Grimm Masalları

Grimm Masalları
Grimm Kardeşler
Kimi zaman bir ateşin etrafına toplanmış insanlar arasında kimi zaman uykunun sıcak kollarına kendisini bırakamayan bir çocuğun odasında kimi zaman da büyülü gibi görünen bir kitabın sayfalarında rastlarız masallara. Kimileri masalları görmezden gelip hayal gücünün eşsiz diyarlarından mahrum kalırken Grimm Kardeşler gibileri ise köy köy, kasaba kasaba dolaşıp unutulmaya yüz tutmuş olan masalların peşine düşer. Grimm Kardeşler, çıktıkları masal dedektifliği yolculuklarının sonunda buldukları tüm masalları bir araya toplar ve kendileri gibi yolculuğa çıkmak isteyen insanların, ellerine aldıkları bir kitapla diyarlar arasında geçiş yapabilmelerini sağlarlar. Okuyucu, Grimm Masalları’nın kapağını bir kez açtığında geri dönülemez bir yolculuğa çıkar; Rapunzel’in kulesini keşfederken birden Külkedisi’nin baloya giden arabasına rastlar, Hansel ile Gretel’in izlerini takip ederken ormanda koşturan küçük kızı kırmızı başlığından tanır. Evet, diyarlar arası geçiş yapmak isteyenlerin bu kitabın kapağını açıp okumaya başlamaları yeterlidir!..

Grimm Kardeşler
Grimm Masalları

Grimm Kardeşler, Jacob Grimm (1785-1863) ve Wilhelm Grimm (1786-1859) tanınmış iki Alman masal yazarıdır. Bir yıl arayla Kassel’de bulunan Friedrich Lisesinden mezun olan kardeşler, yine bir yıl arayla Marburg Üniversitesinde hukuk üzerine eğitim aldılar. Küçük kardeş olan Wilhelm Grimm, çalışmalarını folklor ve kütüphanecilik alanları üzerine yoğunlaştırırken ağabeyi Jacob Grimm, diğer incelemelerinin yanı sıra hukuk alanında ilerlemeye devam etti.
Memur bir ailede dünyaya gelen kardeşler çeşitli lehçeleri incelediler; sonrasında köy köy, kasaba kasaba dolaşarak akşam sohbetlerinde yüzyıllardan beri nesilden nesile aktarılan, unutulmaya yüz tutmuş eski Alman şiirlerini, efsanelerini ve masallarını derleyip edebî bir bakışla yeniden kaleme alarak 1812 yılında Çocuk ve Yuva Masalları (Kinder und Hausmärchen) adı altında yayımladılar. Fakat kitap orijinal adıyla değil, Grimm Masalları olarak ünlendi. 1816-1818 tarihleri arasında iki cilt olarak yayımladıkları Alman Efsaneleri (Deutsche Sagen) ise ilk kitaplarından çok daha kapsamlıydı. İçinde kronolojik olarak düzenlenmiş toplam 585 halk efsanesini içeriyordu. Bugün herkes tarafından bilinen ve dinlenen bu masallar, Alman dilinin bütün inceliklerini bünyesinde barındırmaktadır. Çünkü Grimm Kardeşler, derleme esnasında Almancayı ayrıntılı bir şekilde incelemişler ve dilin bugünkü hâlini almasına büyük katkıda bulunmuşlardır. Bu masallar pek çok kez tiyatro, sinema ve televizyon yapımlarına uyarlanmış, yüzün üstünde dile çevrilirken dünyanın en çok satan eserleri arasında yer almıştır.
Grimm Kardeşler’in birlikte kaleme aldıkları eserler yalnızca masal ve halk efsaneleri ile sınırlı değildir. Deutsches Wörterbuch adını taşıyan 33 ciltlik Alman sözlüğü, günümüzde dahi Alman dili ve edebiyatının en önemli kaynaklarından biridir.

Kurbağa Prens
Evvel zaman içinde, birbirinden güzel kızları olan bir kral varmış. Kralın en küçük kızı öylesine güzelmiş ki güneş bile prensesin yüzünde her parlayışında onun eşsiz güzelliğinden büyülenirmiş. Kraliyet şatosunun yakınında büyük, karanlık bir orman; ormanın içinde, yaşlı bir ıhlamur ağacının altında da derin bir kuyu varmış.
Sıcak havalarda küçük prenses serinlemek için ormana gider, ormandaki serin kuyunun kenarına oturur, altın topunu havaya atıp tekrar tutmaya çalışırmış. Bu, prensesin en sevdiği eğlencesiymiş.
Yine günlerden bir gün prenses altın topuyla oynarken havaya attığı top, prensesin küçük ellerine düşeceğine; önce kenarına çarparak kuyunun içine yuvarlanıvermiş. Prenses, topunun kuyunun içinde kayboluşunu izlemiş; üstelik kuyu öylesine derinmiş ki dibini görmek mümkün değilmiş. Prenses; topunun kuyuya kaçmasına öylesine üzülmüş, o kadar çok ağlamış ki onu tekrar neşelendirmek neredeyse imkânsızmış.
Prenses ağlarken aniden, beklenmedik bir ses duymuş:
“Sizi üzen nedir sevgili prensesim? Gözyaşlarınız en taş kalpli kimseyi bile yumuşatır.”
Prenses sesin kimden geldiğini görmek için etrafa baktığında çirkin yüzünü kuyudan çıkartmış, ona bakmakta olan küçük bir kurbağadan başka kimsecikleri görememiş.
“Sen miydin o konuşan? Ağlıyorum çünkü altın topum kuyuya kaçtı.” diye cevap vermiş.
Kurbağa ona:
“Boş ver, ağlama; sana topunu geri getirebilirim. Peki, sen bana karşılığında ne vereceksin?” demiş.
Prenses de: “Ne istersen veririm. Bütün güzel kıyafetlerimi, incilerimi, mücevherlerimi hatta başımdaki altın tacı bile veririm. Yeter ki sen topumu bana geri getir.” diye cevap vermiş.
Bunun üzerine kurbağa:
“Senin kıyafetlerin, incilerin, mücevherlerin ve altın tacın benim işime yaramaz. Ama eğer beni seversen, benimle oyun oynarsan; masanda senin yanında oturmama, senin altın tabağından yemek yememe, senin bardağından su içip senin yatağında uyumama müsaade eder ve bütün bunları yapacağına dair söz verirsen, kuyuya dalıp senin altın topunu geri getirebilirim.” demiş.
Prenses: “Neler saçmalıyor bu kurbağa böyle? Sanki suda yüzüp diğer kurbağalarla vıraklayarak oynamaktan başka bir şey yapabilecekmiş gibi!” diye düşünerek kurbağaya dönüp: “Evet, evet; ne istersen yapacağıma söz veririm. Sen yeter ki topumu bana geri getir.” diye cevap vermiş.
Kurbağa, prensesin cevabını duyar duymaz kuyuya dalıp gözden kaybolmuş ve çok geçmeden ağzında prensesin altın topuyla çıkagelmiş. Topu çimlerin üzerine fırlatmış.
Prenses, oyuncağına tekrar kavuştuğuna öylesine sevinmiş ki topunu aldığı gibi koşa koşa saraya gitmiş.
Kurbağa: “Dur, dur bekle, beni de götür; ben senin kadar hızlı koşamam!” diye prensesin arkasından seslendiyse de hiç faydası olmamış.
Prenses, kurbağanın seslenmelerine hiç kulak asmadan hızla evine gidip çaresizce kuyusuna geri dönen zavallı kurbağayı ve onunla konuştuklarını da hemencecik unutuvermiş.
Ertesi gün genç prenses, kral ve diğer prenseslerle beraber yemeğe oturup altın tabağından yemek yerken sarayın mermer merdivenlerinden pıtır pıtır çıkmakta olan birinin sesi duyulmuş, derken sarayın kapısını çalınmış ve garip bir ses: “Kralımızın küçük prensesi, kapıyı aç da gireyim.” diye seslenmiş.
Küçük prenses, kimin geldiğine bakmak için kapıya koşmuş ve kapıyı açar açmaz da karşısında kurbağayı görmüş ancak onu içeri almak yerine, hızla kapıyı kapatıp endişeli bir hâlde yerine geri oturmuş.
Genç prensesin heyecanını fark eden kral: “Güzel kızım, seni korkutan nedir? Yoksa kapıda seni almaya gelmiş, korkunç bir dev mi var?” diye sormuş.
“Hayır, hayır; dev değil, sadece çirkin bir kurbağa.” diye cevap vermiş prenses.
Kral: “O hâlde ne istiyor bu kurbağa senden?” diye sorunca prenses: “Ah sevgili babacığım, dün ormandaki kuyunun kenarında oturup altın topumla oynarken topumu kuyuya düşürdüm. Ben topumun arkasından ağlarken bu kurbağa geldi ve onunla arkadaş olmam şartıyla bana topumu geri getirdi. Onun sudan çıkıp da peşimden buralara kadar gelebileceğini hiç düşünemedim. Ama nasıl olduysa gelmiş ve şimdi de onu içeri almamı istiyor.” diye açıklamış.
Derken kapı ikinci kez çalmış ve kurbağa şöyle seslenmiş:
Sevgili prensesim, çık kapıya!
Aç kapıyı, gerçek aşkına
Serin suların yanında ve orman gölgesinin altında
İkimizin konuştuklarını hatırla!
Bunun üzerine kral: “Eğer birine bir söz verdiysen tutmalısın kızım. O yüzden şimdi git ve kapıyı aç.” demiş.
Prenses gidip kapıyı açmış ve kurbağa içeri zıplamış. Yerine oturuncaya dek prensesin arkasından gelmiş ve oracıkta durup: “Beni eline al ve yanına oturt.” demiş.
Prenses, kurbağanın isteğini yerine getirmekte tereddüt edince kral, prensese kurbağanın dediklerini yapmasını söylemiş. Kurbağa önce sandalyeye sonra da masaya çıkmak istemiş. Bu sefer de: “Altın tabağını biraz yanaştır, bana yer aç ki beraber yemek yiyebilelim.” demiş.


Prenses, kurbağanın dediğini yapmış ama her hâlinden ne kadar isteksiz olduğu da anlaşılıyormuş. Kurbağa iştahla yemeğini yerken prensesin her lokması neredeyse boğazına diziliyormuş.
Sonunda kurbağa: “Yeterince yedim, uykum da geldiğine göre artık beni odana götürebilirsin; ipekli yatağını da hazırla ki yatıp uyuyalım.” demiş.
Genç prenses; kendi güzel, temiz yatağında yatmak isteyen kurbağadan korktuğu için ağlamaya başlamış.
Kral bu duruma kızarak: “Mademki topunu geri almak için bir söz verdin, şimdi sözünü tutmalısın.” diye tekrar uyarmış kızını.
Prenses, kurbağayı tutup kaldırarak odasına çıkarmış ve bir köşeye bırakıvermiş. Prenses uyumak için yatağına uzandığında kurbağa usulca yatağa yaklaşarak: “Benim de en az senin kadar uykum var. Beni alıp yatağa koy da uyuyalım yoksa babana söylerim.” demiş.
O an prenses hışımla kurbağayı eline aldığı gibi duvara fırlatarak: “Yeter artık, sus, seni çirkin kurbağa!” diye haykırmış.
Kurbağanın yere düşmesi üzerine öldüğünü sanarak korkuya kapılan prenses, kurbağanın yüzüne bir öpücük kondurmuş. Prenses öper öpmez kurbağa; birdenbire muhteşem gözleri olan, yakışıklı bir prense dönüşüvermiş. Gerçekler ortaya çıkınca kralın da izniyle prens ve prenses evlenmişler. Prens, kendisinin kötü bir cadı tarafından lanetlenip kurbağaya dönüştürüldüğünü ve bir prensesten başka hiç kimsenin onu eski hâline getiremeyeceğini anlatmış. Prens ve prenses, prensin sarayına gidip orada yaşayacaklarmış.
O sırada sarayın önüne başlarında beyaz tüyler bulunan, altın eyerli sekiz tane beyaz atın çektiği, güzel bir at arabası gelmiş. Hemen arkasında da genç prensin sadık hizmetkârı Henry durmaktaymış.
Meğer sadık Henry, çok sevdiği efendisinin bir kurbağaya dönüşmesine öylesine üzülmüş ki kalbi acı ve endişeden parçalanmasın diye ona üç demir şerit takmak zorunda kalmış. At arabası, prens ve prensesi, prensin sarayına götürmek için yola çıkmaya hazırlanırken sadık Henry de tekrar efendisinin hizmetinde olmaktan son derece mutluymuş.
Tam yolu yarıladıklarında prens, at arabasının arkasından sanki bir şeyler kırılmış gibi bir ses geldiğini duymuş. Arkasını dönüp Henry’ye: “Henry, tekerlekler kırılıyor olmalı!” diye seslenmiş.
Henry de ona:
Tekerlek değil kırılan,
Şeritler kalbime sarılan.
Kalbim dağılmasın diye,
Senin ardından yas tutarken diye cevap vermiş.
Birazdan, aynı ses tekrar duyulmuş ve prens yine tekerleklerin kırıldığını sanmış ancak bu ses artık çok mutlu ve rahatlamış olan sadık Henry’nin kalbinden çözülen demir şeritlerden geliyormuş.

Terzi ve Dev
Kendini beğenmiş, kibirli terzinin biri; bir gün başını alıp dünyayı gezip görmek için başka diyarlara gitmiş. Gönlünce bir o yana bir bu yana, dere tepe, dağ bayır, durmaksızın başıboş hâlde dolaşmış. Yine bir gün gezerken uzaklarda dik bir tepe ve hemen arkasında da vahşi kara ormandan çıkıp bulutlara yükselen büyük bir kule görmüş.
Terzinin kafasında şimşekler çakmış, meraktan delirmiş ve ne olduğunu görmek için gözü pek bir hâlde kuleye doğru yürümüş. Kuleye yaklaştığında aslında onun bir adımını dik tepenin diğer yanına atmış hâlde ayakta dikilen, koskocaman bir dev olduğunu görünce gözleri ve ağzı şaşkınlıktan açık kalmış.
Terziyi gören dev, gökleri gürleten şiddetli sesiyle: “Sen burada ne arıyorsun, seni küçük insan yavrusu!” diye haykırmış.
Terzi: “Ben sadece bu ormanda kendime göre yiyecek bir şeyler bulabilir miyim diye bakmaya gelmiştim.” demiş, inleyen bir sesle.
Dev de ona: “Eğer bütün istediğin buysa yanımda kalıp bana hizmet edebilirsin.” demiş.
Terzi: “Eğer istersen neden olmasın. Peki, karşılığında ne alacağım?”
“Sana karşılığında ne alacağını söyleyeceğim. Ayrıca her yıl tekrar anlaşma yaparız. Bu, sana uyar mı?” diye sormuş dev.
Terzi de: “Tamam, anlaştık.” diye cevap vermiş. Ama kendi kendine: “İnsan ayağını yorganına göre uzatmalı. İlk fırsatta buradan kaçmalıyım.” diye düşünmüş.
Bunun üzerine dev, terziye: “Git bana bir testi su getir bakalım baldırı çıplak.” demiş
“İstersen kuyuyu olduğu gibi getireyim. Hatta bütün pınarı alıp geleyim.” demiş, palavracı terzi ve ibriği alıp suyun kıyısına gitmiş.
“Neee! Koskoca kuyuyu, hatta bütün pınarı mı?” diye hırıldanmış şapşal dev kendi kendine ve biraz korkmaya başlamış. “Bu düzenbaz, aptal değil ya büyücü olmalı. Kendini koru yaşlı Hans, bu pek de senin dişine göre biri değil.” diye düşünmüş.
Terzi suyu getirdiğinde dev, ona ormana gidip bir deste odun kesip getirmesini söylemiş.
“Neden bir çırpıda bütün ormanı getirmeyeyim ki? Yaşı, kurusu, çalı çırpısı; ne var ne yoksa her şeyi!” diyerek ormana odun kesmeye gitmiş.
“Neee! Tüm ormanı mı? Yaşı, kurusu, çalı çırpısı; ne varsa hepsini mi? Hatta koskoca kuyuyu ve bütün pınarı da mı?” diye şaşırmaya ve korkmaya devam ederken yine kendi kendine şöyle düşünmüş budala dev: “Bu bacaksızda daha çok numara vardır, kesinlikle bir büyücü olmalı. Kendini koru yaşlı Hans, bu pek de senin dişine göre biri değil.”
Terzi odunları getirdiğinde dev, ondan akşam yemeği için iki-üç vahşi domuz vurup getirmesini istemiş.
“Neden onun yerine tek seferde bin tanesini vurup hepsini birden getirmiyorum ki?” demiş bu sefer, gösteriş budalası terzi.
“Neee! Neyse tamam, bu gecelik bu kadar yeter. Şimdi git yat.” diye haykırmış korkak dev.
Dev öylesine korkmuş ki bütün gece bu uğursuz büyücüden nasıl kurtulacağını düşünmekten gözünü bir kere bile kırpmamış.
Ertesi sabah terzi ve dev birkaç söğüt ağacıyla çevrili bir bataklığa gitmişler. Dev demiş ki: “Dinle terzi; şu söğüt dallarından birine otur bakalım, dalı eğebilecek kadar ağır olup olmadığını görmek için can atıyorum.”
Terzi, nefesini tutarak dalın üzerine oturur oturmaz dal bükülsün diye bütün ağırlığını vermiş. Nefes vermek zorunda kaldığında öyle hızlı bir şekilde havaya fırlamış ki bir daha onu hiç gören olmamış. Ahmak dev de rahata ermiş. Eğer terzi tekrar yere düşmediyse hâlâ gökyüzünde bir yerlerde süzülüyor olmalı.

Fakir Çiftçi
Pek çok varlıklı çiftçinin yaşadığı bir köy varmış. Herkesin “Fakir Çiftçi” diye tanıdığı, yoksul bir çiftçi de bu köyde yaşarmış. Fakir Çiftçi ve eşinin ne tek bir inekleri ne de bir inek alabilecek paraları varmış. Fakir Çiftçi ve karısı, bir inekleri olmasını çok istiyorlarmış.
Fakir Çiftçi, bir gün karısına: “Dinle karıcığım, iyi bir fikrim var; senin marangoz deden bize ahşaptan bir buzağı yapacak ve diğer buzağılara benzemesi için onu kahverengiye boyayacak. Belki o buzağı zamanla büyüyüp gerçek bir inek olur.”
Bu fikir kadının hoşuna gitmiş. Bunun üzerine marangoz büyükbaba; rendeyi, testereyi alıp işe koyulmuş ve sonunda yere eğilmiş başı, uzanmış boynu ile sanki otluyormuş gibi görünen ahşaptan bir buzağı yapmış.
Ertesi sabah inekler çayıra otlatılmaya götürülürken Fakir Çiftçi, çobana seslenmiş: “Buraya bak, benim de otlamaya gidecek küçük bir buzağım var ama çok küçük olduğu için onu kucağına alman gerek.” demiş.
Çoban: “Tamam.” demiş ve buzağıyı kolunun altına alarak çayırlara götürmüş, çimenlerin üzerine koymuş. Tabii ki buzağı konulduğu yerde kalmış ve sürekli otluyormuş gibi görünüyormuş. Çoban kendi kendine: “Eğer bu hızla otlamaya devam ederse çok yakında palazlanıp kendiliğinden yürüyebilir.” diye düşünmüş.
Akşam olup da sürü eve döneceği zaman çoban, buzağıya: “Eğer bu şekilde yemeye devam edersen kendi başına yürüyebileceksin; ben de seni taşımak zorunda kalmayacağım.” diyerek onu çayırda bırakmış.
Akşam olduğunda Fakir Çiftçi kapısının önüne çıkmış, buzağısının yolunu gözlüyormuş. Sürüyü köye girerken gördüğünde buzağısının aralarında olmadığını fark edince çobana bunun ne anlama geldiğini sormuş.
Çoban: “Senin buzağı hâlâ çayırda otluyor, çağrıma kulak asmadı ve diğerleriyle gelmedi.” diye açıklamış.
Fakir Çiftçi de: “Ben buzağımı geri istiyorum!” diye tutturmuş.
Bunun üzerine birlikte çayıra, buzağıyı aramaya gitmişler ancak buzağı yokmuş; birileri onu çalmış. Çoban, Fakir Çiftçi’ye: “Sanırım senin buzağın kaçmış.” demiş.
Bunun üzerine Fakir Çiftçi, çobandan şikâyetçi olmuş ve onu mahkemeye, hâkimin önüne çıkartmış. Hâkim de çobanı, dikkatsizliği yüzünden kaybettiği buzağının yerine Fakir Çiftçi’ye yeni bir inek vermekle cezalandırmış.
Ve böylece Fakir Çiftçi ve karısı, çok uzun zamandır diledikleri ineğe kavuşmuşlar. İlk başta çok sevinmişlerse de bu ineğe verecek hiç yemleri yokmuş. Ona yiyecek hiçbir şey veremedikleri için çok geçmeden onu öldürmek zorunda kalmışlar. Etini tuzlamışlar; derisini de karşılığında yeni bir inek alabilmek için kasabaya, satmaya götürmüşler.
Fakir Çiftçi kasabaya giderken bir değirmenin önünde, kanatları kırık hâlde yerde yatan bir kargaya rastlamış. Acıyarak kargayı olduğu yerden almış ve elindeki deriye sarmış. Sonra da hava fırtınalı olduğu ve şiddetli yağmur yağdığı için değirmene girip sığınmak istemiş.
Değirmencinin karısı evde yalnızmış, Fakir Çiftçi’yi içeri alıp: “Yerdeki sazların üzerinde uyuyabilirsin.” demiş. Ona bir parça ekmek ve peynir vermiş. Fakir Çiftçi karnını doyurduktan sonra, içinde karga olan deriyi de yanına alıp yatmış. Değirmencinin karısı onun, yorgunluktan uyuduğunu sanmış. Bir süre sonra kapıya başka bir adam gelmiş. Değirmencinin karısı: “Kocam dışarıda, bu gece çok eğleneceğiz.” diyerek adamı coşkuyla karşılamış.
Fakir Çiftçi, onların konuşmalarını dinlemiş ve eğlenceden bahsedildiğini duyup da kadının yeni misafirine rosto, salata, pasta ve biraz da içecek ikram ettiğini görünce kendisinin sadece peynir ve ekmekle geçiştirildiğini düşünerek sinirlenmiş. Adamla kadın ziyafete otururlarken kapı çalmış.
Kadın: “Aman Allah’ım, bu kocam!” diye haykırmış. Derhâl eti fırına kaldırmış; içecekleri yastığın arkasına, salatayı yatağın içine, pastayı yatağın altına, adamı da dolaba saklayıvermiş.
Sonra da kapıyı açarak: “Şükürler olsun geldin! Bu ne biçim bir hava, dünyanın sonu mu geldi ne!” diyerek kocasını karşılamış.
Değirmenci, sazlıkların üzerinde yatan Fakir Çiftçi’yi gördüğünde: “Bu adam burada ne arıyor?” demiş. Kadın da: “Bu zavallı adam fırtınaya yakalanmış, gelip sığınmak istedi. Ben de ona biraz peynir ve ekmek verdim, üzerine yatsın diye de yere birkaç sazlık serdim.” diye cevap vermiş.
Kocası: “İyi tamam, buna itirazım yok da sen bir an önce gidip bana yiyecek bir şeyler getir.” demiş.
Kadın: “Ekmek ve peynir dışında yiyecek hiçbir şey yok.” diye karşılık vermiş.
Adam: “Peki, ne varsa onu yerim ben de!” dedikten sonra yerde yatan Fakir Çiftçi’ye bakmış. Sonra ona: “Gel şöyle de bana eşlik et!” demiş.
Fakir Çiftçi, adamın ikinci kez sormasına izin vermeden oturmuş masaya. Bir süre sonra değirmenci; yerde duran, içinde karga sarılı deriyi fark etmiş ve: “Bu da ne böyle?” diye sormuş.
Fakir çiftçi: “Bunun içinde bir kâhin var.” diye cevap vermiş.
Değirmenci: “Peki benim geleceğimi söyleyebilir mi?” diye sorduğunda Fakir Çiftçi bunun mümkün olduğunu söyleyerek şöyle demiş:
“Kâhin sana dört şey söyleyecek ama beşinciyi kendisine saklayacak.”
İyice meraklanan değirmenci: “Tamam, söylesin bakalım hadi.” demiş.
Fakir Çiftçi kargaya bir çimdik atmış, karga: “Gak!” demiş.
“Ne dedi peki?” diye sormuş hemen değirmenci. Çiftçi de: “Şu yastığın arkasında içeceklerin olduğunu söylüyor.” diye cevaplamış.
Değirmenci: “Keşke olsa! Ne güzel olur.” demiş ve yastığın altına bakmaya gitmiş, içecekleri bulunca çok sevinmiş. Hevesle: “Eee, peki başka?” diye sormuş.
Fakir Çiftçi, kargayı tekrar çimdikleyip “Gak!” dedirtmiş. “Bu sefer de fırında bir rosto olduğunu söylüyor.”
Değirmenci yine: “Keşke olsa! Ne güzel olur.” demiş ve gidip fırındaki eti bulmuş.
Fakir Çiftçi, kargayı tekrar konuşturunca: “Şimdi de yatağın içinde salata olduğunu söylüyor.” demiş.
Değirmenci: “Keşke olsa! Ne güzel olur.” demiş ve gidip yatağa baktığında salatayı da bulmuş.
Fakir Çiftçi bir kere daha kargayı çimdikleyip öttürdükten sonra: “Dördüncü ve son olarak da yatağın altında pasta olduğunu söylüyor.” demiş.
Değirmenci yine: “Keşke olsa! Ne güzel olur.” diyerek gidip pastayı da bulmuş. Sonra ikisi birden masaya oturmuşlar.
Değirmencinin karısı öyle endişelenmiş ki dolabın anahtarını da yanına alıp, gidip yatmış.
Değirmenci beşinci kehanetin ne olduğu konusunda çok meraklanınca Fakir Çiftçi: “Önce afiyetle bulduklarımızı yiyelim de sonra beşinci kehanetle ilgili konuşuruz.” demiş.
Böylece oturup yemeklerini yemişler ve yerken de değirmencinin beşinci kehaneti öğrenmesi karşılığında ne kadar vereceği üzerine konuşmuşlar. Sonunda üç yüz lirada anlaşmışlar.
Çiftçi, kargayı bir kez daha çimdiklemiş. Karga yüksek sesle: “Gak!” diye ötmüş. Değirmenci ne dediğini sorunca da Fakir Çiftçi bu sefer: “Giysi dolabında şeytan varmış. Onu söylüyor.” demiş.
Değirmenci: “O şeytan, o dolaptan çıkmalı.” diyerek dolaba yöneldiği sırada Fakir Çiftçi de değirmencinin karısının elinden anahtarları alıp dolabı açmış. Dolapta saklanmakta olan adam, bir hışımla fırlayarak evden kaçmış.
Bunun üzerine değirmenci: “O düzenbazı kendi gözlerimle gördüm, hele şükür!” diye haykırmış.
Fakir Çiftçi ertesi sabah değirmenciden aldığı üç yüz lirasıyla beraber oradan ayrılmış. O günden sonra Fakir Çiftçi’nin hayatı gitgide düzelmeye başlamış. Kendisine güzel bir ev yapmış. Köydeki diğer çiftçiler de bu durum karşısında: “Fakir Çiftçi gökten altın liraların yağdığı bir yerlere gitmiş ve oradan çuvalla altın getirmiş olmalı.” diye arkasından konuşuyorlarmış.
Sonunda Fakir Çiftçi bu ani zenginliğinin nereden geldiğini açıklamak üzere mahkemeye çıkartılmış. Mahkemede sadece: “İneğimin derisini üç yüz liraya sattım.” demiş. Başka da bir şey anlatmamış.
Bunu duyan diğer çiftçiler bu fırsattan yararlanmak istemişler; hemen eve koşup, ineklerini kesip Fakir Çiftçi’nin sattığı fiyata satmak üzere derilerini yüzmüşler. Hâkim: “Ben onlardan önce davranmalıyım.” diyerek kendi hizmetçisini kasabaya, deri alıcısına yollamış ancak alıcı deriye sadece üç lira vermiş. Diğer çiftçiler derilerle geldiklerinde o kadar bile alamamışlar. Alıcı: “Ben bu kadar çok deriyi ne yapayım?” diye hepsini geri çevirmiş.
Çiftçiler, kendilerine yanlış bilgi veren Fakir Çiftçi’ye kızmışlar ve hep birlikte ondan intikam almaya karar vermişler. Gidip onu hâkime şikâyet etmişler. Zavallı Fakir Çiftçi, üzerinde delikler olan bir fıçıya konulup suya atılarak ölüme mahkûm edilmiş.
Cezası gerçekleşmeden önce bir rahip onun için dua okumaya gelmiş, bu sırada diğer insanlar da uzaktan olanları izliyormuş. Fakir Çiftçi; rahiple göz göze geldiğinde onun değirmencinin evinde, giysi dolabında saklanan adam olduğunu fark etmiş ve ona demiş ki: “Ben senin dolaptan kaçmana nasıl yardım ettiysem sen de beni bu fıçıdan kurtarmalısın.”
O sırada yanlarından, sürü otlatan bir çoban geçmekteymiş. Çobanın en büyük dileğinin bir gün hâkimlik yapmak olduğunu bilen Fakir Çiftçi, bütün gücüyle: “Hayır yapmayacağım, oturmayacağım!” diye bağırmış.
Bunu duyan çoban, yanlarına gelip: “Neyi yapmayacaksın?” diye sormuş. Fakir Çiftçi de ona: “Bu fıçının içinde oturursam beni hâkim yapacaklarmış ama oturmayacağım!” demiş.
Çoban: “Hâkim olmak için tek yapılması gereken buysa ben fıçının içinde memnuniyetle otururum.” demiş.
Çiftçi ona: “Evet, tek yapılması gereken bu, fıçının içine girersen hâkim olacaksın.” diye karşılık vermiş. Çoban bunu kabul edip fıçıya girmiş. Çiftçi, fıçıyı kapattıktan sonra koyun sürüsünü toplayıp oradan uzaklaşmış.
Rahip, köy halkına duanın bittiğini söylemiş. Onlar da gelip fıçıyı suya doğru yuvarlamaya başlamışlar. Fıçı yuvarlandıkça içindeki çoban: “Durun! Ama ben hâkim oldum!” diye bağırıyormuş.
Onlar, bağıranın Fakir Çiftçi olduğunu sandıklarından: “Tamam o zaman, suyun dibini bir boyla da gör bakalım!” diyerek fıçıyı suya yuvarlamışlar.
Sonra da çiftçiler köylerine doğru yola koyulmuşlar. Köye vardıklarında bir koyun sürüsünü otlatmakta olan, hâlinden memnun ve sakin görünen Fakir Çiftçi’ye rastlayınca şaşırmışlar.
“Fakir Çiftçi! Sen o sudan nasıl çıktın, buraya nasıl geri döndün?” diye sormuşlar.
Çiftçi: “Çok kolay; dibe inene kadar battım, sonra da fıçıyı kırıp çıktım. Bir çıktım, baktım ki orada muhteşem çayırlar ve otlayan bir sürü koyun var. Ben de bu sürüyü alıp yanımda getirdim.” diye açıklamış.
Çiftçiler: “Peki geriye koyun kaldı mı daha?” diye sorunca da onlara: “Kalmaz mı? Hem de istemeyeceğiniz kadar çok.” demiş.
Bunu duyan köylüler, gidip suyun dibinden kendilerine de birkaç koyun almaya ve sürü oluşturmaya karar vermişler. Hâkim yine: “İlk ben gideceğim.” diye atılmış ve hep birlikte yola koyulmuşlar.
Masmavi gökyüzündeki küçük yumuşak görünüşlü bulutlar, öyle çok koyunları andırıyormuş ki bunların suya yansımasını gören çiftçiler: “Suyun dibindeki şu koyunlara bakın.” diye bağrışmışlar.
Hâkim yine hemen öne atılıp: “Önce ben gidip bakayım, siz bana bakadurun eğer her şey yolundaysa ben sizi çağırırım.” diyerek foşurt diye suya atlayıvermiş. Diğerleri çıkan sesin: “Aşağıya gelin.” anlamına geldiğini sanarak arka arkaya suya atlamışlar.
Böylece köyün bütün sahipleri yok olup gitmiş. Fakir Çiftçi de köyün tek sahibi olarak çok varlıklı bir şekilde yaşamaya devam etmiş.

Altın Anahtar
Kış gelip de yerleri kar kapladığında fakir oğlanın biri, kızakla odun toplamaya gitmiş. Hava öylesine soğukmuş ki odunları toplayıp bağladıktan sonra hemen eve gitmek yerine, bir ateş yakıp biraz ısınmak istemiş. Ateş için yer açmak üzere yerdeki karları temizlerken küçük, altın bir anahtar bulmuş.
Bunun üzerine: “Eğer bir anahtar varsa bir de kilit olmalı.” diye düşünerek yeri kazmaya başlamış ve derken demirden bir sandık bulmuş.
“Eğer bu anahtar bu sandığı açarsa bu küçük kutunun içinde birbirinden değerli şeyler olduğuna şüphe yok.” diye düşünmüş. Bakınmış ama kutunun üzerinde hiç anahtar deliği bulamamış. En sonunda bir tane kilit bulmuş ancak kilit öylesine ufakmış ki neredeyse görünmezmiş. Anahtarı denemiş ve kilide tam olarak uyduğunu görmüş. Anahtarı bir kere çevirmiş veee… Sandığın içinde neler olduğunu, kilit tamamen açılıp da sandığın kapağı kaldırıldığında göreceğiz.

İyi Günde, Kötü Günde
Bir zamanlar huysuz bir terzi ile onun çalışkan, iyi kalpli ve inançlı karısı varmış. Terzinin karısı ne yaparsa yapsın bir türlü kocasını memnun edemiyormuş. Adam sürekli söylenip, karısını azarlayıp, tartaklayıp, dövermiş.
Bu durumu öğrenen yetkililer, terzinin daha iyi bir insan hâline gelmesini sağlamak için ona hapis cezası vermişler. Ona bir süre sadece ekmek ve su verdikten sonra da serbest bırakmışlar.
Adam; bir daha karısını hiç dövmeyeceğine, bütün evli çiftlerin yapması gerektiği gibi iyi günde, kötü günde onun yanında olup huzurla yaşayacağına söz vermek zorunda bırakılmış.
Bir süre her şey yolunda gitmiş ama sonra terzi yine o eski, huysuz hâline geri dönmüş. Karısını dövmeye cüret edemediği için de kadının saçını başını yolmaya başlamış.
Karısı ondan kaçmış ve bahçeye kendisini zor atmış. Adam da onu mezura ve makasla kovalayıp eline ne geçirdiyse kadına fırlatmış. Fırlattığı şeyler kadına çarptığında gülmüş, ıskaladığında ise sinirlenip küfretmiş. Bu durum öyle uzun sürmüş ki komşular kadının yardımına koşmak zorunda kalmışlar.
Terzi, tekrar mahkemeye çıkartılmış ve daha önce verdiği sözler kendisine hatırlatılmış.
Terzi: “Sayın baylar, ben sözümü tuttum, karımı dövmedim. Mutluluğu ve hüznü paylaştım onunla.” demiş.
Hâkim: “Bu nasıl olur? Karın senden sürekli şikâyet ediyor.” dediğinde ise: “Ben onu dövmedim, sadece saçları dağınık olduğu için ellerimle saçlarını taramak istedim. Ancak o benden kaçtı ve beni çok kızdırdı. Ben de onun arkasından koştum ve işine gücüne geri dönmesini sağlamak için ona iyi niyetle, elime ne geldiyse fırlattım. Aynı zamanda ben hem mutluluğu hem de acıyı paylaştım onunla. Mesela attıklarım ona isabet ettiğinde ben mutluydum, karım acılıydı; onu ıskaladığımda ise o mutluydu ben sinirliydim.” diye açıklamış.
Terzinin bu cevabından tatmin olmayan hâkim, sonunda ona hak ettiği cezayı vermiş.

Çivi
Tacirin birinin fuarda işleri iyi gitmiş. Bütün mallarını satarak çantasını altın ve gümüş paralarla doldurmuş. Akşam çökmeden önce evinde olmak istediğinden hemen eşyalarını ve parasını atına bağlayıp yola koyulmuş.
Öğlen olunca bir kasabada durup dinlenmiş. Oradan ayrılacağı sırada atını getiren seyis yamağı: “Bayım, atın arka ayağının nalı için bir çivi lazım.” demiş.
Tacir: “Boş ver, kalsın; bu nal altı-yedi kilometre daha düşmez. Benim de acelem var.” demiş.
Akşamüstü, bir kez daha mola verip atını beslemek için durduğunda seyis yamağı odasına gelerek: “Bayım, atınızın sol ayağındaki nal düşmüş. Onu nalbanda götüreyim mi?” diye sormuş.
Tacir de: “Boş ver, kalsın; at iki kilometre daha gitsin, yeter. Benim acelem var.” demiş.
Yola çıkmışlar ama çok geçmeden at aksamaya başlamış. Derken tökezlemiş, düşmüş ve düşmesiyle bacağını kırması bir olmuş.
Tacir, atı olduğu yerde bırakıp eşyalarını da sırtına almış ve yoluna yürüyerek devam etmek zorunda kalmış. Atı olmadan yavaş ilerlediği için gece geç saate kadar evine varamamış. Yolda kendi kendine: “O talihsiz çivi yok mu, bütün bunlar onun yüzünden oldu.” diye söylenmiş.
Acele işe şeytan karışır.

Parmak Tom
Bir zamanlar fakir bir köylü varmış. Karısı bütün akşam çıkrığının başında oturup ip eğirirken kendisi de bacanın kenarında oturup ateşi karıştırırmış.
Yine bir gün otururlarken adam: “Hayatımız çocuk olmadan ne kadar da sıkıcı; başka evlerden cıvıl cıvıl, neşeli sesler gelirken bizim evimiz ne kadar da sessiz!” diyerek iç geçirmiş.
Karısı da: “Evet, şu başparmağım kadar ufak bir çocuğumuz bile olsa ne kadar da mutlu olurduk. Bütün dileklerimiz gerçekleşirdi.” demiş.
Gelgelelim bir süre sonra, kadının gerçekten tamamen sağlıklı ama başparmağından büyük olmayan bir çocuğu olmuş. Kocasıyla birlikte: “Tam da dilediğimiz gibi.” diyerek şükrediyorlarmış. Ona tam da görünüşüne uygun bir isim vermişler: Parmak Tom.
Çok iyi beslemelerine rağmen çocuk hiç büyümemiş; aynı doğduğu günkü gibi ufacık, parmak kadar kalmış. Ancak çok yetenekli ve akıllıymış. Elinden her iş geliyormuş.
Bir gün babası, odun kesmek için ormana gitmeye hazırlanırken kendi kendine: “Ah, keşke bana at arabasını getirecek biri olsa.” demiş. Parmak Tom da: “Babacığım, arabayı ben getiririm, hem de ne zaman istersen!” demiş.
Babası gülerek: “Nasıl yapacaksın ki? Dizginleri bile tutamayacak kadar ufaksın.” diye cevap vermiş.
Parmak Tom da: “O şekilde yapmayacağım zaten; annem beni atın kulağına oturtacak, ben de ata nereye gideceğini söyleyeceğim.” demiş. Babası da: “Tamam, en azından bir kerelik deneyelim bakalım.” diyerek kabul etmiş.
Hareket zamanı geldiğinde annesi, Parmak Tom’u atın kulağına yerleştirdikten sonra çıkrığında ip eğirmeye devam etmiş. Tom da: “Deh, deeh!” diye bağıra bağıra at arabasını yürütmeye başlamış.
At, sanki sahibi üzerinde kendisini sürüyormuş gibi koşmaya ve arabayı ormana doğru çekmeye başlamış.
Köşeyi döndüklerinde Parmak Tom: “Deh, deeh!” diye bağırarak atı yönlendirmeye devam ederken yanlarından iki adam geçmekteymiş.
Adamlardan biri at arabasını işaret ederek: “Şuna bak, nasıl oluyor da sürücünün sesi geldiği hâlde araba ilerlerken görünürde kimseler yok?”
Diğeri: “Bu çok tuhaf! Arabayı takip edelim, bakalım kime aitmiş.” demiş. Araba doğruca ormana, odunların kesildiği yere girmiş. Tom, babasını gördüğünde: “Bak baba, işte at arabasını getirdim, şimdi beni aşağıya indir.” demiş.
Babası sol eliyle atı tutup sağ eliyle de oğlunu atın kulağından almış. Parmak Tom, mutlu ve huzurlu bir şekilde bir ağaç kütüğüne oturmuş. Onu gören iki yabancı şaşkınlıktan kalakalmış. Sonunda bir tanesi, diğerini yanına alarak: “Bak dostum; bu ufaklığı götürüp de şehirde, insanlara para karşılığında gösterirsek çok para kazanabiliriz. Şu adama para verip çocuğu ondan alalım.” demiş.
Oduncuya gidip: “Bize bu küçük adamı sat, hiçbir zarar vermeden geri getireceğimize söz veririz.” demişler. Baba: “Hayır, o benim gözümün bebeği; dünyadaki bütün paraları verseniz de onu size satmam.” diye karşılık vermiş.


Konuşulanları duyan Parmak Tom, babasının ceketine tırmanarak omuzuna oturmuş ve kulağına: “Baba, gitmeme izin ver; merak etme, en yakın zamanda geri dönerim.” diye fısıldamış.
Bunun üzerine babası, onu çok miktarda para karşılığında bu iki adama vermiş. Adamlar, Tom’a nereye oturmak istediğini sormuşlar. O da: “Beni şapkanızın kenarına koyun ki düşme tehlikesi olmadan üzerinde yürüyüp etrafı görebileyim.” demiş.
Dediğini yapmışlar ve Tom, babasıyla vedalaştıktan sonra hep birlikte yola koyulmuşlar. Şafak sökene kadar yolculuk yapmışlar. Ufaklık biraz değişiklik için bir süreliğine yere inmek istemiş. Biraz tereddüt ettikten sonra adam, onu şapkasından alıp yol kenarında bir yere koymuş. Tom yere iner inmez kaçmaya başlamış. Yoldaki kanalizasyon oluklarının arasından yürürken aniden tam da aradığı gibi bir fare deliğine düşüvermiş.
“Güle güle baylar, artık yolunuza bensiz devam edeceksiniz!” diye arkalarından seslenmiş gülerek. Adamlar koşup ellerindeki sopalarla fare deliğini kurcalamışlarsa da nafile! Parmak Tom çoktan içerilere doğru ilerlemiş. Hava da kararmak üzere olduğundan adamlar öfkeyle ve beş kuruşsuz hâlde evlerine geri dönmek zorunda kalmışlar.
Tom, adamların gittiklerini fark edince: “Bu deliklerin içinde, karanlıklarda gezinmek tehlikeli olabilir; düşüp boynumu kırabilirim.” diye düşünerek hemen saklandığı delikten çıkıvermiş.
Şans eseri bir salyangoz kabuğu görmüş ve: “Tamam, şimdi geceyi güvende geçirebilirim.” diyerek içine yerleşmiş.
Tam uyuyacakken yoldan iki adamın konuşarak geçtiğini duymuş. Biri diğerine: “Şu zengin papazın altın ve gümüşlerini nasıl ele geçiririz?” diyormuş. Bunu duyan Tom: “Nasıl olacağını ben biliyorum.” diye seslenmiş olduğu yerden. Hırsızlardan biri korkarak: “Bu da nesi? Birinin konuştuğunu duydum.” demiş.
Oldukları yerde kalıp Tom’un konuşmasını dinlemişler. Tom onlara: “Beni de yanınızda götürün, size nasıl yapılacağını söyleyeyim.” demiş.
Adamlar: “Peki neredesin?” diye sorunca Tom: “Yere bakın ve sesin nereden geldiğini takip edin.” diye cevaplamış.
Sonunda onu bulmuşlar ve ellerine alarak: “Seni küçük cin! Sen bize nasıl yardım edebilirsin ki?” diye sormuşlar.
“Şuraya bakın, papazın odasının demir parmaklıkları arasından kolayca geçip size içeriden istediğiniz her şeyi getirebilirim.” demiş. Adamlar bu teklif üzerine: “Çok iyi; görelim bakalım ne yapabileceksin.” demişler.
Papazın evine vardıklarında Parmak Tom odaya süzülmüş ve yüksek sesle: “Buradakilerin hepsini mi istiyorsunuz?” diye seslenmiş. Hırsızlar korkarak: “Biraz alçak sesle konuş da kimse uyanmasın.” diye uyarmışlar onu. Ancak Tom, onları duymamış gibi yaparak tekrar bağırmış: “Ne istiyorsunuz? Buradakilerin hepsini mi alayım?”
Sonunda odada uyumakta olan aşçı uyanmış ve yatağından doğrulup sesleri dinlemeye başlamış. Ancak hırsızlar yakalanma korkusuyla yolun arka tarafına kaçmışlar. Kısa bir süre sonra adamlar cesaretlerini tekrar topladıklarında Tom’un yaptığının bir şaka olduğunu düşünerek geri gelmişler. Tom’a ciddi olmasını ve içeriden bir şeyler alıp getirmesini fısıldamışlar.
Tom bir kez daha olanca sesiyle: “Evet, size ne var ne yoksa getireceğim; siz sadece ellerinizi uzatın!” diye bağırmış.
Onları dinlemekte olan hizmetkâr bu sefer Tom’un sesini net olarak duymuş ve yatağından fırladığı gibi kapıya koşmuş. Hırsızlar, arkalarından acımasız bir avcı kovalıyormuş gibi kaçmışlar ancak hizmetkâr, karanlıkta hiçbir şey göremediğinden bir fener bulmaya gitmiş. Geri geldiğinde Tom da ona görünmeden ahıra saklanmış. Kadın her köşeye baktıysa da hiçbir şey bulamamış ve yatağına geri dönmüş. Hayal görmüş olduğunu düşünerek tekrar uykuya dalmış.
Tom, samanların arasında sürünerek kendisine sabaha kadar uyuyabileceği bir kuytu bulmuş. Sabah olunca da evine, annesiyle babasının yanına dönecekmiş. Ne var ki daha Tom’un başına gelecekler varmış.
Hizmetçi, şafakla beraber inekleri beslemek için kalkmış. İlk iş olarak ahıra gitmiş, bir kucak dolusu saman almış ve nasıl olduysa Tom’un içinde uyuduğu yığına denk gelmiş. Ancak Tom’un uykusu öylesine derinmiş ki hiçbir şey fark etmemiş ve kendisini saman yemekte olan bir ineğin ağzında bulana kadar da uyanmamış.
Tom uyandığında: “Aman Allah’ım, ben bu değirmene nasıl geldim?” demiş ama çok geçmeden bir ineğin ağzında olduğunu ve ineğin dişleri arasında ezilmemek için çok dikkatli olması gerektiğini fark etmiş. En sonunda da ineğin midesine inmek zorunda kalmış.
Karanlık mideye indiğinde: “Bu küçük oda yapılırken pencereleri unutulmuş, bu yüzden de içeri güneş ışığı girmiyor olmalı.” diye düşünmüş.
Bulunduğu yer, her anlamda çok rahatsızmış. En kötüsü de yukarıdan sürekli yeni saman geldikçe boşluğun daralmasıymış. Sonunda dayanamamış ve bütün gücüyle: “Daha saman istemiyorum! Daha saman istemiyorum!” diye bağırmış.
İneği sağan hizmetçi, gece duyduğu sesin aynısını duyup da yine kimseyi göremeyince öyle korkmuş ki oturduğu tabureden düşerek sütü dökmüş. Aceleyle efendisinin yanına koşmuş ve: “Sevgili efendim, inek konuştu!” diye haykırmış.
Efendisi: “Sen delirmiş olmalısın.” diye cevap vererek durumun ne olduğunu anlamak için ahıra gitmiş. Çok geçmeden adam daha kapıdan ayağını atar atmaz Tom’un sesi tekrar duyulmuş: “Daha saman istemiyorum! Daha saman istemiyorum!”
Adam da çok korkmuş ve ineğin içine kötü ruhların girdiğini sanarak ineğin öldürülmesini emretmiş. İnek öldürülmüş, içinde Tom’un bulunduğu midesi de gübreliğe atılmış. Tom, mideden çıkabilmek için çok çaba sarf etmiş ancak kafasını çıkartabileceği bir boşluk bulup da kendisini dışarıya atacağı anda yeni bir belayla karşılaşmış. Aç bir kurt, birden bütün mideyi bir çırpıda yutuvermiş.
Tom, yine de cesaretini kaybetmemiş. “Belki kurt beni dinler.” diyerek kurdun midesinden dışarı seslenmiş: “Sevgili kurt, beni dinlersen sana nereden lezzetli yiyecekler bulabileceğini söyleyebilirim!” demiş. Kurt da ona: “Nereden bulacakmışım?” diye sormuş.
“Falanca evden bulabilirsin, oraya lağımdan girebilirsin; orada istemediğin kadar pasta, pastırma, et suyu bulacaksın.” diyerek ona kendi evini tarif etmiş.
Kurt, gece olduğunda lağımdan çıkarak eve girmiş ve evin kilerinde gönlünce karnını doyurmuş. En sonunda karnı doyunca geri dönmek istemiş ama öylesine şişmiş ki tekrar aynı yoldan dönmesi imkânsız hâle gelmiş. Bu durumu beklemekte olan Tom; kurdun midesinde korkunç bir gürültü yapmış, olabildiğince yüksek sesle bağırıp çağırmış.
Kurt: “Sessiz olur musun? Ev halkını uyandıracaksın!” diyerek Tom’u susturmaya çalışmış.
Küçük adam da ona: “Bana bak, sen yeterince eğlendin, şimdi de kendim için bir şeyler yapacağım.” diyerek yine aynı korkunç gürültüyü çıkarmaya devam etmiş.
En sonunda Tom’un anne ve babası uyanmışlar, anahtar deliğinden bakıp da kurdu görünce koşup silahlarını almışlar. Adam odaya girer girmez karısına: “Sen geride dur, ben ona vurduğumda ölmezse sen de tırpanla vurursun.” demiş.
Tom, babasının sesini duyunca: “Sevgili babacığım, ben buradayım, kurdun midesindeyim!” diye bağırmış.
Babası neşe içinde: “Çok şükür, sevgili yavrumuzu bulduk!” diyerek Tom’un canı yanmasın diye karısına tırpanı uzak tutmasını söylemiş ve bir vuruşta kurdun kafasını keserek öldürmüş. Sonra da bıçak ve makas yardımıyla kurdun midesinden oğlunu çıkartmış.
Babası Tom’u görünce: “Senin için öyle endişelendik ki!” demiş. Tom da: “Evet babacığım, çok kötü yerler gördüm ve tekrar temiz hava soluyabildiğim için çok mutluyum.” demiş.
Babası: “Peki bunca zamandır nerelerdeydin?” diye sorunca Tom: “Önce bir fare deliğinde, sonra salyangoz kabuğunda, sonra bir ineğin midesinde ve bir kurdun içindeydim; sonunda artık evimdeyim.” diye anlatmış.
Annesiyle babası: “Dünyanın bütün zenginliklerini verseler yine de bir daha senden ayrılmayacağız.” demişler, küçük oğulları Tom’u öpüp ona sarılırken. Sonra, oğullarına yiyecek bir şeyler getirmiş ve maceralı seyahatinde kirlenen eski kıyafetlerinin yerine yeni bir takım elbise vermişler.

Parmak Çocuğun Gezileri
Bir terzinin parmak kadar boyu olan bir oğlu varmış. Bu yüzden ona Parmak Çocuk derlermiş. Ancak çocuk, küçücük boyuna rağmen çok cesurmuş. Bir gün babasına: “Baba, ben dünyayı gezip tanımak istiyorum.” demiş. Babası da: “Elbette oğlum.” diyerek uzun bir dikiş iğnesi alıp iğnenin deliğini bal mumuyla kapatmış. Ardından: “Al sana bir kılıç, yolculuğunda lazım olur.” diyerek oğluna vermiş.
Parmak Çocuk gitmeden önce son kez ailesiyle birlikte evde yemek yemek istemiş. Annesinin ona ne yemek pişirdiğini görmek için mutfağa fırlamış. Masa hazırmış ve tencere ocaktaymış. “Anneciğim, bugün yemekte ne var?” diye sormuş.
Annesi: “Gelip kendin bak.” demiş. Parmak Çocuk da ocağa sıçrayarak tencerenin içine bakmış. Ancak boynunu çok fazla uzattığından yemekten çıkan buhar onu bacaya itelemiş. Bir süre buharla boğuştuktan sonra kendisini dışarı atmış ve bütün dünyayı dolaşmaya başlamış. Önce bir aşçının yanında çalışmaya başlamış ama kendisine verilen yemeklerden hoşlanmamış.
Parmak Çocuk, aşçıya: “Bize daha iyi yemekler vermezsen sabah erkenden çeker, giderim. Gitmeden önce de kapıya: ‘Hep patates yedirdin, bize hiç et vermedin! O yüzden hoşça kal Bay Patates!’ diye yazarım, ona göre!” demiş. Aşçı: “Senin derdin ne be, çekirge!” diyerek öfkeyle eline geçirdiği bir çaputla onu dövmek istemiş. Ama Parmak Çocuk kendisini bir yüksüğün içine atarak ona dil çıkarmış. Kadın, yüksüğü eline alarak Parmak Çocuk’u yakalamak istemiş ancak ufaklık çaputun içine sıçrayıvermiş. Kadın, çaputun altını üstüne getirmiş ama Parmak Çocuk bu sefer de masanın üstündeki bir yarığın içine saklanmış.
Çocuk: “Hey, aşçı kadın, ben buradayım!” diyerek olduğu yerden başını çıkarınca kadın ona tam vuracağı sırada Parmak Çocuk masanın çekmecesine sıçramış. Sonunda kadın onu yakaladığı gibi kapı dışarı etmiş.
Parmak Çocuk dolaşa dolaşa koskoca bir ormana gelmiş. Orada kralın hazinesini soyma niyetinde olan bir sürü haydutla karşılaşmış. Minik terziyi gördüklerinde: “Bu ufacık çocuk anahtar deliğinden geçebilir, onu maymuncuk olarak kullanalım.” demişler. İçlerinden biri: “Hey, dev adam! Sen de bizimle hazine dairesine gelir misin? Oraya rahatça girer, sonra da paraları bize birer birer atarsın.” diye seslenmiş.
Parmak Çocuk biraz düşündükten sonra onlarla birlikte hazine dairesine gitmeye razı gelmiş. Bir yerinde bir yarık var mı diye kapının her yerine bakmış ve çok geçmeden de kendi geçebileceği genişlikte bir yarık bulmuş; tam içeri girerken kapıdaki muhafızlardan biri, yanındakine: “Şu örümceğin burada işi ne? Dur da şunu bir ezeyim!” demiş. Diğeri, ona: “O sana bir şey yapmadı ki! Bırak zavallı hayvanı gitsin.” diye karşı çıkmış.
Böylece Parmak Çocuk o yarıktan hazine dairesine girivermiş, sonra pencereyi açarak aşağıda beklemekte olan haydutlara tek tek para atmaya başlamış. Tam işe dalmışken hazine dairesini denetlemeye gelen kralın sesini duyup hemen saklanmış. Kral, pek çok madenî paranın eksilmiş olduğunu fark ettiyse de sürgüler sürülü ve kapılar kilitli olduğu için bunu kimin yaptığına akıl erdirememiş. Yani her yer güvenli görünüyormuş. Oradan ayrılırken iki muhafızı: “Gözünüzü dört açın, paralara gözünü dikmiş birileri var.” diye uyarmış.
Parmak Çocuk yeniden işe koyulduğunda muhafızlar içeriden gelen şıkır şıkır para seslerini duymuş ve hemen hırsızı yakalamak üzere içeri dalmışlar. Ama onların geldiğini fark eden minik terzi, hemen bir köşeye fırlayarak bir madenî paranın altına saklanmış ve: “Buradayım, buradayım!” diye seslenerek muhafızlarla alay etmiş. Adamlar o tarafa koşuşunca Parmak Çocuk bir başka köşedeki paranın altına saklanarak yine: “Buradayım, buradayım!” diye seslenmiş. Bu şekilde dalga geçerek nöbetçileri öyle çok oyalamış ki adamlar bir süre sonra yorularak çekip gitmişler. Parmak Çocuk paraların hepsini teker teker aşağıya attıktan sonra pencereden sıvışıvermiş.
Haydutlar ona: “Amma da cesur adammışsın! Bizim reisimiz olur musun?” diye sorup övgüler yağdırmışlar.
Parmak Çocuk onlara teşekkür ederek önce bütün dünyayı gezip görmek istediğini söylemiş. Sıra parayı paylaşmaya geldiğinde minik terzinin payına, daha fazlasını taşıyamayacağı için sadece bir sikke düşmüş. Sonra kılıcını kuşanmış ve haydutlara veda ederek yola koyulmuş. Birkaç ustanın yanında iş bulup çalışmış ama bu işler hoşuna gitmemiş. Sonunda bir handa uşak olarak çalışmaya başlamış.
Oradaki kızlar ondan pek hoşlanmamışlar çünkü Parmak Çocuk gizlice onların yaptıklarını, tabaklardan nasıl yemek aşırdıklarını, kilerden nasıl öteberi çaldıklarını görüyor ve patrona haber veriyormuş. Kızlar bu yüzden aralarında konuşup: “Ona gününü göstermeliyiz.” diyerek bir eşek şakası yapmaya karar vermişler. Kızlardan biri bahçede çimleri keserken Parmak Çocuk’un lahanaların arasında oraya buraya sıçradığını görmüş. Çimenlerden bir yığın yapıp Parmak Çocuk’u da içine alarak ineklerin önüne atıvermiş. Siyah, kocaman bir inek hiç farkında olmadan onu yutuvermiş. Ama ineğin midesi Parmak Çocuk’un hiç hoşuna gitmemiş çünkü karanlıkmış ve yakacak bir mum da yokmuş.
İnek sağılırken seslenmiş:
“Fış, fış, fış!..
Güğüm ne zaman dolacakmış?”
Ama süt sağma sesinden, ineğin sesi duyulmamış. Derken çiftlik kâhyası ahıra gelerek: “Bu inek yarın kesilecek.” demiş. Bu sefer Parmak Çocuk korkmuş ve cırtlak bir sesle: “Ben burada hapsoldum, önce beni dışarı salın!” diye seslenmiş.
Kâhya sesi duymuş ama nereden geldiğini anlayamayınca: “Neredesin?” diye sormuş. “Siyah ineğin midesinde.” diye cevap vermiş Parmak Çocuk ama adam bunun ne demek olduğunu anlayamadan çekip gitmiş.
Ertesi sabah ineği kesmişler. Onu parçalarına ayırırken şans eseri Parmak Çocuk’a bir şey olmamış ama sucuk yapılacak etlerin arasında, kasabın tezgâhına sürüklenmiş. Kasap işe koyulduğu anda var gücüyle: “Çok derin kesme, çok derin kesme, altında ben varım!” diye haykırmış.
Ancak satırın çıkardığı gürültüde çocuğun sesi kaybolup gitmiş. Parmak Çocuk çaresiz kalınca satır darbelerinin arasında sıçramış, hiçbir yerine temas etmeden tek parça hâlinde kurtulmuş. Bu sefer de kendisini yağ parçacıklarının arasına bırakarak pastırma yapılacak bölüme doğru kaymış. Bu bölüm öyle darmış ki çok uzun süre bu bacada asılı kalıp islenmiş.
Derken kış geldiğinde bir misafire pastırma ikram etmek üzere Parmak Çocuk’u bacadan aşağı indirmişler. Aşçı kadın pastırmayı dilimlerken Parmak Çocuk boynu kesilmesin diye kafasını fazla uzatmamaya dikkat etmiş. O anda bir fırsatını bularak sıçrayıp kurtulmuş. Ama evdeki işler kötüye gittiğinden Parmak Çocuk, daha fazla orada kalmak istememiş ve tekrar gezintilerine koyulmuş. Ancak özgürlüğü çok uzun sürmemiş ve açık arazide dolaştığı sırada bir tilki gelip onu kapıvermiş.
“Hey, Bay Tilki! Yanlışlıkla boğazına takıldım, beni serbest bırak!” diye seslenmiş Parmak Çocuk. “Haklısın, zaten yutulur lokma değilsin. Eğer bana babanın kümesindeki tavukları getireceğine söz verirsen seni bırakırım.” demiş Bay Tilki. Parmak Çocuk da: “Seve seve. Tavukların hepsi senin olacak, söz veriyorum.” demiş.
Tilki onu serbest bırakınca hemen evine koşmuş. Babası, Parmak Çocuk’u görünce o kadar sevinmiş ki tavukların hepsini kendi isteğiyle Bay Tilki’ye vermiş.
“Ben de sana para getirdim.” diyen Parmak Çocuk, babasına haydutlardan aldığı sikkeyi vermiş ve: “Neden bütün tavukları tilkiye verdin?” diye sormuş. Babası da: “Ah sersem oğlum, kümeste bir sürü tavuğum olacağına bir tanecik oğlum olsun yeter.” diye cevap vermiş.

Genç Dev
Evvel zaman içinde bir köylü ile boyu parmak kadar olan, hiç büyümeyen bir oğlu varmış. Bu Parmak Çocuk yıllar boyunca bir kıl kadar bile uzamamış. Bir keresinde babası çifte sürmeye giderken oğlu da: “Baba, ben de seninle geleceğim.” demiş.
Babası da: “Benimle mi geleceksin? Hayır, olmaz; senin dışarıda işin yok, üstelik yollarda kaybolabilirsin!” demiş. Bunun üzerine Parmak Çocuk ağlamaya başlayınca babası dayanamamış, onu cebine koyarak yanında götürmüş. Adam tarlaya gittiğinde oğlunu tekrar cebinden çıkararak onu taze kesilmiş bir karığın üstüne bırakmış.
O sırada uzaktan kocaman bir dev görünmüş. Babası da uslu dursun diye, oğlunu korkutmak amacıyla: “Şu dev canavarı görüyor musun? İşte o, seni almaya geliyor.” demiş.
Ancak dev, büyük adımlarıyla bir çırpıda yanlarına yaklaşmış. Küçük Parmak Adam’ı dikkatlice iki parmağıyla kaldırmış, incelemiş ve tek kelime etmeden onu alıp gitmiş. Babası öylece kalakalmış, tek bir kelime edememiş ancak yaşadığı sürece bir daha oğlunu göremeyeceğini düşünmüş.
Dev; Parmak Çocuk’u eve götürmüş, beslemiş ve her nasılsa devlerin yanında yaşayan Parmak Çocuk, büyüyüp uzamış ve çok güçlenmiş.
İki yıl geçtikten sonra dev, genç oğlanı ormana götürmüş; amacı onun gücünü sınamakmış.
Dev, ona: “Kendine bir dal kopart.” demiş. Oğlan o kadar kuvvetliymiş ki koca, genç bir ağacı olduğu gibi yerinden söküvermiş. Ancak tatmin olmayan dev: “Bundan daha iyisini yapmalısın.” diyerek onu eve geri götürmüş ve iki yıl daha beslemiş.
Dev, oğlanı ormana tekrar getirdiğinde oğlanın gücü daha da artmış bir hâldeymiş; bu sefer yaşlı bir ağacı tamamen yerinden sökmeyi başarmış. Ancak deve bu da yetmemiş ve oğlanı alıp iki yıl daha besledikten sonra yine ormana getirmiş.
Bu sefer: “Şimdi benim için uygun bir dal kopart.” demiş. Oğlan en heybetli meşe ağacını tuttuğu gibi kopartmış ki ağaç ellerinde ikiye yarılmış. Üstelik bu, onun için çocuk oyuncağıymış.
Dev bu sefer: “Şimdi oldu, artık mükemmelsin.” demiş ve onu ilk bulduğu tarlaya geri götürmüş.
Oğlanın babası orada hâlâ saban sürüyormuş. Genç dev, ona doğru giderek: “Babam, genç oğlunun ne kadar da harika bir adam olduğunu görüyor mu?” diye sormuş.
Babası irkilerek: “Hayır, sen benim oğlum değilsin; seni istemiyorum, beni rahatsız etme!” demiş.
Bunun üzerine oğlan: “Ben gerçekten senin oğlunum; bırak işlerini ben yapayım. En az senin kadar iyi saban sürebilirim, hatta daha iyisini yaparım.” demiş.
Adam da: “Hayır, hayır; sen benim oğlum değilsin ve saban da süremezsin, git buradan!” demiş.
Ancak adam, iri gençten korktuğu için sabanı bırakıp geriye çekilmiş ve kenarda durmuş.
Genç adam sabanı tutmuş ve tek eliyle ittirmiş ancak öyle güçlü ittirmiş ki saban, toprağın altına saplanmış. Bunu görmeye dayanamayan çiftçi ona: “Eğer saban sürmeye meraklıysan böyle sert ittiremezsin, sonra kötü olur.” demiş.
Genç dev, atları çözmüş ve sabanı kendisi sürmeye başlamış. Babasına dönüp: “Sen eve git baba ve anneme bolca yemek yapmasını söyle, ben de bu sırada bütün tarlayı süreyim.” demiş.
Çiftçi eve gitmiş ve karısına yemek hazırlamasını söylemiş, oğlan da on dönümlük tarlayı tek başına sabanla sürmüş. Sonra kendisini tapana bağlamış ve iki tapanı tek seferde kullanarak bütün araziyi tapanlamış yani atılan tohumların üzerini örtmüş.
Tarlada işi bitince ormana girmiş. İki tane meşe ağacını yerinden koparıp omuzlarına almış. Bir tapanı ve atlardan birini ağacın bir ucuna, diğerlerini de diğer ucuna yerleştirip sanki iki çıkınlı bir bohçaymış gibi taşıyarak ailesinin evine götürmüş.
Bahçeye girdiğinde annesi onu tanımamış ve kocasına: “Kim bu korkunç adam?” diye sormuş.
Çiftçi de: “O, bizim oğlumuz.” diye cevaplamış.
Kadın: “Hayır! Bu bizim oğlumuz olamaz! Bizim oğlumuz bu kadar uzun değildi, minicik bir şeydi.” demiş. Sonra oğlana dönüp: “Git buradan, seni istemiyoruz!” diye bağırmış.
Genç; sessiz kalmış, atları yere indirmiş, onlara yulaf ve saman vermiş. İşi bitince de salona gidip bir koltuğa oturmuş ve: “Anne, şimdi bir şeyler yemeliyim, yemek ne zaman hazır olur?” diye seslenmiş.
Kadın: “Hazır bile.” diyerek kendisine ve kocasına iki hafta yetecek kadar çok, iki koca tabak dolusu yemeği getirip oğlanın önüne koymuş.
Oğlan, bütün yemeği tek başına yedikten sonra daha yiyebileceği bir şeyler olup olmadığını sormuş. Kadın da: “Hayır, bütün yemeğimiz buydu.” diye cevap vermiş. Bunun üzerine oğlan: “Ama daha ancak tadına bakabildim, doymadım ki.” demiş.
Kadın, ona karşı gelmeye cesaret edemediğinden ateşe koca bir kazan dolusu yemek koymuş ve hazır olunca da getirmiş.
Oğlan: “Sonunda biraz kırıntı geldi.” diyerek ne var ne yoksa yemiş ama bu yine onun iştahını dindirmeye yetmemiş.
Bunun üzerine babasına dönüp: “Baba, görüyorum ki burada yeterince yemek bulamayacağım eğer bana dizlerimde kıramayacağım kadar sağlam bir demir çubuk getirirsen buradan giderim.” demiş.
Çiftçi sevinmiş; atlarını, arabasını hazırlamış ve demirciden ancak iki atın taşıyabileceği kadar geniş ve kalın bir demir çubuk alıp gelmiş. Genç adam çubuğu bacaklarının üzerine koyup çat diye kırıvermiş. Demir çubuğu sanki bir kızılcık sopasıymış gibi ortadan ikiye ayırmış ve fırlatmış. Babası bu sefer arabaya dört at bağlamış ve ancak dört atın sürükleyebileceği kadar kalın, uzun bir çubuk bulup getirmiş. Ancak oğlan bunu da dizlerinde kırıp fırlatmış ve demiş ki:
“Babacığım, bunların hiçbiri işe yaramadı. Daha fazla at koşmalı ve daha da sert bir çubuk getirmelisin.”
Babası bu sefer arabaya sekiz at koşmuş, sekiz atın ancak taşıyabileceği ağırlık ve kalınlıkta demir bir çubuk bulmuş. Oğlan, demir çubuğu eline alınca tepesinden bir parça kopartmış ve: “Baba, görüyorum ki benim istediğim gibi bir çubuk bulamayacaksın; daha fazla sizinle kalamayacağım.” diyerek oradan ayrılmış.
Oğlan, bir demircinin çırağı olmaya karar vermiş. Kimseye iyilik yapmayan, bencil, açgözlü bir demircinin yaşadığı köye varmış. Genç, demircinin yanına gitmiş ve çırak isteyip istemediğini sormuş. Demirci: “Evet.” demiş. Ardından, oğlana bakıp: “Bu, becerikli ve güçlü bir çocuğa benziyor; benim işime yarayabilir.” diye düşünmüş.
Demirci: “Ne kadar maaş istiyorsun?” diye sormuş.
Genç dev: “Hiç para istemiyorum. Sadece her on beş günde bir diğer hizmetkârlar paralarını alırken ben para almak yerine sana iki sert yumruk atacağım, sen de buna dayanacaksın.” demiş.
Demirci bu teklifi fazla düşünmeden kabul etmiş. Ne de olsa kârdaymış.
Ertesi gün, yeni çırak işe başlamış. Ustası ona parıldayan bir demir getirmiş. Oğlan, demire ilk darbeyi indirdiğinde demir parçalara ayrılmış ve örs, toprağın öyle derinlerine gömülmüş ki geri çıkartılma şansı yokmuş.
Cimri usta sinirlenmiş ve: “Böyle sert vurursan benim işime yaramazsın, bir vuruşta ne yaptın öyle?” diye oğlanı azarlamış.
Genç oğlan bunun üzerine: “Ben sana hafif vurmak nasıl olurmuş göstereyim.” diyerek ayağını kaldırmış ve ustaya öyle bir tekme vurmuş ki adam yığınlarca samanı aşıp düşmüş. Oğlan, demircideki en kalın demir çubuğu da kendisi için alarak yoluna devam etmiş.
Bir süre yürüdükten sonra küçük bir çiftliğe gelmiş ve kâhyaya, başhizmetkâra ihtiyacı olup olmadığını sormuş. Kâhya: “Evet, sen benim işime yarayabilirsin; güçlü ve becerikli bir delikanlıya benziyorsun, yılda ne kadar para istersin?” demiş.
Oğlan yine para istemediğini ancak her yıl ona, katlanması gereken üç yumruk atacağını söylemiş.
Kâhya da cimri bir adam olduğundan bu durumdan memnun olmuş. Ertesi sabah bütün uşaklar ormana gideceklermiş. Başhizmetkâr dışında herkes çoktan uyanmış. İçlerinden biri ona seslenerek: “Kalk artık, uyanma vakti! Biz ormana gidiyoruz, sen de bizimle gelmelisin.” demiş.
Genç dev, oldukça kaba ve somurtkan bir biçimde: “Off, siz gidin; ben zaten sizden önce varmış olurum.” diye cevap vermiş.
Diğer uşaklar, bunun üzerine kâhyaya gidip başhizmetkârın hâlâ yatakta olduğunu ve onlarla ormana gelmediğini söylemişler. Kâhya da onlara, gidip başhizmetkârı tekrar uyandırmalarını ve atları da dizginlemelerini söylemiş. Ancak başhizmetkâr daha önce de dediği gibi: “Siz gidin, ben zaten sizden önce yetişmiş olurum.” demiş ve iki saat daha yatakta kalmış.
Genç dev sonunda nihayet uyanmış. Hemen gidip kilerden yetmiş kilo bezelye almış ve kendisine onlardan bir çorba yapıp tek başına içmiş. Sonra da gidip atları dizginlemiş ve ormana sürmüş.
Ormana giderken yolda, karşısına geçmesi gereken bir hendek çıkmış. Önce atları üzerine sürmüş, sonra da yaklaşınca durmuş; başka hiçbir at geçemesin diye arabanın arkasına ağaç ve çalı çırpı yığarak büyük bir barikat kurmuş. Genç dev ormana girerken diğerleri de yüklü at arabaları ile ormandan çıkıyorlarmış. Onlara dönüp: “Devam edin, ben nasıl olsa eve sizden önce varırım.” demiş.
Ormanın çok derinlerine girmeden bir çırpıda en büyük ağaçları söküp yüklenmiş ve onları arabasına atıp geri dönmüş. Barikata geldiğinde diğerlerinin, geçemedikleri için engelin önünde öylece dikilmekte olduklarını görmüş ve: “Görmüyor musunuz eğer benimle birlikte hareket etmiş olsaydınız hem eve daha çabuk varmış hem de iki saat daha fazla uyumuş olacaktınız.” demiş.
Dev, yola devam etmek istemiş ama atlar geçemeyince atları alıp at arabasının üstüne koymuş; arabayı eline alıp diğer tarafa geçirmiş; üstelik, bunu öyle kolaylıkla yapmış ki görenler arabanın hafif tüy ağırlığında olduğunu sanırmış. İşi bittiğinde diğerlerine dönüp: “Gördünüz mü, sizden çok daha hızlıyım.” dedikten sonra yoluna devam etmiş. Diğerleri de oldukları yerde kalmışlar.
Bahçeye geldiğinde eline bir ağaç almış ve kâhyaya göstererek: “Bu ağaç işini fazlasıyla görür, değil mi?” demiş. Kâhya da eşine dönerek: “Bu çok iyi bir hizmetkâr, çok uyusa bile yine de diğerlerinden önce eve varıyor.” demiş.
Genç dev bu şekilde kâhyaya bir yıl boyunca hizmet etmiş. Yıl sonu geldiğinde diğer uşaklar maaşlarını alırlarken oğlan da kendi emeğinin karşılığını alma sırasının geldiğini söylemiş. Ancak kâhya, yiyeceği yumruklardan korktuğu için ona ısrarla vazgeçmesi için rica etmiş; hatta kendisinin kâhya yardımcısı onun da kâhya olmasını bile teklif etmiş.
Genç: “Hayır, kâhya olmayacağım; ben başhizmetkârım ve öyle kalacağım. Ancak anlaştığımız şartları da yerine getireceğim.” demiş.
Kâhya, ona ne isterse vermeye hazırmış ancak ne dediyse işe yaramamış; başhizmetkâr her şeye, “Hayır!” diyormuş.
Kâhya ne yapacağını bilememiş ve bir kaçış yolu bulabilmek için on beş günlük bir süre istemiş. Başhizmetkâr da bu süreye razı gelmiş.
Kâhya bütün çalışanlarını konuyu düşünmeleri ve ona fikir vermeleri için bir araya toplamış. Çalışanlar uzun süre düşünüp taşınmışlar; en sonunda başhizmetkâr olduğu sürece kâhyanın hayatının tehlikede olduğunu, kâhyanın devi değirmene gönderip orayı temizlemesini söylemesini ve o aşağıdayken de değirmen taşlarından birini aşağıya yuvarlayıp kafasına düşürerek onu öldürmesini önermişler. Böylece genç devden kurtulacaklarını düşünüyorlarmış.
Bu öneri kâhyanın hoşuna gitmiş, başhizmetkâr da değirmene inmeyi kolayca kabul etmiş. Dev aşağıda dururken en büyük değirmen taşını yuvarlayıp kafasına atmışlar. Bu şekilde devin kafasını kırdıklarını sanırlarken o, aşağıdan bağırmış: “O tavukları değirmenin önünden çekin, toprağı eşeleyip gözüme tanecikler kaçırıyorlar, sonra göremiyorum.”
Bunu duyan kâhya da: “Kışt, kışştt!” diye bağırarak tavukları kovalıyor gibi yapmış.
Başhizmetkâr işini bitirdiğinde yukarı tırmanmış ve boynuna geçmiş olan değirmen taşını göstererek: “Bakın, ne kadar da güzel bir kravatım oldu.” demiş. Başhizmetkâr yine ödülünü almak istemiş ama kâhya ondan bir on beş gün daha rica etmiş.
Çalışanlar yine bir araya toplanmışlar ve kâhyaya; başhizmetkârı gece vakti, o zamana kadar giden kimsenin geri dönemediği lanetli değirmene, mısır öğütmeye göndermesini söylemişler. Bu öneri kâhyanın hoşuna gitmiş, hemen o akşam başhizmetkârı çağırmış ve lanetli değirmene dört yüz kilo mısır götürüp gece boyunca öğütmesini söylemiş.
Başhizmetkâr tavan arasına gidip yetmiş kilo mısırı sağ cebine, yetmiş kilosunu sol cebine, yüz elli kilosunu cüzdanına, otuz beş kilosunu sırtına ve son otuz beş kilosunu da göğsüne alıp yüklü bir şekilde lanetli değirmene gitmiş.
Değirmenci, değirmenden ayrılmadan önce genç deve; mısırları gündüz öğütmesini, geceye kalmamasını, değirmenin lanetli olduğunu ve şimdiye kadar mısır öğütmeye gece vakti giden herkesin sabaha içeride ölü bulunduğunu söylemiş. Genç dev: “Ben hallederim, sen git yat.” diyerek değirmene girmiş ve mısırları yaymış.
Saat on bir gibi değirmencinin odasına gitmiş ve koltuğa oturmuş. Orada otururken aniden kapı açılmış ve içeriye büyükçe bir masa girmiş; masanın üzerinde de içecekler, etler ve birbirinden güzel yemekler varmış. Ancak her şey kendi kendine geliyormuş, onları taşıyan kimse yokmuş. Ardından sandalyeler kendi kendilerine yukarı çıkmış ama yine ortada kimse yokmuş.
Sonra genç dev; çatal ve bıçakları tutan, tabaklara yemekleri koyan parmaklar görmüş ama yine bunun dışında başka hiçbir şey görememiş. Aç olduğundan kendisi de masaya oturmuş, diğer yemek yiyenlerle beraber o da yemeye başlamış.
Yeterince yedikten sonra, sofradaki diğer tabaklar da neredeyse boşaldığında, masadaki bütün mumlar aniden söndürülmüş ve her yer kapkaranlık olmuş. Derken dev, kulağında tokat gibi bir şey hissetmiş ve: “Eğer bir daha olursa karşılığında ben de vururum!” diye bağırmış. Kulağına ikinci tokadı da yiyince o da karşılık vermiş. Ve bu, böyle bütün gece devam etmiş. Genç dev her tokadın karşılığını vermiş ve hiç ıskalamamış.
Gün ağarınca her şey sona ermiş. Değirmenci uyandığında genç adamın hâlâ hayatta olup olmadığını merak ediyormuş. Delikanlı onu görünce: “Doyasıya karnımı doyurdum, kulağıma birkaç tokat yedim ama karşılığında ben de vurdum.” diye olanları anlatmış.
Değirmenci sevinerek artık değirmenin lanetten kurtulduğunu söylemiş ve karşılığında ödül olarak ona çok para vermek istemiş.
Ama dev: “Ben para istemem, bende çok var.” diyerek çıkınını aldığı gibi eve gitmiş ve kâhyaya kendisine söylenen her şeyi yaptığını, artık anlaştıkları gibi emeklerinin karşılığını alma zamanının geldiğini söylemiş.
Kâhya bunu duyunca ciddi şekilde afallamış ve kendinden geçmiş, odada bir ileri bir geri yürümeye başlamış; korkudan, alnından ter damlaları pıtır pıtır akıyormuş.
Derken biraz hava almak için odanın penceresini açmış ama daha o, ne olduğunu anlamadan başhizmetkâr ona öyle bir tekme atmış ki kâhya pencereden uçup havaya karışmış ve öyle uzağa gitmiş ki bir daha kimsecikler onu görmemiş. Başhizmetkâr, kâhyanın karısına: “Eğer kâhya geri gelmezse diğer yumruğu da sen yemek zorundasın.” demiş.
Kadın: “Hayır, hayır; ben buna dayanamam.” demiş ve haykırarak terden sırılsıklam olduğu için diğer pencereyi açmış. Derken genç dev ona da öyle bir tekme vurmuş ki kadın, kocasından daha hafif olduğu için ondan daha da uzağa uçmuş. Kocası ona, o kocasına: “Yanıma gel, yanıma gel!” diye bağırıp durarak havada uçmuşlar ama bir türlü birbirlerine yaklaşamamışlar.
Hâlâ, hiç kimse, hatta ben bile; onların gökyüzünde bugün de uçup uçmadığını bilmez. Genç deve gelince… O da demir sopasını alıp kendi yoluna devam etmiş.

Tatlı Lapa
Bir zamanlar annesiyle yaşamakta olan fakir ama iyi kalpli bir kız varmış. Artık yiyecek hiçbir şeyleri kalmadığından kız ormana, yiyecek bir şeyler aramaya gitmiş. Ormanda kızın derdinden haberdar olan yaşlı bir kadın; ona, “Pişir küçük tencere, pişir!” denildiği zaman tatlı lapa pişiren ve “Dur küçük tencere, dur!” denildiği zaman da pişirmeyi bırakan bir tencere vermiş.
Kız tencereyi alıp eve, annesine götürmüş. Artık fakirlikten ve açlıktan kurtulmuşlar, diledikleri zaman tatlı lapa yiyebiliyorlarmış.
Bir gün kız dışarıdayken annesi, tencereye: “Pişir küçük tencere, pişir!” demiş. Tencere, kadın doyasıya yiyinceye kadar pişirmiş. Sonra kadın tencereyi durdurmak istediğinde hangi sözü söylemesi gerektiğini hatırlayamamış. Tencere pişirdikçe pişirmiş, dolup taşmış ama hâlâ mutfak ve hatta ev lapayla dolup taşıncaya kadar pişirmeye devam etmiş. Derken yan ev ve sonra da bütün sokağa lapalar taşmış. Gerçekten bir afet gibi yayılıyormuş ancak kimse tencereyi nasıl durduracağını bilemiyormuş.
En sonunda geriye, lapaların ulaşmadığı tek bir ev kaldığında kız eve dönmüş ve: “Dur küçük tencere, dur!” demiş. Bununla birlikte tencere durmuş. Kasabaya geri dönmek isteyenlere gelince onlar da yollarını açmak için lapaları yiye yiye yürümek zorunda kalacaklarmış.

Cinler

I
Bir zamanlar fakir bir ayakkabıcı varmış. Adam öylesine fakir bir hâle gelmiş ki elinde bir çift ayakkabı yapabileceği az bir deriden başka hiçbir şeyi kalmamış. Geceden dikeceği ayakkabının kalıbını çıkartmış, derisini kesmiş ve sabah uyandığında ayakkabıyı tamamlamak üzere sakince yatağına girip kendisini Tanrı’ya emanet etmiş ve uykuya dalmış.
Sabah uyandığında duasını ettikten sonra tekrar işine koyulacakmış ki bir çift ayakkabıyı hazırlanmış ve bitirilmiş olarak tezgâhın üzerinde bulmuş. Çok şaşırmış ve ne düşüneceğini bilememiş. Ayakkabıları daha yakından incelemek için eline almış. Ayakkabılar öylesine ustaca yapılmış ki tıpkı usta bir ayakkabıcının elinden çıkmış gibi, bütün dikişleri yerli yerinde ve düzgünmüş.
Bir süre sonra içeri bir müşteri gelmiş. Ayakkabılar müşterinin ayağına tam oturmuş. Müşteri ayakkabılar için fazla para ödemiş ve böylece ayakkabıcının fazladan bir çift ayakkabı yapmak için deri alabilecek parası olmuş.
Yine akşamdan derileri kesip sabah dinlenmiş bir şekilde çalışarak ayakkabıları tamamlamayı planlıyormuş. Ancak o gün de sabah uyandığında ayakkabıları hazır hâlde bulmuş. Gelen müşteri yine ayakkabıları satın almak için fazla para vermiş. Böylece ayakkabıcının, dört yeni çift ayakkabı yapmak için deri alabilecek parası olmuş. Bu durum bu şekilde sürüp gitmiş. Ayakkabıcının akşamdan kestiği tüm deriler sabaha ayakkabı olarak tezgâhında duruyormuş. Ayakkabıcı böylece geçimini sağlamaya başlamış ve sonunda oldukça varlıklı bir adam hâline gelmiş.
Noel yaklaşırken bir gece ayakkabıcı deri kesmeyi bitirip de yatağa gitmeden önce karısına: “Bütün gece oturup da bize bu ayakkabıları kimin yaptığını görmeye ne dersin?” demiş.
Karısı onaylamış, bir mum yakmış ve ikisi birden duvarda asılı duran paltoların arkasına saklanarak neler olup bittiğini izlemeye koyulmuşlar. Gece yarısı olur olmaz iki düzgün görünüşlü, ufacık, yarı çıplak adam gelip ayakkabıcının tezgâhına oturmuş ve yarım kalan işi bitirmeye başlamışlar. O küçücük parmaklarıyla öyle hızlı bir şekilde derileri dikip, delip, çekiçliyorlarmış ki ayakkabıcı onları zar zor takip edebiliyormuş. Bütün ayakkabılar tamamlanıp da masanın üzerine konuncaya kadar da durmaksızın çalışmışlar, sonra da atlayıp kaçmışlar.
Ertesi sabah ayakkabıcını karısı, kocasına: “Bu küçük adamlar sayesinde zengin olduk. Biz de onlara teşekkür etmeliyiz. Bu kadar koşuşturup durmalarına rağmen üstlerinde giyecek hiçbir şeyleri yok, üşüyor olmalılar. Ben onlar için küçük bluzlar, ceketler, yelekler, pantolonlar dikeceğim; çoraplar öreceğim. Sen de onlara birer çift minik ayakkabı yap.” demiş.
Ayakkabıcı bu öneriyi seve seve kabul etmiş. Akşam işleri bittiğinde kesilmiş deri parçalarının yerine, hazırladıkları hediyeleri masaya dizmişler ve küçük adamların ne tepki vereceğini görmek için saklanmışlar. Gece yarısı olduğunda küçük adamlar işlerini yapmak için gelmişler ancak masada deri parçaları yerine kendileri için hazırlanmış giysiler bulmuşlar. Bir an şaşırsalar da sonradan çok sevinmişler. Ardından, vakit kaybetmeden bir yandan şarkı söyleyerek güzel giysilerini giymeye başlamışlar.
Ne kadar da şık ve bakımlıyız,
Artık ayakkabı yapmayacağız!
Sandalyelerin ve masaların üzerinde hoplaya zıplaya dans etmişler ve sonunda da yine dans ederek kapıdan çıkıp gitmişler.
O günden sonra onları bir daha hiç kimse görmemiş ama yaşadığı sürece ayakkabıcının işleri hep yolunda gitmiş ve neye elini atsa başarılı olmuş.

II
Bir zamanlar fakir ama tertipli ve çalışkan bir hizmetçi kız varmış. Her gün evi süpürür ve süpürdüklerini kapının önünde bir yığın yaparmış. Bir sabah temizliğe başlamadan önce yerde bir mektup bulmuş ancak okumayı bilmediğinden süpürgesini öylece köşeye bırakıp mektupta ne yazdığını öğrenmek için onu ev sahiplerine götürmüş.
Mektup, kıza cinlerden gelen bir davetiyeymiş. Hizmetçi kızın gelip cinlerin çocuklarından birine sütannelik yapmasını istiyorlarmış. Hizmetçi başta ne yapacağını bilememiş ama sonra cinlere kimsenin hiçbir konuda karşı gelmemesi gerektiğini öğrendiğinde gitmeye ikna olmuş.
Sonra üç küçük cin gelip hizmetçi kızı minik insanların yaşadığı yüksek bir dağın tepesine götürmüşler. Geldiği yerde her şey ufacık ama son derece şık ve kaliteliymiş.
Bebeğin annesi abanoz ağacından yapılmış, incilerle bezenmiş bir yatakta yatıyormuş. Yatak örtüsü bile altın işlemeliymiş. Bebeğin beşiği fil dişinden, küveti de altındanmış. Hizmetçi kız, sütanne olduktan sonra evine geri dönecekmiş ancak cinler ona üç güncük daha kendileriyle kalması için yalvarmışlar; o da razı olmuş ve kalan günlerini neşe, eğlence içinde geçirmiş. Cinler hizmetçi kıza çok düşkünmüş. En son gün gelip de hizmetçi kız gitmeye hazır olduğunda kızın ceplerini altınlarla doldurup onu evine geri götürmüşler.
Kız, eve geri döndüğünde tekrar temizlik yapmak için hâlâ gitmeden önce bıraktığı köşede durmakta olan süpürgesini eline almış ve yerleri süpürmeye başlamış. Sonra yabancı birileri gelip ona kim olduğunu ve orada ne aradığını sormuşlar. Meğer hizmetçi kız cinlerle üç gün yerine tam yedi yıl o dağda yaşamış ve bu süre içinde de ev sahipleri ölüp gitmişler.

III
Bir gün cinler bir çocuğu annesinden alıp onun yerine koca kafalı, bön bakışlı, yiyip içmekten başka bir şey yapmayan bir bebek koymuşlar. Anne, panikle komşularına gidip çare sormuş. Komşular da ona; bebeği mutfağa götürüp ocağın yanına koymasını, ateşi yakıp iki yumurta kabuğunun içinde su kaynatmasını, bunun bebeği güldüreceğini söylemişler. Eğer bebek gülerse her şey eski hâline dönecekmiş. Kadın, komşularının dediğini yapmış; tam iki yumurta kabuğu dolu suyu ateşe koyduğunda tuhaf yaratık şöyle diyerek gülmeye başlamış:
Yaşlıyım belki,
Ormanda bir çınar gibi
Ama görmedim ömrümde
Suyun kabukta piştiğini!
Tam o anda bir sürü cin gerçek bebeği geri getirip ocağın yanına bırakmış ve diğer yaratığı da alıp gitmişler.

Tatlı Katrinelje ve Pif-Paf-Poltrie
“İyi günler, Hollenthe Baba.”
“Teşekkürler, Pif-Paf-Poltrie.”
“Kızınızla evlenebilir miyim?”
“Oo, tabii. Eğer Malcho Ana, aziz erkek kardeş, kız kardeş Kasetraut ve tatlı kızım Katrinelje razıysa onunla evlenebilirsin.”
“Peki, Malcho Ana nerede?”
“Ahırda, inek sağıyor.”
“İyi günler Malcho Ana.”
“Teşekkürler, Pif-Paf-Poltrie.”
“Kızınızla evlenebilir miyim?”
“Oo, tabii. Eğer Hollenthe Baba, aziz erkek kardeş, kız kardeş Kasetraut ve tatlı kızım Katrinelje razıysa onunla evlenebilirsin.”
“Aziz erkek kardeş nerede peki?”
“Odasında, ahşap yontuyor.”
“İyi günler, aziz kardeş.”
“Teşekkürler, Pif-Paf-Poltrie.”
“Kız kardeşinizle evlenebilir miyim?”
“Oo, tabii. Eğer Hollenthe Baba, Malcho Ana, kız kardeş Kasetraut ve tatlı kız kardeşim Katrinelje razıysa onunla evlenebilirsin.”
“Kız kardeş Kasetraut nerede peki?”
“Bahçede, lahana kesiyor.”
“İyi günler, kız kardeş Kasetraut.”
“Teşekkürler, Pif-Paf-Poltrie.”
“Kız kardeşinizle evlenebilir miyim?”
“Oo, tabii. Eğer Hollenthe Baba, Malcho Ana, aziz erkek kardeş ve tatlı kız kardeşim Katrinelje razıysa onunla evlenebilirsin.”
“Katrinelje nerede peki?”
“Odasında, paralarını sayıyor.”
“İyi günler, Katrinelje.”
“Teşekkürler, Pif-Paf-Poltrie.”
“Benimle evlenir misin?”
“Oo, tabii. Eğer Hollenthe Baba, Malcho Ana, aziz erkek kardeş ve kız kardeş Kasetraut razıysa ben hazırım.”
“Tatlı Katrinelje, ne kadar çeyizin var?
“On dört çeyrek penim ve üç buçuk şilin de alacağım var. Ayrıca yarım kilo kuru elma, bir avuç dolusu kızarmış ekmek ve bir avuç dolusu baharatım var.”
“Benim de birçok şeyim var, senin kadar çok çeyizim olmasa da.”
“Pif-Paf-Poltrie, senin mesleğin nedir? Terzi misin?”, “Yok ya da daha iyi bir şey.”, “Ayakkabıcı mesela?”, “Ya da daha iyi bir şey.”, “Çiftçi mi yoksa?”, “Ya da daha iyi bir şey.”, “Marangoz olabilir mi?”, “Ya da daha iyi bir şey.”, “Demirci misin?”, “Ya da daha iyi bir şey.”, “Değirmenci?”, “Ya da daha iyi bir şey.”, “Yoksa süpürgeci misin?”
“Evet, ben süpürgeciyim, beğenmedin mi?”

Yaşlı Dilenci Kadın
Bir zamanlar, yaşlı bir kadın varmış. Eminim daha önce dilenen yaşlı bir kadın görmüşsünüzdür. İşte bu yaşlı kadın da aynen öyle dileniyormuş. Kendisine bir şey verenlere de: “Tanrı sizi ödüllendirsin.” diyormuş.
Dilenci kadın bir gün bir kapıya gelmiş. Orada ipsiz sapsız, genç bir oğlan; ateşin başında dikilip ısınmaya çalışıyormuş. Oğlan kapının yanında titreyerek duran yaşlı kadına: “Gel yaşlı anne, sen de ısın.” demiş.
Kadın gelmiş, ateşe çok yakın durduğu için eski püskü giysileri yanmaya başlamış ama o fark etmemiş. Oğlan elbiselerin tutuştuğunu görmüş ve alevleri söndürmek istemiş. Ancak hiç su bulamadığından vücudundaki suyu gözlerinden akıtmak zorunda kalmış. Alevleri söndürebilmek için tam iki ırmak dolusu su akıtmış.

Dikenlerin Arasındaki Yahudi
Bir zamanlar, zengin bir adam varmış. Bu adamın, ona son derece özenle ve dürüstçe hizmet eden bir uşağı varmış. Her sabah yataktan ilk kalkan ve gece en son yatağa giden bu uşakmış. Ne zaman kimsenin yapmak istemediği zahmetli bir iş olsa hemen bu uşak, o işe koşarmış. Üstelik hiç şikâyet etmezmiş. Her zaman hâlinden memnun ve mutluymuş.
Yıl sonu geldiğinde efendisi biraz tasarruf etmek için ona para vermemiş. “Nasıl olsa beni bırakıp bir yere gitmez, hizmetimden çıkmaz.” diye düşünüyormuş. Gerçekten de uşak hiçbir şey demeden işini yapmaya devam etmiş. Ertesi yıl efendisi yine aynısını yapmış, sadık uşağına para vermemiş. Uşak yine sesini çıkartmadan efendisinin yanında çalışmaya devam etmiş.
Üçüncü yılın sonunda efendisi yine uşağına para vermemiş. En sonunda uşak, efendisine: “Efendim, üç yıldır dürüstlükle size hizmet ettim; bana hakkımı verecek kadar insaflı olunuz. Artık buradan ayrılıp kendi başımın çaresine bakmak istiyorum.” demiş.
Yaşlı efendi: “Evet, benim sevgili uşağım; bana gerçekten özveriyle hizmet ettin ve bunun karşılığında memnuniyetle ödüllendirileceksin.” demiş. Elini cebine atmış ve sadece üç çeyrek metelik çıkartarak: “Al bakalım, her yıl için bir çeyreklik; bu pek az efendiden alabileceğin, oldukça cömert bir bahşiş.” demiş.
Para işlerinden fazla anlamayan uşak paraları cebine koymuş ve: “Artık cebim parayla dolu olduğuna göre kendimi ağır ve zor işlerle neden daha fazla yorayım ki.” diye düşünerek oradan ayrılmış. Dere tepe, dağ bayır dolaşmış; canı ne isterse onu yapmış.
Bir gün bir çalılıktan geçerken rastladığı bir cüce:
“Nereye gidiyorsun, neşeli arkadaş? Görüyorum ki pek derdin yok.” demiş.
Uşak: “Neden olsun ki? Cebimde üç yıllık emeğimin karşılığı olan bolca param var.” diye cevap vermiş.
Cüce ona: “Servetin ne kadar?” diye sormuş. Uşak da ona: “Üç çeyreklik.” demiş.
Cüce bunun üzerine: “Bak, ben zavallı ve fakir bir adamım, daha fazla çalışacak gücüm yok ama sen gençsin, çalışıp kolayca geçimini sağlayabilirsin; o yüzden cebindeki paraları bana ver.” demiş.
İyi kalpli uşak, yaşlı cüceye acımış ve ona üç çeyrekliği vererek: “Tanrı aşkına bunları kabul et.” demiş.
Bunun üzerine cüce adam: “Bu iyiliğinin karşılığında ben de sana her bir çeyreklik için üç dilek hakkı vereceğim ve bütün dileklerin yerine getirilecek.” demiş.
Uşak: “Neee? Sen şu mucizeler yaratan canlılardan biri olmalısın! Peki eğer gerçekten öyleyse ilk olarak hedef aldığım her şeyi vurabileceğim bir tüfek; ikinci olarak çaldığım zaman sesini duyan herkesi dans ettirecek bir keman ve üçüncü olarak da birinden bir iyilik istediğimde beni geri çevirememesini istiyorum.” demiş.
Cüce: “İstediğin her şeyi alacaksın.” diyerek elini çalılığa sokmuş ve hemen keman ile tüfeği çıkartıvermiş. Bunları uşağa verdikten sonra da ona: “Ayrıca bundan sonra kimden ne istersen iste, mutlaka itiraz etmeden yerine getirecek.” demiş.
“Aman Tanrı’m! Bir insan daha ne ister ki?” demiş uşak kendi kendine ve mutlu bir şekilde yoluna devam etmiş. Bir süre sonra durup ağacın tepesindeki bir kuşun ötüşünü dinleyen, uzun keçi sakallı bir Yahudi’yle karşılaşmış.
“Vay be, böylesine küçük bir yaratığa göre ne kadar da gür bir sesi var. Eğer biri şunu oyalasaydı, hemen yakalayıverirdim!” diye bağırıyormuş.
Uşak: “Eğer istediğin buysa kuş birazdan senin olacak.” demiş ve kuşu hedef alarak tetiği çekmiş. Kuş, dikenli dalların içine düşmüş. Sonra Yahudi’ye dönüp: “Şimdi kuşu da alıp git!” demiş.
Yahudi: “Oo, bu işi bana bırakın bayım, siz kuşu vurduğunuza göre gidip dikenlerin arasından ben alırım.” demiş. Sonra yere yatmış ve çalılara doğru sürünmeye başlamış.
Yahudi, dikenli çalıların arasında sürünmekteyken uşak kendisine hâkim olamayıp kemanını çıkartmış ve çalmaya başlamış. O anda Yahudi’nin bacakları kıpırdamaya ve adam, havaya zıplamaya başlamış. Uşak çaldıkça Yahudi daha da hızlı dans ediyormuş.
Dikenler adamın eski püskü giysilerini yırtmış, sakalını çizmiş ve orasına burasına batmış. Yahudi: “Aman Tanrı’m, kesin şu kemanı çalmayı bayım! Dans etmek istemiyorum.” demiş.
Uşak, onu dinlememiş. “Sen insanları yeterince soyup soğana çevirdin, şimdi de dikenli teller sana aynısını yapsın.” diye düşünerek kemanı çalmaya devam etmiş. Yahudi daha da yükseğe zıplamaya başlamış, giysileri de dikenlere takılıp kalıyormuş.
Yahudi: “Vay hâlime! Bu adam ne isterse yapacağım, yeter ki şu kemanı çalmayı bıraksın. Bir cüzdan dolusu altın bile veririm.” diye haykırmış.
Uşak: “Eğer bu kadar cömertsen çalmayı bırakacağım ama bak, sen de bu vesileyle ne kadar güzel dans edebildiğini görmüş oldun.” diyerek altın dolu cüzdanı alıp gitmiş.
Yahudi öylece kalmış ve uşağı uzaklaşıp gözden kayboluncaya kadar izlemiş, sonra da bütün gücüyle: “Seni sefil çalgıcı, seni taverna çalgıcısı! Görürsün, seni yalnız yakalayıp ayakkabılarının tabanı düşene dek tartaklayacağım! Seni serseri! Sen altın suyuna düşsen yine de beş kuruş etmezsin!” diye bağırıp durmaksızın arkasından söylenmiş.
Biraz daha kendisine gelip de tekrar soluklandığında kasabaya gidip hakkını aramaya çalışmış. Hâkimin karşısına çıkıp: “Sayın hâkim, bir şikâyette bulunmaya geldim; bakın, bir serseri bana yolda nasıl işkence yaptı ve beni nasıl soydu. Şu hâlimi kim görse acır; bütün giysilerim yırtıldı, her yerim çizildi, yara bere oldu. Azıcık param vardı, onu da aldı gitti. Tanrı aşkına bu adamı yakalayıp hapse atın!” diye şikâyet etmiş.
Hâkim: “Seni kılıcıyla böyle kesip biçen adam, asker miydi?” diye sormuş. Yahudi de: “Hayır, değildi; kılıcı bile yoktu, sadece sırtında asılı tüfeği ve de elinde kemanı vardı; onu kolayca bulabilirsiniz.” diye cevap vermiş.
Hâkim, adamı bulmak üzere arkasından görevlileri yollamış. Adamlar iyi kalpli uşağı ve içi para dolu cüzdanı bulup getirmişler.
Uşak, hâkimin karşısına çıkartılır çıkartılmaz: “Ben bu Yahudi’ye dokunmadım, parasını da almadım, müziğime katlanamadığı için parasını bana keman çalmayı bırakmam karşılığında kendi isteğiyle verdi.” diye kendisini savunmuş.
“Üstüme iyilik sağlık, bu adamın yalanları diz boyu!” diye bağırmış Yahudi.
Uşağın anlattıklarını inandırıcı bulmayan hâkim: “Savunman hiç de ikna edici değil, o dediğini hiçbir Yahudi yapmaz.” demiş ve soygun yaptığı için adamın asılmasını emretmiş.
Uşak, asılmak üzere götürülürken Yahudi yine arkasından bağırmış: “Seni serseri! Seni kemancı bozuntusu! Şimdi cezanı bulacaksın!”
Uşak sakince cellatla merdivenlere doğru yürümüş, son basamağa geldiğinde hâkime dönüp: “Ölmeden önce tek bir dilek hakkı istiyorum.” demiş. Hâkim de: “Eğer canının bağışlanmasını istemeyeceksen tamam.” demiş. Uşak: “Hayır, onu istemiyorum; sadece son bir kez kemanımı biraz daha çalmama izin verin.” demiş.
Yahudi arkadan: “Öldürün! Tanrı aşkına bu adamı öldürün, keman çalmasına izin vermeyin!” diye bağırıyormuş. Ancak hâkim: “Onu neden böyle bir zevkten mahrum edeyim ki? Bu, onun hakkı ve hakkını almalı.” diye cevap vermiş. Oysa hâkim aslında uşağa bahşedilen dileklerden sonuncusu yüzünden istese de onun dileklerine itiraz edemiyormuş.
Bunun üzerine Yahudi, uşak kemanını çıkartıp da çalmaya hazırlandığında: “Ah, vah hâlime! Bağlayın beni, sıkı sıkı bağlayın!” diye bağırmaya başamış.
Uşak ilk notayı çalar çalmaz hâkim, yardımcıları, cellat; hepsi birden sallanmaya ve titremeye başlamışlar. Yahudi’yi bağlamaya çalışan kişi sallanırken elindeki ipi kaçırmış.
İkinci notada hepsi bacaklarını kaldırmış; cellat, uşağı elinden kaçırmış ve dans etmeye hazırlanmış. Üçüncü notada hepsi birden zıplayarak dans etmeye başlamış, en yukarı da hâkim ve Yahudi zıplamış. Ardından, neler olup bittiğini görmek için meydanda toplanan bütün kalabalık; yaşlısı genci, şişmanı zayıfı, hemen herkes birbiriyle dans etmeye başlamış.
Aynı şekilde ortalıkta koşturan köpekler bile arka ayaklarının üzerine kalkıp zıplamaya başlamışlar. Kemancı çaldıkça dans edenler öyle yükseğe zıplamışlar ki kafaları birbirine çarpıyormuş ve korkunç şekilde feryat ediyorlarmış.
En sonunda hâkim nefessiz kalmış ve: “Eğer çalmayı kesersen hayatını bağışlarım.” demiş. Bunun üzerine iyi kalpli uşak onlara acımış ve kemanı çalmayı bırakıp merdivenden inmiş. Sonra da yerde nefes nefese yatan Yahudi’nin yanına giderek: “Seni düzenbaz, şimdi parayı nereden bulduğunu itiraf et yoksa kemanımı alıp yine çalmaya başlarım.” demiş.
Yahudi de: “Çaldım, parayı çaldım ama sen onu dürüstçe kazandın!” diye bağırarak itiraf etmiş. Bunun üzerine hâkim, Yahudi’yi darağacına götürmüş ve hırsızlık suçundan astırmış.

Kral Ardıçsakal
Bir kralın güzeller güzeli bir kızı varmış ancak güzel prenses öylesine küstah ve kibirliymiş ki kendisiyle evlenmek için gelen talipleri bir türlü beğenmiyormuş. Onları birbiri ardına geri çevirmekle kalmayıp bir de onlarla alay ediyormuş.
Bir gün kral, büyük bir ziyafet düzenlemiş ve ülkenin her yerinden evlenmek isteyen tüm erkekleri bu ziyafete davet etmiş. Hepsi rütbelerine ve konumlarına göre sıraya dizilmişler. Önce krallar, sonra prensler, dükler, kontlar, baronlar ve son olarak da asilzadeler geliyormuş.
Prenses, sıraların önünde durup her birinin yüzüne karşı alaycı bir şekilde konuşuyormuş.
Çok şişman olan birine, “Fıçı gibi!”; çok uzun olan bir diğerine, “Uzun ve çelimsiz, ne kötü görünüyor.”; çok kısa olan birine ise “Şişman ve kısa, yakışmaz bana.” diyormuş.
Dördüncüsüne çok solgun göründüğü için, “Ölü benizli.”; beşincisine kırmızı yüzlü olduğu için, “Dövüş horozu.”; altıncısına pek yapılı olmadığından, “Kurumuş çıra.” deyivermiş.
Prensesin eleştirilerinden herkes payına düşeni almış. Prenses en çok da çok uzun boylu, çıkık çeneli kralla alay etmiş ve gülerek: “Şunun çenesine bak, ardıç kuşunun gagası gibi.” diyerek onu da küçümsemiş. O günden sonra da o krala herkes, “Kral Ardıçsakal” demeye başlamış.
Kızının herkesle alay ettiğini ve gelen tüm taliplerini küçümsediğini gören kral, o sinirle kızını kapıya gelen ilk dilenciyle evlendireceğine yemin etmiş. Birkaç gün sonra gezgin bir şarkıcı gelip prensesin penceresinin altında biraz sadaka için şarkı söylemeye başlamış. Kral, bunu duyduğunda onu içeri çağırtmış. Şarkıcı da eski püskü, yırtık giysileriyle içeri girmiş ve kralla kızının önünde şarkı söylemiş. Şarkısı bittiğinde de biraz sadaka istemiş. Kral da ona: “Söylediğin şarkıyı çok beğendim, o yüzden sana kızımı eş olarak vereceğim.” demiş.


Prenses dehşete kapılmış; ancak kral: “Seni kapıya gelen ilk dilenciye vereceğime yemin ettim, bu yüzden bunu yapmalıyım.” demiş.
Prensesin başka çaresi yokmuş. Rahip gelmiş, prensesle fakir şarkıcıyı evlendirmiş. Evlilik töreni bittiğinde kral, prensese dönüp: “Artık bir dilencinin karısı olduğuna göre benim sarayımda kalamazsın; o yüzden sen ve eşin, burayı terk edin.” demiş.
Dilenci, prensesi alıp saraydan ayrılmış. Prenses de onunla birlikte yürüyerek gitmek zorunda kalmış. Büyük bir ormana geldiklerinde prenses: “Ooo, bu güzel orman kimin?” diye sormuş.
Dilenci: “Bu, Kral Ardıçsakal’ın ormanı ve isteseydin senin olabilirdi.” diye cevaplamış.
Bunun üzerine prenses:
“Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” diye yakınmış.
Daha sonra yemyeşil, güzel bir çayırdan geçmişler.
Prenses yine sormuş: “Ooo, bu güzel, yemyeşil çayır kimin?”
Dilenci yine: “Bu, Kral Ardıçsakal’ın çayırı ve isteseydin senin olabilirdi.” demiş.
Prenses yine: “Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” diye iç geçirmiş.
Sonra büyük bir kasabadan geçerlerken prenses yine: “Ooo, bu büyük, güzel kasaba kimin?” diye sormuş.
Dilenci yine: “Bu, Kral Ardıçsakal’ın kasabası ve isteseydin senin olabilirdi.” demiş.
Prenses yine: “Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” diye hayıflanmış.
Sonra büyük bir ormandan geçmişler. Prenses bir kez daha: “Ooo, bu büyük, güzel orman kimin?” diye sormuş.
Dilenci bu sefer de: “Bu, Kral Ardıçsakal’ın ormanı ve isteseydin senin olabilirdi.” diye açıklamış.
Prenses yine: “Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” demiş.
Bunun üzerine dilenci: “Sürekli başka bir adamla evlenmiş olmayı dilemen beni üzüyor, ben senin için yeterince iyi değil miyim?” diye sormuş.
En sonunda küçücük bir kulübeye geldiklerinde prenses: “Aman Tanrı’m! Bu ne kadar sefil, küçük bir ev böyle! Bu sefil kulübe de kimin?” diye sormuş.
Adam: “Bu benim evim, dolayısıyla da senin bundan sonra yaşayacağın ev.” demiş.
Ev öyle küçükmüş ki prenses kapıdan geçerken bile eğilmek zorunda kalmış ve içeri girer girmez: “Hizmetçiler nerede?” diye sormuş.
Dilenci: “Ne hizmetçisi? Ne yapılması gerekiyorsa sen yapacaksın. Hemen ateşi yak, suyu koy ve bana yemek pişir. Çok yorgunum.” demiş.
Ancak prenses ne ateş yakmaktan ne de yemek yapmaktan anlarmış, bu yüzden de her şeyi dilenci adam yapmak zorunda kalmış. Yemeklerini yedikten sonra uyumuşlar. Dilenci, temizlik yapması için karısını sabah çok erken uyandırmış. Birkaç gün, sabırları taşıncaya kadar prensesin hiç de alışık olmadığı bu şekilde yaşamışlar ancak sonra kocası, prensese: “Bu böyle devam edemez. Böyle hiçbir şey yapmadan, eve para getirmeden duramazsın. En iyisi sen sepet ör.” demiş.
Sonra gidip söğüt dalı toplamış ve eve getirmiş. Prenses dalları örmeye başlamış ama sert dallar narin ellerini yaralamış.
Bunun üzerine adam: “Anlaşıldı, sen bunu yapamayacaksın; en iyisi ip eğirmeyi dene.” demiş. Ancak bu sefer de sert ipler yumuşacık parmaklarını kesmiş, kanatmış.
Dilenci: “Şu hâle bak, hiçbir işi beceremiyorsun; ben seni almakla iyi bir pazarlık yapmadım. Bakalım ben çanak çömlek yaptığımda sen onları pazarda satabilecek misin?” diye söylenmiş.
Prenses: “Aman Tanrı’m ya ben pazarda çömlek satarken babamın krallığından insanlar beni görürse? Nasıl da alay ederler benimle!” diye kaygılanmış.
Ama prensesin başka seçeneği yokmuş. Eğer kabul etmezse açlıktan ölecekmiş.
Pazarda ilk gün her şey yolunda gitmiş, insanlar güzel prensesin sattıklarını beğenerek almışlar ve ne kadar para isterse vermişler. Prensesin güzelliğinden öylesine etkilenmişler ki bazıları parasını verdiği hâlde çömlekleri almadan gitmiş. Prensesin pazarda kazandıklarıyla bir süre idare etmişler, sonra adam yeni çömlekler getirmiş. Prenses; pazarın bir köşesinde oturup, mallarını da önündeki tezgâha koyup satmaya devam etmiş.
Tam her şey yolunda giderken sarhoş bir atlı asker gelip atıyla prensesin çömleklerinin içine dalıvermiş. Bütün çömlekler paramparça olmuş. Prensesin: “Aman Tanrı’m, ben şimdi ne yaparım? Kocama ne derim?” diyerek ağlamaktan başka yapabileceği hiçbir şey yokmuş. Hemen eve koşmuş ve kocasına olanları anlatmış.
Adam: “Pazarın bir köşesinde çömlek satan kaç kişinin başına böyle bir şey gelmiştir ki? Ağlamayı kes, demek ki sen hiçbir işe uygun değilsin. Babanın sarayında mutfak yamağına ihtiyaç var mı diye sordum, seni işe alabileceklerini söylediler. En azından orada yemeklerini de bedavaya getirebilirsin.” diye azarlamış karısını.
Böylece prenses kendi sarayında aşçı yardımcısı olmuş, aşçının sağ kolu olup en zor işleri o yapıyormuş. Beline küçük kaplar bağlıyor ve mutfakta o gün artan ne varsa kocasıyla beraber karınlarını doyurabilsinler diye alıp eve getiriyormuş.
Bir gün, en büyük prensin evlilik töreni yapılırken fakir prenses yukarıya çıkıp neler olduğunu izleyebilmek için salonun kapısında durmuş. Salon aydınlatılıp da misafirler gelmeye başladığında içeriye birbirinden güzel görünüşlü, şık ve ihtişamlı insanlar girmiş. Prenses, kendisini bu hâllere düşürüp bu kadar fakirliğe iten kibir ve gururuna hayıflanarak üzüntüyle kendi kaderini sorgulamış.
Muhteşem kokan, birbirinden harika yemeklerle dolu tabaklar bir o yana bir bu yana taşınıp konuklara ikram ediliyormuş. Hizmetçiler, arada bir evine götürmesi için fakir prensese yemek kırıntıları atıyorlarmış.
Sonunda ipek ve kadifeler giymiş, boynunda altın zincir olan prens içeri girmiş; kapıda durmakta olan güzel prensesi görünce ona elini uzatıp dansa davet etmiş. Ancak prenses, bu prensin kendisine talip olarak gelen ve kendisinin alay ederek geri çevirdiği Kral Ardıçsakal olduğunu fark edince titreyerek dans davetini reddetmiş.
Prensesin direnmesi işe yaramamış. Prens onu salona sürüklemiş. O sırada, birdenbire prensesin beline bağladığı ip kopmuş ve çömlekler yere düşmüş; çorba yerlere dökülmüş, bütün kırıntılar saçılmış.
İnsanlar bunu görünce gülüp alay etmeye başlamışlar. Prenses o an öyle utanmış ki: “Keşke yer yarılsa da içine girsem.” demiş. Oradan kaçmak için kapıya koştuğunda merdivenlerde onu bir adam yakalamış, prenses bir bakmış ki kendisini yakalayan yine Kral Ardıçsakal’mış.
Kral, nazik bir sesle prensese dönüp: “Korkma, ben senin o küçük kulübede birlikte yaşadığın fakir dilenciyim. Senin aşkına kılık değiştirdim. Pazar yerinde atla tezgâha çarpıp senin çömleklerini kıran yine bendim. Bütün bunları senin o kibirli kalbine bir ders vermek ve senin alaycılığını cezalandırmak için yaptım.”
Prenses acıklı bir şekilde: “Ben çok hata yaptım, senin karın olmayı hak etmiyorum.” demiş.
Prens: “Korkma, kötü günler geride kaldı; şimdi düğünümüze kaldığımız yerden devam edelim.” demiş.
Bu anı beklemekte olan hizmetkâr kadınlar gelip prensesi güzelce giydirmişler. Sonra kral ve ardından da bütün misafirler gelerek prensese ve Kral Ardıçsakal’a ömür boyu mutluluklar dilemişler. Kutlamalar en güzel şekilde sona ermiş. Keşke, bizler de orada olup bu muhteşem eğlenceyi görebilseydik.

Yaşlı Hildebrand
Bir zamanlar, bir çiftçiyle karısı varmış. Köyün papazının gözü, çiftçinin karısındaymış ve çok uzun zamandır kadınla baş başa, güzel bir gün geçirmek istiyormuş. Kadın da papaz kadar istekliymiş. Bir gün papaz, kadına: “Dinle sevgilim; baş başa, mutlu bir gün geçirebilmemizin bir yolunu buldum. Çarşamba günü yatağa girmeli ve kocana hasta olduğunu söylemelisin. Pazar günkü vaazıma kadar düzgün bir şekilde hasta taklidi yapabilirsen ben de o günkü vaazımda; evde hasta çocuğu, kocası, karısı, annesi, babası, kız kardeşi, erkek kardeşi ya da herhangi bir aile bireyi olan kişilerin İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne hacı olmaya gidip bir gümüş liraya bir tutam defne yaprağı almaları durumunda hastalarının hemen iyileşeceğini söyleyeceğim.” demiş.
Kadın, hiç tereddüt etmeden: “Tamam.” demiş. Çarşamba günü olduğunda kadın, konuştukları gibi yatağa girmiş ve hastaymış gibi sızlanıp durmuş. Kocası onu iyileştirmek için elinden ne geldiyse yapmış ama kadın bir türlü iyileşmiyormuş. Pazar günü geldiğinde kadın, kocasına: “Sanki yakında ölecekmişim gibi hissediyorum. Ancak ölmeden önce yapmak istediğim son bir şey var. O da papazın bugün vereceği vaazı dinlemek.” demiş. Bunun üzerine çiftçi: “Ah zavallı karıcığım, buna izin veremem. Eğer yataktan çıkarsan daha kötü olursun. Ben senin yerine gidip papazın vaazını dikkatlice dinler ve gelip kelimesi kelimesine sana anlatırım.” demiş.
Kadın: “Tamam o zaman, git ve dikkatlice dinle; sonra bütün duyduklarını bana tek tek anlat.” demiş. Çiftçi, papazın pazar günü verdiği vaazı dinlemeye gitmiş. Papaz; evde hasta çocuğu, kocası, karısı, babası, annesi, kız kardeşi, erkek kardeşi ya da herhangi bir kimsesi olan kişilerin, İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne hacı olarak gidip bir gümüş lira karşılığında biraz defne yaprağı getirdiğinde yakınlarının hastalığı ne olursa olsun hemen iyileşeceğini ve bu geziye gitmek isteyen kişilerin vaazı bittikten sonra vereceği çuval ile gümüş parayı almak üzere kendisine gelmesini söylemiş.
Çiftçi, bu vaazda duyduklarına çok sevinmiş ve vaaz biter bitmez hemen papaza gidip defne yaprakları için çuval ile gümüş parayı almış. Eve gidince daha kapıdan girerken heyecanla karısına seslenmiş: “Müjde karıcığım! Artık iyileşeceksin! Bugünkü vaazında papaz; evde hasta çocuğu, kocası, karısı, annesi, babası, kız kardeşi, erkek kardeşi ya da herhangi bir aile bireyi olan kişilerin, İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne hacı olmaya gidip bir gümüş liraya bir tutam defne yaprağı almaları hâlinde hastalarının iyileşeceğini söyledi. Ben de hemen gidip çuvalı ve gümüş lirayı aldım. Hemen şu yolculuğa çıkayım ki sen de bir an önce iyileş.” diyerek evden ayrılmış. Adam evden ayrılır ayrılmaz papaz gelmiş.
Papazla çiftçinin karısını bir yana bırakıp bir an önce Göckerli Tepesi’ne ulaşmak için durmadan yürüyen çiftçiye gelirsek; çiftçi, yoluna devam ederken bir adamla karşılaşmış. Bu adam, yumurtalarını satmaya gittiği pazar yerinden yeni dönmekte olan bir yumurta tüccarıymış. Adam, çiftçiye: “Hayırdır, böyle hızlı hızlı nereye yetişiyorsun?” diye sormuş.
Çiftçi de: “Karım çok hasta, evde yatıyor. Bugün de pazar vaazında papaz; evde hasta çocuğu, kocası, karısı, annesi, babası, kız kardeşi, erkek kardeşi ya da herhangi bir aile bireyi olan kişilerin İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne hacı olmaya gidip bir gümüş liraya bir tutam defne yaprağı almaları hâlinde hastalarının hemen iyileşeceğini söyleyince ben de defne yaprakları için çuvalımı ve gümüş liramı aldım, yola koyuldum.” demiş. Adamın anlattıklarını duyan yumurta tüccarı: “Böyle bir şeye inanabilecek kadar aptal mısın? Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun? Papaz senin karınla rahat rahat yalnız kalabilmek için seni uzak bir yere göndererek oyalamaya çalışmış.” demiş.
Çiftçi şaşırmış: “Aman Tanrı’m! Bunun doğru olup olmadığını nasıl anlayacağım?” demiş.
Tüccar da ona: “Gel o zaman, ben sana ne yapman gerektiğini söyleyeyim. Benim yumurta küfemin içine gir, saklan. Seni evine geri götüreceğim, sen de olanları kendi gözlerinle göreceksin.” demiş. Konuştukları gibi yumurtacı, çiftçiyi küfesine koyup onu sırtında eve taşımış.
Eve vardıklarında bir bakmışlar ki çiftçinin karısı neredeyse kümesteki tüm hayvanları kesmiş, börekler yapmış. Papaz da oradaymış, hatta kemanını bile getirmiş. Tüccar, evin kapısını çalmış. Kadın, “Kim o?” diye sorunca da: “Benim, Tanrı misafiri. Bu gece konaklamama izin verin. Pazarda yumurtalarımı satamadığım için eve tekrar geri taşımam gerek ama öyle ağırlar ki artık taşıyamıyorum. Üstelik karanlık da çöktü.” demiş.
Kadın: “Doğrusunu istersen benim için çok uygunsuz bir zamanda geldin ama madem buradasın, yapacak başka bir şey yok. İçeri gir ve fırının yanındaki sandalyeye otur.” diyerek Tanrı misafirini ve sırtında taşımakta olduğu küfesini sobanın yanına yerleştirmiş. Papaz ve kadın oldukça keyifli görünüyorlarmış. Papaz, kadına: Canım, hadi o güzel sesinle bana bir şarkı söyle.” demiş. Kadın da: “Yok, şimdi söyleyemem. Gençken çok daha iyi şarkı söylerdim ama artık eskisi gibi değilim.” demiş. Ancak papaz tekrar ısrarla: “Hadi birazcık söyle.” demiş.
Kadın da söylemeye başlamış:
Kocamı gönderdim ta nerelere,
İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne.
Sonra papaz da eşlik etmiş:
Dilerim bir yıldan önce dönmez zavallı,
Yoksa hiç ister miydim ondan boşuna,
Bir çuval dolusu defne yaprağı.
Derken Tanrı misafiri tüccar da onlara katılmış. Bu arada çiftçi adamın adı, Hildebrand’mış.
Sevgili Hildebrand’ım sobanın yanındaki bankta,
Ne yapıyorsun Tanrı aşkına?
Sonra çiftçi de küfenin içinden seslenmiş:
Bugünden tezi yok şarkılar yasak,
Bana da düşer artık sonunda bu sepetten çıkmak!
Ve sepetten çıkıp papazı evinden kovmuş.

Şarkı Söyleyen Kemik
Ülkenin birinde vahşi bir yaban domuzu tarlada çalışanlara saldırıp, insanları öldürüp, vahşi pençeleriyle onlara korkunç şekilde zarar veriyormuş. Ülkenin kralı, ülkesini bu beladan kurtarabilecek kişiyi ödüllendireceğini duyurmuş. Ama yaratık öylesine büyük ve korkunçmuş ki onun yaşadığı ormana girmeye kimseler cesaret edemiyormuş.
En sonunda kral, domuzu kendisine ölü ya da diri getirmeyi başaran kişiyle biricik kızını evlendireceğini duyurmuş.
Ülkede yaşayan fakir bir çiftçinin, iki oğlu varmış. Çiftçi, oğullarının böyle bir şeyin üstesinden gelebileceğini düşünmüş. Akıllı ve becerikli olan büyük oğlan biraz kibirliymiş. Masum ve saf olan genç oğlan ise oldukça temiz yürekliymiş.
Bunun üzerine kral, en iyi ve güvenilir yolun ormanda farklı yönlere gitmeleri olduğunu söylemiş.
Küçük kardeş biraz ilerledikten sonra önüne küçük bir peri çıkmış ve elinde tuttuğu siyah mızrağı göstererek: “Temiz kalpli ve masum olduğun için sana bu mızrağı vereceğim. Bununla gidip vahşi domuzu yakalayabilirsin, üstelik sana zarar da vermeyecek.” demiş.
Delikanlı; periye teşekkür edip, mızrağı alıp omuzuna yerleştirmiş ve fazla oyalanmadan yoluna devam etmiş. Çok geçmeden saldırmaya hazır bir şekilde kendisine doğru gelmekte olan vahşi hayvanı fark etmiş. Olduğu yerde kalarak sıkıca mızrağı önünde tutmuş. Vahşi domuz, hışımla ona doğru koşup tam da üstüne atıldığı anda delikanlının elindeki mızrak domuzun kalbine saplanarak onu öldürmüş.
Delikanlı, vahşi hayvanın ölüsünü omuzuna alıp büyük kardeşini bulmaya gitmiş. Ormanın diğer tarafındaki geniş alana yaklaştığında müzik sesi duymuş ve bir sürü insanın dans edip eğlenmekte olduğunu görmüş. Abisi de onların arasındaymış. Vahşi domuzun çok uzağa gidemeyeceğini düşünerek hayvanın peşine sabah düşmeyi planlıyor ve gece, arkadaşlarıyla eğlenerek cesaret toplamaya çalışıyormuş.
Omuzunda vahşi domuzun ölüsüyle ormandan çıkan kardeşini gördüğü anda içini bir kıskançlık ve fesatlık kaplamış. Ancak gerçek hislerini saklayarak kardeşine nazikçe: “Sevgili kardeşim, gelip bize katıl. Hem biraz dinlenir, bir şeyler içer, güç toplarsın.” demiş.
Durumdan şüphelenmeyen küçük kardeş, yaratığın ölüsünü abisinin evine taşımış. Sonra da ona, ormanda kendisine mızrak veren periden bahsetmiş ve vahşi hayvanı nasıl öldürdüğünü anlatmış.
Abisi, onu biraz daha kalmaya ve akşama kadar orada dinlenmeye ikna etmiş. Sonra ikisi birlikte hava iyice karardığında, alaca karanlıkta, nehir kenarında yürüyüşe çıkmışlar. Nehrin üzerindeki küçük köprüden geçerlerken büyük oğlan, kardeşini önden göndermiş. Köprünün ortasına geldiklerinde ona arkasından öyle sert vurmuş ki delikanlı hemen oracıkta, cansız hâlde yere yığılmış.
Kardeşinin ölüp ölmediğinden emin olamayan abi, onu köprüden nehre atarak dibe batışını izlemiş. Sonra da hemen eve koşup ölü domuzu sırtladığı gibi krala gitmiş. Yaratığı kendisinin öldürdüğünü söyleyerek prensesle evlenmeyi planlıyormuş.
Ancak hiçbir suç gizli kalmaz ve bu sefer de kalmayacakmış. Bu olaydan birkaç yıl sonra aynı köprüden sürüsüyle geçmekte olan bir çoban; su dibindeki kumun içinde, kar gibi bembeyaz bir kemik görmüş ve onun kavalı için uygun bir ağızlık olduğunu düşünmüş.
Sürüsü köprünün üstünden geçer geçmez derin olmayan suya inerek kemiği almış ve kavalına ağızlık yapmak için evine götürmüş.
Kemiği kavala takıp da daha ilk çaldığında kemiğin kendi kendine şarkı söylemeye başladığını gören çoban, hayrete düşmüş. Kemik şöyle diyormuş:
Ah, sevgili çoban! Benim kemiklerimden birinden yapılma
Bir kaval var elinde,
Yatıyorum ben cansız, derinde.
Dalgaların altındaki kumlarda, bir mezar yerine.
Vahşi domuzu ben öldürdüm, oysa abim
Beni öldürüp yerime geçti, zalim.
Çoban: “Bu ne kadar harika bir kaval böyle, kendi kendine şarkı söylüyor. Bunu mutlaka sevgili kralıma götürmeliyim.” diye düşünmüş.
Çoban, kavalı kralın huzuruna getirip de çalmaya başladığı anda kaval yine aynı şarkıyı söylemeye başlamış.
Kral başta çok şaşırmış ancak sonra içini bir kuşku kaplamış ve hemen köprünün altındaki toprağın incelenmesini istemiş. Öldürülen kardeşin iskeleti bulunmuş ve bütün gerçekler açığa çıkmış.
Hain büyük kardeş suçunu itiraf etmek zorunda kalmış. Kral, bu suçunun cezası olarak onun çuvala konulup suya atılarak öldürülmesini emretmiş. Küçük erkek kardeşin kemikleri de özenle toplanıp mezarlığa götürülmüş ve kendisine huzur içinde yatacağı güzel bir mezar yapılmış.

Maleen
Bir zamanlar bir prens varmış. Başka bir ülkenin büyük kralının, Maleen adındaki güzeller güzeli kızıyla evlenmek istiyormuş. Babası, kızını başka biriyle evlendirmek istediği için prensle evlenmesine izin vermemiş ancak ikisi de birbirlerini bütün kalpleri ile sevdiklerinden, birbirlerinden hiç vazgeçmemişler. Bunun üzerine Maleen, babasına: “Ben sevdiğim erkekten başkasıyla evlenmeyi kabul edemem.” demiş.
Kral çok öfkelenmiş ve içine ne güneş ne de ay ışığının girmesinin imkânsız olduğu karanlık bir kule yaptırmış. Kule tamamlandığında da prensese: “Tam yedi yıl boyunca bu kuleye hapsedileceksin. Süre dolduğunda geleceğim ve inadından vazgeçip geçmediğine bakacağım.” demiş. Prenses ve hizmetçisi yedi yıl boyunca ne toprak ne de ışık görmeden bu kuleye hapsedilmişler. Ne zaman gündüz ne zaman gece olduğunu bile fark edemeden karanlık kulede yaşamışlar. Prens, durmadan kulenin etrafında dönüp prensese seslenmiş ancak kulenin kalın duvarları hiçbir sesin duyulmasına imkân vermiyormuş. Ağlayıp sızlanıp durdularsa da hiç işe yaramamış.
Bu arada zaman geçmiş ve prenses ile hizmetçisi erzaklarının azalmış olduğunu görerek yedi yılın sonuna gelmekte olduklarını anlamışlar. Serbest kalacakları zamana yaklaştıklarını düşünmüşler ancak ne bir çekiç sesi ne de duvardan düşen tek bir taş tıkırtısı duymadıkları için prenses, babasının kendisini unutmuş olduğunu sanmış. Çok az yiyecekleri kaldığı için kendilerini korkunç bir ölümün beklediğini düşünmeye başlamışlar.
Maleen: “Son olarak şansımızı denemeli ve duvarı kırmaya çalışmalıyız.” diyerek ekmek bıçağını alıp kulenin duvarlarını ören taşların arasına sokup çıkartmaya başlamış. O yorulduğunda hizmetçisi devam etmiş. Epey uğraştıktan sonra, sonunda bir taşı yerinden çıkartmayı başarmışlar. Sonra ikinciyi ve üçüncüyü de çıkartıp üç koca günün sonunda ilk kez gün ışığını görmeyi başarmışlar. En sonunda kulenin duvarında dışarıyı görebilecekleri kadar bir delik açabilmişler.
Gökyüzü masmaviymiş ve yüzlerine tatlı bir rüzgâr esiyormuş. Ama ne yazık ki aşağıya baktıklarında aynı güzellikleri görememişler. Kralın kalesi yıkılmış, bütün kasaba ve köyler yanıp kül olmuş. Tarlalar, bahçeler yakılıp yıkılmış; üstelik etrafta tek bir canlı görünmüyormuş. Duvardaki delik, içinden geçebilecekleri kadar büyüdüğünde önce hizmetçi atlamış, Maleen de arkasından inmiş. Ama gidebilecekleri hiçbir yer yokmuş. Düşman, krallığın bütün topraklarını yağmalamış; kralı kovmuş ve tüm halkı da katletmiş. Prensesle hizmetçisi, kendilerine yeni bir ülke aramak zorunda kalmışlarsa da ne sığınabilecekleri bir yer bulabilmişler ne de kendilerine bir lokma ekmek verecek birilerini. Sonunda öylesine çaresiz kalmışlar ki açlıklarını bastırmak için ısırgan otu yemek zorunda kalmışlar. Uzun süre yolculuk yaptıktan sonra başka bir ülkeye varmışlar ancak hangi kapıyı çalıp da yardım isteseler onlara tek bir kişi bile acımamış. En sonunda büyük bir ülkeye gelip büyük bir saray bulmuşlar ancak orada da kimse onlara yardım etmemiş. Neyse ki en sonunda sarayın aşçısı onlara, mutfakta kalıp bulaşıkçı olabileceklerini söylemiş.
Bulundukları sarayın kralının oğlu, Maleen’in bir zamanlar nişanlanmış olduğu adamın ta kendisiymiş. Babası, oğlunu yüzü de en az kalbi kadar çirkin olan başka bir kızla evlendirecekmiş. Düğün zamanı gelmiş. Prensin evleneceği kız, saraya gelir gelmez çirkin yüzünü düğüne kadar kimseler görmesin diye kendisini bir odaya kapatmış. Kızın yemeklerini odasına Maleen götürüyormuş. Gelinle damadın düğün günü geldiğinde kız, çirkinliğinden çok utanmış ve sokakta onu gören insanların kendisiyle alay edip arkasından gülmelerinden korkmuş. Bu yüzden Maleen’e: “Başına talih kuşu kondu. Ayağımı incittiğim için çıkıp kalabalığın arasında yürüyemeyeceğim. Bu yüzden benim gelinliğimi sen giyip benim yerime geçmelisin. Hem senin için bundan daha büyük bir onur olamaz!” demiş. Ancak Maleen bu teklifi: “Benim böyle bir şerefe ihtiyacım yok.” diyerek reddetmiş. Gelin, ona altın verdiyse de işe yaramamış. En sonunda sinirlenerek: “Eğer dediğimi kabul etmezsen bu senin hayatına mal olacak. Tek bir sözümle başını uçururlar.” diyerek Maleen’i tehdit etmiş. Bunun üzerine o da gelinin güzel elbiselerini giyerek ve birbirinden muhteşem takılarını takarak onun yerine geçmek zorunda kalmış. Kraliyet salonuna girdiğinde herkes onun eşsiz güzelliğinden büyülenmiş.
Kral, oğluna: “Bu, senin için seçtiğim gelin. Şimdi onunla düğün alanına gitmelisin.” demiş. Prens, hayretler içinde kalarak: “Benim sevgili Maleen’ime ne kadar da benziyor. Onun kulede hapsedilmiş olduğunu bilmesem neredeyse o olduğunu zannedeceğim.” diye düşünmüş ve gelini elinden tutup düğün alanına götürmüş. Yolda giderlerken Maleen ısırgan otu görmüş ve ona şöyle demiş:
Ah ısırgan otu,
Küçük ısırgan otu,
Ne arıyorsun burada, yalnızlık dolu?
Seni haşlamadan, kavurmadan
Yediğim günler oldu.
Prens, “Ne diyorsun?” diye sorduğunda da: “Hiç, sadece zavallı Maleen’i düşünüyordum da.” demiş. Prens, kızın Maleen’i tanımasına çok şaşırmış ama hiçbir şey dememiş. Düğün alanının girişindeki köprüye geldiklerinde Maleen:
Kırılma ey yaya köprüsü,
Değilim ben gelinin kendisi, demiş.
Prens yine, “Ne dedin?” diye sorunca: “Hiç, sadece zavallı Maleen’i düşünüyordum.” demiş. Prens ona Maleen’i tanıyıp tanımadığını sorunca da: “Hayır, nereden tanıyayım ki? Sadece adını duydum.” diye cevap vermiş.
Bu sefer düğünün yapılacağı mabedin kapısına geldiklerinde kız bir kez daha:
Kırılma ey mabet kapısı,
Değilim ben gelinin kendisi, demiş.
Prens yine ne dediğini sorunca: “Zavallı Maleen’i düşünüyordum.” demiş. Prens, değerli bir kolye çıkartıp kızın boynuna takmış. Hemen ardından mabede girmişler. Rahip, ikisinin ellerini birleştirmiş ve onları evlendirmiş. Eve dönüş yolunda kız, tek bir kelime bile etmemiş. Saraya vardıklarında da hemen gerçek gelinin odasına gidip elbiselerini ve mücevherleri çıkartıp kendi gri elbisesini giymiş. Ancak prensin boynuna taktığı kolyeyi çıkartmamış.
Akşam olduğunda gerçek gelin prensin odasına giderken kimse anlamasın diye duvağını yüzüne indirmiş. Herkes gidip de ikisi baş başa kaldıklarında prens, ona: “Yol kenarındaki ısırgan otlarına ne dedin?” diye sormuş. Kız: “Hangi ısırgan otları? Ben ısırgan otlarıyla konuşmam ki!” diye cevaplamış. Prens: “O zaman sen gerçek gelin değilsin.” demiş. Bunun üzerine kız: “Gidip hizmetçime sormalıyım, benim dediklerimi o hatırlar.” demiş.
Gidip Maleen’i bulmuş ve yolda ısırganlara ne dediğini sormuş. O da sadece:
Ah ısırgan otu,
Küçük ısırgan otu,
Ne arıyorsun burada, yalnızlık dolu?
Seni haşlamadan, kavurmadan
Yediğim günler oldu dedim, diye cevap vermiş.
Gelin, odaya geri dönüp: “Isırganlara ne dediğimi hatırladım.” diyerek Maleen’in kendisine söylediklerini tekrar etmiş. Prens bu sefer: “Peki mabedin önündeki köprüden geçerken ne dedin?” diye sormuş. Gelin yine şaşırarak: “Ne köprüsü, ben köprülerle konuşmam ki!” demiş. Prens yine, “O zaman sen gerçek gelin değilsin.” deyince kız tekrarlamış: “Gidip hizmetçime sormalıyım, benim dediklerimi o hatırlar.”
Bunu söyledikten sonra koşup Maleen’i bulmuş ve ona köprüye ne dediğini sormuş. O da sadece:
Kırılma ey yaya köprüsü,
Değilim ben gelinin kendisi dedim, demiş.
Gelin: “Bu yaptığın yüzünden kafanı kestirteceğim!” diyerek çok sinirlenmiş ve odaya geri dönmüş. “Şimdi mabedin kapısında ne dediğimi hatırladım.” diyerek duyduklarını tekrarlamış. Bu sefer prens: “Peki sana mabedin kapısında taktığım kolye nerede?” diye sormuş. Gelin de: “Ne kolyesi? Sen bana hiç kolye vermedin ki!” diye cevap vermiş. Prens: “O kolyeyi boynuna kendi ellerimle taktım eğer bilmiyorsan demek ki gerçek gelin değilsin.” demiş ve yüzündeki duvağı kaldırıp da tarif edilemez çirkinliğini görünce dehşetle irkilerek: “Sen nereden çıktın? Kimsin sen?” diye sormuş.
Kız: “Ben senin nişanlandığın kişiyim. Beni dışarıda gören insanlar çirkinliğimle alay eder diye korktuğum için bana hizmet eden hizmetçiye giysilerimi giydirip, mücevherlerimi takıp kendi yerime mabede gönderdim.” demiş. Prens: “Peki o nerede? Onu görmek istiyorum. Gidip bana onu getir.” demiş. Kız odadan çıkar çıkmaz diğer hizmetçilere mutfak hizmetçisinin bir sahtekâr olduğunu ve onu bulup avluda kafasını kesmelerini emretmiş. Hizmetçiler, Maleen’i bulup sürükleyerek avluya çıkartırlarken kız öyle yüksek sesle çığlık atıp yardım istemiş ki prens, onun çığlıklarını duyup odasından fırlamış ve hizmetçilere onu derhâl bırakmalarını emretmiş.
Işıklar yandığında prens, kızın boynunda önceki gün mabedin kapısında taktığı altın kolyeyi görünce: “Benimle mabede gelen gerçek gelin sensin, şimdi benim odama gelmelisin.” demiş. İkisi odada yalnız kaldıklarında da: “Düğün alanına giderken yolda Maleen’den bahsetmiştin. Kendisi benim eski nişanlımdı. Sen ona öyle çok benziyorsun ki imkânsız olduğunu bilmesem neredeyse senin o olduğunu sanacağım.” demiş. Bunun üzerine kız: “Ben senin uğruna yedi yıl boyunca karanlık kuleye hapsedilen, aç ve susuz kalan, yıllar boyu sefalet içinde yaşayıp özlem çeken Maleen’im. Ancak bugün şans bir kez daha yüzüme güldü. Seninle mabette evlendim ve resmen senin karınım.” demiş. Sonra birbirlerini öpmüşler ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar. Sahte gelin yaptıklarının bedelini canıyla ödemiş.
Maleen’in hapsedildiği kule uzun yıllar ayakta kalmış ve çocuklar kulenin yanından geçerken hep şu şarkıyı söylemişler:
Huu huu Baltazar,
Bu kulede kim yaşar?
Bir prenses yaşar.
Duvar yıkılmayacak,
Taş oynamayacak,
Küçük Hans, o parlak ceketiyle
Beni kovalayacak.

Yetenekli Avcı
Bir zamanlar çilingirlik yapan bir genç varmış. Bir gün babasına; artık gidip dünyayı gezip görmek, kendi şansını aramak istediğini söylemiş. Babası onun bu kararından memnun olmuş ve yolculuğu için ona biraz para vermiş. O da yola çıkmış ve iş aramaya başlamış. Bir süre sonra artık çilingirlik yapmak istemediğine ve avcı olmak istediğine karar vermiş. Yine bir gün, başıboş hâlde gezerken yeşiller giyinmiş bir avcıyla karşılaşmış. Avcı, onun nereden gelip nereye gittiğini sormuş. O da aslında bir çilingirin çırağı olduğunu ama artık çilingirlik yapmak istemediğini, avcı olmak istediğini anlatmış ve ondan, kendisine avcılık yapmayı öğretmesini istemiş. Avcı da kendisiyle gelirse bu isteğini yerine getirebileceğini söylemiş.
Genç adam, avcıyla gitmiş ve birkaç yıl boyunca onun yanında yaşayıp avcılık yapmayı öğrenmiş. Daha sonra başka bir yerde şansını denemek istemiş. Avcı da ayrılırken ona, emeklerinin karşılığı olarak attığı hiçbir şeyi ıskalamayan bir tüfek hediye etmiş. Genç adam yola koyulmuş ve uçsuz bucaksız bir ormanda bulmuş kendisini. Akşam olduğunda vahşi hayvanlardan korunmak için yüksek bir ağaca çıkmış.
Gece yarısına doğru uzakta küçük bir ışığın parıldadığını görmüş. Dalların arasından ışığa doğru bakmış ve yerini aklında tutmaya çalışmış. Ama önce, indiğinde yönünü bulabilsin diye şapkasını çıkartıp ışığın olduğu yere fırlatmış. Sonra da aşağıya inip şapkasına doğru yürümüş ve şapkasını giydikten sonra aynı yöne doğru ilerlemiş. O ilerledikçe ışık daha da büyüyormuş. Daha da yaklaştığında onun çok büyük bir ateş olduğunu fark etmiş. Ateşin başında üç dev oturmuş, şişte dana kızartıyorlarmış. İçlerinden biri, o sırada: “Etin tadına bakıp pişip pişmediğini kontrol edeceğim.” diyerek bir parça kopartmış ve tam ağzına atacakmış ki avcı elindeki eti vurup uçurmuş. Dev: “Şu hâle bak, rüzgâr elimdeki et parçasını uçurdu!” demiş ve biraz daha kopartmış. Tam etten bir ısırık alacağı anda avcı elindeki eti tekrar vurmuş. Bunun üzerine dev, yanındaki arkadaşına bir tokat patlatmış ve öfkeyle bağırarak: “Neden lokmamı elimden kapıyorsun?” demiş. Diğeri de: “Ben kapmadım ki! Bir keskin nişancı vurmuş olmalı.” demiş. Dev, bir parça daha et almış ama henüz onu elinde tutamadan avcı onu da uçurmuş. Bunun üzerine dev: “Birinin elindeki lokmayı vurabilmek yetenek ister. Böyle yetenekli bir avcıya ihtiyacımız olabilir.” demiş. Ardından: “Gel buraya keskin nişancı! Sen de bizimle ateşin başında otur, yemek ye sana zarar vermeyiz. Gelmezsen seni zorla getiririz.” diye seslenmiş.
Devlerin daveti üzerine genç adam, yanlarına gitmiş ve onlara yetenekli bir avcı olduğunu, silahıyla neyi nişan alırsa mutlaka vurduğunu söylemiş. Onlar da avcıya; kendilerine katılırsa ona iyi davranacaklarını, ormanın dışında büyük bir göl olduğunu, gölün ardında da güzel bir prensesin hapsedilmiş olduğu bir şato bulunduğunu ve o prensesi kaçırmak istediklerini söylemişler. Avcı kabul etmiş ve kızı onlara getireceğini söylemiş. Devler: “Ancak dikkatli olmalısın. Prensesin yanına yaklaşan biri olduğunda hemen havlamaya başlayan küçük bir köpek var. Eğer havlarsa saraydaki herkes uyanır, bu yüzden de oraya yaklaşamayız. Köpeği susturabilir misin?” diye sormuşlar. Avcı da: “Bu benim için çocuk oyuncağı.” demiş. Ardından genç avcı, bir kayığa binip gölü geçmiş. Karşı kıyıya çıkar çıkmaz küçük köpek koşarak yanına gelmiş ve tam havlayacağı sırada avcı, cebinden çıkardığı iğneyle onu uyutmuş. Devler, prensesi artık ele geçirdiklerini düşünerek sevinmişler ancak avcı, durumdan emin olmak istemiş ve bunu yapana kadar da onları çağırmadan içeri girmemelerini söylemiş. Sonra şatoya girmiş ve her şeyin yolunda olduğunu görmüş. Herkes uyuyormuş.
Karşısına çıkan ilk odanın kapısını açtığında duvarda asılı gümüş bir kılıç görmüş; üzerinde de altın bir yıldızla birlikte kralın adı yazıyormuş. Hemen yanındaki masada mühürlenmiş bir mektup duruyormuş. Avcı, mektubu açıp okumuş. Mektupta, bu kılıca sahip olan kimsenin kendisine karşı gelen herkesi öldürebilecek güce sahip olacağı yazıyormuş. Hemen kılıcı duvardan alıp omuzuna asmış ve yola devam etmiş. Ardından, prensesin uyuduğu odaya gelmiş. Prenses öylesine güzelmiş ki onun güzelliği karşısında nefesi kesilmiş, olduğu yerde kalakalmış. Kendi kendine: “Böylesine masum bir güzelliği nasıl vahşi devlerin eline verebilirim ki?” diye söylenmiş. Odayı incelemeye devam etmiş. Yatağın altında bir çift terlik duruyormuş; sağdaki tekin üstünde yine kralın adı ve bir yıldız, soldaki tekin üzerinde de prensesin adı yazıyormuş. Prensesin üstünde, üzerinde altın harflerle işlenmiş bir şekilde kralın ve kendi adının yazdığı ipek bir şal varmış. Avcı, bir makasla şalın sağ köşesini kesip almış ve sırt çantasına koymuş; sonra da üzerinde kralın adı yazan terliğin tekini almış.
Prenses hâlâ uyuyormuş. Avcı usulca prensesin geceliğinden de bir parça kesip onu da aldığı diğer eşyaların yanına atmış. Sonra da prensesi rahatsız etmemek için sessizce odadan çıkmış. Tekrar kapıya çıktığında prensesi getirmesini bekleyen devleri görmüş. Devlere seslenerek içeri girmelerini, şu anda prensese göz kulak olduğu için onlara kapıyı açamayacağını ancak kapının altındaki delikten sürünerek geçebileceklerini söylemiş. Devlerden ilki yaklaştığında avcı; onun kafasını saçlarından kavradığı gibi içeri çekerek bir vuruşta öldürmüş, sonra da gövdesini içeri sürüklemiş. İkinci devi de çağırıp aynısını ona da yapmış. Sonra da üçüncü devi öldürmüş. Güzel prensesi bu korkunç devlerden kurtardığı için çok mutluymuş. Sonra üç devin de dillerini kesip onları da çantasına atmış. Kendi kendine: “Evime dönüp babama daha şimdiden neler yaptığımı göstereceğim ve sonra da dünyayı gezmeye devam edeceğim. Şansım yolunda gidecektir.” diye düşünmüş.
Sabah olup da kral uyandığında üç devin cansız bedenlerini bahçede görmüş. Hemen gidip prensesi uyandırmış ve ona bu devleri kimin öldürmüş olabileceğini sormuş. Prenses: “Sevgili babacığım, ben uyuyordum devleri kimin öldürdüğünü bilmiyorum.” demiş. Ancak doğrulup da terliklerini giyeceği sırada, terliklerinin sağ tekinin olmadığını görmüş. Sonra da şalının sağ köşesinin kesilmiş olduğunu ve geceliğinden de bir parçanın eksik olduğunu fark etmiş. Kral bütün saray ahalisini ve askerlerini çağırmış, kızını devlerden kimin kurtardığını sormuş.
O sırada tek gözlü, çirkin askerlerden biri çıkıp devleri kendisinin öldürdüğünü söylemiş. Kral da bunun üzerine, böylesine büyük bir şeyi başardığı için ödül olarak onun kızıyla evlenebileceğini söylemiş. Ancak prenses: “Sevgili babacığım; bu adamla evleneceğime buradan gider, tek başıma kaderimle yüzleşirim daha iyi.” demiş. Kral da ona eğer o askerle evlenmezse prenses giysilerini çıkartıp köylü giysileri giymesini ve sonra da bir çömlekçiye gidip, çanak çömlek yapıp satmaya başlamasını söylemiş. Prenses de soylu giysilerini çıkartıp, bir çömlekçiye gidip tezgâhına sığdıracağı kadar çömlek ödünç almış ve adama eğer akşama kadar çömlekleri satabilirse borcunu ödeyeceğini söylemiş. Kral, birkaç adamına prensesin bir köşede oturup çömlek satacağını ve atlarını onun tezgâhına sürerek çömlekleri devirip paramparça etmelerini emretmiş. Tam prenses sokağa tezgâhını kurduğu sırada, at arabaları tezgâha çarpmış ve bütün çömlekler tuzla buz olmuş. Zavallı prenses: “Şimdi bu çömleklerin parasını nasıl ödeyeceğim ben?” diye ağlamaya başlamış. Meğer kral, kızını o askerle evlenmek zorunda bırakmak için bütün bunları bilerek planlamış. Ancak prenses hemen pes etmek yerine tekrar çömlekçiye gidip kendisine biraz daha çömlek ödünç vermesini istemiş. Çömlekçi de: “Hayır, önce daha önce aldığın çömleklerin parasını ödemelisin.” diyerek onu geri çevirmiş.
Prenses, babasının yanına gelerek ağlamış ve uzaklara gidip kendi başının çaresine bakmak istediğini söylemiş. Kral da ona: “Senin için ormanda bir kulübe yaptıracağım ve hayatın boyunca orada kalıp herkes için yemek pişireceksin ancak bunun karşılığında hiç para almayacaksın.” demiş. Kulübe tamamlandığında kapısına, üzerinde: Bugün ye, yarın öde yazan bir tabela asılmış. Prenses uzun yıllar bu kulübede yaşamış. Bütün dünyada, o ormanda para almadan yemek yapan bir genç kızın yaşadığı ve kapısına da bir tabela astığı söylentisi dilden dile dolaşmış.
Genç avcı da bunu duymuş ve kendi kendine: “Burası tam bana göre. Ne de olsa ben de fakirim ve hiç param yok.” diye düşünmüş. Silahını ve doğru söylediğini kanıtlamak için de şatodan aldığı eşyaları doldurduğu sırt çantasını alarak ormana gitmiş, üzerinde: Bugün ye, yarın öde yazan kulübeyi bulmuş.
Kılıcını da beline takıp kulübeye girmiş ve yiyecek bir şeyler sipariş vermiş. Resimlerdeki kadar güzel olan prensesin karşısında büyülenmiş. Kız, ona nereden geldiğini ve nereye gitmekte olduğunu sormuş. O da: “Dünyayı dolaşıyorum.” demiş. Prenses, üzerinde kralın adının yazılı olduğu kılıcı nereden bulduğunu sormuş. O da ona, kralın kızı olup olmadığını sormuş. Prenses: “Evet.” demiş. Avcı: “O üç devi bu kılıçla öldüren bendim.” diyerek kanıtlamak için çantasından devlerin dillerini çıkartmış. Sonra ona terliğin tekini, şalının kenarını ve geceliğin kestiği parçasını göstermiş. Prenses çok heyecanlanmış ve avcıya kendisini büyük bir beladan kurtardığını söylemiş.
Birlikte krala gitmişler ve onu kulübeye getirmişler; prenses, babasına devleri öldürüp de kendisini kurtaran asıl kişinin bu avcı olduğunu söylemiş. Yaşlı kral, avcının elindeki tüm kanıtları gördüğünde hiç şüphesi kalmamış ve her şeyin nasıl gerçekleştiğini öğrendiği için çok sevindiğini, ayrıca avcının kızıyla evlenebileceğini söylemiş. Prenses bu sefer kabul etmiş. Avcıyı yabancı bir lord gibi giydirmiş ve kral, bir ziyafet hazırlanmasını emretmiş. Masaya gittiklerinde asker, prensesin soluna oturmuş; sağında da avcı varmış. Asker, avcıyı; kralı ziyarete gelen yabancı bir lord sanmış.
Yemişler, içmişler. Yaşlı kral, askere çözmesi gereken bir bilmece soracağını söylemiş ve: “Farzet ki biri çıkıp ‘Üç devi ben öldürdüm.’ dedi. Sonra da devlerin dillerini gösterdi ve gidip baktığında gerçekten devlerin dillerinin olmadığını gördün. Bu duruma ne dersin?” diye sormuş. Asker de: “Demek ki dilleri yokmuş derim.” demiş. Kral, “Hiç de değil, her hayvanın dili vardır.” dedikten sonra: “Peki, böyle yalan cevap veren birinin nasıl cezalandırılması gerekir?” diye sormuş. Bu sefer asker: “Paramparça edilmesi, hapse atılması gerekir.” diye cevap vermiş. Kral da ona kendi cezasını kendisinin verdiğini söylemiş. Asker hapse atılmış, paramparça edilmiş. Prenses de avcıyla evlenmiş. Avcı, annesiyle babasını da getirmiş ve onlar da oğullarıyla birlikte mutluluk içinde yaşamışlar. Kralın ölümünden sonra da krallık kendisine kalmış.

Kılık Değiştiren Prenses
Kralın birinin dünyada eşi benzeri görülmemiş güzellikte, altın saçlı bir karısı varmış. Kadın bir gün ansızın hastalanmış ve öleceğini anladığında da kralı çağırıp ona: “Biliyorum ki ben öldükten sonra sen başka bir kadınla evleneceksin. Ama bana söz vermelisin. Ne kadar güzel olursa olsun, benim kadar güzel değilse ve benim gibi altın sarısı saçları yoksa evlenme.” demiş. Kral, karısına söz verdikten hemen sonra da kadın ölmüş.
Uzunca bir süre kralın acısı dinmemiş ve bir daha evlenmesinin imkânsız olduğunu düşünmüş. En sonunda yardımcıları ona gelip: “Bir kral eşsiz kalmamalı, bir kraliçemiz olmalı.” demişler.
En sonunda kral evlenmeye razı gelmiş ve ülkenin dört bir yanına ilk kraliçe kadar güzel olan bir gelin bulmak üzere elçiler gönderilmiş. Ancak hiçbir yerde ölen kraliçe kadar güzel tek bir kadın dahi bulunamamış. Bulunanların ise altın sarısı saçları yokmuş. Sonunda elçiler elleri boş hâlde geri dönmüşler.
Kralın sarayında aynı ölen kraliçe kadar güzel, üstelik de onun gibi altın sarısı saçlı bir hizmetçi kız varmış. Kraliçe, bu hizmetçi kızı çok sevdiği ve kendisine benzettiği için onu herkese “prenses” olarak tanıtmış. Hizmetçi kız büyüdükçe kral, onun kraliçeye ne kadar çok benzediğini görmüş. Yardımcılarını çağırmış ve onlara: “Kraliçenin prenses dediği kızla evleneceğim, neredeyse onun aynısı. Karıma verdiğim sözü tutmanın başka yolu kalmadı.” demiş.
Bunu duyan yardımcılar hayrete düşmüşler ve: “Bir kralın bir hizmetçiyle evlenmesi yasaktır. Böyle bir yanlıştan ancak şeytan doğar ve bütün krallık yıkılır.” demişler.
Prenses yani hizmetçi kız; kralın fikrini duyduğunda çok telaşlanmış, üstelik ne kadar kararlı olduğunu gördükçe de daha fazla endişelenmeye başlamış. Ancak kralı ve kendisini bu durumdan kurtarabilmek umuduyla krala: “İstediğinizi yerine getirmek için üç dileğim var: Güneş kadar sarı, ay kadar gümüşi ve yıldızlar kadar parıltılı üç elbise istiyorum. Ayrıca da krallıktaki bin ayrı hayvanın kürkünden yapılmış bir pelerin istiyorum.” demiş.
Prenses kendi kendine: “Öyle imkânsız şeyler istedim ki umarım kralı o korkunç niyetinden bu şekilde vazgeçirebilirim.” diye düşünmüş.
Ancak kral hiç de kararından vazgeçecekmiş gibi görünmüyormuş. Ülkedeki tüm yetenekli kadınlar prensesin istediği güneş kadar sarı, ay kadar gümüşi ve yıldızlar kadar parıltılı üç elbiseyi dikmek için görevlendirilmiş. Pelerinin yapılması için de bütün avcıları ormana gönderip vahşi hayvanların kürklerini getirmelerini emretmiş. Her şey tamamlandığında da hepsini götürüp prensese teslim etmiş ve: “Yarın evleneceğiz.” demiş.
Prenses, kralın fikrini artık hiçbir şeyin değiştiremeyeceğini anlamış ve saraydan kaçmaya karar vermiş.
Gece herkes uyurken prenses kalkmış ve mücevher kutusundan altın bir yüzük, altın bir çıkrık ve bir de altın kanca almış. Güneş, ay ve yıldızları andıran yeni elbiselerini bir fındık kabuğunun içine sığacak şekilde katlamış; kürklü pelerinini de giyip yüzünü ve ellerini ceviz suyuyla siyaha boyadıktan sonra sarayı terk etmiş.
Bütün gece yolculuk yaptıktan sonra en sonunda büyük bir ormana gelmiş ve çok yorulduğu için bir ağacın kovuğuna sokulup uyumuş. Güneş doğmuş ama prenses öğleye kadar uyumaya devam etmiş.
Aynı gün, ormanın ait olduğu krallığın kralı avlanıyormuş. Köpekleri prensesin uyuduğu ağaca geldiklerinde havlayarak ağacın etrafında dönmeye başlamışlar. Kral, avcılarını çağırarak: “Gidip şu köpeklerin neye havladığına bir bakın bakalım.” demiş.
Avcılar gidip baktıktan sonra krala gelip ağacın kovuğunda dünyanın en harika yaratığının uyumakta olduğunu, üzerinde de bin ayrı kürkten yapılma bir pelerin olduğunu söylemişler.
Bunun üzerine kral: “Gidip onu canlı olarak yakalayın ve at arabasına bağlayıp saraya getirin.” diye emretmiş.
Avcılar prensesi bağlarken prenses uyanmış ve korkuyla onlara: “Ben sadece annesi babası tarafından terk edilmiş fakir bir kızım. Bana acıyın ve beni de yanınıza alın.” diye bağırmış. Onlar da: “Evet ufaklık, sen mutfakta aşçının işine yarayabilirsin. Bizimle gel, en azından yerleri süpürürsün.” demişler.
Sonra da onu arabaya bindirip krallarının şatosuna götürmüşler. Ona merdiven altında, hiç güneş görmeyen, küçük bir oda vermişler ve: “Burada kalıp uyuyabilirsin.” demişler. Prenses odun toplamak, su getirmek, ateş yakmak, tavuk yolmak, sebze yetiştirmek, paspas yapmak üzere mutfağa gönderilmiş.
Ona Yaban Gülü diyorlarmış ve Yaban Gülü; uzun süre, böyle sefil hâlde, burada yaşamış. Güzel prenses bunun ne zaman ya da nasıl sona ereceğini hiç bilmiyormuş. Ta ki şatoda düzenlenen festival bitene dek bu şekilde yaşamaya devam etmiş. Festival başladığında ilk gün, mutfaktaki aşçıya: “Kısa bir süreliğine dışarı çıkıp ziyaretçilerin gelişini izleyebilir miyim? Kapının hemen dışında duracağım.” diye sormuş. Aşçı da ona: “Tamam, gidebilirsin ama yarım saat sonra külleri süpürüp mutfağı düzenlemek için burada olman gerekiyor.” demiş.
Sonra prenses küçük gaz lambasını alıp odasına gitmiş. Kürklü pelerini çıkartmış, gerçek güzelliği ortaya çıksın diye ellerindeki ve yüzündeki siyah boyaları yıkamış. Sonra fındık kabuğunu açıp içinden güneş sarısı olan elbisesini çıkartmış ve giymiş. Tamamen hazırlandıktan sonra dışarı çıkıp şatonun giriş kapısında kendisini, saraya gelen ziyaretçilerden biri gibi tanıtmış. Kimse onun Yaban Gülü olduğunu anlamamış. Herkes onun bir prenses olduğunu düşündüğü için krala, gelişi haber verilmiş. Kral, hemen prensesi karşılamaya gitmiş ve onu dansa davet etmiş. Dans ederlerken kral: “Daha önce hiç bu kadar güzel bir kız görmedim.” diye düşünmüş.
Dans biter bitmez prenses eğilip kralı selamlamış ve kral daha arkasını bile dönmeden ortadan kaybolmuş, kimseler de nereye gittiğini görmemiş. Şatonun kapısındaki muhafızı çağırıp sormuşlar ancak o da kızı kapıdan geçerken görmediğini söylemiş.
Prenses hemen odasına koşmuş. Hızla elbisesini çıkartmış. Kürklü pelerini giymiş ve elini yüzünü yine siyaha boyayıp tekrar Yaban Gülü oluvermiş. Mutfağa gidip de külleri süpürdüğü sırada aşçı: “Süpürme işini yarına bırak, şimdi krala çorba yapmanı istiyorum. Hazır olunca ben de tadına bakacağım ancak sakın içine tek bir saç telini bile düşürme yoksa bundan sonra burada aç kalırsın.” demiş.
Sonra aşçı dışarı çıkmış. Yaban Gülü, krala güzel bir çorba yapmış ve ekmek kesmiş. Her şey hazır olunca da hemen odasına gidip küçük altın yüzüğünü almış ve çorba kâsesine atmış.
Kral, balo salonundan ayrılınca hemen çorbasını istemiş. Çorbayı içerken de bunun hayatında içtiği en güzel çorba olduğunu düşünmüş. Tam çorbayı bitirmiş ki kâsenin dibinde altın bir yüzük olduğunu görmüş. O yüzüğün oraya nasıl geldiğini bir türlü anlayamamış. Hemen aşçıyı çağırmış. Çağrıldığını duyan aşçı çok korkmuş ve Yaban Gülü’ne: “Kesin çorbanın içine saç teli düşürmüşsündür. Eğer öyleyse seni mahvedeceğim!” diyerek kralın yanına gitmiş.
Kral, aşçı gelir gelmez: “Bu çorbayı kim yaptı?” diye sormuş. O da: “Ben yaptım.” diye cevap vermiş. Ancak Kral: “Bu doğru değil. Bu çorba senin daha önce yaptıklarından çok farklı ve çok daha güzel. Sen yapmış olamazsın.” demiş.
Bunun üzerine aşçı, çorbayı Yaban Gülü’nün yaptığını itiraf etmek zorunda kalmış. Kral bu sefer: “Git bana onu gönder.” demiş.
Kız, kralın yanına geldiğinde kral ona: “Sen kimsin?” diye sormuş. Prenses de ona: “Ben kimsesiz, fakir bir çocuğum.” diye cevap vermiş. Kral bu sefer, “Benim sarayımda ne arıyorsun peki?” diye sorunca: “Aşçıya yardım ederek ekmeğimi kazanmaya çalışıyorum.” demiş. Kral: “Peki bu yüzük, bu çorbaya nasıl girdi?” diye sormuş. O da: “Yüzük konusunda hiçbir bilgim yok.” demiş.
Kral, Yaban Gülü’nden hiçbir şey öğrenemeyeceğini anlayınca onu geri göndermiş. Bir süre sonra sarayda yeni bir festival düzenlenmiş. Yaban Gülü yine aşçıdan izin alıp ziyaretçilere bakmaya gideceğini söylemiş. Aşçı da ona: “Tamam, git ama yarım saat sonra krala çorba yapmak için gelmelisin. Biliyorsun, senin çorbanı çok seviyor.” demiş.
Prenses döneceğine söz vermiş ve koşa koşa odasına gidip yüzünü, ellerini yıkamış; fındık kabuğunun içinden bu sefer ay rengi elbisesini çıkartıp giymiş. Sonra da yine prenses olarak ziyaretçilerin arasına karışmış. Kral büyük bir memnuniyetle yine onu karşılamaya gelmiş, onu tekrar görebildiği için çok mutluymuş. Dans başladığında onu dansa kaldırmış. Balo sona erdiğinde prenses öyle hızlı bir şekilde ortadan kaybolmuş ki kral neler olduğunu bir türlü anlayamamış. Prenses hızla küçük odasına gidip, kılık değiştirip Yaban Gülü hâline gelmiş ve çorba yapmak için mutfağa koşmuş.
Aşçı yukarıdayken hemen odasından küçük altın çıkrığını alıp çorbanın içine atmış. Kral yine çorbayı büyük bir afiyetle yemiş. Bu da aynı, önceki kadar lezzetliymiş. Aşçıyı çağırıp çorbayı kimin yaptığını sorduğunda aşçı, yine Yaban Gülü’nün yaptığını itiraf etmek zorunda kalmış. Yaban Gülü bir kez daha kralın huzuruna çağrılmış ama kral yine onun zavallı, kimsesiz bir çocuk olduğu ve altın çıkrık hakkında hiçbir şey bilmediği dışında bir şey öğrenememiş.
Saraydaki üçüncü festivalde her şey yine öncekiler gibi olmuş. Ancak bu sefer aşçı: “Senin gidip de balo salonundaki dansları izlemene izin vereceğim. Her ne kadar yaptığın çorba benimkilerden daha lezzetli olsa da nasıl oluyorsa her seferinde içinden, oraya nasıl düştüğünü bilmediğimiz bir şeyler çıkıyor; o yüzden bence sen bir cadısın.” demiş. Yaban Gülü durup dinlenmeden hızla odasına gidip hazırlanmış. Bu sefer yıldızlar kadar parıltılı olan elbisesini giymiş. Kral, onu karşılamaya gittiğinde onun hayatında karşılaştığı en güzel kadın olduğunu düşünmüş. Dans ederlerken prenses fark etmeden kral onun parmağına altın bir yüzük takmış. Öncesinde de dansın her zamankinden daha uzun sürmesini emretmiş. Dans bittiğinde kral, prensesin elini bırakmak istememiş ama o elini çekerek hızla diğer insanların arasına karışıp gözden kaybolmuş.
Prenses soluk soluğa kendisini odasına atmış. Mutfağa her zamankinden biraz daha geç kaldığını fark edince elbisesini değiştirmeye vakti olmadığı için hemen kürklü pelerinini sırtına atmış ve aceleyle ne yüzünü her zamanki kadar boyayabilmiş ne de altın sarısı saçlarını tam olarak gizleyebilmiş. Üstelik, ellerini boyamayı da unutmuş. Neyse ki mutfağa girdiğinde aşçı hâlâ yokmuş. O da kralın çorbasını pişirip içine altın kancasını atmış.
Kral, çorbanın içinde üçüncü kez altın bir parça bulunca hemen Yaban Gülü’nü çağırtmış. Kız odaya girdiğinde beyaz parmaklarında kendi taktığı altın yüzüğü görmüş. Hemen kızı elinden yakalayıp sıkıca tutmuş ancak kız kurtulmaya çalışırken pelerini açılmış ve parıltılı elbisesi ortaya çıkmış. Kral, pelerini yakalayıp yırtmış ve o anda prensesin altın sarısı saçları omuzlarına dökülüvermiş. Ve öylece, bütün endamıyla kralın karşısında kalıvermiş ve artık daha fazla kendisini gizleyemeyeceğini anlamış. Yüzündeki boyaları da silince kral, yine karşısında dünyanın en güzel kadınını bulmuş.
Kral, prensese: “Benim karım olmalısın. Senin kim olduğunu bilmesem de bir daha asla ayrılmayacağız.” demiş.
Prenses, krala başından geçenleri anlatmış ve aslında kraliçenin isteğiyle bir prenses olduğunu söylemiş. Çok geçmeden evlenmiş ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar.

Külkedisi
Bir zamanlar, zengin bir adam varmış. Adamın karısı hasta düşmüş ve ölümünün yaklaştığını anladığında da biricik kızını yatağının yanına çağırmış ve: “Sevgili yavrum, daima iyi ve inançlı ol. Allah daima seni koruyacaktır. Ben de seni cennetten daima izleyeceğim ve her zaman seninle olacağım.” dedikten sonra ölmüş. Genç kız her gün annesinin mezarına gidip ağlıyormuş ve her zaman da annesinin öğütlediği gibi iyi ve inançlı olmuş. Kış geldiğinde her yer bembeyaz karla kaplanmış, sonra bahar gelmiş ve güneş karları eritmiş. Gel zaman git zaman, kızın babası başka bir kadınla evlenmiş.
Adamın yeni karısı iki kızını da beraberinde getirmiş. Görünüşte güzel ve hoş olan bu kızların kalpleri çok kötüymüş. Zavallı genç kız için artık çok kötü günler başlamış.
Kızlar: “Bu aptal yaratık bizimle aynı odada mı oturacak? Yediği yemeği hak etmeli. Bir mutfak hizmetçisinden başka bir şey olamaz.” diye onu dışlayarak bütün güzel elbiselerini atıp ona sadece eski püskü, gri bir elbise ve tahta ayakkabılar vermişler.
“Şu gururlu prensese bakın, ne kadar da şık oldu!” diye gülerek genç kızla alay etmiş ve onu mutfağa göndermişler. Genç kız, mutfakta sabahtan akşama kadar çalışmak zorunda kalmış. Sabahları çok erken uyanıp su getiriyor, ateşi yakıyor, yemek yapıyor ve bulaşıkları yıkıyormuş. Üstelik üvey kız kardeşleri de ona eziyet etmek için ellerinden geleni yapıyorlarmış. Onunla alay ediyor, yanan ateşe mercimek ve fasulyeleri fırlatıp sonra da oradan almasını istiyorlarmış. Bütün gün çok çalışıp yorulduğu hâlde akşamları yatacak bir yatağı bile yokmuş. O da küllerin üzerinde uyumak zorunda kalıyormuş. Bu yüzden de üstü başı tozlu ve kirli olduğu, her yerine küller bulaştığı için ona Külkedisi diyorlarmış.
Bir gün babası bir fuara giderken iki üvey kızına kendisinden gelirken ne istediklerini sormuş. Biri, güzel giysiler; diğeri de mücevher ve inciler istemiş. Külkedisi ise babasından, yolda şapkasına çarpan ilk dalı getirmesini istemiş.
Adam iki üvey kızına güzel elbiseler, inciler ve mücevherler almış. Eve dönerken yeşil bir patikadan geçiyormuş ki şapkasına bir fındık dalı çarpmış. O da dalı kopartıp Külkedisi’ne vermek üzere eve götürmüş. Eve döndüğünde üvey kızlarına istedikleri elbise ve mücevherleri verirken Külkedisi’ne de yolda koparttığı fındık dalını vermiş. Kız ona teşekkür etmiş ve dalı götürüp annesinin mezarına dikmiş. Orada öyle çok ağlamış ki dalı gözyaşlarıyla sulamış. Dal büyümüş, koca bir ağaç olmuş. Külkedisi her gün üç kez bu ağacı görmeye gitmiş, orada ağlayıp dua etmiş. Her dilek dilediğinde ağaçtan beyaz bir güvercin havalanıyor ve dilekleri gerçekleşiyormuş.


Günlerden bir gün, ülkenin kralı üç gün sürecek bir balo düzenlemiş. Ülkenin bütün genç ve güzel kızları bu baloya davetliymiş. Prens, gelen konuklar arasından evleneceği kızı seçecekmiş. İki üvey kız kardeş, kendilerinin de bu baloya davet edildiklerini öğrenince çok sevinmişler. Külkedisi’ni çağırıp: “Saçımızı tara, ayakkabılarımızı parlat, kemerlerimizi bağla! Kralın sarayına, baloya gideceğiz.” demişler.
Külkedisi bunu duyunca ağlamaya başlamış. O da bu baloya gitmeyi çok istiyormuş. Üvey annesine, kendisine izin vermesi için yalvarmış. Ancak kadın: “Neee! Sen mi? Bu tozlu, kirli giysilerinle bir de baloya gidip dans mı edeceksin?” diyerek izin vermemiş.
Külkedisi gitmek için ısrar etmeye devam edince bu sefer kadın: “Küllerin içine bir kâse dolusu mercimek yaydım, eğer hepsini iki saat içinde tek tek toparlayabilirsen bizimle gelebilirsin.” demiş.
Bunun üzerine genç kız çaresizce arka kapıdan bahçeye çıkmış ve kuşları çağırmış:
Ey nazik güvercinler, üveyikler,
Ve bütün kuşlar!
Gelin ve yardım edin ayıklamama,
Küllerin içinden güzel mercimekleri.
İyi taneleri atın kâseye,
Kalanları alın mideye.
O sırada mutfağın penceresine iki beyaz güvercin, hemen ardından da iki üveyik gelmiş. En sonunda da bir sürü kuş çırpınıp cıvıldayarak gelip küllerin içine konmuş. Hepsi birden gagalarıyla küllerin arasından mercimek tanelerini ayıklamaya başlamışlar. Daha bir saat bile olmadan hepsi ayıklanmış, kuşlar da uçup gitmiş.
Külkedisi hemen neşe içinde mercimek kâsesini alıp üvey annesine götürmüş. Artık gitmesine izin vereceğini düşünüyormuş. Ama üvey anne: “Hayır, Külkedisi. Baloda giyebileceğin uygun elbiselerin yok, dans etmeyi de bilmiyorsun. Bizi rezil edeceksin!” diye yine itiraz etmiş. Külkedisi hayal kırıklığından ağlamaya başladığında da kadın: “Küllerin arasına serptiğim iki kâse mercimeği de güzelce ayıklarsan bizimle ancak o zaman gelebilirsin.” diye eklemiş. Bunu tekrar yapmasının imkânsız olduğunu düşünüyormuş. Genç kız yine arka kapıdan bahçeye çıkıp kuşları yardımına çağırmış:
Ey nazik güvercinler, üveyikler,
Ve bütün kuşlar!
Gelin ve yardım edin ayıklamama,
Küllerin içinden güzel mercimekleri.
İyi taneleri atın kâseye,
Kalanları alın mideye.
O sırada mutfağın penceresine iki beyaz güvercin hemen ardından da iki üveyik gelmiş. En sonunda da bir sürü kuş çırpınıp cıvıldayarak gelip küllerin arasına konmuş. Hepsi birden gagalarıyla küllerin arasından mercimek tanelerini ayıklamaya başlamışlar. Daha bir saat bile olmadan bütün mercimekler ayıklanmış, kuşlar da uçup gitmişler. Külkedisi hemen neşe içinde mercimek kâsesini alıp üvey annesine götürmüş. Artık gitmesine izin vereceğini düşünüyormuş. Ama üvey anne: “Hayır Külkedisi. Baloda giyebileceğin uygun elbiselerin yok, dans etmeyi de bilmiyorsun. Bizi rezil edeceksin!” diye yine itiraz etmiş. Sonra da zavallı Külkedisi’ne sırtını dönüp iki şımarık kızıyla birlikte baloya gitmeye hazırlanmış.
Evde kimse kalmayınca Külkedisi, annesinin mezarının başına gidip fındık ağacının altında dua etmiş.
Küçük ağaç, küçük ağaç; üstüme silkin,
Yağsın gökten üstüme gümüşle altın.
O anda kuşlar gökten altın ve gümüş işlemeli bir elbise ile ipek ve gümüş bezemeli bir çift ayakkabı atmışlar. Külkedisi, hızla elbiseyi ve ayakkabıları giyip baloya gitmiş. Üvey annesi ve üvey kardeşleri onu tanımamışlar. Altın elbisesinin içinde öylesine güzel görünüyormuş ki onu yabancı bir ülkenin prensesi sanmışlar. Bu güzel kadının; evde oturup küllerin arasından mercimek ayıkladığını sandıkları Külkedisi olabileceği, akıllarına bile gelmemiş. Prens gelip Külkedisi’ni karşılamış, ellerinden tutup onu dansa kaldırmış. Prens, başka hiçbir kızla dans etmeyi kabul etmemiş. Külkedisi’ni bırakmak istemediği için gelip de onunla dans etmeyi teklif eden herkese: “O benim eşim.” diyormuş.
Akşam olup da Külkedisi’nin eve gitmesi gerektiğinde prens, ona yolda eşlik edip bu güzel kızın nerede yaşadığını görmek istemiş. Ancak Külkedisi, prensten kaçıp güvercinliğe saklanmış. Prens, evin babası gelene kadar beklemiş sonra da adama yabancı bir kızın güvercinliğe girdiğini söylemiş. Adam kendi kendine: “Nasıl olsa Külkedisi olamaz.” diye düşünüyormuş. Hemen baltalarla güvercinliği yıkıp bakmışlar ama içeride kimse yokmuş. Üvey anne ve kızları eve geldiğinde Külkedisi eski püskü elbiseleriyle küllerin arasında oturuyormuş. Meğer Külkedisi çok hızlı bir şekilde güvercinlikten atlayıp fındık ağacına koşmuş. Orada güzel elbiselerini çıkartıp mezarın üzerine bırakmış, bir kuş gelip onları almış ve sonra Külkedisi tekrar eski gri elbisesini giyip mutfakta küllerin arasına oturmuş.
Ertesi gün balo yeniden başladığında üvey anne ve kızları yine onu bırakıp gitmişler. Külkedisi de fındık ağacına gidip yine dua etmiş:
Küçük ağaç, küçük ağaç; üstüme silkin,
Yağsın gökten üstüme gümüşle altın.
Kuş, bu sefer önceki gün getirdiğinden çok daha güzel bir elbise getirmiş. Elbisesini giyip de salona girdiğinde Külkedisi’nin güzelliğini görenler, gözlerini ondan alamamış. Onun gelmesini beklemekte olan prens, Külkedisi’ni görünce hemen ellerinden tutup dansa kaldırmış. Külkedisi ile dans etmek isteyen herkese de: “O benim eşim.” diyormuş.
Akşam olduğunda Külkedisi eve gitmek istemiş. Prens de yine nerede yaşadığını görebilmek için onu izlemeye başlamış ancak o, prensi atlatıp evin arka bahçesine girmiş ve bahçedeki iri armutları olan büyük ağaca bir sincap gibi tırmanmış. Prens onun kaşla göz arasında nereye kaybolduğunu anlayamamış. Yine evin babası gelene kadar beklemiş ve ona kendisinden kaçan yabancı bir kızın armut ağacına çıkıp orada kaybolduğunu söylemiş. Adam kendi kendine: “Bunun Külkedisi olmasına imkân yok.” diye düşünmüş. Hemen baltalarla ağacı kesmişler ama ağaçta kimse yokmuş. Mutfağa girdiklerinde her zamanki gibi yerde, küllerin arasında oturmakta olan Külkedisini görmüşler. Meğer Külkedisi ağacın diğer yanından inip, fındık ağacının altında güzel elbisesini çıkartıp, tekrar eski gri elbisesini giyivermiş.
Üçüncü gün Külkedisi; babası, üvey annesi ve kardeşleri evden ayrılır ayrılmaz hemen annesinin mezarının başına gidip ağacın altında dua etmiş:
Küçük ağaç, küçük ağaç; üstüme silkin,
Yağsın gökten üstüme gümüşle altın.
Kuş, hemen eşsiz parlaklık ve güzellikte bir elbise ile altın ayakkabılar getirmiş. Külkedisi, elbiseleriyle balo salonunun kapısında belirdiğinde güzelliği karşısında herkesin dili tutulmuş. Prens, balo bitene kadar sadece onunla dans etmiş ve Külkedisi’yle dans etmek isteyenleri de yine: “O benim eşim.” diyerek geri çevirmiş.
Akşam olduğunda, Külkedisi eve gitmek istediğinde prens yine ona eşlik etmek istemiş ama Külkedisi öyle hızlı koşmuş ki prens onu gözden kaybetmiş. Ancak prens bir plan yaparak önceden sarayın bütün basamaklarına zift döktürmüş, bu yüzden de Külkedisi merdivenlerden koşarak inerken ayakkabısının sol teki zifte yapışıp ayağından çıkmış. Prens düşen ayakkabıyı yerden almış; küçücük, altın bir ayakkabı olduğunu görmüş. Ertesi sabah da krala gidip bu altın ayakkabının sahibi olan kız bulunmazsa başka kimseyle evlenmeyeceğini söylemiş.
İki üvey kardeşin ayakları güzel olduğu için bu habere çok sevinmişler. Büyük kız kardeş, ayakkabıyı denemek için odasına gitmiş ancak ayakkabı öylesine küçükmüş ki kız iri başparmağını bir türlü içine sığdıramıyormuş. O sırada yanında olan annesi bir bıçak kapıp kızına vermiş ve: “Kes o başparmağını, nasıl olsa kraliçe olduğunda artık yürümen gerekmeyecek.” demiş. Kız da başparmağını kesmiş ve ayağını zar zor ayakkabıya sıkıştırmış. Acısını gizleyerek aşağıya, prensin yanına inmiş. Prens de evleneceği kız olarak onu atına bindirmiş ve saraya doğru gitmişler. Yolda mezarın yanından geçmeleri gerekiyormuş. O sırada fındık ağacının üzerinde oturan iki güvercin şöyle diyormuş:
Gidiyorlar, gidiyorlar!
Ayakkabısında kan var,
Ayakkabı küçük oldu,
Doğru gelin değil bu!
Bunu duyan prens, kızın ayakkabısına bakmış ve kan aktığını görmüş. Hemen atını geri döndürüp sahte gelini evine götürmüş ve onun doğru kız olmadığını, diğer kız kardeşin de ayakkabıyı denemesi gerektiğini söylemiş. Küçük kız kardeş ayakkabıyı denemek için odasına gitmiş. Bu kardeşin de başparmağı ayakkabıya tam oturmuş ama bu sefer topuğu sığmamış. Annesi ona hemen bıçak vermiş ve: “Topuğundan biraz kes, nasıl olsa kraliçe olduğunda yürümen gerekmeyecek.” demiş.
Kız, topuğundan bir parça kesmiş ve ayağını ayakkabıya sığdırmış. Acısını saklayarak prensin yanına inmiş. Prens yine kızı atına bindirmiş ve beraberce oradan ayrılmışlar. Yolda mezarın yanından geçerlerken fındık ağacının üzerinde oturan iki güvercin şöyle diyormuş:
Gidiyorlar, gidiyorlar!
Ayakkabısında kan var,
Ayakkabı küçük oldu,
Doğru gelin değil bu!
Prens, kızın ayağına bakmış ve ayakkabıdan kanlar aktığını görmüş. Atını döndürüp sahte gelini evine geri götürmüş ve: “Bu da doğru kız değil, başka kızınız yok mu?” diye sormuş.
Adam: “Hayır, yok. Sadece ölen karımdan geriye kalan zavallı Külkedisi var ama zaten o da sizin aradığınız gelin olamaz.” diye cevap vermiş. Ancak prens, Külkedisi’nin de çağrılmasını istemiş. Üvey anne hemen: “Hayır, olmaz; o çok pasaklı ve kirlidir, onu görmenize izin veremem.” dediyse de prens onu dinlememiş. Külkedisi’ni çağırmak zorunda kalmışlar.
Külkedisi önce ellerini ve yüzünü güzelce yıkamış, sonra da gidip elinde altın ayakkabıyı tutmakta olan prensi selamlamış. Ardından bir tabureye oturmuş; ayağını kaba, tahta ayakkabısından çıkartmış ve altın ayakkabıyı giymiş. Ayakkabı ayağına tam olmuş. Ayağa kalktığında prens, Külkedisi’nin yüzüne bakınca onun dans ettiği güzel genç kız olduğunu anlamış ve: “Evet. İşte gerçek gelin bu!” demiş.
Üvey anne ve kızları hayrete düşmüşler. Sinirden yüzleri bembeyaz olmuş. Prens, Külkedisi’ni atına bindirmiş ve oradan ayrılmışlar. Yolda mezarın yanından geçerlerken fındık ağacının üzerinde oturan iki güvercin bu sefer şöyle diyormuş:
Gidiyorlar, gidiyorlar!
Ayakkabıda kan yok,
Ayakkabı tam olmuş,
Sonunda doğru gelini bulmuş!
Hemen sonra da uçup Külkedisi’nin her iki omuzuna konmuşlar. Külkedisi’yle prensin evlilik törenleri düzenlenmiş. İki üvey kız kardeş, kendilerine de bir şey düşeceğini umarak törene gelmişler. Gelin alayı düğünün olacağı mabede giderken büyük olan sağda, küçük olan solda yürüyormuş. Güvercinler ikisinin de birer gözünü çıkartmışlar. Dönüşte bu sefer büyük olan solda, küçük olan sağda yürürken de diğer gözlerine de aynısını yapmışlar. Sonunda üvey kız kardeşler yalancı ve kötü kalpli olmalarının bedelini hayatlarının geri kalanını görmeden geçirerek ödemişler.

Simeli Dağı
Bir zamanlar biri zengin, diğeri fakir iki erkek kardeş varmış. Zengin olan fakir kardeşine hiçbir şey vermezmiş. O da hayatını mısır satarak kıt kanaat geçirir, genelde de işleri kötü gittiği için karısı ve çocuklarına bir ekmek bile alamazmış. Bir gün ormanda el arabasını sürerken bir yanında daha önce hiç görmediği büyük, çıplak bir dağ görmüş. Olduğu yerde durup şaşkınlıkla dağa bakakalmış.
Orada öylece dururken on iki iri vahşi adamın kendisine doğru geldiğini görmüş. Onları hırsız sandığı için el arabasını çalılığın içine saklayıp ağaca tırmanmış ve neler olacağını izlemeye koyulmuş. On iki adam dağa gidip: “Açıl Semsi Dağı, açıl” diye bağırmışlar. O anda çıplak dağ, yarıya kadar açılmış ve on ikisi birden içine girer girmez de kapanmış. Kısa bir süre sonra dağ tekrar açılmış ve adamlar omuzlarında ağır çuvallarla geri çıkmışlar. Tekrar gün ışığına çıktıklarında da: “Kapan Semsi Dağı, kapan” demişler ve dağ kapanmış ancak görünürde de hiçbir giriş yokmuş. Sonra da on iki adam gözden kaybolmuş.
Adamlar gözden kaybolunca fakir adam ağaçtan inmiş. Dağın içinde neyin gizli olduğunu öğrenmeye can atıyormuş. Dağın önüne gitmiş ve: “Açıl Semsi Dağı, açıl” diye bağırmış. Dağ açılınca o da içeri girmiş. Bütün dağın içi, aslında altın ve gümüşlerle dolu bir mağaraymış. Arkalarda da yığın yığın inciler ve parıldayan mücevherler varmış. Adam ne yapacağını bilememiş. Bu hazinelerden kendisi için biraz alıp almaması gerektiğine karar verememiş. Sonunda ceplerine biraz altın doldurmuş ama incilere ve diğer değerli taşlara dokunmamış. Sonra dışarı çıkmış: “Kapan Semsi Dağı, kapan.” demiş ve dağ kapanmış.
Artık adamın hiç endişesi kalmamış. Altınlarıyla karısına, çocuklarına ekmek ve yiyecek götürebilecekmiş. Onurlu ve güzel bir şekilde yaşamış, fakirlere yardım etmiş ve herkese iyi davranmış. Parası tükendiğinde de kardeşine gitmiş, kırk kilo tartan bir tartı ödünç almış, gidip kendisine biraz daha altın getirmiş ama yine en değerli mücevherlere dokunmamış. Ne zaman kendisine gidip biraz altın getirmek istese hep kardeşinin tartısını istemiş. Zengin kardeş uzunca bir süredir kardeşinin varlıklı hâlini kıskanıyor, bu zenginliğin nereden geldiğini ve kardeşinin tartıyı neden istediğini merak ediyormuş. En sonunda hain bir plan yapmış ve tartının altına zift sürmüş, tartıyı geri aldığında da altına yapışmış bir altın para bulmuş.
Hemen kardeşine gidip: “Sen bu tartıyla ne ölçüyorsun?” diye sormuş. Kardeşi de: “Mısır ve arpa.” diye cevaplamış. Bunun üzerine ona altın parayı göstermiş ve eğer doğruyu söylemezse onu mahkemede suçlayacağını söylemiş. Zavallı adam, abisine her şeyi olduğu gibi anlatmış. Zengin kardeş hemen arabasının hazırlanmasını emretmiş ve bu fırsatı kardeşinden daha iyi değerlendirmek, yanında çeşit çeşit hazineler getirmek üzere dağa gitmiş.
Dağa vardığında: “Açıl Semsi Dağı, açıl.” diye bağırmış. Dağ açılmış, içeri girmiş. Her tarafı hazinelerle doluymuş ve uzunca bir süre ilk önce hangisini alacağını bilememiş. En sonunda taşıyabileceği kadar değerli taş yüklenmiş ve dışarı çıkartmak istemiş. Yine de aklı, alamadığı diğer hazinelerle öylesine doluymuş ki dağın adını unutarak: “Açıl Simeli Dağı, açıl.” diye seslenmiş. Ancak bu isim yanlış olduğu için dağda hiç kıpırtı olmamış ve kapalı kalmış. Adam çok endişelenmiş ve düşündükçe aklı daha da karışmış, hazineler de artık işine yaramıyormuş.
Akşam olduğunda dağ açılmış ve on iki hırsız içeri girmiş. Adamı görünce kahkahalarla gülmeye başlamışlar ve: “Seni fare! En sonunda yakaladık seni! Senin daha önce buraya iki kez geldiğini anlamadık mı sanıyorsun? Artık buradan hiç çıkamayacaksın!” demişler. Adam: “O ben değildim, kardeşimdi.” diye haykırdıysa da işe yaramamış, hırsızların gazabından kurtulamamış.

Camdan Tabut
Sanmayın ki fakir bir terzi büyük şeyler yapamaz ve büyük ün kazanamaz. Tek yapması gereken doğru zamanda, doğru yerde bulunmak. Gerisi zaten kendiliğinden gelir.
Ahlaklı ve becerikli bir terzinin çırağı; bir gün, bir yolculuğa çıkmış ve büyük bir ormana gelmiş. Yolu bilmediği için de kaybolmuş. Derken karanlık çökmüş. Bu korkunç ıssızlıkta kendisine yatacak bir yer aramaktan başka da yapabileceği hiçbir şey kalmamış. Yumuşak yosunlardan kendisine iyi bir yatak yapabilirmiş ancak domuzların kendisini rahat uyutmayacağından korkarak geceyi bir ağacın tepesinde geçirmeye karar vermiş. Yüksek bir meşe ağacı bulmuş ve tepesine tırmanmış.
Karanlıkta korkmadan ve titremeden birkaç saat geçirdikten sonra yakınlarda bir yerde, bir ışığın parıldadığını görmüş ve oralarda birilerinin yaşıyor olabileceğini düşünmüş. Orada, ağacın tepesinde olduğundan daha rahat edebileceğini düşünerek dikkatlice aşağı inmiş ve ışığa doğru gitmiş. Karşısına sazlıklardan yapılmış, küçük bir kulübe çıkmış. Kapıyı çalmış. Kapıyı ufak tefek, ak sakallı; türlü renkli kumaş parçalarının bir arada dikilmesiyle oluşan bir ceket giymiş adamın biri açmış.
Adam, homurdanarak: “Kimsin ve ne istiyorsun?” diye sormuş. Diğeri: “Ben fakir bir terziyim. Ormanda yolumu ararken karanlık çöktü ve dışarıda korkuyorum. Sabah olana kadar burada kalabilir miyim acaba?” demiş. Yaşlı adam, gayet kararlı bir sesle: “Git buradan. Serserileri evime almam. Git, sığınacak başka bir yer ara.” demiş. Yaşlı adam tam kapıyı kapatacakmış ki terzi onun ceketinin yakasına yapışmış ve öyle dokunaklı bir şekilde izin istemiş ki aslında kötü yürekli olmayan yaşlı adam yumuşayıp onu içeri almış, ona yiyecek bir şeyler vermiş. Sonra da ona bir köşede, rahat bir yatak göstermiş.
Yorgun terzi sabaha kadar deliksiz, rahat bir uyku çekmiş. Sabah olunca da hemen uyanmak istememiş ancak korkunç bir gürültüyle yerinden fırlamış. Bu korkunç kükreme ve çığlıklar kulübenin içinden bile duyuluyormuş. Cesur terzi hemen yataktan çıkıp aceleyle kıyafetlerini giymiş ve dışarı fırlamış. Hemen kulübenin yanında, vahşice dövüşmeye hazırlanan büyük, siyah bir boğa ve güzel bir geyik görmüş. İki hayvan birbirlerine öyle bir hışımla saldırmışlar ki yerler sarsılmış ve her yer haykırışlarıyla inlemiş. Uzunca bir süre kimin bu dövüşte galip geleceği belli olmamış. En sonunda geyik, boynuzlarını rakibinin vücuduna geçirmiş. Boğa korkunç ve acı bir kükremeyle yere yığılmış, geyikten aldığı birkaç darbeyle tamamen yıkılmış.
Bu dövüşü şaşkınlıkla izlemekte olan terzi, hareketsiz duruyormuş ki geyik son sürat kendisine doğru koşmaya başlamış. O da kaçmayıp geyiği kocaman boynuzlarından yakalamış. İki eliyle hayvanın boynuzlarına tutunmuş ve kendisini bırakmış. Sanki her an uçacakmış gibi hissetmiş. En sonunda geyik taştan bir duvarın önünde durmuş ve sakince terziyi indirmiş. Yarı ölü gibi sersemlemiş olan terzinin kendine gelmesi için uzun bir süre gerekliymiş. Biraz daha kendine geldiğinde yanında durmakta olan geyik, taş duvardaki kapıyı boynuzlarıyla öyle bir itmiş ki kapı “pat” diye açılıvermiş.
Terzi orada, öylece, kararsız hâlde dururken kayaların içinden bir ses: “Korkma, gir, burada kötülük yok.” demiş. Önce tereddüt etse de gizemli bir gücün etkisiyle sesi dinleyip, demir kapıdan girip; tavanı, duvarları ve yerleri parlak kesme taşlarla kaplı geniş bir koridora gelmiş. Her bir taşın üzerinde bilmediği bir alfabeden oyma harfler duruyormuş. Hayranlıkla etrafını incelemiş ve tam oradan çıkacağı anda aynı sesi tekrar duymuş. Ses: “Koridorun ortasında duran taşın üstüne çık. Seni büyük bir talih bekliyor.” diyormuş.
Cesareti zaten yerinde olduğundan kendisine söylenileni dinlemiş. Taş, ayaklarının altından yerin altına doğru inmeye başlamış ve derinliklere doğru alçalmış. Tekrar durduğunda terzi etrafına bakmış ve bir öncekine benzeyen başka bir koridorda olduğunu görmüş. Ancak burası daha da göz kamaştırıcıymış. Duvarlardaki oyuklarda, içlerinde mavimsi dumanların ya da renkli gazların dolu olduğu cam şişeler duruyormuş. Yerde karşılıklı olarak duran, iki büyük camdan sandık varmış. Merakla sandıklardan birinin yanına gittiğinde içinde çiftlikler, evler ve bir sürü güzelliklerle çevrelenmiş harika bir şato maketi görmüş. Her şey minicikmiş ama usta bir el tarafından özenle ve dikkatlice yapıldığı belli oluyormuş.
Bu nadir parçadan uzunca bir süre gözlerini alamamış ancak aynı ses tekrar duyulmuş ve terziye diğer tarafta duran camdan sandığın içine bakmasını söylemiş. Diğer sandığın içine bakıp da orada dünyanın en güzel kızının uzanmakta olduğunu görünce hayranlığı bin kat artmış. Kız, oldukça değerli bir eşya gibi uzun ve sarı saçlarına sarmalanmış bir şekilde, uyuyor gibi görünüyormuş. Gözleri sımsıkı kapalıymış ancak teninin parlaklığından ve her soluk alıp verişinde kıpırdayan kurdelesinden, canlı olduğu anlaşılıyormuş.
Terzi bu güzelliği izlerken kız aniden gözlerini açmış ve karşısında onu görünce sevinçle karışık bir telaşla yerinden sıçrayarak: “Aman Allah’ım! Sonunda kurtuldum. Acele et, hemen beni buradan çıkart. Eğer bu cam tabutun sürgüsünü itersen özgür kalabilirim.” demiş. Terzi hemen kızın dediklerini yapmış. Kız, cam kapağı kaldırıp dışarı çıkmış ve hemen koridorun köşesine gidip kendisini büyükçe bir pelerinle sarmış. Sonra da bir taşın üstüne oturup genç adamın yanına gelmesini söylemiş, adamın dudağına hafif bir öpücük kondurmuş ve: “Benim yıllardır beklediğim kurtarıcım! Çok şükür ki geldin ve acılarıma bir son verdin. Benim acılarımın bittiği yerde, senin mutluluğun başlayacak. Sen Allah’ın bana gönderdiği eşsin. Bundan sonra benim tarafımdan sevilecek, dünyanın bütün nimetleriyle donatılacak ve sonsuz bir mutluluk yaşayacaksın. Şimdi arkana yaslan ve benim hikâyemi dinle.” diyerek anlatmaya devam etmiş.
“Ben zengin bir kontun kızıyım. Ailem ben daha çok küçükken öldü ve ölmeden önce beni, abime emanet ettiler. Abimle birbirimizi çok seviyor ve birbirimize her bakımdan çok benziyorduk, bu yüzden kimseyle evlenmeden hayatlarımızın sonuna kadar beraber yaşamaya karar verdik. Evimiz hiç boş kalmazdı. Öylesine misafirperverdik ki dostlarımız ve komşularımız sık sık ziyaretimize gelirdi. Bir akşam şatomuza bir yabancı geldi ve gideceği yere henüz varamadığını söyleyerek gece bizim yanımızda konaklamak için izin istedi. Onu memnuniyetle buyur ettik. O da akşam yemeği boyunca anlattığı çeşit çeşit hikâyelerle bizi çok eğlendirdi. Abim bu yabancıyı öyle çok sevdi ki birkaç gün daha bizimle kalması için ısrar etti. O da biraz tereddüt ettikten sonra razı geldi. Geç saatlere kadar masadan kalkmadık. Misafirimize bir oda verdik. Ben de çok yorgun olduğumdan bir an önce yumuşak yatağıma uzanmak için sabırsızlanıyordum.
Hoş bir müzik sesi beni uyandırıncaya kadar azıcık uyumuş olmalıyım. Müziğin nereden geldiğini anlayamadığım için yan odada uyuyan hizmetçime seslenmek istedim ancak ne var ki o an bilinmeyen bir güç tarafından sesimin benden alındığını fark ettim. Göğsüme tonlarca ağırlık oturmuş gibi hissettim, en küçük bir ses bile çıkartamıyordum. O sırada gece lambamın ışığıyla aydınlanan odamın sıkıca sürgülü kapılarından, yabancının odama girdiğini gördüm. Yanıma geldi ve bana, beni uyandırmak için kendisine bahşedilmiş olan özel güçlerini kullanarak o güzel müziği çaldığını; bütün bunları bana olan sevgisini göstermek için yaptığını anlattı. Onun bu sihirli güçlerinden öylesine rahatsız oldum ki ona hiçbir karşılık veremedim. Bir süre benden olumlu bir cevap duyabilme düşüncesiyle sessizce durdu ancak ben sessiz kalmaya devam edince bunun intikamını alacağını ve beni cezalandıracağını söyleyerek odadan çıktı. Geceyi endişe içinde geçirip ancak sabaha doğru uyuyabildim. Uyandıktan sonra hemen abimin yanına koştum ancak onu odasında bulamadım. Hizmetçiler bana onun daha gün ağarmadan yabancıyla birlikte çıkıp gittiğini söylediler. Hemen aklıma kötü şeyler geldi. Hızlıca giyinip atımın eyerlenmesini emrettim. Hizmetçilerimden birini de yanıma alarak dörtnala ormana doğru gittim. Hizmetçim yolda atıyla beraber düştü ve atının ayağı kırıldığı için beni takip edemedi. Hiç durmadan yoluma devam ettim. Birkaç dakika sonra yabancının, boynunda tasma olan güzel bir geyikle birlikte bana doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm. Ona abimi nerede bıraktığını ve kocaman gözlerinden yaşlar akan bu geyikle ne yapmaya çalıştığını sordum. Bana cevap vereceğine kahkahalarla gülmeye başladı. Sinirden deliye dönerek tabancamı çıkartıp o korkunç canavara doğru ateşledim. Ancak kurşun onun göğsünden sekip atımın kafasına isabet etti. Yere düştüm ve yabancı beni bilinçsiz bırakan bazı sözcükler mırıldandı.
Tekrar gözlerimi açtığımda kendimi bu yer altı mağarasındaki cam tabutun içinde buldum. Sihirbaz tekrar geldi; abimi bir geyiğe çevirdiğini, yaşadığım şatoyu ve tüm içindekileri küçültüp diğer cam sandığın içine sığdırdığını, bütün halkımı ve arkadaşlarımı da dumana dönüştürüp cam şişelere hapsettiğini söyledi. Sonra da eğer onun isteğini yerine getirirsem her şeyi tekrar eski hâline getirmesinin hiç de zor olmadığını, tek yapması gerekenin şişeleri açmak olduğunu söyledi. İlk seferinde olduğu gibi fazla bir şey söylemedim. O da ortadan kayboldu ve beni burada derin bir uykuya hapsetti. Rüyalarımdan birinde, genç bir adamın gelip beni kurtaracağını görmüştüm ve bugün gözlerimi açtığımda karşımda seni gördüm. Rüyalarım gerçek oldu. O rüyada gördüğüm diğer şeyleri de gerçekleştirmeme yardım et. İlk olarak içine şatomun hapsedildiği diğer cam sandığı, şu büyük taşın üstüne koymalıyız.” demiş.
Bunu yaptıkları anda taş, üzerinde genç kız ve genç adamla birlikte tavandaki boşluktan yükselerek sonunda yeryüzüne çıkmış. Burada genç kız kapağı açmış; sandığın içindeki şato, evler ve çiftlikler inanılmaz bir hızla büyüyüp eski boyutlarına geri dönmüşler. Ardından genç kız ile terzi, yer altındaki mağaraya geri dönmüşler ve içi dumanla dolu cam şişeleri yüklenip yukarı çıkartmışlar. Kız, şişeleri açar açmaz içinden mavi bir duman çıkıp kendi halkına ve arkadaşlarına dönüşmüş. Boğa kılığındaki büyücüyü dövüşerek öldüren abisinin, insan hâline dönüp ormandan kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce sevinci kat kat artmış. Aynı gün, genç kız söz verdiği gibi şanslı terziyle evlenmiş.

Rapunzel
Bir zamanlar, tek dilekleri bir çocuk sahibi olmak olan bir karı koca varmış. Sonunda muratlarına ermişler, heyecanla minik bebeklerinin doğacağı günü bekliyorlarmış. Evlerinin arka penceresi, içinde birbirinden güzel sebze ve meyveler olan güzel bir bahçeye bakıyormuş. Bu güzel bahçe oldukça yüksek bir duvarla çevriliymiş ve kimse bu duvarın ötesine geçmeye cesaret edemezmiş çünkü duvarın ardında herkesin çok korktuğu, kötü kalpli bir cadı yaşarmış. Bir gün kadın, pencerede durup o bahçeye bakarken içi güzel evliya otlarıyla dolu bir saksı görmüş. Otlar öylesine taze ve yeşil görünüyormuş ki çok canı çekmiş ve birkaç gün boyunca şiddetli bir şekilde bu otlardan yemek isteğiyle dolup taşmış. Bu evliya otlarından birazcık bile yemesinin imkânsız olduğunu düşündükçe hasta düşmüş, sararıp solmuş.
Kocası, onun bu hâlinden endişelenerek: “Sevgili karıcığım, neyin var?” diye sormuş. Kadın: “Ah kocacığım, evimizin arkasındaki bahçede yetişen o güzel evliya otlarından yiyemezsem öleceğim.” demiş. Karısını çok seven adam: “Karımı kaybedeceğime gidip şu evliya otlarından biraz alabilirim. Bundan ne çıkar ki?” diye düşünmüş.
Alaca karanlık çöktüğünde adam gizlice duvara tırmanıp cadının bahçesine girmiş, bir tutam evliya otu kopartıp karısına götürmüş. Kadın hemen ottan bir salata yapmış ve iştahla yemiş. Ama ot öyle lezzetliymiş ki ertesi gün canı daha da fazla çekmiş. Kadının rahatlaması için adamın tekrar o duvarın diğer tarafına geçmesi gerekiyormuş. Gece yarısı adam tekrar bahçeye gitmiş, tam otları alıp duvara geri tırmanacakmış ki birdenbire önünde dikilen cadıyı görüp korkudan bembeyaz olmuş. Cadı, ona: “Ne cesaretle bir hırsız gibi gizlice benim bahçeme girip otlarımı çalarsın? Bu yaptığını çok kötü ödeyeceksin!” diye bağırmış.
Adam: “Lütfen biraz merhametli olun. Zorunda kalmasam yapmazdım. Karım pencereden bakarken sizin bahçenizdeki evliya otlarını görmüş ve öyle çok canı çekmiş ki! Birazcık yiyemeseydi ölecekti.” diye açıklamış.
Bunun üzerine cadı: “Eğer gerçekten dediğin gibiyse istediğin kadar evliya otu alabilirsin ama tek bir şartla. Dünyaya gelecek olan çocuğunuzu bana vereceksiniz. Ona, bir anne gibi bakacağım.” demiş.
Adam, o anki korkusuyla cadının istediği her şeye söz vermiş ancak çocukları doğduğunda cadı gerçekten gelerek evliya otu anlamına gelen Rapunzel ismini verdiği bebeği alıp götürmüş.


Rapunzel, dünyanın en güzel çocuğuymuş. On iki yaşına geldiğinde cadı onu ne merdivenleri ne de kapısı olan, ormanın ortasında bulunan bir kuleye kapatmış. Kulenin üst kısmında sadece küçük bir pencere varmış ve cadı kuleye çıkmak istediğinde kulenin altında durur: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağı sarkıt!” diye seslenirmiş.
Rapunzel’in altın gibi ışıl ışıl parlayan, güzel, uzun saçları varmış. Cadının sesini duyduğunda pencerenin kilidini açar, saçlarının bağını çözer, cadı tutunarak tırmanabilsin diye yirmi metre aşağıya sarkıtırmış.
Böyle birkaç yıl geçtikten sonra, günün birinde ormanda atıyla gezmekte olan bir prens kuleyi bulmuş. Kuleye yaklaştıkça billur gibi bir sesin, güzel bir şarkı söylediğini işitmiş; ses öyle güzelmiş ki olduğu yerde durup dinlemiş. Bu ses, yalnızlığını güzel şarkılar söyleyerek gidermeye çalışan Rapunzel’in sesiymiş. Prens onun yanına gitmek istemiş ama kulede tek bir kapı bile bulamamış ve evine dönmüş. Ne var ki duyduğu şarkı kalbine öyle işlemiş ki tekrar işitebilmek için her gün ormana gidip dinlemeye başlamış.
Bir gün yine bir ağacın altında dururken birden bir cadının kuleye yaklaştığını görmüş ve onu izlemeye başlamış. Cadı yine: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağı sarkıt.” diye seslenmiş.
Prens, Rapunzel’in saçlarını aşağıya sarkıtışını ve cadının kuleye tırmanışını görmüş. Kendi kendine: “Eğer kuleye çıkış yolu buysa, ben de tırmanıp şansımı deneyeceğim.” diye düşünmüş. Ertesi gün hava kararmaya başladığında kuleye gitmiş ve: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağı sarkıt.” diye seslenmiş. Rapunzel saçlarını sarkıtmış ve prens tutunarak kuleye tırmanmış.
Rapunzel daha önce hiçbir erkekle karşılaşmadığından yukarı tırmananın bir erkek olduğunu görünce çok korkmuş ancak prens onunla nazikçe konuşmaya başlamış ve ona, söylediği şarkının kalbine nasıl işlediğini, bu şarkıyı söyleyen kişiyi kendi gözleriyle görene kadar huzur bulamayacağı için geldiğini anlatmış. Rapunzel’in korkusu geçmiş. Prens, Rapunzel’e kendisiyle evlenmesini teklif ettiğinde Rapunzel onun ne kadar genç ve yakışıklı olduğunu görerek: “Kesinlikle onu yaşlı annem Gothel’dan daha fazla severim.” diye düşünerek prensin elini tutmuş. “Seninle gelmeyi yürekten isterim ancak buradan nasıl çıkacağımı bilmiyorum. Buraya her gelişinde ipekten bir ip getir ki o iplerden merdiven yapayım. Merdiven tamamlandığında onu sarkıtıp kuleden inebilirim. Sen de beni atına bindirir, buradan götürürsün.” demiş.


Yaşlı cadı kuleye gündüzleri geldiği için, prensin akşamları gelmesini kararlaştırmışlar. Rapunzel, yanlışlıkla bir gün: “Gothel anne, prens hızla yanıma çıkabiliyorken sen neden bu kadar yavaş tırmanıyorsun?” deyinceye kadar cadının olan bitenden hiç haberi olmamış.
Cadı sinirlenerek: “Neler diyorsun sen? Seni hain çocuk! Ben seni herkesten saklıyordum, sen bana ihanet ettin!” diye bağırmış.
Cadı, gözünü öfke bürümüş bir şekilde Rapunzel’i tutup büyükçe bir makasla o güzel saçlarını -kıt kıt- kesmeye başlamış. Cadı o kadar taş kalpliymiş ki Rapunzel’i büyük bir mutsuzluk duyacağı ve ızdırap çekeceği bu ıssız yerde bir başına bırakarak onu terk etmiş.
Cadı, aynı günün akşamı kuleye geri dönmüş ve saçları bir makaraya kopçalamış. Bu sırada prens kuleye gelmiş ve aşağıdan: “Rapunzel, Rapunzel! Saçlarını aşağıya sarkıt.” diye bağırmış.
Saçlar aşağıya salındıktan sonra prens tırmanmaya başlamış fakat karşısında çok sevdiği Rapunzel yerine parlayan, nefret dolu gözlerle kendisine bakmakta olan cadıyı bulmuş.
Cadı: “Aha!” diye bağırmış. Alaycı bir şekilde: “Buraya sevgilin için geldin ancak kuş artık kafesinde durmuyor ve şarkı söylemiyor; kedi, o kuşu kaptığı gibi aynı şekilde senin de gözlerini oyacak! Rapunzel senin için artık yok, bundan sonra onu hiçbir zaman göremeyeceksin.” demiş.
Prens üzüntüyle kendinden geçerek acı içinde kuleden atlamış. Cadıdan kurtulmuş fakat üzerine düştüğü dikenler gözlerini kör etmiş. Öylece, kör bir şekilde ormanda dolanıp durmaya başlamış. Dutlar ve bitki kökleri dışında hiçbir şey yemiyor, sevgilisini kaybettiği için ağlamak ve ağıt yakmak dışında hiçbir şey yapmıyormuş.
Prens, ta ki bir gün Rapunzel’in biri kız diğeri erkek olan ikiz çocukları ile yaşadığı ıssız yere gelinceye kadar birkaç yıl böyle sefil hâlde yaşamış. Önce tanıdık bir ses duyduğunu sanmış, sonra sese doğru yaklaşmış. Sevgilisini tanıyan Rapunzel, onu görünce boynuna sarılıp ağlamaya başlamış. Rapunzel’in gözyaşları prensin gözlerine değer değmez gözleri tekrar açılmış ve eskisi kadar iyi görmeye başlamış.
Sonra Rapunzel’i ve çocuklarını sarayına götürmüş; orada sonsuza dek birlikte, mutlu olarak yaşamışlar.

Ak Sakallı
Bir zamanlar, kızı olan bir kral varmış. Kral camdan bir dağ inşa ettirmiş ve kim bu dağı kayıp düşmeden aşarsa kızıyla evlenebileceğini ilan etmiş. Gönlünü kıza kaptırmış bir delikanlı, kraldan kızını istetmiş. Kral da: “Şu dağı düşmeden aşabilirse kızımla evlenebilir.” diye haber yollamış.
Bunun üzerine kız, delikanlıyla beraber yürümek istediğini ve düşecek olursa ona yardım edeceğini söylemiş. Gerçekten de oğlanla birlikte yürümüş ama yolun yarısına geldiklerinde ayağı kaymış. Aynı anda buz dağı açılmış ve kız içine düşüvermiş. Buz dağı hemen kapandığı için damat, onun nerede olduğunu görememiş. Oğlan o kadar çok ağlayıp sızlanmış ki! Kral da çok üzülmüş ve dağı kırdırtarak kızını çıkartabileceğini ummuş ama içine düştüğü yeri bir türlü bulamamışlar.
Bu arada kralın kızı, çok derin bir uçurumdan düşerek koskoca bir mağaraya gelmiş. Orada karşısına çok uzun, ak sakallı, yaşlı bir adam çıkmış. Kıza, hayatta kalmak isterse kendi karısı olup emredeceği her şeyi yapması gerektiğini söylemiş. Aksi takdirde onu öldürecekmiş. Kız, kendine söylenenleri yapmış.
O sabah adam, cebinden merdivenini çıkararak dağa yaslamış ve tırmanarak dağdan dışarı çıkmış. Sonra merdiveni yukarı, yani kendine çekmiş. Adamın yemeğini pişirmek, yatağını yapmak ve evi toplamak gibi işler de kıza düşmüş. Adam eve döndüğünde her defasında bir yığın altın ve gümüş getiriyormuş.
Yıllarca onun yanında yaşayan kız, zamanla çok yaşlanmış. Adam ona, “Kart Hanım” diye sesleniyormuş. O da adama, “Ak Sakallı” adını takmış. Adam bir seferinde dağdan çıktığında kadın, onun yatağını yapıp bulaşığını yıkamış. Sonra tüm kapı ve pencereleri sımsıkı kapamış, sadece içeriye ışığın sızdığı sürgülü bir pencereyi açık bırakmış.
Ak Sakallı geri döndüğünde kapıya vurarak: “Hanım, bana kapıyı aç!” diye seslenmiş. “Hayır, sana kapıyı açmam Ak Sakallı.” demiş kadın. O zaman adam şöyle seslenmiş:
Ak Sakallı eve döndü,
Ama yorgunluktan öldü.
Bulaşıkları yıka Kart Hanım,
Zaten ağrıyor her yanım.
Kadın: “Bulaşıkları çoktan yıkadım.” demiş. Adam:
Ak Sakallı eve döndü,
Ama yorgunluktan öldü.
Yatağımı yap Kart Hanım,
Zaten ağrıyor her yanım, diye yakınmış.
“Yatağını yaptım bile.” demiş kadın. Adam diretmiş:
Ak Sakallı eve döndü,
Ama yorgunluktan öldü.
Aç kapıyı be Kart Hanım,
Zaten ağrıyor her yanım.
Adam, evin etrafında dolaşmış. Derken açık bir delik görmüş ve kendi kendine: “Bakalım şu kadın içeride ne yapıyor, neden kapıyı açmak istemiyor?” diye söylenmiş. O, delikten içeri bakmak istediyse de uzun sakalı buna izin vermemiş. Bunun üzerine önce sakalını delikten aşağı sarkıtmış. O anda Kart Hanım çıkagelmiş ve deliği bir bantla öyle kapamış ki adamın sakalı içeride kalmış. Adam, canı yandığı için sızlanarak bağırmaya başlamış. Kendisini serbest bırakması için kadına yalvarmış.
Kadın, dağa çıkacağı merdiveni vermedikçe ona yardım etmeyeceğini söylemiş. Adam ister istemez merdivenin bulunduğu yeri söylemek zorunda kalmış. Bunun üzerine kadın, merdiveni çok uzun bir bez parçasıyla sürgülü pencereye sıkıştırmış. Sonra dağa yaslayarak tırmanmış ve yukarıya vardığında merdiveni de yukarı çekmiş. Hemen babasının yanına giderek başına gelenleri anlatmış.
Babası, kızını görünce çok sevinmiş. Damat adayı da hâlâ yaşıyormuş. Hep birlikte giderek dağı kazmışlar, Ak Sakallı’yı bütün altın ve gümüşleriyle birlikte bulmuşlar. Kral, Ak Sakallı’yı öldürtüp altın ve gümüşlerini almış. Kızı da bir zamanlarki damat adayıyla evlenmiş. Hepsi mutlu, zengin ve sağlıklı bir hayat yaşamışlar.

Çıra, Kömür ve Bakla
Köyün birinde yaşayan fakir, yaşlı bir kadın; bir gün pişirmek üzere bir tomar bakla toplamış. Ocağı yakmış ve daha çabuk yansın diye ateşe bir avuç çıra atmış. Baklalar tencerede kaynamaya başladığında içlerinden biri fırlayıp daha önceden yere düşmüş olan bir çıranın yanına yuvarlanmış. Hemen ardından da kızgın, kor kırmızısı bir kömür sıçrayıp bu ikiliye katılmış.
İlk lafa çıra girmiş ve: “Sevgili arkadaşlarım, buraya nasıl geldiniz?” diye sormuş.
Kömür: “Büyük bir şans eseri ateşten atladım yoksa çoktan ölmüştüm. Yanıp kül olmuştum.” demiş.
Bakla: “Ben de ucuz atlattım. Eğer yaşlı kadın beni fark etmiş olsaydı ben de diğer arkadaşlarım gibi çoktan kaynayıp pişmiş olacaktım.” demiş.
Çıra: “Ben de pek şanssız sayılmam aslında. Yaşlı kadın diğer arkadaşlarımı yakıp küle çevirdi. Altmış tanesini birden, bir çırpıda alıp ateşe atıverdi. Ben de kaşla göz arasında, kadının ellerinden kayıverdim.”


Kömür: “Peki şimdi ne yapacağız?” diye sormuş.
Bakla: “Bana kalırsa sağ salim canımızı kurtarabilecek kadar şanslı olduğumuza göre, birbirimize kenetlenip burada başımıza daha kötü şeyler gelmeden başka diyarlara gitmeliyiz.” demiş.
Diğer ikisi bu fikri beğenmiş ve vakit kaybetmeden hep birlikte yola koyulmuşlar. Derken bir dereye gelmişler. Ne bir taş ne de köprü görebildiklerinden, derenin diğer tarafına nasıl geçeceklerini bilememişler. Çıranın aklına birden güzel bir fikir gelmiş: “Ben boylu boyunca karşı kıyıya bir köprü gibi uzanayım, siz de üzerimden yürüyüp karşıya geçin.” demiş.
Çıra, bir kıyıdan diğerine boylu boyunca uzanmış. Kömür, hevesle hemen bu yeni köprünün üzerine atlamış ve ortasına kadar gelip de altında suların akmakta olduğunu görünce panikle olduğu yerde kalakalmış. Çıra da hâlâ köz olan kömürün sıcaklığına dayanamayıp iki parçaya ayrılarak suya düşmüş. Kömür de o anda kayarak suya düşer düşmez can vermiş.
Kıyıda durup olanları izlemekte olan bakla; gördükleri karşısında kendisini tutamayıp öyle çok gülmüş, öyle çok gülmüş ki sonunda ağzı yırtılıvermiş. O sırada derenin yanından geçmekte olan bir terzi, şans eseri yorulup da dinlenmek için durmasaymış sonsuza kadar da ağzı yırtık dolaşacakmış. Merhametli terzi iğnesini, ipliğini çıkartıp baklanın ağzını dikmiş. Bakla ona nazikçe teşekkür etmiş. Ne var ki terzi baklanın ağzını dikerken siyah iplik kullandığından o gün bugündür, bütün baklaların kenarları siyahtır.

Tavşanın Karısı
Güzel bir lahana bahçesinde kızıyla beraber yaşayan bir kadın varmış. Bir gün, tavşanın biri gelip bahçedeki bütün lahanaları yemiş. En sonunda kadın dayanamayıp kızına: “Bahçeye git de şu tavşanı kov.” demiş.
Kız da bahçeye girip: “Kışt! Kışt! Küçük tavşan, bütün lahanaları yeme.” demiş. Tavşan, kıza: “Gel, kuyruğuma otur da seni tavşan kulübeme götüreyim.” demiş. Ama kız kabul etmemiş.
Yine başka bir gün, tavşan bahçeye gelip de lahanaları yemeye başlayınca kadın tekrar kızına: “Bahçeye git de şu tavşanı kov.” demiş.
Kız da bahçeye girip: “Kışt! Kışt! Küçük tavşan, bütün lahanaları yeme.” demiş. Tavşan, kıza: “Gel, kuyruğuma otur da seni tavşan kulübeme götüreyim.” demiş. Ama kız kabul etmemiş. Tavşan bahçeye üçüncü kez gelip de yine lahanaları yemeye başlayınca kadın, kızına tekrar: “Bahçeye git de şu tavşanı kov.” demiş.
Kız da bahçeye girip: “Kışt! Kışt! Küçük tavşan, bütün lahanaları yeme.” demiş. Tavşan, kıza: “Gel, kuyruğuma otur da seni tavşan kulübeme götüreyim.” demiş. Bu sefer kız tavşanın kuyruğuna oturmuş ve tavşan, onu kulübesine götürmüş.
Tavşan, kıza: “Haydi işe koyul da biraz kepek ve lahana pişir. Ben de gidip düğün misafirlerini çağırayım.” demiş. Misafirlerin kim olduğunu bilmek ister misiniz? Ben de duyduklarımın yalancısıyım. Bütün tavşanlar gelmiş. Nikâhı kıyacak rahip rolünü karga üstlenmiş, tilki de zangoç olmuş, gökkuşağı da sunak yerine geçmiş. Ancak kız üzgünmüş çünkü yanında kimsesi yokmuş.
Tavşan: “Uyan uyan, düğün davetlileri o kadar neşeli ki!” demiş. Kız bir şey söylemeden ağladıkça ağlamış. Tavşan yine gelmiş: “Hadi kalk, misafirler acıktı.” demiş. Kız yine bir şey söylemeden ağlamaya devam etmiş. Tavşan çekip gitmiş. Sonra yine gelmiş: “Uyan uyan, misafirler seni bekliyor.” demiş. Kız yine bir şey demeyince tavşan tekrar gitmiş.
Sonra kız, samanlardan bir kukla yapmış ve ona kendi giysilerini giydirip kırmızı dudaklar çizmiş. Ardından onu kepek tenceresinin başına koyup eve, annesinin yanına gitmiş. Tavşan tekrar gelip: “Kalk! Kalk!” diyerek kuklanın kafasına vurmuş ki o anda kukla yere yığılmış. Tavşan, kızı öldürdüğünü sanarak çok üzülmüş ve oradan ayrılmış.

Tavşan ve Kirpi
Sevgili dostlarım, bu hikâye size uydurmaymış gibi gelebilir ama aslında gerçek. Büyükbabam onu anlatırken hep: “Oğlum eğer bu hikâye gerçek olmasaydı bunu sana anlatmazlardı.” derdi. Hikâye şöyleymiş:
Hasat zamanı, bir pazar sabahı; güneş gökyüzünde pırıl pırıl parıldarken, kara arpalar büyürken, doğu rüzgârı anız tarlasına doğru hafifçe eserken, arılar çiçeklerin arasında gezinirken, toygarlar gökyüzünde şarkılar söylerken, insanlar en güzel giysilerini giymiş ve mabetlerine gidiyorlarmış. Kâinattaki tüm yaratıklar mutluymuş. Kirpi de çok mutluymuş. Evinin kapısında, elleri belinde sabah esintisinin tadını çıkartırken diğer tüm kirpilerin böylesine güzel bir pazar sabahı yaptığı gibi bir yandan da bir şarkı mırıldanıyormuş.
Kendi kendine böyle şarkı söylerken, bir yandan da karısı çocuklarını yıkayıp kurularken, birden aklına tarlaya gidip turplarının ne durumda olduğuna bakmak gelmiş. Aslına bakılırsa turplar hemen evin yanında ekiliymiş. Ailece turp yemeye bayıldıkları için, onlara kendisininmiş gibi bakıyormuş. Söz ağızdan çıkar çıkmaz yapılmalıdır. Kirpi, evin kapısını kapatıp tarlaya gitmiş. Daha evden çok uzaklaşmadan turp tarlasının hemen dışındaki karaçalıyı döner dönmez, turplara bakmaya gelmiş olan bir tavşan görmüş.
Kirpi, tavşanı görünce içten bir selam vermiş. Kendisini saygıdeğer bir beyefendi sanan, son derece kendini beğenmiş tavşan, kirpinin selamına karşılık vermemiş ve ona küçümseyici bir tavırla: “Sabahın bu erken saatinde, bu tarlada ne diye dolaşıyorsun?” demiş.
Kirpi de: “Yürüyüş yapıyorum.” demiş. Tavşan gülerek: “Yürüyüş mü? Bence o bacaklarını daha faydalı işler için kullanabilirsin.” diye karşılık vermiş. En katlanamadığı şey, doğuştan çarpık olan bacaklarına birinin laf atması olan kirpi bu cevaba çok sinirlenmiş.
Bunun üzerine kirpi, tavşana: “Sen kendi bacaklarınla, benim bacaklarımla yaptığımdan daha çok şey mi yapabileceğini sanıyorsun?” demiş. Tavşan da: “Bu da benim düşüncem.” demiş.
Kirpi: “Bunu bir sınavla ölçebiliriz. Bahse girerim ki bir koşu yarışı yapsak ben seni geride bırakırım.” demiş.
Tavşan: “Bu çok komik! O kısacık bacaklarınla mı geçeceksin beni? Ama eğer gerçekten böylesine imkânsız bir hayalin varsa ben varım. Peki, neyine yarışıyoruz?” diye sormuş.
Kirpi: “Bir altın ve bir şişe büyülü içecek için yarışalım.” demiş. Bunun üzerine tavşan: “Kabul. Hemen başlayalım.” diye cevap vermiş. Kirpi de: “Hayır, olmaz; karnım çok aç, önce eve gidip kahvaltımı yapmalıyım. Yarım saat içinde yine burada buluşalım.” demiş.
Tavşan bu duruma çok memnun olmuş ve kirpi oradan ayrılmış. Yolda giderken kirpi: “Bu tavşan, uzun bacaklarına çok güveniyor ama ben ondan daha hızlı gidebilirim. Büyük olabilir ama çok aptal. Bana söylediklerini ona ödettireceğim.” diye düşünmüş.
Kirpi eve vardığında karısına: “Karıcığım, hemen giyinip benimle tarlaya gelmelisin.” demiş. Karısı, “Neler oluyor?” diye sorunca: “Tavşanla bir altın ve bir şişe büyülü içecek ödülüne bahse girdik. Onunla yarış yapacağım. Sen de yanımda olmalısın.” demiş. Karısı: “Aman Allah’ım, kocacığım. Sen aklını mı kaçırdın? Ne zorun vardı da tavşanla yarış yapmaya kalkıştın?” demiş. Kirpi: “Kapa çeneni, bu benim meselem. Sen bizim aramızdaki şeylere karışma. Git, giyin ve benimle gel.” diye çıkışmış.
Kirpinin karısı da ne yapsın, istese de istemese de kocasının dediklerini yerine getirmek zorunda kalmış. Yola çıktıklarında kirpi, karısına: “Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle. Bak şimdi, bu uzun araziyi yarış alanımız yapacağım. Tavşan bir çizgiden koşacak, ben diğerinden. Koşmaya yukarıdan başlayacağız. Bütün yapman gereken şu çizginin altında durmak ve tavşan diğer taraftaki çizginin sonuna geldiğinde ona: ‘Ben çoktan geldim!’ diye bağırmak.” demiş.
Tarlaya geldiklerinde kirpi, karısına duracağı yeri göstermiş ve yukarı doğru yürümüş. Yukarıya çıktığında tavşan zaten oradaymış. Kirpiyi görünce: “Başlayalım mı?” diye sormuş. Kirpi: “Elbette!” diye cevap vermiş.
Her biri kendi başlangıç çizgilerine geçmişler. Tavşan: “Bir, iki, üç, başla!” der demez bir anda tarladan aşağı şimşek hızıyla koşmaya başlamış. Ne var ki kirpi sadece üç adım atmış ve çizginin üzerine düşüp olduğu yerde kalakalmış. Tavşan, son hız arazinin sonuna vardığında kirpinin karısı onu: “Ben çoktan geldim!” diye bağırarak karşılamış. Tavşan hayrete düşmüş ve nasıl olduğunu da merak etmiş.
Kirpinin karısı da tıpkı eşine benzediğinden tavşan, kendisine seslenenin yarıştığı kirpi olduğunu sanmış. Ancak tavşan, “Bu işte bir haksızlık var.” diye düşünerek kirpiye: “Tekrar koşmamız gerek. Baştan yarışalım.” diye seslenmiş. Tavşan yine uçarcasına fırtına gibi fırlamış. Ama kirpinin karısı sessizce olduğu yerde kalmış. Tavşan, arazinin yukarısına vardığında bu sefer kirpinin kendisi: “Ben çoktan geldim!” diye seslenmiş. Hemen gerisinden gelen tavşan, sinirle: “Tekrar yarışmalıyız, tekrar koşmalıyız.” diye bağırmış.
Kirpi: “Tamam, istediğin kadar koşalım. Benim için fark etmez.” diye karşılık vermiş.
Bunun üzerine tavşanla kirpi yetmiş üç kez daha yarışmışlar ama her seferinde de kirpi onu yenmiş. Tavşan bir baştan diğer başa her vardığında ya kirpi ya da karısı: “Ben çoktan vardım!” diye sesleniyormuş.
Ne var ki yetmiş dördüncü seferde tavşan bitişe varamamış. Yolun ortasında yere yığılıvermiş. Ağzından burnundan kanlar gelmiş ve olduğu yere düşüp ölmüş.
Kirpi de yarışta kazandığı altını ve büyülü içeceğini alıp karısını da beklemekte olduğu yerden çağırarak mutluluk içinde evinin yolunu tutmuş. Eğer yaşıyorlarsa hâlâ oradalardır. İşte kirpinin tavşanla yarış yaparak onu Buxhetude Çalılığı’nda, ölünceye kadar koşturmasının hikâyesi böyledir. O gün bugündür hiçbir tavşan, bir Buxtehude kirpisiyle koşu yarışı yapmamıştır.
Bu hikâyeden alınacak ilk ders şudur ki: Bir kimse ne kadar büyük ve güçlü olursa olsun, kendisinden daha güçsüz bir kimseyle dalga geçmemelidir. Bu bir kirpi bile olsa. İkinci derse gelince: Bir erkek, evlenmek için kendisine tıpatıp benzeyen bir eş seçmelidir. Yani kim kirpiyse eşinin de kirpi olmasına dikkat etsin.

Köpek ve Serçe
Bir zamanlar bir çoban köpeği varmış. Sahibi, köpeğe öyle kötü davranırmış ki ona yeterli yiyecek bile vermezmiş. Köpek artık açlığa dayanamaz hâle geldiğinde üzülerek sahibini terk etmiş.
Yolda, bir serçeyle karşılaşmış. Serçe, ona: “Köpek kardeş, neyin var?” diye sormuş. Köpek de: “Çok açım ve yiyecek hiçbir şey bulamıyorum.” diye cevap vermiş. Bunun üzerine serçe, ona: “Benimle kasabaya gel. Sana bir sürü yiyecek bulacağım.” demiş.
İkisi beraber kasabaya gitmişler. Bir kasap dükkânına geldiklerinde serçe, köpeğe: “Sen burada kal, ben sana bir parça et getireceğim.” demiş. Serçe önce tabureyi gagalamış, sonra etrafına bakıp da kimsenin kendisini fark etmediğini görünce kancada asılı eti zar zor çekiştirip tezgâha düşürerek kenardan köpeğe doğru itivermiş. Köpek, eti kapıp bir köşeye götürmüş ve orada yemiş.
Sonra serçe, ona: “Şimdi benimle başka bir dükkâna gel, oradan da bir parça et alırsak belki açlığın biraz geçer.” demiş.
Köpek ikinci parça eti de yedikten sonra serçe: “Köpek kardeş, şimdi mutlu musun?” diye sormuş. Köpek: “Evet, ete yeterince doydum ama hiç ekmek yemedim.” diye cevap vermiş.
Bunun üzerine serçe: “Onu da yiyeceksin, şimdi gel benimle.” dedikten sonra onu bir fırıncı dükkânına götürüp birkaç somun ekmeği yere düşürene kadar gagalamış. Köpek daha fazla ekmek yemek istediği için, biraz daha ekmek alabilmek adına başka bir dükkâna gitmişler. Sonra serçe yine sormuş: “Köpek kardeş ya şimdi hâlinden memnun musun?”
“Evet, memnunum. Şimdi biraz kasabanın dışına yürüyelim.” diye cevap vermiş köpek.
Beraberce yürümeye başlamışlar. Hava sıcak olduğundan biraz yürüdükten sonra köpek: “Ben yoruldum ve biraz uyumak istiyorum.” demiş. Serçe de ona: “Tamam, uyu o zaman, ben de yanındaki dalda otururum.” demiş.
Köpek yolun kenarına kıvrılıp hemen uykuya dalmış. O sırada yoldan iki dolu fıçı taşıyan, üç atlı bir at arabası geçiyormuş. Arabanın, yolunu değiştirmeyip köpeğe çarpacağından korkan serçe: “Arabacı, dikkat et! Yoksa seni pişman ederim.” diye seslenmiş.
Arabacı: “Sen bana ne zarar verebilirsin ki?” diye söylenerek arabasını daha da hızlı bir şekilde köpeğin üstüne doğru sürmeye başlamış ve köpek, arabanın tekerlekleri altında kalıp ölmüş.
Bunun üzerine serçe: “Sen benim arkadaşımı öldürdün, bunun bedelini atların ve arabanla ödeyeceksin.” diye bağırmış.
Arabacı: “Atlarım ve arabam demek ha! Sen bana ne zarar verebilirsin, gerçekten merak ediyorum.” diyerek yoluna devam etmiş.
Serçe, arabanın örtüsünün içine süzülmüş ve fıçılardan birini kapağını düşürünceye kadar gagalamış. Arabacı farkına bile varmadan fıçıların içindeki pahalı içecekler yollara dökülmüş. Kısa bir süre sonra arkasına bakan arabacı, arabadan bir şeylerin damladığını görmüş ve kontrol edince fıçılardan birinin tamamen boşalmış olduğunu fark edip: “Eyvah, mahvoldum ben!” diye haykırmış.
Serçe: “Daha tam olarak mahvolmuş sayılmazsın.” diyerek uçup atlardan birinin kafasını ve gözünü gagalamış. Arabacı bunu görünce baltasını çıkartıp serçeye vurmaya çalışmış. Serçe tam o sırada havalanınca balta yanlışlıkla atın sırtına isabet etmiş. At, cansız bir hâlde yere düşünce adam: “Eyvah, işte şimdi mahvoldum!” diye haykırmış.
Serçe: “Yeterince mahvolmuş sayılmazsın daha.” dedikten sonra, geriye kalan iki atla yola devam eden arabanın örtüsünün altından süzülerek diğer fıçının kapağını çıkartmış ve kalan pahalı içecekler de yola akıp gitmiş. Arabacı bunu fark edince: “Eyvah, şimdi tam anlamıyla mahvoldum!” diye haykırmış.
Ama serçe: “Daha tam olarak mahvolmadın!” diyerek ikinci atın da kafasını ve gözlerini gagalamaya başlamış. Arabacı arkaya koşup da baltasını kaparak serçeye vurmak isterken serçe yine havalanmış ve balta yine atı öldürmüş. Arabacı, “Eyvah! Mahvoldum, bittim ben!” diye haykırdığında serçe yine: “Daha başına gelecekler bitmedi! Evde görüşürüz!” dedikten sonra uçmuş. Arabacı, arabasını öylece yolda bırakıp öfke içinde evine gitmiş. Karısına: “Ben ne kadar bahtsız bir adamım! Taşıdığım bütün pahalı içecekler yola döküldü, atlarımdan ikisi öldü.” demiş.
Kadın: “Ah kocacığım, buraya öyle korkunç bir kuş geldi ki! Yanında getirdiği binlerce kuşla beraber şimdi tarlamızdaki buğdaylarımızı talan ediyorlar.” demiş. Adam dışarı baktığında binlerce kuşun bütün buğdaylarını yemekte olduğunu görmüş. Ortalarında da serçe duruyormuş. Arabacı yine, “Ben mahvoldum, bittim!” diye haykırınca serçe tekrar: “Daha başına gelecekler bitmedi! Yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin.” demiş.
Sahip olduğu her şeyi kaybeden arabacı, içeri girip sefil ve öfke dolu bir hâlde sobanın arkasına oturmuş. Serçe, pencerenin pervazında durup içeri seslenmiş: “Arabacı, yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin!”
Arabacı baltasını kaptığı gibi serçeye fırlatmış. Pencere ikiye ayrılmış ama balta, serçeye değmemiş bile. Serçe içeri girmiş, sobayı gagalayarak: “Arabacı, yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin!” demiş.
Öfkeden deliye dönen adam baltayı önce sobaya, sonra da karşısına çıkan her şeye savurmaya başlamış. Balta, serçeye hiç dokunamamış ama evde ne var ne yoksa her şey paramparça olmuş. En sonunda adam serçeyi yakalayıp elinde tutmuş.
Karısı, “Onu öldürmeyecek misin?” diye sorunca adam: “Hayır, bu onun için çok kolay bir ölüm olur. Onu canlı canlı yutacağım.” demiş. Serçe, adamın burnunun dibinde çırpınırken dahi: “Arabacı, yaptıklarının bedelini canınla ödeyeceksin!” diye bağırıyormuş.
Sinirlenen arabacı, karısına: “Şu kuşa baltayla vur, öldür onu!” diye seslenmiş. Kadın baltayla vurmuş ama balta, kuşu ıskalayıp adamın kafasına denk gelmiş ve ölen, adam olmuş. Serçe ise çoktan uçup uzaklara gitmiş.

Bay Korbes
Bir horozla bir tavuk, bir gün beraberce geziye çıkmak istemişler. Horoz, dört kırmızı tekerleği olan güzel bir araba yapmış ve dört küçük fareyi de arabayı çekmeleri için dizginlemiş. Tavukla beraber arabaya binmiş ve yola çıkmışlar. Kısa bir süre sonra bir kediyle karşılaşmışlar. Kedi, onlara nereye gittiklerini sormuş. Horoz da: “Bay Korbes aradı. Oraya gidiyoruz.” diye cevaplamış.
Kedi: “Beni de götürün.” demiş.
Horoz da: “Tamam ama arkada oturman şartıyla.” demiş. Ardından şöyle dua etmiş:
Dönsün kırmızı tekerlekler,
Çeksin bizi fareler.
Arabamız doğruca gitsin,
Evine Bay Korbes’in.
Sonra bir değirmen taşı, bir yumurta, bir ördek, bir raptiye ve en sonunda da bir iğne onlara katılmış; hep birlikte yola devam etmişler.
Bay Korbes’ın evine geldiklerinde onu evde bulamamışlar. Fareler de arabayı ahıra sürmüşler. Horoz ve tavuk kirişe, kedi ise şöminenin yanına yayılmış; ördek suya girmiş; yumurta kendisini havluya sarmış; raptiye kendisini sandalyenin yastığına yerleştirmiş; iğne, yastıkların arasından yatağa atlamış ve değirmen taşı da kapının ağzına yerleşivermiş.
Sonra Bay Korbes eve gelmiş ve ateş yakmak için şömineye gitmiş ama kedi, adamın gözlerine kül fırlatmış. Koşarak yüzünü yıkamak için mutfağa gittiğinde ördek, yüzüne su atmış. Yüzünü tam havluyla kurulayacakmış ki yumurta kırılıp göz kapaklarını yapıştırmış.
Biraz dinlenmek için sandalyeye oturduğunda raptiye ona batmış, acısından yerinden fırlayarak kendisini yatağa attığı sırada yüzüne batan iğnenin acısıyla deli gibi koşturmaya başlamış. Evin kapısına geldiğinde değirmen taşı zıplayıp onu sıkıştırarak öldürmüş. Şu Bay Korbes da ne fena bir adammış meğer!

Serseriler
Horoz, tavuğa demiş ki: “Ceviz zamanı geldi, sincap gelmeden gidip biraz toplayalım!”
“Tamam ama önce biraz gönül eğlendirelim.” demiş tavuk. Beraber dağa çıkmışlar ve hava günlük güneşlik olduğu için akşama kadar orada kalmışlar. Fazla yemek yedikleri için eve yaya dönmek istemeyince horoz, ceviz kabuğundan bir araba yapmış. Araba tamamlanınca tavuk, arabaya binerek horoza: “Sen de arabayı çek!” demiş.
“Yok daha neler!” demiş horoz. “Arabayı çekeceğime yaya giderim daha iyi. Arabayı çekecekmişim! Biz böyle konuşmadık ki! Arabacı olurum, dizginler de bende olur, o zaman tamam ama arabayı çekemem!”
Onlar böyle tartışırken bir ördek çıkagelmiş: “Sizi gidi hırsızlar sizi! Ceviz bahçeme girmek için kimden izin aldınız? Ben size gününüzü gösteririm!” diye gagasını açarak horozun üstüne yürümüş.


Horoz boş durmayarak ördeğin karnına bir tekme attıktan sonra öyle bir saldırmış ki ördek özür dilemek zorunda kalmış ve arabayı çekmeye razı olmuş. Horoz, arabaya geçip oturmuş ve arabacı gibi ördeğe: “Deh deh, ördek! Yaylan bakalım!” diye bağırmış. Bir süre böyle yol aldıktan sonra, bir toplu iğne ile bir dikiş iğnesine rastlamışlar. İğneler: “Durun, durun!” diye seslenerek hava karardığı ve yol çok çamurlu olduğu için onları durdurmaya çalışmış. Horoz, çok zayıf oldukları ve fazla yer kaplamayacakları gerekçesiyle, kendilerine batmamaları şartıyla onları arabaya almış. Akşama doğru bir hana varmışlar. Hem gece yol alamayacaklarından hem de ördek yürüyemeyecek kadar yorgun olduğundan orada kalmışlar. Hancı, önce soylu kişiler olmadıklarını düşünerek onları içeri almak istememiş. Ama onlar tatlı dil dökünce hancı razı olmuş. Tavuğun yolda yumurtladığı yumurta ile ördeğin kendisinin olması şartıyla handa gecelemelerine izin vermiş. Bütün grup gece yıkanıp temizlendikten sonra oynayıp eğlenmişler.
Ertesi sabah gün doğarken ve herkes uykudayken horoz, tavuğu uyandırmış. Yumurtayı alıp kırarak güzelce yemişler, kabuklarını da ocağa atmışlar. Sonra da hâlâ uyumakta olan dikiş iğnesinin yanına gitmişler; onu hancının koltuk üzerinde duran yastığına, toplu iğneyi de havlusuna iliştirmişler. Sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi oradan çıkmışlar. Açık havada uyumayı sevdiği için avluda uyuyan ördek, derede yüzen hayvanların gürültüsünü duyunca uyanmış. Hepsi birden oradan kaçmışlar. Birkaç saat sonra hancı uyanıp yatağından kalkmış. Yüzünü yıkadıktan sonra havluyla kurulamak istemiş ama toplu iğne yüzüne batmış ve kulağına kadar çizmiş. Daha sonra mutfağa geçerek ocağı açmak istemiş ama ocağa yaklaştığında yumurta kabukları çıtırdayarak gözüne kaçmış.
“Bu sabah işler ters gidiyor!” diye öfkeyle söylenerek kendisini büyükbabasının koltuğuna bırakmış ama aynı anda, “Off!” diye haykırarak yerinden fırlamış. Dikiş iğnesi, başına değil de çok daha nazik bir yerine batmış! Çok sinirlenerek gece geç saatte gelen misafirlerinden şüphelenmiş. Gidip onlara bakmış ama hepsinin gittiğini fark etmiş. O günden sonra yiyip, içip, eğlenen ve para ödemeden giden serserilere bir daha kapıyı açmayacağına yemin etmiş.

Tavuğun Ölümü
Bir zamanlar horoz ile tavuk fındık dağına çıkmışlar ve önce kim bir fındık bulursa diğeriyle paylaşacağına dair söz vermiş. Tavuk kocaman bir fındık bulmuş fakat hiçbir şey söylememiş, hepsini kendisi yiyecekmiş fakat fındık tanesi o kadar büyükmüş ki yutamamış ve boğazına takılmış. Boğulacağım diye çok korkmuş. “Horoz!” diye bağırmış. “Olabildiğince hızlı koş ve bana biraz su getir yoksa boğulacağım!”
Horoz olabildiğince hızlı şekilde dereye koşmuş: “Dere, bana biraz su ver! Tavuk orada, boğazında kocaman bir fındıkla boğuluyor.” demiş. Fakat dere şöyle cevap vermiş: “İlk önce geline koş ve kırmızı ipeğinden iste.”
Horoz, geline koşmuş ve demiş ki: “Gelin! Bana bir parça kırmızı ipek ver, dere ona bir parça kırmızı ipek götürürsem bana biraz su verecek! Tavuk orada, boğazında koca fındık parçasıyla can çekişiyor, boğulmak üzere.”
Gelin şöyle cevap vermiş: “İlk önce git, söğütte asılı duran çelengimi getir.”
Horoz söğüde koşup ağaç dalından çelengi çekmiş ve geline getirmiş. Gelin ona kırmızı ipeği vermiş, horoz da onu dereye götürmüş. Dere de ona biraz su vermiş. Sonra horoz, suyu tavuğa getirmiş fakat ne yazık ki artık çok geçmiş, tavuk bu arada boğulup ölmüş.
Horoz üzüntüsünden hıçkıra hıçkıra ağlamış. Tüm hayvanlar toplanmış ve tavuğun yasını tutmuşlar. Zavallı tavuğu, altı farenin çektiği küçük bir araba ile mezarına taşımışlar. Horoz da onları dizginlemiş.
Yol üzerinde tilki ile karşılaşmışlar. “Selam, horoz!” diye bağırmış tilki. “Nereye gidiyorsun?”
“Tavuğumu gömmeye.” diye cevap vermiş horoz.
“Ben de gelebilir miyim?” demiş tilki.
“Evet, arkamızdan gelebilirsin.” demiş horoz. Tilki arkalarından takip etmiş; daha sonra onlara kurt, ayı, geyik, aslan ve ormandaki tüm hayvanlar eşlik etmiş. Bu tören alayı, bir dereye varana kadar ilerlemiş.
“Bunun üzerinden nasıl geçeceğiz?” diye sormuş horoz. Derede saman varmış ve demiş ki: “Siz üzerimden geçin diye, ben karşıya uzanırım.”
Fakat altı fare birden bu köprüye çıkınca saman kaymış ve suya düşüp boğulmuş. Bir kömür gelip karşıya uzanabileceğini ve onların da üzerinden geçebileceklerini söylemiş fakat suya dokununca çok geçmeden tıslamış, dışarı çıkmış ve ölmüş.
Bunu gören bir taş çok üzülmüş ve horoza yardım etmek istediğinden akıntıya karşı uzanmış. Horoz da içinde ölü tavuğun olduğu arabayı güvenli bir şekilde karşı tarafa geçirmiş ve arkasından takip edenleri de çekmeye başlamış fakat bu yük ona ağır gelince hepsi birbirinin arkasından suya devrilip boğulmuşlar.
Sonunda horoz, ölü tavukla baş başa kalmış; bir mezar kazıp onu oraya yatırmış, kendisi de bir tümsek yapıp üstüne oturmuş. O kadar çok yas tutmuş ki sonunda kendisi de ölmüş. Böylece hepsi birlikte ölüp gitmişler.

Baykuş
İki ya da üç yüzyıl önce, insanların bugünkü gibi hilekâr ve sahtekâr olmaktan çok uzakta olduğu zamanlarda, küçük bir kasabada, sıra dışı bir olay yaşanmış. Talihsizlik bu ya boynuzlu baykuş denen dev baykuşlardan biri; gecenin bir vakti kasaba ahalisinden birinin ahırına gelmiş. Gün ağardığında ne zaman ortaya çıkmaya kalksa korkunç feryatlar basan diğer kuşların korkusundan, yerinden ayrılmaya cesaret edememiş.
Uşak, sabah saman getirmek için ahıra girdiğinde bir köşede oturan baykuşu görünce o kadar paniğe kapılmış ki koşarak kaçıp efendisine, hayatında daha önce hiç görmediği ve hiç zorlanmadan bir insanı yiyip yutabilecek bir canavarın gözlerini devirerek ahırda oturduğunu söylemiş.
“Ben seni bilirim.” demiş efendisi. “Tarlalarda bir karatavuğun peşinden gidecek kadar cesaretin vardır fakat ölmüş bir tavuk gördüğünde eline bir değnek almadan yanına gidemeyecek kadar da korkaksındır. Bu ne tür bir yaratıkmış, gidip kendim bakayım.” diyen efendi, korkusuzca tahıl ambarına gidip etrafına bakmış. Ancak tuhaf, korkunç yaratığı kendi gözleriyle görünce en az uşağı kadar korkmuş. İki zıplayışta komşularına koşup bilinmeyen ve tehlikeli hayvana karşı kendisine yardım etmeleri gerektiğini, aksi takdirde eğer canavar kapatıldığı ahırdan kaçarsa tüm kasabanın tehlikede olabileceğini söylemiş.
Tüm sokaklarda büyük bir gürültü ve yaygara kopmuş; kasabanın erkekleri sanki bir düşmana doğru gidiyormuş gibi mızraklar, yabalar, tırpanlar ve baltalar ile donanmış. Köyün bütün ahalisi toplanmış. Pazar yerine doluştuklarında ahıra doğru ilerlemişler ve ahırın çevresini sarmışlar. Bunun üzerine aralarından en cesur olanlardan biri öne çıkmış ve mızrağını aşağı indirerek içeri girmiş. Fakat o da çığlıklar atarak ölü gibi soluk bir benizle hemen geri dönmüş ve tek bir kelime dahi etmemiş. İki kişi daha aynı şeyi göze almış fakat başarılı olamamışlar. Sonunda biri, savaşta yaptıklarıyla ünlü, çok güçlü bir adam öne çıkmış: “Canavarı sadece ona bakarak kaçıramazsınız, burada serinkanlı olmalıyız. Fakat hepinizin korktuğunu görüyorum ve aranızdan biri bile hayvanla karşılaşmaya cesaret edemiyor.”
Adam, kendisine birkaç zırh verilmesini emretmiş; bir kılıç, bir de mızrak getirtmiş ve kendisini bunlarla donatmış. Pek çoğu adamın hayatından endişe duysa da herkes onun cesaretini övüyormuş. Ahırın iki kapısı da açıldığı anda adam, çapraz kirişin ortasına tünemiş baykuşu görmüş. Bir merdiven getirtmiş ve tırmanmaya hazırlanmış. Herkes, böyle cesurca davrandığı için bağırıp çağırarak korkmamasını ve canavarı öldüren Kutsal George’u örnek almasını önermiş. Tam tepeye vardığında baykuş, adamın gözünü üstünde fark edince kalabalıktan ve bağrış çağrıştan sersemleyerek nasıl kaçacağını bilememiş. Gözlerini devirmiş, kanatlarını çırpmış, gagasını çıtırdatmış ve sert bir sesle: “Tuwhit, tuwhoo.” diye bağırmış.
“Canevinden vur! Canevinden vur!” diye bağırmış dışarıdaki kalabalık, yürekli kahramana. Adam: “Benim durduğum yerde duran herhangi birisi…” diye cevaplamış. “ ‘Canevinden vur!’ diye bağıramazdı!”
Adam, ayağını merdivenin bir basamak yukarısına attığı anda titremeye başlamış ve yarı baygın şekilde geri çekilmiş.
Artık bu tehlikeye karşı koyabilecek kimse kalmamış. “Canavar çatırdayarak, üzerine soluyarak aramızdaki en güçlü adamı zehirledi ve yaraladı! Biz de mi hayatlarımızı riske atalım?” diye bağrışmışlar.
Tüm kasabanın harap olmasını önlemek için ne yapılması gerektiğini görüşmek üzere bir konsey toplanmış. Uzunca bir süre hiçbir şey işe yarayacak gibi görünmemiş fakat sonunda belediye başkanı bir çare bulmuş.
“Bence hepimiz birleşip bu ahırın ve içindeki mısır, saman veya balyanın parası neyse sahibine verelim; sonra tüm ahırı ve de bu berbat hayvanı yakalım. Böylece kimse hayatını tehlikeye atmak zorunda kalmaz. Masrafı düşünmenin zamanı değil ve cimrilik yapmanın gereği yok.”
Bu fikre herkes katılmış. Ahırı, dört bir yandan ateşe vermişler ve içindeki baykuş acılar içinde yanmış. Buna inanmayan varsa gitsin, kendi gözleriyle görsün.

Muhteşem Çalgıcı
Muhteşem çalgıcı, hiçbir şey düşünmeden ormanda yürüyormuş. Her şeyi düşünüp de düşünecek başka hiçbir şeyi kalmayınca kendi kendine demiş ki: “Bu ormanda tek başıma sıkılıyorum artık, iyi bir yoldaş bulmalıyım.”
Sırtında asılı olan kemanını alıp ormanda yankılanacak şekilde çalmaya başlamış. Çok geçmeden ağaçlıktan bir kurt çıkagelmiş ve ona doğru hızla yürümüş.
“Ovv, bir kurt geliyor! Böyle bir yoldaş istediğim pek söylenemez.” demiş çalgıcı. Fakat kurt yakınlaşmış ve ona demiş ki: “Hey çalgıcı, ne kadar da güzel çalıyorsun! Ben de çalmayı öğrenmeliyim.”
“Elbette.” diye cevap vermiş çalgıcı. “Sadece, ben ne söylersem onu yapmalısın.”
“Elbette çalgıcı.” demiş kurt. “Bir öğrencinin öğretmenini dinlediği gibi, ben de seni dinleyeceğim.”
Çalgıcı, ona kendisiyle gelmesini söylemiş. Yolun bir kısmını birlikte gittikten sonra içi oyuk, ince ve ortasından ayrılmış eski bir meşe ağacına varmışlar. “Buraya bak.” demiş çalgıcı. “Nasıl keman çalınacağını öğrenmek istiyorsan ön ayaklarını bu yarığa koymalısın.”
Kurt itaat etmiş ama çalgıcı yerden aldığı taşla, bir hamleyle kurdun her iki pençesini de öyle hızlı sıkıştırmış ki kurt orada mahkûm kalmış.
“Ben geri dönene kadar orada kal.” demiş müzisyen ve uzaklaşarak yoluna devam etmiş.
Bir süre sonra adam yine kendi kendine demiş ki: “Burada, bu ormandan usandım; başka bir yol arkadaşı bulacağım kendime!”
Ardından kemanını alıp ormanın içinde çalmaya başlamış. Çok geçmeden ağaçlarından arasından sinsi sinsi yürüyen bir tilki çıkagelmiş.
“Ooo, oradan bir tilki geliyor!” demiş çalgıcı. “Böyle bir yol arkadaşı beklemiyordum.”
Tilki ona yaklaşmış ve demiş ki: “Oh sevgili çalgıcı, ne kadar da güzel çalıyorsun! Ben de nasıl çalınacağını öğrenmeliyim.”
“Çok kolay.” demiş çalgıcı. “Sadece sana ne söylersem onu yapacaksın.”
“Evet, çalgıcı.” diye cevap vermiş tilki. “Bir öğrencinin öğretmenine itaat ettiği gibi, ne söylersen yapacağım.”
“Beni takip et.” demiş çalgıcı ve yolun bir kısmını birlikte yürüdükten sonra, her iki tarafı yüksek bir çitle çevrili olan patikaya gelmişler. Sonra çalgıcı durup, yerdeki bir fındık ağacı dalının üstüne basıp dalı diğer tarafa bükmüş ve demiş ki: “Haydi küçük tilki, bir şey öğrenmek istiyorsan sol ön ayağını bana doğru uzat.”
Tilki söz dinlemiş ve çalgıcı onun ayağını sol taraftaki ağacın gövdesine bağlamış. “Tilki hazretleri, şimdi öbür ayağını uzat bakalım.” diyen çalgıcı, sonra onu da sağ taraftaki ağaca bağlamış. Düğümlerin sağlamlığını kontrol ettikten sonra ağaçları serbest bırakmış, iki ağaç da aynı anda doğrulurken tilkiyi havaya fırlatmış. Hayvan, ayaklarından bağlı hâlde debelenip dururken çalgıcı: “Ben geri dönene kadar orada bekle.” demiş ve yoluna devam etmiş.
Çok geçmeden yine kendi kendine demiş ki: “Bu ormanlıktan bıktım, usandım; başka bir yol arkadaşı edineceğim.”
Böylece kemanını almış ve sesi ormanda yankılanmış. Sonra bir yaban tavşanı çıkıvermiş karşısına.
“Ooo, bir yaban tavşanı geliyor!” demiş. “Ama istediğim bu değil ki.”
“Ah, sevgili çalgıcı.” demiş tavşan. “Ne kadar da güzel çalıyorsun! Ben de çalmayı öğrenmek isterim.”
“Öğrenmiş bil.” demiş çalgıcı. “Sadece sana ne söylersem onu yap.”
“Evet, çalgıcı.” diye cevap vermiş tavşan. “Bir öğrencinin öğretmenini dinlediği gibi, sana itaat edeceğim.”
Böylece, ta ki titrek bir kavağın bulunduğu açıklık bir alana gelene kadar yolun bir kısmını birlikte katetmişler. Çalgıcı, tavşanın boynunun etrafına uzun bir ip bağlamış ve diğer ucunu ağaca düğümlemiş.
“Şimdi cesaret, küçük tavşan! Ağacın etrafında yirmi kere koş!” diye bağırmış çalgıcı ve tavşan da buna uymuş. Yirminci turda ip, ağaç gövdesinin etrafından yirmi kez dolanmış ve tavşan oraya hapsolmuş. “Ben geri dönene kadar orada bekle.” demiş çalgıcı ve yürümeye devam etmiş.
Bu arada kurt uğraşmış, uğraşmış ve taşın bir kısmını ısırmış; o kadar uzun süre uğraşmış ki sonunda pençelerini kurtarabilmiş ve kendisini de oyuktan çıkarmış. Sinir ve öfkeyle dolu bir şekilde, çalgıcıya hesap sormak için hızlı hızlı peşinden gitmiş.
Tilki, kurdun koştuğunu görünce inildemeye başlamış ve olanca kuvvetiyle bağırmış: “Kurt kardeş, gel ve bana yardım et! Çalgıcı beni kandırdı!”
Bunun üzerine kurt dalları aşağı çekmiş, düğümleri ısırarak ikiye bölmüş. Tilki serbest kalınca çalgıcıdan öcünü almak için kurdun peşine takılmış. İkisi birlikte, hapsolmuş tavşanı bulmuşlar ve onu da aynı şekilde kurtarmışlar. Böylece, hepsi birden düşmanlarını aramaya koyulmuşlar. Çalgıcı, kemanını bir kez daha çalmış ve bu sefer daha şanslıymış. Ses, fakir bir oduncunun kulaklarına gidince adam hemen işini bırakmış ve kolunun altında baltasıyla müziği dinlemeye gelmiş.
“Nihayet olması gereken yol arkadaşı geliyor.” demiş çalgıcı. “İstediğim, bir insandı; vahşi hayvanlar değil.”
Çalgıcı, kemanını o kadar güzel çalmış ki fakir adam büyülenmiş bir hâlde kalakalmış; içi neşeyle dolmuş. Adam orada öylece dururken kurt, tilki ve tavşan gelmişler; adam hepsinin niyetinin kötü olduğunu fark etmiş. Sonra adam, parıldayan baltasını kaldırmış ve: “Çalgıcıya kim zarar vermeye çalışırsa kendine dikkat etse iyi olur çünkü önce benimle savaşması gerekecek.” dercesine çalgıcının önünde durmuş. Hayvanlar korkup ormana geri kaçmışlar ve çalgıcı adama minnettarlığını göstermek için bir kez daha kemanını çalarak yoluna devam etmiş.

Fare, Kuş ve Sosis
Bir zamanlar bir fare, bir kuş ile bir sosis; mükemmel bir huzur ve uyum içinde aynı evde yaşıyorlarmış. Her gün ormana uçup odun getirmek kuşun işiymiş, fare suyu çekip ateşi yakıyormuş ve masayı hazırlıyormuş, sosis ise yemek pişiriyormuş.
İnsan rahata kavuştu mu hep yeni bir şey ister ya! Bir gün kuş, yolunun üstünde başka bir kuşla karşılaşmış ve ona hayatının ne kadar mükemmel olduğunu anlatmış. Fakat diğer kuş ona, evdeki en zor işleri yapmakta olduğu için zavallı bir ahmak olduğunu söylemiş.
Fare, ateş yakıp suyu çekerken örtüyü serme zamanı gelene kadar küçük odasında dinlenmeye gitmiş. Sosis, saplı tencerenin yanında durup yemeklerin iyi pişip pişmediğine bakıyormuş. Akşam yemeğinden önce et suyuna çorbayı ve yahniyi koyulaştırmak, baharatını katmak ve tatlandırmak için üç ya da dört kere karıştırmış. Sonra kuş eve gelmiş, yükünü bırakmış ve iyi bir yemekten sonra yatağa gidip ertesi sabaha kadar uyumuş.
Fakat kuş, ertesi gün bir daha asla odun getirmeyeceğine dair bir karara varmış. Bugüne kadar onlara yeterince kölelik yaptığını ve şimdi bir şeyleri değiştirip yeni bir düzenleme yapmaları gerektiğini söylemiş. Farenin ve sosisin tüm söylediklerine rağmen kuş, kendi bildiğini okumuş. Bu yüzden onu sakinleştirmek için kura çekmişler ve kuraya göre artık sosis odunu getirecek, fare yemek yapacak, kuş su çekecekmiş.
Bilin bakalım ne olmuş? Sosis odun için dışarı çıkmış, kuş ateşi yakmış ve fare kâseyi yüklenmiş ama ertesi güne kadar sosisin odun getirmesini beklemişler. Fakat sosis o kadar uzun bir süre dönmemiş ki ona bir şey olduğunu düşünmeye başlamışlar.
Kuş, ondan herhangi bir iz olup olmadığına bakmak için uçarak yolun bir kısmını gitmiş. Çok uzaklaşmadan yolda sosise, avı gibi bakan bir köpekle karşılaşmış; köpek, sosisi kapıp yutuvermiş. Kuş, köpeğe alçak bir hırsız olduğuna dair bir sürü laf söylediyse de bu hiçbir işe yaramamış. Köpek kuşa, sosisin bir sahtekâr olduğunu ve dolayısıyla hayatını kaybetmeyi hak ettiğini söylemiş.
Sonra kuş, üzgün bir şekilde odunları almış ve eve kendisi taşımış. Tüm görüp duyduklarını fareye anlatmış. İkisi de tedirgin olmuşsa da birlikte yaşamaya devam etmişler. Kuş örtüyü seriyormuş, fare de yiyecekleri hazırlayıp sonunda sosisin yaptığı gibi tencereye koyuyor ve karıştırıp çorbayı tatlandırıyormuş. Fakat odunların alevlerine kapılınca önce kürkünden ve derisinden, en sonunda da canından olmuş.
Kuş, akşam yemeğini tabağa koymaya geldiğinde etrafta kimseyi görememiş. Odun yığını üzerindeki tencereye bakmış fakat aşçı oralarda da yokmuş. Kazara bir odun tutuşmuş, kuş söndürmek için aceleyle su getirmeye gittiğinde kovayı kuyuya düşürmüş. Ardından da kendisi düşmüş ve tekrar dışarı çıkamadığından orada boğularak can vermiş.

Masadaki Ekmek Kırıntıları
Köylünün biri, bir gün küçük yavru köpeklere demiş ki: “Salona gelin ve keyfinize bakın. Masadaki ekmek kırıntılarını yiyin, hanımınız birkaç ziyarette bulunmak için dışarı çıktı.”
Küçük köpekler de: “Hayır, hayır gelmeyeceğiz. Hanımımız bunu duyarsa bize kızar.” diye cevap vermişler. Köylü adam da demiş ki: “Onun haberi olmayacak. Gelin; en fazla size güzel yemek vermez, o kadar.”
Sonra küçük köpekler tekrar: “Yo, yo! O kırıntıları öylece bırakmalıyız, gelmemeliyiz.” demişler. Fakat köylü onları masaya götürene kadar öyle çok ısrar etmiş ki sonunda dayanamayıp, bir çırpıda ekmek kırıntılarını yiyip bitirmişler. O sırada hanımları gelmiş ve hemen sopasını da eline alıp köpekleri azarlamış. Evin dışına çıktıklarında küçük köpekler köylü adama, “Yap, yap, yap! Bak işte, ne olduğunu gördün mü?” diye sorunca köylü adam gülerek şöyle demiş: “Siz de böyle olmasını beklemiyor muydunuz zaten?”
Bu yüzden de köpekler bir daha eve girememişler.

Kedi ile Farenin Ortaklığı
Kedinin biri, bir fareye öylesine âşık olmuş ki sonunda fareyi kendisi ile birlikte yaşamaya ikna etmiş. “Kışa hazırlık yapmalıyız.” demiş kedi. “Yoksa açlıktan mahvoluruz ve sen küçük fare, çok hareket etmemelisin yoksa kapana yakalanabilirsin.”
Bu öneri mantıklıymış. Önce bir çanak yağ satın almışlar ama nereye koyacaklarını bilememişler. Uzun uzun düşündükten sonra kedi: “En iyisi bunu mabette saklayalım.” demiş. “Oraya gidip bunu çalmak kimsenin aklına gelmez! Mihrabın altına yerleştiririz, zorunda kalmadıkça biz de elimizi sürmeyiz!”
Fakat çok geçmeden kedi, yağı tatmak için yanıp tutuşmaya başlamış. “Dinle beni, küçük fare.” demiş. “Kuzenim, dünyaya getirdiği küçük oğluna vaftiz babası olup olamayacağımı sordu; kahverengi benekli, beyaz bir kedi. Vaftiz törenini bugün yapmak istiyorlar. Ben mabede gideyim, sen burada kal ki evi koru.”
“Ah evet, tabii ki.” diye cevap vermiş fare. “Sen dua etmeye git ve o güzel yemekleri yerken beni düşün.”
Ne var ki bunların hiçbiri doğru değilmiş. Ne kedinin kuzeni varmış ne de vaftiz babası olması istenmiş. Kedi, doğruca mabetteki küçük kâseye gitmiş. Yağı üzerinden yalamış. Sonra kasabanın çatılarında bir yürüyüşe çıkmış, tanıdıklarını görmüş. Küçük yağ kâsesini düşündükçe bıyıklarını yalamış ve sonra akşam olunca eve gitmiş.
“Nihayet geldin.” demiş fare. “Umarım hoş zaman geçirmişsindir.”
“Ooo, oldukça hoş.” diye cevaplamış kedi.
“Eee, çocuğa ne isim verdin?” diye sormuş fare.
“Üzerinden.” diye karşılık vermiş kedi, soğuk bir şekilde.
“Üzerinden!” diye bağırmış fare. “Eşsiz ve mükemmel bir isim bu! Ailenizde yaygın mı?”


“Ne önemi var?” demiş kedi. “Senin vaftiz çocuğununkinden daha kötü değil.”
Kısa bir süre sonra kedi tekrar aynı arzuyla yanıp tutuşmuş. “Senden yine bir şey isteyeceğim.” demiş fareye. “Bana bir iyilik yapar mısın? Bir günlüğüne evi tek başına korur musun? İkinci kez vaftiz baba olmamı istediler ve küçük olanının boynunda beyaz bir halkası olduğundan reddedemedim.”
İyi niyetli fare razı olmuş. Kedi, mabede varana kadar yol boyunca aşermiş ve doğruca yağ kâsesine gidip yarısını bir çırpıda mideye indirmiş. “Hiçbir şey birinin kendi payına düşen yemeği yemesi kadar lezzetli olamaz.” demiş, o gün yaptığından memnun kalarak. Eve vardığında fare, çocuğa ne isim takıldığını sormuş. “Yarısı Bitti.” diye cevap vermiş kedi. “Yarısı Bitti!” diye bağırmış fare. “Böyle bir isim hayatım boyunca duymadım! İddiaya girerim, takvimde bile yoktur.”
Çok geçmeden kedinin ağzı yine yağ için sulanmaya başlamış. “Tüm iyi şeyler, üçlü olarak yapılmalıdır.” demiş fareye. “Yine vaftiz baba olmamı istiyorlar. Küçük olan; beyaz ayaklı, kapkara bir kediymiş ve vücudunda tek bir beyaz tüy yokmuş; böyle bir şey nadir görülür, bu yüzden gitmeme izin verirsin, değil mi?”
“Üzerinden, Yarısı Bitti…” diye mırıldanmış fare. “Ne kadar da tuhaf isimler, pek de merak ettim!”
“Sürekli evde oturduğun için öyle.” demiş kedi. “Küçük, gri elbisenin içinde; tüylü kuyruğunla dünyayı hiç görmüyor ve bu tür şeylerden zevk almıyorsun.”
Kedi gidince küçük fare evi temizlemiş ve her şeyi düzene koymuş. Bu arada açgözlü kedi gitmiş ve küçük yağ kâsesini dibine kadar sıyırmış. “Şimdi hepsi bitti, aklım da kalmadı.” demiş, akşam olduğunda tüyleri parlak ve rahat bir şekilde eve gelmiş.
Fare hemen üçüncü çocuğa ne isim konduğunu sormuş. “Diğerlerinden pek de farkı yok, seni pek sevindirmeyecek.” diye cevaplamış kedi. “Hepsi Bitti.”
“Hepsi Bitti!” diye bağırmış fare. “Ne biçim bir isim o öyle, hiç duyulmamış! Hiç böyle bir şeyle karşılaşmadım! Hepsi Bitti! Ne anlama gelebilir ki?” demiş ve kafasını sallayarak etrafında döne döne uyumaya gitmiş. Bir daha da kediden vaftiz baba olması istenmemiş.
Kış geldiğinde dışarıda yiyebilecekleri pek de bir şey yokmuş, fare, depoladıkları yağı hatırlamış. “Gel kedi.” demiş. “Gidip yağ kâsemizi getirelim, eminim ne de güzeldir tadı!”
“Tabi ki de öyledir.” demiş kedi. “Ağız sulandıracak kadar güzeldir mutlaka!”
Yola koyulmuşlar ve oraya vardıklarında kâseyi bulmuşlar fakat kâse orada, öylece, bomboş duruyormuş.
“Oh, şimdi ne demek istediğini anladım.” diye bağırmış fare. “Şimdi ne biçim bir eş olduğunu anladım! Vaftiz baba olacağına hepsini yedin bitirdin; önce üzerinden, sonra yarısı bitti ve sonra da…”
“Diline hâkim ol!” diye bağırmış kedi. “Yoksa seni de bir çırpıda yerim!”
Zavallı, küçük fare: “Hepsi bitti!” diye bağıra bağıra dışarı çıkarken kedi, farenin üzerine zıplayıp onu da yiyivermiş. İşte bu da dünya hâlidir.

Örümcek ve Pire
Bir örümcek ile bir pire, evde birlikte oturuyorlarmış ve yumurta kabuğunda çaylarını demliyorlarmış. Bir gün örümcek çayı karıştırırken içine düşmüş ve haşlanmış. Bunun üzerine pire çığlık atmaya başlamış. Daha sonra kapı: “Neden çığlık atıyorsun, pire?” diye sormuş. “Küçük örümcek kendisini çay bardağında haşladı.” diye cevap vermiş pire.
Bunun üzerine kapı acılar içinde inler gibi gıcırdamaya başlamış. Köşede duran bir süpürge: “Neden gıcırdıyorsun, kapı?” diye sormuş.
“Nasıl gıcırdamayayım?” diye cevaplamış kapı. “Küçük örümcek kendisini haşlamış ve pire de ağlıyor!”
Derken süpürge canhıraş bir hâlde etrafı süpürmeye başlamış ki bir anda küçük bir el arabası gelip nedenini sormuş: “Nasıl süpürmeyeyim ki?” diye cevap vermiş süpürge.
Küçük örümcek kendisini haşlamış,
Pire ağlıyor,
Küçük kapı da acı ile gıcırdıyor.
Bunun üzerine küçük el arabası: “O zaman ben de koşacağım.” demiş ve tezek yığınını hızlıca geçerek koşmaya başlamış. Tezek yığını: “Neden koşuyorsun, küçük el arabası?” diye bağırmış. “Çünkü…” diye cevaplamış el arabası.
Küçük örümcek kendisini haşlamış,
Pire ağlıyor,
Küçük kapı acı içinde gıcırdıyor
Ve süpürge etrafı süpürüyor.
“O zaman…” demiş tezek yığını. “Ben de cayır cayır yanacağım.”
Derken tezeklerin yanında bir ağaç yetişmiş ve: “Küçük tezek yığını, neden yanıyorsun?” diye sormuş. “Çünkü…” diye cevaplamış tezek yığını.
Küçük örümcek kendisini haşlamış,
Pire ağlıyor,
Küçük kapı acı içinde gıcırdıyor,
Süpürge etrafı süpürüyor
Ve küçük el arabası koşturup duruyor.
Bunun üzerine ağaç: “O hâlde ben de sallanacağım!” diye bağırmış ve tüm yaprakları düşene kadar sallanmaya devam etmiş. Bir su sürahisiyle geçen küçük bir kız, ağacı sallanırken görmüş ve: “Neden sallanıyorsun, küçük ağaç?” diye sormuş. “Nasıl sallanmayayım ki?” demiş ağaç.
Küçük örümcek kendisini haşlamış,
Pire ağlıyor,
Küçük kapı acı içinde gıcırdıyor,
Süpürge etrafı süpürüyor,
Küçük el arabası koşturup duruyor
Ve tezek yığını yanıyor.
Sonra küçük kız: “Madem öyle, ben de sürahimi kıracağım.” demiş ve yere atıp onu kırmış.
Suyu çektiği derecik: “Neden sürahini kırıyorsun, küçük kız?” diye sormuş. “Neden kırmayayım ki?” diye cevaplamış küçük kız.
Küçük örümcek kendisini haşlamış,
Pire ağlıyor,
Küçük kapı acı içinde gıcırdıyor,
Süpürge etrafı süpürüyor,
Küçük el arabası koşturup duruyor,
Tezek yığını yanıyor
Ve küçük ağaç sallanarak yapraklarını döküyor. “Şimdi sıra
bende!”
“Ah, o zaman…” demiş derecik. “Ben de akmaya başlayayım.”
Akmış da akmış, aktıkça büyümüş de büyümüş ve sonunda küçük kızı, küçük ağacı, tezek yığınını, el arabasını, süpürgeyi, kapıyı, pireyi ve en sonunda da örümceği yutmuş.

Kurt ve Yedi Küçük Oğlak
Bir zamanlar yedi küçük yavrusu olan yaşlı bir keçi varmış ve bütün yavrularını büyük bir aşkla seviyormuş. Bir gün ormana gidip biraz yiyecek bulup getirmek istemiş. Dolayısıyla yedisini de çağırmış ve demiş ki: “Sevgili yavrularım, ormana gitmeliyim; kurda karşı tetikte olun eğer içeri girerse hepinizi -derinizi, saçınızı, her şeyi- bir çırpıda yer. Hain, genellikle kılık değiştirir fakat kart sesi ve siyah ayaklarından onu hemen tanırsınız.”
Çocuklar demiş ki: “Sevgili annemiz, kendimize iyi bakarız biz; endişelenmeden gidebilirsin.”
Daha sonra yaşlı keçi melemiş ve gönül rahatlığıyla yoluna gitmiş. Çok geçmeden biri evin kapısını vurmaya başlamış ve bağırmış: “Kapıyı açın, sevgili çocuklar, anneniz geldi ve her birinize bir şeyler getirdi.”
Fakat yavrular, kart sesinden bunun kurt olduğunu anlamışlar. “Kapıyı açmayacağız.” diye bağırmışlar. “Sen annemiz değilsin. Onun yumuşak ve hoş bir sesi var fakat senin sesin kart, sen kurtsun!”
Bunun üzerine kurt bir dükkâna gitmiş, büyük bir parça tebeşir almış, onu yemiş ve sesini onunla yumuşatmış. Sonra geri gelmiş, evin kapısını çalmış ve bağırmış: “Kapıyı açın, sevgili çocuklar, anneniz geldi ve her birinize bir şeyler getirdi.”
Fakat kurt, kara pençelerini pencereye uzatmış olduğundan çocuklar bunları görüp bağırmış: “Kapıyı açmayacağız, annemizin seninki gibi kara ayakları yok! Sen kurtsun!”
Sonra kurt bir fırına koşmuş ve demiş ki: “Ayaklarımı acıttım, üzerine biraz hamur sür.”
Fırın ustası ayaklarına hamur sürünce değirmenciye gitmiş ve demiş ki: “Ayaklarımın üzerine biraz beyaz un serp.”
Değirmenci: “Kurt, birini kandırmak istiyor.” diye düşünerek reddetmiş. Fakat kurt demiş ki: “Eğer bunu yapmazsan seni bir çırpıda yerim.”
Değirmenci korkmuş ve kurdun pençelerini beyazlatmış.
Alçak kurt üçüncü kez evin kapısına gitmiş ve kapıyı çalıp demiş ki: “Kapıyı açın, sevgili çocuklar, anneniz geldi ve ormandan her birinize bir şeyler getirdi.”
Küçük çocuklar: “Eğer sevgili küçük annemizsen bize ilk olarak pençelerini göster.” diye bağırmışlar. Pençelerini pencereye koymuş ve çocuklar beyaz olduklarını görünce söylediği her şeyin doğru olduğuna inanmış ve kapıyı açmışlar. Fakat gelen, kurttan başkası değilmiş!
Yavrular dehşete kapılarak saklanmak istemişler. Biri masanın altına fırlamış, ikincisi yatağın içine, üçüncüsü sobaya, dördüncüsü mutfağa, beşincisi dolaba, altıncısı bulaşık tasına ve yedincisi saatin içine. Fakat kurt hepsini bulmuş, hiç merhamet göstermeden birbiri ardına hepsini yutmuş. Tek bulamadığı yavru, saatin içindeki en küçük olanıymış. Kurt iştahını bastırınca inzivaya çekilmiş, yeşil çayırlardaki bir ağacın altına uzanıp uyumaya başlamış.
Kısa süre sonra anne keçi, ormandan eve dönmüş. Bir de ne görsün! Evin kapısı sonuna kadar açıkmış. Masa, sandalyeler ve koltuklar altüst olmuş, bulaşık tası parçalara ayrılmış, kilim ve yastıklar yataktan çekilmiş. Çocuklarını aramış fakat hiçbir yerde bulamamış. Tek tek isimlerini bağırmış fakat hiçbiri cevap vermemiş. Sonunda yumuşak bir ses bağırmış: “Sevgili anne, saat kutusunun içindeyim.”
Anne, evladını dışarı çıkartınca o da annesine kurdun geldiğini ve diğerlerinin hepsini yediğini anlatmış. Annenin zavallı çocukları için nasıl gözyaşı akıttığını tahmin edebilirsiniz. Nihayet büyük acı içinde dışarı çıkmış ve en küçük yavru da onunla koşmuş. Çayıra geldiklerinde kurdu, ağacın yanında uzanır hâlde bulmuşlar. O kadar yüksek sesle horluyormuş ki dallar sallanıyormuş. Her köşeden ona bakınca karnında bir şeylerin hareket ettiğini görünüyormuş. “Ah, Tanrı aşkına!” demiş. “Akşam yemeği niyetine midesine indirdiği zavallı çocuklarımın hâlâ hayatta olması mümkün mü?”


Sonra yavru eve koşup makas, iğne ve iplik getirmiş. Keçi, canavarın karnına güç bela bir kesik atabilmiş ki küçük bir yavru kafasını dışarı uzatmış. Daha da kestiğinde altısı birden, canlı canlı dışarı fırlamışlar. Canavar, büyük bir açgözlülükle onları bütün olarak yuttuğundan herhangi bir şekilde yaralanmamışlar da. Öyle mutlu bir anmış ki bu! Sonra yavrular sevgili annelerini kucaklamışlar.
Anneleri demiş ki: “Şimdi gidin ve birkaç büyük taş bulun, hain hayvan uyurken midesini taşlarla dolduracağız.”
Bunun üzerine yedi yavru, hızlıca çevredeki taşları toplayıp kurdun midesini alabildiğine taşla doldurmuşlar; anneleri, hiçbir şeyin farkına varmasın ve bir daha asla canlanmasın diye aceleyle onun midesini tekrar dikmiş. Kurt, sonunda uykusundan uyanınca ayaklarının üzerine basmış ama midesindeki taşlar onu o kadar susatmış ki bir kuyuya gidip su içmek istemiş. Fakat yürümeye ve hareket etmeye başlayınca midesindeki taşlar birbirine çarpmış ve şakırdamış. Sonra kurt:
Midem sanki taşla doldu,
Takır tukur çarpa çarpa,
Yediğim altı yavru,
Nasıl da dönüştü taşa! diye bağırmış.
Kuyuya varınca suya doğru eğilmiş ve tam su içmek üzereyken, ağır taşlar onun dengesini kaybederek suya düşmesine neden olmuş. Hiç yardım eden de olmayınca sefil bir şekilde boğulmuş. Yedi yavru bunu görünce koşarak oraya gelmişler ve yüksek sesle: “Kurt öldü! Kurt öldü!” diye bağırarak, anneleriyle dans ederek eğlenmişler.

Kurt ve Tilki
Bir zamanlar bir kurt ile bir tilki birlikte yaşıyorlarmış. Zayıf olan tilki tüm zor işleri yapmak zorundaymış. Bu durum da onu arkadaşından ayrılması için tetikliyormuş. Bir gün, çalılığın yanından geçerken kurt demiş ki: “Kızıl tilki, bana yiyecek bir şeyler getir yoksa seni yerim.”
Tilki: “Bir çift körpe kuzunun olduğu bir yer biliyorum, istersen gidip bir tanesini getiririz.” demiş. Bu, kurdun hoşuna gitmiş. Beraber yola koyumuşlar. Tilki, kuzulardan bir tanesini çalıp kurda getirmiş ve sonra arkadaşının yemesi için bırakıp gitmiş.
Bununla yetinmeyen kurt, diğer kuzuyu da gidip almak istemiş. Çok hantal olan yaşlı kuzu onu görmüş ve bağırmaya başlamış. Öyle acı melemiş ki çiftlik halkı koşarak ne olduğunu görmeye gelmiş. Orada kurdu bulunca onu acımasızca dövmüşler. Kurt, uluyarak ve topallayarak tilkiye dönmüş: “Aynı senin yaptığın gibi ben de diğer kuzuyu almaya gittim fakat çiftçiler beni buldu ve neredeyse öldürüyorlardı.” demiş.
“Neden bu kadar açgözlüsün ki?” demiş tilki.
Ertesi gün yine tarlaya gitmişler. “Kızıl tilki!” demiş kurt. “Çabuk bana yiyecek bir şey getir yoksa seni yerim!”
“Peki.” diye cevap vermiş tilki. “Kadınların bu akşam gözleme yapacağı bir çiftlik biliyorum, gidelim ve birazcık alalım.”
Birlikte çiftliğe gitmişler ve tilki evin etrafında fır dönmüş. O kadar uzun süre dikizleyip koklamış ki sonunda yemeğin nerede olduğunu bulmuş ve sessizce altı gözlemeyi kaparak kurda götürmüş.
“İşte sana yiyecek bir şeyler.” demiş ve sonra uzaklaşmış. Kurt, kısa zaman içinde altı gözlemeyi yutmuş ve demiş ki: “Birazcık daha olsa hayır demem.”
Kendisi gidip de tabağı raftan aşağı çektiğinde bin parçaya bölünen tabak, öyle bir gürültü çıkartmış ki çiftçinin karısı durumu fark etmiş. Kurdu gören kadının çığlığı üzerine herkes kaptığı sopa ve silahlarla oraya gelmiş. Sonunda kurt, güç bela hayatını kurtarmış ancak öyle berbat bir dayak yemiş ki tilkinin olduğu çalılığa topallaya topallaya, zorlukla gelebilmiş.
“Beni sürüklediğin kötülüğe de bak.” demiş kurt, tilkiyi görünce. “Çiftçiler beni yakaladı ve neredeyse derimi yüzüyorlardı.”
“İyi de neden bu kadar açgözlüsün ki?” diye karşılık vermiş tilki.
Bir süre sonra kurt, neredeyse güçlükle topalladığı hâlde: “Kızıl tilki, bana yiyecek bir şeyler getir yoksa seni yerim!” demiş.
“Peki.” demiş tilki. “Kasaplık yapan bir adam biliyorum. Tüm eti kilerinde, tuzlanmış bir şekilde bekletiyor. Gidip onu alalım.”
“Tamam.” demiş kurt. “Seninle geleceğim ama eğer bir şey olursa paçayı kurtarmama yardım etmelisin.”
Tilki önde kurt arkada yürümüş, sonunda bolca etin bulunduğu kilere gelmişler. Kurt, etlere hemen açgözlülükle saldırmış, kendi kendisine: “Burada acele etmenin gereği yok.” diye mırıldanırken. Tilki, o yemeğini yerken kurdun hâlâ içeri girdikleri delikten geçebilecek kadar zayıf olup olmadığını anlamak için sık sık gidiyor, deliğe bakıp geliyormuş.
“Arkadaşım tilki.” demiş kurt. “Neden bu kadar huzursuzsun ve neden böyle sebepsiz koşup duruyorsun, lütfen söyle bana.”
“Olur da biri gelirse diye, dışarıyı gözetliyorum.” cevabını vermiş kurnaz tilki. Ardından tilki, kurda: “Gel artık, yeterince yedin.” demiş. Kurt ise: “Hiçbir yere gitmiyorum. Burayı boşaltmadan gitmek aptallık olur!” diye cevap vermiş.
Bu arada tilkinin koşuşturduğunu duyan çiftçi, ne olup bittiğini görmek için kilere gelmiş. Tilki, adamı görür görmez bir hoplayışta delikten kaçarak ormana doğru gitmiş. Kurt, tilkinin peşinden gitmeye çalıştıysa da açgözlülüğünden o kadar şişmiş ki deliğe sıkışıp kalmış. Kasap da sopasıyla onu, oracıkta öldürmüş. Tilki güvenli bir şekilde ormana ilerlerken açgözlü, yaşlı kurttan kurtulmanın sevincini yaşıyormuş.

Kurt ve Adam
Tilkinin biri, bir gün kurtla insanlar hakkında konuşuyormuş. “Hiçbir hayvan…” demiş. “İnsana karşı koyamaz. Onlara karşı durmak için kurnaz olmak gerek.”
Kurt ise: “Ola ki bir insan görürsem hemen ona saldırırım.” demiş. Tilki de böyle bir durumda ona yardım edeceğini söylemiş. “Yarın erkenden bana gel, sana nasıl olduğunu göstereceğim!” diye ilave etmiş tilki.
Tilki, erken uyanan kurdu ormanda her gün bir avcının geçtiği yola götürmüş. İlk önce eski, yaşlı bir asker gelmiş. “Bu bir insan mı?” diye sormuş kurt. “Hayır.” diye cevaplamış tilki. “Bir insandı.”
Sonra okul yolunda küçük bir erkek çocuğu belirmiş. Kurt yine: “Bu bir insan mı?” diye sormuş. “Hayır, insan olacak.” diye cevap vermiş tilki.
Sonunda sırtında silahı ve yanında av bıçağı ile bir avcı görünmüş. Tilki, kurda: “Bak! Bir insan geliyor. Ona saldırabilirsin ancak ben deliğime kaçacağım!” demiş.
Kurt, kendisini görünce: “Hay aksi! Tüfeğimde mermi yok!” diyen adama hiç düşünmeden saldırmış. Avcı, silahını kurdun yüzüne ateşlemiş. Kurt yüzünü ekşitmiş fakat öyle kolay kolay korkmamış ve tekrar saldırmış. Sonra avcı ona ikinci kez ateş etmiş. Yara almayan kurt, avcıya yeniden saldırmış. Adam, parlak avcı bıçağını çıkarmış ve kurda koca bir kesik atmış. Kurt, kanlar içinde tilkiye koşmuş.
“Peki, kurt kardeş.” demiş tilki. “İnsanla anlaşabildiniz mi?”
“Ne yazık ki!” demiş kurt. “İnsanın böylesine güçlü olabileceğini hiç düşünmemiştim. İlk önce omuzundan bir sopa çıkardı ve üfledi, korkunç şekilde gıdıklayan bir şey yüzüme çarptı, sonra tekrar ona üflediğinde tıpkı bir dolu gibi gözlerime ve burnuma geldi. Sonra vücudundan parlak bir kaburga çıkardı ve beni ölüden beter hâle getirinceye kadar bana salladı.”
“İşte görüyorsun.” demiş tilki. “Ne çok böbürleniyordun. Bak, sonunda baltayı yanlış taşa vurdun!”

Kurt Gossip ve Tilki
Dişi kurt, bir yavru doğurmuş ve tilkiden vaftiz babası olmasını istemiş. “Ne de olsa yakın akrabalarımızdan biri.” demiş. “Algısı iyi ve pek de yetenekli, küçük oğluma ders verebilir ve büyüdüğünde ona yardım edebilir.”
Tilki de oldukça dürüst davranmış ve demiş ki: “Değerli Bayan Gossip, bana bahşettiğiniz bu onurdan dolayı teşekkür ederim; ben de öyle şeyler yapacağım ki karşılığını alacaksınız.”
Tilki, törenden sonra: “Sevgili Bayan Gossip, çocuğa bakmak bizim görevimiz; onu güçlü kılacak, iyi şeyler yemesini sağlamalıyız. Gidip lezzetli bir parça et alıp getirebileceğimiz bir ağıl biliyorum.” demiş. Kurt memnun olmuş ve tilkiyle çiftliğe doğru yola koyulmuş. Tilki uzaktan ağılı göstermiş ve: “Sen görünmeden oraya sürünerek girebilirsin, bu arada ben de bir tavuk kapıp kapamayacağımı görmek için diğer tarafa bakacağım.” demiş ancak söylediğini yapmak yerine, ormanın girişinde oturup dinlenmiş.
Dişi kurt ağıla doğru sürünmüş. Orada, yerde yatan köpek öyle bir gürültü koparmış ki çiftçiler koşarak gelmişler ve Kurt Gossip’i yakalayıp güçlü, yakıcı bir karışımı tepesinden dökmüşler. Sonunda kurt, zar zor kaçmış.
Tilki yakınıyormuş gibi davranarak orada uzanıyormuş ve demiş ki: “Ah Sevgili Bayan Gossip! Ne kadar da hastalandım, çiftçiler bana saldırdı ve tüm bacaklarım kırıldı; olduğum yerde kalıp, çürüyüp gitmemi istemiyorsan beni alıp götürmelisin.”
Kendisi güç bela yürüyen dişi kurt, tilki için endişelendiğinden onu sırtına alıp yavaş yavaş da olsa sağ salim eve taşımış. Sonra tilki, kurda: “Elveda Bayan Gossip, dilerim yanıkların acımıyordur.” diye alaycı bir şekilde gülerek koşa koşa uzaklaşmış.

Kırmızı Başlıklı Kız
Bir zamanlar herkes tarafından çok sevilen, tatlı mı tatlı, küçük bir kız varmış. Annesi, kızına kırmızı kadifeden bir başlık dikince kız, başka bir şey giymez olmuş; bu yüzden de insanlar ona Kırmızı Başlıklı Kız demişler.
Bir gün annesi ona: “Gel Kırmızı Başlıklı Kız, bu kekleri ve şurup şişesini büyükannene götür; zayıf düşmüş ve hasta. Bunlar ona iyi gelecek. Acele et ve iyice sıcak bastırmadan yola koyul, sakın koşma yoksa düşüp şurup şişesini kırarsın ve büyükannene içebileceği bir şurup kalmaz. Odasına girince ‘günaydın’ demeyi unutma.” demiş.
“Sen merak etme anneciğim.” demiş Kırmızı Başlıklı Kız ve yola koyulmuş. Büyükannesi ormanda, köyden yarım saatlik bir yürüme mesafesi uzaklıkta yaşıyormuş. Kırmızı Başlıklı Kız, ormana varınca kurtla karşılaşmış fakat kurdun ne kadar kötü bir hayvan olduğunu bilmediği için korkmamış.
Kurt: “İyi günler, Kırmızı Başlıklı Kız.” demiş.
“Çok teşekkürler, kurt.” diye cevaplamış Kırmızı Başlıklı Kız.
“Bu kadar erken saatte nereye gidiyorsun Kırmızı Başlıklı Kız?”
“Büyükanneme.”
“Önlüğünün altında ne taşıyorsun?”
“Kek ve şurup; büyükannem çok bitkin ve hasta. Bunlar ona iyi gelecek, onu güçlendirecek.”
“Büyükannen nerede yaşıyor Kırmızı Başlıklı Kız?”
“Buraya on beş dakikalık yürüme mesafesinde; evi, üç meşe ağacının altında. Fındık ağacı çalılıklarından, orayı biliyor olabilirsin.” demiş Kırmızı Başlıklı Kız.
Kurt kendi kendine düşünmüş: “Bu saf küçük kız, lezzetli bir lokma olabilir; mutlaka tadı da yaşlı olandan daha iyidir; bir şekilde ikisini de kandırıp yemenin bir yolunu bulmalıyım.”
Kurt, bir süre Kırmızı Başlıklı Kız’a eşlik ettikten sonra demiş ki: “Kırmızı Başlıklı Kız! Etrafındaki şu güzel çiçeklere bir bak, kuşların şarkısını dinlediğini hiç sanmıyorum, okula doğru yürüyormuş gibi yanlarından geçip gidiyorsun. Oysa bunlar, bu ormanın enfes sesleridir.”
Kırmızı Başlıklı Kız etrafına bir bakınca ağaçların üzerinden oraya buraya vuran güneş ışınlarını ve her yerde açan muhteşem çiçekleri görmüş, kendi kendine: “Küçük bir çiçek demetini büyükanneme götürsem çok memnun olur. Hem zaten şu an çok erken, nasıl olsa oraya hemen varırım.” diye düşünmüş ve çiçek toplayarak ormanda koşuşturmaya başlamış.


Bir tane kopardıktan sonra ötede çok daha güzelini görünce ormanın derinliklerine doğru, gitgide uzaklaşmış. Meğer kurt, doğruca büyükannenin evine gitmiş ve kapıyı çalmış. “Kim o?” diye bağırmış büyükanne.
“Kırmızı Başlıklı Kız!” diye cevap vermiş kurt. “Sana biraz kek ve şurup getirdim. Lütfen kapıyı aç.”
“Mandalı kaldır.” diye bağırmış büyükanne. “Kalkacak dermanım yok.”
Kurt, mandalı kaldırmış ve kapı sonuna kadar açılmış. İçeri girer girmez büyükanneye saldırmış ve tek bir kelime dahi etmeden onu yemiş. Sonra onun kıyafetlerini giyip, şapkasını takıp yatağa uzanmış ve yorganı üstüne çekmiş. Kırmızı Başlıklı Kız tüm bu süre zarfında çiçeklerin peşinden koşturuyormuş, artık taşıyamayacak kadar çok çiçek topladığında büyükannesini hatırlamış ve ona gitmek üzere yola koyulmuş. Kapıyı açık bulunca çok şaşırmış. İçeri girdiğinde tuhaf bir şey hissetmiş ve kendi kendisine: “Aman Allah’ım, ne kadar da huzursuzum. Oysa bu sabah büyükanneme geleceğim için çok mutluydum!” diye düşünmüş.
Kız: “Günaydın!” demiş ama cevap alamamış. Sonra yatağa doğru gitmiş ve yorganı çekmiş. Büyükannesi orada, şapkası gözlerinin üzerine düşmüş hâlde uzanıyormuş. Oldukça da tuhaf görünüyormuş.
“Ooo büyükanne, ne büyük kulakların var!” demiş, Kırmızı Başlıklı Kız.
“Seni daha iyi duyabilmek için.” diye cevap vermiş kurt.
“Ooo büyükanne, ne büyük gözlerin var!” dediğinde ise: “Seni daha iyi görebilmek için.” demiş.
Bu sefer Kırmızı Başlıklı Kız: “Ooo büyükanne, ne büyük ellerin var!” diye şaşırmış.
Kurt da: “Seni daha iyi tutabilmek için.” diye karşılık vermiş.
“Ama büyükanne, ne kadar da kocaman bir ağzın var!” der demez kurt: “Seni daha iyi yiyebilmek için!” diyerek yataktan atlamış ve zavallı Kırmızı Başlıklı Kız’ı bir çırpıda yutmuş. Sonra kurt; açlığını yatıştırmış bir şekilde yatağa geri uzanmış, uyumuş ve yüksek sesle horlamaya başlamış. Avcının biri evin yanından geçerken kurdu duymuş ve: “Yaşlı kadın ne biçim horluyor! Bir şey mi oldu acaba, gidip de bir bakayım.” demiş kendi kendisine.
Sonra avcı içeri girmiş, yatağa doğru yürümüş ve kurdun orada yattığını görmüş. “Nihayet buldum seni! Seni yaşlı rezil!” demiş. “Uzun zamandır seni arıyordum.”
Ardından kurdun, büyükanneyi bir bütün olarak yuttuğunu ve hâlen kurtarılabileceğini düşünerek ateş etmemiş, bir makas alıp kurdun vücudunu kesmeye başlamış. Birkaç kesik atınca Kırmızı Başlıklı Kız’ı görmüş ve birkaç kesik daha sonra kız dışarı fırlamış, bağırmış: “Aman Allah’ım, öyle çok korktum ki! Kurdun midesi çok karanlık!”
Sonra da büyükanne çıkmış. Kırmızı Başlıklı Kız gitmiş, birkaç büyük taş getirip kurdun midesini doldurmuş. Böylelikle kurt uyanıp da telaşla hareket edince midesindeki taşlar ağırlık yapıp, onun boğulup ölmesine sebep olacakmış.
Üçü de pek mutluymuş. Avcı, kurdun derisini yüzmüş ve eve getirmiş. Büyükanne kekleri yemiş, şurubu içmiş ve tekrar kendine gelmiş. Kırmızı Başlıklı Kız da kendi kendine, bir daha asla tek başına ormanda dolaşmayacağına ve annesinin sözünden çıkmayacağına söz vermiş.
Birkaç gün sonra Kırmızı Başlıklı Kız yine büyükannesine kek götürüyormuş, başka bir kurt onunla konuşmaya başlamış ve patikadan ayrılması için onu kandırmaya çalışmış fakat kız, yoluna devam etmiş ve büyükannesine kurtla nasıl karşılaştığını, ona iyi günler dilediğini, ana yolda yürüyor olmasa onu yiyebilecek kadar kötü gözlerle baktığını anlatmış.
“Gel.” demiş büyükanne. “Kapıyı kapatalım da içeri girmesin.”
Çok geçmeden kurt gelmiş, kapıyı çalmış ve: “Kapıyı aç büyükanne, sana kek getirdim, ben Kırmızı Başlıklı Kız!” diye bağırmış. Fakat büyükanne ve kız, kapıyı açmadan hareketsizce beklemişler.


Kurt da Kırmızı Başlıklı Kız evden çıkana kadar beklemek için çatıya çıkmış. Kız çıkınca üzerine yay gibi fırlamayı ve karanlıkta onu bir çırpıda yemeyi planlıyormuş. Fakat büyükanne kurdun planını anlamış. Evin önünde kocaman taş bir yalak varmış. Büyükanne, çocuğa: “Kırmızı Başlıklı Kız; git ve dün içinde sosis haşladığım kabı al, sosislerin kaynadığı suyu getir, yalağa dök.”
Kırmızı Başlıklı Kız büyük yalak dolana kadar büyükannesinin dediğini yapmış. Sosislerin kokusu kurdun burnuna varınca kurt, kokuyu içine çekmiş ve etrafına bakmak için boynunu öyle bir uzatmış ki dengesini kaybedip çatıdan kayarak doğruca büyük yalağın içine düşmüş ve boğulmuş. Kırmızı Başlıklı Kız da neşe içinde evine gitmiş.

Bayan Tilki Nasıl Yeniden Evlendi?
Bir zamanlar karısının sevgisini sınamak isteyen dokuz kuyruklu, yaşlı bir Bay Tilki varmış. Tezgâhın altına kaskatı uzanarak ölü taklidi yapmış. Tek bir eklemini dahi hareket ettirmemiş. Bayan Tilki odasına çekilmiş, kendisini kilitlemiş. Uşağı kedi de mutfakta, şöminenin yanında taziyeleri kabul ediyormuş. Yaşlı Bay Tilki’nin öldüğü haberi yayılınca Bayan Tilki’ye yeni talipler gelmeye başlamış. Bir gün kapı çaldığında uşak duyup açmaya gitmiş. Karşısında genç bir tilki duruyormuş.
“Bayan Kedi ne yapıyorlar? Uyuyor mu yoksa uyanık mı?” diye sormuş.
Kedi cevap vermiş: “Uyumuyorum, oldukça uyanığım; biraz kaymak eritiyor, biraz da çay demliyorum. Bana katılıp bu mutluluğu benimle paylaşmak ister misiniz?”
“Teşekkürler, hanımefendi.” demiş tilki. “Bayan Tilki ne yapıyor?”
Uşak şöyle cevaplamış: “Büyük bir üzüntü içinde, üst katta oturuyor. Gözleri ağlamaktan şişti. Acısından başka bir şey hissetmiyor. Zavallı ve yaşlı Bay Tilki, artık yok.”
“Söyleyin ona hanımefendi, genç bir tilki ona talip olmaya geldi.”
“Elbette, genç efendim.” diye cevap vermiş kedi ve pıt pıt yukarı çıkıp küt küt kapıyı çalmış. “Bayan Tilki, orada mısınız?” diye seslenmiş.
“Evet, evet kedicik!”
“Aşağıda bir talibiniz var. Ona gitmesini mi söyleyeyim?”
“Acaba nasıl biri ki?” diye sormuş Bayan Tilki. “Sevgili Bay Tilki gibi dokuz güzel kuyruğu var mı?”
“Oh hayır.” diye cevaplamış kedi. “Onun sadece bir tane var.”
“O zaman istemiyorum onu.” demiş Bayan Tilki. Kedi de aşağıya inip talibi göndermiş.
Çok geçmeden kapıya başka bir talip gelmiş. Bunun iki kuyruğu varmış fakat sonu, ilkinden pek de farklı olmamış. Sonra gelenlerin hepsinin, bir öncekinden bir tane daha fazla kuyruğu varmış; birbiri ardına birçok tilki gelmiş fakat hepsi de kovulmuş. Ta ki yaşlı Bay Tilki gibi dokuz kuyruklu bir tanesi çıkıp gelene kadar! Bayan Tilki bunu duyunca neşeyle kediye şöyle bağırmış: “Kapıyı ve pencereyi sonuna kadar aç. Yaşlı Bay Tilki’yi de dışarı at.”
Fakat o sırada yaşlı Bay Tilki tezgâhın altından fırlamış, Bayan Tilki’yle beraber hepsini döverek dışarı atmış.
Yaşlı Tilki gerçekten öldüğünde Bayan Tilki’ye talip olarak bir kurt gelmiş ve kapıyı çalmış, uşak kapıyı açınca kurt öne doğru eğilerek selam vermiş ve demiş ki: “İyi günler, Bayan Kedi. Nasıl oldu da yalnız kaldınız burada? Bugün ne pişiyorsunuz?”
Kedi cevaplamış: “Bembeyaz ekmek ve tatlı mı tatlı süt. İçeri buyurup yemez miydiniz?”
“Çok teşekkürler, Bayan Kedi.” diye cevaplamış kurt. “Bayan Tilki evde mi?”
Kedi:
Acılı hanımım yukarıda,
Hapsetti kendini odasına.
Bay Tilki artık yok diye,
Durmuyor ağlaması da, diye cevap vermiş.
Kurt cevaplamış:
Başka bir koca istemiyor mu,
Kendisini ve evini korumak için?
Kedi pıt pıt yukarı çıkmış, pat pat kapıyı çalmış.
“Bayan Tilki, orada mısınız?” diye seslenmiş.
“Evet, evet kedicik!”
“Aşağıda bir talibiniz var. Gitmesini mi söyleyeyim?”
Bayan Tilki: “Beyefendinin kırmızı kuyrukları ve keskin bir burnu var mı?” diye sormuş.
“Hayır.” diye cevaplamış Bayan Kedi.
“O zaman onu istemiyorum.” demiş Bayan Tilki. Kurt gittikten sonra bir köpek, bir geyik, bir yaban tavşanı, bir ayı, bir aslan ve birkaç tane daha vahşi hayvan gelmiş. Fakat hiçbirinde de merhum Bay Tilki’deki gibi iyi özellikler yokmuş. Bu yüzden de uşak, hepsini reddetmek zorunda kalmış. Sonunda genç bir tilki gelmiş, Bayan Tilki kırmızı kuyrukları ve keskin bir burnu olup olmadığını sormuş.
“Evet, var.” demiş Bayan Kedi. “O zaman onunla evleneceğim.” demiş Bayan Tilki ve uşağına düğün hazırlıklarına başlamasını emretmiş.
Haydi Bayan Kedi; koş, süpür bütün evi
Pencereleri aç, çıkart evden Bay Tilki’yi.
Sonra ye, canının çektiği her şeyi
Hatta git, yakala bulduğun her fareyi.
Bayan Tilki danslar eşliğinde ve eğlenerek genç tilki beyefendiyle evlenmiş, duyduğum kadarıyla hâlâ dans ediyor bile olabilirler.

Tilki ve Kazlar
Bir zamanlar bir tilki, bir sürü şişman kazın bulunduğu bir çayıra gelmiş. Gülümseyerek: “Tam zamanında gelmişim! Sizi art arda yiyebileyim diye, ne de güzel beraberce oturuyorsunuz öyle.” demiş. Kazlar korkuyla gıdaklamış, sıçramış; tilkiye, hayatlarını bağışlaması için zavallı bir şekilde ağlamaya ve yalvarmaya başlamışlar. Fakat tilki hiçbir şey dinlememiş ve demiş ki: “Merhamet diye bir şey yok. Öleceksiniz.”
En sonunda biri cesaret bulmuş ve şöyle demiş: “Eğer biz zavallı kazlar, canlarımızı sana vermek zorundaysak bize sadece tek bir iyilik yap. Günah içinde ölmeyelim diye, son bir kez daha dua etmemize izin ver. Sonra da en şişmanımızı seçebilesin diye kendimiz sıraya gireceğiz.”
“Tamam.” demiş tilki. “Mantıklı bir istek. Gidin, duanızı edin, işiniz bitene kadar bekleyeceğim.”
Sonra ilki, uzun bir duaya başlamış:
“Ga! Ga!” ve o bitirmeyince ikincisi sırası gelene kadar beklememiş, o da başlamış: “Ga! Ga!”
Üçüncü ve dördüncü de onları takip etmiş; sonra hepsi, bir ağızdan gıdaklamaya başlamış. Dua etmeyi bitirdiklerinde hikâye de devam edecek fakat hâlâ dua ediyor ve pek duracağa da benzemiyorlar.

Tilki ve At
Bir çiftçinin yaşlanmış ve artık daha fazla iş göremez hâle gelmiş, sadık bir atı varmış; dolayısıyla efendisi artık ona yiyecek bir şey vermiyormuş ve bir gün demiş ki: “Artık senden bana fayda yok ama sana bir şans daha vereceğim eğer hâlâ bana bir aslan getirecek kadar güçlü olduğunu ispatlarsan sana bakmaya devam edeceğim fakat şimdi ahırımdan çık ve git.”
At çok üzülmüş ve soğuk havadan korunmak için kendisine küçük bir sığınak aramaya, ormana gitmiş.
Orada karşılaştığı tilki ona demiş ki: “Neden başını öne eğmiş, tek başına dolaşıyorsun?”
“Ne yazık ki…” diye cevap vermiş at. “Para hırsı ve sadakat aynı çatı altında barınamıyor. Efendim bunca yıldır ona sunduğum hizmetleri unuttu ve artık iyi çift süremediğimden bana bir daha yemek vermeyecek. Beni kapı dışarı etti.”
“Tek bir şans bile vermeden mi?” diye sormuş tilki. “Verdi ama hiç şansım yok. Dedi ki eğer ona bir aslan getirecek kadar güçlü olduğumu kanıtlarsam beni tutarmış fakat bunu yapamayacağımı bal gibi de biliyor.”
Tilki demiş ki: “Ben sana yardım ederim. Yere uzan, ölmüş gibi gerin ve hareket etme.”
At, tilkinin dediklerini yapmış ve tilki, ini pek de uzakta sayılmayan aslanın yanına gidip şöyle demiş: “Şurada ölü bir at uzanıyor, benimle gelirsen güzel bir ziyafet çekebilirsin.”
Aslan, tilkinin peşinden gitmiş. Birlikte atın yanında dururlarken tilki: “Yalnız burası senin için pek de rahat değil. Onu kuyruğundan sana bağlayacağım ki sen de onu mağarana sürükleyip huzur içinde yiyebilesin.” demiş.
Bu tavsiye aslanın pek hoşuna gitmiş. Uzanmış ve tilki, atı hızla ona bağlasın diye sessiz sessiz durmuş. Fakat tilki aslanın ayaklarını atın kuyruğuna bağlamış, dolamış ve o kadar güçlü sıkmış ki hiçbir kuvvet onu bozamazmış.
İşini bitirince atın omuzuna dokunmuş ve demiş ki: “Çek beyaz at, çek!”
Sonra at, bir anda ayağa kalkmış ve aslanı sürüklemiş. Aslan öyle bir kükremiş ki ormandaki tüm kuşlar korku içinde uçuşmuşlar; at, aslanın kükremesine aldırmayarak onu efendisinin kapısına doğru onu sürüklemiş. Efendisi aslanı görünce aklı başına gelmiş ve ata: “Benimle birlikte kalmaya devam edeceksin.” demiş. Ona ölene kadar da bir sürü yemek vermiş.

Tilki ve Kedi
Kedi, ormanda tilkiyle karşılaşmış ve kendi kendine: “O akıllı, deneyimli ve dünyadaki en saygın hayvan!” diye düşünerek onunla arkadaşça konuşmaya başlamış. “İyi günler, Sevgili Bay Tilki, nasılsınız? Nasıl gidiyor? Bu mevsimi nasıl geçiriyorsunuz?”
Tilki, büyük bir kendini beğenmişlikle kediyi tepeden aşağı süzmüş ve uzunca bir süre cevap verip vermeyeceğini bilememiş. Sonunda: “Ah, seni acınası tüy temizleyici! Seni benekli aptal, seni aç, fare budalası! Sen ne düşünebilirsin ki? Ne cüretle bana nasıl olduğumu soruyorsun sen? Ne öğrendin ki? Kaç tane yeteneğin var ki?”
“Bir tanesinin haricinde hiç yeteneğim yok.” diye cevaplamış kedi alçak gönüllülükle. “Neymiş o?” diye sormuş tilki. “Av köpekleri beni takip ederken bir ağaca zıplayıp kendimi kurtarabilirim.”
“Bu kadarcık mı?” demiş tilki. “Ben yüzlerce beceriye sahibim ve bir çuval dolusu kurnazlığım var. Sana acıyorum; gel benimle, insanların av köpeklerinden nasıl kurtulduğunu öğreteyim sana.”
Tam o sırada dört köpekli bir avcı gelmiş. Kedi, çevik bir şekilde ağaca fırlamış ve tepesine oturmuş. Dallar ve yapraklar da onu saklamış. “Göster marifetini Bay Tilki, göster marifetini.” diye bağırmış kedi ona. Fakat köpekler çoktan onu yakalayıp hızla yemişler.
“Ah, Bay Tilki!..” diye bağırmış kedi. “Yüzlerce becerinle yakalandın, kaldın! Eğer bendeki şu tek yetenek olsaydı sende, ölüp gitmezdin böyle.”

Dil Balığı
Balıklar uzunca bir süredir tedirginlermiş. Başlarında düzen ve adalet sağlayacak bir kralları olmadığı için mutsuzlarmış. Hiçbiri birbirine uymadan canlarının istediği gibi sağa sola yüzer ya da bir arada kalmak isteyenlerin arasından kendi yollarına giderlermiş. Güçlü olan, zayıf olana kuyruğuyla bir darbe indirip uzaklaştırır ya da çok uzatmadan onu yutarmış. “Ne hoş olurdu…” demişler. “Aramızda hak ve adalet sahibi bir kralımız olsa!”
Böylece, suda en hızlı yüzebilecek ve zayıf olanlara yardımcı olabilecek bir hükümdar seçmek için bir araya gelmişler.
Hepsi deniz kıyısında dizilmiş, turna balığı kuyruğuyla işaret verdiğinde hepsi yüzmeye başlamış. Turna balığı ok gibi öne doğru fırlamış ve hemen yanında da ringa balığı, yem balığı, tat-lısu levreği, sazan ve geri kalanlar varmış. Dil balığı bile onlarla yüzmüş ve kazanacağından eminmiş. Bir anda bir bağrış duyulmuş: “Ringa balığı birinci! Ringa balığı birinci!”
“Birinci kim?” diye kızgın bir şekilde bağırmış kıskanç dil balığı epey gerilerden. “Birinci kim?”
“Ringa balığı! Ringa balığı!” olmuş aldığı cevap.
“Çıplak ringa balığı mı?” diye bağırmış kıskanç yaratık. “Çıplak ringa balığı ha?”
O gün bu gündür dil balığının ağzı, ceza olarak bir tarafa doğru çarpık kalmış.

Çalı Kuşu
Gün içinde duyulan her sesin bir anlamı varmış. Demircinin çekici gümledikçe bağırıyormuş: “Vur! Vur!” diye. Marangozun testeresi gıcırdarken: “İşte gidiyoruz! İşte gidiyoruz!” diyormuş. Değirmen tekeri: “Yardım Allah’ım! Yardım Allah’ım!” diye tıkırdıyormuş. Ve eğer dolandırıcı değirmenci, değirmeni gizlice soyup gidecekse değirmen önce yavaşça: “Kim var orada? Kim var orada?” diye soruyormuş. Sonra hemencecik: “Değirmenci! Değirmenci!” diye cevap veriyormuş. Daha sonra da: “Utanmadan çalıyor! Utanmadan çalıyor! Bir seferde üç çuval!” diyormuş.
O zamanlar, kuşların şimdi bazılarına sözsüz bir müzik ve bazılarına da sadece ötüş, cırlama veya fısıltı gibi gelen dillerini herkes anlarmış. Kuşlar artık başlarında bir hükümdarları olsun istediklerinden aralarından birini seçmeye karar vermişler. Aralarından sadece, çalı kuşu buna karşı çıkmış. Özgürlüğüne çok düşkün olan kuş, mutsuzca bir oraya bir buraya uçarak: “Ben nereye gideceğim? Ben nereye gideceğim?” diye bağırmış. Sonra da kasvetli ve ıssız bir bataklıkta inzivaya çekilmiş, arkadaşlarının yanına hiç gitmemeye başlamış.
Artık bu konuyu tartışmak isteyen kuşlar güzel bir mayıs sabahı, tüm ormanlardan ve tarlalardan gelip toplanmışlar: kartallar, ispinozlar, baykuşlar, kargalar, tarla kuşları ve serçeler… Hepsini saymakla bitmez! Ağaçkakan, ibibik, hatta daha adı dahi olmayan minicik bir kuş bile bu ekibe katılmış. Her nasılsa olup bitenleri daha önce duymamış olan tavuk, bu büyük kalabalığı görünce şaşırıp kalmış.
“Ne, ne, ne yapılacak?” diye gıdaklamış fakat sevgilisi horoz, tavuğu sakinleştirmiş. En yüksekten uçabilenin kral olması gerektiğine karar verilmiş. Çalılıkların arasında oturan bir ağaç kurbağası, bu seçimden ötürü çok gözyaşı dökülebileceğini düşündüğünden bunu duyunca basmış yaygarayı: “Hayır, hayır, hayır, hayır!”
Ama karganın: “Gak! Gak!” demesiyle beraber hepsi suspus olmuş.
Bu güzel sabahta kimse, “Çok yükseklere uçtum, akşam bastırınca daha fazla gidemedim.” diyemesin diye bir an evvel yarışa başlamaları gerektiğine karar verilmiş. İşaretin verilmesiyle tüm topluluk havalanmış. Kanat çırpma ve pır pır seslerinin arasında birbirine karışan toz toprak, yükselen kara bir bulutu andırıyormuş. Ne var ki küçük kuşlar geride kalmış, daha fazla ilerleyemeyerek yere düşmüşler. Daha büyük kuşlar, daha fazla kalmışlar havada fakat kimse güneşin gözleri kamaştıracağı kadar yükseklere çıkan kartalla eş değilmiş. Diğerlerinin ona yetişemediğini görünce kartal: “Niye daha fazla yükseleyim ki?” diye düşünmüş.
“Kral benim.” diye bağırarak tekrar kendisini aşağılara bırakmış. Aşağıdaki kuşlar birden şöyle bağırmışlar: “Kralımız sen olmalısın, kimse bu kadar yükseğe uçmadı!”
“Ben hariç!” diye bağırmış kartalın göğsündeki tüylere tutunmuş hâlde uçmakta olan isimsiz, küçük kuş. Bu küçük kuş henüz hiç yorulmadığından o kadar yükseğe çıkmış ki neredeyse cennete varmış. Bu kadar yükselince kanatlarını kapatıp olanca gücüyle: “Kral benim! Kral benim!” diye bağırmış.
“Sen kralımız olamazsın!” diye bağırmış kuşlar kızgın bir şekilde. “Hile ve kurnazlıkla başardın bunu!”
Bu yüzden başka bir koşul getirmişler. Kim en aşağıya inebilirse kral o olmalıymış. Kaz, bir kez daha kocaman gövdesine rağmen kanat çırpmış. Tavuk kendi etrafında daireler çizmiş. Ördek en sonuncu gelmiş çünkü ayağını burkmuş. İsimsiz, küçük kuş bir fare deliği bulup içine saklanarak ince sesiyle oradan: “Kral benim! Kral benim!” diye bağırmış.
“Kralımız sen misin!” diye daha da sinirli bağırmış kuşlar. “Kurnazlığının hüküm süreceğini mi sanıyorsun?” diyerek onu deliğe hapsedip aç bırakmaya karar vermişler. Önüne gözcü olarak baykuşu dikmişler ve artık oradan kaçmasına imkân kalmamış. Akşam olunca tüm kuşlar kanatlarını çırpmaktan yorulmuş bir hâlde karıları ve çocuklarıyla yatmaya gitmişler. Baykuş tek başına, koca gözleriyle, sebatla bakarak fare deliğinin yanında dikilmiş. Bu sırada o da çok yorulmuş ve: “Kesinlikle bir gözümü kapatabilirim, diğeriyle de izlerim. Hem küçük düzenbaz bu delikten zaten çıkamaz.” diye düşünmüş. Böylelikle bir gözünü kapatmış ve diğeriyle doğrudan fare deliğine bakmış. Küçük arkadaşımız, kafasını dışarı çıkartıp etrafa bakmış ve tam sıvışayım derken baykuş hemen ileri atılmış. Küçük kuş da kafasını geri çekmiş.
Sonra baykuş diğer gözünü açmış ve az önce açık olanı kapatmış. Tüm gece boyunca bir o gözünü bir diğerini açıp kapatmış. Fakat bir seferinde bir gözünü kapatıp da diğerini açmayı unutunca her iki gözü de kapanır kapanmaz uykuya dalmış. Küçük velet bunu görür görmez kaçmış. O günden sonra baykuş, diğer kuşların korkusundan asla gün yüzüne çıkmaya cesaret edememiş; sadece geceleri uçar olmuş ve böyle iğrenç delikler yaptıkları için farelere düşman olup hep onları kovalamış. Küçük kuş da ortaya çıkmaya pek istekli değilmiş, yakalanırsa canını kaybedeceğinden korkuyormuş. Çitlerde hırsızlık yapar ve kendisini güvende hissettiğinde bazen: “Kral benim!” diye bağırırmış. Bu yüzden de diğer kuşlar onunla, “Çitlerin Kralı!” diye dalga geçerlermiş.
Ne var ki kimse küçük krala itaat etmek zorunda olmayan çalı kuşu kadar mutlu değilmiş. Güneş doğar doğmaz havada yükselir ve: “Ah, ne güzel! Ne güzel! Güzel, güzel! Ah ne güzel!” diye bağıra bağıra özgürlüğünün tadını çıkartarak uçarmış.

Söğüt Çalı Kuşu ve Ayı
Bir yaz günü ayı ve kurt ormanda yürüyorlarmış. Ayı, bir kuşun güzel şarkı söylediğini duyunca demiş ki: “Kurt kardeş, bu kadar güzel şarkı söyleyen hangi kuş?”
“Kuşların Kralı o.” demiş kurt. “Önünde eğilmeliyiz.”
Aslında öten kuş, çalı kuşuymuş. “Eğer öyleyse…” demiş ayı. “Onu kraliyet makamında görmeyi çok isterim; gel, beni oraya götür.”
“O iş göründüğü kadar kolay değil.” demiş kurt. “Kraliçe gelene kadar beklemen lazım.” Çok geçmeden kraliçe, gagasında biraz yiyecekle gelmiş ve yavrularını beslemeye başlamış. Ayı bir an evvel kuşun yanına gitmek istiyormuş ama kurt yakasından tutup: “Hayır, kral ve kraliçe oradan tekrar ayrılana kadar beklemeliyiz.” demiş. Sonra yuvanın bulunduğu deliği gözleyerek hızlı hızlı yürümüşler.
Ancak ayı, kraliyet makamını görene kadar rahat etmemiş ve kısa bir süre sonra tekrar oraya gitmiş. Kral ve kraliçe kuş o sırada uçup gitmiş olduğundan içeri bakan ayı, yuvanın içinde yatan beş-altı yavru kuş görmüş. “Kraliyet makamı bu mu?” diye bağırmış ayı. “Burası acınası bir yer ve siz kralın çocukları falan değilsiniz; siz sadece zavallı, sefil yavrularsınız!”
Söğüt çalı kuşu yavruları bunu duyunca çok kızarak: “Hayır, değiliz! Anne ve babamız asil canlılar! Ayı, bunun hesabını vereceksin!” demişler.


Ayı ve kurt huzursuzlanarak geri dönüp inlerine gitmişler. Söğüt çalı kuşu yavruları bağırıp çağırmaya devam etmişler, anne ve babaları tekrar yiyecek getirmek için geldiğinde: “Açlıktan ölsek dahi bir sineğe bile dokunmayacağız; ta ki siz bizim saygıdeğer, asil çocuklar olduğumuzu kanıtlayana kadar. Siz yokken ayı geldi ve bize hakaret etti!” demişler. Kral kuş, “Sakin olun, cezası neyse vereceğiz.” dedikten sonra kraliçeyle birlikte ayının mağarasına uçmuş ve içeri seslenmiş: “Yaşlı, homurdayan ayı! Benim çocuklarıma neden hakaret ettin? Seni bu yüzden cezalandıracağız, mahvolacaksın.”
Ayıya savaş açılmış ve tüm dört ayaklı hayvanlar bu savaşta yer almak üzere çağrılmış: öküzler, eşekler, inekler, geyikler ve dünya üzerindeki diğer dört ayaklı hayvanlar… Söğüt çalı kuşu, havada uçan her şeyi çağırmış. Sadece büyük ve küçük kuşlar değil; tatarcıklar, eşek arıları, bal arıları ve sineklerin hepsi gelmiş.
Savaşın başlama zamanı geldiğinde söğüt çalı kuşu, düşman ordusunu keşfetmesi için casuslar göndermiş. En cingöz olan sivrisinek; düşmanın toplandığı yere, ormana uçmuş ve konuşulanları duyabileceği bir ağaç yaprağının altına saklanmış. Ayı orada duruyormuş. O sırada tilkiyi çağırmış ve demiş ki: “Tilki, sen tüm hayvanların en kurnazısın, komutan sensin ve sen bizi yöneteceksin.”
“Peki…” demiş tilki. “Peki işaret olarak neye karar verdik?”
Kimse cevabı bilmediği için tilki demiş ki: “Benim kırmızı tüy yumağına benzeyen güzel, uzun tüylü bir kuyruğum var. Kuyruğumu biraz yukarı kaldırınca ‘Her şey iyi gidiyor, saldırın!’, kuyruğumu düşürürsem ‘Olabildiğince hızlı kaçın!’ demek olsun.” demiş. Sivrisinek bunu duyunca tekrar uçmuş ve söğüt çalı kuşuna her şeyi, ince ince ayrıntılarıyla anlatmış.
Gün ağardığında, savaş başlamak üzereyken tüm dört ayaklı hayvanlar öyle bir gürültüyle koşarak gelmişler ki yer sarsılmış. Söğüt çalı kuşu da uçarken kanatlarını öyle çarparak, çırparak, pır pır ederek gelmiş ki herkes korkmuş. Her iki taraf birbirlerine doğru ilerlemiş. Söğüt çalı kuşu, tilkinin kuyruğunun altına saklanıp tüm gücüyle onu sokmasını emrettiği eşek arısını aşağı göndermiş. Tilki, eşek arısının ilk sokuşunda zar zor da olsa bu acıya katlanmış ve kuyruğunu havada tutmayı başarmış. İkinci sokuşta bir an için kuyruğunu indirmek zorunda kalmış, üçüncüsünde artık daha fazla havada tutmaya dayanamadığından çığlık atıp kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış. Hayvanlar bunu görünce kazandıklarını düşünüp her biri deliklerine geri dönmeye başlamış ve kuşlar savaşı kazanmış.
Sonra kral ve kraliçe eve, yavrularının yanına uçmuşlar. “Çocuklar, eğlenin, doya doya yiyin, için! Savaşı biz kazandık!” diye bağırmışlar. Ancak yavrular: “Hayır, daha yemeyeceğiz; ayı buraya gelip bizden özür dilemeli ve bizim saygıdeğer çocuklar olduğumuzu söylemeli.”
Daha sonra söğüt çalı kuşu, ayının inine uçmuş ve şöyle demiş: “Homurdayan ayı, yuvama gelip çocuklarımdan özür dilemelisin yoksa tüm kaburgaların kırılacak.”
Ayı da büyük bir korkuyla sürünerek oraya girmiş ve yavrulardan özür dilemiş. Çalı kuşu yavruları; sonunda mutlu bir şekilde oturup, yiyip içerek gece geç saatlere kadar kutlama yapmışlar.

Küçük İnsanların Hediyeleri
Bir terzi ve bir kuyumcu birlikte seyahat ediyorlarmış. Bir akşam, güneş dağların ardında battığında uzaklardan, gittikçe daha da uzaklaşan bir müzik sesi duymuşlar. Bu tuhaf ses onlara tüm yorgunluklarını unutturacak kadar gelmiş ve hemen ilerlemeye başlamışlar. Küçük kadın ve erkeklerden oluşan bir kalabalıkla karşılaştıkları tepeye vardıklarında ay çoktan doğmuş. Küçük insanlar, büyük bir coşku içinde dönerek dans ediyorlarmış.
Seyyahların duydukları büyüleyici müzik meğer buradan geliyormuş. Grubun ortasında diğerlerinden biraz daha uzun olan bir adam oturuyormuş. Rengârenk bir ceket giymiş bu adamın gri sakalları, göğsüne doğru dökülüyormuş. İkisi birden şaşkınlık içinde orada kalakalmış ve dansı izlemişler. Yaşlı adam onlara aralarına katılabileceklerini gösteren bir işaret yapmış ve küçük insanlar çemberlerini açmışlar. Kamburu olan kuyumcu, diğer tüm kamburlar gibi yeterince cesurmuş ve hemen katılmak için adımını atmış; terzi ilk başta biraz korkup geri çekildiyse de her şeyin coşkuyla sürdüğünü görünce cesaretini toplamış ve ilerlemiş. Çember yine kapanmış ve bu küçük insanlar halkı, coşku içinde şarkı söylemeye ve dans etmeye devam etmiş.
Sonra yaşlı adam, kuşağında asılı duran büyük bıçağı çıkartıp bileylemiş ve yeterince keskinleştiğinde yabancılara bakmış. Adamlar iyice korkmuşlar fakat düşünmeye zamanları bile kalmadan yaşlı adam, kuyumcuyu yakalamış ve hızla kafasındaki saçları kazımış. Sonra aynısını terziye de yapmış. Adam işini tamamladıktan sonra dostane bir şekilde her ikisinin de omuzuna hafifçe vurunca korkuları falan kalmamış. Tüm bunların olmasına istekli bir şekilde ve herhangi bir mücadele vermeden izin verdikleri için onlara çok iyi davranmışlar. Yaşlı adam, parmağıyla bir köşede duran kömür yığınını göstermiş ve seyyahlara, el kol hareketleriyle onları ceplerine doldurmalarını söylemiş. Her ikisi de bu kömürlerin ne işe yarayacağını bilmemelerine rağmen denileni yapmış ve sonra da gece kalabilecekleri bir yer aramak üzere yollarına devam etmişler. Vadiye vardıklarında ve komşu manastırın saati on ikiyi vurduğunda şarkı durmuş. Bir anda her şey ortadan kaybolmuş ve tepe, ay ışığının altında ıssız kalmış.
İki seyyah, bir han bulmuş ve ceketleriyle hasır yataklara uzanmışlar fakat yorgunluktan ceplerindeki kömürleri çıkarmayı unutmuşlar. Bacaklarında bir ağırlıkla normalden daha erken uyanmışlar. Ceplerinde bir şeyler hissetmişler ve ceplerinin kömürle değil de saf altınla dolduğunu görünce gözlerine inanamamışlar, hatta kesilen saçları ve sakalları da eskisinden daha gür bir şekilde yeniden çıkmış.
Artık zengin insanlar olmuşlar. Açgözlülüğünden ceplerini terziden daha çok dolduran kuyumcu, terziden daha zengin olmuş. Açgözlü bir adamın her şeyi olsa bile daha fazlasını ister;
bu yüzden kuyumcu, terziye bir gün daha beklemeyi ve tepedeki yaşlı adamdan daha büyük hazineler getirebilmek için oraya tekrar gitmeyi teklif etmiş. Terzi bunu kabul etmemiş ve demiş ki: “Bendeki altınlar yeterli ve hâlimden gayet memnunum. Şimdi bir efendi olarak sevgilimle evlenecek ve mutlu bir adam olacağım.”
Ne var ki ısrarlara dayanamayıp arkadaşını memnun etmek için bir gün daha kalmış.
Akşam, kuyumcu daha fazla altın taşıyabilsin diye omuzlarına bir çift çanta asmış ve tepeye giden yola çıkmış. Bir gün önce olduğu gibi küçük insanları şarkı söyleyip dans ederken görmüş. Yaşlı adam tekrar onları tıraş etmiş ve biraz daha kömür almalarını işaret etmiş. Kuyumcu da çantaları olabildiğince doldurmuş ve hâlinden oldukça memnun bir şekilde geri dönmüş.
“Altın ağır gelse bile…” demiş. “Memnuniyetle buna katlanırım.”
Nihayet, sabah son derece zengin bir adam olma hayaliyle uykuya dalmış. Gözlerini açınca ceplerini yoklamak için aceleyle kalkmış fakat siyah kömürlerden başka bir şey bulamayınca çok şaşırmış. “Nasıl olsa bir gün önceki altınlar hâlâ duruyor.” diye düşünerek gidip bakınca onların da kömüre dönüştüğünü görmüş ve hayrete düşmüş! Kirli, kara elleriyle alnına vurmuş ve o an tüm kafasının kel olduğunu fark etmiş. Aynı şekilde sakalı da gitmiş. Talihsizliği bununla da bitmemiş. Sırtındaki kambur kadar büyük bir kambur da göğsünün önünde çıkmış. Sonunda kuyumcu, açgözlülüğünün bedelini ödediğini anlamış ve bağıra çağıra ağlamaya başlamış. O sırada uyanan iyi terzi, elinden geldiğince mutsuz arkadaşını sakinleştirerek ona demiş ki: “Bu seyahat süresince bana arkadaşlık ettin, benimle kalıp servetimi paylaşacaksın.”
Terzi, sözünü tuttuysa da zavallı kuyumcu hayatı boyunca iki kamburu taşımak ve kel kafasını da bir şapkayla kapatmak zorunda kalmış.

Cin
Bir zamanlar, her gün saray bahçesine yürüyüşe giden zengin bir kralın üç kızı varmış. Kral, her türden güzel ağaca çok düşkünmüş. Ancak bir tanesine öyle bir düşkünmüş ki biri dalından bir elma koparsa o kişinin yerin metrelerce altına girmesini diliyormuş. Ekin zamanı gelince bu ağaçtaki elmalar kan gibi kıpkırmızı olurmuş. Üç kız her gün ağacın altına gidip rüzgâr bir elma düşürmüş mü, düşürmemiş mi diye bakarlarmış. Ağacın kırılacak kadar elmayla dolup taşmasına ve dallarının yerlere sarkmasına rağmen toprağa düşmüş tek bir elma bile bulamazlarmış.
Kralın en küçük kızının canı çok elma çekiyormuş, kız kardeşlerine: “Babamız bizi yer altına gönderemeyecek kadar çok seviyor, bence bize bir şey yapamaz.” demiş ve konuşurken irice bir elmayı koparmış. Sonra kız kardeşlerine koşarak: “Sadece tadına bakın kardeşlerim, hayatımda hiç bu kadar lezzetli bir şey tatmamıştım.” demiş. Diğer iki kardeş de elmanın birazını yer yemez üçü birden toprağın dibine batıvermişler.
Öğlen olunca kral, kızlarını yemeğe çağırmak istemiş fakat onları hiçbir yerde bulamamış. Çok tasalanan kral, tüm ülkeye kızlarını her kim geri getirirse o kişinin kızlarından biri ile evlenebileceğini duyurmuş. Bunun üzerine pek çok genç delikanlı onları aramak için ülkeyi altüst etmiş fakat tek bir ize bile rastlayan olmamış. Ülkedeki herkes, kendilerine daima kibar davranan kızları çok severmiş.
Üç genç avcı seyahat ederlerken içinde muhteşem odaların olduğu, şahane bir kaleye varmışlar. Odalardan birinde bir masa, üzerinde de hâlâ dumanı tüten sıcak ve leziz yiyecekler varmış. Fakat kalenin içinde tek bir insan bile görmemişler.
Yarım gün orada bekledikleri hâlde yiyecekler hâlâ sıcak ve dumanı tüterek masada duruyormuş. Sonunda o kadar acıkmışlar ki oturup yemekleri yemişler ve sonra da bu kalede kalıp yaşamaya karar vermişler. İçlerinden kurayla çekilen biri evde kalacak, diğer ikisi de kralın kızlarını arayacakmış. Kura çekmişler ve kura yaşça en büyüklerine çıkmış, böylece ertesi gün daha küçük olan diğer ikisi kızları aramaya gittiğinde en büyükleri de evde kalmak zorundaymış.
Öğlen, küçük mü küçük bir cüce gelmiş ve bir parça ekmek dilenmiş. Avcı, orada bulduğu ekmekten bir parça kesip tam cüceye verecekmiş ki adam ekmeği düşürmüş ve avcıya bir parça daha verip veremeyeceğini sormuş. Avcı yine aynısını yapmak üzereyken cüce onu bir sopa darbesiyle durdurmuş ve adamı saçından yakalayıp iyice dövmüş.
Ertesi gün, ikinci avcı evde kalmış ama onun günü de pek iyi geçmemiş. Diğer ikisi akşam dönünce ona: “Günün nasıl geçti?” diye sormuşlar. O da büyük kardeşine başına gelenleri anlatmış ve birlikte talihsizliklerinden yakınmışlar ama en küçüklerine hiçbir şey dememişler. Onu sevmiyorlar ve çok saf olduğu için ona, Aptal Hans diyorlarmış.
Üçüncü gün, en genç olanları evde kalmış ve tekrar küçük cüce gelip bir ekmek parçası dilenmiş. Genç ona ekmeği verince cüce önceki gibi onu düşürmüş ve tekrar bir parça verip veremeyeceğini sormuş. Sonra Hans, küçük cüceye: “Bu parçayı kendin niye almıyorsun ki? Eğer yiyeceğin ekmek için bu kadar sıkıntıya bile giremiyorsan ona sahip olmayı hak etmiyorsun demektir.” demiş. Cüce çok sinirlenip avcının bunu yapmak zorunda olduğunu söyleyince avcı yapmamış ve cüceyi bir güzel pataklamış. Sonra cüce acı içinde bağırarak: “Dur, dur; bırak gideyim, sana kralın kızlarının nerede olduğunu söyleyeceğim.” demiş.
Hans, bunu duyunca cüceyi dövmeyi bırakmış. Cüce, kendisinin bir orman cini olduğunu; kendisi gibi binlercesinin bulunduğunu ve eğer kendisiyle gelirse ona kralın kızlarının nerede olduğunu gösterebileceğini söylemiş. Sonra Hans’a derin bir kuyu göstermiş fakat içinde hiç su yokmuş. Cin, Hans’ın diğer arkadaşlarının onunla adil bir şekilde mücadele etmeyeceklerini bildiğini ve dolayısıyla kralın kızlarını götürmek istiyorsa bunu tek başına yapması gerektiğini söylemiş. Diğer iki kardeş, kralın kızlarını bulmak için herhangi bir tehlikeye girmek istemeyeceklermiş. Hans’ın büyük bir sepet alıp askısıyla, ziliyle içine oturması ve aşağı salınması gerekiyormuş. Aşağıda üç oda varmış, her birinde ise kafalarını keseceği çok kafalı bir ejderha ile bir prenses varmış. Cüce, tüm bunları söyledikten sonra ortadan kaybolmuş.
Akşam olunca iki kardeş gelip gününün nasıl geçtiğini sorunca Hans: “Şu ana kadar oldukça iyi.” demiş ve öğle vaktinde bir parça ekmek dilenen küçük bir cüceden başka kimseyi görmediğini, ona birazcık ekmek verdiğini; ekmeği yere düşürdüğünde dediğini yapmayınca cücenin sinirden gözünün döndüğünü, sonra cüceyi dövdüğünü ve cücenin de kralın kızlarının nerede olduğunu söylediğini anlatmış. Diğerleri sinirden kıpkırmızı olmuşlar.
Ertesi sabah birlikte kuyuya gitmişler ve ilk önce sepete kimin bineceğine karar vermek için kura çekmişler. Kura yine en büyüklerine çıkmış. O da sepetin içine girip yanına bir de çan almış. Diğer kardeşlerine de: “Çanı çalarsam beni tekrar yukarı çekin.” demiş. Aşağıya birazcık inince çanı çalmış ve hemen onu yukarı çekmişler. Sonra sepete ikincisi binmiş fakat o da ilki gibi yapmış. Sonra en küçük kardeşin sırası gelmiş ve o neredeyse dibe kadar inmiş. Sepetten inince hançerini almış ve yürüyüp ilk kapının dışında durup dinlemiş. Yüksek sesle horlayan ejderhanın sesini duymuş. Kapıyı yavaşça açmış. Prenseslerden biri orada, kucağında dokuz ejderha kafası ile oturuyor ve onların saçlarını tarıyormuş. Adam hançerini alıp savurunca dokuzu da düşmüş. Prenses yerinden sıçrayıp, kollarıyla onun boynuna sarılıp Hans’ı defalarca öpmüş. Saf altından yapılmış korsesini alıp onun boynuna asmış. Sonra avcı, beş kafalı ejderhanın bulunduğu ikinci prensesin yanına gitmiş ve onu da kurtarmış. Son olarak da dört kafalı ejderhanın bulunduğu en küçük prensesin yanına aynı şekilde gitmiş. Hepsi coşku içinde kurtuluşlarını kutlayıp avcıyı kucaklayıp öpmüşler.
Avcı, yukarıdakiler duysun diye yüksek sesle çanı çalmış; prensesleri bir bir sepete koymuş ve hepsini yukarı göndermiş fakat sıra ona gelince cücenin kardeşleriyle ilgili söylediklerini hatırlayarak orada duran büyük bir taşı alıp sepete koymuş. Gerçekten de kardeşlerinin onunla ilgili hiç de iyi planları yokmuş. Sepet kuyunun yarısına geldiğinde üvey kardeşleri ipi kesmiş ve içinde taş olan sepet yere düşünce genç avcının öldüğünü düşünmüşler. Sonra da prenseslerle birlikte krala gitmişler ve prensesleri de onları kurtaranların kendileri olduğunu söylemeleri için tembihlemişler. İkisi de bir prensesle evlenmek istiyormuş.
Bu sırada en genç avcı, büyük bir keder içinde kuyunun dibindeki üç odayı geziyor ve hayatının burada son bulacağını düşünüyormuş. Duvarda asılı bir flüt görünce kendi kendine: “Neden orada asılı duruyorsun, burada kimse eğlenemez ki!” demiş. Aynı şekilde ejderhanın kafasına bakmış ve demiş ki: “Artık bana yardım edemezsin.”
O kadar uzun süre bir ileri bir geri yürümüş ki neredeyse yerleri aşındırmış. Aklına başka bir düşünce gelmiş, flütü duvardan almış, birkaç nota çalmış ve nihayet birdenbire müzikle beraber karşısında birkaç cin belirmiş. Sonra çaldığı her notayla bir tane daha, bir tane daha…
Oda tamamen cüce cinlerle dolana kadar çalmış. Hepsi ne dilediğini sormuş, o da gün ışığında yukarı çıkmak istediğini söylemiş. Saçlarından yakalayıp yukarı çekerek onu tekrar yüzeye çıkartmışlar. Avcı hemen kralın sarayına gitmiş. Prenseslerden birinin düğünü yapılacağı sırada kral ve üç kızının olduğu odaya girmiş. Prensesler onu görünce bayıldığından kral sinirlenmiş ve avcının çocuklarına zarar vermiş olabildiğini düşünerek onu hemen hapse attırmış. Prensesler kendilerine gelince krala, avcıyı tekrar salıvermesi için yalvarmışlar. Kral nedenini sorduğunda ona bunu anlatamayacaklarını söylemişler fakat babaları, bunu en azından gidip şöminenin ateşine anlatmaları gerektiğini söylemiş ve dışarı çıkıp kapıdan her şeyi dinlemiş. İki kardeşi darağacında astırmış, üçüncüye de en küçük kızını eş olarak vermiş.

Kimsesiz Kuş
Bir gün bir ormancı avlanmaya çıkmış. Daha ormanda çok ilerlememişken çocuk ağlamasına benzer bir ses duymuş. Hemen sese doğru yönelmiş ve çok geçmeden dallarından birinde küçük bir çocuk olan yüksek bir ağaca gelmiş. Kucağında yavrusu olan bir anne, ağacın altına kıvrılıp uyuyakalmış. Yavruyu gören bir avcı kuş, tam onu kapıp götürürken ormancı silahını ateşlediğinde korkudan yavruyu düşürmüş. Giysileri yüksek bir ağacın dalına takılan bebek, ormancı gelene kadar ağaçta asılı bir hâlde ağlamış. Ormancı: “Zavallı küçük yaratık!” demiş kendi kendine ve ağaca tırmanıp yavruyu aşağı indirmiş. “Bu yavruyu eve götüreceğim, küçük Lena’m ile birlikte büyürler.” diye düşünmüş.
Uyanıp da yavrusunu göremeyen anne, büyük bir üzüntü içinde onu bulmak için aceleyle yola koyulmuş. Zavallı yavrusunun ölmüş olabileceğinden çok korkmuş.
O küçük, kaybolmuş bebek; ormancının küçük kızıyla birlikte büyümüş. Birbirlerini o kadar çok seviyorlarmış ki kısa bir süreliğine dahi ayrı kaldıklarında çok üzülüyorlarmış.
Ormancı, yavruya kuş tarafından kaçırıldığı için “Minik Kuş” adını vermiş. Lena ve Minik Kuş, birkaç yıl boyunca birlikte mutluluk içinde büyümüşler. Fakat ormancının, çocukları pek sevmeyen bir aşçısı varmış ve Minik Kuş’un davetsiz misafir olduğunu düşündüğünden ondan kurtulmak istiyormuş. Bir akşam Lena, kadının kuyuya iki kova götürdüğünü ve yirmi seferden fazla, bu kovaları suyla doldurup taşıdığını görmüş.
“Bu kadar suyla ne yapacaksın?” diye sormuş çocuk. “Kimseye bir kelime dahi etmeyeceğine söz verirsen söylerim.” diye cevaplamış kadın. “Kimseye söylemem.” demiş Lena.
“Oh, çok iyi, o zaman buraya bak. Yarın sabah erkenden bunca suyu ateşin üzerindeki kazana koyacağım ve kaynayınca Minik Kuş’u içine atıp akşam yemeği olarak pişireceğim.”


Bunu duyan zavallı Lena, büyük bir endişe içinde Minik Kuş’u bulmaya gitmiş.
“Eğer sen beni terk etmezsen ben de seni terk etmem.” demiş Lena. “Öyleyse…” demiş Minik Kuş. “Ben seni asla ama asla terk etmeyeceğim.”
Lena: “Tamam o zaman.” diye cevap vermiş. “Ben şimdi gidiyorum. Sen de benimle gel çünkü yaşlı aşçı yarın sabah babam avlanmaya gittiğinde erkenden kalkıp seni pişirmek için çokça su kaynatacak. Eğer benimle kalırsan seni kurtarabilirim. Bu yüzden asla beni bırakma.”
“Hayır, asla, asla!” diye haykırmış Minik Kuş.
Çocuklar şafağa kadar uyanık kalmışlar. Sonra da yaşlı cadı suyu hazırlamaya başlayana kadar evden kaçıp çoktan uzaklara varmışlar. Cadı, ateşini yakmış ve su kaynar kaynamaz zavallı, küçük Minik Kuş’u getirip kazana atmak için yatak odasına gitmiş. Yatağa gelip boş olduğunu görünce her iki çocuğun da gitmiş olduğunu fark ederek korkmuş ve kendi kendine: “Çocukları bulamazsam ormancı geldiğinde ne derim? Olabildiğince çabuk aşağıya inip onları yakalaması için birini göndereyim.” diyerek aşağıya inmiş ve çiftçilerden üçünü çocukların peşinden gidip getirmeleri için göndermiş.
Ormanda, ağaçların arasında oturan çocuklar uzaktan adamların geldiğini görmüş. “Seni asla terk etmeyeceğim Minik Kuş!” demiş Lena hemen. “Sen beni terk edecek misin?”
“Asla, asla!” diye karşılık vermiş Minik Kuş. “O zaman…” diye bağırmış Lena. “Sen bir gül ağacına dön, ben de güllerden biri olayım!”
Üç çiftçi, yaşlı cadının bakmalarını söylediği yere gelmiş fakat bir gül ağacı ile bir tanecik gülden başka hiçbir şey bulamamışlar. “Çocuklar burada değil.” diyerek geri dönmüşler ve aşçıya da sadece gül ve çalılık bulduklarını, çocuklardan hiçbir iz olmadığını söylemişler. Yaşlı kadın bunları duyunca sinirlenerek: “Sizi aptallar! Gül çalılığının kökünü kesmeli ve güllerden birini koparıp olabildiğince çabuk getirmeliydiniz. Tekrar gidin.”
Lena, adamların tekrar geldiklerini görünce yine kılık değiştirmiş. Minik Kuş da öyle çabuk değişmiş ki üç çiftçi, yaşlı kadının gönderdiği yere geldiklerince sadece kulesi olan bir mabet bulmuşlar. Minik Kuş mabet, Lena da onun kulesiymiş. Sonra adamlar birbirlerine: “Buraya boşuna gelmişiz. Eve geri dönebiliriz.” demişler. Yaşlı cadı yine sinirlenmiş. “Sizi aptallar!” demiş. “Mabedi ve kulesini buraya getirmeliydiniz. Bu sefer kendim gidip getireceğim!”
Yaşlı cadı, çocukları bulmak için üç çiftçiyi de yanına alarak yola koyulmuş. Uzaktan üç çiftçinin ve arkalarından da yaşlı kadının sallana sallana geldiklerini görünce Lena demiş ki: “Minik Kuş, birbirimizi asla terk etmeyeceğiz.”
“Hayır, hayır! Asla!” diye cevaplamış Minik Kuş. “O zaman sen bir gölete dönüş, ben de üzerinde yüzen bir ördek olayım.”
Yaşlı kadın göleti görür görmez yere uzanıp hepsini içmeye yeltenmiş. Fakat ördek öyle hızlıymış ki gagasıyla yaşlı kadının kafasını tutup onu suyun altına çekmiş ve boğulana kadar orada tutmuş. Sonra iki çocuk normal şekillerine bürünüp üç çiftçiyle beraber evlerine doğru gitmişler. Hepsi de böyle yaşlı bir cadıdan kurtulmuş olmanın mutluluğu içindeymiş. Ormancı, çocuklarıyla beraber ormandaki evinde mutluluk içinde yaşamış. Hatta, hâlâ orada olabilirler.

Su Perisi
Bir gün küçük bir çocuk ve kız kardeşi, bir kuyunun yakınlarında oynuyorlarmış; ikisi de dikkatsiz davrandıkları için kuyuya düşmüşler. Suyun altında bir peri ile karşılaşmışlar, peri onlara: “Şimdi elime düştünüz işte, artık benim her dediğimi yapacaksınız.” demiş. İkisini de taşıyarak evine götürmüş. Eve vardıklarında peri, genç kıza sert ve karmakarışık bir keteni ayırıp örmesini emretmiş, ayrıca ona suyla doldurması için içi delik dolu bir fıçı vermiş; çocuğu da kör bir baltayla ormana yollamış ve ateş için ağaç kesip odun toplamasını söylemiş. Çocuklar, perinin kendilerine bu şekilde davranmasından o kadar bıkmışlar ki perinin dışarıda olacağı bir pazar gününe kadar beklemişler ve kaçmışlar. Fakat peri çok yakınlardaymış ve çocuklar kuşlar gibi uçarak uzaklaşırken onları fark etmiş, koca koca adımlarla peşlerine düşmüş.
Çocuklar uzaktan periyi görmüşler. Küçük kız arkasına doğru kocaman bir fırça fırlatmış, fırça aniden iğne gibi uçları olan bir dağa dönüşmüş ve peri bu dağa tırmanırken çok zorlanmış. Fakat çocuklar perinin dağı aşıp yaklaştığını görmüşler. Bunun üzerine çocuk arkasına bir tarak atmış ve bu tarak, dik dik yüzlerce ucu olan bir tarak dağına dönüşmüş fakat peri bunu da nasıl atlatacağını biliyormuş, güçlükle de olsa dağı tırmanmış. Daha sonra küçük kız arkasına bir ayna atmış ve ayna, kötü perinin tırmanması mümkün olmayacak kadar kaygan bir dağa dönüşmüş.
Peri: “Eve gidip baltamı alayım ve aynayı kırayım.” diye düşünmüş. Ancak geri dönüp aynayı kırdığında çocuklar çoktan onun yakalayamayacağı kadar uzağa gitmişler. Peri de tekrar kuyuya dönmeye mecbur kalmış.

Masa, Eşek ve Sopa
Bir zamanlar üç oğlu ve bir keçisi olan bir terzi varmış. Keçi hepsini sütüyle beslediği için, iyi yiyecekler yemesi gerekliymiş. Bu yüzden de her gün sırayla çocuklar tarafından suyun kenarındaki ağaçlığa götürülürmüş. Bir gün en büyük kardeş; keçiyi en iyi filizlerin olduğu, karnını tıka basa doyurup etrafta dolaşabileceği mabedin bahçesine götürmüş. Akşam eve dönme vakti geldiğinde: “Keçi, doydun mu?” demiş. Keçi cevaplamış:
O kadar doydum ki
Yiyemem tek bir tane bile,
Filiz daha fazla, mee!
“Öyleyse haydi eve.” demiş genç çocuk. Keçiyi, boynuna ipini geçirdiği gibi ağılına götürmüş ve oracığa bağlamış. “Evet.” demiş terzi. “Keçiyi güzel bir şekilde besledin mi?”
“Evet.” diye cevaplamış oğlu. “O kadar doydu ki tek bir filiz bile yiyemez hâle geldi.”
Baba yine de kendi gözleriyle görmek için ağıla gitmiş, keçisini okşamış ve: “Benim güzel keçim, doydun mu?” diye sormuş. Keçi cevaplamış:
Nasıl doyayım ki?
Bulamadım yiyecek hiçbir şey,
Ne kadar baksam da etrafıma, mee!
“Neler duyuyorum!” diye bağırmış terzi. Koşarak oğlunun yanına gitmiş ve: “Seni yalancı, keçi doydu dedin ama hâlâ açmış.” diyerek hesap sormuş.
Öfkeyle cetvelini kapıp oğluna vura vura onu kapı dışarı etmiş. Ertesi gün, ikinci oğlun sırası geldiğinde o da bahçenin çitlerinin arkasında iyi, yeşil filizlerin olduğu güzel bir yer bulmuş ve keçi bunların hepsini yemiş. Akşam eve gitme vakti geldiğinde keçiye sormuş: “Keçi, doydun mu?”
Keçi cevaplamış:
O kadar doydum ki
Yiyemem tek bir tane bile,
Filiz daha fazla, mee!
“Öyleyse haydi eve.” demiş çocuk ve keçiyi ağılına götürüp bağlamış. “Evet.” demiş terzi. “Keçi yeterince beslendi mi?”
“Evet.” diye cevaplamış oğlu. “O kadar doydu ki tek bir filiz bile yiyemez hâle geldi.”
Terzi yine de rahat hissetmemiş ve ağıla gitmiş: “Benim güzel keçim, doydun mu?” diye sormuş. Keçi cevaplamış:
Nasıl doyayım ki?
Bulamadım yiyecek hiçbir şey,
Ne kadar baksam da etrafıma, mee!
“Hiçbir işe yaramaz haylaz!” diye bağırmış terzi. “Oruç mu tutturuyorsun güzelim hayvana?” diyerek eve koşmuş ve oğlunu değneğiyle kovalayarak evden dışarı atmış.
Daha sonra üçüncü oğlun sırası gelmiş, üçüncü oğul emin olmak için olabilecek en güzel filizlerle çalıların olduğu bir yer bulmuş ve keçiyi orada otlamaya bırakmış. Akşam eve gitme vakti geldiğinde: “Keçi, doydun mu?” diye sormuş. Keçi cevaplamış:
O kadar doydum ki
Yiyemem tek bir tane bile,
Filiz daha fazla, mee!
“Öyleyse haydi eve.” demiş çocuk ve keçiyi ağılına götürüp bağlamış. “Evet.” demiş terzi. “Keçi yeterince beslendi mi?”
“Evet.” demiş oğlu. “O kadar doydu ki tek bir filiz bile yiyemez hâle geldi.”
Ama terzi, oğlunun sözüne güvenmeyerek keçinin yanına gitmiş ve: “Benim güzel keçim, gerçekten doydun mu?” diye sormuş. Kötü niyetli hayvan cevaplamış:
Nasıl doyayım ki?
Bulmadım yiyecek hiçbir şey,
Ne kadar baksam da etrafıma, mee!
“Seni sefil!” diye haykırmış terzi. “Diğerleri gibi işe yaramaz ve kaygısızsın sen de. Böyle aptalları yanımda barındırmayacağım daha fazla.” diyerek eve doğru koşturduğu gibi o öfkeyle eline değneği kapmış ve oğlunun sağına, soluna vurmaya başlamış. Çocuğun sırtına sırtına, o kadar acımasızca vurmuş ki çocuk acısından evden kaçmış.
Böylece terzi, keçisiyle yalnız kalmış. Ertesi gün ağıla gitmiş, keçiyi salmış ve: “Gel benim güzel hayvanım, kendim götüreceğim seni çimenliklere.” demiş. Keçiye ip bağlayıp onu, tadabileceği bir sürü yiyeceğin olduğu yeşil çimenlere ve çayırlara götürmüş. “Şimdi, gönlünün istediği kadar yiyebilirsin.” diyerek keçiyi akşama kadar orada bırakmış. Daha sonra geri dönmüş ve sormuş: “Keçi, doydun mu?”
Keçi cevaplamış:
O kadar doydum ki
Yiyemem tek bir tane bile,
Filiz daha fazla, mee!
“Öyleyse eve.” demiş terzi ve keçiyi ağılına götürüp bağlamış. Keçinin yanından ayrılmadan önce bir kez daha dönüp sormuş: “Artık bir kereliğine de olsa doydun, değil mi?”
Ama keçi itiraz etmiş ve şöyle demiş:
Nasıl doyayım ki?
Bulamadım yiyecek hiçbir şey,
Ne kadar baksam da etrafıma, mee!
Terzi bunu duyduğunda şaşkına dönerek üç oğlunu da boş yere kovduğunu anlamış. “Bir dakika.” demiş. “Seni iyilikbilmez hayvan! Seni sadece kovmak yetmez! Sana onurlu bir terziyle alay etmek neymiş, göstereceğim.”
Hemen gidip usturasını almış, keçiyi tutup kafasını avucunun içi kadar pürüzsüz hâle gelinceye kadar tıraş etmiş. Cetveli bu iş için fazla değerli bir araç olduğundan, kamçıyı kapıp öyle bir şaklatmış ki keçi zıplayarak ve bağırarak kaçmış. Terzi, evinde yalnız başına otururken çok üzülmüş. Geri gelseler oğullarını seve seve kabul edermiş ancak hiç kimse onların nereye gittiklerini bilmiyormuş.
En büyük çocuk evden kovulduğu zaman bir marangozun yanına çırak olarak girmiş ve büyük gayretle kendisini işine adamış. Ayrılma zamanı geldiğinde ustası ona, küçük bir masa vermiş. Çok gösterişli olmayan ahşap bir masaymış bu fakat muhteşem bir özelliği varmış. Biri onu yere koyup da “Masa, donat kendini.” dediği zaman küçük masa temiz bir örtüyle kaplanır; üstüne birer tabak, bıçak, çatal gelir; kızarmış ve haşlanmış etler tabağa dizilir; insanı coşturacak kadar güzel, enfes içecekler geliverirmiş. Genç çırak hayata atılmaya hazır olduğunu düşünerek mutlu bir şekilde yola düşmüş. Kaldığı hanın iyi olup olmadığını ya da yiyecek bir şeyler bulup bulamayacağını hiç dert etmeden dolaşmış. Acıktığı zaman ormanda, açık alanda ya da çayırlıkta olduğuna aldırış etmeden masayı yere koyar, “Donat kendini!” der demez gönlünün istediği her şey masaya gelirmiş. En sonunda, şimdiye kadar öfkesinin geçmiş olduğunu düşündüğü babasının yanına gitmeye karar vermiş. Belki de bu muhteşem masadan dolayı babası onu tekrar, seve seve eve kabul edermiş.
Bir gün eve dönüş yolunda, çok kalabalık bir handa duraklamış. Handakiler ona “Hoş geldin.” dedikten sonra yiyecek bir şey bulamayacağını söyleyerek birlikte yemek yemek üzere yanlarına davet etmişler. “Hayır.” demiş genç marangoz. “Sizi mahrum etmeyi aklımdan bile geçiremem, en iyisi siz benim misafirim olun.”
Hepsi birden gülerek onun şaka yaptığını düşünmüşler. Genç, küçük tahta masasını getirip odanın ortasına koyarak: “Masa, donat kendini!” demiş. Masa birden, handakilerin sunduklarından çok daha güzel yiyeceklerle donanmış ve masadan yayılan kokular oradaki herkesin ağzını sulandırmış. “Yemeye koyulun, güzel dostlar.” demiş marangoz ve masayı görenler ikinci kez davet etmeye gerek kalmadan bıçak ve çatalları kapmışlar. Daha da muhteşemi, bir tabak boşalır boşalmaz yerine yenisinin gelmesiymiş. Bütün bu süre boyunca hanın sahibi bir köşede durup olan biteni izlerken: “Bu güzel yemekler, hanımı ne kadar da canlı hâle getirirdi.” diye düşünmeye başlamış.
Marangoz ve dostları mutlu bir şekilde gece geç saatlere kadar eğlendikten sonra uyumaya çekilmişler. Genç marangoz, masasını duvara dayayıp odasına gitmiş. Ancak hancının gözüne masayı düşünmekten uyku girmiyormuş. Kilerinde tıpkı bu masaya benzeyen eski bir masa olduğunu hatırlayarak gidip eski masayı getirmiş ve marangozun masasıyla değiştirmiş. Ertesi sabah marangoz hesabını ödemiş, masasını almış ve yanlış masayı aldığı aklına bile gelmeden yoluna devam etmiş. Öğleye doğru eve vardığında babası onu büyük bir sevinçle karşılamış.
“Evet, benim güzel oğlum, neler öğrendin?” diye sormuş oğluna adam. “Marangozluğu öğrendim, baba.” diye cevaplamış oğlu. “İyi bir iş.” diye karşılık vermiş babası. “Peki, seyahatinden buraya ne getirdin?”
“Elimdeki en iyi şey, baba, bu küçük masa.” demiş, oğul. Terzi masanın her tarafını inceledikten sonra: “Pek de sanat eseri bir şeye benzemiyor. Değersiz, eski bir masa bu.” demiş. “Ama çok muhteşem bir masa bu.” diye cevaplamış oğlu. “Onu yere koyup kendini donatmasını söylediğimde birden en güzel etler üzerinde belirir. İçecekleri o kadar lezzetlidir ki insana coşku verir. Bütün dostları ve komşuları çağıralım, herkese bir ziyafet çekelim, eğlensinler. Masa herkese yetecek kadar yiyecek sağlar.”
Herkes toplandığında masayı odanın ortasına koyup emretmiş: “Masa, donat kendini!” Ancak masada hiçbir değişiklik olmamış. Konuşmadan anlamayan herhangi bir masa gibi bomboş duruyormuş. Marangoz, masanın donanmadığını görünce herkesin içinde utancından kızarmış. Kalabalık onunla alay edip aç ve mutsuz bir şekilde geri dönmüş. Çocuk da başka bir ustanın yanında çırak olarak çalışmaya başlamış.
İkinci çocuk bir değirmencinin yanına girmiş. Zamanı geldiğinde ustası ona: “Hep çok ahlaklı davrandın, sana çok değerli bir eşek vereceğim lakin araba çekmeyecek ya da eşya taşımayacaksın.”
“O zaman ne işe yarar ki?” diye sormuş genç çırak. “Bu eşek altın kusuyor.” diye cevaplamış değirmenci. “Önüne bir bez koyup: Anır bakalım dediğinde her yerinden altın gelmeye başlar.“
“Daha ne isteyeyim ki?” diyerek ustasına teşekkür ettikten sonra o da kendisini yollara atmış. Ne zaman altına ihtiyacı olsa eşeğine sadece, “Anır bakalım.” demesiyle sel gibi altın parçaları akıyormuş. Bu yüzden seyahati boyunca hiç derdi olmadan nereye giderse gitsin, en iyi şekilde yaşamış. Uzun bir süre dünyayı dolaştıktan sonra şimdiye kadar öfkesinin geçmiş olacağını düşündüğü babasının yanına gitmeye karar vermiş. Belki de babası, altın kusan eşeği sayesinde onu seve seve tekrar kabul edebilirmiş.
Dönüş yolunda o da abisinin masasının değiştirildiği hana denk gelmiş. Hancı eşeği alıp ahıra bağlamak isteyince genç çırak: “Dert etme sen arkadaşım, ben eşeğimi kendim götürüp ahıra bağlarım, öylece onu nerede bulacağımı da bilirim.” demiş.
Hancı, bunun tuhaf olduğunu düşünerek kendi eşeğini kendisi bağlamaya alışık bir adamın harcayacak fazla bir parası olmadığını düşünmüş ancak bu yabancı cebini yoklayıp iki altın parçası çıkartarak akşam yemeği için kendisine iyi bir şeyler hazırlamasını söylemiş. Han sahibi şaşırarak koşup elinden geldiğince güzel bir sofra hazırlatmış. Yemekten sonra misafir hesabı sorduğunda koparabildiği kadar fazla para koparmak isteyen hancı, iki altın parçası daha istemiş. Çırak cebini yoklamış ama boşmuş. “Bir dakika hancı, gidip biraz para getireceğim.” dedikten sonra odadan masa örtüsünü de alarak dışarı çıkmış. Hancı masa örtüsüyle ne yapacağını anlamadığından sessizce ve merak içinde arkasından gitmiş. Misafir, ahırın kapısını kapatınca o da bir delikten gözetlemeye başlamış. Yabancının, bezi eşeğin önüne serip: “Anır bakalım.” dediğini, daha sonra da eşeğin her yere altın saçmaya başladığını görmüş.
“Aman Allah’ım!” demiş hancı. “Para kazanmanın en kolay yolu! Böyle bir cüzdanın kime, ne zararı olur?”
Daha sonra misafir, hesabını ödeyip yatmaya gitmiş. Ancak hancı gecenin bir yarısı, altın saçan eşeğin yerine başka bir eşek bağlamış. Ertesi sabah genç çırak, hiçbir şeyden şüphe etmeden eşeğiyle beraber yola koyulmuş. Öğlene kadar eve varmış. Babası onu gördüğüne çok sevinerek seve seve kabul etmiş. “Ne zanaatla uğraştın oğlum?” diye sormuş terzi. “Değirmenci oldum, sevgili babacığım!” diye cevap vermiş oğlu. Babası, “Seyahatlerinden eve ne getirdin?” diye sorunca da: “Sadece bir eşek.” diye cevap vermiş.
“Burada bir sürü eşeğimiz var zaten.” demiş baba. “Güzel bir keçi getirseydin çok daha iyi olurdu.”
Oğlan da: “Evet ama bu sıradan bir eşek değil. ‘Anır bakalım.’ dediğim zaman, bu güzel hayvan çuval dolusu altın kusar. Komşuları bir araya toplayalım. Hepsini zengin edeceğim.” diye cevap vermiş.
“Ne güzel olur.” demiş terzi. “Benim de çalışmaya ihtiyacım kalmaz.”
Aceleyle dışarı çıkmış ve komşuları bir araya toplamış. Hepsi toplandığı zaman değirmenci eşek için yer açıp, eşeği getirip önüne bir bez sermiş. “Şimdi dikkatle izleyin.” demiş ve bağırmış: “Anır bakalım.”
Ne var ki tek bir altın parçası bile gelmemiş. Herkes onunla dalga geçip de oğlunun dedikleri olmayınca yaşlı terzinin suratı asılmış ve işinin başına dönmekten başka bir çaresi kalmamış. Genç adam da bir değirmencinin yanında çalışmaya başlamış.
Üçüncü kardeş bir tornacıya çırak olmuş. Bu iş çok ince bir sanat olduğu için, tornacılığı öğrenmesi uzun zamanını almış. Kardeşleri, mektupla işlerin nasıl ters gittiğini ve hancının seyahatlerinin son gününde onları değerli eşyalarından nasıl mahrum ettiğini anlatmış. Tornacı, işini iyi öğrendiği ve seyahat etmeye hazır olduğu zaman, ustası çalışkanlığına karşılık kendisini ödüllendirmek için ona içinde sopa olan bir çanta vermiş.
“Çantayı sırtıma takabilirim, çok da işime yarar ama sopanın bana ne faydası olacak?” diye sormuş genç adam. “Söyleyeyim.” diye cevaplamış ustası da. “Eğer biri sana zarar vermek isterse: ‘Sopa, çantadan dışarı!’ demen yeterli. Sopa onların üstüne atlayacak ve onları öyle kötü dövecektir ki yerlerinden bir hafta kıpırdayamayacaklardır. Sen: ‘Sopa, tekrar çantaya.’ diyene kadar da durmayacaktır.”
Çırak, ona teşekkür ederek çantasını almış ve seyahatine başlamış. Biri ona saldırırsa: “Sopa, çantadan dışarı.” diyecek ve sopa çantadan çıkıp üstlerine atılacak, onlara bir sürü darbe yağdıracak ve işi çözecekmiş. Bir gece genç çırak iki kardeşinin de kandırıldığı hana gelmiş. Çantasını masaya koymuş ve dünyada gördüğü güzel şeyleri anlatmaya başlamış.
“Evet.” demiş. “Kendini donatan masandan, altın veren eşeğinden ve daha bir sürü güzel şeyden bahsedebilirsin ama benim çantamda taşıdığım hazinemle karşılaştırınca bunların hiçbir değeri kalmayacak.”
Bu sözden sonra hancı kulaklarını açıp dinlemeye başlamış. “Ne olabilir ki?” diye düşünmüş. “Büyük ihtimalle çanta değerli taşlarla doludur ve bu da benim hakkım çünkü güzel şeylerin hepsi üçlü şekilde gelirler.”
Yatma vakti geldiğinde misafir, bir banka uzanmış ve çantasını yastık niyetine başının altına koymuş. Hancı, genç adamın derin uykuda olduğunu düşündüğünde yavaş yavaş eğilerek gelmiş; dikkatli bir şekilde değiştirmek için yavaşça çantayı çekmiş ve yerine başka bir çanta koymuş. Tornacı da bunun olmasını bekliyormuş. Tam hancı çantayı başının altından alırken bağırmış: “Sopa, çantadan dışarı!”
Sopa, hemen çantadan çıkıp yükselerek hancının sırtına inmiş. Hancı boşu boşuna merhamet diliyormuş. Ne kadar çok bağırdıysa sopa da o kadar sert iniyormuş sırtına. Sonunda yorgun bir şekilde yere düşmüş.
Daha sonra tornacı, “Eğer masayla eşeği hemen bana vermezsen bu oyunu tekrar tekrar oynarız.” deyince hancı: “Aman Allah’ım, hayır!” diye haykırarak yere çökmüş. Ardından: “Bu lanet şeyi çantaya geri koyarsan her şeyi sana seve seve veririm.” demiş. Bunun üzerine genç adam: “Bu seferlik adil değil, cömert olacağım. Ama ayağını denk al!” diye cevap vermiş. Sonra da: “Sopa, tekrar çantaya.” diye bağırmış.
Ertesi sabah tornacı masa ve eşek ile beraber babasına doğru yola koyulmuş. Terzi onu tekrar gördüğüne çok sevinmiş ve dışarıda ne zanaatlar öğrendiğini sormuş. “Sevgili babacığım.” demiş oğlu. “Tornacı oldum.”
“Çok ince bir zanaat.” demiş babası. “Peki seyahatlerinden ne getirdin evine?”
“Çok değerli bir şey babacığım.” diye cevaplamış oğlan. “İçinde sopa olan bir çanta.”
“Ne?” diye haykırmış babası. “Bir sopa mı? Niye o kadar taşıdın yanında, istediğin zaman bir ağaçtan koparabilirsin bir sopayı.”
Delikanlı: “Ama sıradan bir sopa değil, sevgili babacığım. ‘Sopa, çantadan dışarı.’ dediğim zaman bana zarar vermek isteyen birinin üstüne atlayıveriyor ve pişman olup özür dileyene kadar da onu dövüyor. Bak, bu sopa sayesinde iki kardeşimin hırsız hancıya kaptırdığı masa ve eşeği de geri aldım. Şimdi ikisini de çağıralım ve bütün komşuları davet edelim. Böylece gönüllerinin istediği gibi yiyip içsinler, ceplerini altınla doldursunlar.”
Yaşlı terzi olanlara inanamamış ama oğullarını ve komşularını bir araya toplamış. Sonra tornacı; eşeği getirmiş, önünde bir örtü açmış ve kardeşine şöyle demiş: “Konuş onunla sevgili kardeşim.”
Değirmenci: “Anır bakalım.” der demez örtü taşıyabileceklerinden çok daha fazla altınla kaplanmış. Eminim siz de orada olmak isterdiniz. Ardından, tornacı masayı hazırlamış ve demiş ki: “Şimdi sevgili kardeşim, sen de konuş onunla.”
Sonra marangoz: “Donat kendini, ey masa.” demiş ve anında masanın üzeri en güzel yemeklerle donatılıvermiş. Terzinin evinde daha önce görülmemiş bir ziyafet çekmişler, herkes gece boyunca mutlu ve mesut kalmış.
Sonra terzi iğnesini, ipliğini, mezurasını ve ütüsünü dolaba kilitlemiş; sonsuza dek, üç oğluyla birlikte neşe ve ihtişam içinde yaşamış. Peki, terzinin oğullarının kovulmasına sebep olan keçiye ne olmuş? Anlatayım. Kel kafasından o kadar utanmış ki gidip bir tilki deliğine saklanmış. Tilki eve gelip yabancı bir çift gözün kendisine baktığını görünce çok korkmuş ve kaçmış. Yolda ayıyla karşılaşmış, kendisini endişeli gören ayı sormuş: “Neden böyle görünüyorsun tilki kardeş, sorun ne?”
Tilki: “Ah ah, korkunç bir yaratık oturuyor yuvamda ve öfkeli gözlerle baktı bana.” demiş.
“En kısa zamanda kovalarız onu.” demiş ayı. Deliğe gitmiş, içeri bakmış, aynı şekilde kendisine öfkeyle bakan o iki gözü gördüğünde ayıyı da korku sarmış ve olaya bulaşmamak için o da kaçmış. Yolda çok da cesur hareket etmediğini fark eden bir arıya rast gelmiş, arı şöyle demiş: “Ayı, yüzünden düşen bin parça, sana ne oldu böyle?”
“İyi ki sordun.” demiş ayı. “Tilkinin deliğinde öfkeli gözleri olan, korkunç bir yaratık var ve onu oradan çıkaramıyoruz.”
Arı: “Beni küçük gördüğünü biliyorum ayı, minik bir böceğim ben, biliyorum ama sanırım size yardım edebilirim.” demiş. Tilkinin deliğine uçmuş, keçinin sinekkaydı kafasına konmuş ve o kadar derinden sokmuş ki keçi: “Yandım aman, mee!” diye deli gibi bağırarak kaçmış. İşte o günden beri de hiç kimse o keçiye ne olduğunu bilmiyormuş.

Tek Göz, İki Göz ve Üç Göz
Bir varmış bir yokmuş, üç kızı olan yaşlı bir kadın varmış. Kızlarından en büyüğünün adı, Tek Göz’müş çünkü alnının ortasında bir tane gözü varmış. İkincisi, İki Göz’müş çünkü diğer insanlar gibi iki gözü varmış. Üçüncüsünün adı ise Üç Göz’müş çünkü onun da alnının ortasında üçüncü bir gözü varmış. Ancak İki Göz, diğer insanlar gibi gördüğü için annesi ve kız kardeşleri ona tahammül edemeyip şöyle diyorlarmış: “Senin iki gözünle diğer sıradan insanlardan bir farkın yok, bizim gibi değilsin!”
Onu itip kakmışlar, yüzüne eski kıyafetler fırlatmışlar, artıklardan başka yiyecek bir şey vermemişler ve onu mutsuz etmek için ellerinden geleni yapmışlar.
İki Göz’ün tarlalara çıkıp keçilere bakma vakti gelmiş ancak kardeşleri ona, o kadar az yiyecek vermişler ki karnı hâlâ açmış. Bir tepeye çıkıp ağlamaya başlamış, o kadar acıklı ağlamış ki gözünden de dereler akmaya başlamış. Acı dolu gözlerle kafasını kaldırdığında yanı başında bir kadının durduğunu görmüş. Kadın: “Neden ağlıyorsun küçük İki Göz?” diye sormuş. İki Göz cevap vermiş: “Ben ağlamayayım da kim ağlasın? Diğer insanlar gibi iki gözüm var diye annem ve kız kardeşlerim benden nefret ediyorlar, beni itip kakıyorlar, hatta bana eski kıyafetler ve yemek olarak artık yiyeceklerini veriyorlar. Bugün o kadar az yemek verdiler ki karnım hâlâ çok aç.” Bunun üzerine yaşlı kadın şöyle demiş: “Sil gözyaşlarını İki Göz. Sana öyle bir şey söyleyeceğim ki bir daha hiç acı çekmeyeceksin. Sadece keçine şöyle söyle: ‘Mele küçük keçim, mele! Masayı yiyeceklerle süsle.’ ”
“Önüne serilen bir masada, kocaman bir sofranın gözlerinin önünde kurulduğunu göreceksin; masanın üzeri canının istediği kadar yiyebileceğin en lezzetli yemeklerle dolu olacak. Artık masaya ihtiyacın kalmadığında da sadece: ‘Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.’ demelisin.”
Yaşlı kadın, bu sözleri söyledikten sonra gözden kaybolmuş.
İki Göz hemen: “Bir deneme yapmalıyım ve kadının söyledikleri doğru mu anlamalıyım çünkü çok açım.” diye düşünmüş. “Mele küçük keçim, mele! Masayı yiyeceklerle süsle.” der demez üzerinde tabak, bıçak, çatal ve gümüş kaşığın bulunduğu beyaz örtülü küçük bir masa belirivermiş. Masanın üzeri mutfaktan yeni çıkmış gibi dumanı üstünde tüten en lezzetli yemeklerle doluymuş. Sonra İki Göz, bildiği en kısa duayı okumuş: “Allah’ım, her daim yanımızda ol. Âmin.”
Ardından, afiyetle yemek yemeye koyulmuş. Karnını doyurduktan sonra yaşlı bilge kadının öğrettiği gibi: “Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.” demiş ve anında masa da üzerindeki her şey de gözden kayboluvermiş. “Böyle bir yaşam sürmek ne kadar da güzel.” diye düşünmüş İki Göz ve bir hayli mutlu olmuş. Akşam, keçisiyle eve döndüğünde kız kardeşlerinin hazırladığı çömlek tabağın içinde biraz yemek bulmuş ancak dokunmamış bile. Ertesi gün, yine kendisine bırakılan birkaç parça yemeğe dokunmadan evden ayrılarak keçisiyle dışarı çıkmış.
İlk iki seferde kız kardeşleri onun yemeden bırakıp gittiğini fark etmemişler bile ancak her gün aynı şey olmaya başladığında sonunda gözlerine çarpmış ve: “İki Göz ile ilgili yanlış olan bir şeyler var, yemeğin tadına bile bakmıyor, eskiden verilen her şeyi yiyip bitirirdi; yemeğe ulaşmanın başka yollarını keşfetmiş olmalı.” diye düşünmüşler. Gerçeği öğrenebilmek için Tek Göz’ü, İki Göz ile birlikte çayıra yollamaya; İki Göz’ün orada neler yaptığını ve birinin ona yemek getirip getirmediğini gözetlemeye karar vermişler. Ve böylece İki Göz tekrar yola çıkacağı sırada Tek Göz ona: “Çayıra ben de seninle geleceğim. Keçiye iyi bakabiliyor musun, onu otlak yerlere götürüyor musun diye bir bakacağım.” demiş. Ancak İki Göz, kız kardeşinin aklındakileri hemen anlamış ve keçiyi çayırın en yüksek yerine çıkarmış. “Gel Tek Göz, gel; oturalım ve sana bir şarkı söyleyeyim” demiş. Tek Göz oturmuş, alışkın olmadığı yürüyüş ve sıcaklık sebebiyle yorgun düşmüş. İki Göz, Tek Göz’ü; hiçbir şeyi anlamaya fırsatı olmadan tek gözünü kapatıp uykuya dalana kadar izlemiş. Ardından da:
Tek Göz’üm uyanık mısın?
Tek Göz’üm uyu artık, diye şarkı söylemiş. Bunu gören İki Göz: “Mele küçük keçim, mele. Masayı yemeklerle süsle.” demiş ve masaya oturup doyana kadar yiyip içmiş. Sonra: “Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.” dediğinde masa hemen yok olmuş.
Tek Göz uyandıktan sonra İki Göz ona şöyle demiş: “Tek Göz; hem keçiye bakmak istiyorsun hem de uykuya dalıyorsun, bu sırada keçi bütün dünyayı dolaşabilir. Gel, eve geri dönelim.”
Bunun üzerine eve dönmüşler ama İki Göz, yemeğine yine azıcık bile dokunmamış. Tek Göz, annesine neden yemeğin yenmediğini söyleyememiş ve kendisini affettirmek için: “Dışarıdayken uyuyakaldım.” demiş. Ertesi gün annesi Üç Göz’e: “Bu sefer sen gidip gözetleyeceksin. Dışarıdayken bir şeyler yiyor mu, biri ona yemek getiriyor mu diye sen bakacaksın.” demiş. Böylece Üç Göz, İki Göz’e: “Ben de seninle geleceğim. Keçiye iyi bakabiliyor musun, onu otlak yerlere götürüyor musun diye bir bakacağım.” demiş.
Ama İki Göz, Üç Göz’ün aklında neler olduğunu biliyormuş. Keçiyi yüksek çayıra çıkardıktan sonra: “Oturalım da sana şarkı söyleyeyim.” demiş Üç Göz’e. Yürüyüşten ve güneşin sıcağından yorulan Üç Göz oturmuş ve İki Göz daha önce olduğu gibi aynı şarkıyı söylemeye başlamış:
Üç Göz, görüyor musun?
Fakat sonra Üç Göz, uyuyor musun? diyeceğine, dalgınlıkla:
İki Göz, uyuyor musun? diye söylemiş durmuş şarkıyı.
Üç Göz uyanık mısın, İki Göz uyuyor musun?
Daha sonra Üç Göz’ün iki gözü uyuyakalmış ama üçüncüsü şarkıda adı geçmediği için uyumamış. Üç Göz’ün bütün gözlerini kapattığı doğruymuş ama üçüncü göz, kurnazlık yaparak uyuyor numarası yapmış ve gözünü kısarak her şeyi görmeye devam etmiş. İki Göz, kardeşi Üç Göz’ün uyuduğunu sanarak duasını söylemiş: “Mele küçük keçim, mele! Masayı yemeklerle süsle.” demiş ve canının istediği kadar yedikten sonra masaya kaybolmasını emretmiş. Ardından: “Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.”
Üç Göz bu sırada her şeyi görüyormüş. Daha sonra İki Göz gelmiş, kardeşini uyandırmış ve: “Uyudun mu, Üç Göz? Harika bir bakıcısın! Hadi gel, eve gidelim.” demiş. Eve geldiklerinde İki Göz yine bir şey yememiş ve Üç Göz, annesine: “Artık bu asil ruhlu neden yemek yemiyor, biliyorum. Dışarıdayken keçiye: ‘Mele küçük keçim, mele! Masayı yemeklerle süsle.’ diyor ve üzerinde bizim burada sahip olduğumuzdan çok daha iyi yemeklerle dolu bir masa ortaya çıkıyor, o da oradan istediği kadar yedikten sonra: ‘Mele küçük keçim, mele diye dua ederim. Masayı uzak bir yere götür, rica ederim.’ diyor ve her şey gözden kayboluyor. Her şeyi gördüm. Gözlerimden ikisini şarkılar söyleyerek uyuttu ancak şanslıyım ki alnımdaki üçüncü gözüm açık kaldı.” demiş.
Ardından kıskanç anne: “Demek bizden daha iyi bir hayat sürüyorsun! Hevesin batsın!” diye bağırmış ve kasap bıçağını alıp keçinin kalbine saplamış. Keçi oracıkta ölmüş.
İki Göz olup biteni görünce çok üzülmüş ve çayırın ucundaki tepede çimenliğe oturup ağlamış. Birden yaşlı kadın, yine yanında belirivermiş ve: “İki Göz, neden ağlıyorsun?” demiş.
“Ağlamayayım da ne yapayım?” diye cevap vermiş İki Göz. “Her gün masamı yemeklerle donatan keçi, annem tarafından öldürüldü ve yine açlığa dayanmak zorunda kalacağım.” demiş. Kadın: “İki Göz, sana bir tavsiye vereyim; kız kardeşlerinden öldürülmüş olan keçinin bağırsaklarını iste ve evinizin önündeki toprağa göm. Servete kavuşacaksın.” demiş ve gözden kaybolmuş. İki Göz eve gitmiş ve kız kardeşlerine: “Sevgili kardeşlerim, bana keçimin bazı kısımlarını verin, iyi yerlerini istemiyorum;
bana bağırsaklarını verin, yeter.” demiş. Kardeşleri kahkahalar atıp: “Eğer istediğin buysa al senin olsun.” demişler. Böylece İki Göz bağırsakları almış ve kadının söylemiş olduğu üzere gecenin bir vakti, sessizce evinin ön kapısının oraya gömmüş.
Ertesi sabah herkes uyanıp da evin kapısına doğru gittiğinde muhteşem bir göz alıcılıkla duran, gümüş yapraklı, üzerinde altın elmaları olan bir ağaç bulmuşlar. Dünya üzerinde ondan daha güzel ve kıymetli başka bir şey olamazmış. Ağacın bir gecede oraya nasıl geldiğini anlamamışlar ama İki Göz ağacın tam da keçinin bağırsaklarını gömdüğü yerden büyüdüğünü fark etmiş. Sonra anne, Tek Göz’e: “Tırman çocuğum ve ağacın meyvelerinden topla biraz.” demiş. Tek Göz tırmanmış ancak altın elmaları toplayacakken dal elinden kayıp gitmiş, bu yüzden bir tane bile elma toplayamamış. Sonra, anne: “Üç Göz, sen tırman; üç gözünle Tek Göz’den daha iyi görürsün.” demiş. Tek Göz aşağı inmiş, Üç Göz tırmanmış. Üç Göz daha yetenekli gibiymiş, istediği yerlere bakabiliyormuş ancak altın elmalar ondan da kaçıyormuş. Sonunda annesi de sabırsızlanmış ve tırmanmış ama elini sürekli boşa salladığı için Tek Göz ve Üç Göz’den daha başarılı olamamış.
Daha sonra, İki Göz: “Sadece tırmanacağım belki daha başarılı olurum.” demiş. Kardeşleri: “Sen gerçekten o iki gözünle başarılı olacağını mı sanıyorsun?” demişler. Ancak İki Göz ağaca çıktığında elmalar ondan kaçmamışlar ve kendi istekleriyle eline gelivermişler birbiri ardına, toplayabilsin diye. Sonunda bir önlük dolusu elmayla aşağı inmiş. Annesi hemen elmaları almış ve ona daha iyi davranacağına, sırf meyveleri toplayabildi diye onu kıskanıp daha da kötü davranmaya başlamış.
Bir gün herkes ağacın yanında dururken genç bir şövalye yanlarına yaklaşmış. “Çabuk, İki Göz!” diye bağrışmış iki kız kardeş. “Şunun altına saklan da bizi rezil etme.” demişler ve bütün süratleriyle yanlarında duran boş fıçıyı İki Göz’ün üzerine kapatıp toplamış olduğu altın meyveleri de bu boş fıçının altına itmişler. Şövalye daha da yaklaştığında yakışıklı bir lord olduğu anlaşılmış. Lord, durup bu gümüş ve altınla dolu muhteşem ağaca hayranlıkla bakmış. “Bu güzel ağaç kime ait? Bu ağaçtan bana bir dal bahşeden, karşılığında dilesin benden ne dilerse.” demiş. Tek Göz ile Üç Göz, ağacın kendilerine ait olduğunu ve dalı ona vereceklerini söylemişler.
İkisi de çok uğraşmış ama dallar ve meyveler kaçtıkları için başarılı olamamışlar. Sonra şövalye: “Ağacın size ait olması ama sizin bir dal dahi koparamamanız çok ilginç.” demiş. İki kardeş yine de ağacın kendilerinin olduğunu iddia etmiş. Tam da bu sırada gerçeği söylemedikleri için Tek Göz ve Üç Göz’e sinirlenen İki Göz, fıçının altından iki adet elmayı şövalyenin ayağına doğru yuvarlayıvermiş. Elmaları gören şövalye, hayretler içinde kalmış ve elmaların nereden geldiğini sormuş. Tek Göz ve Üç Göz sıradan insanlar gibi iki gözü olduğu için kendisini göstermesine müsaade etmedikleri üçüncü bir kız kardeşleri daha olduğu cevabını vermişler. Ancak şövalye onu görmekte ısrar etmiş ve bağırmış: “İki Göz, çık ortaya!”
Daha sonra İki Göz, içi rahat bir şekilde fıçının altından çıkmış ve şövalye onun güzelliğine şaşırarak: “Sen, İki Göz, gerçekten benim için bir dal koparabilir misin?” diye sormuş. “Evet.” demiş İki Göz. “Ağaç bana ait olduğu için kesinlikle yapabilirim.”
Sonra ağaca tırmanmış, kolaylıkla gümüş yapraklı ve altın meyveli dalı koparıp şövalyeye vermiş. Şövalye ona: “İki Göz, ne istersin benden bunun karşılığında?” diye sormuş. “Yazık bana.” demiş İki Göz. “Sabahın ilk saatlerinden, gecenin geç saatlerine kadar açlık, susuzluk ve keder içinde acı çekiyorum. Eğer beni yanında götürür ve bunlardan kurtarırsan mutlu olurum.”
Böylece şövalye İki Göz’ü atına almış; onu evine, babasının şatosuna götürmüş; ona güzel elbiseler almış ve istediği kadar et ile içecek vermiş. Sonra da ona âşık olduğu için dillere destan bir düğünle evlenmiş.
İki Göz, yakışıklı şövalye tarafından götürüldüğünde iki kız kardeşi hasetlerinden çatlamışlar. “Bu muhteşem ağaç, yine de bizimle birlikte.” diye avunarak: “Her ne kadar biz meyvelerini toplayamasak da herkes bu ağacı seyredecek, bize gelecekler ve hayran olacaklar. Kim bilir bizi ne güzellikler bekliyordur…” diye düşünmüşler. Ancak ertesi sabah ağaç kaybolmuş ve bütün umutları sönmüş, gitmiş. İki Göz ise küçük odasının penceresinden her baktığında ağacı gördüğüne çok mutlu olmuş çünkü ağaç hep onu takip etmiş ve camının önünde durmuş.
İki Göz hep mutlu yaşamış. Bir keresinde, iki kadın kalesine gelip sadaka istemiş. İki Göz onlara bakıp kim olduklarını hemen anlamış, bu gelenler kız kardeşleriymiş. Tek Göz ve Üç Göz, o kadar açlık içindelermiş ki dolaşıp dilencilik yapmak zorunda kalmışlar. Ancak İki Göz onlara kucak açmış, nazik davranmış ve isteklerini yerine getirmiş; öyle ki gençliklerinde kız kardeşlerine yaptıkları fenalıklar için her ikisi de bütün kalpleriyle tövbe etmişler.

Zembil, Şapka ve Borazan
Bir zamanlar üç erkek kardeş varmış. Üçü de günden güne o kadar fakir düşmüş ki hiç yiyecekleri kalmamış.
Aralarında konuşmuşlar ve: “Bu böyle gidemez, yollara düşelim ve talihimizi arayalım.” diyerek yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler ama talih yüzlerine hiç gülmemiş. Derken günün birinde koskoca bir ormana gelmişler. Bu ormanın ortasında bir dağ varmış. Yaklaştıklarında bu dağın gümüşten olduğunu görmüşler. En büyük oğlan: “Ben kendi talihimi buldum, bundan daha fazlasını istemem.” demiş ve bu dağdan taşıyabildiği kadar gümüş alarak tekrar eve dönmüş.
Diğer iki kardeş: “Biz daha fazlasını istiyoruz, sadece gümüşle yetinmeyiz.” diyerek dağa hiç el sürmeden yollarına devam etmişler. Birkaç gün gittikten sonra bir dağa daha ulaşmışlar. Bütün dağ altındanmış. Ortanca oğlan durup düşünmüş, kendinden pek emin olamamış. “Ne yapsam? Buradan altın alıp da ömrümün sonuna kadar rahat mı yaşasam yoksa yoluma devam mı etsem?” diye söylenmiş. Sonunda ceplerini altınla doldurarak ve kardeşine “Hoşça kal.” diyerek eve dönmüş. Üçüncü oğlan: “Gümüşle altın bana vız gelir; ben talihimi küstürmeyeceğim belki daha iyi bir ödül alırım.” diyerek yoluna devam etmiş. Üç gün sonra ilkinden çok daha büyük, ucu bucağı belli olmayan ikinci bir ormana gelmiş. Ne yiyeceği ne de içeceği kaldığı için neredeyse ölecekmiş. Bu yüzden ormanın sonunu görebilmek amacıyla bir ağaca tırmanmış ama nereye baktıysa ağaç tepelerinden başka bir şey görememiş ve ağaçtan inmeyi düşünmüş. Açlık canına o kadar tak etmiş ki: “Bir kere karnımı doyursam, başka bir şey istemem.” diye söylenmiş. Aşağı iner inmez ağacın altında, üstü mis gibi kokan yemeklerle dolu bir masa görünce çok şaşırmış.
“Bu kez isteğim tam zamanında gerçekleşti.” diye mırıldanarak yemeği kimin pişirdiğini, kimin getirdiğini sorgu sual etmeden sofraya oturmuş ve karnı doyana kadar afiyetle yemiş. Daha sonra: “Şu incecik beyaz masa örtüsü bu ormanda kalırsa paralanıp gider, yazık olur.” diyerek örtüyü özenle katlayıp cebine koymuş. Sonra yoluna devam etmiş ve akşam yine karnı acıkınca örtüyü çıkarıp sermiş.
“Keşke yine üstünde güzel yemekler olsa.” demiş ve bu sözcükler ağzından çıkar çıkmaz tabaklar dolusu leziz yemekler sofrayı doldurmuş.
“Bu yemeklerin hangi mutfakta piştiğini anladım, ben bunu altın ve gümüş dağlara tercih ederim.” demiş.
Yine de bu örtü onu, dünyayı dolaşarak talihini aramaktan alıkoyamamış. Bir akşam ıssız bir ormanda, üstü başı kapkara bir oduncuya rastlamış. Kömür yakmış, ocağa patates sürmüş, yemek hazırlıyormuş.
“Merhaba, kardeş, ne yapıyorsun buralarda yapayalnız?” diye sormuş.
“Her gün yaptığım şeyi.” diye karşılık vermiş ormancı. “Her akşam patates yiyorum, misafirim olmak ister misin?”
“Çok teşekkür ederim ama bana ikram edersen sana bir şey kalmayacak. Asıl sen benim misafirim ol!” demiş adam.
“Sofrayı kim kuracak peki? Bakıyorum da yanında hiçbir şey yok. Birkaç saat etrafa göz atsan da yiyecek bir şey bulamazsın.”
“Merak etme, karnın doyacak. Şimdiye kadar hiç böyle lezzetli yemekler yememişsindir.” diyen oğlan, cebinden çıkardığı örtüyü yere sermiş. “Kurul sofram.” der demez ocaktan yeni çıkmış gibi mis kokulu, hem haşlanmış hem de kızarmış etlerin olduğu güzel bir sofra kurulmuş. Oduncunun gözleri fal taşı gibi açılmış, karşısındakinden rica beklemeden yemeklere saldırmış, koca koca lokmaları mideye indirmiş. Yemekten sonra oduncu kıs kıs gülerek şöyle demiş: “Dinle, senin bu örtün alkışı hak etti. Tam bana göre çünkü bu ormanda bana yemek pişirecek hiç kimse yok. Sana bir öneride bulunacağım. Şu köşede bir asker zembili var, her ne kadar gösterişsiz ve eski de olsa mucizevi bir güce sahip. Benim artık ona ihtiyacım olmadığı için istersen örtüyle değişebiliriz.”
“Önce onun nasıl bir güce sahip olduğunu bilmek isterim ama.” diye karşılık vermiş oğlan.
“Söyleyeyim.” demiş oduncu. “Ne zaman elinle üzerine hafifçe vursan, içinden tepeden tırnağa silahlı altı adam çıkar ve sen ne istersen alıp getirirler.”
“Peki, değişelim o zaman.” diyen oğlan, oduncuya örtüyü verdikten sonra duvara asılı zembili sırtlamış ve vedalaşarak oradan ayrılmış.
Bir süre yol aldıktan sonra zembilin gücünü denemek isteyerek eliyle vurmuş. Hemen içinden altı tane savaşçı çıkmış:
“Efendimiz, hükümdarımız ne buyurur?” diye sormuşlar.
“Hemen oduncunun yanına varın ve benim örtümü alıp getirin!”
Adamlar çok geçmeden, oduncuya hiç soru sormadan örtüyü alıp getirmişler. Oğlan yine yoluna devam etmiş. Bu kez talihinin daha da yaver gitmesini diliyormuş.
Güneş batarken ateşte akşam yemeği hazırlayan bir başka oduncuya rastlamış. Üstü başı kurum içinde kalmış olan oduncu: “Benimle yemek yer misin?” diye sormuş. “Patatesle tuz var, tereyağı yok, gel otur!”
“Hayır.” diye cevap vermiş oğlan. “Sen benim misafirim ol!”
Derken örtüsünü yere yaymış ve yine en güzel yemekler ortaya çıkıvermiş. Birlikte yiyip içmişler, her şey harikaymış.
Yemekten sonra oduncu: “Şu yukarıdaki ranzada eski ve yıpranmış bir şapka var. Çok özel bir şapka bu. Başına geçirip de şöyle bir çevirirsen tepeden tırnağa silahlı on iki asker çıkıp önüne gelen her şeyi vurup harap eder, hiç kimse onlara karşı gelemez.” demiş. “Ama bunun bana artık bir yararı yok. İstersen senin şu örtünle değişelim.”
“Fena olmaz.” diye cevap veren oğlan, şapkayı başına takarak örtüyü oduncuya bırakmış. Bir süre yol aldıktan sonra zembiline eliyle vurmuş, içinden çıkan askerlere gidip örtüyü almalarını emretmiş.
“Talihim yaver gidiyor.” diye düşünmüş. “Ama bu yeterli değil.”
Nitekim yanılmamış. Ertesi gün yine patates kızartmakta olan üçüncü bir oduncuya rastlamış. Ve onu, örtüsünün hazırladığı sofraya buyur etmiş. Yemek oduncunun o kadar hoşuna gitmiş ki masa örtüsü karşılığında oğlana bir borazan teklif etmiş. Bunun şapkadan daha başka bir özelliği varmış. Bir üfledin mi tüm surlar, kaleler ve şehirler, yüzlerce köy, hepsi anında yıkılıp yok oluverirmiş! Oğlan örtüyü oduncuya vermiş ama sonra yine adamlarını gönderip geri almış. Böylece zembil, şapka ve borazan onun olmuş!
“Artık ben kudretli bir adam oldum. Eve dönmemin zamanı geldi, bakayım kardeşlerim ne yapıyor.” diye düşünmüş. Eve döndüğünde kardeşlerinin altın ve gümüşten çok güzel bir ev yapıp, har vurup harman savurmakta olduklarını görmüş. Yanlarına gidince üzerinde yırtık pırtık bir elbise, başında eski bir şapka, sırtında da bir zembil olduğu için kardeşleri onu tanımamış. Onunla alay ederek: “Sen altın ve gümüşü reddederek daha güzel bir talih peşinde koşan kardeşimiz olduğunu söylüyorsun. Gerçekten kendisi çıkagelmiş olsaydı kuşkusuz, krallara yakışan bir kıyafette gelirdi, bir dilenci gibi değil.” diyerek onu kapı dışarı etmişler. Oğlan öfkelenerek içinden yüz elli asker çıkıncaya kadar zembiline vurmuş. Onlara evi kuşatmalarını, kardeşlerini derileri kabarıncaya dek kızılcık sopasıyla dövmelerini istemiş.
Şehir halkı toplanmış ama askerlerle baş edemeyince krala haber vermişler. Kral şehre, subaylarından bir yüzbaşıyı göndermiş. Ama zembilli oğlan çok daha fazla sayıda savaşçı çıkarınca yüzbaşı tüm askerlerini geri çekmiş. Kral: “Bu adamı yakalamak lazım.” diyerek ertesi gün daha fazla kuvvet göndermiş ama onlar daha da az başarı göstermiş. Oğlan, karşısına aldığı halkın üstesinden bir an önce gelmek istediği için başındaki şapkasını birkaç kez döndürünce ağır toplar atılmış ve kralın adamları yenilgiye uğrayarak kaçıp gitmişler.
“Kralın kızıyla evlenmeden ve tüm krallığı elime geçirmeden bu halka rahat vermeyeceğim.” diye krala haber göndermiş. Kral, kızıyla konuşmuş. “Bu adam çetin cevizmiş! Onun istediğini yapmaktan başka çarem yok. Barışın sağlanması ve tacımı korumam için seni ona vermek zorundayım.”
Sonunda düğün yapılmış ama sırtında zembil, başında eski bir şapka taşıyan kocasının vicdansız bir adam olması; kral kızının canını çok sıkmış. “Ondan nasıl kurtulsam?” diye gece gündüz düşünüp durmuş. “Acaba onun bu mucizevi gücü, zembilden kaynaklanıyor olmasın.” düşüncesi aklına gelmiş. Sonra ona sevgi göstererek kalbini kazanmayı becermiş ve bir gün: “Şu eski zembili boynundan çıkarıp bir kenara koysana, seni o kadar çirkinleştiriyor ki senin adına utanıyorum.” demiş.
“Bak hayatım, bu benim en büyük hazinem. O boynumda asılı olduğu sürece hiçbir güçten korkmam ben.” diyen oğlan, ona zembilin kerametini anlatmış. Kadın onun boynuna atılarak öper gibi yapıp, birden zembili alıp kaçmış. Yalnız kalınca da zembile vurarak içinden çıkan savaşçılara eski efendilerini tutuklayıp sarayın zindanına atmalarını emretmiş. İkiyüzlü kadın, daha fazla adam toplayarak onu sürgüne yollamak istemiş. Eğer şapkası olmasaymış oğlan bu mücadeleyi kaybedecekmiş. Elleri serbest kalır kalmaz şapkasını birkaç kez döndürmüş ve ağır toplar ortalığı darmaduman etmiş.
Kralın kızı gelerek oğlandan merhamet dilemiş. Onca yalvarış karşısında oğlan onu affetmiş. Bu defa kız ona çok yakınlık göstermiş, hep onu sever gibi yaparak kandırmış ve bir süre sonra sırrını öğrenmiş. Yani zembile sahip olan kişinin her türlü gücü elinde tuttuğunu ama şapkasız bunun bir işe yaramayacağını biliyormuş artık. Kocasının uyumasını bekledikten sonra şapkasını almış ve onu sokağa attırmış. Ne var ki borazan hâlâ oğlandaymış, tüm gücüyle onu üflemiş. O anda surlar, kaleler, şehirler ve köyler hepsi birden yıkılıp yerle bir olmuş. Bu sırada kral ile kızı da ölmüş. Eğer borazanı biraz daha üflemiş olsaymış, taş üstünde taş kalmazmış. Böylece kimse ona karşı çıkamamış ve tüm krallığı ele geçiren oğlan, kral olmuş.

Sevgili Roland
Bir zamanlar büyücü bir kadın ve onun iki kızı varmış. Kızlardan biri çirkin ve kötü kalpliymiş ama kendi doğurduğu için kadın onu daha çok seviyormuş. Güzel ve iyi kalpli olan kızından ise nefret ediyormuş çünkü o üvey kızıymış. Bir gün üvey kızı güzel bir gömlek giymiş ve öbür kız bunu çok kıskanmış. Hemen annesine giderek o gömleğe sahip olmak istediğini söylemiş.
“Tamam, kızım!” demiş annesi. “O gömlek senin olacak. Üvey kardeşin ölümü çoktan hak etti. Bu gece uykuya daldığı zaman ben gelip onu öldüreceğim. Yalnız sen karyolanın duvar tarafında yat ve onu sağına, öne doğru biraz itekle!”
Meğer o sırada zavallı kız duvarın köşesinde durduğu için bu konuşulanları duymuş. Büyücünün kızı yatma vakti geldiğinde duvar tarafında olabilmek için bütün gün odadan dışarı çıkmamış, sonra da uyuyakalmış. Kız uyurken üvey kız derin uykuya dalmış olan üvey kardeşini öbür yana iteleyip kendisi duvar tarafına geçmiş. Gece yarısı büyücü kadın odaya girmiş. Sol eliyle önde yatan kendi kızını yoklamış, üvey kızı sanarak bir çırpıda öldürüvermiş. Kadın odadan çıktıktan sonra genç kız yataktan kalkarak sevgilisi Roland’ın kapısını çalmış: “Dinle, Roland.” demiş. “Buradan kaçıp gidelim, üvey annem beni öldürmek istedi ama kendi kızının canına kıydı. Yarın yaptığı hatayı görünce bizi yaşatmaz!”


Roland: “Önce onun sihirli değneğini almalısın.” demiş. “Yoksa peşimize düşüp bizi kovalarsa kurtulamayız.”
Kız gidip değneği eline almış, sonra ölü kızın bedeninden yere üç damla kan akıtmış. Birini yatağın önüne, birini mutfağa, üçüncüsünü de merdivene sürmüş. Sonra sevgilisiyle birlikte oradan ayrılmış. Sabah olup da büyücü uyanınca kızına seslenmiş. Ona gömleği vermek istemiş ama kızı gelmemiş.
“Neredesin?” diye seslenmiş.
“Şey, merdivendeyim!” diye cevap vermiş üç kan damlasından bir tanesi.
Büyücü kadın çıkıp merdivene bakmış ama kimseyi görememiş. Tekrar seslenmiş:
“Neredesin?”
“Şey, mutfaktayım, ısınıyorum!” diye cevap vermiş ikinci kan damlası.
Kadın mutfağa gidip baktıysa da kimseyi bulamamış. “Neredesin?” diye bir kez daha seslenmiş.
Üçüncü damla: “Yataktayım, uyuyorum!” diye cevap verince büyücü kadın gidip oraya bakmış ve kendi elleriyle canına kıydığı öz çocuğunun kanlar içinde yatmakta olduğunu görmüş. Öylesine bir öfkeye kapılmış ki hemen pencereden gözünün alabildiğince uzaklara bakmış ve üvey kızının sevgilisi Roland’la kaçmakta olduğunu görmüş.
“Ne yapsanız boşuna!” diye haykırmış. “İstediğiniz kadar uzakta olun, benden kaçamazsınız!”
Sihirli çizmelerini giymiş. Bu çizmelerle bir adım attığında bir saatlik yol alıyormuş. Derken çok geçmeden onlara yetişmiş. Ama onun gelmekte olduğunu gören kız sihirli değneğiyle sevgilisi Roland’ı bir göle, kendisini de o gölün ortasında yüzen bir ördeğe dönüştürmüş. Büyücü kadın sahile yaklaşarak ördeği kendine çekebilmek için suya ekmek kırıntıları atmış ama ördek buna kanmamış. Büyücü kadının planları istediği gibi gitmemiş. Kız, sevgilisi Roland’ı yine eski hâline getirmiş ve ikisi sabaha kadar kol kola dolaşıp durmuşlar. Güneş doğarken kız kendisini kır çiçeklerinin ortasında duran güzel bir çiçeğe, sevgilisini de bir kemancıya dönüştürmüş. Aradan çok geçmeden büyücü kadın çıkagelerek kemancıya: “Kemancı yavrum, biraz çiçek toplayabilir miyim?” diye sormuş.
“Tabii ki.” diye cevap vermiş kemancı. “Ben de bu arada keman çalayım.”
Büyücü kadın aceleyle çite tırmanarak ortadaki çiçeği koparmak istemiş, o çiçeğin kim olduğunu biliyormuş. Aynı anda kemancı, kemanını çalmaya başlayınca büyücü kadın elinde olmadan zıplayıp oynamaya başlamış. Meğer bu sihirli bir kemanmış. Kemancı ne kadar hızlı çaldıysa kadın o denli sıçramış, dikenler hep vücuduna batarak giysisini parçalamış. Çok fazla yara alan kadın, düşüp ölmüş. Ondan kurtulduktan sonra Roland: “Şimdi babama gidip bana düğün yapmasını isteyeceğim.” demiş.
“Ben o zamana kadar burada kalıp seni beklerim. Kimse beni tanımasın diye de kendimi tarlanın ortasında kırmızı bir taşa dönüştürürüm.” demiş kız. Bunun üzerine Roland gitmiş ve kız tarla içinde kırmızı bir taşa dönüşerek sevgilisini beklemeye başlamış. Ancak Roland bir başka kızın tuzağına düşüp asıl sevdiği kızı unuttuğu için geri gelmemiş. Kızcağız uzun süre öylece bekledikten sonra oğlan gelmeyince çok üzülerek kendisini yine güzel bir çiçeğe dönüştürmüş. “Herhâlde biri gelip beni koparır.” diye düşünmüş. Derken günün birinde koyunlarını otlatmakta olan bir çoban, çiçeği görüvermiş. Çok güzel olduğu için onu koparıp yanında taşıdığı bir kutuya koymuş. O günden sonra çobanın evinde akılalmaz şeyler olmaya başlamış. Sabahları ne zaman kalksa bütün işler yapılmış, ev derlenip toplanmış, masalar ve sandalyeler temizlenmiş, ocak yakılmış, su taşınmış, öğlenleri eve geldiğinde yemek pişmiş ve sofra hazırlanmış oluyormuş. Çoban, kulübesinde kimseyi görmediği için bunun nasıl olduğunu anlayamamış. Bu olanlar çok hoşuna gitmiş olsa da zamanla içine bir korku düştüğü için bir bilge kadına danışmış.
Kadın: “Bu işin içinde bir büyü var.” demiş. “Sabahları çok erken kalk, bak bakalım evde bir şeyler kımıldıyor mu. Herhangi bir şey görürsen ne olursa olsun, hemen üzerine beyaz bir örtü at, o zaman büyü ortadan kalkar.”


Çoban onun dediğini yapmış. Ertesi sabah, gün doğarken kutunun nasıl açıldığını ve içinden çiçeğin nasıl çıktığını görmüş. Hemen üzerine beyaz bir örtü atmış. Bir anda karşısında güzel bir kız belirmiş. Kız ona çiçekten çıktığını ve evdeki temizliği, yemekleri kendisinin yaptığını söylemiş. Sonra da başına gelenleri anlatmış. Çoban ondan o kadar hoşlanmış ki evlenme teklif etmiş ama kız, hâlâ Roland’ı sevdiği için “Hayır.” demiş. Roland kendisini terk etmiş olsa da kız, aşkına sadık kalmaya kararlıymış. Yine de evden ayrılmayacağına ve bundan sonra da evde aynı işleri yapacağına dair çobana söz vermiş. Derken Roland’ın düğün günü yaklaşmış. O zamanki geleneklere göre ülkenin tüm kızları yeni evlilerin şerefine şarkı söyleyecekmiş. Aşkına sadık kalan kız bunu duyunca çok üzülmüş, yüreği göğsünden dışarı fırlayacak gibi olmuş ve düğüne gitmek istememiş. Ama diğer kızlar gelip, onu alıp götürmüşler.
Şarkı söyleme sırası ona geldiğinde kendisini geri çekmiş ama herkes söyledikten sonra geriye bir tek o kalınca daha fazla kaçamamış. Roland, kızın söylemeye başladığı şarkıyı duyar duymaz yerinden sıçrayarak haykırmış:

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/bratya-grimm/grimm-masallari-69429559/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Grimm Masalları Якоб и Вильгельм Гримм
Grimm Masalları

Якоб и Вильгельм Гримм

Тип: электронная книга

Жанр: Сказки

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kimi zaman bir ateşin etrafına toplanmış insanlar arasında kimi zaman uykunun sıcak kollarına kendisini bırakamayan bir çocuğun odasında kimi zaman da büyülü gibi görünen bir kitabın sayfalarında rastlarız masallara. Kimileri masalları görmezden gelip hayal gücünün eşsiz diyarlarından mahrum kalırken Grimm Kardeşler gibileri ise köy köy, kasaba kasaba dolaşıp unutulmaya yüz tutmuş olan masalların peşine düşer. Grimm Kardeşler, çıktıkları masal dedektifliği yolculuklarının sonunda buldukları tüm masalları bir araya toplar ve kendileri gibi yolculuğa çıkmak isteyen insanların, ellerine aldıkları bir kitapla diyarlar arasında geçiş yapabilmelerini sağlarlar. Okuyucu, Grimm Masalları’nın kapağını bir kez açtığında geri dönülemez bir yolculuğa çıkar; Rapunzel’in kulesini keşfederken birden Külkedisi’nin baloya giden arabasına rastlar, Hansel ile Gretel’in izlerini takip ederken ormanda koşturan küçük kızı kırmızı başlığından tanır. Evet, diyarlar arası geçiş yapmak isteyenlerin bu kitabın kapağını açıp okumaya başlamaları yeterlidir!..

  • Добавить отзыв