Fergana Güzeli
Corci Zeydan
Gazeteci, tarihçi ve edebiyatçı kimlikleriyle tanınan Corci Zeydan; bir milletin gerçek tarihinin yalnızca savaş ve fetihler ile değil, aynı zamanda kültür ve medeniyet unsurları ile kavranabileceğine inanır. Modern Arap edebiyatının önemli şahsiyetlerinden biri olan Zeydan, İslam ve Arap tarihini inceleyerek eserlerinde Batı kültürünü Araplara aktarmayı amaç edinir. "Fergana Güzeli"; yazarın 1908 yılında kaleme aldığı, tarihî romanları arasında önemli bir yer edinen eseridir. Ceyhun Nehri’nin kıyısında, Halife Mu’tasım’ın hâkimiyeti döneminde geçen roman; İranlıların milletleri üzerinde kurdukları baskıyı, toprak savaşlarını, ordu yapılanmalarını ve Türk memleketindeki kültür unsurlarını aktarırken okuru, Fergana Güzeli Cihan Hatun ile kahraman Ay Toldı’nın engellerle dolu aşkına da şahit eder. "Fergana Güzeli"ni okurken hem engin tarih denizinin sularına dalacak hem de dolu dizgin aşk hikâyelerinin sıcaklığıyla kavrulacaksınız… "Aşk ve muhabbet uğrunda meşakkat ne kadar artarsa sevdanın lezzeti o kadar büyük olur."
Fergana Güzeli
Cihan Hatun
Corci Zeydan; 14 Kasım 1861 tarihinde, Beyrut’ta doğdu. Fakir bir aileye mensup olan Zeydan, küçük yaşlarda annesinin yönlendirmesi ile çeşitli medreselerde eğitim aldı. Farsça ve İngilizcenin yanı sıra matematik ilmini de öğrendi. Geçimini sağlamak için daima çalışan Zeydan, 1881 yılında Amerikan Üniversitesi Tıp Fakültesine başladı. Diğer öğrencilerden farklı olması yönüyle ön plana çıktı ve üniversitenin onaylamadığı Darwin teorisini destekleyen hocaların yanında bulunarak katıldığı bir boykot sonucunda okulundan uzaklaştırıldı. Eczacılık diplomasını almayı başarsa da maddi sıkıntılar nedeniyle tıp öğrenimini yarıda bıraktı; edebiyat, tarih ve dil alanlarına yöneldi. Kahire’nin günlük olarak basılan tek gazetesi ez-Zemân’da çalışmaya başladı ve bu süreçte Beyrut istihbaratına üye oldu. 1885 yılında Doğu Bilimler Akademisine üye olarak seçildi; bununla birlikte İngilizce, Fransızca, Almanca, İbranice ve Süryanice dillerine hâkim oldu. Genç yaşlarında birçok ülkeye seyahat etme imkânı buldu ve bu esnada oryantalizmi yakından tanıdı. 1886 yılında ilk kitabı olan el-Elfâzu’l-‘Arabiyye ve’l-Felsefetu’l-Lugaviyye’yi yayımlayan yazar, Jön Türkler’i desteklediği gerekçesiyle Osmanlı topraklarına ancak Meşrutiyet’ten sonra girebildi. Bir dönem Kahire Üniversitesinde öğretim görevliliği yaptı, üniversite yönetimi için hassas olan konuları tartışması üzerine görevinden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine 21 Temmuz 1914 tarihinde, Mısır’da vefat etti.
1
FERGANA
Fergana eyaletinin merkezi olan bu yer, büyükşehirlerdendi. Ceyhun Nehri’nin kenarında, Türkistan sınırının üzerinde bulunuyordu. İranlılarca Ahşakest namıyla bilinirdi. Ceyhun Nehri’ne Araplar Nehr-üş Şaş, Frenkler Yakzerrat, Türkler Amuderya derler.
Araplar; İslamiyet’in ortaya çıkmasından sonra fetihlere giriştikleri zaman Suriye, Irak, İran topraklarını beş-on sene içinde ele geçirdilerse de Fergana’ya ancak Hicret’in birinci asrının sonlarına doğru varabilmişlerdi.
Fergana, Türkistan fatihi Kuteybe bin Müslim tarafından Hicret’in 94. senesinde fethedilmişti fakat Araplar, oraya ancak o tarihten birçok sene sonra yerleşebilmişlerdi.
Fergana; nehre üç saatlik mesafede, düz arazide ve nehrin kenarında kurulmuştu. İşlek çarşıları, yüksek bina ve şatoları, süvarileri ve kapıcıları; etrafında bulunan varoşlar ve bahçeler ile güzel ve mamur şehirlerdendi. Kuzeyinde, bir mil mesafede sarp bir dağ vardı. Şehrin ortasında, o asrın mimari tarzıyla meydana getirilmiş İranlıların Kahendez dedikleri büyük bir kale yükseliyordu ki tehlike zamanında şehrin güvenliğini sağlayanlar oraya sığınırlardı. Kale, büyük taşlardan gayet sağlam bir şekilde yapılmıştı. Şehrin evleri ve diğer binaları kerpiçten inşa edilmişti. Şehri kuşatan iç surların dört kapısı vardı. Varoşlar bu surun dışında bulunuyorlardı. Varoşlardan sonra ikinci bir sur daha yükseliyordu. Akarsular, çeşmeler gerek şehirde gerek varoşlarda pek bol bir hâldeydi. Dış surdan sonra bütün şehrin etrafı bir saatlik yol boyu, nehre varıncaya kadar sık ağaçlı bahçeler, bostanlar ve manzaralar ile süslenmişti.
Özetle Fergana, Türkistan’ın ya da Maveraünnehir topraklarının kalkınmış, en refah içinde olan şehriydi.
İslam fetihleri zamanında Fergana halkı, Tacik diye adlandırılan; asıl halkla oraya gelmiş olan Hint, Çinli ve Türklerin karışımından ortaya çıkmış bir halktan oluşuyordu. En yüksek tabakayı İranlılar teşkil ediyordu. Gerçekten o dönemlerde İranlılar, Şark’ın en ileri ve uygar kavmiydi.
Başkanlık, siyaset, edebî ve dinî tesir onlarındı. Nereye gitseler, oraya medeniyetlerini de naklederlerdi. Dinleri Mecusilik’ti. Dilleri Pehlevi[1 - Eski Farisi dili.] diliydi. Bugün yeni Farisi dili nasılsa o zamanlarda Pehlevi dili o taraflarda, yüksek tabakanın lisanıydı. Fergana’nın asli halkının lisanıysa Türkçe idi; Çağatay lehçesi idi. Fergana saltanatı icra eden yöneticiye “ihşid” namı veriliyordu. Pek çok ihşid vardı. Bunlar Fergana eyaletinde saltanatı sürdürüyorlardı fakat burası, İslam devletlerinin kontrolüne geçince Horasan Beyliği’ne katıldı. O hükümdarlara da gerek kalmamıştı. Müslümanlar bunların dinlerine, âdetlerine ilişmemişler; kendi hâllerine bırakmışlardı. Beylerin bir kısmı Irak’ta, İslam memleketinin en mühim ve en mamur yerlerine göç ederek oralarda Halife’nin saraylarına girmiş, Halife’ye güzel hizmetlerde bulunmuşlardı. Müslüman olmuşlar; devlet memuriyetlerine geçmişlerdi. Bunların en meşhuru Mısır Valisi İhşid Tuğç bin Cuf’tu. Beylerin diğer bir kısmı kendi memleketlerinde kalarak İslamiyet’in gölgesi altında huzur ve rahat içinde yaşamışlardı.
2
NEVRUZ BAYRAMI
Hicri 221 senesinin Nevruz’a tesadüf eden günü, Fergana halkının en büyük bayramıdır. Ahali birkaç gün önce, bu günü kutlamak için gereken hazırlıklara başlardı. O gün de şehrin her tarafı donatılıyor, haneler üzerine renk renk bayraklar dikiliyor; çiçekler, gün gün yeşiller ile süsleniyordu. Halk, bayram alışverişini yapmak için çarşı ve pazarlara dökülmüştü. Bazıları küçük çocuklarına yeni elbise almak istiyor, bazıları hediye için sepetler, siniler içinde tatlılar, şekerlemeler alıp götürüyor; bazıları da altı gün sürecek bayram günlerine yetecek kadar yiyecek ve içecek tedarikiyle meşgul oluyorlardı. Evlerde kadınlar, cariyeler; ateş yakmak, bayrama özgü yemekleri ve tatlıları hazırlamak, hamamları yakıp yıkanmak, bayram ekmeklerini yoğurup pişirmekle vakit geçiriyorlardı. Bayram sabahı bu ekmekleri törenle aralarında paylaşarak yeni ekmeği, yeni sene mahsulünün bereketli ve bol olacağına bir delil ve hayır kabul ederlerdi. O gün uğurlu sayılır, yeni paralar tedavüle girer, gümüş vesaireden tepsilerde yeni hububattan yeni hediyeler alınıp verilmesi âdet olduğu gibi yumurta ya da meyveleri birbirine atıp eğlenmek de alışkanlıktı. O günün sabahı bütün çarşı ve pazarlar erkenden açılır, kadın ve çocuklardan oluşan kalabalık bir halk; coşkuyla büyük bir faaliyet içinde bulunurdu. Kimisi sepet kimisi bohça taşıyıp götürür kimi merkebini önüne katıp sürerdi. Genellikle evlere yahut ateş tapınağına doğru yürüyorlardı. Herkes kendi çoluk çocuğuna ya da Mecusilerin kâhinleri olan Mubezlere hediyeler götürmek için koşuyordu.
Şehrin ortasında yükselen Kuhandiz Kalesi’nin üzerine çıkılıp etrafa bakılacak olursa şehrin kâğıt üzerine resmedilmiş bir haritaya ya da boyalı bir resme benzediği görülürdü. Kalenin etrafını kuşatan ve kerpiçten inşa edilmiş olan evlerin çoğu bir kattan oluşmuştu. Bunların içinde taştan yapılmış üç büyük bina vardı. Birincisi şehrin tam ortasında yapılmış olan kaleydi. İkincisi Mecusilerin ibadethanesi olan ateşgedeydi. O zamanlar Mecusilik, oralarda diğer mezheplere üstünlük kuruyordu. Fergana’da bir ateşgede vardı ki ona Karşan Şah diyorlardı. Bu mabedi yüksekliğinden dolayı diğer binalardan ayırmak pek kolaydı. Bulutları başıyla dürtecek gibi duran bu bina âdeta bir kış bahçesindeki hurma ağacına benziyordu. Ateşgedenin damının etrafına, her biri on-on beş arşın boyunda ipekten bayraklar asılmıştı. Aşağıya doğru sarkan rüzgârın esmesiyle gökyüzünde sıra dalgalar şeklinde dalgalanan bu uzun bayraklar, yeşil renkteydi. Üçüncü binaysa ileride bahsedilecek bir Marzban’ın konağıydı. Konak her tarafından güzel bir bahçeyle kuşatılmıştı.
İşte şehir halkı bayram düzenini hazırlamakla meşgulken bir alay takımı muhteşem bir düzenle birdenbire ortaya çıkmış, yolu kaplamıştı. Halk, bir süre bayramı unutmuş gibi alayın ihtişam ve debdebesini izlemeye koyulmuştu. Alay, arabadan fazla süslü bir koça benzeyen büyük bir gerduneden[2 - Araba.] oluşuyordu. Gerdunenin üzerinde altın yaldızlı gümüşten bir kubbe yükseliyordu. Kubbe, boyalı sütunlar üzerine oturtulmuştu. Gerdunenin pencerelerindeki perdeler mavi atlastandı. Gerduneyi üzerlerine işlemeli ipekten örtüler atılmış iki at çekiyordu. Arabacı, atlardan birinin üzerine binmişti. Gerdune etrafında birkaç hadım ağası yürüyordu. Pencerelerin perdeleri indirilmişti.
O hâldeyken içinde kimin bulunduğunu fark etmek mümkün değildi fakat bütün Fergana’da bir tek adam ya da bir tek kadın yoktu ki gerdunenin sahibini bilmesin. Çünkü orada, bundan başka saltanat arabası yoktu. Onlar biliyordu ki bu gerdune, Marzban’ındı. Kendisine Kafkasyalı eşinin akrabasından hediye olarak gelmişti. Marzban aslen İranlıydı. Eşi Kafkasyalı, Çerkez bir kadındı. O, memleket ahalisi gezmeye çıkınca ya da bir yerden bir yere seyahat edince bu arabaları hatunların emrine tahsis ederdi. Araba bir hanımın yiyecek ve içeceğine varıncaya kadar muhtaç olacağı bütün şeylere sahip, büyük bir hücre gibiydi. O süslü araba ne zaman geçse Fergana ahalisi, onun içinde bulunan şahsı izlemekten büyük bir sevinç hissederdi çünkü bilirlerdi ki bu gerduneye yalnızca Marzban’ın genç kızı binerdi. Herkes o kızı severdi. Ona pek çok hürmet eder; olağanüstü güzelliğini, akıl ve dirayetini beğenirdi.
Genç kız, saltanat arabasıyla gezmeye çıkınca genellikle perdeleri indirmez ve kimseden saklanmazdı. Halkla serbest konuşur; herkese güzellikle, güler yüzle davranırdı. Daima halkın kalbine hürmet ve saygı gösterirdi.
O gün genç kız nasılsa gerdunenin perdelerini indirmişti. Arabacı da atları acele sürüyordu. Bu aceleden, alayın şehrin dışına gitmek istediği anlaşılıyordu. Arabanın arkasında eyerleri takılmış süvarisiz, seyisleri olmayan iki at yürüyordu. Bunlardan biri yağız bir attı. Eyeri üzerine ok dolu bir sadak[3 - Ok muhafazası.] asılmıştı. Genç kızı tanıyanlar biliyordu ki bu atın sahibi, gerdunenin sahibi olan bizzat o genç kızdı çünkü çok defa bu genç hanımın ya ava ya da koşuya gitmek üzere erkek elbisesi giydiği hâlde bu ata binerek önlerinden geçtiğini görmüşlerdi. Bu iki attan sonra av uşakları yanında yürüyorlardı. Av hademesi; av köpeklerini, ava alıştırılmış birtakım yırtıcı ve avcı hayvanları beraberlerinde götürüyordu. Bu av âlemi hazırlığı kimsenin garibine gitmiyordu çünkü Marzban’ın kızının gayet mahir bir avcı olduğu herkesçe bilinirdi. Yalnız Nevruz günü ava çıkması garip görünüyordu.
Gelip geçenlerin içinde iki kişi vardı ki biri, Fergana halkından bir tacirdi. Diğeri onun akrabalarından ve Hokand ahalisindendi. Nevruz günlerini akrabasının yanında geçirmek için Fergana’ya gelmiş olan bu adam, bu genç hanımı daha evvel ne görmüş ne de onun hakkında bilgi almıştı. Gösterişli alayı görünce kime ait olduğunu sordu. Arkadaşı:
“Alay, Marzban’ın kızı Cihan Hatun’undur. Onu tanıyor musun?”
“Hayır fakat bu şehirde yaşayan Marzban adlı birinin bulunduğunu ve iş güçten çekilmiş olan bu kişinin büyük bir servet sahibi olduğunu, güzelliğiyle şöhret kazanmış bir de kızı bulunduğunu işittim. Bu adamın başka evladı yok mudur?”
“Onun tüysüz, çirkin, ahlaksız bir oğlu da vardır ki ona hiç benzemez.”
“Marzban bu şehrin asıl halkından mıdır?”
“Hayır, bu şehrin yabancısıdır. Bundan otuz ya da kırk sene evvel daha genç bir yaştayken Araplardan ve onların Mecusilere karşı gösterdikleri şiddet ve ayrımcılıktan kaçarak buraya gelmiş, burayı oturacak yer olarak kendisine seçmiştir. İran memleketinde valiydi. Pek çok sıkıntı ve cefalar çekmiş. Yeni dinin hükümlerine uymak istemediğinden malları ve serveti ile buraya gelip yerleşmiş.”
Konuşanın sözünü keserek:
“Gerçekten çok zengin midir?”
“Evet, pek büyük bir serveti vardır. Şehrin içindeki evler, paralar ve mücevherlerden başka şehrin dışında Amuderya Nehri’nin kenarında bulunan tarlalar, bağlar ve bahçelerin çoğu onundur fakat bizim neyimize lazım. Haydi! Et pazarına gidelim. Bir kuzu alalım. Çocuklarımız bayram sırasında sevinçli olsunlar.”
Fakat arkadaşı halkın durumunu anlamaktan, herkesin işine karışmaktan hoşlanan bir adamdı. Sorularına devam etti.
“Merak ettim, bu hanım böyle bir günde evinden nasıl çıkıyor? Bunu anlamak istiyorum.”
Arkadaşı güldü:
“Sen galiba bu hanımı bizim kadınlarımız gibi zannediyorsun. Evde otursun, hamur yoğurup ekmek pişirsin ya da yemek hazırlasın. Öyle mi? Yanılıyorsun. Bu genç kız, babasının evinin büyük hanımıdır.
Bunun annesi bir hayli sene önce vefat etmiştir. Marzban, bu kızının hatırı için bir daha evlenmedi. Kızını çok seviyor. Ona güzellikle davranış gösterir. O dereceye kadar kızı, onun gözünde hürmete layıktır.”
“Azizim! Maksadım bu değildir; hanım ekmek, yemek pişirmek için evde kalsın demek istemedim. Öyle bir bayram gününde babasının hediyelerle ziyaretine gelecek misafirlerini karşılamak üzere evde kalmalıydı, demek istedim.”
Arkadaşı sözünü keserek:
“Allah aşkına! Bu konuyu bırakalım kardeşim, haydi! Pazara gidelim. Bir kuzu alarak eve dönelim.” dedi.
3
CİHAN HATUN
Cihan Hatun’un alayı bu iki adamı çoktan geçmiş, gitmiş hatta şehirden çıkarak varoşlardan geçtikten sonra bahçelere varmıştı. Alay, orada birkaç çadırın yanında durdu. Bu çadırlar Marzban’a ait arazide yaşayan adamlarındı. Cihan Hatun gezmeye ya da ava çıktığı zaman oralardan geçtikçe karşılamaya çıkıp onu selamlarlardı. O gün de karşılamak için her taraftan koşup gelmişlerdi. Gerdune orada durunca arabacı attan indi. Hatun arabadan ineceği sırada atların hareketine engel olmak üzere atlardan birinin yanında durdu. Hadım ağalarından biri de Cihan Hatun’un inmesine yardım etmek için arabanın yanına yaklaştı. Bu hadım ağası gayet terbiyeli ve dirayetli bir adamdı. İsmi Mercan’dı.
Cihan Hatun onu bütün hadım ağalarından üstün tutardı. Mercan, gerdunenin yanında durdu. Emre ve işarete hazırdı. Perdeyi açmaya cesaret edemiyordu fakat arabanın yanında bir müddet durduğu hâlde gerdunenin kapısı açılmadı, içeriden Hatun tarafından bir emir ve işaret verilmedi. Ancak içeride konuşulduğunu işitiyordu. Konuşmanın neye dair olduğunu anlamak için merak duyarak kulak vermek istedi fakat terbiyesi, mevkisinin hürmet ve heybeti onu bu fikirden vazgeçirdi. Alayın diğer adamlarıyla karşılamaya gelmiş olan çiftlik halkı da orada durup Cihan Hatun’un arabadan inmesini bekliyorlardı. Hatun inmeyince meraka düştüler. En fazla sabırsız görünen Hatun’un yağız atıydı. At sabırsızlık gösteriyor, bir ayağıyla yeri eşeliyordu. Seyis onu zapt edemiyordu. At, güya sahibini beklediğini göstermek için anbean kişniyordu. Bu hâl daha fazla sürmedi. Birdenbire gerdunenin perdesi açıldı. İçinden elli yaşlarında, her hâl ve hareketi dirayet ve ağırbaşlılık gösteren bir kadın indi. Kadın, bütün vücudunu örten büyük bir ferace giymişti. Başında bütün başını ve boğazını örten kırmızı bir yaşmak vardı. Yalnız, yüzü görünüyordu.
Bu kadın Cihan Hatun’un mürebbiyesi ve aynı zamanda en yakını, sırdaşı olan dadısı Hizran’dı.
Mürebbiye, gerduneden inince hanımının inmesine yardım etmek üzere elini gerduneye doğru uzattı. Cihan Hatun kimsenin yardımına muhtaç duymaksızın arabadan indi. Her taraftan, herkesin gözü ona dikilmişti. Herkes o olağanüstü güzelliği hayretle seyrediyordu.
Cihan Hatun o gün ava mahsus elbisesini giymişti. Av elbisesi geniş bir şalvar, kaftan ve vücudunun her tarafını örtebilen bir çeşit aba ya da mantodan ibaretti. Manto, işlemeli ipekten yapılmıştı. Başına, kaşlarına kadar başı örten ve güneşten koruyan, iki ucu arkaya sarkan, sargıya benzeyen bir sarık sarmıştı. Kadın, mantoya iyi sarınmıştı. Yalnız, yüzü görünüyordu.
Cihan Hatun uzun boylu, sevimli ve kibar bakışlı; insana hürmet gösteren, eşi görülmemiş bir güzellikle mümtaz, hoş bir kızdı. Büyük olan gözleri bir nur, zekâ, sihirden başka bir ifade ile tabiri mümkün olmayan büyülü bir cazibe saçıyordu. Ona bakan, onunla konuşan kimse mutlaka onun kendisi üzerinde bir tesirini, bir tesir hâkimiyetini hissederdi. Hiçbir konuda, hiçbir işte ona karşı gelemezdi. Sanki hipnoz eder gibi mıknatısla kendi seçimine ve idaresine zorla kabul edilmişçesine onun elinde alt olmaktan başka bir şey yapamazdı. Halk, onun gezmeye ya da ava çıkmasını beklerdi. Yoldan geçtiğini gördükleri zaman her tarafta dururlar, onun kibar ve asil davranışlarını, benzersiz güzelliğini seyrederlerdi. Cihan Hatun’un halka güzellikle davrandığı bilindiği için, tesettüre gerek duyulmazdı. Herkese güler yüzle, nezaketle bakardı. Onun için de herkesin ona hürmeti çoğalıyordu.
O gün herkesin ümidi kırıldı çünkü o gün, Cihan Hatun’un yüzü her vakit olduğu gibi tebessüm saçmıyordu. Yüzünde herhâlde bir hüznün izleri görülüyordu. Hatta dikkatli bakılacak olursa o latif gözlerinde yapma bir tebessümle saklanmak istediği iki gözyaşı görmek mümkündü.
Romanımızın kahramanı olan Cihan Hatun’un o mucize güzelliğini seyretmek için onu evdeki kıyafetiyle görmek lazımdı. Cihan Hatun kendi hanesinde yaşmağı attığı, yüzü açık kaldığı, saçlarını arkaya döktüğü zaman o latif endama kapılmamak mümkün değildi. Kalbinin gücü, ciddiyet ve cesaret izleri ağzının etrafında ve çenesinde apaçık görülürdü. Boğazının olgun şekli ve yumuşaklığı da o kuvvet ve ciddiyeti gösterirdi. Pederi İranlıyken bu kızın yüzü ve benzer noktaları İranlılara benzemezdi. Onun annesi Çerkez’di. Bu yüzünün güzelliğini validesinden aldığı gibi Çerkezlerden kalp kuvveti, kahramanlık, gayret nefsi gibi birçok özellikleri de almıştı. Ta küçüklüğünden ata binmeyi öğrenmişti. Koşu meydanlarına, ava gitmek alışkanlığıydı. İranlılara mahsus olan zekâ ve dirayetini, incelik hislerini pederinden almıştı. Özetle: Cihan Hatun nadir esen bir rüzgârdı. Fergana halkı bu nadir değeri pek çok sevdiklerinden onu gelinleri saymışlardı. İsmi Marzban’ın kızı Cihan’ken ona “Fergana Gelini” derlerdi.
Cihan Hatun, halkın orada toplanarak kendisini beklediğini görünce aceleyle onlara selam verdi. Bütün kuvvetiyle saklamaya çalıştığı ızdırabını belli ettirmek istemiyordu. Sonra dadısına döndü. Kulağına bir nağme gibi hoş gelen latif bir sesle:
“Anneciğim! At hazır mı?” dedi.
Cihan’ın kendi dadısına bu şekilde “anne” diye hitap etmesi onu daima hoş etmek ve yükseltmek istemesinden ileri geliyordu. Gerçekten Hizran dadı onu ta küçüklüğünden beri elinde büyütmüş, daima ona muhabbet ve samimiyet göstermişti. Cihan; ondan bir şey saklamaz, hiçbir sırrını ona söylemekten çekinmezdi. Gerduneden geç çıkması kadınca mühim bazı şeyler hakkında onunla konuşmasından ileri geliyordu.
Hizran, Seyis’e işaret etti. Seyis atı yaklaştırdı. Hayvan oynayarak ve gururla sahibine doğru geldi. Cihan tebessüm etti. Elleriyle hayvanın alnını okşadı. Atın alnında oturmuş bir aslana benzeyen beyaz nişane vardı. Onun için Cihan ona “Şir” ismini vermişti. Hayvan, sahibinin okşamasından hoşlanarak sağ ön ayağıyla yeri eşmeye başladı. Alay halkı hep durmuş, emre hazırdılar. Hizran onlara dönerek:
“Hanımefendi ava gidiyor. Gerduneyle beraber burada kalınız. Yemek hazırlayınız. Sizden iyi koşar yalnız iki kişi gelsin. Bir av vurursak bize getirirler.” dedi. Sonra Firuzi’yi çağırdı. Firuzi bir seyisti. Cihan, şimşek gibi ata bindi. Sonra Seyis diğer bir atı getirdi. Hizran, bu ata Seyis’in yardımıyla bindikten sonra Seyis’e arkada kalmasını ve diğer iki adamla beraber yürümesini emretti.
Bunların birinin ismi Mercan’dı. Hizran, atı hanımının yanına sürdü ve ikisi yan yana gitmeye başladılar. Cihan, yayını yan tarafa asmıştı. Ok torbası, eyerin üstüne asılmıştı. İki süvari atlarını kıra doğru sürüyorlardı. Arazi çoğunlukla ekilmiş olmakla beraber düzlüktü. Uzakta dereleri ve geçitleri çok olan bir dağ görünüyordu.
Cihan Hatun; ceylan, yaban eşeği ya da geyik avlamak için av köpekleriyle geçit ve derelerde dolaşmaya alışmıştı fakat o gün, bu avlarda kullanılan adamlardan hiçbirini beraberine almamıştı. Çünkü o gün yalnız kalmak istiyordu. Ava çıkmasını vesile göstermişti.
İki kadın kırda iyice gittikten sonra Hizran, Cihan Hatun’a muhabbet ve şefkatle bakarak:
“Hanımcığım! Neden üzgün olduğunu artık bana söyler misin? Validen de her sırrını bana emanet ederdi. Bana her şeyi söylerdi. Sen benden sır gizleme.” dedi.
Cihan Hatun içini çekti:
“Anneciğim! Bana hiçbir şey sorma. Buraya av ile kendimi eğlendirmek için geldim.”
Hizran güldü:
“Ava çıkma hilesini ben tertip ettiğim hâlde sözde av için buraya geldiğimize beni de mi inandırmak istiyorsun? Yahut ne düşündüğünü bilmiyor muyum zannedersin?”
Hizran, hanımına gerçeği söylettirmek istiyordu. Cihan aldırmadı:
“Üzüntümü garip görme. Bilmiyor musun ki pederim bir hayli seneden beri süren romatizmasından çekmektedir. Tabip şifa bulacağından çok ümitli değildir. Allah göstermesin, Marzban’a bir hâl olursa ben pek yalnız ve biçare kalırım çünkü burada hiç akrabamız yoktur. İran’da babamın akrabasından hiçbirini tanıyamam. Kafkasya’da validemin akrabasını bilmiyorum. Bununla beraber bilmiyorum ki nasıl…”
Cihan burada hüzün ve tesirle sözünü kesti.
Hizran dedi ki:
“Hanımcığım! Babanızın hastalığı şimdi birdenbire meydana çıkmış bir hastalık değildir. Daha önce de onun hayatını düşünüyorduk fakat bugünkü kadar üzüntülü görünmüyordun. Bugünkü üzüntünün sebebi elbette başkadır. Onu saklamaya çalışıyorsun fakat ben bilirim.”
4
AY TOLDI
Cihan Hatun, Hizran’ın yüzüne hayretle baktı. Sanki kalbindekini okur gibi onun gözlerinin içine gözlerini dikti. Cihan’ın gerçekten bu yolda insanı etkileyici bakışları vardı. Hizran, hanımın bu bakışlarından ve gözlerinde dolaşan yaşlardan üzüntü duydu. Hislerine karşı gelmeye çalışarak:
“Evet, hanımcığım! Gönlündekini benden gizleme. Korkmazsın fakat biliyorum, bizden utanıyorsun da onun için söylemiyorsun. Şimdi bu konuyu açar açmaz senin yüzünden sıkıldığının farkına vardım.”
Gerçekten Hizran bu konuyu açtığı zaman Cihan’ın yüzü gül gibi pembeleşmiş, gözlerinde kalbinin derin köşelerinde tesir eden bir aşk ve sevda taşıdığını ifşa eden parıltı görülmüştü. Gözlerin itirafı bir delil belgesidir. Sahibi sırrını saklamaya ne kadar çalışsa boştur. Kendisi yalan söyler fakat gözler yalan söylemez. Gözlerin söylediğinin aksini dil söylerse inanmayınız. Gözlere inanınız. Özellikle Fergana Gelini gibi ince hislerle örülü bir genç hanımsa… Evet, Cihan kalben de aklen de yüksekti fakat o an kadınlık zaafı, ona üstünlük kurmuştu. Yere bakmaya başladı. Hizran:
“Hanımcığım! Saklamak istediğin sırrı bilirsem buna şaşırma. Hem bilen yalnız ben değilim. Konakta kimler varsa onlar da hep bilirler. Yalnız senin baban bilmiyor. Babandan çekinmeselerdi ona da söyleyeceklerdi. Olsa olsa benim aracılığımla ona bu haberi vereceklerdi. Hâlbuki ben şimdiye kadar ona öyle bir şey duyurmak istemedim.” Cihan bu sözlerden ürker gibi oldu. Atın yularını düzeltmekle meşgul gibi göründüğü hâlde dedi ki:
“Kardeşim Saman, acaba bu sırrı biliyor mu?”
Hizran, bu ismin anılmasından duyduğu üzüntü ve keder eseri olan acı bir gülüşle:
“Saman mı? Saman’da bir şeyin gizli kalması mümkün değildir. Ben size kaç defa demedim mi ki…”
Cihan, mürebbiyenin kendi kardeşi hakkında herhâlde iyi şeyler söylemeyeceğini anlıyordu. Buna meydan vermek istemedi. Derhâl onun sözünü keserek dedi ki:
“Kardeşimde hiç hoşlanmadığım, aynı zamanda ne olduğunu da anlayamadığım birtakım hâller görüyorum fakat ne olursa olsun onun hakkından fena şeyler söylenmesini istemem. Çünkü o benim tek kardeşimdir. Bunu bilirsin. Bir de o bana karşı gayet sevgi dolu ve vefakâr görünmek ister. Bununla beraber onun birçok hâlleri bana hoş görünmez. Hele her şeyi merak etmesini, diğerlerinin sırlarını bilmeye çalışmasını hiç beğenmem. Onun, bu gibi daha pek garip hâlleri vardır. Örneğin bir meselede o gün evden çıkar, gider. Fergana’yı gezeriz, ararız, bir yerde bulmak mümkün olmaz. Sonra gelir, nereye gittiğini sorarız. Ya cevap vermez ya da gayet bilinmez cevaplar verir. Bazılarından aldığımız haberlere göre bu şehrin ateşgede lideri olan Karşan Şah’la gayet sık ve gizli görüşürmüş. Sen de bilirsin ki bu kâhin pek kurnaz ve pek hilekâr bir adamdır.”
“Zannedersem bu lider Hürremi cemaatiyle gizliden gizliye birleşmiştir. Hürremiler bir inkılap cemiyeti, gizli bir örgüttür. Reisi Babek el Hürremi’dir. Bu adam o kadar kudret ve kuvvet sahibi olmuştur ki Müslümanların halifesi bile ondan korkmaya başlamıştır. İhtimal ki kardeşin Saman da bu cemiyetin üyeliğine girmiştir. Eğer öyle bir şey yapmışsa fena yapmış olmaz çünkü Hürremiler o kadim İran taht ve saltanatını, asıl sahipleri olan İranlılara iade etmektedir. Bütün millet onlardan intikam almayı düşünmüyor mu?”
“Anneciğim! Kardeşimin durum ve ahlakını iyi bilirim fakat her hâlde kardeşimdir. Şimdi onun bahsini bırakalım.”
Hizran gözlerini yere dikerek düşünmeye başladı. Hanımının kendi kardeşinden gördüğü bunca fena hâl ve hareketlere rağmen onun hakkında hâlâ iyi niyette bulunmasına şaşırıyordu. Hizran, onun gayet fena bir kardeş olduğuna inanıyordu fakat çaresizce onun bahsini bıraktı. Konuya döndü:
“Peki, şimdi ya sen şu sakladığın sırrı söyle ya da beni bırak, ben söyleyeyim.”
Cihan, dadısı ya da mürebbiyesine karşı kadınlık zaafına bu dereceye kadar mağlup olmasını gururuna yedirmek istemediğinden kendisini toplayarak dedi ki:
“Anneciğim! Beni zaafa düşmüş zannetme. Beni nasıl bilirsen yine öyleyim. Üzüntümün asıl sebebini biliyorsan hiç çekinme, söyle.”
“Hiç yanılmıyorum. Onun sebebi Ay Toldı’dır. Doğru söylemiyor muyum?”
Cihan bu ismi işitince kalbi çarpmaya başladı. Gözlerinde bir parıltı meydana geldi. Hizran, hanımının bu hâlinden hemen faydalanmak istedi:
“Hanımcığım! İnkâra imkân yoktur. Gözlerin açıktan açığa şahittir. Ay Toldı’yı seviyorsunuz.”
Cihan, mürebbiyesinin bu muhabbeti uygun görüp göremeyeceğine dair belirteceği hisleri anlamak maksadıyla cevap vermedi. Hizran o manidar sessizliği anladı:
“Hiç şüphe yok. Ay Toldı güzel bir delikanlıdır, cesur ve cengâverdir.”
“Onu nasıl bulduğunu bana söylemiyorsun.”
“Hanımcığım, söyledim ya! Yiğit ve cesur, güzel bir delikanlıdır. Ne Fergana’da ne Türkistan’da ne de İran’da onun gibi yakışıklı ve bahadır bir genç vardır.”
“Peki, onun cesur ve güzel bir delikanlı olduğunu anladım. Ondan başka daha ne biliyorsun?”
Hizran fikrini açıktan açığa söylemek istedi fakat hâl ve mevkisini, Cihan Hatun’u düşünerek sessizliği tercih etti. Cihan sakin bir ses ve sağlam bir tavırla sessizliği bozdu:
“Anneciğim! Açıkça söyle. Hiçbir şeyden çekinme.”
“Soy meselesi olmasa dünyada Ay Toldı’dan daha iyi bir genç yoktur derim fakat Fergana’da onun aslını, soyunu bilen yoktur. Hatta kendisi de babasının kim olduğunu bilmez.”
Cihan ciddi bir tavır aldı. Omuzunda bulunan yayın şeklini düzeltmekle uğraşarak:
“Halk kendisi için ne diyor?” dedi.
“Kendi şahsı hakkında hiç kimse kusur bulmuyor. Güzel, sevimli, cengâver, gururlu ve ciddiyet sahibi bir delikanlıdır. Buldukları kusur, onun soy ve neslinin belli olmamasıdır.
Ben onun annesini Fergana’ya geldiğinden beri tanırım. O zaman genç bir kadındı. Ay Toldı’yı küçük bir çocuk olarak beraberinde getirmişti. Bu genç kadın pek güzeldi. Fergana’da birkaç kişi onunla evlenmek istedi fakat kendisi fakir olmasına ve ihtiyacına rağmen kabul etmedi. Çocuğunun terbiyesiyle uğraşmak istiyordu. Bütün kuvvetini Ay Toldı’nın yetişmesine ve terbiyesine sarf etti. Baban kadının bu hâlini işitince yanına çağırdı. Geçmiş hayatı hakkında sorular sordu. Kadın ilk başta cevap vermek istemedi. Sonra bilgi verdi. Kendisi saf Türk’müş. Türkistan Çölü’nde henüz pek küçük yaştayken validesinin kucağından kapmışlar. Irak’a götürmüşler. Orada bir esir tacirinin hanesinde büyümüş. Nihayet Irak halkından birine satmışlar. Orada bir müddet kaldıktan sonra efendisi kendisini azat ederek nikâhı altına almış. Kocası bir müddet sonra vefat etmiş. Kendisi hamile kalmış. Daha sonra çocuğu doğunca terbiyesiyle uğraşmak istemiş. Pederin bu sözlere inanmadı çünkü pek belirsizdi. Tecrübe etmek istedi. Kendi adamlarından bazılarına varmasını teklif etti. Kabul etmedi. Kendisini bu hususta mazur göstermek istiyordu. Bunun üzerine pederinizin şüpheleri bir kat daha arttı. Bununla beraber kendisini konağınızın yanında oturttu. Ona erzak ve nafaka sağladı. Bu kadın terzilik biliyordu. Daha sonra göz ağrısına uğradı. Gözleri büsbütün görmez oldu. Artık çalışamıyordu. Babanızın evinde kaldı. Bunu bilirsiniz. Oğlu Ay Toldı ise binicilik, nişancılık öğrendi. Pek asil ve necip, büyük büyük meziyetler göstermeye başladı. Baban onu kendi adamları sırasına aldı. Onu seviyor, iktidar ve liyakat gösteriyordu. Bundan birkaç sene önce Bağdat Halifesi’nin Araplardan ve İranlılardan güvenliği kalmamıştı. İranlılar, hükûmeti onun elinden almak istiyorlardı. Halife, Fergana ve varoşlarından gönüllü asker toplattırdı. Ay Toldı kendisini asker yazdırarak Halife’nin hizmetine koştu. Ben ta o zaman aranızda meydana gelen şimdi saklamak istediğin karşılıklı sevgiyi ve muhabbeti anlamıştım. Şaşırdığım bir şey varsa o da onun buradan uzaklaşma isteğidir. İhtimal ki bu delikanlı mevkisi ve asaleti itibarıyla aranızdaki büyük farkı göz önüne alarak ve yas tutarak buradan gitmiştir.”
Hizran söz söylerken Cihan büyük bir şok ve cezbeyle onu dinliyordu. Söz buraya gelince Cihan cevap verdi:
“O, Halife Mu’tasım’ın yanına gönüllü asker yazıldıysa iktidar ve liyakat sahiplerinin ehliyet ve meziyeti ancak o gibi mevkilerde kendisini gösterir diye yazıldı. Seni kuşatan şeyin hemen aynısı onu da sarmıştı. Kendisini bana denk ve layık değil zannediyordu. Hâlbuki ben, onu kendimden yüksek görüyorum çünkü bir insanın değeri sahip olduğu çiftlikler, mülkler, giydiği elbiselerle değil; sahip olduğu vasıflar ve kahramanlık hikâyeleriyle değerlendirilir. Sen de başkaları da onun bu vasıfları ve hikâyeleri olduğunu söylüyorsunuz. Kendisini bana layık görememesi de bir özelliktir. Onun için Bağdat’ta Müslümanların yanında askerlik etmek istedi ki orada düşündükleriyle, kendi yaptıklarıyla yüksek yerlere ulaşsın. Aramızda fark kalmasın. Hiç şüphe etmem. O, orada en yüksek askerî rütbelere ulaşacaktır çünkü her gün işitiyoruz. Halife’nin bu memleketlerden, köle sınıfından satın alarak terbiye ve asker ettiği kimselerden oralarda büyük büyük serdarlar çıkıyor. Ay Toldı gibi bir babayiğidin böyle yüksek mevkileri kazanması güç şey midir?”
Cihan bu sözleri söylerken kalbinin vuruşundan, hislerinin baskısından dili kekeler gibi oluyordu.
Hizran, hanımının açık konuşmasından ve sözlerinden, açıkça Ay Toldı’ya büyük bir aşk ve muhabbet bağladığını anlıyordu. Hanımının kendi fikrinde, sözünde pek sebatkâr olduğunu bildiğinden ona doğrudan doğruya muhalefeti uygun bulmadı. Dedi ki:
“Ay Toldı’nın Mu’tasım’ın ordusunda yüksek bir mevki kazanmasına şüphe yoktur ancak Fergana Gelini’nin toplumsal mevkisi büsbütün başkadır emin ol ki hanımcığım! Cihan, asker değil; taç ve taht sahibi hükümdarlara yakışır.”
Hizran, bunu söylediği vakit sesinde öyle bir titreme vardı ki sözlerini abartılı ya da hanımın gönlünü hoş etmek için değil; inandığı gerçeği beyan için söylediğini gösteriyordu. Cihan’a düşünüp cevap vermeye vakit bırakmamak için ata binmekten yorulmuş gibi göründü. Etrafına baktı. Cihan’ın av için daha önce defalarca dolaştığı çeşitli derelere nazır bir tepenin yakınında bulunduklarını gördü:
“Hanımcığım! Biraz rahatlamak için buraya gitmemizi uygun görür müsün? Sonra arzu ettiğin zaman tekrar atlarımıza bineriz. Senin kadar yorgunluğa dayanamıyorum.”
Cihan başıyla uygunluk işareti gösterdi. İkisi de atlardan indiler. Seyis atları aldı. Üzerlerinde bulunan yağmurlukları tepedeki düz bir kıyıya serdi. Hanımlar, bunların üzerine oturdular. Seyis atlara yem vermekle meşgul oldu. Cihan, yanlarında bulunan iki adamı karşılarında olan vadileri dolaşıp ne gibi av bulunduğunu görerek bilgi vermeleri için gönderdi.
5
MEKTUP
Hizran ile hanımı yalnız kaldıkları zaman, Hizran biraz dinlenmiş ve kendisini toplamıştı:
“Nasıl görüyorsun? Sözlerim doğru değil mi, hanımcığım?”
“Beni, neysem ondan iyi ve mükemmel gördüğüne şaşırmam çünkü beni kendi kızın gibi seversin. Bir anne kendi kızını o kadar emsalsiz bulur ki padişahları bile ona layık görmez.”
“Hayır, hanımcığım! Ben abartmıyorum. Gerçek, dediğim gibidir. Ben şuna inanıyorum ki en büyük İran hükümdarları sana malik olmayı temenni ederler, senin uğrunda her fedakârlığı göze alırlar.”
Cihan, omuzlarıyla ihtimal vermeme ve hayrete düşmüş işareti yaptı:
“A, canım! İran hükümdarları diyorsun. Bugün İran hükümdarları kaldı mı?”
Hizran, hanımını ikna edebileceğini ümit etmeye başladı. Gerçekten bu kadın, hanımını çok seviyor; onu kadınların içinde pek yüksek buluyordu. Diğer taraftan İranlı bir ruh taşıyordu:
“Hanımcığım! Omuz silkme. İranlıların hâlâ padişahları vardır. Bunlar çok vakit geçmeden eski İran hükümdarlarının şan ve şevketlerini iade edeceklerdir. Her tarafta çalışıyorlar. Taberistan Hükümdarı Mazyar’a dair haber almadık mı? Erdebil’de ortaya çıkan Babek Hürremi’nin günden güne büyüyen kudret ve şevketini işitmedin mi? İşte bunların her birinin yanında binlerce kahraman asker var. Yarın belki eski Hüsrevler tahtına oturan olurlar. Böyleyken sana sahip olmak için can verirler.”
Cihan, mürebbiyesinin sözüne önem vermedi. Yakında otlayan atına bakarak:
“Anneciğim! Dediğin hükümdarların lafını bırak. Ay Toldı’dan başka kimseyi düşünmüyoruz. Babek ve Mazyar ile hiçbir işimiz yok. Fergana nerede, Erdebil ve Taberistan nerede?” dedi.
“Hanımcığım! Bana inanmıyorsan Babek Hürremi’nin hâl ve mevkisini biraderin Saman’dan sor.”
Cihan konuda biraz ileri gittiğini anlayarak kendisini topladı:
“Hatırladığıma göre kardeşim Saman; bu ismi zikrettiği zaman övüyor, büyüklüğüne dair birçok şey söylüyor. Sen de bilirsin ki ben onun her sözünü doğrudur diye kabul etmem. Esasen o adamın hâl ve şanına önem vermiyorum çünkü kalben Ay Toldı kadar kimseyi sevmiyorum. Hükümdarlara, önde gelen beylere hiçbir meylim ve rağbetim yoktur.”
“Peki, o memleketleri uzak görüyorsan Andican Emîri Afşin bize yakın bir yerdedir. Şimdi bu zat Bağdat’ta bütün İslam askerlerinin komutanıdır. Yakında babanı ziyaret etmeye gelecek çünkü baban ona birkaç ay önce bir mektup yazmış. Nevruz Bayramı’nda Andican’a gelecek olursa Fergana’da kendisinin ziyaretine gelmesini bildirmiş.”
Cihan bütün bu konuşmalara karşı ilgisiz gibi duruyordu fakat Afşin’in ismini işitince birdenbire ürktü. Yüzünün rengi uçtu. Kalben sıkıldı, kızgınlık hissetti. Sanki, “Bu ismi anma!” diyormuş gibi eliyle Hizran’ı söz söylemekten menetmek istedi.
Hizran hâlâ söz söylemek istiyordu. Cihan bırakmadı:
“Bu ismi bir daha söyleme. Onu işitmek istemem. Sebebini anladığını zannettiğin can sıkıntıma, üzüntüme asıl sebep budur çünkü bu adamın yakında Fergana’ya geleceğini ve Nevruz Bayramı’nın bazı günlerini bizde geçireceğini işitir işitmez fena hâlde canım sıkılmaya başladı. Bu bayramı evden uzak bir yerde geçirmeye imkân bulsam uzaklaşmakta bir an tereddüt etmem.”
Hizran, hanımının Afşin hakkındaki nefretini garip gördü:
“Hanımcığım! Afşin’in sana bir konuda fenalığını mı gördün?”
“Hayır, şahsıma ait bir fenalığını görmedim. Bana bir söz de söylemedi. Eskiden pederimi ziyaret için evimize geldiğinde ona karşı ta o zamandan bir nefret duyuyordum. Hâlâ ondan nefret ederim. Onu görmek istemem. Bu hislerim boş değildir. Ailem hakkındaki hükmümün, hislerimin hiçbir zaman beni aldattığını görmedim.”
“Hanımcığım! Tuhaf sözler söylüyorsun. Bilmez misiniz ki Afşin, Ay Toldı’nın amiridir. Ay Toldı’dan İslam ordusunda yükselebileceği en yüksek rütbe Afşin’in yanında, onun sancağı altında bir komutanlıktan ziyade bir şey olamaz.”
Cihan biraz gururlu ve durgun kalarak cevap verdi:
“Hayır, anneciğim; öyle değildir. Ay Toldı onun yanında ve sancağı altında bulunmuyor. O, bizzat Halife’nin koruma askerinin komutanıdır.”
Hizran inanmıyor gibi görünüyordu:
“Hanımcığım! Sen buna emin misin?”
“Buna kesin bir şekilde eminim. Hem de senin hükümdarlarının benim için can verecekleri hakkındaki kanaat ve emniyetten ziyade eminim.”
Sonra elini cebine soktu:
“Birkaç ay önce ondan bir mektup aldım. Halife’nin özel askerleri komutanlığına tayin edildiğini, yakında Fergana’ya geleceğini haber veriyordu fakat bugüne kadar gelmedi.”
Sonra mektubu çıkararak okuması için Hizran’a verdi. Pehlevi diliyle yazılmış olan mektup şu manadaydı:
Samarra’da Ay Toldı tarafından Fergana’da kalbinin sevgilisi Cihan’a,
Ya sayidati![4 - Hanımefendi.]Sana hâlâ ya sayidati diyorum çünkü sen hanımların en bilginisin. Aynı zamanda sen ben sevgilimsin çünkü kalbimi, bütün hislerimi ele geçirdin. Fergana’dan birkaç sene önce ayrıldığım hâlde şimdiye kadar sana mektup yazmadım çünkü sana mektup yazacak ehliyet ve liyakatta değildim. Her türlü manasıyla fakir ve yetim mevkisinde bulunan Ay Toldı, sonu olmayan bir servete, hesapsız kölelere sahip olan Marzban’ın kızı Cihan’a mektup yazmaya nasıl cesaret edebilirdi? Senden ayrıldığım gün yüksek makamlar kazanmak için bütün kuvvet ve gayretimle çalışacağıma sana söz vermiştim. Her güçlüğe göğüs gererek çalışacaktım. Senin hâl ve mevkine yaklaşır bir makam sahibi olursam seni gelip arayacak, evlenmemiz için talepte bulunacaktım. Yoksa senden uzak, üzgün ve kederli olmayı tercih eyleyecektim. Asker düzenine girdim. Birçok savaş geçirdim. Bütün bu savaşlarda senin ismin, şahsın her yerde önümde tecelli ediyordu. Kalbim senin hayalini taşıyordu. Oklar yağdıkça o isim beni gölgeliyordu. Bütün o tehlikeleri geçirdim. Belki Cenabıhak beni Cihan’a kavuşturmak için sağ bıraktı. Askerî mertebeleri aşa aşa nihayet Halife’nin sarayında koruma askerleri komutanlığına tayin oldum. Bu tayinimi sana sevinçle bildiriyorum. Bana öyle geliyor ki bu sevincimin sebebini sormak istersin, sevgilim! Yükseldiğim bu mevki ile senin rıza ve memnuniyetini kazanamazsam benim için onun lüzumu yoktur. Çünkü seninle ve senin için olmazsa hayatı kıymetli bir şey görmem. Bir taraftan velinimetim Marzban Efendi’nin ellerini öpmek, diğer taraftan kalbimin sahibi Cihan’ı görmek ve kavuşmak için Fergana’ya gelmek sebebine başvurdum. Hilafete karşı sonuçlarından korktuğumuz bazı zorluklar mevcut olmasaydı bundan birkaç ay önce sana gelmiş olacaktım. Bununla beraber o tarafa gelmek için bir yol buldum. Şöyle ki Halife, Bağdat’a yakın bir yerde, Samarra şehrini kurdu. Burada kendisi yanında topladığı Türk askerleriyle beraber ikamet edecektir. Ben de o Türk askerlerindenim. Halife’nin maksadı İslam memleketlerinde türemiş olan farklı muhalif fırkaların aleyhine bu genç ve cengâver askeri istihdam etmektir. Fakat bu askerin memleket halkıyla karşılaşıp görüşmesi ve akrabalık neticesinde şiddet ve şevketlerinin ortadan kalkmasından korktuğundan buna meydan vermemek için Maveraünnehir’den çağırılacak Türk cariyelerle bunları evlendirmeyi uygun gördü. Fergana’nın ötesinde, cariye satışı ve çağrılması için birtakım memurları da tayin etti. Ben de bu sebepten faydalanarak vatanıma olan özlemimi ve orduda özel memurlara herhâlde bir fayda olacağını ileri sürerek Halife’den izin istedim. İzin vereceğine söz verdi. Ümit ederim ki pek yakında Fergana’ya gelirim. Bu mektubumu yanımdaki görevlilerden birine emanet ettim. Sana ulaştıracağını ümit ederim. Zavallı validem sana selamını gönderir.
Hizran, mektubun okumasını bitirir bitirmez Cihan’a yaklaşarak kucakladı. Onu defalarca öptü:
“Hanımcığım! Sen de var ol, o da var olsun. Gerçekten birbirinize layıksınız. Dediğin pek doğru. İnsan yaptıklarıyla insandır; parası ile değil. Delikanlımız kendi çalışması ve emeğiyle bu kadar az bir zaman içinde koruma askerlerinin komutanlığına kadar yükseldiyse hâlâ savaşlarla ve mücadeleler içinde uğraşmaktan hâli kalmayan İslam devletinde Ay Toldı gibi cengâver bir genç, birkaç seneye kadar kim bilir daha ne yüksek mevkilere geçer.”
Cihan, dadısının kendisinin bütün fikir ve hislerini okşamasından pek ziyade memnun oluyor fakat yine de kendi düşüncelerine kapılmaktan bir türlü kurtulamıyordu:
“Bu mektubu aldığımdan beri kaç ay geçti fakat Ay Toldı hâlâ gelmedi. Daha sonra ne olduğuna dair bilgi de alamadım.”
“Hanımcığım! Merak etme. O gelir fakat…”
Hizran sözünü bitirmedi. Sessizleşti. Sanki birdenbire bir şey hatırına geldi de onu düşünüyordu.
Cihan:
“Fakat ne?.. Anneciğim! Çabuk söyle, beni merakta bırakma.”
“Fakat pederin?.. Bu meseleyi ona hiç açtın mı? Ay Toldı ile evlenmene rıza göstereceğini ümit ediyor musun?”
“Şimdiye kadar ona bu konuyu açmadım fakat iyi bilirim ki babam onu sever, faziletlerini takdir eder. Bundan başka babam her ne arzu ettimse cümlesine uygunluk verdi. Bir gün beni bir şeyden menetmedi. Ay Toldı ne zaman buraya gelirse gider, babamla bu konu hakkında konuşur.”
“Ben de iyi bilirim ki baban onu sever, takdir eder fakat işte mühim bir nokta vardır. Acaba hiç hatırınıza gelmedi mi?”
“Hangi nokta?”
“Anladığıma göre Ay Toldı Müslüman’dır. Sen de Müslüman olmazsan onunla nasıl evlenebilirsin? Müslümanların Mecusi bir eş almalarının yasak olduğunu bilmiyor musun?”
“Beni Müslüman olmaktan hangi şey alıkoyabilir? Müslümanlık devletin dini değil midir?”
“O hâlde babanın ve milletinin dinini bırakmaya razı oluyorsun!”
“Eğer bu din, benimle Ay Toldı arasında engel olacaksa evet, terk ederim. Çünkü hem bu dünyada hem öteki dünyada Ay Toldı nerede bulunursa onunla beraber bulunmak isterim. Hiçbir şekilde ondan ayrılmak istemem.”
Cihan bu sözleri söylerken gözleri yaşardı. Çehresi tebessüm ediyordu. Hizran sözün pek ziyade uzadığını ve gayet nazik bir noktaya vardığını anladığından Cihan’ı başka şeyler ile meşgul etmek istedi, ayağa kalktı:
“Konuşa konuşa epeyce vakit geçirdik. Hiç avlayamadık. Atına bin, ben de arkandan gelirim. Ceylanların arkasında koştuğunu gördükçe eğlenirim.” dedi.
6
GEYİK
Cihan da konuşmaktan usanmıştı. Dadısının fikrini uygun buldu. Seyis’e atı, okları getirmesini emretti. Sonra av için hangi tarafı seçmek lazım geleceğini tayin maksadıyla karşıdaki dağlara baktı. İşte Cihan, etrafı böyle dikkatle gözden geçirirken pek yakında kayaların üzerinde bir geyiğin koştuğunu gördü. O vakte kadar o yerlerde, bunun gibi bir hayvana rast gelmemişti. Seyis Firuz’a bağırdı:
“Firuz! Çabuk yayı getir.”
Firuz derhâl yayı verdi. Cihan hızlıca yayı aldı, oku geçirdi. Kalben, kendi kendine şöyle diyordu:
“Ben bu geyiği vurabilirsem bu başarı Ay Toldı’ya ulaşacağıma hayırlı haber olur. Vuramazsam Ay Toldı benim olmayacak demektir.’’
O zamana kadar geyik kayanın üzerine durmuştu. Yüzünü Cihan’ın bulunduğu tarafa çevirerek bakıyordu. Cihan hemen nişan aldı. Ok yaydan çıktı. Ok, o kadar süratle gitti ki yalnız dağlaması işitildi. Hizran geyiğe bakıyor, ok atılmadan önce ürküp kaçmasından korkuyordu. Ok, geyiği vurmuştu çünkü geyik hemen yere yıkılmış, kayalar arasında bir yarığa yuvarlanmıştı. Cihan kazanma sevinciyle bağırdı:
“Düştü, düştü!.. Mercan! Çabuk koş, getir.” dedi.
Mercan koştu. Arkadaşıyla Seyis de onun arkasından koştular. Cihan sevinç içinde durup bakıyordu. Hizran gülerek ona yaklaştı:
“Hanımcığım! Bu geyiği vurman beni çok sevindirdi çünkü oku aldığım zaman kalben şunu kurmuştum: ‘Bunu vurmayı başarabilirse Ay Toldı’ya kavuşacağına alamet olsun.’ demiştim. İşte başarılı olduk.”
Cihan tebessüm etti:
“Benim fikrimde de öyle bir niyet vardı. Hâlâ Ay Toldı’nın bana denk ve layık olmadığını söyleyecek misin?”
Hizran gülerek şaka yoluyla dedi ki:
“Hanımcığım! Ben sana bütün yüreğimi açtım. Bütün düşündüklerimi söyledim. Bugün Ay Toldı’yı senin için senden fazla arzu ediyorum.”
Cihan, mürebbiyesinin bu şen ve neşeli tavrından memnun oldu. Ona sırrını açtığından dolayı kalben bir ferahlık duyuyordu. Hemen bir bağrışma koptu. Geyiği getirmeye gidenler hayvanı yerde süründürerek çekip getiriyorlardı. Cihan derhâl o tarafa koştu. Geyik ölmüştü. Hiçbir tarafı kımıldamıyordu. Cihan, geyiğin tek bir okun isabetiyle hemen can vermiş olmasını garip gördü. Hayvanı inceledi. Kendisinin attığı ok geyiğin böğrüne saplanmış duruyordu fakat geyiğin göğsüne bir diğer ok saplanıp kalmıştı:
“Hayvana iki ok isabet etmiş. Hâlbuki ben yalnız bir ok attım. Geyiğin göğsündeki ok, yabancı bir oktur.” dedi.
Okun çıkarılmasını Mercan’a emretti. Mercan güçlükle oku çıkardı:
“Geyiği öldüren işte bu oktur.” diyerek oku Cihan’a verdi. Cihan oku elinde evirip çevirdi. Okun üzerinde Arapça bir yazı vardı. Cihan Arapça biliyordu. Okudu, Ay Toldı ismi yazılıydı!
“Ay Toldı… Ay Toldı! Okun üzerinde Ay Toldı ismi yazılı!”
Mercan da yaklaşıp baktı. O da Arapça okuyordu:
“Gerçekten Ay Toldı ismi…”
Cihan bu tesadüften şaşaladı. Hizran’ın yüzüne bakakaldığı hâlde hizmetkârlara hâlini belli etmemek için kendisini zor tutuyordu. Geyiği bir tarafa alıp boğazlamalarını emretti. Sonra Hizran ile yalnız kalınca:
“Bu tesadüfe ne dersin? Bunu hayırlı kabul ettim.” dedi.
“Anlaşılıyor ki Ay Toldı buraya yakın bir yerde bulunur. Bu onun okudur. Geyiğe atmış. Geyik yarasının içinde oku taşıdığı hâlde uzak bir mesafeden kaçmış. Bu tarafa gelmiş. Geyikler gerçekte buradan uzak olan Siriderya taraflarında bulunur.”
Cihan kendisini bir rüyanın tesiri altında zannediyor gibi yere bakarak düşünmeye başladı. Sonra başını kaldırdı:
“Garip bir tesadüf… Bununla beraber yanlış bir düşünceye kapılmış olmaktan korkuyorum. Fakat hayır… Kalbimde yanlış bir düşünce yoktur. O hâlde, bu ok onunsa acaba kendisi şimdi nerede olmalıdır?”
“Zannederim ki o Fergana’ya girmeden önce mutlaka bir suyun kenarında ordugâh kurmuştur. Bu taraflarda Amuderya’dan başka bir su yoktur. İhtimal ki bu nehrin doğu sahilinde bulunuyor.”
“Bu dediğin sahil buradan çok uzak mıdır?”
“Bir-iki fersah mesafededir zannederim fakat bu soruyla ne demek istiyorsun? Anlayamadım.”
Cihan, mürebbiyesine karşı bu derece hafiflik ve zaaf eseri gösterdiğinden dolayı utandı. Sessizliği tercih etti. Elindeki yayın kayışını düzeltmekle meşgul gibi göründü. Hizran, hanımının bu hâlini ve hissiyatını anlayarak:
“Hanımcığım! Galiba oraya gidip onunla buluşmak istiyorsun.” dedi.
Cihan mahcup mahcup tebessüm etti. Sorduğu sorudan gerçek maksadının ne olduğunu anlamak için Hizran’ın gözlerine dikkatle baktı. Mürebbiyesinin kendisine sevgi dolu ve şefkatle baktığını görünce aynı histe bulunduğuna kanaat getirerek:
“Onun yanına gitmemde bir sakınca görüyor musun?”
Hizran, hanımının hislerini okşayarak ona gerçek ve şefkatli bir valide gibi muamele etmeye hâl ve mevkisini daha uygun gördü:
“Halk senin ona bilerek gittiğini duyacak olsa ihtimal ki ondan birçok mana, boş şey çıkarır fakat biz böyle göstermeyeceğiz. Kendisini bulursak tesadüfle rast geldik zannettireceğiz fakat onun bulunduğunu ümit ettiğimiz yer, epeyce uzaktadır. Oraya güçlükle varılır. Buna tahammül etmek ister misiniz?”
“At üzerindeyiz. Çok yorulmayız. Haydi gidelim.”
Sonra uşaklara baktı. Onlar hâlâ uzakta, geyiği boğazlamakla meşgullerdi.
Hizran, hanımının uşakları çağıracağını hissettiğinden kendisi daha önce davranmak istedi:
“Firuz’u çağıralım. Yanında yürüsün. Diğerine şehrin kapısındaki alaya gitmesini ve diğer uşaklarla orada bizi beklemesini emredersin.”
Cihan, mürebbiyesinin fikrini uygun gördü. Hizran iki uşağının bulunduğu yere doğru yürüdü. Firuz’a gel diye işaret etti. Firuz koştu, geldi. Arkadaşı hakkında Cihan’ın emrini bildirdi ve atları getirmesini emretti. Firuz, emri yerine getirdi. Atları getirdi. Cihan ile mürebbiyesi atlara bindiler. Firuz, hanımlarının nereye gideceklerini anlamaksızın yanlarında yürümeye başladı.
Cihan, sevgilisine rast gelmek ümidiyle gözlerini ufka çevirmiş olduğu hâlde atını nehre doğru sürüyordu. Güneş batmak üzereydi. Cihan, o gün yemek yememiş olduğunu unutmuştu. O yalnız Ay Toldı ile buluşmayı düşünüyordu. Onun nazarında ondan başka her şey, hiç hükmündeydi. Aşk bazen sahibinin akıl ve fikrine o kadar galebe çalar ki ona kendi varlığını bile unutturur.
7
ZİYAFET
İki atlı; kısmen ekili arazide hayvanlarını sürüp giderken yolda çiftçilere, yolculara rast geliyorlardı. Bunların cümlesi Cihan’ın yüzünü görmeye lüzum görmeden atından ve uşağından tanımakta zorluk çekmezlerdi. Bunlar ona yolda rast geldikçe saygı vaziyetinde güler yüzle selama duruyorlardı. O gün Cihan, kendisini seven bu halka âdeta yüzüyle, büyük bir nezaketle selam verirken fikren meşgul olduğu için her zamanki gibi şen ve neşeli görünmüyordu. Cihan böyle dalgın giderken birdenbire atı kişnedi. Mürebbiyesinin atının kişnemesi de onu takip etti. Cihan uykudan uyanır gibi önüne baktı. Pek yakında, ekin tarlaları içinde Türkmen evleri gibi çatısı küre birkaç oba görünüyordu. Türkmenler, obalarını daire şeklinde üstü kubbeli inşa ederlerdi. Arada birkaç kısrak vardı. Kısrakların ortasında iki adam diz çökmüş, o hayvanları sağıyordu. Arap bedevileri nasıl deve sütü ile geçiniyorlarsa Türkistan Çölü’nün halkı da kısrak sütüyle beslenirdi.
Cihan, bu çiftlikleri görünce vakit kaybetmemek için onlardan uzak durmayı daha uygun buluverdi. Hizran ise bunun aksini tercih ediyordu. Atını onlara doğru sürdü. Arkasından gelmesini işaret etti:
“Hanımcığım! Bir kere bunlara uğrayalım. Kendilerinden Ay Toldı’ya dair bilgi soralım. İhtimal ki buradan geçtiğini görmüşlerdir. Bunlardan şu suretle bilgi alabilirsek belki nehre kadar gitme zahmetine lüzum kalmaz.” dedi.
Cihan, mürebbiyesinin bu fikrini uygun bularak o da atını çiftliklere doğru sürmeye başladı. Firuz da atların yanında koşup gidiyordu. Çiftliklere yaklaşınca süt sağanlardan biri gelen misafirlerin hâl ve kıyafetlerinden büyük bir aileye mensup olduklarını anlayarak obalardan birinde bulunan babasına bilgi vermek için gitti. Değneğine dayanmış bir ihtiyar çiftçi çıktı. İhtiyar, oraya gelen o iki süvariyi görür görmez Cihan’ı tanıdı. Misafirlerin attan inmelerine yardım etmek için oğullarına işaret etti. Cihan ilk önce inmek istemedi.
Teşekkür etti. Sonra mürebbiyesine baktı. Ondan fikrini soruyor gibiydi. Hizran:
“Hanımcığım! Biraz dinlenmek için buraya inelim. Sonra biner, gideriz.” dedi.
Cihan, kendi arzusuna rağmen mürebbiyesinin fikrine uymaktan başka çare bulamadı. Attan indiler. Firuz atları alarak uzağa gitti çünkü atlar orada kalırsa kısrakları görerek kişneyecekler ve kendilerini rahatsız edeceklerdi.
İhtiyar ve oğulları gelen misafirlerin altına hasır serdiler. İhtiyar büyük bir nezaket, büyük bir sadelik ve temizlikle misafirleri karşıladı:
“Hanımefendi! Hakir kulübemize girip biraz dinlenmek istemez misiniz?” dedi.
Cihan, ihtiyarın gösterdiği lütuf ve nezaketten memnun oluverdi. Sonra ağırlama ve ikram eseri olarak bir pösteki[5 - Koyun ya da keçi postu.] getirip serdiler. Cihan ile mürebbiyesi onun üzerine oturdular. Hizran, soru sormaya henüz vakit bulamadan önce ağaçtan yapılmış bir su kabı kendisine takdim edildi. Kabın içinde biraz önce sağdıkları kısrak sütü vardı. Hizran, kabın ilkin hanımına takdim edilmesini söyledi. Cihan karnı acıkmadığını ileri sürerek af diledi, almadı. İhtiyar:
“Oğlum! Kımız ver.” dedi.
Kımız, kısrak sütünden mayalanmış bir çeşit ayrandan ibaretti.
Türkmenler kısrak sütünü mayalandırarak bunu gelen misafirlere sunarlardı. Nitekim Arap çöl bedevileri, süveyk[6 - Sevik.] denilen ayranıyla misafirlerine ikram ederlerdi. Şimdiki hâlde, medeni yerlerde limonata ya da çay bunun yerine geçmiştir. İhtiyar, Cihan’a bakarak:
“Hanımefendi! Kımızı içmek için acıkmış olmak lazım gelmez. Su gibi içilir, aynı zamanda yorgunluğu alır.” dedi.
Cihan, ihtiyarın bu ikramını reddedemedi. Kımızı aldı, içti. Hizran bu fırsattan faydalanarak konuşmaya başladı:
“Babacığım! Bugün bizden başka buradan geçen yolcu oldu mu?”
“Hayır, kızım. Onun için sizin buraya gelmenizden çok memnun oldum. Cihan Hanımefendi’nin buraya teşrifleriyle şeref duyuyoruz. Başka misafir geçmese de önemi yoktur çünkü Cihan Hanımefendi bin misafire bedeldir.”
“Buralardan daima yolcu geçer mi?”
“Evet, hanımefendi! Andican, Hokand ve Buhara’dan doğuya doğru gitmek isteyen herhangi bir yolcu, nehri geçerse mutlaka buraya uğraması lazım gelir çünkü Fergana’ya ve diğer taraflara buradan gidilir. Rum ellerine gitmek üzere Hindistan, Tibet ya da Çin’den hareket eden; Rum ellerinden adı geçen memleketlere gitmek isteyen tüccar kafileleri genellikle buradan geçerler.”
Konuşma Çağatay diliyle gerçekleşiyordu çünkü oranın çiftçileri bu dille konuşurlardı. Hizran, hanımına dönerek Farisi ile:
“Hanımcığım! Ay Toldı mutlaka buradan geçecekse onun geçmesini burada kalıp bekleyelim. Buradan ayrılırsak belki bir yoldan gideriz, o da başka bir yoldan gelir. Birbirimizi göremeyiz. Dediğim gibi yapmak uygun değil midir?”
Cihan cevap vermedi fakat hâl ve tavrıyla bu fikri uygun bulduğunu gösteriyordu. Hizran:
“Hanımcığım! O hâlde müsaade ederseniz bu adam bize bir yemek hazırlasın.”
“Fakat yemeğini kabul etmemişken bu adamdan bir daha nasıl yemek isteyelim?”
“Ben onu münasip bir yolla söylerim. Sen karışma, hanımcığım!”
Hizran, ihtiyar köylüye dönerek Çağatay diliyle:
“Babacığım! Kesmek için hayvan satmaz mısınız?”
“Hayır, kızım! Biz kısrakları ancak sütleri için besleriz. İhtiyarlamadan sütü azalmadan kesmeyiz.”
“Peki fakat kesmek için bir taya muhtaç olduğunuz zaman ne yaparsınız?”
“Buradan sürüyle satılık atlar, kısraklar geçer; beğendiğimizi satın alırız fakat epeyce bir zaman geçti. Bu tarafı gözden ayırmıyorum.” dedi ve bir el işaretiyle doğuyu gösterdi. Hizran o tarafa baktı. Uzak bir mesafede sıkı bir toz duman göğe doğru yükseliyordu. İhtiyar köylü, sözüne devam etti:
“Evet; bu toz tarafına bakıyor, yaklaşmasını bekliyorum çünkü bu taraflara gelmekte olan bir at sürüsü zannediyordum. Ondan kesmek için bir-iki at satın alacağım. Hanımefendi, burada biraz kalmayı arzu eder ve sunacağım yemeği kabul eylerse kendileri için semiz bir kısrak keserim.”
Cihan, ihtiyar köylünün gösterdiği mertlik ve misafirperverlikten memnun oldu. Onay işareti olmak üzere hafif bir tebessümle karşılık verdi. İhtiyar köylü, oğluna hemen o sürüye doğru gitmesini ve bir an önce gelmeleri için yol göstermesini emretti. Oğlu, babasının emrini icra için hızlıca hareket etti. İhtiyar, yemek hazırlanması için kulübeye girdi. Sonra elinde büyük bir karpuz olduğu hâlde Cihan’ın yanına gelerek karpuzu onun önüne koydu:
“Bu Buhara’nın tatlılığıyla meşhur olan karpuzundandır. Cihan Hanımefendi’nin şerefine bunu da keseceğiz.”
Cihan; Buhara karpuzunun pek nefis bir şey olduğunu, bu karpuzların oralara ancak biri tarafından getirilebileceğini düşündü. İhtiyar köylü, Cihan’ın ne düşündüğünü hissederek dedi ki:
“Hanımefendi! Bu karpuzu bana bir delikanlı getirdi. Bu genç, kızlarımdan biriyle nişanlanmak için bana müracaat etti. Getirdiği hediyelerin içinde bu karpuz da vardı.”
Cihan, nişanlanma konusunu işitince kendi nefsini düşünerek gizlice içini çekti.
“Allah mübarek etsin, ikramına teşekkür ederim fakat bu karpuz kime getirilmişse onun olmalıdır. Kızınıza geri vermelisiniz.” dedi.
8
SANCAK
İhtiyar köylü, Cihan Hatun’a cevap vermek üzereyken kendisini çağıran bir ses işitildi. O tarafa doğru başını çevirdi. Oğlu koşarak geliyor, yorgunluktan soluğu kesiliyordu:
“Babacığım! Sürü sahipleri sürülerinden hiçbir hayvan satmıyorlar.” dedi.
Cihan, ses tarafına bakmaya başladı. Semaya doğru yükselmiş olan toz duman, bir sürünün gelmekte olduğunu gösteriyordu. Sürünün önünde eyerli bir ata binmiş bir adam yürüyordu. Onun arkasında eyersiz birçok at, kâh araları sıkışarak kâh oynayıp koşarak geliyordu. Bunların bazılarının üzerine bakılırsa bedevilerde bulunan Gürcü çobanlardı. Bu Gürcüler, Türkistan Çölü’nde at ve diğer yük hayvanlarının çobanlığıyla geçinirlerdi. İlk süvari, asker elbisesi giymiş ve elinde kargı üzerinde bir sancağı vardı. Cihan, sancağın üzerine işlemeyle yazılmış olan isme dikkat etmemişti. Ona dikkat etmiş olsaydı ürkmekten kendisini alamayacaktı.
Sürü yaklaşınca ihtiyar köylü ayağa kalkarak önde yürüyen süvariye yaklaştı. Selam verdikten sonra:
“Bu sürüden bize kısrak satar mısınız?” diye sordu.
Süvari kibirle:
“Hayır.” cevabını verdi.
“Kurbanlık yapmak için bir hayvana ihtiyacımız var. İstediğiniz kadar para veririz.”
Süvari başıyla arkayı göstermekle yetindi. Cevap vermedi. İhtiyar:
“Efendim, niçin satmıyorsunuz?”
“Çünkü bu sürü, hayvan satmaz kimselere ait olduğu için satmıyoruz.”
“Onlar kimdir? Tüccar değiller midir?”
“Hayır.”
Süvari, sancağı gösterdi:
“İhtiyar! Galiba sen okuma bilmiyorsun. Okuma bilseydin bu soru ve cevaplara lüzum görmezdin.”
Cihan, süvarinin son sözlerini işitince sancağa baktı. Üzerinde Arabi harfle “Afşin Haydar b. Kavus” yazılıydı. Cihan bu ismi okur okumaz rengi uçtu. Hizran’a dönüp baktı. O da aynı hâle uğramıştı fakat ikisi de kendilerini yalandan cesur gösterdiler. İhtiyarsa tekrar süvariyle konuşmaya başladı:
“Dediğin doğrudur. Okuma yazma bilmiyorum. Bu sancak kimindir?”
“Bu sancak; Halife Mu’tasım’ın ordusu serdarı Andican memleketi emîri Afşin Haydar b. Kavus’undur.”
Türkistan’da bu ismi bilmeyen yoktu çünkü Afşin Haydar, Halife Mu’tasım’ın hizmetine girmeden önce Andican hükümdarıydı. İhtiyar köylü, bu ismi birdenbire işitince ürktü:
“Afşin Bey bugün Bağdat’ta bulunuyorlar, değil mi?” diye sordu.
“Evet, Bağdat’taydı fakat birkaç gün önce Andican’a geldi. Emri altındaki beylere hayvan almak için bizi gönderdi.”
“O hâlde şimdi siz bu sürüyle Andican’a mı gidiyorsunuz?”
“Hayır… Afşin Bey, Andican’daydı. Şimdi Nevruz Bayramı’nı geçirmek için Fergana’ya geliyor. Onun askeri şehrin dışında Amuderya Nehri’nin kıyısında ordugâh kurmuştur. Bu atlar onlar içindir. Daha fazla açıklama mı istiyorsunuz?”
Süvari bu sözleri söyledikten sonra atını sürüp gitti. Sürü de çobanlarıyla beraber onu takip etti. İhtiyar köylünün daha fazla sormaya cesareti kalmamıştı. Cihan’a karşı da mahcup olmuştu. Nasıl özür dileyeceğini düşünüp duruyordu fakat Cihan birdenbire ayağa kalktı. Uşağa atları getirmesini emretti. İhtiyar köylünün uğradığı başarısızlığı görmezlikten gelerek:
“Amca! Bize gösterdiğin ikram ve alakaya teşekkür ederim. Bir iş için alelacele dönmem gerekiyor. Allah’a ısmarladık. İnşallah başka bir gün yine gelirim, seni ziyaret ederim.” dedi.
İhtiyar köylü, Cihan Hatun’un bu teşekkür ve gönül alıcılığına karşı minnettarlığını nasıl göstereceğine şaşırmıştı. Cihan’ın elini tutup öpmek istedi. Cihan elini çekti, bırakmadı. Sonra Hizran’a baktı. Mürebbiye cebinden birkaç altın çıkararak köylüye verdi:
“Amca! Bu paraları al. Oğluna ver. Ok, yay alsın; eğlensin.” dedi.
Sonra atlara binip oradan uzaklaştılar. Cihan türlü türlü düşüncelere düşmüş, can sıkıntısı artmıştı. Hizran ile baş başa tenha bir yere varınca mürebbiyesine bakıp yakınarak ve üzülerek dedi ki:
“Şimdi ne fikir vereceksin bakayım? İşte Afşin, Fergana’ya gelmiş. Şüphesiz bize misafir olacak ya da bizi ziyarete gelecek.”
“Hanımcığım! Onun ziyaretinden ne çıkar? Ne önemi var?”
Cihan, mürebbiyesinin sözünü kesti:
“Onunla ilgili hiçbir şeyin bence önemi yoktur. Şahsına da önem vermem. Askerinden de korkmam. Bana hiçbir şey yapamaz fakat onunla bir arada bulunmaktan nefret ediyorum.”
Hizran, hanımının bu adamdan sakınmasının nedenlerini anlar gibi olmuştu fakat bilmezlikten gelerek:
“Hanımcığım! Sizin gibi akıllı ve dirayetli bir hanım hiç kimseden korku duymaz. Hâlâ nehre doğru gitme fikrinde misiniz?”
Cihan son soruyu tuhaf görüyor gibi yüzü tebessüm ettiği hâlde mürebbiyesine dikkatli dikkatli baktı. Lisan hâli “Başka ne yapalım?” demek istiyordu.
Cihan ile mürebbiyesi ara sıra at sürüsüne bakarak yola koyuldular. Bir müddet sonra sürü gözden kayboldu çünkü başka bir yol takip ediyordu. Güneş akşama doğru gidiyordu. Hizran epeyce acıkmıştı. Cihan ise sevgilisine kavuşma arzusuyla kendisine her şeyi unutturmuştu. Kalbi, hissiyatı heyecan içinde olduğu hâlde yolun büyük bir kısmını sessizlik içinde yürüdüler. Ay Toldı’ya kavuşacağını düşündükçe kalbinin vuruşu bir kat daha artıyordu. Bununla beraber o gün av bahanesiyle kıra çıkmasını, Ay Toldı’yı aramak için oralarda dolaşmasını bir hata, hafiflik saymaktan kendini alamıyordu fakat aşk ve sevdası, seçimine ve iradesine galip gelmişti. Genellikle seçim, irade ve sevda birbiriyle güreşir fakat galibiyet iradeye değil sevdaya nasip olur. Bununla beraber bazen irade ve seçim galip gelir fakat az bir zaman için galip gelir. Galibiyet çok zaman sürerse işte o zaman aşk çabuk giden, zayıf bir sevda demektir. Bazen âşık akıllı, dirayetli olur da sevda uğrunda en akılsız, en hafif ruhlu kimselerin kötülük edemeyecekleri şeyleri yapmaktan çekinmez. Yaptığı şeylerin bir akılsızlık neticesi olduğunu herkesten ziyade kendisi takdir ve itiraf eder çünkü yaptığı şeylerin akıl ve hikmete muhalif olduğunu bile bile yapar. Yapmamak için kendisinde kudret ve kuvvet bulamaz. Zira akıllı sevdazedenin, aşk için yaratılmış bir kalbi vardır. Karşı koymaya muktedir değildir. Karşı koyarsa takat ve tahammülü üstünde bir keder ve ızdırap, bazen cinnete ya da yıldırıma uğramış kimseler gibi sersemlemeye neden olur. Nice sevda düşkünleri vardır ki akıl ve kalp arasındaki mücadelenin kurbanı olmuş, gitmiştir. Akıl ve dirayeti yerinde olan bir kimse, bir sevdaya düşerse aklıyla hissiyatı arasında şiddetli bir kavga baş gösterir. Haysiyet ve hissiyatını gözeten kimse ise izzetinefsine ve sertliğine, vicdanına güvenerek bir şeyden korkmaz. Cihan, akıllı ve sağlam iradeli bir kızdı fakat büyük bir kalp, gayet nazik hissiyat taşıyordu. Ay Toldı’ya samimi ve derin bir aşkla bağlanmıştı. Her ne yapsa kendini o aşkın tesiri altında görüyordu. Onun için ava çıkmayı vesile göstererek sevgilisini aramakta bir sakınca görememişti.
9
AMUDERYA SAHİLİ
Cihan ile mürebbiyesi yürümeye devam ettiler. Altlarındaki atlar nehre varıncaya kadar yola rehberlik ediyorlardı. Nihayet nehir uzaktan görünmeye başladı. Birkaç dakika sonra nehrin bütün sahili boydan boya görünüyordu. Cihan ile mürebbiyesi nehrin her tarafına baktılar. Hiçbir yerde asker çadırlarından, piyade ve süvari askerden eser yoktu. Cihan, atını durdurarak mürebbiyesinden sordu:
“O taraflarda bir kimse görüyor musun?”
“Hayır, hanımcığım! Fakat sahile pek çok yaklaşmış bulunuyoruz. Haydi, oraya kadar varalım belki faydalı bir ize rast geliriz.”
Cihan ile mürebbiyesi tekrar yollarına devam ettiler. Nehrin kenarında bir ağacın altında inşa edilmiş bir kulübeye ulaştılar. Kulübenin etrafındaki izlerden biraz zaman önce birtakım adamların oraya geldikleri ve bir müddet kaldıktan sonra gittikleri anlaşılıyordu. Çünkü orada yakılmış bir ateşin külü, yemek döküntüsü, meyve kabuğu, atılmış kemikler duruyordu. Cihan ile mürebbiyesi oraya varınca kulübenin sahibi derhâl kulübesinden çıktı. Kendisine misafir olacaklarını zannederek karşılamaya koştu. Hizran daha önce Firuz’u yanına çağırmış, oraya inen misafirlerin kim olduklarını kulübe sahiplerinden sormasını emretmişti. Firuz, kulübe sahibine yanaşarak oradan geçenlerin kim olduklarını sordu. Kulübe sahibi:
“Birtakım Müslüman askeriydiler. Tan vaktinde nehri geçtiler. Burada öğleye kadar kaldılar, yemek yedikten sonra kalkıp gittiler.”
“Hangi tarafa gittiklerini biliyor musun?”
“Fergana’ya gittiler, zannederim. Galiba Nevruz’u orada geçirmek istiyorlar.”
Cihan, bu konuşmayı işitince oraya gelen kimselerin Ay Toldı ile yanındaki adamlardan başkası olamayacaklarını kestirerek kendisinin evde oturmayıp oraya kadar gelmesine pişman oldu. Çünkü Ay Toldı, Fergana’ya gelince hiçbir yere uğramayıp babasının evine gidecekti. Kendisi derhâl geri dönse mutlaka onu orada bulurdu. Cihan, karanlık çökmeden hemen geri dönme emrini verdi. Şehirden iki mil uzakta bulunuyorlardı. Hemen geriye döndüler. Şehrin kapısına doğru atlarını sürmeye başladılar. Şehrin kapısına varınca alay halkını çok geç kaldıklarından dolayı büyük bir merakta gördüler. Hatta bazıları Cihan’ın av takip ettiği yerlerde ne olduğunu anlamaya gitmişlerdi. Uşaklardan biri geyiği kesilmiş bir hâlde getirmemiş olsaydı daha fazla meraka düşeceklerdi. Cihan’ı gelirken gördükleri zaman onu ta uzaktan, kıyafetinden ve atının renginden tanımışlardı. Hepsi birden karşılamaya koştular, yemeğin hazır olduğunu söylediler. Hizran biraz yemek yemesini hanımından rica etti. Cihan sofraya oturdu. Alelacele biraz et, meyve yedi; kımız içti. Fikren pek meşguldü. Yemek yerken uşaklardan birinin mürebbiyesinin kulağına eğilerek gizlice bir şey söylediğini, mürebbiyesinin renginde uçukluk hasıl olduğunu görmüştü. Mürebbiyesini çağırdı, soru sorma manasıyla gözlerine dikkatle baktı. Hizran:
“Uşak bana Saman’dan bahsetti.” dedi.
“Saman buraya geldi mi? Şimdi nerede?”
“Buraya geldiğini, seni sorduğunu, sonra geri döndüğünü söylediler.”
“Onun çabucak geri dönmesine mutlaka bir sebep var. Hiçbir şey söylememiş mi?”
“Bir şey söylememiş.”
Hizran bu sözleri söylerken ağzında kalıp çiğnediği bir lokmayı yutmakla meşgul gibi görünüyordu.
Cihan, Hizran ile konuşan uşağın yüzüne dikkatli dikkatli bakarak dedi ki:
“Babam için gelmiş zannederim. Acaba babam ne hâlde?”
Hizran, hanımının acele edişini garip görmedi çünkü Cihan’ın zekâ ve anlayışını, muhatabının gözlerine dikkatle bakınca ruhunun derinliklerinde sakladığı şeyleri keşfettiğini ve anlamını çıkardığını acı şekilde biliyordu. İtiraftan başka çare bulamadı fakat önem vermez gibi göründü:
“Hanımcığım! İnandığımız Hürmüz’e[7 - Zerdüştlerde iyilik tanrısı.] emanet. Babanız için hiçbir korku yoktur fakat Saman, babanız sizi görmek istediği için sizi sorduğunu söyledi. Üstelik geç kaldınız. Bugün de bayramdır, Nevruz günüdür. Elbette sizi arayacaktı.”
Cihan derhâl ayağa kalktı. Alay arabasının çabuk hazırlanmasını uşaklara emretti:
“Babamın hastalığı mutlaka fenalaşmıştır. Böyle olmasaydı buraya kadar kardeşimi göndermezdi. Haydi, eve koşalım.” dedi.
O zamana kadar araba hazırlanmıştı. Cihan, Hizran ile gerduneye bindi. Alay hiç durmayarak konağa doğru yola çıktı. Cihan orada, sevgilisi Ay Toldı’yı bulacağını ümit ediyordu.
10
MARZBAN
Cihan, konağa ancak yatsı zamanında ulaşmıştı. Konağın bahçesinde, her tarafta yakılan fenerler ışık saçıyordu. Her sene bu bayram gününde olduğu gibi bu sene de Marzban’ın dostları, çiftçileri ve diğer tanıdıkları âdetleri üzere hediyeler eşliğinde oraya gelerek bahçede toplanmışlardı. Bunlar, oraya her sene bu bayram gününde geldiklerinde neşeli ve şen dururlar, gülüp oynarlar; davul, tambur çalarlardı fakat bu sene neşesiz duruyorlardı. Müzik aletlerini beraber getirmişlerdi lakin çalmıyorlardı. Hiçbir neşe izi göstermiyorlardı çünkü Marzban’ın ağır hasta olduğunu anlayarak mahzun olmuş, sessizliği seçmişlerdi. Bunlar bahçenin yollarında, konağın merdiveni üzerinde dağılmış ya da toplu bir hâlde yer almışlardı. Hepsi yeni yeni bayram elbiselerini giymişlerdi. Hepsinin yüzünde hüzün izleri görülüyordu. Biri diğeriyle konuşmak istese yavaş sesle konuşuyordu. Birbirlerine baktıkları zaman üzgün oluyorlardı. Bahçenin kapısında kalabalık ziyadeydi çünkü elbise, koku ve meyvelerden oluşan hediyeler; hayvanlar getirilmiş, kapıda duruyordu. Konağın hademeleri yükleri indirip içeriye taşımakla meşgullerdi.
Cihan Hatun’un alay arabası konağın kapısına varınca halk, yolun iki tarafına çekildi. Herkes kendi hâlini, hediyesini unutarak Marzban’ın kızını izlemeye koyuldu. Bütün bu halk Cihan’ı cidden seviyordu. Onu görmekten büyük bir haz ve bahtiyarlık duyuyor, kendisini mübarek ve yüce bir hanımefendi kabul ediyorlardı. Cihan, arabadan inince her taraftan selamladılar. Yüzünü gördükleri zaman sevindiler. Bir an için üzüntülerini unutur gibi oldular çünkü onlara öyle geliyordu ki Cihan, babasının yanına girerse ızdırap yatağında yatan hastanın acısını ortadan kaldıracak, Marzban tamamen sağlığına kavuşacaktı.
Cihan ise kendisini selamlayanları nazikçe başını eğerek karşılıyor fakat her zamanki gibi tebessüm etmiyordu. Cihan’ın çehresi daima alçak gönüllülük, incelik ve nezaket saçtığı için halk bu defa onun yüzünün gülmediğini fark etmişti. Hizran, arabadan daha önce inmişti. Hanımının yanında yürümeye başladı. Cihan ilerledikçe halk ona yol vermek için iki tarafa çekiliyor, selama duruyordu. Cihan bahçe kapısından girdi. Ağırbaşlı ve temkinli adımlarla bahçeyi geçti. Konağın sofasına giden birkaç basamaklı merdiveni çıktı. Buralardan geçerken bu halkın içinde Ay Toldı’ya rast gelirim ümidiyle gizlice ve dikkatle her tarafa bakıyor fakat ona bedel, orada Afşin’i görmekten de korkuyordu. Ne ona ne buna rast gelmedi. Konak halkı büyük bir merak içinde kendisinin gelmesini bekliyordu. Derhâl karşılamaya koştular. Cihan, biraderi Saman’ı da bunların içinde göremedi. Onu odada, pederinin yanında zannetti. Konağın idarecisini görür görmez pederinin durumunu sordu. İdareci Ona:
“Yüce Hürmüz’e selam olsun. Sağlığı iyidir.” dedi.
Cihan biraz rahatladı fakat yine meraktan kurtulamıyordu. Kendisini karşılamak için iki tarafta ayakta durmuş olan cariye ve hademelerin arasında büyük halılardan döşenmiş bir aralıktan aceleyle geçerek babasının bulunduğu odaya gitti. Babasını görmek için büyük bir şevk ve istek duyuyor, kalbi onun için korkudan hızla çarpıyordu. Odanın kapısında hadım bir köle duruyordu. Bu hadım, daima Marzban’ın kapısını beklerdi. Cihan’ı görünce hemen efendisine koştu, Cihan’ın geldiğini haber etti. Sonra kapıya gelerek hanımının girmesi için perdeyi kaldırdı. Cihan ava giderken giymiş olduğu elbiseyle babasının yanına girdi. Hâlâ sarığı başında duruyordu. Yalnız yüzünü ve boğazını açmış, güzelliği daha ziyade meydana çıkmıştı. Üzüntü, yorgunluk; heybet ve vakarını, güzelliğini bir kat daha artırmıştı. Cihan çehresi parlak ve letafet saçtığı, gözleri zekâ ve şefkatinden parladığı hâliyle babasının yatağına yaklaştı.
Marzban altmış yaşını aşkın bir adamdı fakat hastalık onu pek ihtiyar yapmıştı. Büsbütün beyaz olan sakalı, göğsünü dolduruyordu. Büyük gözleri zayıflıktan çukurlaşmıştı. Yüzünde zayıflık eseri pek fazla belirmiş ise de gözleri hâlâ parlak kalmış, zayıflık onun heybet ve vakarını eksiltememişti. Özellikle kızının kendisine şiddetle ihtiyaç duyduğu bir zamanda gelmesi, gözlerinin parlaklığını canlandırmıştı. Üzerinde yatmış olduğu karyola parlak fil dişi ile süslenmiş dört ayak üzerinde abanoz ağacından yapılmıştı. Marzban arkaüstü uzanmış, başına takke gibi küçük bir sarık sarmıştı. Vücudunun üzerine sırma ile işlenmiş atlastan bir örtü konulmuştu. Örtünün göğsüne rastlayan tarafına gayet kıymettar, samur kürkünden örülmüş bir atkı atılmıştı. Marzban iki elini bu atkı üzerine atmıştı. Gömleğinin kolları yukarıya çekilmişti. Hastanın zayıflığı ellerinden de büsbütün belli oluyordu.
Cihan odaya girer girmez doğruca babasının yatağı yakınında, duvardan dışarı çıkmış bir girinti üzerinde dikilmiş kaba yaklaştı. Bu kabın önünde bilhassa bu kap için yakılmış bir mum vardı. Bu, odanın aydınlanması için tavanın ortasına asılmış olan büyük kandilden başkaydı. Cihan, Mecusilerin ibadette âdetleri üzerine sanemin[8 - Put.] önünde başı eğik durmak suretiyle saneme saygı ve hürmette bulunuyordu. Sonra pederinin yanına koştu, karyolanın yanında diz çökerek ellerini öpmeye başladı. Pederinin son derece zayıflığı kendisine pek tesir etmişti. Her vakit yaptığı gibi ona kuvvet ve cesaret vermek için gücünü gösterdi. Yüzü tebessüm ediyor fakat gözleri canlı değildi. O gözler, yalnız onun kendi pederine karşı büyük bir saygı beslediğini, pederini pek çok sevdiğini gösteriyordu. Pederi ise kızını görür görmez gözleri yaşla dolduğu hâlde kendisini şen ve neşeli göstermeye çalışarak kollarını kaldırdı. Cihan bu kol kaldırılmasından pederinin kendisini kucaklamak, öpmek istediğini anladı. Göğsüne doğru eğildi. Pederi onu kucakladı, öptü ve kokladı. Elleriyle saçlarını, yüzünü okşadı. Cihan, babasının öpüp koklamasından soluğunun sıcaklığını ve saçlarının sertliğini duyarak sağlığı hakkında düşmüş olduğu endişeyi, merakı yatıştırmaya ve hafifletmeye çalıştı. Kızcağız, o kadar korkmuştu ki babasını sağ göremeyeceğini zannediyordu.
Marzban yatakta oturmak istedi. Yardım ettiler. Biraz doğruldu, kolunu yastığa dayayarak oturdu. Kızına yatak üzerinde yanında oturmasını söyledi. Cihan oturdu:
“Babacığım! Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu.
“İnandığımız, saygı duyduğumuz Hürmüz’e dua ediyorum; iyiyim fakat o kadar ağrılar çektim, zayıflığımdan o kadar acılar duydum ki Ehremen’in[9 - Zerdüşt inancında kötülüğün temsili.] üstün gelerek bana bir fenalık yapmasından korkuyordum fakat senin konağa döndüğünü öğrenince biraz rahatlık ve ferahlık hissettim. Dünyada tek emelim, tesellim sensin. Bunu biliyorsun. Bir daha konaktan ayrılma, seni daima yanımda görmek isterim.”
Cihan, gözlerinden yaşlar dökmekten kendini alamadı. Soylu kız, babasını çok seviyordu. Hasta peder, kızının kederinden üzüntü duydu. Aynı zamanda vefatından sonra kızının ne olacağını düşünüyordu. Şefkatli pederiyle beraber o da ağladı. Bununla beraber kızını fazla üzüntüden korumak için kendi kederini saklamaya çalışıyordu. Cihan, babasının hislerini anladı. O da pederini, o hasta hâlde kendi acısıyla üzmek istemiyordu. Şen ve mutlu görünmeye çalışarak:
“Babacığım! İnandığımız Hürmüz’e selamlar olsun. Sağlığınızı iyi görüyorum. Senin için ona (sanemi eliyle işaret ederek) dua edeceğim. Ondan sağlık ve selametini isteyeceğim. Yüce Hürmüz elbette duamı kabul eder.” dedi.
“Mubez’i araması için kardeşin Saman’ı gönderdim. Mubez gelince hepimiz birlikte dua ederiz.”
Cihan, babasının duaya önem verdiğini görünce ruhen bir ferahlama duydu. İnsan için bu gibi zamanlarda inancından başka teselliye dönüş olacak bir şey yoktu. Şiddet ve felaket zamanında akıl ve kuvvetin büsbütün âcizliği açığa çıktıktan sonra insanlara teselli, ümit veren şey inançtan ibaretti. İnanç olmasaydı insanlar bu dünyada bedbahtlıktan başka bir şey göremezlerdi. Dünyanın her noktasındaki halkın bir din ile bağlılığının olması, işte bu hikmet ve gerçeğin üzerine kuruludur. Hiçbir millet yoktur ki zayıfı kuvvetliye karşı koruyan, hiçbir şeyin fayda ve tesiri görülmeyen felaketlerde kalbe kuvvet ve ümit veren bir dine bağlı olmasın. O felaketlerde yalnız iman, manen imdada yetişir.
Ancak bir dine mutlak nefsini teslim etmek, derin bir inanç ve kuvvet verebilir. Bunun için hakiki bir iman sahibi; felaketleri büyük bir tevekkül, samimi bir sabır ve tahammülle kabul eder. Ölümü telaşsız belki memnuniyet ve sevinçle karşılar. Halkın aklına şüphe ve zan dayanma gücünü eğmek kadar beşeriyet için zarar veren bir şey yoktur çünkü bu şüpheler onları manen öldürür, bahtiyarlıklarını büsbütün mahveder. Öyle tohum eken kimse kendisi ne kadar şüphede olursa olsun bir felakete uğradığı ya da pek değerli ve mukaddes kabul ettiği bir şeyden mahrum olma korkusuna düştüğü anda, bilinen maddi vasıtalardan başka vasıtalara iltica etmekten kendisini alamaz. O anda ister istemez bilmediği bir kuvvetten yardım diler. Görmediği ve varlığına inanmadığı bir şahsın yardımını bekler. Mevcut olan dinlerin hangisinin daha iyi olduğuna dair herkesin fikir ve görüşü farklı olabilir fakat herkes bir dine bağlıdır.
Cihan, pederinin duaya meyil ve rağbetinden duyduğu sevinç ve iç huzuru ile sordu:
“Mubez bu akşam bize gelecek mi?”
Marzban, kalben bir sır saklıyormuş gibi cevap verdi:
“Onu çağırmak için kardeşini gönderdim fakat alıp getiremeyeceğini zannediyorum. Çünkü tecrübe ile gördüm: Kardeşine her ne emretsem onun tersini yapar.” Marzban son sözleri ağzından kaçırdığından dolayı pişman olmuştu. Telafi için:
“Kusuru yok. Mubez yarın gelse de olur.” dedi.
Cihan babasının kendi kardeşi hakkında, o yolda öyle bir dil kullanmasından; pederinin ondan memnun olmadığını anlıyordu. Daha önce de babasından öyle bir şey hissetmişti fakat sebebini anlamıyordu. Marzban, kızının aşırı zekâ ve hızlı kavrayışını ve kardeşi hakkında kendisinin söylememek istediği şeyleri bilecek olursa üzüntü ve kederli bir hayat geçireceğini bildiği için o sırrı saklamaya son derece gayret ediyordu. Cihan ile pederi bir an sessizleşti. İkisi de yere bakarak düşünüyorlardı. Marzban birdenbire kendisini toplayarak:
“Kızım, sevgili Cihan’ım! Odaya git, elbiseni değiştir. Sonra yemek ye. Ben biraz rahat etmek, uyumak istiyorum.” dedi. Cihan ayağa kalktı:
“Sana bir şey lazım değil mi? Gitmeden önce yapayım, babacığım.”
“Hayır, kızım! Şimdi bir şeye ihtiyacım yok. Yarın sabah Mubez gelince bir şeyi öğrenmiş olacaksın. Şimdi selametle git, rahat yat.”
11
SAMAN
Cihan pederinin ne düşündüğünü, yarın kendisine söylenecek sırrı anlamak için büyük bir meraka düşmüştü. Pederinin hastalığını, zayıflığını dikkate alarak sırrı o anda kendisine söyletmeyi uygun görmedi. Onun Afşin’den bahsetmemesi kendisini memnun ediyor ancak o sırada babasının huzurunda bir fırsat bulup Ay Toldı’yı söyleyemediğinden üzgün duruyordu. Babasına Ay Toldı’dan bahsedecek olursa babasının onun hakkında övgüde bulunacağını, bu sayede bu evlilik hakkındaki fikrini anlayacağını ümit ediyordu. Cihan diğer kızlar gibi böyle bir konuyu babasına açmaktan korkar, sıkılır bir kız değildi. Akıl ve dirayet sahibiydi. Babasıyla bir erkek gibi konuşuyordu. Bununla beraber bu işin, Ay Toldı’nın gelip babasının huzuruna girmesi zamanına rastlamasını daha uygun buldu.
Cihan babasının odasından çıkmak için hazırlanırken uşak içeri girdi.
“Saman geliyor.” dedi.
Marzban bu ismi işitince canı sıkıldı, belli etmeyerek:
“Girsin.” dedi.
Saman içeri girdi. Onunla Cihan’ın yüzlerine bakılırsa kardeş olduklarına inanmak mümkün değildi. Gerçekte Saman, Cihan’ın yalnız baba tarafından kardeşiydi.
Onun annesi Hintli bir hanımdı. Vefatında Saman, sekiz yaşında bulunuyordu. Sonra pederi Kafkasya’ya gitti. Orada güzel bir Çerkez kızı buldu. Güzelliğini, ahlakını beğendi. Onunla evlenerek Fergana’ya getirdi. Kadıncağız biri Cihan diğeri yine bir kız olmak üzere ikiz doğurdu. Bu ikiz kızlar henüz küçükken valideleri vefat etti. Marzban, bunlara Hizran’ı mürebbiye tayin etti ve Çerkez eşinin vefatından sonra bir daha evlenmek istemedi çünkü son derecedeki güzelliğinden, akıl ve dirayetinden dolayı onu çok seviyordu. Validelerine pek çok benzedikleri için bu iki kızı da sevdi fakat bunlar henüz üç yaşına varmadan biri gayet garip bir şekilde kayboldu. Cihan yalnız kalınca Marzban, bütün sevgisini ona yöneltti. Bir kızının kaybolması hakkında şöyle bir rivayet anlatılagelmiştir: Bir at onu kapıp götürmüş! Çünkü Türkistan’da bir çeşit haydutlar vardır ki atlarını haydutluğa alıştırırlardı. Bu atlar küçük çocukları, yükleri dişleriyle kapıp kaçırırlardı. İşte o tarihten sonra Fergana halkı o gibi haydut atların saldırısından korunmak için küçük çocuklarını yanlarından ayırmamaya başlamışlardı. Hâlbuki Marzban, küçük kızının kaybolma sebebini başka türlü anlayarak o andan itibaren oğlu Saman hakkında şiddetli bir nefret duymaya başlamış fakat bu sebebi herkesten gizlemişti.
Saman yaradılış ve ahlak itibarıyla kız kardeşi Cihan’ın tersiydi. Kısa boylu, köse bir adamdı. Çenesinde dağınık bir hâlde bulunan birkaç kıldan başka kıl yoktu. Yassı yanaklıydı. Gözlerinin akı sanki bir uykudan uyanmış gibi kırmızılıkla karışıktı. Bununla beraber şiddetli bir şaşılık ile gözlerine bir perişanlık ilave olmuştu. O hâlde ki size bakarken tavana ya da kapıya bakıyor zannediyordunuz. Bir şeye sabit bir şekilde bakamazdı. Sizinle konuştuğu zaman yere bakarak konuşur yahut göz kapakları titrediği hâlde sizden başka tarafa bakardı. Söz söyleyince güya tehlikeli bir mevkide, bir şeyden korkuyormuş gibi titrek dudaklarıyla çabuk çabuk söylerdi. Bununla beraber pek ziyade kurnaz, hilekâr, bencil, iyilik düşmanı bir mahluktu. Dünyada kendi nefsinden başka kimseyi sevmezdi.
Saman içeri girer girmez derhâl pederinin yatağına koştu. Başında sarıksız ipekten bir külah vardı. Bütün vücudunu kaplayan bir cübbe giymişti. Cübbe o kadar uzundu ki yürürken ayakları, eteklerine dolaşıyordu. Pederinin yanında durarak:
“Karşan Şah’ın[10 - Fergana’daki ateşgede lideri.] evine gittim. Orada Mubez’i bulamadım. Sabah geleceğini söylediler. Kendi evine de gidip arayayım mı?” dedi.
Marzban bıkkınlığı gösteren bir tavırla başını sallayarak:
“Buraya gelmeden onu arayabilirdin fakat zararı yok. Yarın uşaklardan birini gönderip çağırtırız. Hamdolsun uşaklarımız var. Şimdi sen işine git.”
Cihan; pederinin dilinden onun kardeşi hakkında büyük bir nefret beslemekte olduğunu, kardeşinin sevilmeye layık bir mahluk olmadığını anlıyordu. Babasının kardeşi hakkında o zamana kadar bu derece şiddetli bir dil kullandığını görmemişti. Saman ise babasının ne kastettiğini bilmezlikten gelerek cevap verdi:
“Babacığım, Mubez’i mutlaka bu akşam istediğini bilmiyordum. Yoksa onu alıp getirmeden buraya gelmezdim. Bir daha gidip kendisini arayayım mı?”
Marzban, oğlu söz söylerken onun yüzüne dikkatli dikkatli bakıyordu. Saman sözünü bitirince Marzban yüzünü öbür tarafa çevirerek:
“Buradan git fakat onu arama. Şimdi ben biraz rahata muhtacım.” dedi.
Saman, babasının ellerine kapanarak öpmeye başladı fakat babası ona önem vermedi. Saman oradan çekilip gitti. Cihan bu manzara karşısında donakalmıştı. Bakışlarını babasına yönelterek gözlerinin içine dikkatli dikkatli bakıyordu. Hastanın gözlerinde hemen düşmek üzere bulunan iki damla yaş vardı. Gözlerini sanemin önüne koyulmuş olan mumun ışığına dikmişti. Cihan, babasının iki dudağının uçlarında onun gayet mühim bir sır taşıdığını ve onu ifşa etmek istediğini okur gibi oldu. Kızcağız tekrar babasının yatağına oturdu. Elini avuçlarının içine aldı. Babasının o zayıf ellerinde soğuk bir ter, hafif bir titreme hissediliyordu. Cihan:
“Babacığım, benden bir şey istiyor musunuz? Yanınızda kalayım mı, gideyim mi? Nasıl emredersin?”
Marzban yastığını düzeltmeye çalışarak:
“Sevgili yavrum! Git, rahatına bak. Yok… Gitme… Yok yok… Git, rahatına bak. Sen rahat edersen ben rahat ederim.”
“Babacığım! Galiba Saman’ın beceriksizliği sizi gücendirdi. Gücenmeyiniz, babacığım. O maksadınızı bilmiyordu.”
Marzban başını salladı:
“O benim maksadımı anlamadı fakat ben onun maksadını anladım. Şimdi hesap soracak zaman yaklaştı.”
Marzban bu sözleri söyledikten sonra uyumak için yatağa bakarak örtüyü omuzlarına doğru çekmeye başladı. Cihan babasının bu mesele hakkında daha fazla bir şey söylemek istemediğini anladı, örtü ile örtünmesine yardım etti. Sonra oradan çıktı, kardeşi hakkında yeni bir endişe ile meşgul olduğu hâlde kendi odasına gitti. Hizran orada beklemekteydi. Hanımını görünce babasının hâlini sordu. Cihan, babasının sağlığının iyi olduğunu söyledi.
Hizran:
“Hanımcığım, bugün çok yorulduk. Artık elbiseni değiştir, yatağına gir.” dedi.
Cihan hareketsiz durdu. Cevap vermiyordu. Mürebbiye, hanımının hâlâ Ay Toldı’yı düşünmekte olduğunu anlayarak:
“Hanımcığım! Herkes dağılmış, bahçede köşkte bütün fenerler söndürülmüşken hâlâ Ay Toldı görünmedi. Galiba yarın gelecek.” dedi.
Cihan, Ay Toldı’nın o gece artık gelmeyeceğine kanaat getirmişti. Elbisesini değiştirmeye başladı. Mürebbiyesi soyunmasında ona yardım ediyordu. Cihan elbise değiştirmeyi tamamlayınca Hizran veda edip çıktı. Artık Cihan yavaş yavaş yatağına gidip yatmak istiyordu fakat yatağa varmadan önce bir cariye içeri girerek biraderi Saman’ın kendisini görmek için geldiğini söyledi.
Cihan, kardeşinin o saatte kendisinin yanına gelmesinden memnun oldu çünkü pederinin huzurundan onun, o surette ayrılması kendisini büyük bir meraka düşürmüştü. Onu düşünüyordu. Saman yüzünde üzüntü ve gücenme izleri olduğu hâlde odaya girdi. Cihan onu o hâlde görünce şefkate geldi, güzellikle ve güler yüzüyle karşıladı.
“Kardeşim, babamızın sana söylediği sözlere gücenme. Her ne söylediyse ona musallat olan zayıflık ve üzüntüden canı sıkılarak söyledi.”
Saman üzülerek ve gücenme gösterdiği hâliyle yere serilmiş olan bir minder üzerine oturdu. Sessizce yere bakarak cevap vermedi. Cihan onun yanına oturdu. Yüzüne baktı. Gözlerinden ağlamaksızın yaşlar dökülmekteydi. Cihan, kardeşinin bu hâline fevkalade üzüldü. Şefkati, saflık ve fazileti; akıl ve anlayışına galip geliyordu. Büyük bir merhamet hissiyle sordu:
“Kardeşim, niçin ağlıyorsun?”
Saman gözlerini Cihan’a doğru kaldırarak kısık bir sesle cevap verdi:
“Kız kardeşim! Biraz önce gözlerinle gördün, kulaklarınla işittin. Daha niçin soruyorsun?”
“Sana söyledim, kardeşim! Babamız her ne söylediyse hastalığın etkisiyle söyledi. Başka bir sebeple söylemedi. İyi bilirim ki o, seni seviyor. Senden başka oğlu yoktur. Sen onun ismine vâris olacaksın. Sen…”
Saman, kız kardeşinin sözünü kesti:
“Belki beni seviyor fakat ben bedbaht bir insanım. Çünkü onu memnun etmek için bütün kuvvetimi sarf ediyorum fakat memnun edemiyorum. O bana Mubez’i çağır diye emretti. Mubez’i davet etmek için adam aradığını gördüm. Ben gider, çağırırım dedim. Her zaman babamın benden çekindiğini hissediyorum. Hâlbuki onun daima benden hoşnut olmasını istiyorum.”
“Babamız senden hoşnuttur. Değilse mutlaka hoşnut olacak. Buna emin ol.”
“Beni sevdiğini, hakkımda babamın gönül hoşluğunu kazanmaya çalıştığını bilirim fakat galiba bazı kimseler beni babama fena göstermeye çalışıyorlar. Babam saf bir adamdır. Onların sözlerine aldanıyor.”
Saman bunu söyledikten sonra ayağa kalktı. Çıkıp gitmek istiyor gibi bir hâl alarak bu konunun kız kardeşinin canını sıkmaya sebep olmasından çekiniyor gibi davrandı. Cihan kendisini durdurdu:
“O kimselerden kimleri niyet ediyorsun?”
“Tanıdığın adamlar… Bunlar din namı altında aklımıza, kalbimize, malımıza hüküm sürmek istiyorlar.”
Cihan, kardeşinin Mubezleri niyet ettiğini anlayarak:
“Maksadını anladım. Anlaşılıyor ki bu akşam kasten yalnız geldin. Mahsus Mubez’i getirmek istemedin.”
Saman esneyerek yutkunarak cevap verdi:
“Kasten onu yaptım fakat onu ateşgedede bulamadım. Çünkü Mubezlerin evimize gelmelerinden, fenalıktan başka bir şey beklemem.”
Cihan, kardeşinin sözünü kesti:
“Bu hususta seninle hemfikir olalım. Bu Mubezler bizim için dua ederler. Onların vücudunda hayır ve bereket var. Onlarsız teselli bulamayız. Babamı da aynı itikatta görüyorum. Onun bu inancına muhalif hâl ve harekette bulunmak uygun değildir.”
“Onların içinde iyi adamlar bulunduğunu inkâr etmiyorum fakat bazıları hırslı ve açgözlüdür. Her şeyi kendi nefisleri için isterler fakat şimdi onlar neyimize lazım? Yegâne arzu ettiğim şey, babamın bana gücenmiş olmamasıdır.”
“Bunu ben yoluna koyarım, rahat ol. Sen yatağına git, rahat rahat uyu.”
Saman kırılmış olarak başını eğmiş hâlde oradan çıktı. Cihan yalnız kalınca yatağına gidip uzandı. Bütün gece düşüncelere mağlup oldu. O gece pek az uyuyabildi.
12
AY TOLDI
Cihan ertesi sabah erken kalktı. Mantosuna sarılarak babasının odasına gitti. Evde günlük olarak giydiği elbiseyleydi. Babasının odasına girince onu yatakta oturuyor gördü. Sağlığı dünkünden daha iyiydi; babasının bu hâlini görünce sevindi. Sağlığını sordu, Marzban:
“Yüce Hürmüz yardım etti, gece rahat uyudum. Bugün kendimi daha kuvvetli görüyorum. Afşin’in, Fergana’ya ulaşmasını işittin mi? Bayram süresince buraya geleceğine bana söz vermişti.” dedi.
Cihan, Afşin’in ismini işitir işitmez ürktü:
“İşitmedim, efendim. İhtimal ki Fergana’ya ulaşmıştır fakat henüz bize gelmemiştir.”
“Onu aramak için acaba kimi göndereyim?”
“Emrederseniz adam gönderip ararız. Fikrimce Afşin, Fergana’ya ulaşmış olsaydı davete gerek olmadan ziyaretimize gelmiş bulunacaktı.”
“Pek doğru söylüyorsun, kızım. Acaba kardeşin bugün Mubez’i çağırmak için gitmiş mi?”
“Bugün pek erken onu aramak için çıkmış. Dün gece ona gücenmenizden son derece üzüntülü durumdaydı.”
“O hâlde dönmesini bekleyelim. Şimdi sen kendi elinle bana bir su ver.”
Cihan, babasının bu arzusuna sevinerek bizzat gidip bir kadeh su getirdi; babasına takdim etti. Marzban içti, serinlik duydu. Sonra kadehi kızına iade etti. Cihan kadehi götürüp perde ağasına verdi. Küçük hanım henüz babasının yanına dönerken uşak odaya girdi:
“Irak’tan gelmiş bir misafir, efendimizin huzuruna girmek istiyor.” dedi.
Marzban yatak üzerinde oturduğu yerden bağırarak:
“Bu misafir mutlaka Afşin olacak!” dedi.
Marzban bu ziyaretten son derece memnun olmuştu. Onun için alışılmış olduğu üzere misafirin ismini sormadan:
“Girsin!” emrini verdi. Cihan o sırada orada bulunduğundan dolayı üzüntü duyuyor, mümkün olsa duvarı yarıp oradan çıkmak istiyordu fakat babasının hatırı için sabır ve metanet gösterdi. Canı pek ziyade sıkılmıştı. Bu hâlini babasına göstermemek için de son derece çalışıyordu.
Perdedar, gelen misafir için perdeyi açtı. Misafir içeri girdi. Cihan, misafiri görür görmez ürktü. Yüzünde şaşkınlık eseri göründü fakat bir an geçti, can sıkıntısı sevince ve birdenbire sararan yüzü yine birdenbire pembe renge dönüştü. Çünkü gelen misafir Afşin değil; bizzat Ay Toldı idi. Marzban onu görünce güler yüz gösterdi. Büyük bir memnuniyetle kabul etti. Ona hitap ederek:
“Safa geldin, oğlum Ay Toldı! Seni dostumuz Afşin zannettim. Irak’tan mı geliyorsun?”
“Evet, efendim, Irak’tan geliyorum.”
“Afşin seninle beraber mi geldi?”
“Hayır, benimle beraber değildi fakat Irak’tan ayrıldığım gün Andican’a gelme fikrinde bulunduğunu anlamıştım. Gelmiştir zannederim.”
Ay Toldı otuz yaşlarında, yaradılış ve ahlaken doğuştan kıymettar olgunluğa sahip bir gençti. Orta boylu, dolgun vücutlu, geniş omuzlu, açık alınlı, büyük yanaklı, sık sakallıydı. Gözlerinde yiğitlik ve mertlik, dudaklarında alicenaplık ve doğruluk tecelli ediyordu. Başına Abbasilerin serpuşu[11 - Başlık.] tarzında, kırmızı külah üzerine siyah bir sarık sarmıştı. Gök renginde bir kaftan giymiş, üzerinde kabzası altın bir kılıç takılı bir kemer kuşanmıştı. Kaftanın altında büyük, ipekten yapılmış erguvani renkte bir şalvar giymişti. Kaftanının üzerinde ise siyah bir cübbe vardı. Her hâl ve hareketinde kahraman tavrı görünüyordu. İnsan, karşısında durduğu zaman onu sarsılmaz bir dağ zannederdi.
Ay Toldı; o sabah Marzban’ın huzuruna girdiği zaman, Cihan’ın orada bulunduğundan haberdar değildi. Onun için birdenbire şaşırması, Cihan’ın şaşırmasından daha az değildi. Cihan’a gelince onu görür görmez uğradığı şaşkınlığı nasıl saklayacağını bilemiyordu. Kalbinin vuruşunu, her tarafının titremesini gizlemeye muktedir olsa bile çehresinde beliren pembeliği, gözlerinde görülen parlaklığı nasıl saklayabilirdi? Cihan, babasının hastalığını unutmuştu. Bütün dikkat ve gayreti ile sevgilisi hakkında babasının göstereceği tavır ve hissi anlamaya hazırlanıyordu. Sevgilisi hakkında pederinin büyük teveccüh ve sevgi gösterdiğini görünce sevindi. Kendisi sanemin yanında duruyordu. Vücudunda hasıl olan titremeyi göstermemek için sanemin konulmuş bulunduğu mihraba dayanarak sanemin üzerinde bulunan tozu almakla meşgul göründü. Cihan yüzünü örtmüş değildi çünkü o memleketlerin kadınları, o zamanlarda saklanmanın ne olduğunu bilmezlerdi. Tesettür âdeti yoktu. Gerçekten Cihan yüzünü örtmekten nefret ederdi. Tesettürü bir zaaf ve korkaklık sayardı.
At Toldı’nın öyle bir tesadüfe nail olmasından dolayı sevinç ve bahtiyarlığına ölçü yoktu. Marzban’a hürmet gösterdi, onunla konuşmaya koyulması hissiyatını saklama hususunda ona yardım etmişti. Ay Toldı, Marzban’ın ellerini öptü. Marzban bir minder getirilmesini emretti. Ay Toldı minderin üzerine; Cihan diğer bir mindere oturdu. Marzban, Ay Toldı’dan durum hakkında malumat sormaya başladı. Ay Toldı:
“Efendim, bu mübarek bayramınızı tebrik edenlerin ilki olmak için sizi böyle erken ziyarete geldim. Rahatsız olduğunuzu bilmiyordum. Sağlığınız ve afiyetinizin çoğalmasını temenni ederim.” dedi.
“Bugün hamdolsun, daha iyiyim. Seni gördüm, daha iyi oldum. Seni ne kadar sevdiğimi bilirsin.”
Ay Toldı, teşekkür nişanesi olarak başını eğdi. Hakkında gösterilen bu teveccühten son derecede memnun oldu fakat onun memnuniyeti Cihan’ın memnuniyetine nispeten büyük bir şey değildi. Cihan’ın babasının, sevgilisine teveccüh ettiği sözleri işitirken kalbi, sevinçten titriyordu. Ay Toldı, Marzban’a hitaben:
“Hakkımda gösterdiğiniz teveccühe teşekkür ederim. Zaten eskiden beri efendimizin lütuf ve merhametine borçluyum. Sayenizde büyüdüm.” dedi.
Marzban bu teşekkürleri, minneti işitmezlikten gelerek:
“Irak’tan doğrudan doğruya mı geliyorsunuz?”
“Evet, efendim. Doğruca oradan geliyorum. Fergana’ya dün akşam ulaştım.”
“Oraları ne hâlde bıraktın?”
“Birçok zorluk içinde, meşgul bir hâlde bıraktım. Hiçbir fırka diğerinden memnun değil. Bir taraf diğer taraftan korku ve sakınma içinde, her taraf kendi cinsinden olmayan askerlere hâkim mevki sahibi olmaya çalışıyor fakat bugün, o toprakların sahibi Türklerdir.”
“İşittiğime göre Halife Mu’tasım hilafet makamına geçtiği zaman hâkimiyetini sağlamlaştırmak için dayıları olan Türklerin yardımına muhtaç olmuş. Türkler onun imdadına koşmuşlar. Andican Hükümdarı Afşin ile siz o cümledendiniz.”
Ay Toldı, isminin Afşin’in ismiyle karıştırılmasından bir gurur duydu. Alçak gönüllüğünün gereğince:
“Afşin hilafetin büyük bir rengidir. Bense zikre müstahak değilim.” dedi.
Marzban onun sözünü keserek:
“Bence kanıtladığın yiğitlik ve iktidarın yönüyle parlak bir istikbale mazhar olacağına şüphe yoktur. Kahraman bir serdar olmaya liyakatin var. Halife’nin yanındaki askerliğin mühim bir mevki kazandıracağını ümit ederim.”
“Sayenizde Halife koruma askerlerinin kumandanı oldum.”
“Muhafaza askerinin kumandanı mı?”
“Evet, efendim.”
Marzban’ın yüzünde sevinç izleri görülmeye başladı. Cihan’ın yüzüne baktı. Bu bakışla Ay Toldı’nın pek az bir zaman içinde kazandığı makamı kendisi beğendiği gibi etrafındakilerin de beğenmesini arzu ettiğini ima ediyordu. Cihan; Ay Toldı’ya bakışlarını dikerek sözlerini dinliyor, onu gözleriyle yemek istiyordu. Marzban o anda kulaklarını kızının göğsüne doğru yaklaştırsaydı kalbinin şiddetle vurmakta olduğunu işitecekti. Cihan hemen kendisini topladı. Gözlerini babasına çevirdi. Bir tebessümle onun konuşmasına katıldı. Bununla babasının gelen misafir hakkında söylediği ve gösterdiği güzel karşılamanın pek yerinde olduğunu göstermek istiyordu. Hareketsiz durduğu hâlde gözleri babasının anlayamayacağı birtakım şeyler söylüyordu. Bunu ancak Ay Toldı anlıyordu. Onun da gözleri aynı lisanla konuşuyordu.
Marzban ise tekrar söze başlayarak:
“Öyle zannediyorum ki Irak’ta, bugün birçok Türk askeri vardır.” dedi.
“Evet, efendim! Bugün Halife’nin emrinde yirmi binden fazla Türk askeri var. Fergana hükümdarları olan Afşinlerin oğulları ve diğerleri gibi büyük Türk hanedanlarına mensup birçok zat da bu ordunun[12 - Yakubi.] içindedir.
“Halife’nin kendi maiyetinde Türkleri bu şekilde toplaması, validesi tarafından yakınlığından ileri geliyor zannederim.”
“İhtimal ki bunun da tesiri vardır fakat en mühim sebep başkadır. Bildiğiniz üzere Müslüman devleti aslen Arap’tı. Müslümanlar fetihlere başladıkları zaman devletin bütün askeri Araplardan oluşuyordu. Bunlar fetihlerde bulundular ve devleti kurdular. Emevilerin zamanında, hâkimiyetindeki askerlerin çoğu; asli unsuru Arap’tı. Daha sonra İranlıların Abbasilere yardım ettikleri gibi devletlerinin kurulmasına yardım ettiler. Bu sayede kuvvet kazandılar. Araplar ise tam tersine zayıf düştüler. İranlılar önceki Halife Me’mun’un zamanına kadar günden güne kuvvet ve şevketlerini artırıyorlardı. Hilafetinden başka en mühim memuriyetler hep İranlıların eline geçmişti. Bütün devlet kurumlarını onlar idare ediyorlardı. İranlıların, kendi devletlerinin yıkılmasından sonra saltanat ve hâkimiyeti tekrar kendi milletleri için geri almaya çalışmaktan, bir an hâllerinin kalmadığı malumdur.”
13
SAMARRA
Ay Toldı, bahsi bu noktaya getirdiği zaman Marzban, derin derin içini çekti. Ay Toldı, Marzban’ın İran Devleti’nin Araplar tarafından yok edilmesine kalben üzüntü duyup esef etmekte olduğunu anladı fakat bilmezlikten gelerek sözüne devam etti:
“Birkaç sene önce hilafet Mu’tasım’a geçince adı geçen şahıs, İranlılardan korkmaya başladı. Gerçekten İranlılar kardeşi Emin’i katletti, devleti kardeşi Me’mun’a teslim etmişlerdi. Me’mun, İranlıların hemşirezadesiydi çünkü validesi Acem’di. İranlılar, devleti hemşirezadelerine teslim ettikleri zaman vefatından sonra büsbütün İranlılara nakli ve değişimini amaçlamışlardı. Mu’tasım, bu durum karşısında kalınca kendisine meydanda belli olmak üzere Medineli kuvvet ve ezici kuvvetleri bozulmamış bir askerî komutan aramaya mecbur olmuş, bu temiz cengâver; azim ve emek sahibi olan ancak Türk bir komutan olmuştu. İşte bu necip komutanın oluşturduğu ordu ile kendi mevkisini sağlamlaştırmayı ve kuvvetlendirmeyi başarmıştır.”
“Türk askeri Bağdat’ta mı ikamet ediyor?”
“Bu askerler, şu son zamana kadar Bağdat’ta ikamet ediyorlardı. Daha sonra halk galeyana geldi. Sokaklarda bunlar tarafından bazı ölümler, saldırılar meydana gelmişti. Bunun üzerine Mu’tasım, Türk askerine mahsus olarak Samarra namıyla bir şehir kurulmasını uygun buldu. Şehri, Türk aşiretlerinin kendi memleketlerinde birbirlerine olan vaziyetlerine; yakınlık ve uzaklıklarına göre ayırmayı tabi kıldı. Zanaatkâr, sanayi ustası ve ticaretle uğraşanlar için büyük çarşılar kurdu. Bu iş ayrımı üzerine halk inşaata başladı. Büyük büyük binalar, camiler, konaklar ve imaretler yapıldı. Sular şehrin her tarafına bol bir şekilde ulaştırıldı. Merkezî saltanatın oraya intikal edeceğini işiten halk, akın akın Samarra’ya taşındı. Ticaret, diğer vasıtalar, servet ve medeniyet oraya gitti. Kazanç kapıları açıldı. Bolluk, refah ve saadet halka nasip oldu.”
Marzban, Halife’nin bu girişimini fazlasıyla beğenerek:
“Demek büyük bir şehir meydana getirdi. Orada toplanan Türkler acaba eski dinlerinde kaldılar mı? Yoksa din değiştirdiler mi?”
“Bilindiği üzere onların çoğu Zerdüşt dinine bağlıydı fakat şimdi hepsi Müslüman oldu. Halife, bu Türk askerini daima güçlü bir kol şeklinde muhafaza etmek için ahaliyle temas etmekten ve onlar ile evlenmekten meneyledi. Onları Türkistan’dan getireceği Türk kızlarıyla evlendirmeyi bu maksada daha uygun buldu. Türklerden cariyeler satın almak için bu taraflara bir özel heyet gönderdi. İşte ben de bu sebepten faydalanarak özel heyete eşlik için izin aldım. Bu sayede buraya geldim.”
“Evladım! Buraya gelmenden, seni görmekten son derece memnun oldum. Sanki Yüce Yazata, seni hastalığım zamanında göreyim diye bu fırsatı bilhassa hazırladı.”
Marzban bunu söylerken yüzünün rengi atmış, çehresinde endişe nişaneleri görünmeye başlamıştı fakat bu hâlini belli etmemek için öksürürken acı çeker gibi göründü. Bir ağlama baskısı altındaydı. Onu göstermemek için bıyıklarını silmeye, gözlerini ovmaya koyuldu. Cihan bu fırsatı çalarak Ay Toldı ile manidar bir tebessüm karşılığında bulundu. Babasının sevgilisi hakkında gayet teveccüh göstermesine seviniyor fakat onun hastalıktan dolayı gösterdiği şiddetli üzüntüden kalbi acıyordu. Özellikle pederinin Ay Toldı’yı sevdiğini gördükten sonra onun hayatta kalmasına şiddetle ihtiyacı vardı. Babasının Ay Toldı ile evlenmesine karşı çıkmayacağına emindi. İlk fırsatta babasına bu bahsi açmaya karar verdi.
Marzban, kendisinden meydan gelen zayıflık ve üzüntünün Ay Toldı’yı üzmemesini arzu ediyordu. Sözüne başka bir mecrada devam etti:
“Validenizden hiç bahsetmediniz. Zavallı kadın ne hâldedir?”
“Hamdolsun, iyi bir hâldedir. Efendimizi, bize yaptığınız iyilikleri daima hatırına getirir. Sizi anmaktan bir an geri kalmıyor. Gerçekten Cihan’ı bir an unutamıyor çünkü onu öz evladından ziyade değerli tutuyor.”
Cihan söze karışmak için münasebet hasıl olduğunu görerek:
“Zavallı Afitab!.. Bir evlat annesini ne kadar severse ben de onu o kadar çok severim. Onun gibi temiz yürekli, alicenap bir kadın görmedim. Onunla bir arada bulunmaktan çok hazzederdim.” dedi.
Marzban, mühim bir şey hatırına gelmiş gibi birdenbire ciddi bir vaziyet aldı:
“Saman nerede? Mubez geldi mi? Hemen Mubez’i bana çağırınız. Saman güven duyulacak bir insan değildir.”
Ay Toldı ayağa kalktı:
“Müsaade ediniz; ben gideyim, getireyim. Onu tanırım, yerini de bilirim.”
“Oğlum! Sen zahmet etme. Birçok uşağımız var. Birini göndeririz. Saman bu işe burnunu sokmasaydı onu çoktan buraya çağırmış olacaktım.”
“Saman mutlaka efendimize olan hürmetinden dolayı bu işi kendi üzerine almıştır. Bendenize müsaade ederseniz derhâl gider, emrinizi yerine getiririm.”
Marzban, Ay Toldı’nın sözünü keserek:
“Hayır, oğlum. Sen zahmet etme.”
“O hâlde müsaade ediniz de uşağım ve daha doğrusu arkadaşım Verdan’ı göndereyim. Ona hiçbir iş emanet etmedim ki o işin hakkından gelmesin. Adamım çok işgüzar ve dirayetlidir.”
Ay Toldı bunu söyledikten sonra dışarı çıktı ve:
“Verdan!” diye bağırdı.
Kırk yaşlarında, dinç ve güçlü, seyrek sakallı bir adam yanına geldi. Biraz kaba olan burnunun çıkıklığından, diğer özellikleri ve çehresinden Ermeni olduğu anlaşılıyordu. Bu adam Samarra’da yakın bir zaman önce Ay Toldı’nın hizmetine girmişken pek çabuk efendisinin güvenini ve sağlamlığını kazanmıştı çünkü bir uşağın sahip olduğu vasıfların üstünde özelliklere sahipti. Her işte dirayet, mertlik, sürat gösteriyordu. Ay Toldı da onu bir uşak değil; âdeta bir arkadaş gibi sayıyor, nereye gitse onu beraberine alıyordu. Verdan başına yuvarlak bir sarık sarmış; kısa bir şalvar, deriden bir kürk giymişti. Emre hazır bir vaziyette durunca Ay Toldı ona hitaben:
“Dün yanından geçtiğimiz ateşgedeyi biliyorsun değil mi? Üzerine birçok fener, bayraklar asılmış.” dedi.
“Evet, biliyorum.”
“Şimdi hemen oraya git, Mubez’i bul. Marzban’ın kendisini aceleyle istediğini söyle. Onu alıp getirmeden gelme.”
Verdan itaat işaretini yaparak çıktı.
Cihan’a gelince Ay Toldı ile baş başa kalıp konuşma; ayrılığından sonra çektiği üzüntüleri, kalben taşıdığı mutlu hisleri söyleme fırsatını gözetiyordu. O; pek çok şey bildiği, onları sevgilisine söylerse aynı hisle duygulu olan muhatabının pek çok memnun olacağını zannediyordu. Bu hâlin iki ayrı düşmüş sevgili arasında çıkması pek doğaldı. Bir âşık hisleriyle alakalı bir şey görür, bir haber işitir ya da bir fikir bulursa sevgilisini gördüğü, işittiği ya da hatırladığı şeylere ortak etmek için onu görmeye büyük bir istek, bir özlem duyar. Çoğunlukla bu his, özlemin çoğalmasına hizmet eder. Âşık sevgilisini görmeye koşar. İki sevdazede bir araya geldiği zaman her biri diğerine çektiklerini, gizli sırlarını, mesut aşklarını söylerler. Söze hikâyeler de karışır. En gizli sırlar açığa çıkar. Sanki iki âşığı birleştiren, ruhları uyuşturan hisler ve fikirlerde de uyuşma gerekir.
Şu hâlde Cihan’ın o kadar uzun süren bir ayrılıktan sonra Ay Toldı ile yalnız kalarak samimi bir şekilde konuşmak istemesini garip görmemek lazımdır. Ay Toldı’nın sevgilisi ile öyle ruhi bir görüşmeye ne derece arzu duyduğunu söylememek lazımdır zannederiz. Lakin ikisi de bu sohbete, ruhların görüşmesine kendilerini ulaştıracak fırsatı nasıl ele geçireceklerini bilemiyorlardı. Marzban, Cihan’a hitap ederek:
“Kızım, mehtere[13 - Köşk görevlisi.] emret; sevgilimiz Ay Toldı’yı konağa misafir etsin. Onun dinlenmesi için her ne lazımsa hazırlasın. Bu işi yaptıktan sonra yanıma gelsin. Mubez buraya gelinceye kadar onunla hususi bir şekilde konuşmak isterim.” dedi.
Cihan, babasının bu dikkatinden ve misafirperverliğinden memnun olarak onun emrini gerçekleştirmek için dışarı çıktı. Ay Toldı ondan daha önce, Cihan’ın oturması alışkanlık olan hususi bir salona gidip orada bekledi.
14
ATEŞGEDE ( BEYTÜ’L NÂR)
Verdan, aldığı emir üzerine oradan kuş gibi uçup gitmişti. Onun oradan böyle süratle çıkması Nevruz Bayramı münasebetiyle konağın bahçesinde ve dış kapısında bulunan halkı telaşa düşürmüştü. Hatta bazıları Verdan’ın arkasından koşarak Marzban’ın sağlığı hakkında bilgi istemişlerdi. Verdan hiç cevap vermeyerek oradan savuştu. Bayramın büyük kalabalıklarıyla dolu bulunan sokaklardan, çarşılardan geçti. Halkın ahvali, gidip gelmesi onun nazarında dikkatini çekmiyordu. Verdan, Maksude semtine doğru süratle gidiyordu. Biraz sonra Karşan Şah Ateşgedesi göründü. Her tarafı büyük bayraklarla donanmıştı. Etrafında birçok oda mevcuttu ki bu odalar kâhinlerin ve hizmetli kimselerin ikametine tahsis edilmişti. Üstü yeşillik ve çiçekle süslenmiş olan büyük kapısının önünde büyük bir izdiham vardı.
Verdan, farz olan ibadetleri gerçekleştirmek için gelen bir ateşperest gibi görünerek tapınağın avlusuna girdi. Giriş, ipekli kilimler ve diğer eşyalar konularak donatılmıştı. Dört tarafında bulunan saçak altı revaklara, işlemeli ve bazıları kıymettar taşlarla süslenmiş perdeler asılmıştı.
Verdan avludan, mabedin içine girdi. Asıl ateşgede, mabedin içinde dikdörtgen şeklinde kapalı bir binadan ibaretti. Yerden beş basamakla çıkılan yüksek bir kapısı vardı. Ateşgedenin etrafında, duvarların dibinde özenle yapılmış olan havuzlarda ateş yakılarak epeyce buhur[14 - Dinî törenlerde yakılan kokulu ağaç vb. maddeler.] atılmıştı. Bu havuzlardan duman, göğe doğru yükseliyordu. Kubbenin köşelerine konulan saksılardan da duman çıkıyordu. Ateşgedenin dış duvarlarının üzerinde de yüzlerce dumanlı saksılar vardı. Tapınağın içinde, sol tarafında dönen bir kabın ortasında mızrak gibi yukarı uzanan bir alev yükselmişti ki etrafında toplananların bir kısmı oturarak bir kısmı da ayakta ibadet ediyorlardı.
Verdan, ateşgedenin merdiveni üzerinde ayakta gördüğü bir adamı Mubez zannederek yanına gitmek istedi. Başında dikdörtgen, piramide de benzeyen bir külah giymiş olan; hâl ve kıyafetinden ateşgedenin hizmetinde olduğu anlaşılan diğer bir adam kendisini durdurarak sordu:
“Efendim, nereye gitmek istiyorsunuz?”
“Mubez Efendi’yi görmek istiyorum. Orada duran adam o değil midir?”
“Hayır, efendim. O şimdi meşguldür.”
“Kendisi nerede bulunuyor?”
“Onu ne yapacaksın? İşte ateşler yakılmış, ibadet gerçekleştirebilirsin.”
“Fakat ben Mubez’i görmek istiyorum.”
Hizmetli yüzünü başka tarafa çevirerek:
“İbadet bitmeden önce onu görmek uygun değildir.”
Verdan, hademeyi durdurarak:
“Efendim, kızmayınız! Ben yabancı bir adamım. Daha dün Hokand’dan geldim. Misafirlere güzellikle muamele etmek âdetinizdir, değil mi?”
Hizmetçi, Verdan’ın sözlerinden utanarak sordu:
“Buraya ibadet etmek ya da ateş ile kutsanmak için gelmediniz mi? İşte kutsal ateş! İstediğiniz kadar kutsanınız.”
“Fakat ben mutlaka Mubez’i görmek istiyorum.”
Hizmetçi, Verdan’ın kulağına eğilerek gayet yavaş bir sesle:
“Mubez, (sağ tarafta bir odayı göstererek) işte bu odada bazı zatlar ile özel bir görüşmede bulunmaktadır. Onu görebilmek için mutlaka çıkmasını beklemek lazımdır.” dedi.
Verdan, elini cebine soktu. Avucunun içinde çıkardığı birkaç altını hizmetçinin eline sıkıştırdıktan sonra:
“Azizim! Bana müsaade ediniz. Bu odaya yaklaşayım. Orada Mubez’in yakınında yalvarayım.” dedi.
Hizmetçi altınları cebine yerleştirerek:
“Ben izin veriyorum fakat o tarafa gittiğini kimse anlamasın.” dedi.
Verdan:
“Peki, merak etme!” dedikten sonra Mubez’in bulunduğu odaya yaklaştı. Maksadı bir vesile bularak Mubez’in huzuruna girmek, Marzban’ın kendisini istediğini söyleyerek alıp götürmekti. Odanın kapı aralığından içeriye baktı. Gayet güzel giyinmiş iki adam oturuyordu; biri Afşin’di. Verdan onu derhâl tanıdı. Diğerini ise görür görmez kalbi vurmaya başladı çünkü bu öyle bir adama benziyordu ki Verdan ile macerası vardı. Verdan o adama dikkatlice baktı. Tam o adamdı. Onda hiç şüphe yoktu.
Fakat onun orada bulunması garipti. Bu adam, Abbasi Devleti’ne karşı ihtilal çıkaran Babek Hürremi’nin en tanınmış adamlarından biriydi. Verdan onu Ermenistan’da Kâin Erdebil şehrinde biliyordu. Ara yerde büyük bir misafir varken acaba ne maksat ve ne gibi sebepler neticesinde Fergana’ya gelmişti? Verdan bir an önce Mubez’i alıp götürmek için aceleye gerek duyarken o üç büyük adamın orada gizlice birleşip konuşmalarından gayet mühim bir iş müzakere ettiklerini hissederek sırrın aslına vâkıf olmak istedi. Bir tarafa durdu. Diğer ateşperestler gibi bir vaziyet aldı. İbadetle dinî merasimi gerçekleştirir gibi göründü. Gerçekten bütün İslam askerlerinin komutanı Afşin gibi bir zatın Mecusilerin en büyük adamı ve aynı zamanda Abbasilerin en büyük düşmanı olan Babek Hürremi’nin temsilcisi ile birlikte ateşgede gibi bir yerde, Mecusilerin en büyük ruhani reisi ile gizli bir toplantı yapması elbette büyük bir anlama gelmekteydi. Öyle mühim bir mana son derece zeki olan Verdan’ın dikkatinden kolay kolay kaçabilir miydi? Verdan herhangi bir hileyle mutlaka bu sırrı anlamak istiyordu. Yavaş yavaş odanın etrafını dolaştı. Odanın dar bir yola nazır ufak bir penceresi vardı. Ver-dan, hiçbir tıkırtı yapmaksızın ve nefes almamaya çalışarak pencerenin bir tarafında durdu. Kendisi içeridekileri görüyordu fakat içeridekiler onu göremiyorlardı. Verdan, içeride ipekten bir halı üzerinde oturan üç zata dikkatlice baktı. Mubez bilinen, külahı ve urgani cübbesiyle oturuyordu. Karşısında Afşin ile İsbahbad[15 - Ordu şefi.] oturmuşlardı fakat Afşin’in hâl ve kıyafeti göze çarpıyordu. Afşin, Bağdat’ta Abbasilerin siyasi sembolü olan siyah sarık ve siyah cübbe giyerdi; Müslümandı. Verdan, onun Samarra Mescidi’nde namaz kıldığını birkaç defa görmüştü. Hâlbuki şimdi Mecusiler gibi erguvani renkte bir cübbe giymiş, Mecusilerin dinî ayinlerine katılıyordu. Babek Hürremi’nin sarıksız bir külah giymiş olan temsilcisinin Mecusiliği hayret verici değildi. Çünkü bu adam esasen Mecusi’ydi. İslamiyet’i kabul etmemişti.
Verdan yere oturarak ses çıkarmaksızın dua tilavetiyle meşgul gibi göründü fakat bütün vücudu his, kulak kesilmişti. İçeridekiler konuşmalarına devam ediyorlardı. Mubez diyordu ki:
“Yüce Hürmüz’ün yardımıyla mutlaka muzaffer olacağız. Herhâlde sabır ve sebat göstermemiz lazımdır.”
İsbahbad:
“Herhâlde sabır ve sebat göstereceğiz. Hem sabır ve sebatımız çok uzamayacaktır. Bir şartla…”
Afşin:
“Sabır ve sebat uzasa bile sakınca yoktur. Yalnız dostun Babek, hakkımdaki itimadını bozmasın!”
İsbahbad yutkunarak sözüne başladı:
“Babek, hakkınızdaki itimadını bozmaz. Ancak kendilerine Müslüman ya da Arap namını veren bu Yahudilere[16 - “Müslümanlara düşman olan Mecusiler, Müslümanlara Yahudi namı veriyorlardı.” İbnü’l Esir.] pek fazla sokuldunuz, kendisini intizarda bıraktınız. Ona karşı olan vaadinizi Mubez Efendi’nin huzurunda size hatırlatmak için Babek, beni her sene âdet olduğu üzere bu özel günde de sizinle görüştürmek için buraya gönderdi.”
Afşin gülerek:
“Galiba Babek bundan birkaç sene önce Taberistan Emîri Mazyar’ın da bizimle beraber olduğu hâlde burada sözleştiğimiz yemin misakı[17 - İbn İsfendiyar’ın Taberistan Tarihi.] ihmal ettim zannediyor. Başka şahide lüzum yoktur ve ahdimi yerine getirip getirmediğimi Mubez Efendi’den sorunuz.”
Mubez başıyla, “evet” işaretini yaptı.
Afşin sözüne devam ederek:
“Bu mukaddes ateş de sözümüze şahittir. Kardeşim Babek’e tarafımdan söyleyiniz: Para toplayıp göndermekte hiçbir fırsatı kaçırmıyorum. Devletin savaş ya da barış, herhangi bir işini üzerime alırsam o hizmet için Mu’tasım’dan para alıyorum. Bu paraları hep Andican’daki hazinemize gönderiyordum. Mazyar da yemin ve misakını muhafaza etmektedir. Bu sene bazı özel sebeplere dayanarak burada bizimle birleşemedi lakin bana yazdığı bir mektupta işte sebat etmemizi tavsiye ediyor. İlk hareketimizi gördüğünde bütün Taberistan halkı ile beraber bizimle birleşeceğini, bu zalim Müslüman devletten kurtulmak ve Acem Devleti’nin büyüklüğünü ihya ve iade etmek hususunda bizden ziyade gayret ve vatanseverlik göstereceğini temin ediyor.” dedi.
İsbahbad:
“Yüce Babek’in sizden beklediği de budur lakin önceden dediğim gibi zatıalilerinin sanki onlardan biriymişsiniz gibi bize karşı birkaç defa savaşma derecesine kadar o Yahudilerin hüküm ve emrine gösterdiğiniz itaat, yüce Babek’i cidden düşündürdü.”
Afşin kahkaha ile gülerek ve başını sallayarak cevap verdi:
“Bunu benim gibi bir adama söylemek uygun mudur? Kardeşim Babek’in bütün yaptıklarımda nasıl bir maksat takip ettiğimi anlayamaması mümkün müdür? Kendisine karşı muharebeyi kabul etmenin takip etmekte olduğumuz maksadı gizlemek için olduğunu bilmiyor mu? Daima fırsatı gözetmekteyim. Münasip bir fırsat düşeceği vakit derhâl kendisine haber edeceğim. Hepimiz tek vücut olarak bir anda ayaklanacağız. Acem Devleti’ni diriltmek için çalışmış olan Ebu Müslim Horasani, Cafer Birmeki, Fazl b. Sehl ve diğerleri gibi büyük Acemlerin bunca gayret ve fedakârlıklarına rağmen nail olamadıkları büyük emellerini meydana getireceğiz. Bütün bu zikrettiğim kişiler acele ettikleri için maksatlarına nail olamadılar. Hâlbuki biz öyle yapmayacağız. Sabır ve sebat ile fırsatı gözeteceğiz. Ayaklanacağımız zaman emin adımlarla yürüyeceğiz.”
Mubez, İsbahbad’a dönerek:
“Afşin Bey pek doğru fikirlerde bulunuyor. Kendileri öyle mühim işlerde de tecrübelidir. Oğlunuz Babek’e tarafımdan selam söyleyiniz. Bizimle beraber o da fırsatı beklesin. Yüce Hürmüz, elbette bize yardım edecektir. Daha dün rüyada gördüm. Başarı zamanı pek yaklaşmıştır. Şu hâlde birbirimize olan emniyet ve güvenimizi bozmayalım. Bütün mesaimizi kendi elimizle mahvetmeyelim.” dedi.
Verdan hayret ve dehşet içinde bu konuşmayı işitiyor; kendi gözlerine, kulaklarına inanmak istemiyordu çünkü Afşin, hilafetin yegâne dayanağı olan ordunun başkomutanıydı. İslam Devleti’nde bu kadar büyük bir rütbeye sahip olan bir zatın, gizlice Mecusiliği yaşaması ve bağlı olduğu devleti ilk fırsatta mahvetmek için o devletin en güvensiz düşmanlarıyla birleşmesi akla hayret veren cüretlerdendi. Verdan, bütün bu hayretiyle beraber lüzumunda kullanmak üzere bu konuşmadan mühim bir silah elde ettiğini de hissediyordu. Sonra Mubez ayağa kalkmak için hazırlandı. Afşin ve arkadaşı da ayağa kalkarak çıktıkları zaman kimse tarafından tanınmamak için yüzlerini kapadılar. Verdan, onları o hâlde görünce oradan süratle çekildi. Tapınağın orta taraflarına rastlayan bir noktada, Mubez’in çıkmasını bekledi.
Ateşperestler kutsal ateşle kutsanmak ve dua etmekle meşguldüler. Hizmetçi, Mubez’in çıkmakta olduğunu görünce onlara haber verdi. Hepsi ayakta durarak baş eğmek için hazırlandılar. Verdan sanki onlardan biriymiş gibi aralarında aynı vaziyette durdu. Mubez, parlak renkler ve kıymettar işlemelerle gözleri kamaştıran gayet süslü bir elbise giymiş; boynuna kıymetli taşlardan müteşekkil bir gerdanlık takmıştı. Elinde kabzası altından bir çevgen[18 - Asa.] tutuyordu. Çevgeni yere dayayarak kibir ve gurur ile yürüyor; herkes ona başını eğerek hürmette bulunuyordu.
Verdan, Mubez’in kendisine yaklaştığını görünce onun yanına yanaştı ve eğilip ellerini öperek:
“Efendim, Marzban gayet mühim bir iş için hemen yanına teşrif buyurmanızı rica ediyor.” dedi.
Mubez, Marzban’ın Cihan’ın pederi olduğunu anlamakta bir an tereddüt etmedi çünkü orada ondan başka Marzban yoktu. Hemen sordu:
“Acaba hastalığı mı ağırlaşmış?”
“Bilmiyorum fakat derhâl ziyaretine gitmenizi ısrarla rica ediyor. Zatıalilerini birlikte almadan geri dönmememi emretti.”
“Peki, geliyorum. Beni dışarıda bekle.”
Verdan korkarak oradan çıktı. Kendisinin gizli toplantıdan bir şey anladığını Afşin hissetmesin diye yüreği çarpıyordu. Kapıda takımları altın yaldızlı iki atlı bir araba duruyordu; araba Afşin’indi. Orada duran halk arabaya bakıyor, Mubez’i ziyaret eden zatların kim olduklarını anlamak istiyorlardı.
Bir müddet sonra Mubez kapıdan çıkarak arabaya bindi. Afşin de kapalı olduğu hâlde arabada onun yanında yer aldı. Mubez’in ettiği işaret üzerine Verdan atların birine bindi. Hep birlikte Marzban’ın konağına gittiler.
15
DERTLEŞMEK
Ay Toldı salonda, Cihan’ın gelmesini bekliyordu. Marzban’ın konağında büyümüş olan bu gencin Cihan ile yalnız olarak buluşması dikkat çeken bir şey değildi çünkü bir arada yaşamışlardı. Bundan başka Cihan Hatun, erkeklerden saklanan kadınlardan değildi. Ay Toldı salonun bir köşesinde bir sandalye üzerine oturarak büyük bir sabırsızlıkla sevgilisinin gelmesini bekledi. Marzban’ın hastalığı kendisini pek ziyade üzüyordu çünkü sonu iyi görünmüyordu. Lakin aynı zamanda Cihan’ın muhabbeti onu meşgul ediyordu. Ona bir an önce kavuşmak, kendisine her şeyi unutturmuştu.
Bir zaman sonra Ay Toldı kapının yanında Cihan’ın sesini işitti. Yüreği vurmaya başladı. Cihan konak müdürüyle konuşuyor, babasının Ay Toldı için verdiği emirleri bildiriyordu. Sonra hiç durmadan içeri girdi. İki sevgili karşı karşıya geldiler. İkisinin de yüzleri gülüyor, yürekleri çarpıyordu. Sanki dert ve felaket âleminden saadet ve bahtiyarlığın merkezi olan aşk ve muhabbet âlemine intikal etmiş gibi dünyayı, dünyanın gam ve kederini unutmuşlardı. Cennetin tarif ve niteliklerini aklı beşere sığabilecek yolda misallerle göstermek nasıl müşkülse birbirini candan seven iki sevdazedenin rakiplerden azade bir hâlde bir arada, yalnızca buluşarak birbirlerine dertlerini, saadetlerini, hayatlarını, hayallerini her türlü kin ve düşmanlıktan uzak olarak söylemeleri saadeti gibi cennette yaşayanlar bahtiyarlığına kavuşacaklar. Böyle bir mutluluğu bulmak zordur. İşte cennet budur eğer devamsızlık ve değişmeler olmasa.
Cihan, sevgilisini karşılama vaziyetinde ayakta görünce sevinçle tokalaşmak için elini uzattı. Ay Toldı da aynı sevinç, aynı özlemle elini tuttu. Bunca savaşlar, ölüm tehlikeleri geçirirken yürek çarpıntısının ne demek olduğunu hissetmeyen, anlamayan bu cengâver delikanlı; o anda bütün vücudunda bir titreme hissetti. Cihan’ın sevda ve cazibe titremesi daha şiddetliydi çünkü ne kadar akıllı ve metîn bir genç olsa da yine hassas bir kadından başka bir şey değildi. Böyle mülakatlar esnasında aşkın cazibesi bütün kuvvetiyle hükmünü icra ediyordu. Sevdazedelerin bu yerlerde gösterecekleri zaaf zararsızdı.
Ay Toldı söze başlayarak:
“Hanımefendi! Gurbetliğimi çok uzattım, değil mi?” diye sordu.
Cihan elini hemen onun elinden çekti. Yaralı bir sevdazede gözüyle Ay Toldı’nın gözlerine bakarak cevap verdi:
“Bana hanımefendi deme…”
Cihan sözünü tamamlayamadı. Oturmak istiyordu. Bir sandalyeye oturdu. Ay Toldı’ya “sen de otur” işaretini yaptı. O da bir sandalyeye oturdu. Ay Toldı, Cihan’ın ne demek istediğini anlamamıştı:
“Size hanımefendi diye hitap etmeyeyim, peki fakat Fergana’nın güzeli ve Marzban’ın kızı Cihan Hatun’a zavallı dul Afitab’ın oğlu yetim Ay Toldı başka türlü nasıl hitap etsin?”
Cihan, Ay Toldı’nın sözünü kesti:
“Hayır, tam tersine sen benim efendimsin. Bu efendilik, hükümdarın hizmet askerlerinin reisi ya da Halife’nin asker komutanı olduğun için değildir. Kahraman ve necip olduğun için… Hayır… Seni gözümde büyüten bu da değildir. Sana karşı açıklamaktan âciz kaldığım diğer bir hisle duyguluyum. Üzerimde bir hâkimiyetini duyuyorum. Bunun açıklamasını yaparken bana yardım etmezsen bedbaht ve üzgün bir canlı olurum.”
Cihan bunu söylerken utancına yenilmiş, yanakları kızarmıştı. Ay Toldı sevdiğinin söylemek istediği şeyin sevgi olduğunu, bunu açıktan açığa söylemekten utandığını anlıyordu.
“Ay Toldı’yı bir efendi kılan liyakat aynı zamanda Cihan Hanımefendi’yi tapılası yapmıştır. İşte ben Cihan’ın kuluyum.”
“Sana dedim: Kalbimde duyduğum hislerim ve onun sebeplerini tarif ve izah etmekten âcizim. Yalnız şunu söyleyeyim ki dünyada hiçbir insan kalbimde haiz olduğun yere yetişemez. Şimdi boşuna vakit kaybetmeyelim. Mubez gelir de babam beni çağırır diye korkuyorum.” Cihan, babasını anınca onun hâlini hatırlayarak üzüldü:
“Kaybedilecek vaktimiz yoktur, sevgilim! Bana bu isimle hitap etmeden önce benim sana hitabımda beni mazur gör. Seni seviyorum.”
Ay Toldı büyük bir heyecan içinde cevap verdi:
“Bu cesareti sen bana verecektin. İşte verdin, her şeyde üstünlüğünü ispat ettin. Yoksa mümkün değil, bu cesarette bulunamayacaktım. Bunu daima tekrar ediyordum. Bir gün senin ağzından işiteceğimi düşündükçe kalbim sevinçten titriyordu. Bunu, bugün ağzından işittikten sonra acaba benden daha mesut kimse var mı?”
Cihan saçlarını düzeltmekle meşgul gibi görünerek yere bakmaya başladı. Ay Toldı ise gözlerini ondan ayırmıyor, nefis ve iffetin ortadan kaldırdığı heybet ve ürpermeyle sevgilisini kollarıyla kucaklamak cesaretine haiz olmadığı için sanki onu gözleriyle kucaklamak istiyordu. Cihan’ı yere bakmakta ve düşünmekte görünce heyecanın bir kat daha baskısı altında kalarak sanki sevgilisi elinden kapılacakmış gibi bir korkuya düştü:
“Sevgilim! Niçin yere bakıp düşünüyorsun? Bir kederin mi var? Benden sakınma, söyle.”
Cihan gözlerini kaldırarak Ay Toldı’ya baktı. Sevgilisinin ne düşündüğünü anlayarak güler yüzle cevap verdi:
“Uzak şeyleri hatırına getirme. Bir kimseden korku ya da engel görseydim sana sevgilim diye hitap etmezdim. En ziyade babamın uygunluk göstermesini fazlasıyla düşünüyordum. Hâlbuki babamın seni pek ziyade sevdiğini anladım. İzdivacımıza engel göstermeyeceğinden eminim fakat bu hastalık meselesi… İşte beni asıl düşündüren odur.”
Cihan bu sözleri söyledikten sonra sessizleşti.
Ay Toldı:
“Ümit ederim ki pek yakında şifa bulur.” dedi.
Gözlerini Cihan’ın gözlerine çevirerek ne düşündüğünü anlamak, o iki latif gözden ruhunu okumak istiyordu. Cihan da aynı durum ve hareketi düşünmüştü. Sevgilisinin gözlerinde belki daha çok şey okuyordu. “Ay Toldı! Hissiyatımı senden gizleyeceğimi ve seni şüpheye düşürecek bir zaafa düşebileceğimi asla zannetme. Senelerce seninle bir arada yaşadım. Birbirimizi o kadar tanıdık, sevdik, ruhlarımız birbirine o kadar birleşti ki artık dünyada bizi birbirimizden ayırabilecek bir kuvvetin bulunacağına ihtimal veremem. Fikrimde ya da hayatımda bağımsız olarak senden ayrı yaşayamayacağımı iyi anlıyorum. Kendimi seninle tek vücut kabul ediyorum. Her ne düşünsem fikrimin seninle sürüp gittiği hatıralara temas ettiğini görüyordum. Bir olayı hatırlasam hayalini o olayın önünde buluyordum. Zihnimde hiçbir resim canlanmıyor ki senin resminden ona bir şey karışmış olmasın. Kalbim, ruhum bu kadar tesir altındayken insanların bizi birbirimizden ayırabilmeleri mümkün müdür? Farz edelim ki bu iki fâni vücudu birbirinden ayırsınlar fakat fikrimizi, ruhlarımızı birbirinden kim ayırabilir? Ancak kalbim yine müsterih değil. Sebebini bilmiyorum.” dedi.
Ay Toldı sevgilisinin bu itiraflarını titrek bir kalp, büyük bir sevinçle dinledi fakat son cümlelerden ne demek istediğini anlayamıyordu.
“Canım Cihan! Hangi şeyden korkuyorsun? Bana söyle, seni cesur ve metîn bilirim. Hiç çekinmeden söyle. Hayatım senindir.”
“Hayatına bir zarar gelmesine razı olamam. Hiçbir şeyden korkmuyorum çünkü dünyada hiçbir şey yoktur ki beni senden ayırmaya muktedir olsun. Tek düşündüğüm şey babamın hüsnü rızasıydı. Şimdi o korku da yoktur fakat zavallı babam hastadır. Yakında şifa bulmasını temenni edelim.”
“İnşallah yakında şifa bulur. Başka bir şeyden korkuyor musun?”
“Benden başkalarını korkutabilecek birçok şey hatırıma geliyor fakat ben korkmuyorum. Çünkü onları esaslı görmüyorum. Yeter ki sana sahip olayım. Sana sahip olmak benim tek emelimdir. Bu derece açık söylememi mazur gör. Sen de aynı hitapta bulun. Gizlenmeleri, tereddütleri katiyen sevmem.”
“Seni bütün ruhumla sevdiğimi, senin için dünyayı feda etmeye hazır olduğumu söylememi mi istiyorsun? Bunu söylemeye lüzum var mı? Susuzlardan suya ihtiyaçları olup olmadığı sorulmaz. Bir bahtsıza, ‘Saadeti temenni etmiyor musun?’ diye sual olunmaz. Saadetim, hayatım senin. Benim için her şey senin.”
Cihan sevgilisinin bu itirafını büyük bir hayranlık ve sevinçle dinledi.
“Bu hisler ve azimdeysen benim de arzu ettiğim budur. Konağın içinde Saman’ın sesini işitiyorum. İhtimal ki buraya gelir de konuşmamızı keser. İşte biz, her ikimiz bu azim ve karardayız. Babamın iyileşmesini bekleyeceğim. Onunla bu husus hakkında konuşacağım. Sonucu sana söylerim.”
Cihan, bu sözleri söyledikten sonra ayağa kalkmak üzereyken Hizran telaşla içeri girdi. Cihan onunla konuşmak için ayağa kalktı fakat Hizran hemen söze başladı:
“Saman, baban Marzban’ın yanına girmek istiyor.”
“Onunla beraber Mubez geldi mi?”
“Hayır.” Cihan başını salladı. Onun telaşla içeri girmesinden canı sıkıldı. Sonra Ay Toldı’yı göstererek:
“Ay Toldı’yı görmedin mi?” diye sordu.
Hizran biraz utanarak cevap verdi:
“Hanımcığım! Göremedim. Bu suretle telaşlı girdiğim için beni affediniz. Bütün fikrim Saman ile meşguldü çünkü baban kendi yanına onun girmesini istemiyor. Başka bir kimsenin de girmemesini ayrıca emretmiştir.”
Sonra Ay Toldı’ya doğru giderek elini öpecek gibi eline eğildi. Ay Toldı, Hizran’ın Cihan’ı pek ziyade sevdiğini bildiği için ona hürmet gösterirdi. Onu güler yüz ile karşıladı:
“Saman kendi pederinin yanına girecek diye neden bu kadar çekiniyorsun?” dedi.
“Babam dün ona gücendi çünkü kendisini Mubez’i çağırmaya göndermişken emrini yerine getirmedi. Babamı bu suretle birkaç defa gücendirmiştir.”
Cihan bunu söyledikten sonra yine Ay Toldı’ya hitaben:
“Bir an babamın yanına gitmek için bana müsaade et. Şimdi gelirim.” diyerek salondan çıktı.
16
GİZLİ İÇTİMA
Cihan, babasının odasına varınca Saman’ı kapıda gördü.
Kapı ağası uşak, onun Marzban’ın yanına girmekten menediyordu. Kendisi ise hiddetle karşılıkta bulunuyordu. Cihan ikisinin arasına girerek kardeşine sordu:
“Neyin var kardeşim?”
“Bu adam babamın yanına girmekten beni menediyor.”
“Kardeşim! Darılma; pederimiz yatakta yatıyor, hastadır. Benim de çıkmamı emretti. Yanına konak müdürünü çağırtarak bazı hususlar hakkında onunla görüşüyor. Mubez’i gördün mü?”
“Hayır, bulamadım.”
“Onu beraberinde getirmeden gelmenin babamızı darıltacağını bilmiyor musun?”
İki kardeş bu suretle konuşurken odanın içinden babalarının sesini işittiler:
“Saman’ı yanıma sokmayınız. Cihan! Sen yalnız gel.” diyordu.
Cihan, üzgün bir yüzle kardeşine dönerek yavaş bir sesle:
“Kardeşim, şimdi sen köşke git. Babamızı üzme. Ben derhâl yanına gelirim.” dedi.
Saman uymaya mecbur oldu. Köşke gitti. Cihan ise babasının odasına girdi. Konak müdürü babasının karşısında oturuyordu. Önünde birçok evrak, defter, kalem ve bir divit vardı. Babası da yatağının üzerinde oturuyordu. Yüzünün rengi uçmuş, gözlerindeki parlaklık sönmüştü. Marzban, kızını görünce ona müşfik bir gözle bakarak öfkeli olan çehresini mutlu göstermeye çalıştı. Cihan hemen babasına yaklaştı. Ellerini tuttu, öptü:
“Babacığım, şimdi kendini nasıl buluyorsun? Rahatsın, değil mi?”
Marzban kızını kucaklayıp bağrına bastı; kokladı, öptü. Cihan, babasının bu kucaklaması esnasında bir damla gözyaşının düştüğünü hissetti. Vücudu çocuğunun şefkatiyle ürperdi. Babasının kollarından kurtulunca onun yüzüne baktı. Hastanın gözleri yaşla doldu. Cihan bu manzara karşısında son derece üzüldü. Onun da gözleri yaşla doldu fakat hasta hem kendisini zayıf göstermemek hem de kızını fazla üzmemek için üzgün görünmemeye çalışarak:
“Kızım! Hamdolsun, iyiyim. Merak etme. Rahat ve saadetini temin için her şeyi yapacağım. Yanımda otur.” dedi.
Marzban bunu söyledikten sonra konak müdürüne işaret etti. Müdür çıktı. Arkasından kapıyı kapadı. Cihan babasının önünde bulunan kâğıtlarla defterlere baktı. Bunlar hakkında babasından bir şey sormayı münasip görmedi.
Marzban biraz esnedikten sonra yatakta uzanmak için kızının kendisine yardım etmesini istedi. Cihan ona yardım etti. Hasta, yatağa uzandı. Bir koluyla yastığa yaslandı:
“Kardeşin Saman’ın bu sefer de yalnız olarak geldiğini anladım. Mubez’i buraya getirmek onun işine gelmiyor. Zararı yok…”
“Babacığım! Ay Toldı, bu iş için kendi adamını gönderdi. Şimdi neredeyse gelir. Rahat olunuz.”
Cihan, babasının ne gibi bir açıklama yapacağını anlamak için hemen Ay Toldı’yı anmıştı.
Marzban:
“Ay Toldı hakikaten mert ve güzel ahlaklı bir adamdır. Bu günlerde gördüğümden dolayı son derece memnun oldum. İşte bu adam sana kardeş olmaya layıktı; Saman değil…”
Cihan sevgilisi hakkında babasının övgüyle bahsetmesinden memnun olarak evlilik işini ona açmak üzereyken perdedar uşak içeri girdi:
“Mubez geldi, Afşin de beraberindedir.”
Marzban, Afşin’in ismini işitince sevindi; birdenbire Afşin’in gelmesini beklemiyordu:
“Afşin de beraber mi?”
“Evet, efendim!”
Cihan, Afşin’in ismini işitince sevinci sıkıntıya döndü. Bu adamı görmekten kaçmak istiyormuş gibi elinde olmayarak kalktı fakat hemen kendisini toplayarak babasının emrine hazır bir vaziyet aldı. Babası:
“Kızım, burada kalmak istiyorsan sakıncası yoktur. İstemezsen gidebilirsin.” dedi.
“O hâlde bana müsaade ediniz; gideyim, babacığım.”
“Git, kızım. Rahat ol.”
Cihan gizli bir kapıdan çıkıp gitti. Marzban uşağa hitaben:
“Mubez, Afşin girsinler.” dedi.
“Mubez, onun arkasında Afşin içeri girdiler. Mubez ilk önce putun yanına gelerek başını eğmiş hâlde kendi kendine bir dua okudu. Afşin de aynı harekette bulundu. Marzban eliyle onlara yer gösterdi. Birçok hoş cümle sarf ettikten sonra Afşin’e yönelerek:
“Ziyaretinizi pek ziyade geciktirdiniz. Sizi pek çok göreceğim geldi.” dedi.
Afşin, Marzban’ın yaşında bir adamdı. Sakalının çoğu beyazlaşmıştı. Sakalını kaşıyarak cevap verdi:
“Özel işlerle meşguldüm. Fergana’ya ancak bugün ulaşabildim. Ulaşır ulaşmaz derhâl yanınıza geldim. Nasılsınız?”
“İşte gördüğünüz gibi… Hem öyle bir zamanda geldiniz ki size son derece ihtiyacım var.”
Marzban, Mubez’e pek saygı gösterir bir hâlde hitap ederek:
“Efendimize birkaç defa adam gönderdim. Teşrif buyurmadınız.”
“Adamınız ilk kez geldi. Daha önce tarafınızdan kimse gelmedi.”
“Oğlum Saman’ı dün, bugün size gönderdim. Dönüşünde sizi Karşan Şah’ta bulamadığını söyledi.”
Mubez bu cevabı garip gördü:
“Üç günden beri ibadethaneden bir an ayrılmadım. Nevruz Bayramı içindeyiz. Her taraftan adaklarla Karşan Şah’a geliyorlar fakat mümkün değil, siz davet edeceksiniz de size gelmeyeyim. Hem nasıl olur ki Saman ibadethaneye gelsin, beni sorsun da bana haber vermesinler? Şüphesiz, oğlumuz Saman gelip sormamış ya da bilmeyenlerden sormuş.”
Marzban hiddetinden dişlerini gıcırdatıyordu.
“Daha doğrusu ne gelmiş ne de sormuş. Bundan maksadını anlayamadım yahut maksadını bilir gibiyim de söylemek istemem. Herhâlde ceza zamanı gelmiştir. Kardeşim Afşin şahit olsun.”
Marzban bunu söyledikten sonra ellerini birbirine çırptı. Perdedar uşak içeri girdi. Marzban:
“Her kim olursa olsun buraya kimse girmesin. Biri seni izne göndermek isterse reddet. Sen de seni çağırmazsam içeriye girme. Giderken arkadaki kapıyı iyi kapa!’’ dedi.
17
VEDA
Cihan; babasının kâğıtları, defterleri, kalem ve hokkayı hazırlattıktan sonra Afşin’i yanına kabul etmesine fena hâlde kızdı. Oradan çıkıp giderken ayakları birbirine çarpıyordu. Doğruca Ay Toldı’nın yanına gitti. Ay Toldı salonda yalnız duruyordu. Cihan onu görünce sevincinden her şeyi unutur gibi oldu. Kızcağız kardeşini düşünüyordu. Onu sormak istiyordu. Ay Toldı kendisine her şeyi unutturdu.
Ay Toldı, Cihan’ı görür görmez hemen yanına yaklaşarak babasının hâlini sordu. Cihan:
“Sabahından daha iyicedir. Senden övgüyle bahsetti. ‘Saman’ın yerine keşke Ay Toldı sana kardeş doğmuş olsaydı.’ dedi. Fakat sen onun üstünde olacaksın.”
Cihan bu sözleri söylerken Ay Toldı’ya öyle bir bakışla bakıyordu ki Ay Toldı, ondan birçok mana anlıyordu. Gülen gözleri ile dedi ki:
“Sevgili Cihan! Beni sevdiğine, her iyiliğe layık gördüğüne teşekkür ederim. Babanı düşünüyordum.”
“Afşin ile Mubez’in geldiklerinden haberin yok mu?”
“Geldiler mi? Afşin de geldi mi? Gittiğinden beri Verdan’ı bir daha göremedim.”
“Evet, ikisi birlikte geldiler. İşte ben bundan korkuyorum fakat şimdilik sakınca yok. Babam sağ salim kaldıkça…”
“Şimdi onlar neredeler?”
“Babamın yanındadırlar. Babam onlarla gayet gizli ve mahrem hususlar hakkında konuşur. Yalnız bana, ‘İstersen kalabilirsin.’ diyerek müsaade etti. Onların yüzlerini görmemek için orada kalmamayı tercih ettim. Seni de görmek istiyordum.”
“O hâlde onlar babanla gizlice konuşurlar. Bu görüşme uzun sürer zannederim. Pek az bir zaman sonra dönmek üzere buradan gitmeme müsaade eder misin?”
“Burada beni yalnız bırakıp gitmen doğru mudur?”
“İstersen kalırım. Nasıl istersen öyle yaparız fakat gidersem çok kalmam, hemen gelirim.”
“Peki, yüce Hürmüz’e emanet ol. Geç kalma.”
Ay Toldı, Cihan’ın Hürmüz’ü anmasını duyunca durdu:
“Bu sözlerinle hatırıma bir şey getirdin, sormama müsaade eder misin?”
Cihan, Ay Toldı’nın gözlerine bakınca ne düşündüğünü anlayarak cevap verdi:
“Bana Hürmüz’ü soracaksın zannederim. Sen başka bir dine bağlısın, değil mi?”
Ay Toldı, Cihan’ın sezgisine ve hızlı kavramasına hayran kaldı:
“Evet, onu soracaktım.”
“Sana tabi olacağım. Hangi dine bağlıysan ben de o dini kabul edeceğim çünkü ne bu dünyada ne de ahirette senden ayrılmak istemem.”
Ay Toldı, Cihan’ın kendisine ne derece bağlı olduğunu anlayarak tebessüm etti:
“Cihan’ım! Sana bir sual daha soracağım. Buna da müsaade edersin, değil mi?”
“Söyle.”
“Anlayamadığım bir sebepten dolayı validemin Irak’ta ikamet etmeyi son derece arzu ettiğini sen de bilirsin.”
Cihan, Ay Toldı’nın sözünü keserek:
“Sen nerede ikamet etmek istersen ben de orada ikamet edeceğim. Sen nerede bulunursan benim için dünya orasıdır. Fergana’da ve diğer yerlerdeki alakalarımızın hiç önemi yoktur.”
“İşte şimdi bütün dünya saadeti benimdir. Mesut olmamıza hiçbir engel yoktur. Şimdi izin ver, sevgilim! Beraber gelmiş olduğum özel heyete biraz gideyim. Bir bahane ile onlardan kurtulup tekrar dönerim.”
“Allah’a emanet olarak git. İşte şimdiden istediğini yapıyor, senin Allah’ını tanıyorum.”
Ay Toldı büyük bir cazibe ve memnuniyetle gülerek Cihan’a veda etti. Verdan’ı çağırmak için adam gönderdikten sonra oradan ayrıldı.
18
İHTİZAR
Cihan’ın kalbi, sevgilisinin ayrılmasından sonra kendisinden ayrılıp gitmek istiyordu fakat hemen kendisini topladı. Ay Toldı’ya karşı bağlılığını açıklamakta biraz ileri gittiğini zannediyordu lakin suçu vardı. Çünkü asalet ve servet itibarıyla ondan yüksek bir mevkideydi. Kendisine bu suretle cesaret vermeseydi ihtimal ki o; fikrini, hislerini bu derece açıkça söylemekten çekinecekti. Cihan diğer taraftan babasının hastalığını düşünüyordu. Öyle bir hastalık ki fena bir netice vermesinden korkuluyordu. Cihan üstün vasıflı ve dirayet sahibi olsa da ne olursa olsun yine bir kadındı. Pederi vefat ederse yetim kalacaktı. Kardeşinden başka kimsesi yoktu. O ise sağlam bir insan değildi. Özellikle babasının Mubez ve Afşin ile birleşip mahrem konuşmaları, kendisini büyük bir endişeye düşürüyordu. Bu gizli toplantı kalbini şiddetli heyecanlara, fikrini muhalif düşüncelere, korkulara uğratıyordu. Mubez hırs ve açgözlülükle, düzenbazlıkla bilinen bir adamdı.
O sırada Zerdüşt mezhebi başlangıçtaki saflığını kaybetmiş; kâhinlik bir geçim vesilesi, servet toplama amacı benimsemişti. Dinî cübbe ve külah giyenler her ne vasıtayla olursa olsun para toplamaktan başka bir şey düşünmezler, ettikleri fenalıkların kirlerini dua ve ibadet görünüşüyle yıkamakta güçlük çekmezlerdi.
Gerçekten dinî akideler zamanla eskiyip de din hizmetinin servet ve saadet hırsıyla eline düşerse dinin emirlerini büyük bir fesada uğratır. Öyle hâle uğrayan bir din, insanlar için dinsizlikten ziyade zararlı olur. Bununla beraber bir din öyle bir hâlde kalamaz. Mutlaka iyileştirenler yetişir, onu o şaibelerden temizlerler.
Cihan, sahip olduğu dirayet ve feraset kuvvetiyle din adamlarının bu gibi hâllerini anladığı için onlara büyük bir ilişki ve irtibat göstermezdi. Babasının dini olan Zerdüşt mezhebiyle bağlantılıydı fakat o mezhebi ne iyi anlamış ne de ciddi bir surette araştırmıştı. Yalnız o mezhepte doğarak o âdetler içinde büyümüştü. Diğer âdetler ve ahlak özellikleri de o suretle kazanılmıştı. Nitekim halkın çoğunun hâli böyledir. Bunlar küçüklükte gördükleri dinle yaşarlar. Daha sonra büyüyüp de her şeyin hakikatini anlamaya başladıkları zaman mensup oldukları dine bağlı bazı hususları incelemeye değer ve ıslaha muhtaç görürler fakat bağımlılık, alışılan şeye kalben ve aklen esaret, görenek ve emsali sebepler tesiriyle o şeylere karşı müsamahakâr davranırlar. İşte bu itibarla din, insan için cinsiyet ve milliyet hükmünü alır. Din için gazaba gelinir. Dine Allah’ın destek ve yardımıyla koşulur. Arz, menfaat nasıl müdafaa olunursa dini de öyle bir gayretle müdafaa ederler. Bunun için insanın o dini korumasının farz olduğuna inanmış olması gerekli değildir.
Cihan, Mubezler ve diğerlerinin dinî reislerinin sözlerine güvenmediği gibi onlardan hiç de korkmuyordu. Afşin birlikte olmasaydı Mubez’in kendi babasıyla gizlice toplanıp müzakere etmesine o kadar büyük bir önem vermeyecekti. Cihan, Afşin’den belli bir sebep göstermeden nefret ediyordu. Bundan başka, askerlere ve adamlara sahip kuvvetli bir hükümdar mevkisinde bulunduğundan dolayı ondan korkuyordu.
Kızcağızın bu hislerine rağmen babası tersine, Afşin’e fevkalade güven gösteriyordu. Özetle Cihan sanki bir oldubittiden korkuyormuş gibi Afşin’den çekiniyor, onun ismini bile işitmek istemiyordu. Zavallı kız bu suretle birçok düşünceye dalmışken bir ayak sesinin yaklaşmakta olduğunu işitti. Gelen Hizran’dı. Herhâlde mühim bir şey söylemek için geliyordu. Cihan’ın yüreği çarpmaya başladı. Hizran, hanımına selam verdikten sonra:
“Bey baban seni çağırıyor. Yanına girdiğin zaman metîn ol, zaaf gösterme. Seni metîn bir hanım bilirim.” dedi.
Cihan bu son gelişmelerden babasının sağlığında ani bir değişiklik hasıl olduğunu anlıyordu. Hemen babasının odasına koştu. Orada Mubez ile Afşin’i göreceğini düşündükçe kederi, telaşı artıyordu. Hiçbir tarafa bakmaksızın doğruca babasının yatağına vardı. Marzban arkaüstü uzanmıştı. Hâlâ yaş dolu olan ve ağlamaktan kirpikleri kırık, gözleri kapıya doğru dikilmişti. Kızının geldiğini görünce tebessüm etmek istedi fakat yüzünde hayat eseri kalmamıştı. Gözlerindeki şefkat ve muhabbet izleri olan zayıf parlaklık var olmasaydı onların bir ölünün gözleri olduğuna hükmedilebilirdi.
Marzban, kızının yanına yaklaşması üzerine onu kucaklamak için kollarını kaldırdı. Söz söylemek için ağzını açtı fakat söylemeye muktedir olamadı. Dudakları kımıldamıyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/corci-zeydan/fergana-guzeli-69429454/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Eski Farisi dili.
2
Araba.
3
Ok muhafazası.
4
Hanımefendi.
5
Koyun ya da keçi postu.
6
Sevik.
7
Zerdüştlerde iyilik tanrısı.
8
Put.
9
Zerdüşt inancında kötülüğün temsili.
10
Fergana’daki ateşgede lideri.
11
Başlık.
12
Yakubi.
13
Köşk görevlisi.
14
Dinî törenlerde yakılan kokulu ağaç vb. maddeler.
15
Ordu şefi.
16
“Müslümanlara düşman olan Mecusiler, Müslümanlara Yahudi namı veriyorlardı.” İbnü’l Esir.
17
İbn İsfendiyar’ın Taberistan Tarihi.
18
Asa.