllarda Türkiye’nin jeopolitik konumu, Orta Doğu petrolü için bir kanal olarak ABD dış politikası adına çok önemliydi.[41 - Irene Gendzier, Notes from the Minefield: United States Intervention in Lebanon 1945-1958 (New York: Columbia University Press, 2006), 28.] Bu durum Osmanlı Devleti’nin Britanya’nın ticaret yollarındaki öneminin dönemin bölgesel dinamiklerinde oynadığı rol ile ciddi oranda benzerlik taşıyordu.
Dönemin ABD Başkanı Harry Truman zamanında uygulamaya konan ve adına sonradan Truman Doktrini[42 - Harry S. Truman, “President Harry S. Truman’s Address before a Joint Session of Congress, 12 Mart, 1947”, Avalon Project at Yale Law School, Erişim Tarihi: 13 Mart, 2023. https://avalon.law.yale.edu/twentieth century/trudoc.asp.] denilen ABD’nin bölgeye yönelik geliştirdiği strateji, takip eden yıllarda Türkiye’nin iç ve dış politikasında önemli kırılmalar yarattı. 1952’de Türkiye, Kore Savaşı’na asker gönderdikten sonra NATO’ya katıldı. Türkiye’nin NATO üyeliği ile attığı adım, yukarıda bahsedilen Türkiye’nin stratejik kültürünün temel unsurlarından biri olan Batılılaşma ile uyumluydu.[43 - Yılmaz Eylem ve Pınar Bilgin, “Constructing Turkey’s ‘Western’ Identity during the Cold War: Discourses of the Intellectuals of Statecraft”, International Journal 61, No. 1 (2005), 41.] SSCB ile oldukça iyi ilişkilere sahipken dahi Batı ile ilişkilerini ilerletme gayretinde olan Türkiye için NATO üyeliği ciddi öneme sahipti. Türkiye’nin NATO üyeliği, İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren Türk topraklarında varlık gösteren ABD ordusunun Türk ordusu üzerindeki etkisini artıracaktı.[44 - Amy Austin Holmes, Social Unrest and American Military Bases in Turkey and Germany since 1945 (New York: Cambridge University Press, 2014), 47-49.] Soğuk Savaş yıllarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin ABD tarafından donatılması ve Türk subaylarının eğitimi, Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde ciddi bir ABD etkisi yaratacak ve bu etki sayesinde ABD, Türk siyaseti üzerinde de yönlendirici bir etki sahibi olacaktı.[45 - Ömer Aslan, The United States and Military Coups in Turkey and Pakistan: Between Conspiracy and Reality (Cham: Palgrave, 2018), 119-21.]
1953’te Stalin’in ölümünün ardından SSCB-ABD arasındaki Detente (Yumuşama) Dönemi ve ABD-Türkiye ilişkilerinin bozulması, Türkiye-Sovyet ilişkilerini olumlu yönde etkiledi. Yeni Sovyet liderliği, Türkiye’ye iyi komşuluk ilişkileri talep eden ve hiçbir toprak iddiası taşımadığını belirten bir nota gönderdi.[46 - Pınar Bilgin ve Kıvanç Coş, “Stalin’s Demands: Constructions of the Soviet Other in Turkey’s Foreign Policy, 1919-1945”, Foreign Policy Analysis 6 (2009), 45.] Türkiye başlangıçta bu notayı göz ardı etti ve başlıca amaçları Sovyetler Birliği’nin güneye nüfuz etmesini engellemek olan iki Sovyet karşıtı bölgesel pakta katıldı. Türkiye, bu doğrultuda 1953’te imzalanan Balkan Paktı’na Yugoslavya ve Yunanistan ile; 1955’te imzalanan Bağdat Paktı’na ise İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık ile beraber katıldı. Türkiye ile ABD arasındaki stratejik ilişkiler sürerken 1950’lerin sonlarında, Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’nin kalkınmasını kredilerle finanse etmeyi bırakması ve Türkiye’ye afyon ekimini durdurması için baskı yapmasının ardından Türkiye ekonomik bir krizle karşı karşıya kaldı. ABD Başkanı Johnson’ın 1964’te Türkiye’yi Kıbrıs’a askerî müdahalede bulunmaktan caydırmak için sert bir dille kaleme aldığı mektup,[47 - Lyndon Johnson, “Correspondence between President Johnson and Prime Minister Inonu”, Middle East Journal 20, No. 3 (1966), 386-93.] Batı’nın Türkiye’ye yönelik politikalarından duyulan endişeleri yeniden alevlendirecekti.
1960’ların sonundan itibaren ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Detente çerçevesinde Soğuk Savaş gerilimlerinin daha da hafiflemesi, Türkiye’nin ABD’nin stratejik hesaplarındaki rolünü de azalttı. Bu dönemde Türkiye, Kıbrıs’a müdahalesinin ardından bir ABD ambargosu ile karşı karşıya kaldı. Bu duruma Türkiye’nin tepkisi, geçmiş dönemlerde olduğu gibi Sovyetler Birliği ile ilişkilerini geliştirerek Batı etkisini dengeleme yönünde gerçekleşti. Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki sınırlı yakınlaşmanın, Detente sırasında Türkiye’nin ABD nezdindeki stratejik öneminin azaldığı bir döneme denk gelmesi ise tesadüf değildi. Bu dönemde, 1920’lerde olduğu gibi SSCB’nin Türkiye’ye yönelik kalkınma yardımı ciddi artış gösterdi. Türkiye’de Sovyet yardımı ile inşa edilen İskenderun Demir Çelik Fabrikası, Seydişehir Alüminyum Fabrikası, Aliağa Petrol Rafinerisi, Bandırma Asit Kükürt Fabrikası ve Artvin Sac Fabrikası, Türkiye’yi 1970’lerde en fazla Sovyet kalkınma yardımı alan ülke hâline getirdi.[48 - Gu Guan-fu, “Soviet Aid to the Third World: An Analysis of Its Strategy”, Soviet Studies 15, No. 1 (Ocak 1983), 71-76.] 1978’de ise iki ülke arasında İyi Komşu İlişkileri İlkeleri’ne imza atıldı. İmza töreninde dönemin Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit, Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ni bir tehdit olarak görmediğini ilan etti.[49 - Atay Akdevelioğlu ve Ömer Kürkçüoğlu, “SSCB ile İlişkiler”, içinde Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt I: 1919-1980 derl. Baskın Oran (İstanbul: İletişim, 2009), 781.]
1980’lerin başından itibaren, 1970’lerde Bretton Woods Sistemi’nin yıkılmasıyla başlayan süreçte dünyanın yeniden yapılanması ve küreselleşmesi, Türkiye-SSCB ikili ticari ilişkilerindeki ekonomik potansiyeli açığa çıkardı. Türkiye’deki 1980 Darbesi’nden sonra ortaya çıkan siyasi istikrar, Türkiye’nin yeni başbakanı Turgut Özal’ın Türkiye’nin piyasa ekonomisine geçişini sağladı. Sovyetler Birliği’nde ise 1985 yılında iktidara gelen Gorbaçov, Sovyetler Birliği’ni bürokratikleşmiş ve durgun ekonomisinden, iktisadi ve idari reformlarla kurtarmaya çalıştı. Her iki ülkedeki bu değişiklikler, ikili ticaret hacminin artmasının ve özellikle enerji alanında iş birliğinin önünü açtı. İkili ticaretin önemli bir kısmını Türkiye’nin SSCB’den temin ettiği doğal gaz ve karşılığında ihraç ettiği malzemeler oluşturuyordu. 1980’lerde Türkiye’nin SSCB’ye ihracatı yüzde 260, SSCB’nin Türkiye’ye ihracatı ise yüzde 506 arttı.[50 - Baskın Oran, Turkish Foreign Policy: 1919-2006, trans. Mustafa Akşin (Salt Lake City: University of Utah Press, 2011), 620.] İkili ticari ilişkilerin hacmindeki artış, bölgesel iş birliğini de beraberinde getirdi. 1980’ler boyunca iki hükûmet ortak sınır, kültürel alışveriş ve Karadeniz uçuş bölgesini düzenleyen anlaşmalar imzaladılar. Bu dönemde atılan adımlar 1990’larda gerçekleşecek olan daha geniş ve yoğun bir yakınlaşmaya zemin hazırladı.
Soğuk Savaş dinamikleri bu dönemde Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin seyrini belirledi. Soğuk Savaş’ın başladığı yıllarda, SSCB tarafından kendini tehdit altında gören Türkiye, NATO’ya üye olarak Batı ittifakının bir parçası oldu. NATO üyeliği sayesinde Türkiye, ordusunu modernleştirdi lakin ABD’den alınan bu ekonomik ve askerî yardımlar Türkiye’nin Batı’ya olan bağımlılığını artırdı. Türkiye bu meseleyi Kıbrıs’a müdahale etme planları üzerine Johnson’ın mektubunu aldığı 1960’larda anlayacaktı. Bu dönemde SSCB Türkiye’yi Batı’nın piyonu olarak görse de Türkiye ile çeşitli kanallardan iyi ilişkiler geliştirmeyi ve sürdürmeyi hedefledi. Burada SSCB hem Türkiye üzerindeki etkisini artırmayı hem de Türkiye ile Batı arasındaki bağları zayıflatmayı hedefliyordu. Özellikle Stalin’in ölümünün ardından Hruşçov dönemi ile başlayan süreçte SSCB, Türkiye’ye hem kalkınma yardımı yapmış hem de aralarındaki siyasi ilişkileri geliştiren adımlar atmıştır. İki ülke arasındaki ekonomik bağlar, Soğuk Savaş sonrası dönemde daha da önem kazanacaktır.
1990’larda Soğuk Savaş Sonrası Türkiye-Rusya İlişkileri
SSCB’nin çöküşü, Soğuk Savaş dönemi dinamiklerinin ortadan kalkmasıyla birlikte Türkiye-Rusya ikili ilişkilerinde ticari olarak iyileşme sağlarken aynı zamanda bölgesel rekabetin de önünü açtı. Gorbaçov’un Sovyet sistemini güçlendirmek için uyguladığı reformlar Sovyet rejiminin sonunu getirirken birkaç yıl içinde Doğu Avrupa’daki tüm Sovyet uydu cumhuriyetleri Moskova ile bağlarını kopardı. 1991’de Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) kurulması ile SSCB’nin dağılış süreci nihayete erdi. SSCB’nin dağılmasından sonra, Moskova’nın Orta Asya ve Kafkaslar’daki etkisinin azalması, Türkiye ve Batı’nın bu bölgede nüfuz için Rusya ile rekabete girme yolunun açılmasına sebep oldu.
Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin ve Dışişleri Bakanı Andrei Kozyrev, dış politikada Sovyet sonrası bölgeleri Rusya’nın arka bahçesi olarak gören tutumdan vazgeçti ve Batı dostu bir dış politika izledi. Bu politika doğrultusunda Rusya, Batı kaynaklı kredilere erişim ve yeni kurulmakta olan Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninin güçlü ve uyumlu bir üyesi olmayı hedefliyordu. Fırsatı değerlendiren Türkiye, ortak Türk ve Müslüman kimliklerini vurgulayarak Orta Asya ve Kafkaslar üzerinde ekonomik ve stratejik planlar uygulamaya çalıştı. TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı), bölgedeki Türk kalkınma yardımlarını koordine etmek amacıyla 1992 yılında kuruldu. Özal’ın aktif teşviki ile 1992 yılında Ankara’da Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi toplandı. 1993 yılında, ortak Türk kültürünü geliştirmek için Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY) kuruldu. Bu girişim, birkaç zirvenin ardından 2009 yılında kurulan Türk Keneşi’nin tohumlarını atacaktı. Türkiye’nin eski Sovyet coğrafyası ile ticari faaliyetleri aynı dönemde önemli ölçüde arttı.
Ancak 1990’ların ortalarından itibaren Rusya’nın dış politikasında yaşanan değişim ve Türkiye’nin Sovyet sonrası bölgede Batı’nın yetersiz desteği sonucunda güçlü bir etki kuramaması, Moskova’nın Sovyet sonrası bölgedeki etkisini kısa sürede geri getirdi. Rus bürokrasisi ve dış politika yapımında rol alan kurumların Kozyrev ile onun Batı yanlısı dış politikasına karşı gösterdiği direniş nedeniyle, Rusya’nın Sovyet sonrası alanda büyük güç rolünü vurgulayan ve küresel çok kutupluluğu teşvik etmesi gerektiğini öne süren Yevgeni Primakov dışişleri bakanı oldu. 1997’de bu iki amaç, Soğuk Savaş sonrası Rusya’nın resmî stratejik ve dış politika doktrinlerinin temel parçaları hâline geldi.[51 - Boris Yeltsin, “Ukaz Prezidenta Rossiyskoy Federatsii ot 17 dekabrya 1997 goda 1300”, 17 Aralık 1997, www.kremlin.ru/acts/bank/11782.] Rusya’nın uyumlu politikasının beklentileri karşılamak şöyle dursun, NATO’nun genişlemesi gibi sonuçlar getirmesi Rus dış politikasındaki dönüşümde önemli bir rol oynadı. Türkiye’de Özal’ın 1993’te ölümü; PKK terörünün tırmanmasının, zayıf koalisyon hükûmetinin ve ekonomik krizlerin önünü açtı. Bu faktörlerin bir sonucu olarak Rusya, Sovyet sonrası alanda hegemonik etkisini sürdürürken Türkiye ve Batı, bölgede yalnızca sınırlı ekonomik etkiye sahip olabildi.
Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki ikili ticareti artırmaya yönelik karşılıklı çaba, 1980’lerin ortalarında başladı ve 1990’larda Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında devam etti. Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1992 yılında Moskova’yı ziyareti sırasında iki ülke Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu Arasındaki İlişki İlkeleri’ni imzaladı.[52 - “Turkey’s Political Relations with the Russian Federation”, Republic of Turkey Ministry of Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 15 Kasım 2020, www.mfa.gov.tr/turkeyspolitical-relations-with-russian-federation.en.mfa.] Bu antlaşma, 1925 tarihli Türkiye-Sovyetler Birliği Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması’nda ortaya konan genel ilkeleri izledi. 1994 yılında Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ), Karadeniz Bölgesi’nde diğer devletlerin katılımıyla çok taraflı siyasi ve ekonomik iş birliğini geliştirmek için bir şemsiye kurum olarak ortaya çıkarıldı.
Bu dönemde ikili ilişkilerdeki en önemli başarı ise ticari ilişkilerde sağlandı. Her iki ülkenin de ekonomik durgunluğa girdiği 1998 yılına kadar, iki ülke arasındaki ticaret hacmi birkaç kat artarak yıllık 8-10 milyar dolara ulaştı.[53 - Duygu Bazoğlu Sezer, “Turkish-Russian Relations: The Challenges of Reconciling Geopolitical Competition with Economic Partnership”, Turkish Studies 1, No. 1 (2000), 73.] Bu ticaretin önemli bir kısmının, ilgili kurumsal çerçevenin yokluğunda bavul ticareti olarak gerçekleştiği dönemde Türkiye; Rusya’dan zırhlı araçlar, makineli tüfekler ve helikopterler de satın alarak Rusya’dan silah satın alan ilk NATO ülkesi oldu.[54 - Erel Tellal, “Rusya ile İlişkiler”, içinde Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar: 1980-2001, derl. Baskın Oran (İstanbul: İletişim, 2002), 544.] 1997 yılında Türkiye ve Rusya, Rusya’nın doğal gazın Karadeniz’in altından doğrudan bir boru hattı ile Türkiye’ye taşınmasını sağlayan Mavi Akım Anlaşması’nı imzaladı. Mavi Akım Anlaşması, ikili ticari ilişkileri önemli ölçüde genişletti.
Ancak bu noktada Türkiye-Rusya ilişkilerinde gelişmeyi ve olumlu eğilimlerin sürmesini sağlayacak ikili platformlar hâlâ oluşturulamamıştı.[55 - Mihail Meyer, “Rossiya i Turtsiya na iskhode XX v,” içinde Rossiya i Turtsiya na poroge XXI veka: Na puti v Evropu ili v Evraziyu, derl. Irina Korbinski ve Sherman Garnett (Moscow: Carnegie Endowment for International Peace, 1997), 21.] Ayrıca iki ülke, ticari ilişkilerin güçlendirebilmesine rağmen; ticaret ve turizmdeki ekonomik potansiyeli yakalamak şöyle dursun, bu alanlardaki iş birliği imkânlarının birçoğunu henüz keşfedememişti.[56 - Mensur Akgün ve Turan Aydın, Türkiye-Rusya İlişkilerindeki Yapısal Sorunlar ve Çözüm Önerileri (İstanbul: Tüsiad, Haziran 1999), 129-32.] Bununla birlikte, Kafkaslar ve Orta Asya’da artan çok sayıdaki çatışma nedeniyle, araştırmacılar ikili ilişkilerde önemli bir gelişme olduğunu göstermek için ticari ilişkileri genişletmeyi düşünmekte tereddüt ettiler. Rus dış politikası çalışmalarının duayen ismi Dmitri Trenin, bu dönemdeki ilişkileri “şizofrenik” olarak tanımlamıştı.[57 - Dmitri Trenin, “Russia and Turkey: A Cure for Schizophrenia”, Perceptions 2, No. 2 (1997), 57-65.]
Türkiye ile Rusya arasında gelişen birden fazla bölgede meydana gelen nüfuz rekabeti, bu bölgelerdeki krizlerde kendini gösterdi. Dağlık Karabağ ihtilafı sırasında Rusya, Ermenistan’ı paralı askerler ve silahlarla destekledi.[58 - Thomas Goltz, “Letter from Eurasia: The Hidden Russian Hand”, Foreign Policy, No. 92 (1993), 99-102.] Türkiye’nin müdahale girişimleri, dönemin Bağımsız Devlet Topluluğu (BDT) Kuvvetleri Başkomutanı tarafından “Üçüncü Dünya Savaşı” tehditleriyle karşılandı.[59 - Gareth Winrow, “Turkey and the Newly Independent States of Central Asia and the Transcaucasus”, Middle East Review of International Affairs 1, No. 2 (July 1997).] O dönem kapasiteli bir orduya sahip olmayan Azerbaycan, Sovyet ordusunda önemli görevler alan Ermeni kurmay kadrosu tarafından yönlendirilen ve Rusya’dan ciddi destek gören Ermeni ordusu karşısında başarılı olamadı ve Ermenistan, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesini işgal etti. Ermenistan’ın daha da ileriye giderek Dağlık Karabağ bölgesi dışındaki Azerbaycan topraklarını işgal etmesinin ardından Türkiye, Ermenistan ile diplomatik ilişkilerini durdurdu. Buna karşılık, Rusya’nın bölgedeki etkisi, Ermenistan’ın koruyucusu olma rolü ve Dağlık Karabağ çatışmasının çözümü için kurulan, Rusya’nın yanı sıra Fransa ve ABD’nin de rol aldığı Minsk Grubu aracılığıyla ve çatışmanın ara bulucusu olmasıyla arttı. Bu dönemde iki ülke arasında gerginlik yaratabilecek bir konu da Rusya’daki Çeçen Direnişi oldu. Fakat Türkiye’nin Çeçenlerin bağımsızlık hedefine yönelik sempatisi, Rusya’nın PKK’yı desteklemesi ve Çeçen gerillaların Türkiye’deki kaçırma ve bombalama faaliyetleriyle tehdit oluşturmasının ardından[60 - Robert Olson, “The Kurdish Question and Chechnya: Turkish and Russian Foreign Policies since the Gulf War”, Middle East Policy 4, No. 3 (Mart 1996), 106-18.] bir desteğe dönüşmedi. Böyle bir ortamda, Azerbaycan petrolünün Gürcistan ve Türkiye üzerinden Akdeniz kıyılarına taşınmasını öngören Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı Projesi (BTC), Rusya’nın bölgenin enerji jeopolitiğindeki tekelini zayıflattı. Rusya, BTC’yi kendi çıkarlarına aykırı olarak görse de ABD’nin BTC’ye olan ciddi desteği karşısında projeyi kabul etmek durumunda kaldı ve anlaşmayı engellemek için oyun değiştirici özellikte bir hamle yapmadı.[61 - Zeyno Baran, “The Baku-Tbilisi-Ceyhan Pipeline: Implications for Turkey”, içinde The Baku-Tbilisi-Ceyhan Pipeline: Oil Window to the West, derl. S. Frederick Starr ve Svante E. Cornell (Washington, DC: Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program, 2005), 115.]
1990’larda Soğuk Savaş dinamiklerinin yokluğu Türkiye ile Rusya arasındaki ikili ilişkileri önemli ölçüde iyileştirirken Sovyetler Birliği’nin dağılması; Karadeniz’i, Güney Kafkasya’yı ve sınırlı ölçüde Orta Asya’yı rekabete açık hâle getirdi. Türkiye, milyonlarca Türk-Müslüman’ın yaşadığı bu bölgeleri etki altına almayı amaçlasa da Rusya’nın geri dönüşü, Türkiye’nin uzmanlık ve kapasite eksikliği, Batı’nın Türkiye’ye sınırlı desteği, Türkiye’nin bu bölgelerde anlamlı bir etki oluşturmasını engelledi. İlişkilerdeki en ciddi mesafe ise ticaret ve enerji alanlarında katedildi. On yıllardır serbestçe ticaret yapma konusunda var olan kısıtlamaların bir anda ortadan kalkmasıyla önceleri bavul ticareti ile başlayan ikili ticaret, başta enerji ve turizm olmak üzere birçok alanda kayda değer bir artış gösterecekti.
Sonuç
Türkiye ve Rusya tarih boyunca Karadeniz, Kafkaslar ve Balkanlar’da yoğun bir rekabet içerisine girerken ekonomik ve sosyal ilişkilerini de geliştirip sürdürmüştür. Bu dinamikler tipik olarak herhangi iki komşu arasındaki ikili ilişkilerde gözlemlenebilir. Türkiye ve Rusya örneğinde, iki ülkenin imparatorluk geçmişi, bölgede etkin büyük güçlerin politikaları ve bölgenin kendine özgü güvenlik dinamikleri de önemli roller oynadı. Özellikle rejim değişiklikleri, büyük olaylar ve politika değişiklikleri yoluyla bölgesel ve küresel güç dengelerinde meydana gelen değişiklikler, ikili ilişkilerin şekillenmesinde birincil role sahiptir. Tarihî arka planın incelenmesi, Türkiye ve Rusya arasındaki güç dengesinin 19. yüzyılın ortalarından bu yana ikili ilişkilerindeki gidişatı belirleyen en önemli dinamik olduğunu göstermektedir. 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlılar, Rus genişlemesine direnmek için diğer büyük güçlerin yardımına ihtiyaç duymaya başladılar. Burada Batı imparatorlukları (özellikle Britanya) Osmanlı’ya destek oldu. Britanya açısından zayıf bir Osmanlı’nın ayakta kalması, Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’na hâkim olarak Akdeniz’e ve Orta Doğu’ya yayılmasının engellenmesi önemliydi. Dolayısıyla bu dönemden itibaren Akdeniz Bölgesi’ndeki Batı çıkarları (önce İngiltere ve Fransa tarafından, ardından ağırlıklı olarak ABD liderliğindeki NATO ittifakı tarafından uygulanan) Türkiye-Rusya ilişkilerinin şekillenmesinde önemli bir rol oynadı. 1830’lar, 1920’ler ve örneğin 1970’lerdeki Yumuşama Dönemi’nde, Türkiye-Rusya ilişkileri iyileşti. Bu dönemlerde Türkiye, Rusya karşısında Batı’dan yeterli destek bulamamıştı. 1920’ler ve 1970’lerde ise Rusya’nın Türkiye’ye yönelik tehdidi de düşüş eğilimindeydi. Benzer şekilde, 19. yüzyılın ikinci yarısında ve Soğuk Savaş döneminin başlarında olduğu gibi, Türkiye ve Batı’nın çıkarları kesiştiğinde Türkiye, Rusya’nın yayılmacı gündemiyle yüzleşmek için daha iyi bir konumdaydı. 1990’lar, Sovyetler Birliği’nin ani çöküşü nedeniyle Rusya’nın da yüzünü Batı’ya döndüğü ve Türkiye-Rusya ilişkilerinin Batı’nın rehberliğinde ilerlediği benzersiz bir dönem olarak kabul edilebilir.
Ancak yine de Batı’nın bölgeye olan ilgisindeki değişimlerin ve bunun iki ülke arasındaki güç dengesine yansımalarının Türkiye-Rusya ilişkilerinin gidişatına dolaysız bir etkide bulunduğunu söylemek güçtür. Bu kitaptaki analizin de gösterdiği üzere, iki ülke arasındaki güç dengesi ikili ilişkilere, söz konusu ülkeler dış politika yapım sürecinden geçtikten sonra yansıdı. Örneğin Lenin, Stalin ve Kruşçev’in Soğuk Savaş dinamiklerini yorumlamalarında farklılıklar mevcuttu ve dış politika vizyonlarında Türkiye için çeşitli hedefleri vardı. Benzer şekilde, Türk stratejik kültüründe siyasi bağımsızlık ve Batıcılık takıntısı, Türkiye-Rusya ilişkilerinde önemli bir etki yaptı. Dolayısıyla ikili ilişkiler analiz edilirken bahsi geçen ülkeler arasındaki güç dengesinin yanı sıra iki ülkenin iç siyasi dinamikleri de analiz edilmelidir.
İç ve dış siyasi etkenlerin yanı sıra, kritik olaylar da siyasi elitlerin sistemdeki dinamik ve değişiklikleri algılayışı üzerinde önemli roller oynamıştır. Örneğin Küba Füze Krizi’nin ardından hem ABD hem de Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş gerilimlerini azaltmadıkları takdirde insanlığın sonunun gelebileceğini görmüşlerdi. Bu dönüm noktası, 1960’larda Detente sürecini beraberinde getirdi. Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasındaki gerilimin azalması, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin özellikle ticaret alanında daha da gelişmesinin yolunu açtı. Benzer şekilde, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve SSCB’nin dağılması da yoğun iş birliğinin önünü açarak ikili ilişkilerde köklü değişikliklere neden oldu.
Sonraki üç bölümde, 2001-2022 yılları arasındaki Türkiye-Rusya ilişkileri, önemli olaylar ve yerel karar alma mekanizmaları göz önünde bulundurularak incelenecektir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
2001-2009 YILLARI ARASINDAKİ TÜRKİYE – RUSYA İLİŞKİLERİ
Bu bölümde, 2001-2009 yılları arasındaki Türkiye-Rusya ilişkileri incelenmektedir. Bu dönemde Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesi, iki ülke arasındaki ilişkilere yön veren ana unsur olarak ele alınmıştır. Bu dönem, Irak’ın işgalinin etkisini iki ülkenin içerisinde bulunduğu süreç ile birlikte değerlendirmek amacıyla 2001 senesinden itibaren ele alınacaktır. Bu sürecin yönledirici gelişmesi, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD’nin Irak’ı işgali oldu. 2000’lerin başında Türkiye’de Erdoğan, Rusya’da ise Putin’in iktidara gelmesi hem iki ülke siyaseti hem de bu ülkelerin dış politikaları açısından yeni bir dönemi beraberinde getirdi. Bu gelişmeler sonucunda Türkiye‐Rusya ilişkileri de hareketli bir sürece girdi.
Bu dönemde Putin ve Erdoğan’ın Irak’ın işgaline giden süreçte ve sonrasında izledikleri politika, Türkiye ile Rusya arasındaki ikili ilişkilerin şekillenmesinde en önemli rolü oynadı. İki kutuplu düzenin egemen olduğu Soğuk Savaş döneminden farklı olarak Soğuk Savaş sonrası dönem, Türkiye gibi bölgesel güçlere daha fazla manevra alanı sağladı. Rusya ise Sovyet sonrası dönemin ilk yıllarında önceki bölümde anlatıldığı üzere bir bocalama sürecine girdi. Bu bocalama döneminde ABD’nin liderliğini yaptığı Batı hegemonyasını kabullenen bir görüntü çizen Rusya, bu anlayışla şekillendirdiği politikasından sonuç alamayınca eski Sovyet coğrafyasında hegemonya kurmaya ve küresel seviyede ABD’nin etkisine ket vurmaya odaklanan bir dış politika stratejisine dönmüştü. Tüm bunlar Putin döneminde tedricî bir süreç içerisinde devam etti. Sonuç olarak ABD’nin Irak’ın işgali sonrası yaşadığı küresel prestij kaybı, Türkiye-Rusya ilişkisinin ABD kontrolünden çıkmasına ve 2000’li yıllar boyunca Ankara ile Moskova’nın ikili ve bölgesel platformları güçlendirmesine, aynı zamanda ikili ticarette rekorlar kırmasına sebep oldu.
Bu bölüm 2000’li yılların genel bir değerlendirmesiyle başlamaktadır. Öncelikle Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan yönetiminde Ak Parti (Adalet ve Kalkınma Partisi) hükûmetinin oluşumu ve Rusya’da Vladimir Putin liderliğinin ortaya çıkışı özetlenecektir. Ardından Rusya ve Türkiye’nin dış politika stratejilerindeki değişikliklerin ikili ticaret ve enerji ilişkilerini, Orta Doğu, Karadeniz ve Sovyet sonrası bölgelerde iki ülke arasındaki iş birliği/rekabet dinamiklerini nasıl etkilediği analiz edilecektir.
Bölgesel ve Küresel Düzlem
2000’li yıllarda George Bush yönetimi altında ABD’nin izlediği dış politika, Türkiye-Rusya arasındaki iş birliği dinamiklerini dolaylı olarak güçlendirdi. 11 Eylül saldırılarının ardından ABD, Usame bin Ladin’i iade etmeyi reddeden Taliban liderliğindeki Afganistan’ı işgal etti. Bu noktada Türkiye ve Rusya, ABD’ye destek verenler arasında öne çıktı. Ancak Irak’ı işgal etme fikri masaya geldiğinde Bush yönetimi, müttefiklerinin ve bölgesel aktörlerin çoğundan destek bulamadı. ABD, işgalin meşruiyetini Saddam Hüseyin rejiminin uluslararası teröristleri barındırmasına ve kitle imha silahlarına sahip olmasına dayandırdı. Bush yönetimi, Saddam rejimini Kuzey Kore ve İran ile birlikte “Şer Ekseni” olarak adlandırarak güvenlikleştirdi. Uluslararası toplum böyle bir meşruiyeti ne kabul etti ne de Saddam rejimini bu şekilde bir güvenlikleştirme süreci içerisinde ele almayı tercih etti. Birçok Avrupa ülkesi ile beraber Türkiye ve Rusya da ABD’nin emperyalist genişlemesi olarak gördükleri Irak’ı işgal fikrine karşı çıktılar. İşgal her ne kadar ABD’nin başat konumda olduğu NATO ve DTÖ’nün işleyişi üzerinde minimal, negatif bir etki yaratsa da ABD ile Avrupalı müttefikleri arasında da bir sürtüşmeye sebebiyet verdi.[62 - Bk. Barry Buzan ve Ana Gonzalez Perez, “ ‘International Community’ after Iraq”, International Affairs 81, No. 1 (2005), 41-43.] Örneğin, 2002’nin sonlarında BMGK (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi) üyeleri Fransa, Çin ve Rusya; Irak’ın silahsızlanma yükümlülüklerini ihlal ettiğini belirten 1441 sayılı Karar’ın ABD’ye güç kullanma hakkı vermediğinin altını çizen ortak bir bildiri yayımladı.[63 - United Nations Security Council (UNSC), Annex to the Letter Dated 8 November 2002 from the Representatives of China, France and the Russian Federation to the United Nations Addressed to the President of the Security Council, UN Doc S/RES/1373 (8 Kasım 2002).] Tüm bu gelişmeler ABD’nin diğer ülkeler üzerindeki etkisini zayıflatarak çok kutuplu bir düzenin oluşmasına katkı sağladı.
Uluslararası muhalefete rağmen gerçekleşen ABD işgali çerçevesinde sadece beş hafta içinde ABD kuvvetleri Bağdat’ı ele geçirdi. Ancak savaşı kazanmak barışı korumaktan daha kolaydı. Irak’ta devlet örgütünün dağılmasıyla ülke, ABD’nin ortadan kaldırmaya çalıştığı çeşitli terör örgütlerinin yuvası hâline geldi ve seneler sürecek istikrarsızlığa sürüklendi. Irak’ın yanı sıra Afganistan’da da bir türlü sükûnetin sağlanamaması, ABD birliklerinin iki ülkede de kirli bir gerilla savaşının içerisine sürüklenmesi sebebiyle ABD ordusunun imajına da zarar verdi. Zira harcanan yüz milyarlarca dolara, hayatını kaybeden binlerce ABD askerine rağmen ABD ordusu amacına ulaşamamıştı. Üstelik Abu Gharib Hapishanesi’nden çekilen ürkütücü fotoğraflarda ortaya çıkan insan hakları ihlalleri, küresel boyutta Amerikan karşıtlığını körükledi.[64 - “America’s Image Further Erodes, Europeans Want Weaker Ties”, Pew Research Center, 18 Mart 2003.] Ekonomik boyutta ise bu savaşların ABD bütçesine yükü 2021 itibarıyla 8 trilyon doları aştı.[65 - “Costs of War Project Releases Updated Estimates of Human and Budgetary Costs of Post-9/11 Wars”, Brown University, 1 Eylül 2021.] Tüm bunlar Erdoğan ve Putin gibi iddialı liderlerin yönetimi altında Türkiye ve Rusya’nın dış politika stratejilerini kurarken daha bağımsız hareket edebileceği bir bölgesel ve küresel düzenin oluşumuna katkı sağlayacaktı.
Türkiye-Rusya ilişkileri Putin’in Rusya’da iktidara gelmesinden itibaren hareketlenmeye başladı. Kasım 2000’de dönemin Türkiye Başbakanı Ecevit’in Moskova’yı ziyareti sırasında Türkiye ve Rusya, medya alanında iş birliğinden vize muafiyetine, veterinerlik konularından terörizmle mücadelede iş birliğine kadar birçok anlaşma imzaladı.[66 - Mitat Çelikpala, “Rusya Federasyonuyla İlişkiler”, içinde Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt III (2001-2012), derl. Baskın Oran (İstanbul: İletişim, 2013), 534.] Dönemin Rusya Savunma Bakanı Sergey İvanov’un Haziran 2001’de Türkiye’ye yaptığı ziyarette, taraflar, bölgede güvenlik ve refaha katkıda bulunacak ikili iş birliği ve projeler geliştirme konusunda anlaştılar. Kasım 2001’de New York’ta Türkiye ve Rusya dışişleri bakanları, Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu Arasında Avrasya İşbirliği Eylem Planı’nı imzaladılar. İmzalanan dokümanda bölgesel iş birliğinin geliştirilmesi; siyaset, güvenlik ve ekonomi konularında ikili iş birliğinin güçlendirilmesi çağrısında bulunuldu.[67 - T.C. Dışişleri Bakanlığı, Yazılı Soru Önergesi 026.21/2003/SPGY/239371 (Ankara: Turkish Grand National Assembly, 6 Kasım 2003).] Rusya’nın Türkiye Büyükelçisi Alexander Lebedev verdiği bir röportajda, belgenin Türk-Rus ilişkilerinde bölgesel konularda rekabetten iş birliğine geçişi işaret ettiğini belirtti ve Soğuk Savaş günlerinin bittiğine, uluslararası terörizme karşı birlik olması gerektiğine de dikkat çekti.[68 - “Alexander Lebedev ile Röportaj”, Cumhuriyet (15 Ekim 2001).]
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/muhammet-kocak/21-yuzyil-turkiye-rusya-iliskileri-69429622/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Norrin M. Ripsman, Jeffrey W. Taliaferro ve Steven E. Lobell, Neoclassical Realist Theory of International Politics (New York: Oxford University Press, 2016), 80.
2
Suat Bilge, “An Analysis of Turkey-Russia Relations”, Perceptions 2, No. 2 (1997), 66.
3
Lerna Yanık, “Allies or Partners? An Appraisal of Turkey’s Ties to Russia, 1991–2007”, East European Quarterly 41, No. 3 (Sonbahar 2007), 363.
4
Mitat Çelikpala, “Rekabet ve İş Birliği İkileminde Yönünü Arayan Türkiye-Rusya İlişkileri”, Bilig 72 (Kış 2015), 139.
5
Fiona Hill and Ömer Taşpınar, “Turkey and Russia: Axis of the Excluded?” Survival 48, No. 1 (2006), 81.
6
Şeref Türkmen, “Putin and Erdoğan: A Beautiful Friendship of Illiberal Presidents”, Academic and Applied Research in Military and Public Management Science Vol. 20, Iss. 3, (2021), 37-48.
7
Şener Aktürk, “Turkish–Russian Relations after the Cold War (1992–2002)”, Turkish Studies 7, No. 3 (2006), 338.
8
Şener Aktürk, “Toward a Turkish-Russian Axis? Conflicts in Georgia, Syria and Ukraine and Cooperation over Nuclear Energy”, Insight Turkey 6, No. 15 (2014), 21.
9
Şener Aktürk, “Relations between Russia and Turkey Before, During and After the Failed Coup of 2016”, Insight Turkey 21, No. 4 (2019), 97-113.
10
Tarık Oğuzlu, “Turkish Foreign Policy in a Changing World Order”, All Azimuth 9, No. 1 (2020), 127-39.
11
Bülent Aras ve Hakan Fidan, “Turkey and Eurasia: Frontiers of a New Geographic Imagination”, New Perspectives on Turkey 40 (2009), 193.
12
Mohiaddin Mesbahi, “Eurasia Between Turkey, Iran and Russia” içinde Key Players and Regional Dynamics in Eurasia: The Return of the “Great Game”, derl. Maria Raquel Freire ve Roger E. Kanet (London: Palgrave Macmillan, 2010), 175.
13
Ripsman, Taliaferro ve Lobell; kriz anlarındaki karar alma süreçlerinden bölgesel veya küresel siyasi yapılardaki değişimlere kadar çok çeşitli siyasi fenomenleri analiz etmek için sofistike bir kavramsal çerçeve oluşturmuşlardır. Neoklasik realizm, devletlerin yerel ve sistemik değişkenlerin etkisi altında nasıl davrandığını göstermek için tasarlanmıştır. Tip-3 neoklasik realizm bunun bir adım ötesine geçer ve devletler arası ilişkilerin bir sonucu olarak uluslararası sonuçların nasıl ortaya çıktığını açıklar. Yazarların dış politika analizi, klasik realizm ve strateji literatüründen beslenerek kurguladıkları Tip‐3 neoklasik realizm, özellikle dış politika analizlerinde kullanılabilecek bir model sunmaktadır. Bu kavramsal çerçeve, küresel sistemindeki dönüşümlerin yarattığı uyaranların yerel karar alma mekanizmalarından süzülerek nasıl dış politika eylemine dönüştürüldüğünü ve bu dış politika eylemlerinin nasıl sistemik sonuçlar yarattığını analiz etmeye yardımcı olmaktadır.
14
Türk tarihi hakkında giriş seviyesinde bilgi sahibi olmak için Carter Findley, Turks in World History (New York: Oxford University Press, 2005) ve Norman Stone, Turkey: A Short History (London: Thames & Hudson, 2017) kaynakları kullanılabilir.
15
Moğol İmparatorluğu ve bölgeye etkisi hakkında giriş seviyesinde bilgi sahibi olmak için Timothy May, The Mongol Empire (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2018) kitabından faydalanılabilir.
16
Erken dönem Osmanlı Devleti hakkında giriş seviyesinde bilgi sahibi olmak için Halil İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age 1300–1600 (New Haven: Phoenix Press, 2001) kaynağı kullanılabilir.
17
Erken dönem beylikler-Moğol İmparatorluğu ilişkileri hakkında giriş seviyesinde bilgi sahibi olmak için Sara Nur Yıldız, “Mongol Rule in Thirteenth-Century Seljuk Anatolia: The Politics of Conquest and History Writing, 1243–1282” (Yayımlanmamış Doktora Tezi, University of Chicago, 2006) adlı tez kullanılabilir.
18
Halil İnalcık ve Donald Quataert, An Economic and Social History of the Ottoman Empire:1300–1600 (New York: Cambridge University Press, 1997), 11.
19
Çarlık Rusya’nın sosyal ve siyasi kurumları hakkında daha detaylı bilgi edinmek için Richard Pipes, Russia under the Old Regime (New York: Charles Scribner’s Sons, 1974) kitabı kullanılabilir.
20
Halil İnalcık, Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve Don Volga Kanalı (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1948).
21
Stanford Shaw, History of the Ottoman Empire and the Modern Turkey: Empire of Gazis the Rise and Decline of the Ottoman Empire 1280-1808, vol. 1 (New York: Cambridge University Press, 1997), 177.
22
Mehmed Ali Paşa, Mısır’daki Arnavut birliklerinin komutanıydı. Buradaki Fransız egemenliğinin sona ermesinin (1798-1801) ardından Mehmed Ali, Mısır Valisi konumunu sağlamlaştırdı ve gücü kendisine topladı. Mehmed Ali Paşa ayrıca, Fransa’dan ithal ettiği eğitmenlerin yardımıyla yeni bir ordu kurdu. Mehmed Ali Paşa’nın gerçekleştirdiği reformlar Osmanlı’daki reformların öncüsü olacaktı.
23
Frank Edgar Bailey, British Policy and the Turkish Reform Movement: A Study in Anglo-Turkish Relations, 1826-1853 (Cambridge: Harvard University Printing Office, 1942), 49-50.
24
Frederick Stanley Rodkey, “Lord Palmerston and the Rejuvenation of Turkey, 1830-41,” The Journal of Modern History 1, No. 4 (Aralık 1929), 573-77.
25
Erik J. Zürcher, Turkey: A Modern History (New York: I. B. Tauris, 2017), 83-87.
26
Stanford Shaw ve Ezel Kural Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern Turkey: Reform, Revolution and Republic: The Rise of Modern Turkey, 1808-1975, vol. 2 (New York: Cambridge University Press, 2005), 343.
27
Malik Mufti, Daring and Caution in Turkish Strategic Culture: Republic at Sea (New York: Palgrave, 2009), 18.
28
Leonard Schapiro, The Communist Party of the Soviet Union (New York: Random House, 1960), 62.
29
Richard Pipes, A Concise History of the Russian Revolution (New York: Alfred A. Knopf, 1991), 286.
30
Robert H. Donaldson, Joseph L. Nogee and Vidya Nadkarni, The Foreign Policy of Russia: Changing Systems, Enduring Interests (New York: Routledge, 2014), 51.
31
Fritz W. Ermarth, “Russia’s Strategic Culture: Past, Present and … in Transition?” içinde Comparative Strategic Cultures Curriculum Project, derl. Jeffrey A. Larsen, chapter 12 (Fort Belvoir, VA: Defense Threat Reduction Agency, 2006).
32
Konu hakkında daha geniş bilgi için bk. Bülent Gökay, Soviet Eastern Policy and Turkey, 1920-1991: Soviet Foreign Policy, Turkey and Communism (London: Routledge, 2006).
33
David Gyurgenovich Bdoyan, “Transformatsiya Rossiysko-Turetskikh Otnosheniy v Usloviyakh Bor’by Za Regional’noye Liderstvo (2002–2017)” (Yayımlanmamış Doktora Tezi, MGIMO, 2017), 40.
34
Onur İşçi ve Samuel Hirst, “Smokestacks and Pipelines: Russian-Turkish Relations and the Persistence of Economic Development,” Diplomatic History 44, No. 5 (November 2020), 835.
35
Ali Balcı, Türkiye Dış Politikası İlkeler, Aktörler ve Uygulamalar (İstanbul: Alfa Yayınları, 2017), 39-40.
36
Onur İşçi, Turkey and Soviet Union during World War II (London: I. B. Tauris, 2019), 25-27.
37
A. F. Miller, Oçerki Noveişei İstorii Turtsii (Moscow: Akademiya Nauk SSSR, 1948), 184-85. https://books.google.com.cu/books?id=uGY6AQAAIAAJ&sourc e=gbs_navlinks_s
38
Albert Resis, Molotov Remembers: Inside Kremlin Politics (Chicago: Ivan R. Dee, 1993), 96.
39
Harry S. Truman, The Memoirs of Harry S. Truman: Years of Trial and Hope 1945-1953, vol. 2 (Suffolk: Hodder and Stoughton, 1956), 102.
40
Melvyn P. Leffler, A Preponderance of Power: National Security, the Truman Administration and the Cold War (Stanford, CA: Stanford University Press, 1992), 551.
41
Irene Gendzier, Notes from the Minefield: United States Intervention in Lebanon 1945-1958 (New York: Columbia University Press, 2006), 28.
42
Harry S. Truman, “President Harry S. Truman’s Address before a Joint Session of Congress, 12 Mart, 1947”, Avalon Project at Yale Law School, Erişim Tarihi: 13 Mart, 2023. https://avalon.law.yale.edu/twentieth century/trudoc.asp.
43
Yılmaz Eylem ve Pınar Bilgin, “Constructing Turkey’s ‘Western’ Identity during the Cold War: Discourses of the Intellectuals of Statecraft”, International Journal 61, No. 1 (2005), 41.
44
Amy Austin Holmes, Social Unrest and American Military Bases in Turkey and Germany since 1945 (New York: Cambridge University Press, 2014), 47-49.
45
Ömer Aslan, The United States and Military Coups in Turkey and Pakistan: Between Conspiracy and Reality (Cham: Palgrave, 2018), 119-21.
46
Pınar Bilgin ve Kıvanç Coş, “Stalin’s Demands: Constructions of the Soviet Other in Turkey’s Foreign Policy, 1919-1945”, Foreign Policy Analysis 6 (2009), 45.
47
Lyndon Johnson, “Correspondence between President Johnson and Prime Minister Inonu”, Middle East Journal 20, No. 3 (1966), 386-93.
48
Gu Guan-fu, “Soviet Aid to the Third World: An Analysis of Its Strategy”, Soviet Studies 15, No. 1 (Ocak 1983), 71-76.
49
Atay Akdevelioğlu ve Ömer Kürkçüoğlu, “SSCB ile İlişkiler”, içinde Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt I: 1919-1980 derl. Baskın Oran (İstanbul: İletişim, 2009), 781.
50
Baskın Oran, Turkish Foreign Policy: 1919-2006, trans. Mustafa Akşin (Salt Lake City: University of Utah Press, 2011), 620.
51
Boris Yeltsin, “Ukaz Prezidenta Rossiyskoy Federatsii ot 17 dekabrya 1997 goda 1300”, 17 Aralık 1997, www.kremlin.ru/acts/bank/11782.
52
“Turkey’s Political Relations with the Russian Federation”, Republic of Turkey Ministry of Foreign Affairs, Erişim Tarihi: 15 Kasım 2020, www.mfa.gov.tr/turkeyspolitical-relations-with-russian-federation.en.mfa.
53
Duygu Bazoğlu Sezer, “Turkish-Russian Relations: The Challenges of Reconciling Geopolitical Competition with Economic Partnership”, Turkish Studies 1, No. 1 (2000), 73.
54
Erel Tellal, “Rusya ile İlişkiler”, içinde Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar: 1980-2001, derl. Baskın Oran (İstanbul: İletişim, 2002), 544.
55
Mihail Meyer, “Rossiya i Turtsiya na iskhode XX v,” içinde Rossiya i Turtsiya na poroge XXI veka: Na puti v Evropu ili v Evraziyu, derl. Irina Korbinski ve Sherman Garnett (Moscow: Carnegie Endowment for International Peace, 1997), 21.
56
Mensur Akgün ve Turan Aydın, Türkiye-Rusya İlişkilerindeki Yapısal Sorunlar ve Çözüm Önerileri (İstanbul: Tüsiad, Haziran 1999), 129-32.
57
Dmitri Trenin, “Russia and Turkey: A Cure for Schizophrenia”, Perceptions 2, No. 2 (1997), 57-65.
58
Thomas Goltz, “Letter from Eurasia: The Hidden Russian Hand”, Foreign Policy, No. 92 (1993), 99-102.
59
Gareth Winrow, “Turkey and the Newly Independent States of Central Asia and the Transcaucasus”, Middle East Review of International Affairs 1, No. 2 (July 1997).
60
Robert Olson, “The Kurdish Question and Chechnya: Turkish and Russian Foreign Policies since the Gulf War”, Middle East Policy 4, No. 3 (Mart 1996), 106-18.
61
Zeyno Baran, “The Baku-Tbilisi-Ceyhan Pipeline: Implications for Turkey”, içinde The Baku-Tbilisi-Ceyhan Pipeline: Oil Window to the West, derl. S. Frederick Starr ve Svante E. Cornell (Washington, DC: Central Asia-Caucasus Institute & Silk Road Studies Program, 2005), 115.
62
Bk. Barry Buzan ve Ana Gonzalez Perez, “ ‘International Community’ after Iraq”, International Affairs 81, No. 1 (2005), 41-43.
63
United Nations Security Council (UNSC), Annex to the Letter Dated 8 November 2002 from the Representatives of China, France and the Russian Federation to the United Nations Addressed to the President of the Security Council, UN Doc S/RES/1373 (8 Kasım 2002).
64
“America’s Image Further Erodes, Europeans Want Weaker Ties”, Pew Research Center, 18 Mart 2003.
65
“Costs of War Project Releases Updated Estimates of Human and Budgetary Costs of Post-9/11 Wars”, Brown University, 1 Eylül 2021.
66
Mitat Çelikpala, “Rusya Federasyonuyla İlişkiler”, içinde Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt III (2001-2012), derl. Baskın Oran (İstanbul: İletişim, 2013), 534.
67
T.C. Dışişleri Bakanlığı, Yazılı Soru Önergesi 026.21/2003/SPGY/239371 (Ankara: Turkish Grand National Assembly, 6 Kasım 2003).
68
“Alexander Lebedev ile Röportaj”, Cumhuriyet (15 Ekim 2001).