Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri

Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri
Rudyard Kipling
“Çok çok uzun zaman önce kuzum, filin hortumu yokmuş…” diye başlar “Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri” kitabındaki hikâyelerden biri; böylece okuyucular kendini ona kaptırıverirler. Hikâyelerin büyülü ahengi ve samimi havası onları, yüksek sesle ve tekrar tekrar okumak için mükemmel kılar. Aslında Kipling bunları kendi çocuklarına anlatmıştır. Bilhassa çok sevdiği kızı Josephine’e. Bu hikâyeler Kipling’in sanatının en iyi örneklerini sunar. En iyisi siz, hikâyelerin canlılığına kanıt olarak “Çocuk Fil” adlı öyküyü açın ve “Limpopo Nehri’nin sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyısına Timsah’ın akşam yemeğinde ne yediğini öğrenmeye gidiyorum…” diye başlayan büyülü cümlelerle hayal dünyasına dalın…

Rudyard Kipling
Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri






ÖNSÖZ
“Bunlar güzel sözler öyle değil mi, kuzum?” diyerek övünür Rudyard Kipling, Öylesine Hikâyeler (Just So Stories) adlı kitabının bir bölümünde. Aklınızda kalacak olanlar bu hikâyeler değil; içindeki anlamlı sözler (“sonsuz bilgi ve beceri”, “Doğu üslubunun ihtişamından daha fazlası”) ve güzel, ahenkli cümleler (“Ben Tek Başına Dolaşan Kedi’yim ve her yer benim için aynı.”) olacaktır.
Kipling’in “sihirli kelimeler” ile ilgili yoğun duyguları Hindistan’da “umut ederek ve hayal kurarak” geçirdiği çocukluk yıllarının, onu derinden etkilemiş olmasıyla açıklanabilir; o ve kız kardeşi Trix, sürekli olarak, “Anne-babayla İngilizce konuşun!” uyarısıyla karşı karşıyaydılar. Ana dilinde söylenen bu küçük uyarı, onun dikkatini daha da keskinleştiriyordu. Onun bu konudaki hünerini kendi ağzından dinleyelim: “Ağırlıkların, renklerin, parfümlerin ve kelimelerin, diğer kelimelerle olan ilişkisiyle ilgili kendi kendime yöntemler geliştirdim; kelimeleri çok yüksek sesle söylüyordum, bu yüzden kulaklarını tıkıyorlardı. Şiirlerimin ya da düz yazılarımın bir çizgisi yoktu, dilim pürüzsüzleşene kadar birçok ifadenin defalarca tekrarlanmasından sonra, hafızam mekanik bir şekilde su yüzüne çıkmıştı.”
Kipling, 1865 yılında, Hindistan’ın Bombay şehrinde dünyaya gelmiştir ve beş yaşına kadar “The Potted Princess” adlı hikâyesindeki gibi pastoral ve kapalı bir hayat sürmüştür. Ancak altıncı yaş gününden hemen önce, hayatı tamamen değişmiştir. Âdet olduğu üzere Ruddy ve Trix, yetiştirilmek üzere İngiltere’ye gönderilirler. Yabancı bir ailenin yanında pansiyoner olarak kalırlar; bu yabancılar, Kaptan ve Bayan Holloway’dir. Kipling, yaşadığı o beş yılı “işkence yılları” olarak hatırlayacaktır ve o günleri “Mee mee Kara Koyun” (Baa Baa, Black Sheep) adlı kısa hikâyesinde yazarak yeniden şekillendirmiştir. Acısını gizlice tedavi etmiştir Kipling; ona göre “Kötü muamele gören çocuklar, hapishane tarzı hayatlarıyla ilgili sırlarından kurtulmak için, onları anlatmaları gerektiğini bilirler.”
Bu yoğun mutsuzluk duygusu, Kipling’in, çocukluk dönemine ait anıları ilginç bir şekilde taze tutmasına yol açmıştır ve belki de bunlar, çocuklara karşı hissettiği şefkat duygularının da anahtarı olmuştur. Kuzeni Florence Macdonald, “Onu bir çocukla oynarken görmek büyüleyici bir şeydi, çocukla çocuk olurdu ve oyunu, bir çocuğun bakış açısıyla oynardı.” diye anlatır. Çocukların yaratıcı oyunlarının ritüellerine ve kurallarına gösterdiği bu canlı ilgi “The Story of Muhammad Din” gibi bazı hikâyelerinde açıkça görülür.
Kipling daha çok çocuk hikâyeleri yazarı olarak anılır. 1894-1910 yılları arasında her biri klasik sayılabilecek sekiz cilt kitap yayımlamıştır: The Jungle Book ve The Second Jungle Book; Captains Courageous; Stalky&Co., Kim; Just So Stories; Puck Pook’s Hill and Rewards ve Fairies. Kim kitabının, yetişkin edebiyatının zirvesinde olmasının yanında küçük çocuklar için orijinal açıklamalı olan Öylesine Hikâyeler (Just So Stories) kitabı, daha genç okuyuculara hitap eder ve onların ergenliğe geçişine yardımcı olur.
Öylesine Hikâyeler (Just So Stories)’i ithaf ettiği “biricik” kızı Josephine (Effie), Brattleboro, Vermont’ta Aralık 1892’de doğmuştur. Kipling, 1897 yılında St. Nicholas’ta hikâyelerini tanıtırken şöyle söylemiştir; “Sevdiği başka bir hikâyeyle değiştirilebilecek günlük hikâyelerinin aksine; bu hikâyeler, Effie’yi uyutmak’ anlamına geliyordu ve kesinlikle bir kelimesini bile değiştiremezdiniz. Olduğu gibi anlatılmalıydılar yoksa Effie, yerinden doğrulur ve kaçırdığım kelimeyi söylerdi. Sonunda bu hikâyeler tılsımlı hâle geldiler.” Josephine, üç hikâyede, güçlü baba-kız ilişkisine örnek olan “Taffy” olarak çıkar karşımıza.

Hadi ne istersen yapalım baba, yeter ki ikimiz kalalım baş başa Gerçek bir keşfe çıkalım ve çay saatine kadar kalalım dışarıda!
Daha sonra, bu hikâyelerin dinleyicileri arasına Effie’nin, 1896’da dünyaya gelen kız kardeşi Elsie ve 1897’de dünyaya gelen erkek kardeşi John da katıldı. Kipling’in kuzeni Angela Thirkell şöyle demiştir: Öylesine Hikâyeler (Just So Stories) Kuzen Ruddy’nin derin ve huzur veren sesinden dinlenildiği zaman, yazılı hâli onun yanında çok vasat kalıyor. Onlarla ilgili bir ritüel var; her kelimenin özel bir ses perdesi var, ki bu her seferinde kesinlikle aynıydı ve bu özel ses perdesi olmadan hikâyeler kuru mısır yaprakları gibi kalırdı. Benzeri olmayan bir ritim, belli başlı bazı kelimelerin vurgusu, tamlamaların abartılması bir tür tonlamaydı ve onun anlatımını eşsiz kılıyordu.” Bunlar Kipling’in tabiriyle “yüksek sesle” okunmalıydı.
Öylesine Hikâyeler (Just So Stories) 1897’de medyada yer almaya başladı ve birçok kişi tarafından resimlendirildi. 1902 yılında, on iki klasik hikâye, kitap hâline getirildi; Kipling’in, Hint mürekkebiyle yazdığı süslü başlıklarla beraber.
Elinizdeki bu baskıya iki hikâye daha eklendi: Taffy’nin üçüncü macerası olan ve çok sonra yazılan “Tabu Hikâyesi” (The Tabu Tale) ile “Ham ve Kirpi” (Ham and The Porcupine). Ama Just So Stories, Kipling’in yazdığı son hikâye kitabı oldu.
Kitap yayımlandıktan sonra Kipling ailesi ağır bir darbe yedi. 6 Mart 1899’da Rudyard, New York’ta bir otelde kaldığı sırada, 6 yaşındaki Josephine, şiddetli bir zatürre sonucu hayatını kaybetti. Angela Thirkell bu konu hakkında şöyle yazmıştır: “Josephine’in ölümüyle, çok sevgili kuzenim Ruddy ile sahip olduğumuz çocukluk anılarımız da yok olup gitti ve o olaydan sonra, onu bir daha hiç, normal bir insan gibi görmedim.” Belki de bu yüzden “Tabu Hikâyesi” (The Tabu Tale) diğer hikâyelerle birlikte yayımlanmadı; çünkü bu hikâye, “Babasının gittiği her yere gitmiş.” diye yazılmış acıklı, unutulmaz bir finalle bitmiştir. Kipling’in unutulmaz “They” (Onlar) adlı hikâyesi de acılarla dolu kaderiyle ilgilidir; Taffy’nin hikâyelerine eşlik eden “Merrow Down” (Merrow Tepesi) şiiri gibi:
Uzak çok uzak
Duyurmak için sesini
Koşar gelir onu aramaya Tegumai
Çünkü kızı onun her şeyi
Öylesine Hikâyeler’in tarzı, hikâye anlatıcısı ile dinleyiciler arasındaki o özel duyguyu her okuyucuya geçirememiştir. Dolayısıyla güldürü dergisi “Punch” espriyle karışık dokundurmuştur Kipling’e: “Ruddikip’in Büyük Poposu Nasıl Oluştu”yu anlatan Samimi Hikâyeler. Ruddikip de şöyle cevap vermiştir: “Şimdi küçük bir çocuğa dönüşeceğim ve onlarla heceleye heceleye konuşacağım.”
Yorgun Ruddikip kalemini alır ve “Bu yüzden kuzum, vs. vs. vs.” diye yazmaya başlar. Daha sonra da onlar “yorgun Ruddikip”in bu hikâyelerini alıp güzelce, büyük siyah puntolarla basarlar. Çünkü “paha biçilemeyen” bu hikâyelerin tam sizlerin beğenisine göre olduğunu ve her seferinde bu şekilde hikâyeler yazdığı için Ruddikip’e teşekkür edeceğinizi bilmektedirler.
F. J. Harvey Darton, İngiltere’deki Çocuk Kitapları adlı eserinde, Öylesine Hikâyeler’in basit, amcavari tarzından dem vurur.
Ben ise “Kişiye özel ‘esprilerine’ rağmen Öylesine Hikâyeler, kâğıda dökülmüş masalların en mükemmellerinden biridir.” diyen Darton’ın editörü Brian Alderson’la aynı fikirdeyim.
Hikâyelerin canlılığına kanıt olarak “Çocuk Fil” (Elephant’s Child) adlı hikâyeyi açın ve “Limpopo Nehri’nin sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyılarına…” diye başlayan büyülü cümlelerle hayal dünyasına dalın. Çünkü bu tarz bir anlatım, hiçbir zaman akıllardan çıkmaz.

    Neil Philip

BALİNA’NIN BOĞAZI NASIL OLUŞTU?
Evvel zaman içinde, denizlerde bir Balina yaşarmış ve bu Balina, balık yiyerek beslenirmiş, canımın içi. Kalkanları, sazanları, denizyıldızlarını ve zarganaları, yengeçleri ve pisi balıklarını, tırpanaları ve onların eşlerini, orkinosları ve turna balıklarını ve hatta kıvrım kıvrım yılan balıklarını bile yermiş. Yani denizde bulduğu bütün balıkları koca ağzıyla yutarmış bir tanem! Gel zaman git zaman koca denizde sadece küçük bir Cingöz Balık kalmış. Güvenli olduğu için Balina’nın sağ kulağının arkasına saklanarak yüzermiş. Günlerden bir gün, Balina, kuyruğunun üzerinde doğrulmuş ve “Ben acıktım.” demiş. Küçük Cingöz Balık kısık sesle “Haşmetli ve asil Balina Efendi, siz hiç insan etinin tadına baktınız mı?” demiş kurnazca.
“Hayır.” demiş Balina. “Neye benziyor tadı?”
“Güzeldir.” demiş küçük Cingöz Balık. “Güzeldir amma hazmı biraz zordur.”
“O hâlde bana derhâl birkaç tane insan bul!” demiş Balina ve kuyruğunu sallayarak denizi köpürtmeye başlamış.
“Her yemekte bir insan yeterli olur.” demiş Cingöz Balık. “Eğer elli derece kuzey enlemi ve kırk derece batı boylamı boyunca yüzerseniz efendim (Çünkü bu bir büyüdür.), denizin ortasında bir kayık göreceksiniz. Bu kayıkta; üzeri çıplak, ama altında mavi bir pantolonu ve pantolon askısı olan (Bu pantolon askılarını aklında tut cimcimem.) ayrıca bir tane de bıçağı bulunan kazazede bir Denizci var. Ama bilmelisiniz ki bu Denizci, sonsuz bilgi ve beceri sahibidir!”
Bunun üzerine Balina var gücüyle elli derece kuzey enlemi ve kırk derece batı boylamı boyunca yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş… Sonunda kayıkta oturan, ayaklarını suya sokan (Eğer annesi izin vermeseydi ayaklarını suya sokmazdı, çünkü o sonsuz bilgi ve beceri sahibi bir denizciydi.), mavi pantolonlu ve pantolon askılı (Bu askıları aklında gerçekten tutmalısın kuzucuğum!), bir de bıçağı olan kazazede Denizci’yi görmüş.
Tabii Balina hemen açmış ağzını; açmış, açmış, açmış -öyle ki neredeyse üst çenesi kuyruğuna değecekmiş- ve kazazede Denizci'yi yutuvermiş. Onunla birlikte kayığını, mavi pantolonunu, pantolon askısını (Hani şu unutmaman gereken askılar!) ve bıçağını da bir lokmada atmış ağzına; ıslak ve karanlık midesine indirmiş, dudaklarını bir güzel şapırdatmış, sonra da kuyruğunun üzerinde üç kere dönerek dans etmiş.
Amma velakin Denizci, sahip olduğu sonsuz bilgi ve beceriyle Balina’nın ıslak ve karanlık midesinde başlamış tepinmeye; hoplamış, zıplamış, oradan oraya atlamış, ağlamış, zırlamış, en son olarak da denizci horonu tepmiş ve sonunda Balina’nın midesi bulanmaya başlamış (Bu arada, pantolon askılarını unutmadın değil mi?).
Cingöz Balık’a “Midem bu adamı öğütemedi herhâlde, baksana hıçkırık tuttu beni. Ne yapacağım ben şimdi?” demiş Balina.
“Ona çıkmasını söyleyiniz efendim.” demiş Cingöz Balık.
Böylece Balina kendi boğazından içeriye doğru, kazazede Denizci’ye seslenmiş: “Hey sen! Rahat dur artık ve çabuk dışarıya çık. Senin yüzünden hıçkırık tuttu yahu!” demiş.
“Ha ha ha!” demiş Denizci. “O kadar kolay değil. Şimdi beni İngiltere’deki doğduğum, beyaz kayalıklı sahile götür bakalım, sonra bir şeyler düşünürüz.” Ondan sonra da eskisinden daha fazla tepinmeye başlamış.
“İyisi mi siz onu evine götürün efendim.” demiş Cingöz Balık, Balina’ya. “Onun sonsuz bilgi ve beceri sahibi olduğu konusunda sizi, daha çok uyarmalıydım.”
Balina başlamış yüzmeye; iki yüzgeci ve kuyruğuyla yüzmüş yüzmüş yüzmüş… Tabii bu arada da durmadan hıçkırıyormuş! Sonunda Denizci’nin doğduğu beyaz kayalıklı sahile varmış ve karnına kadar sudan dışarı çıkmış. Ağzını kocaman açarak seslenmiş Denizci’ye: “Doğduğu beyaz kayalıklı sahile giden yolcu için son durak!”
Daha Balina’nın ağzından “son” lafı çıkarken Denizci fırlamış yerinden. Ama sonsuz bilgi ve beceri sahibi olduğu için, Balina yüzerken çakısıyla oturduğu kayığı yontarak birbirine çapraz uzanan tahtalardan kare biçiminde bir parmaklık yapmış ve pantolon askılarıyla iyice sağlamlaştırmış bu kafesi (Artık askıları neden unutmaman gerektiğini biliyorsun kuzum değil mi?). Dışarı çıkarken de peşinden Balina’nın boğazına kadar sürüklemiş ve tabii parmaklık Balina’nın boğazına takılmış. Denizci o sırada şu sözleri mırıldanmış:
Bu parmaklıkla
Tıkadım boğazını koca balıklara!
Bu Denizci hepsinden daha kurnazmış. Çakıllı sahilden seke seke geçmiş, ayaklarını suya sokmasına izin veren annesinin yanına gitmiş; evlenmiş ve hayatının sonuna kadar mutlu mesut yaşamış; tabii Balina da. Ama o günden sonra boğazında takılıp kalan, ne tükürebildiği ne de yutabildiği parmaklık yüzünden çok küçük balıklar dışında hiçbir şey yiyemez olmuş. O nedenledir ki, Balina’lar, insanları, küçük kız ve erkek çocuklarını yemezler canımın içi.




Küçük Cingöz Balık ise kaçmış ve çok uzaklarda, denizin dibinde çamurların içine saklanmış. Balina ona kızacak diye ödü patlıyormuş.
Denizci, çakısını eve götürmüş. Sahilde yürürken üzerinde mavi pantolonu varmış; ama bildiğin gibi pantolon askısı yokmuş artık. Bu hikâye de böylece bitmiş.
KAMARANIN PENCERELERİ KARANLIK VE YEŞİL İKEN
Dışarıdaki deniz yüzünden
Gemi düdüğü vooop diye öttüğünde (Bir yandan da sallanırken)
Kamarot çorba kazanına düştüğünde,
Bavullar yuvarlanmaya başladığında,
Bakıcın yere boylu boyunca uzandığında,
Annen sana susmanı söyleyip uyuduğunda,
Uyandırılmadığında,
Seni yıkamadıklarında ya da giydirmediklerinde,
Neden olduğunu (ki hâlâ anlamadıysan)
O zaman anlayacaksın.
Sen “elli derece kuzeyde ve kırk derece batıdasın!”

DEVE’NİN HÖRGÜCÜ NASIL OLUŞTU?
Şimdi sırada ikinci hikâyemiz var ve bu hikâye, Deve’nin hörgücünün nasıl oluştuğunu anlatıyor kuzum.
Çok eski zamanlarda, dünya daha yeni oluşmuşken ve hayvanlar insanoğlu için yeni çalışmaya başlamışken Uğultulu Çöl’de yaşayan bir Deve varmış. Bu Deve, çalışmayı hiç sevmiyormuş ve o da tıpkı çöl gibi sürekli uğulduyormuş. Aylak aylak dolaşıp kuru otları, dikenleri, bitkileri ve kaktüsleri yiyormuş. Biri yanına gelip konuşmaya çalıştığında da “Of!” diyormuş. Sadece ofluyormuş.
Bir pazartesi sabahı At kardeş, ağzında gemi, sırtında da eyeriyle Deve’nin yanına gelmiş ve “Hey Deve kardeş, hadi sen de gel bizim gibi çalış ve şaha kalk.” demiş.
Deve bunun üzerine “Of!” demiş, At kardeş de olan biteni gitmiş Âdem Baba’ya anlatmış.
Ardından Köpek kardeş ağzında bir tahta çubukla gelmiş Deve’nin yanına ve “Hey Deve kardeş, gel de bizim gibi sen de atılanları yakala ve getir.” demiş.
Deve yine “Of!” demiş, Köpek kardeş de olan biteni gidip Âdem Baba’ya anlatmış.
Bu sefer boynunda boyunduruk olan Öküz kardeş gelmiş ve “Hey Deve kardeş sen de bizim gibi tarlayı sürsene.” demiş.
Tabii Deve her zamanki gibi “Of!” demiş, Öküz kardeş de diğerleri gibi olan biteni Âdem Baba’ya anlatmış.
Derken akşam olmuş ve Âdem Baba; At kardeşi, Köpek kardeşi ve Öküz kardeşi yanına çağırmış. “Dostlarım sizin adınıza çok üzgünüm. Dünya yeni kurulmuş olmasına ve yapılacak onca iş olmasına rağmen çölde yaşayan şu “Of ’lu Deve” çalışamıyor, çalışabilse herhâlde burada olurdu. Kısacası onu kendi hâline bırakacağım; ama siz, onun yapmadığı işleri de yaparak iki kat daha fazla çalışacaksınız.” demiş.
Bu haber üç arkadaşı da çok kızdırmış. Çölün kuytu bir köşesinde oturup kendi aralarında konuşmaya başlamışlar; tartışmışlar, oylama yapmışlar; ama bir sonuca varamamışlar. Bu sırada Deve ağzında kuru bir otla geviş getirerek yanlarından sallana sallana geçmiş ve kıs kıs gülmüş onlara. Bir de üstüne oflamış ve oradan uzaklaşmış.
O zamanlar yeni kurulmuş olan dünyanın bütün çöllerinden sorumlu bir Cin varmış. Bu Cin, bir toz bulutunun içinde yuvalanarak gezermiş (Cinler hep böyle yolculuk ederler; çünkü bu bir çeşit büyüdür.). Cin, bu üç arkadaşı görünce onlarla konuşmak için durmuş.
At kardeş hemen sormuş: “Bütün Çöllerin Cini, dünya daha yeni kurulmasına rağmen aylak aylak dolaşmak sence doğru mu?”
“Kesinlikle doğru değil.” demiş Cin.
“İyi o zaman.” demiş At kardeş. “Senin Uğultulu Çöl’ün var ya hani, işte onun tam ortasında uzun bacaklı ve uzun boyunlu bir Şey var. İşte bu Şey pazartesi sabahından beri kılını kıpırdatmadığı gibi, tırıs gitmeyi dahi kabul etmedi.”
“Bak sen!” demiş Cin. “Arabistan’ın tüm altınları adına, bu benim Deve’m olmalı! Ee başka ne yaptı?”
“Ofladı.” demiş Köpek kardeş. “Ayrıca atılan şeyleri de yakalayıp getirmedi.”
“Peki, sonra bir şey söyledi mi?” diye sormuş Cin.
“Sadece ofladı; ayrıca tarlayı sürmeyi de istemedi.” demiş Öküz kardeş.


“Demek öyle.” demiş Cin. “Siz burada usulca bekleyin, ben de gidip ona oflamak neymiş göstereyim!”
Cin, toz bulutu kaftanına sarınmış, çölde yuvarlanarak ilerlemiş; aylak Deve’yi bir su birikintisinde kendi yansımasını hayran hayran seyrederken bulmuş.
“Uzun boylu, heybetli arkadaşım benim.” demiş Cin. “Çalışmadığına dair söylentiler geldi kulağıma, hem de dünya daha yeni kurulmuş olmasına rağmen.”
Deve, karşılık olarak sadece “Of!” demiş.
Cin yere oturmuş, çenesini avcuna dayamış. Büyük bir Sihir düşünmeye başlamış. O sırada Deve hâlen hayran hayran sudaki yansımasını seyrediyormuş.
“Senin aylaklığın yüzünden pazartesi sabahından beri üç arkadaşın da fazladan çalışmak zorunda kaldılar.” demiş Deve’ye ve çaresizce çenesi avcuna dayalı bir şekilde düşünmeye devam etmiş.
Deve cevap olarak yine “Of!” demez mi?
“Yerinde olsam bir daha oflamazdım!” demiş Cin sinirlenerek. “Fazlasıyla oflamışsın zaten. Bak heybetli dostum, senin de çalışman gerek.”
Ve Deve yine “Of!” demiş; ama der demez o çok gurur duyduğu dümdüz sırtı şişmiş şişmiş ve koca bir hörgüce dönüşüvermiş.
“Bak! Gördün mü?” demiş Cin. “Çalışmayarak kazandığın bir ‘Of ’un oldu. Bugün günlerden perşembe ve sen pazartesi gününden beri hiçbir iş yapmamışsın. Şimdi gidip çalışacaksın.”
“Ama…” demiş Deve. “Bu ‘Of ’ sırtımdayken nasıl çalışabilirim ki?”
“Bütün bunlar, çalışmadığın o üç gün yüzünden geldi başına.” demiş Cin. “Bundan sonra üç gün boyunca yemek yemeden çalışabilirsin; çünkü sırtındaki bu ‘Of ’u yemek deposu olarak kullanacaksın. Bu iyiliğimi de sakın unutma, tamam mı? Şimdi çölden çık, doğruca üç arkadaşının yanına git ve uslu uslu otur. Bundan sonra istediğin kadar ‘Of ”layabilirsin artık.”
Deve çaresizce oflaya puflaya üç arkadaşının yanına gitmiş ve onlara katılmış. O günden beri Deve’ler sırtında hep ‘Of ’ taşırlar; tabii biz onları incitmemek için ona, Hörgüç diyoruz. Ama canımın içi Deve’ler, dünya henüz yeni kurulmuşken çalışmayarak kaybettikleri o üç günü hâlâ telafi edememişler ve akıllı olmayı öğrenememişlerdir.


DEVE’NİN HÖRGÜCÜNÜN BİÇİMSİZ ŞEKLİNİ
Hayvanat bahçesinde görebiliriz,
Ama yoksa yapacak bir işimiz,
Oluruz Deve’den daha da biçimsiz şekilli.
Çocukların da büyüklerin de,
Yoksa yapacak işleri, olur onların da birer “Of ”ları.
Hani şu Deve’nin “Of ”undan,
Siyah ve mavi olanından.
Sinirle kalkarız yatağımızdan,
Öfkeyle çıkar sesimiz sıkıntıdan,
Banyomuz, ayakkabılarımız,
Ve hatta oyuncaklarımız,
Patlatır bizi sıkıntıdan.
Ama benim için olmalı bir kaçış yolu bundan,
(Tabii senin için de)
Bizim de bir “Of ”umuz olmadan,
Hani şu Deve’nin “Of ”undan,
Siyah ve mavi olanından.
Bunun ilacı artık oturmamaktır.
Bir çapa ile kürek alıp elimize,
Şıp şıp terleyene kadar toprağı kazmaktır.
O zaman güneşi ve rüzgârı buluruz,
Ve tabii Bahçelerin Cini’ni de.
Onun sayesinde kurtuluruz sıkıntıdan
Hani şu Deve’nin “Of ”undan
Siyah ve mavi olanından
İşte böyle!
Olmayınca yapacak bir işimiz,
Senin de benim de,
Çocukların da büyüklerin de,
Şu Deve gibi oflar puflarız,
Hörgüç varmış gibi üstümüzde.

GERGEDAN’IN DERİSİ NASIL OLUŞTU?
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir zamanlar Kızıldeniz’in kıyılarında, ıssız bir adada bir Zerdüşt varmış ve yalnız yaşarmış. Güneşin ışıkları şapkasından Doğu’nun bütün ihtişamını yansıtırmış. Bu Zerdüşt’ün şapkasından, bıçağından ve kesinlikle dokunmamamız gereken fırınından başka hiçbir şeyi yokmuş. Günlerden bir gün, kendisine yarım metre genişliğinde ve bir metre yüksekliğinde bir kek yapmak için un, su, kuş üzümü, erik, şeker ve başka malzemeler bulmuş. Bu kekin çok faydası varmış; çünkü sihirliymiş. Zerdüşt keki bir güzel yoğurmuş sonra da fırına vermiş. Tabii bunu yapmak için önceden annesinden izin almış. Keki, altı ve üstü iyice kızarana ve mis gibi kokana kadar pişirmiş. Tam oturmuş güzel güzel yiyecekken ıssız adanın ıssız bir köşesinden Gergedan çıkıp gelmez mi! Üstelik pek terbiyeli de değilmiş bu Gergedan; burnunda küçük bir boynuz ve domuzlarınkine benzeyen kara gözleri varmış. Ha bir de o zamanlar Gergedan’ın derisi çok gerginmiş. Öyle ki, hiçbir yerinde ufacık bir kırışıklık yokmuş. Aynı Nuh’un Gemisi’ndeki Gergedan’lara benziyormuş; bir farkla, bu Gergedan çok büyükmüş. Ama dedim ya Gergedan, o zamanlar da şimdi olduğu gibi, pek terbiyeli değilmiş; galiba hiçbir zaman da terbiyeli olamayacak.


Gergedan’ımız sessizce Zerdüşt’ün yanına yaklaşmış ve kulağının dibinde “Heyooo!” diye bağırmış. Zerdüşt korkudan öyle bir zıplamış ki kendini palmiye ağacının tepesinde buluvermiş, bu arada başında da güneş ışıklarını Doğu’nun bütün ihtişamıyla yansıtan şapkası varmış. Haylaz Gergedan, Zerdüşt’ü korkuttuktan sonra burnuyla Zerdüşt’ün fırınını devirmiş, kekini de kumların üzerine düşürdükten sonra parçalayıp bir güzel yemiş. Ardından da kuyruğunu sallaya sallaya geldiği yere geri dönmüş. Zavallı Zerdüşt de ağacın tepesinden inmiş, yere düşen fırınını kaldırmış ve o söylerken senin duymadığın, şimdi okuyacağım şiiri mırıldanmış:
Kim almışsa bu keki,
Hani şu Zerdüşt’ün pişirdiğini,
Bilsin ki almıştır başına büyük bir derdi!
Bu kısacık şiir aslında düşündüğünden çok daha anlamlıymış biriciğim. Çünkü beş hafta sonra, Kızıldeniz’de hava o kadar ısınmış ki, herkes üzerindeki giysileri çıkartmış; tabii bizim Zerdüşt de şapkasını çıkartmış. Gergedan ise denize girip serinlemek için o pek gergin derisini çıkartıp bir köşeye atmış. O zamanlar Gergedan’ın derisi tam göbeğinin altında üç düğmeyle ilikleniyormuş ve su geçirmiyormuş. Ondan sonra Zerdüşt’e kekle ilgili de hiçbir açıklama yapmamış; çünkü biliyorsun hepsini yemiş terbiyesiz olduğu için. Derken Gergedan derisini sahilde kuytu bir köşeye bırakarak denizin serin sularına girmiş, burnundan baloncuklar çıkartarak yüzmeye başlamış.
O sırada sahilde gezen Zerdüşt, Gergedan’ın kuytuya bıraktığı derisini bulmuş ve o kadar sevinmiş ki, ağzı kulaklarına varıncaya dek gülmüş. Gergedan’ın derisinin etrafında dans ede ede üç kere dönmüş ve ellerini ovuşturmuş. Sonra aceleyle kampına dönmüş şapkasının içine yerde kalan kek kırıntılarını doldurmuş; çünkü Zerdüşt kekten başka bir şey yemezmiş ve yere dökülen kırıntıları da ziyan etmezmiş. Gergedan’ın derisini de almış sallamış sallamış, sonra içini kuru, bayat ve yanık kek kırıntılarıyla doldurmuş. Ondan sonra da palmiye ağacının tepesine çıkıp Gergedan’ın denizden çıkıp giyinmesini beklemiş.
Gergedan tam da onun beklediği gibi davranmış. Denizden çıkınca derisini giymiş, üç düğmesini iliklemiş ve nasıl ki yatağımıza dökülen kek kırıntıları bizi gıdıklar, işte o da öyle gıdıklanmaya başlamış. Kaşınmış kaşınmış; ama kaşındıkça kırıntılar daha da çok batmış. Kumların üzerinde yuvarlanmaya başlamış, yuvarlanmış yuvarlamış; ama kırıntılar daha da çok kaşındırmış. Koşmuş, palmiye ağacının gövdesine sürtünmeye başlamış. Ama o kadar çok sürtünmüş ki derisi omuzlarından sarkmış, eskiden göbeğinin altında duran düğmelerin olduğu yerde büzüşmüş ve düğmeleri kopmuş. Bacaklarındaki deri bile bollaşmış. Gergedan bu duruma çok sinirlenmiş; ama bir türlü kek kırıntılarından ve kaşıntıdan kurtulamamış. Sürekli kaşınıyor ve gıdıklanıyormuş. Sonunda öfkeli bir şekilde, kaşına kaşına evinin yolunu tutmuş. İşte o günden beri bütün gergedanların derileri kek kırıntıları yüzünden kaşınmaktan boğum boğum ve kat kattır. Bu yüzden de hepsi öfkeli ve aksidirler.


Bu arada Zerdüşt de palmiye ağacından inmiş, güneş ışıklarını Doğu’nun ihtişamıyla yansıtan şapkasıyla, fırınını, bıçağını ve neyi varsa toplamış ve daha fazla insanın yaşadığı kalabalık yerlere doğru yol almış.
BU ISSIZ ADA
Açıklarındadır Guardafui Burnu’nun,
Civarındadır Socotra sahilinin,
Yakınlarındadır Pembe Arap Denizi’nin,
Sıcaktır oralar,
İkimiz için,
P.&O.’nun güvertesinde, gitmek o bölgeye,
Zerdüşt’e ve kekine bakmak için.

LEOPAR’IN BENEKLERİ NASIL OLUŞTU?
Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar, Yüksek Sahra denilen bir yerde, bütün hayvanların açık renkli olduğu günlerde, bir Leopar yaşarmış. Ama orası, Alçak Sahra, Çalılıklı Sahra ya da Kuru Sahra gibi değilmiş; kum sarısı kayalıkları ve saman sarısı kuru otları olan, çıplak, sıcak ve parlak Yüksek Sahra’ymış. Leopar’ın dışında, Zürafa, Zebra, Boğa Antilobu, Kudu ve Benekli Antilop da orada yaşıyorlarmış. Hepsi kahverengi ve saman sarısı renktelermiş.
Ama Leopar’ın rengi hepsinden daha parlak ve değişik bir saman sarısıymış. Gümüş-sarı karışımı bir kediye benziyormuş ve kürkünün her bir tüyü Yüksek Sahra’nın saman sarısı kahverengi tonuyla çok uyumluymuş. Bu durum Zürafa’yı, Zebra’yı ve diğer hayvanları çok üzüyormuş; çünkü Leopar kum sarısı ve kahverengi bir kayanın ya da çalılığın dibine pusu kurarmış; oradan geçen Zürafa’yı, Zebra’yı, Boğa Antilobu’nu, Kudu’yu, Çalı Antilobu’nu ya da Beyaz Yüzlü Antilop’u, saklandığı yerden fırlayıp öyle bir korkuturmuş ki zavallı hayvancıkların yürekleri ağızlarına gelirmiş.
Ayrıca Yüksek Sahra’da gri-kahve ve sarı renkli, oku ve yayı omzunda gezen bir Etiyopyalı da yaşarmış. Bu Etiyopyalı ile Leopar beraber avlanırlarmış. Etiyopyalı okunu ve yayını, Leopar da pençelerini kullanırmış bunun için. Bu ikisi yüzünden Zürafa, Zebra, Boğa Antilobu, Kudu, Yaban Eşeği ve diğer hayvanlar nereye kaçacaklarını şaşırırlarmış, bir tanem. Korkudan akılları başlarından gidermiş.
Aradan çok uzun zaman geçmiş -o zamanlar herkes ve her şey çok uzun yıllar yaşarmış- Yüksek Sahra’daki hayvanların hepsi, Leopar ve Etiyopyalıya benzeyen her şeyden kaçmaya ve hatta oraları terk etmeye karar vermişler. En başta uzun bacaklı Zürafa gidiyormuş. Derken günlerce yürümüşler, yürümüşler ve bir ormana varmışlar. Bu ormanda değişik ağaçlar, çalılıklar, sarmaşıklar varmış ve boy boy, alacalı bulacalı yaprakları gölgelendiriyormuş her yeri. Hayvanlar bu ormana saklanmaya karar vermişler. Aradan tekrar uzun uzun zaman geçmiş ve bir güneşin altında, bir gölgede durmaktan ağaç yapraklarının alacalı gölgeleri hayvanların renklerini değiştirmeye başlamış. Zürafa’nın üzerinde büyük lekeler, Zebra’nın üzerinde çizgiler, Boğa Antilobu ile Kudu’nun sırtlarında da ağaç kabukları gibi dalgalı, kırçıl hatlar oluşmuş. Artık sesleri duyulabiliyor, kokuları alınabiliyormuş; ama onları görmek mümkün değilmiş. Bunun için nereye bakman gerektiğini iyi bilmen gerekiyormuş. Bu şekilde gölgeli ve alacalı ormanda mutlu mesut yaşarlarken Etiyopyalı’yla Leopar, gri-sarıboz renkteki Yüksek Sahra’da bir oraya bir buraya koşturup kahvaltı, öğlen ve akşam yemeklerini arıyorlarmış. Artık o kadar acıkmışlar ki sıçanları, böcekleri ve kaya tavşanlarını yemişler, sonra da karınları ağrımaya başlamış. Tam o sırada Baviyan adında köpek kafalı, havlayan bir Babun’la karşılaşmışlar. Bu Babun güya Güney Afrika’nın en bilge hayvanıymış.
“Avladığımız hayvanlar nereye gittiler?” diye sormuş Leopar.
Baviyan göz kırpmış. Cevabı biliyormuş.
Ardından Etiyopyalı sormuş Baviyan’a: “Bana yerli Fauna’nın şu an nerede yaşadığını söyleyebilir misiniz acaba?” (Aslında bu, Leopar’ın sorusuyla aynı anlama geliyormuş; ama Etiyopyalı bir yetişkin olduğu için hep böyle cümleler kurmayı tercih ediyormuş.)
Baviyan yine göz kırpmış. Cevabı biliyormuş.
Leopar’a şöyle cevap vermiş: “Senin avların başka noktalara gittiler. Sana tavsiyem sen de başka noktalara git Leopar kardeş.”
Etiyopyalı lafa karışmış: “İyi de ben yerli Fauna’nın nereye göç ettiğini öğrenmek istiyorum.” demiş.
Baviyan ona da şöyle cevap vermiş: “Yerli Fauna, yerli Flora’ya gitti; çünkü artık bir değişiklik yapmaya ihtiyacı vardı. Sana tavsiyem, senin de en kısa zamanda değişmendir Etiyopyalı kardeş.”
Leopar ve Etiyopyalı’nın kafası karışmış karışmasına, ama yine de hemen yerli Flora’yı bulmak için yola çıkmışlar. Gitmişler, gitmişler ve en sonunda gölgelerle dalga dalga, benekli, alacalı bulacalı, çizikli mizikli, dallarla yapraklarla, yüksek ve büyük ağaçlarla dolu bir ormana varmışlar (Eğer bu cümleyi yüksek sesle okursan ormanın nasıl da gölgeli olduğunu anlarsın.).
“Bu kadar karanlık ve aynı zamanda ışıklı olan bu yer de neresi böyle?” böyle demiş Leopar.
“Bilmiyorum; ama herhâlde yerli Flora burası. Zürafa’nın kokusunu alabiliyorum, sesini duyabiliyorum; ama onu göremiyorum.” demiş Etiyopyalı.
“Çok acayip!” demiş Leopar. “Herhâlde parlak güneş ışığından karanlık ormana girdiğimiz için gözlerimiz görmez oldu. Ben de Zebra’nın kokusunu alabiliyorum, sesini duyabiliyorum; ama onu göremiyorum.”
“Bir dakika!” demiş Etiyopyalı. “Onları en son avladığımız günden bu yana çok zaman geçti. Neye benzediklerini unuttuk bence.”


“Hayır…” demiş Leopar. “Ben onların Yüksek Sahra’daki hâllerini çok iyi hatırlıyorum, özellikle de ilikli kemiklerini! Zürafa beş metre boyunda, tepeden tırnağa kirli altın sarısı renkte; Zebra ise dört buçuk metre boyunda ve tepeden tırnağa kahverengi-bej renktedir.”
“Hmm…” demiş Etiyopyalı; bir yandan da alacalı bulacalı yerli Flora ormanı dikkatle inceliyormuş. “Eğer söylediğin gibi olsalardı bu karanlık ormanda, loş ışıklı bir odada duran kabuğu soyulmuş bir muz gibi açık seçik görünmeleri gerekmez miydi?”
Ama bak görünmüyorlarmış ne yazık ki. Böylece bütün gün av peşinde koşmuşlar; avlarının kokusunu almışlar, seslerini duymuşlar; ama bir türlü onları görememişler.
Çay saati gelmiş ve Leopar “Yetti artık!” demiş. “Akşama kadar bekleyelim. Gün ışığında avlanma denememiz tam bir fiyasko oldu!”
Böylece akşama kadar beklemişler. Her yer kapkaranlık olunca Leopar, bir hayvanın böğürür gibi nefes aldığını duymuş. Sesin geldiği tarafa doğru atılmış, yıldızların ışığının altında, ağaç gölgesi gibi çizgili bir şey yakalamış. Bu yakaladığı şey Zebra gibi kokuyormuş, Zebra’ya benziyormuş, yere düşünce Zebra gibi çifte atıyormuş; ama Leopar karanlıkta onu göremiyormuş. Bu yüzden “Hey sessiz ol, biçimsiz şey!” demiş ona. “Sabaha kadar üzerinde oturacağım; çünkü neye benzediğini, nasıl bir şey olduğunu anlayamadım.”
O sırada, önce bir homurtu, sonra bir çatırtı, sonra da bir patırtı sesi duymuş ve bir süre sonra Etiyopyalı ona seslenmiş: “Göremediğim bir şey yakaladım. Zürafa gibi kokuyor, Zürafa gibi çifte atıyor ama şeklini şemalini anlayamadım.”
“Aman dikkat et!” demiş Leopar. “Sabaha kadar benim yaptığım gibi üzerinde otur. Bu yaratıklar şekilsiz şemalsiz, neye benzedikleri belli değil.”
Böylece sabaha kadar avlarının tepesinde oturmuşlar. Gün ışıyınca Leopar sormuş: “Sen ne yakalamışsın Etiyopyalı kardeş?”
Etiyopyalı başını kaşıyarak cevap vermiş: “Aslında yakaladığım hayvanın baştan aşağı parlak turuncu-kahverengi bir Zürafa olması gerekirken bunun her yanı kestane rengi beneklerle kaplı. Sen ne yakalamışsın Leopar kardeş?”
Leopar da başını kaşıyarak cevap vermiş: “Aslında yakaladığım hayvanın baştan aşağı gümüşi-sarı renkte bir Zebra olması gerekirken bunun her yanı siyah-mor çizgilerle kaplı. Ne oldu sana Zebra? Eğer Yüksek Sahra’da olsaydık şu hâlinle seni kilometrelerce uzaktan rahatça görebilirdim, bunu bilmiyor musun? Şeklin şemalin iyice bozulmuş.”
“Olabilir.” demiş Zebra. “Ama artık Yüksek Sahra’da yaşamıyoruz.
Burada beni göremedin.”
“Ama şimdi görebiliyorum.” demiş Leopar. “Dün ne yaptıysam göremedim oysa. Bu nasıl oldu?”
“Ayağa kalkmamıza izin verirseniz gösteririz.” demiş Zebra.
Zebra ile Zürafa’nın ayağa kalkmalarına izin vermişler. Zebra biraz ileriye doğru yürümüş ve bir dikenli çalı yığının üzerine çizgi çizgi düşen güneş ışıklarının orada durmuş. Zürafa da güneş ışınlarının lekeler hâlinde göründüğü uzun ağaçların arasına girmiş.
“Şimdi gözünüzü dört açın!” demiş Zebra ve Zürafa. “Bakın işte böyle saklandık: Bir-iki-üç. Aaa kahvaltınız nereye gitti!”
Leopar’la Etiyopyalı dikkatlice bakmışlar; ama çizgili, lekeli ve alacalı bulacalı gölgelerden başka bir şey görememişler. Zebra ve Zürafa’dan ise hiç iz yokmuş; çünkü onlar çoktan gölgeler arasında kaybolup ormanın derinliklerine gizlenmişler.
“Vay bee!” demiş Etiyopyalı. “Öğrenmeye değer bir numaraymış. Bu da sana ders olsun Leopar kardeş. Bu karanlık yerde kömür kovasına düşmüş bir kalıp sabun gibi parlıyorsun.”
“Haa haa sen kendine bak!” demiş Leopar. “Bu karanlık yerde kömür çuvalına düşmüş bir hardal çiçeği gibi parlıyorsun ne haber.”
“Her neyse. Birbirimizle dalga geçerek karnımızı doyuramayız.” demiş Etiyopyalı. “Çevremize uyum sağlayamamak gibi bir sorunumuz var şu anda. Ben Baviyan’ın öğüdünü tutacağım. Bana değişmem gerektiğini söylemişti. Derimin renginden başka değiştirecek başka bir şey olmadığına göre, onu değiştiririm artık.”
“Nasıl?” demiş Leopar heyecanlanarak.
“Biraz mor, biraz da tuzlu mavi olan kahve-siyah renge dönüşeceğim. Kuytularda ve ağaç arkalarında saklanabilmek için çok uygun bir renk bence.”
Bunları söyleyen Etiyopyalı, hemen orada rengini değiştirivermiş. Leopar, daha önce hiç rengini değiştiren bir adam görmediği için çok heyecanlanmış.
Etiyopyalı küçük parmağına kadar yeni siyah rengine dönüştükten sonra, Leopar sormuş: “Peki ben ne olacağım?”
“Sen de Baviyan’ın öğüdünü yerine getir: Sana başka yerlere gitmeni söylemişti.”
“Evet, ben de hemen başka noktalara geldim işte. Seninle bu noktaya geldim işte, sanki çok işime yaradı da!”
“Ahh!” demiş Etiyopyalı. “Aslında Baviyan başka noktalar derken Güney Afrika’daki başka noktaları kastetmedi aslında; o aslında postuna yeni noktalar yapmanı söylemişti.”
“Ee, bu ne işe yarayacak peki?”
“Bak Zürafa’ya!” demiş Etiyopyalı. “Eğer çizgi isterim dersen Zebra’ya da bakabilirsin. Görmedin mi noktalarından ve çizgilerinden ne kadar memnunlardı!”
“Hmm…” demiş Leopar. “Zebra’ya benzemeyi kesinlikle istemiyorum.”
“Hadi çabuk karar ver!” demiş Etiyopyalı. “Sen bu hâldeyken ava çıkmaktan hoşlanacağımı hiç sanmıyorum. Tabii yeni katranlanmış bir duvarın önünde açmış bir ayçiçeğine benzemekte ısrar edersen, ben de buna mecburen katlanırım.”
“Öyleyse benek olsun.” demiş Leopar. “Ama çok büyük ve kaba benekler yapma sakın, Zürafa’ya da benzemek istemiyorum.”
“Beneklerini parmak uçlarımla yapayım.” demiş Etiyopyalı.
“Derimde hâlâ kurumamış boya var. Kımıldama sakın!”
Böylece Etiyopyalı elinin beş parmağını bir araya getirmiş (Yeni derisinin üzerinde yeterince siyah boya varmış.) ve Leopar’ın üzerine bastırmış. Beş parmağın dokunduğu her yerde, birbirine çok yakın beş küçük benek oluşmuş. Bu benekleri Leopar’ın postuna bakınca bugün bile görebilirsin, kuzum. Arada sırada Etiyopyalı’nın eli kaymış ve benekler biraz silik çıkmış; ama eğer bir Leopar’ın postuna yakından bakarsan, beş tombul parmak izinin bıraktığı beş küçük beneği her zaman görebilirsin.
“Çok güzel oldun!” demiş Etiyopyalı. “Artık yere yatıp çakıl taşları gibi görünebilirsin. Çıplak kayaların üzerine yatıp kireçli bir taş gibi de görünebilirsin, kuru yaprakların üzerine yatarak yaprakların üzerine vuran güneş ışıkları gibi de görünebilirsin. Hatta bir yolun ortasına uzanıp ne olduğu belirsiz bir şey gibi de görünebilirsin. Bunları düşün ve hırlamaya başla!”
“Ee peki, ben bütün bunları olabiliyorsam, sen neden kendine de böyle benekler yapmadın?” demiş Leopar.
“Yoo bir zenciye en çok yakışan renk siyahtır.” demiş Etiyopyalı. “Haydi şimdi gel de ‘Bay bir-iki-üç, aa kahvaltınız nereye gitti’ye hesap soralım!”
Sonra oradan uzaklaşmışlar ve hayatlarının sonuna kadar mutlu mesut yaşamışlar, kuzum. Hikâyemiz de burada bitmiş.
Bu arada büyüklerin, “Etiyopyalı, derisinin rengini, Leopar da beneklerini değiştirebilir mi?” dediklerini duyuyor olabilirisin. Eğer Leopar ve Etiyopyalı’nın bunu zaten bir kere yapmış olduğunu bilselerdi, büyükler de böyle saçma bir şeyi tekrarlayıp durmazlardı; öyle değil mi? Ama Etiyopyalı ve Leopar renklerini bir daha hiç değiştirmeyeceklermiş, kuzum. Çünkü ikisi de hâlinden çok memnunmuş.


BEN BİLGELERİN BİLGESİ BAVİYAN
EN BİLGECE SÖZLERİ SÖYLEYEN
“Hadi kaybolalım tabiatta,
Sen ve ben baş başa.”
Misafirler geldi bir arabayla, bize sesleniyorlar,
Ama annem orada,
Ve sen beni dolaşmaya götürürsen,
Gitmek zorunda değiliz yanlarına,
Hadi ahırlara gidelim,
Çitlere oturup bakalım tarlalara,
Hadi tavşanlarla konuşalım,
Kuyruklarını sallayan tavşanlarla
Hadi ne istersen yapalım,
Yeter ki ikimiz baş başa olalım baba
Gerçekten keşfe çıkalım
Ve çay saatine kadar kalalım dışarıda
İşte botların, hemen getirdim
İşte yürüyüş sopasıyla, şapka
Pipon ve tütünün de burada;
Hadi gidelim, çabuk olsana!



ÇOCUK FİL
Çok çok uzun zaman önce kuzum, Fil’in hortumu yokmuş, sadece bir ayakkabı büyüklüğünde, böyle siyahımsı, çıkıntılı, iki yana sallayabildiği; ama yerden bir şey alamayacak kadar kısa bir burnu varmış. Ama filler arasında doymak bilmeyen merakıyla bir Fil yaşarmış. Küçük bir fil; Çocuk Fil. Bu küçük Fil, Afrika’da yaşarmış. Doymak bilmeyen merakıyla Afrika’daki bütün fillere bedelmiş. Uzun boylu Deve Kuşu teyzesine, “Kuyruğundaki tüyler neden böyle uzuyor?” diye sormuş, Deve Kuşu teyzesi de onu sert ve güçlü bacaklarıyla bir güzel pataklamış. Uzun boylu Zürafa amcasına “Postun neden bu kadar benekli?” diye sormuş ve Zürafa amcası onu sert ve güçlü toynaklarıyla bir güzel dövmüş. Ama küçük Fil’in merakı doymak bilmiyormuş. Şişman Su Aygırı teyzesine “Gözlerin neden kırmızı?” diye sormuş ve Su Aygırı teyzesi onu koca koca toynaklarıyla sopalamış. Kıllı Babun amcasına “Kavunların tadı niye böyle?” diye sormuş ve kıllı Babun amcası da onu kıllı pençeleriyle tartaklamış. Ama onun içindeki merak hâlâ doymak bilmiyormuş. Gördüğü, duyduğu, hissettiği, kokladığı ya da dokunduğu ne varsa hepsiyle ilgili sorular sorarmış ve sonunda bütün amcalarıyla teyzeleri, topluca bunu pataklamışlar. Ama yine de doymak bilmeyen merakını dindirememişler!
Güzel bir bahar sabahı, bu sonsuz meraklı Çocuk Fil, o güne kadar aklına hiç gelmemiş olan bir soru sormuş. Bu soru şöyleymiş: “Timsah akşam yemeğinde ne yer?” Ardından hepsi “Şşşt sus bakayım!” demiş ve uzun süre hiç durmadan pataklamışlar Çocuk Fil’i.
Bu pataklama faslı bittikten sonra dikenli çalılıklara tünemiş olan Kolokolo Kuşu’nun yanına gitmiş ve “Doymak bilmeyen merakım yüzünden babam beni patakladı, annem de, teyzelerim de, amcalarımda… Ama ben hâlâ Timsah’ın akşam yemeğinde ne yediğini çok merak ediyorum.” demiş.
Kolokolo Kuşu, her an ağlayacakmış gibi cıvıldamaya başlamış: “Limpopo Nehri’nin, sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyısına gidersen sorunun cevabını bulursun.”
Ertesi sabah, bizim merakı doymak bilmeyen Çocuk Fil’imiz yanına birkaç yüz kilo muz (küçük, kısa ve kırmızı olanlardan), birkaç yüz kilo şeker kamışı (uzun ve mor olanlardan) ve on yedi tane kavun (yeşil ve taze olanlardan) alıp sevgili ailesiyle ve akrabalarıyla vedalaşmış: “Hoşça kalın! Ben Limpopo Nehri’nin sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyısına, Timsah’ın akşam yemeğinde ne yediğini öğrenmeye gidiyorum.” demiş. Bunun üzerine tüm ailesi, şans getirsin diye -ki Çocuk Fil kibarca durmalarını istediği hâlde- onu bir güzel pataklamışlar.
Böylece bizimki yola koyulmuş. Hava biraz sıcakmış; ama Çocuk Fil serinlemek için taze kavun yiyormuş ve kabuklarını da yere atıyormuş.
Kavunlarını yiyerek yürümüş, yürümüş; Graham kasabasından Kimberley’e, oradan Khama Bölgesi’ne, oradan da kuzeydoğuya gitmiş ve sonunda Limpopo Nehri’nin tam da Kolokolo Kuşu’nun söylediği gibi sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyısına varmış.
Bu arada bu meraklı Çocuk Fil’imizin o haftaya kadar, hatta o güne, saate ve dakikaya kadar hiç Timsah görmediğini ve bir Timsah’ın neye benzediğini bilmediğini unutmamalısın kuzum!
İlk önce bir kayanın etrafına sarınmış iki renkli Kaya Yılanı çıkmış karşısına.
“Affedersiniz…” demiş Çocuk Fil kibar bir şekilde. “Acaba bu karmaşık yerde bir Timsah gördünüz mü hiç?”
“Bir Timsah gördüm mü?” demiş iki renkli Kaya Yılanı korkunç bir ses tonuyla. “Bu ne saçma bir soru!”
“Çok özür dilerim!” demiş Çocuk Fil. “Ama rica etsem bana Timsah’ın akşam yemeğinde ne yediğini söyler misiniz?”
Bunun üzerine iki renkli Kaya Yılanı sarıldığı kayadan sıyrılıp kaymış, Çocuk Fil’in yanına gelmiş ve onu, pullu, kamçı gibi kuyruğuyla bir güzel pataklamış.
“Bu çok garip.” demiş Çocuk Fil. “Çünkü annem, babam, teyzem, amcam, diğer Su Aygırı teyzem ve diğer Babun amcam da beni bu doymak bilmeyen merakım yüzünden pataklarlardı. Sanırım siz de bu yüzden pataklıyorsunuz beni?”
Sonra da Çocuk Fil, iki renkli Kaya Yılanı’nın daha önce durduğu kayaya dönüp tekrar sarılmasına yardım etmiş ve kibarca iyi günler dileyip yanından ayrılmış. Hava oldukça sıcakmış; ama Çocuk Fil yediği taze kavunun kabuklarını yere atmaya devam ediyormuş. Sonunda Limpopo Nehri’nin tam da Kolokolo Kuşu’nun söylediği gibi sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyısının ucuna ulaşmış ve kuru bir kütük zannettiği şeyin üstüne oturmuş ve etrafa bakmaya başlamış.
Ama onun kütük zannettiği şey aslında Timsah’ın ta kendisiymiş kuzum ve Timsah tek gözünü kırpmış!


“Affedersiniz!” demiş Çocuk Fil her zamanki kibarlığıyla. “Acaba bu karmaşık yerde bir Timsah gördünüz mü hiç?”
Bunun üzerine Timsah diğer gözünü de kırpmış ve kuyruğunu çamurların arasından çıkarmış. Çocuk Fil tekrar pataklanmak istemediği için kibarca geri çekilmiş.
“Yaklaş Ufaklık!” demiş Timsah. “Neden böyle sorular soruyorsun?”
“Affedersiniz; ama babam beni patakladı, annem sopaladı, uzun boylu Deve Kuşu teyzem tokatladı, tekmeleri pek sert olan Zürafa amcam tekmeledi, şişman Su Aygırı teyzem tartakladı, haa bir de tüylü Babun amcam da beni hırpaladı ve ayrıca nehrin biraz yukarısında yatan ve hepsinden daha sert vuran iki renkli Kaya Yılanı da beni pullu, kamçı gibi kuyruğuyla bir güzel dövdü. İşte bu yüzden mümkünse daha fazla pataklanmak istemiyorum.” demiş kibarca.
“Yaklaş Ufaklık!” demiş Timsah. “Çünkü aradığın Timsah benim.” Ve bunu kanıtlamak için timsah gözyaşları dökmüş.
Bunun üzerine Çocuk Fil’in heyecandan nefesi kesilmiş ve kalbi hızlı hızlı çarpmaya başlamış. Nehrin kıyısına diz çökmüş ve “Günlerdir aradığım kişi sizsiniz. Lütfen bana akşam yemeğinde ne yediğinizi söyler misiniz?” demiş
“Yaklaş Ufaklık!” demiş Timsah. “Yaklaş da kulağına fısıldayayım.”
İşte o zaman Çocuk Fil başını Timsah’ın koca dişli korkunç ağzına doğru uzatmış ve Timsah da sıçrayıp Çocuk Fil’i, o haftaya, o güne, o saate ve o dakikaya kadar bir ayakkabıdan daha da küçük ama çok daha kullanışlı olan minik burnundan yakalamış.
“Herhâlde.” demiş Timsah ve bunu dişlerinin arasından söylemiş. İşte böyle; “Herhâlde bugün akşam yemeğime Çocuk Fil yiyerek başlayacağım.”
Çocuk Fil bunu duyunca pek bir üzülmüş kuzum ve burnundan konuşarak “Mırak meni! Murnum acıyo!” demiş.
O sırada iki renkli Kaya Yılanı sürünerek nehrin kıyısına gelmiş ve olanları görünce Çocuk Fil’e şöyle demiş: “Genç arkadaşım eğer hemen, çabucak var gücünle kendini geri çekmezsen, korkarım şu desenli mantolu arkadaşın (Timsah’tan bahsediyormuş.) gözünü bile kırpmana izin vermeden nehir akıntısının altına sürükleyecek seni.”
İki renkli Kaya Yılan’larının konuşma şekli böyledir.
Bunun üzerine Çocuk Fil, kısa bacaklarını germiş kendini geriye doğru çekmiş, çekmiş, çekmiş ve burnu gerilip esnemeye başlamış. Timsah da çırpınarak, kocaman kuyruğuyla suları bulandırarak Çocuk Fil’in burnuna asılmış da asılmış.
Çocuk Fil’in burnu esnemeye devam ediyormuş; ama o yine de kısa bacaklarını açarak kendini geri çekmiş, çekmiş ve burnu uzamış da uzamış.
Timsah kuyruğunu kürek gibi sallayıp suları köpürterek Çocuk Fil’in burnuna asılmış, asılmış, asılmış… Her asılışında Çocuk Fil’in burnu biraz daha uzuyormuş ve canı çok yanıyormuş.
En sonunda bacaklarının titrediğini ve yavaş yavaş öne doğru kaydığını hissetmiş ve esnemekten neredeyse bir buçuk metre olan burnundan konuşarak şöyle demiş: “Yeter artık dayanamıyorum, canım çok yanıyor!”
O sırada iki renkli Kaya Yılanı kıyıya gelmiş ve gövdesini Çocuk Fil’in arka bacaklarına dolayarak gemici düğümü atmış. “Tedbirsiz ve tecrübesiz yolcu, şimdi kendimizi biraz daha zorlamamız gerekiyor; eğer yapmazsak, bence bu kendi kendini yürüten sırtı zırhlı savaş gemisi, kışkırtıcı düşmanımız (Timsah’tan bahsediyormuş kuzum.) senin gelecekteki kariyerini olumsuz yönde etkileyecek.” demiş.
İki renkli Kaya Yılan’larının konuşma şekli böyledir.
Bunun üzerine iki renkli Kaya Yılanı asılmış, Çocuk Fil asılmış; Timsah ise tüm gücüyle onları suyun altına çekmeye çalışmış; ama Çocuk Fil ve iki renkli Kaya Yılanı daha güçlü asılmışlar ve en sonunda Timsah, Çocuk Fil’in burnunu öyle bir bırakmış ki, Limpopo Nehri’nin tüm kıraç, kurşuni renkteki kayalıklarında “şlop” diye bir ses yankılanmış.
Burnunu kurtaran Çocuk Fil dengesini kaybedip yere yuvarlanmış ama hemen toparlanıp kalkmış ve iki renkli Kaya Yılanı’na teşekkür etmiş. Sonra zavallıcık uzayan burnunu önce serin muz yapraklarına dolamış, sonra da Limpopo Nehri’nin karanlık kıraç, kurşuni renkteki kayalıklarının serin sularına sokmuş.
“Bunu neden yapıyorsun?” diye sormuş iki renkli Kaya Yılanı.
“Ne yazık ki burnumun şekli çok bozuldu ve eski hâline dönmesini bekliyorum.” demiş Çocuk Fil.
“Bence daha çok beklersin.” demiş iki renkli Kaya Yılanı. “Bazı insanlar da kendilerine iyi gelen şeyi bir türlü öğrenemiyor!”
Çocuk Fil tam üç gün boyunca nehir kenarında oturmuş, burnunun eski hâline dönmesini beklemiş. Ama burnu bir santim bile kısalmamış ve burnuma bakacağım derken şaşılaşıyormuş. Şimdi anladın mı kuzum, Timsah, Çocuk Fil’in burnunu çekip uzatarak bugünkü fillerin hortumuna benzetmiş.
Üçüncü günün sonunda, vızır vızır bir sinek gelmiş Çocuk Fil’i omzundan ısırmış; Çocuk Fil de daha ne yaptığını bile anlamadan hortumunu bir sallamış, sineği bir vuruşta öldürmüş.
“İşte ilk kazancın!” demiş iki renkli Kaya Yılanı. “Eskiden olsa o küçük burnunla bunu yapamazdın. Şimdi de yemek yemeyi dene.”
Çocuk Fil yine ne yaptığını anlayamadan hortumunu uzatıp, yerden bir demet taze ot kopartmış, dizlerine vurarak tozunu silkelemiş ve ağzına tıkmış.
“Bu da ikinci kazancın!” demiş iki renkli Kaya Yılanı. “Eskiden olsa o kısacık burnunla bunu yapamazdın. Hava çok sıcak, öyle değil mi?”


“Evet gerçekten çok sıcak!” diyen Çocuk Fil, ne yaptığını kendisi bile anlayamadan Limpopo Nehri’nin kıraç, kurşuni renkte, kayalık kıyısından bir topak çamur almış, başının üstüne koymuş. Çamurdan şapkası vıcık vıcıkmış ve bu şapka başını serinletmiş, kulaklarının arkasını gıdıklamış.
“İşte üç numaralı kazancın!” demiş iki renkli Kaya Yılanı. “Eski kısa burnunla bunu yapamazdın. Şimdi bundan sonra pataklanmak ister misin?”
“Kusura bakmayın ama…” demiş Çocuk Fil “Pataklanmak hiç hoşuma gitmez.”
“Birini pataklamak ister misin peki?” demiş iki renkli Kaya Yılanı.
“Oo bu çok hoşuma gider!” demiş Çocuk Fil.
“Hmmm…” demiş iki renkli Kaya Yılanı. “Çok kısa bir süre sonra yeni uzun burnunun birini pataklamak için çok uygun olduğunu göreceksin.”
“Teşekkür ederim.” demiş Çocuk Fil. “Bunu aklımda tutacağım, hatta şimdi eve canım ailemin yanına dönüp bir deneme yapabilirim.”
Böylece Çocuk Fil hortumunu sallaya sallaya Afrika’nın ta öbür ucundaki evine doğru yola çıkmış. Canı meyve çektiğinde bir ağacın altında durup beklemiyormuş artık, hortumunu salladığı gibi bir tane kopartıyormuş. Canı ot yemek istediğinde dizlerinin üzerine çömelmek yerine, hortumuyla rahatça bir tutam kopartabiliyormuş. Sinekler onu ısırmaya çalıştığında ağaçtan bir dal kopartıp onları savuruyormuş, hava çok ısındığı zamanlarda da serinlemek için vıcık vıcık çamurdan kendine şapka yapıyormuş. Afrika’ya giderken yol boyunca canı sıkıldığında hortumuyla kendi kendine şarkılar söylüyormuş, sesi öyle çok çıkıyormuş ki birkaç bandodan daha gür oluyormuş. Şişman bir Su Aygırı bulmak için yolunu değiştirmiş (Akrabası olan Su Aygırı değil ama aradığı.) bulmuş ve onu bir güzel pataklamış. Böylece iki renkli Kaya Yılanı’nın hortumuyla ilgili söylediklerinin doğru olduğunu anlamış. Bunun dışında Limpopo Nehri’ne giderken yere attığı kavun kabuklarını toplamış; çünkü o düzenli ve tertipli bir çocukmuş.
Karanlık bir akşamüstü, çok sevdiği ailesinin yanına varmış, hortumunu kıvırarak saklamış ve onları selamlamış ve “Nasılsınız?” demiş. Ailesi onu görünce çok sevinmiş, “Gel bakalım şu doymak bilmeyen merakın yüzünden seni bir pataklayalım!” demişler.
“Hıhh!” demiş Çocuk Fil. “Sizin pataklamak konusunda pek bir şey bildiğinizi sanmıyorum; ama merak etmeyin ben epey bir deneyimliyim, gelin de size göstereyim.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/redyard-dzhozef-kipling-50341/kipling-den-sevilen-cocuk-hikayeleri-69429478/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri Редьярд Джозеф Киплинг
Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri

Редьярд Джозеф Киплинг

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Çok çok uzun zaman önce kuzum, filin hortumu yokmuş…” diye başlar “Kipling’den Sevilen Çocuk Hikâyeleri” kitabındaki hikâyelerden biri; böylece okuyucular kendini ona kaptırıverirler. Hikâyelerin büyülü ahengi ve samimi havası onları, yüksek sesle ve tekrar tekrar okumak için mükemmel kılar. Aslında Kipling bunları kendi çocuklarına anlatmıştır. Bilhassa çok sevdiği kızı Josephine’e. Bu hikâyeler Kipling’in sanatının en iyi örneklerini sunar. En iyisi siz, hikâyelerin canlılığına kanıt olarak “Çocuk Fil” adlı öyküyü açın ve “Limpopo Nehri’nin sıtma ağaçlarıyla kaplı, kıraç, kurşuni renkte, kayalıklı kıyısına Timsah’ın akşam yemeğinde ne yediğini öğrenmeye gidiyorum…” diye başlayan büyülü cümlelerle hayal dünyasına dalın…

  • Добавить отзыв