Ebu Müslim Horosani′nin İntikamı

Ebu Müslim Horosani'nin İntikamı
Corci Zeydan
İran serdarı Ebu Müslim Horasani, kendine dava edindiği fikir ve düşünceleri doğrultusunda hayata dair pek çok şeyden vazgeçmiş, sadece davasının peşinden giden haşmetli bir liderdir. Emellerine ulaşmak konusunda çok katı kurallara sahip olan bu serdar, “Her kimden şüphe edersen onu öldür.” düsturuyla birçok kişinin yaşamına son vermiştir. Bir sürü kişinin zafiyetinden faydalanan, kılıktan kılığa giren, kendisinden başka herkesin duygularını ve düşüncelerini hiçe sayan, en yakınını bile kullanmaktan çekinmeyen, Ebu Müslim Horasani’nin düşmanı, anarşist Dahhâk ise üstün casusluk yeteneğiyle herkesten istediğini alan bir Haricî grubuna mensup ajandır. Dahhâk, “Böl, parçala, yönet” anlayışıyla pek çok faaliyette bulunur. Pek nahif, pek iyi kalpli olan roman kahramanlarımızdan bahtsız Gülnar ise kalbini haşmetli serdar Ebu Müslim Horasani’ye kaptırmış ve şiddetli bir aşkın pençesine düşmüştür. Yaşadığı yoğun duygular neticesinde pek çok kez hayal kırıklığına uğrasa da Ebu Müslim Horasani’nin aşkından kendini bir türlü kurtaramaz. Ebu Müslim Horasani tarafından gelecek en ufak bir sevgi alametine bağlı olarak kendini hayallere kaptırır. Elbette casus Dahhâk, bu bahtsız genç kızın duygularından da yararlanır. Orta Doğu’nun kadim toprakları İran’da geçen bu romanda, birçok oyun ve kumpasa şahit olacak, yaşanılan olaylar neticesinde kendinizi çoğu kez şaşırırken bulacaksınız. Günümüzün uluslararası ilişkiler ve siyasetindeki pek çok benzerliği de bu eserde bulacaksınız. "Cihanda sevda düşkünü kadar şüphelere, hayallere, iyimserliklere kapılan bir başka mahluk daha var mıdır? Bir sevdazede, bahtı açık sevdiğine kavuşursa o, dünya nimetlerine sahip olmak hırsıyla her esen rüzgârdan biraz şüphe ve tereddüt eder. En sade olayları bile sevdiğinden ayırmak için harcanmış bir çalışma renginde görür, hatta bazen sebepsiz yere sevdiğinin kalbinde bir vefasızlık görmeye başlar. Gerçekten aşk, pek garip yansımalara, sırlara sahiptir…

Corci Zeydan
Ebu Müslim Horasani’nin İntikamı

Corcî Zeydân; 14 Kasım 1861 tarihinde, Beyrut’ta doğdu. Fakir bir aileye mensup olan Zeydân, küçük yaşlarda annesinin yönlendirmesi ile çeşitli medreselerde eğitim aldı. Farsça ve İngilizcenin yanı sıra matematik ilmini de öğrendi. Geçimini sağlamak için daima çalışan Zeydân, 1881 yılında Amerikan Üniversitesi Tıp Fakültesine başladı. Diğer öğrencilerden farklı olması yönüyle ön plana çıktı ve üniversitenin onaylamadığı Darwin teorisini destekleyen hocaların yanında bulunarak katıldığı bir boykot sonucunda okulundan uzaklaştırıldı. Eczacılık diplomasını almayı başarsa da maddi sıkıntılar nedeniyle tıp öğrenimini yarıda bıraktı; edebiyat, tarih ve dil alanlarına yöneldi. Kahire’nin günlük olarak basılan tek gazetesi ez-Zemân’da çalışmaya başladı ve bu süreçte Beyrut istihbaratına üye oldu. 1885 yılında Doğu Bilimler Akademisine üye olarak seçildi; bununla birlikte İngilizce, Fransızca, Almanca, İbranice ve Süryanice dillerine hâkim oldu. Genç yaşlarında birçok ülkeye seyahat etme imkânı buldu ve bu esnada oryantalizmi yakından tanıdı. 1886 yılında ilk kitabı olan el-Elfâzu’l-‘Arabiyye ve’l-Felsefetu’l-Luğaviyye’yi yayımlayan yazar, Jön Türkler’i desteklediği gerekçesiyle Osmanlı topraklarına ancak Meşrutiyet’ten sonra girebildi. Bir dönem Kahire Üniversitesinde öğretim görevliliği yaptı, üniversite yönetimi için hassas olan konuları tartışması üzerine görevinden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine 21 Temmuz 1914 tarihinde, Mısır’da vefat etti.

1
EBU MÜSLİM HORASANİ
Emevi Devleti, hüküm sürdüğü yıllarda hilafet düzeninden vazgeçip padişahlık şekline geçince, dört halife dönemindeki yönetimden farklılaşmıştır. Ayrıca son derece ırkçı bir yol tutması onları Abbasi Devleti’nden ayırır.
Emevi Devleti, ashaptan birtakım akıllı insanların gayretleriyle kurulmuştur. Fakat valiler, halka eşit şekilde davranma hususunda kusur etmişlerdir. Eziyet altında olan kavimler hâkim olan unsurlardan farklı muamele görmüştü. Bu fark, baskı altında yaşayan halkı günden güne gücendirdi. Çünkü aynı topraklarda yaşayan iki kavim arasındaki fark, epey göze çarpıyordu. Cahiz’in Kitab-ül Mevali’sinde okunduğuna göre Haccac bin Yusuf, kendisinin düşmanı olan İbnü’l-Eş’as ile savaşan Mevali’yi[1 - Aslı, memleket ahalisinden olup ırk olarak fatihlere uygun olmayan ve sonradan İslamiyet’i kabul edenler.] bir daha bir araya gelmemek için dağıtmak istediği zaman, bunlardan her birinin avucuna damga vurur gibi gönderdiği şehrin ismini nakşettirmişti. Hatta Mevali için künye taşımak bile uygun değildi; onlara yalnız isim ve lakapları ile hitap ederlerdi.
İşte bu gibi davranışlar dolayısıyla Emeviler yerine diğer bir devlet teşkiline çalışanlar ile halk arasında birliktelik oluyordu.
Eğer Emevi Devleti’nin halife ve valilerinden bazılarının iktidarlı, başarılı, yönetimleri adaletli olmasaydı bu devletin yıkılması daha kısa zamanda gerçekleşirdi. Emevi Devleti; Muaviye, Ziyad bin Ebih, Amr bin Âs, Muğire bin Şu’be gibi halifelerin iktidarları sayesinde vücut bulmuştu. Halk, Muaviye’nin ya kılıcından korkararak yahut lütuf ve ihsanına minnettar olarak onun hükümdarlığını kabul etmişlerdi.
Daha sonra meydana gelen birçok olayda, hilafetin doksan seneden fazla Emevilerde kalmasına hizmet etmişti.
Bu müddet zarfında ehlibeyitten bazıları hilafeti geri kazanmaya çalıştı fakat başarılı olamadılar. Bunlar iki büyük fırkadan oluşuyorlardı. Biri peygamber efendimizin amcasının oğlu olan Hazreti Ali’nin evlat ve torunlarından oluşan Aleviler; diğeri peygamberimizin amcası olan Abbas bin Abdülmuttalib hazretlerinin evlat ve torunlarından olan Abbasilerdi. Alevilerin de bir kısmı peygamberimizin kızı Hazreti Fatıma’nın erkek evlatları olan Hazreti Hasan ve Hüseyin ile bunların evlat ve torunları; diğer kısmı ise Hazreti Ali’nin diğer evladı olan Muhammed bin El-Hanefiyye adına hilafeti talep ederlerdi. Adı geçen kişiler, Muhammed’in taraftarları (Fırka-ı Keysaniyye) Abbasilerin taraftarları da (Fırka-ı Ravendiyye) adlarıyla bilinirler.
Abbasiler, Emevi Devleti’nin ancak son zamanlarında hilafeti istemeye başladılar. Hâlbuki Aleviler, ta Muaviye zamanından itibaren hilafeti kazanmaktan vazgeçmiyorlardı. Daima İslam topraklarının her tarafına adamlar gönderiyor, halkı kendi taraftarlıklarına davet ediyorlardı.
Bunlar pek çok defa bir araya gelerek binlerce taraftar toplayabilmişler fakat maksatlarını gerçekleştirmede başarılı olamamışlardı. Bu şekilde hicretin birinci asrı geçti. Artık Emeviler zayıf düşüyor, devletleri de yıkılmaya yüz tutuyordu. İşte bu sırada Keysaniyye Fırkası kötüleşti. Bunlar, Muhammed bin El-Hanefiyye’nin oğlu Ebu Haşim’i halife yapmak istiyorlardı. Irak’ta, Horosan’da Keysaniyye Fırkası’ndan pek çok taraftar bulunmaktaydı. Ebu Haşim, vefatından önce hilafetin Abbasiler adına değişmesini vasiyet etti. Ebu Haşim vefat edince fırkası, hazreti peygamberin amcası Hazreti Abbas’ın oğlu Abdullah’ın torunu Muhammed bin Ali’nin yanına gelerek hâkimiyetini tanıdılar. Muhammed bin Ali, hicretin yüzüncü senesinde hilafetine taraftar kazanmak için her tarafa gizlice adamlar gönderdi. Bu davete uyanların çoğu Mevali (yani Arap olmayan Müslümanlar) ve özellikle Şam’da Emevi hilafetinin merkezinden uzak bulunan Horasan halkıydı. Hicretin yüz yirmi dördüncü senesinde bu kişiler, Muhammed bin Ali vefat edince taraftarları oğlu İbrahim’e uydular. İbrahim’e “İmam” adı veriliyordu. Zaman geçtikçe Abbasiler kuvvet buluyor, Emeviler ise tersine zayıf düşüyordu. Nihayet hicretin yüz otuz ikinci senesinde Emevi Devleti büsbütün yıkılınca Abbasi Devleti onun yerine kuruldu.
Ebu Müslim Horasani adında İranlı bir delikanlı, bu olaylar sırasında Abbasilere taraftar olanları kumanda ediyordu. Bu romanın kahramanı işte bu zattır.

2
MERV BEYİ
İslamiyet’ten önce İran; Horasan, Maveraünnehir şehirleri ve köylerinden meydana gelmişti. Hükûmet adamları şehirlerde ikamet eder ve bütün kuvvetlerini oralarda bulundururlardı. Avrupa’da derebeylik devrinde köyler, kontlar ve lortlardan oluşmuş, asalet sahiplerinin elinde kılıç ve ok bulunmuştu. İşte adı geçen memleketlerde “dihakeyn” adıyla bilinen köy ağaları vardı. Buralarda, birtakım İranlı boyların hâkimiyeti bulunmaktadır. Bu beyler arazileri bölerek kiraya veriyorlardı. Her arazi bağlı olduğu beyin ismine mensuptur. Kiraya verilen arazinin güvenliği beyin askerine, tarım ve imarı da adamlarına aittir. Toprağından kazandıklarıyla geçinen bey ile adamları memleketin asıl sahipleri olan Ariyen ırkına mensup insanları köylerde esir gibi kullanıyorlardı. Bu halk göğüsleri yüksek, iri vücutlu adamlardı.
Araplar bu memleketleri fethettikleri zaman Horasan ve civarında bulunan beylerin hâli, açıkladığımız şekildedir. Araplar bu şehirleri ele geçirmişler, şehirlere asker yerleştirmişlerdir. Köylerde ise beyleri, İran Devleti zamanında nasıl ise o hâlde bırakmışlar. Birçok konuda, özellikle vergilerin toplanmasında bu topraklarda yaşayanlar üzerinde sahip oldukları güce güvenerek onları kendilerine yardımcı kabul etmişlerdi.
Fetihler çoğunlukla bu asilzadelerin, yüksek mevkide bulunanlarının durumunu iyice araştırmak için yapılırdı. Diğer taraftan bu beyler hâkimiyet sahibinin beğeni ve güvenini kazanarak, halktan topladıkları paralarla güç ve servet kazanıyordu. Araplar zamanında daha fazla mevki ve varlık sahibi oldular. Bununla beraber bunların gücü ve servetleri çeşitliydi. Birçok çiftliklere, gayet geniş araziye sahip büyük beyler bulunduğu gibi tek bir köye ya da yalnız bir tarla sahibi küçük beyler de vardı. Bu beyler çoğu kez valiler gibi hükûmet memuriyetlerine tayin olunurlardı. Fakat Emeviler, Arap olmayanlara iyi davranmakta kusur ettikleri zaman, bunlara da bazen kötü davranışlarda bulunurlardı. Bunların mezhebi eski İranlıların dini olan Mecusilikti. Emevi Devleti’nin yıkılışında bunlardan yalnız pek azı bu dine sahipti.
Hicretin ikinci asrı başlarında Horasan kıtası beylerinin en büyüğü bilinen, bu toprakların merkezi olan Merv şehri civarında oturan ve pek çok çiftliğe sahip bir beydi. Onun için bu beye, şehre nispetle Merv beyi deniliyordu. Beyin, Gülnar isminde bir kızı vardı ki güzellik ve akıllıktaki şöhreti, pederinin önüne geçmişti. Büyük ve soylu beyler, izdivacına birçok kez talip olmuşken bu kız evlenmek istememekle herkesin saygılı bakışlarını ve hayretini üzerine çekmişti. İzdivacına talipleri çoğaldıkça pederi, işi kızının kendi kararına bırakıyor, kızını sürekli olarak gördükçe ona karşı gelmek istemiyordu. Bu bey, Merv şehrinin güneyinde şehre birkaç mil mesafede olan büyük ve muhteşem bir köşkte yaşamaktaydı. Köşkün etrafı meyve ağaçları ve çiçek bahçeleri ile dikkat çekerdi. Bahçelerin etrafında kafesler içinde nadide kuşların yuvalarının ışıltıları ve süslü bahçelerin gönül alan yeşillikleri ayrıca bir güzellik katardı. Köşkün ve bahçelerin etrafını kale duvarı gibi yüksek ve metin bir sur kuşatıyordu. Beyin maiyetinde bulunan adamların ikametine mahsus haneler, bunların aralarında çiftçiler ve hademeye ait sazdan yapılmış kulübeler, surun dışındaydı.
Köşkte bey ile haremlerinden, hususi hizmetçilerinden, kızından başka kimse oturmazdı. Bu kızından başka beyin çocuğu yoktu. Fakat bu köşk, kendine özgü öyle bir tarzda bina edilmişti ki ona bakan İslamiyet’ten evvel İranlıların içinde ibadet ettikleri ateşhanelerden biri olduğu düşüncesine kapılmaktan kendini alamazdı. İhtimal ki bu köşk vaktiyle bir ateşgedeydi. Sahipleri Müslüman olunca köşkü ikametgâha çevirmişler, etrafına o bahçeleri düzenlemişler ve surları inşa etmişler. Köşkün cephesinde mermerden büyük direkler vardı. Direklerin üzerinde eski savaş kahramanlarını, Mecusilere özgü dualarla süslenmiş birtakım Pehlevi nakışlar işlenmişti. Bunlar gözle görülürdü. Direklerin arasında bahçe zeminiden yüksek ve bahçeye nazır mermerden zemini örten tavanın bir yüzüde Mecusilerin eski efsanelerine, bazı savaşlarına; dinleri ile ilgisi olan boyalı resimler ile süslemeler yapılmıştı. Buraya direkli salon yahut büyük salon adı veriliyordu.
Salonun arkasında kadife ve atlas kumaşından, İran tarzında gayet gösterişli bir şekilde döşenmiş büyük odalar vardı.

3
GÜLNAR
Hicretin yüz yirmi dokuzuncu senesinde, Recep ayının mehtaplı bir gecesinde, Merv beyi büyük salonda direklerin arasında oturuyordu. Salona ağır kilimler ve üzerleri sırma ile işlenmiş minderler döşenmişti. Salonun ortasında sandal ağacından yapılmış; sedef ile süslenmiş taht gibi bir şey üzerine sırtında zırh, başı demirden, ata binmiş bir yana kılıcı sarkmış eski bir İran kahramanına benzer küçük bir altın heykel konulmuştu. Gerek kahramanın gerek atın gözleri kıymetli taşlardandı. Ortada bulunanı hepsinden büyük olmak üzere tavana asılı olan fenerlerin kafesi, her gece olduğu gibi salonu aydınlatmak için yakılmıştı. Fakat ayın ışığı buna gerek bırakmıyordu.
Bey, salonda ipekli minderlerden birinin üzerinde bağdaş kurup oturmuştu. Dallı ipek kumaştan bir kaftan giymişti. Başında deriden bir külah, külahın etrafında rengi beyaza çalan Keşmir şalından küçük bir sarık vardı. Mevsim ilkbahar olduğu için kaftanın içi kürk kaplıydı. O gece bilhassa rüzgâr serin esiyordu. Bey boynunu ve sakalının bir kısmını örtecek derecede kaftanın içine bürünmüş, gömülmüştü. Büyük çehreli, iri gözlü, büyük burunlu bir kısmı ağarmış sarı saçlı olan bu adam altmışını geçkinken çehresi elliden fazla göstermiyordu.
Bey, orada bir müddet yalnız oturduktan sonra birdenbire ayağa kalktı. Kızının odasına doğru yürüdü. Beyin birdenbire kalkıp gelmesini beklemeyen hizmetkârlar şaşırarak her biri bir tarafa çekilip durdular.
Gülnar, akşam yemeğinden sonra odasına çekilerek maşitasını [2 - Maşita: Hanımların saçlarını taramasına ve süslenmesine yardımcı olan kadın.]çağırmış onun yardımıyla elbisesini ve mücevheratını çıkarmaya başlamıştı. Sonra yatıncaya kadar maşitası ile konuşup vakit geçirmek üzere yatağın yanı başında oturdu her ne kadar yatmak zamanı henüz gelmiş değilse de Gülnar, maşitası ile yalnızca konuşmak, onun fikir ve tecrübesinden faydalanmak için bir bahane bularak odasına çekilmişti.
Gülnar pek gösterişli ve benzersiz bir güzelliğe sahipti. Uzunca yuvarlık yüzlü, dolgun vücutlu, yeterince uzun boylu, şeffaf bir pembelik aksetmiş beyaz benizli, siyah ve uzun saçlı; beyaz tenlerde nadir bulunan cazibedar ve tatlı bir şirinlik suretiydi. Çünkü dikkat çekicilik, çoğunlukla esmer güzellerinde bulunurdu. Çenesinin ortasında baktıkça tapılan, göze çarpan inci dişleri, ince kırmızı renkli dudaklar ile süslenmiş gibi duran küçük ve zarif ağzına harikulade bir tatlılık; büyüleyici bir güzellik, yanağında da hoş bir çukurluk vardı.
Maşita, Gülnar’ın elbisesini çıkardıktan sonra ona gül renginde, ipekten bir gecelik geçirdi. Saçlarını çözerek fil dişi bir tarakla taradıktan sonra omuzları üzerinde sarkan o hoş saçları bir örgü örerek bağladı. Cidden zeki ve akıllı olan bu maşita aslında esir tacirlerinin Türk ve Hazar memleketinden getirdikleri cariyelerdendi. Bey, onu diğer birkaç beyaz cariye ile beraber satın almıştı. Fakat çok zaman geçmeden bu cariye, zekâ ve becerikliliği sayesinde beyin kızının sevgisi ve güvenini kazanarak maşitası olmuştu. Maşitalar, İranlı beylerin hanelerinde en büyük güç sahiplerindendiler. Çünkü hanımları, bütün sırlarını bunlara açarlar ve mühim işlerde onların gayret ve sadakatlerine güvenirlerdi. Şu hâlde maşita kurnaz ise hanede her işi eline alır. Hem beyi hem hanımı istediği gibi çevirebilirdi.
Reyhane adındaki bu maşita, hanımın son derece güvenini ve muhabbetini kazanmıştı. Özellikle Gülnar’ın validesi vefat edince onun için maşitasından başka bir dost, bir sırdaş kalmamıştı. Gülnar elbisesini değiştirmeyi bitirince gök renkli, atlas yüzlü, deve kuşu tüyünden bir yatak üzerine uzanarak içine gömüldü, kaldı. Sol kolu ile sırmalı bir yastığa dayandı. Yanağını avucu içine aldı. Yorganı omuzunun aşağısına kadar üstüne çekti. Sağ kolunu yorganın üzerine uzattı. Bileziklerden başka elindeki mücevheratın fazlasını çıkarmıştı. Geceliğin kolu dirseğine kadar sıyrılmıştı. Ne hoş ne göz alıcı ne beyaz bir ten görülüyordu.
Hele elin hoşluğu hayat vericiydi. Gülnar o vaziyette uzanmış olduğu hâlde yüzünü Reyhane’ye doğru çevirmişti. Reyhane, başına ve boynuna Keşmir kumaşından bir örtü atmış; uzun bir entarinin altına da o zamanki İran kadınlarının tarzında pek geniş bir şalvar giymişti. Üzerinde mücevheratından hiçbir şey yoktu.
Reyhane, Gülnar’ın yanı başında oturdu, elbisesini değiştirirken hanımında gördüğü sessizliği, can sıkıntısını merak ediyordu. Şakalaşmak, gülüşmek için o gibi zamanları fırsat saymak âdetiydi. Gülnar’ın söz söylemediğini görünce edebinden odasında sessizliği tercih etti. Hanımının neler düşündüğünü kısmen biliyordu. Fakat hanımı tarafından söze başlanmasını daha uygun görüyor daha düşünceli hareket ediyordu. Gülnar yastığına yaslanınca maşitasına, odanın kapısını kapamasını söyledi. Reyhane kapıyı kapadı. Eski yerine dönerek Gülnar’ın saçına elini uzattı. Parmaklarının uçları ile saçıyla oynamaya başladı. Sonra eli ile hanımının başını okşadı. Maşita, hanımın yüzüne bakıyor sanki bu sessizliğin sebebini soruyor gibi hafif hafif tebessüm ediyordu. Arapça, devletin resmî dili olduğu için o devrelerde İranlıların bir kısmı sınırlı ölçüde bu dili bildikleri gibi Gülnar da biliyordu. Fakat İranlılar kendi aralarında atalarının lisanı olan Farisi ile konuşuyorlardı. Gülnar, maşitasıyla:
“Babamın yaptığına ne dersin?”
“Şüphesiz sizin iyiliğinizi istiyordur.”
“Pek doğru fakat evlenmemi çok istiyordu.”
“Pederinizi bunda mazur görünüz. Hangi peder vardır ki kızının evlenmesini istemez. Hamdolsun büyük bir saadet ve rahat içindesiniz. Pederiniz, Horasan beylerinin en büyüğüdür. Sizden başka evladı yoktur. İzdivacınıza talipler çıktıkça onu reddediyorsunuz. Buna darılıyorsa haklı değil midir?”
Gülnar içini çekti. Sanki konuşmamak istiyor fakat kalbi buna razı olmuyordu. Geceliğinin yakasını düzeltmekle uğraşarak dedi ki:
“Ben de evlenmek istemez miyim zannediyorsun? Fakat görüyorsun ki babam beni evlendirmekte kendi menfaatinden başka bir şey düşünmüyor. Bunu sen de biliyorsun.”
Reyhane işi bilmiyor gibi davrandı:
“Onu ben böyle görmüyorum.” dedi. “Sizi Horasan’da Arap emirlerinin önde gelenlerinin en büyüğü ile evlendirmek istiyor. Bu emir, bu koca ordunun komutanıdır. Hangi kızı isterse ona vermek için yalvarırlar. Ona kim ulaşırsa bu memlekette büyük bir kudret sahibi olur.”
Gülnar, maşitanın sözünü kesti:
“Ben de bunu söylüyordum. Babam beni bu Ordu Kumandanı Kirmani’nin oğluna vermek istiyor. Bu vesile ile onun yanında güç kazanmak vergi toplayarak servetini çoğaltmak istiyor. Hâlbuki Kir-mani bugün kesinlikle buranın emiri değildir. Onun yaptığı, beylik elde etmek içindir. Fakat bunda başarılı olacak mı? Bu kısmı şimdiden kimse kestiremez.”
Maşita cevap verdi:
“Beylik elde edeceğine şüphem yoktur. Çünkü emri altında büyük bir askerî kuvvet var. Horasan’ın karargâh idaresi olan Merv şehrini kuşatma altına almış. Merv emiri Nasr bin Seyyar’ı sıkıştıra sıkıştıra nihayet kaçmaya mecbur etmiş. Belki yakında Nasr gelir. Kirmani’ye teslim olur. O andan itibaren Kirmani, Horasan’ın tek başına amiri olur. Siz de o zaman Horasan emirinin eşi olursunuz.”
Gülnar’ın bu sözlere biraz canı sıkıldı:
“Galiba ne söylediğini iyi düşünerek söylemiyorsun. Kirmani, Horasan emirine galip gelecek onun yerine emir olacaktır, diye pek şüpheli bir ümide kapılarak onun oğluyla nasıl evlenebilirim? Bakalım şimdiki hâliyle kendisine karşı sükût edecek mi? Asker göndererek Kirmani’ye sıkıntı verip onu uzaklaştırmayacağını kim kestirebilir? O zaman bizim hâlimiz ne olur?”
Reyhane gülümsemeye başladı:
“Şimdiki halifeyi düşünüyorsanız bu tarafı hiç merak etmeyiniz. Halife etrafında meydana gelen birtakım endişe verici olaylar ile meşgul. Biraz uzağa bakacak bir hâlde değildir. Hizmetkârınız Dahhâk’tan aldığım bilgiye göre şimdiki hâliyle Mervan bin Muhammed, halife olur olmaz akrabası ve kendi adamlarının bile dâhil olduğu bütün halk ona düşman kesilmiş. Bir zamandan beri Şam diyarındaki düşmanlarıyla uğraşıyor. Bunlara yüz bin zorluk ile üstünlük sağlamış. Şu hâlde Horasan, Kirmani gibi bir adamın eline geçerse emin olunuz halife artık bu toprakların geri alınmasını hiç hatırına getirmez.”
“Pek iyi oldu ki o tuhaf hizmetkârı hatırıma getirdin. Hakikaten hafif ruhlu bir adamdır. Farisiyi iyi biliyor. Daima gülüşündeki hafifliğe rağmen pek akıllı pek kurnaz görülüyor. Ona bazı işlerde güven olunabilir. Acaba şimdi nerededir? Çağırsanız, fena olmaz. Belki kendisinden yeni bir şey işitiriz.”

4
GECE MİSAFİRİ
Reyhane, hizmetkârı çağırmak için kalkmaya hazırlanırken odanın kapısı önünde bir ayak sesi işitti. Beyin oradan geçmekte olduğunu derhâl anladı. Geçip gitmesini bekledi. Fakat bey doğruca bulundukları odaya geliyordu. Kapıya varınca, onu açarak içeri girdi. Daha evvel gösterdiğimiz gibi kaftana sıkı sıkıya sarılmıştı. Bey içeri girince maşita telaş ile ayağa kalktı. Kapıya doğru süratle yürüyerek çekip gitti. Gülnar ise pederini görünce hemen doğrulup yatak içinde oturdu. Pederinin öyle bir zamanda birdenbire içeri girmesinden biraz telaş etmişti. Fakat çabucak kendini topladı. Pederini güler yüzle karşıladı. Bey, Gülnar’ın yatağının kenarına gelince durdu. Şefkatle, babacan sevgiyle kızının çenesini parmakları arasına alarak okşamaya başladı. Gülnar pederinin o saatte ne maksatla geldiğini anlıyor, sakin duruyordu. Bey kızını okşamakta devam ettiği hâlde, sordu:
“Pek erken yatmak istiyorsun. Rahatsız mısın?”
“Hayır, babacığım yalnız kendimi biraz yorgun gördüm de yatağa uzandım. Uykum gelmiyordu.”
“O hâlde haydi büyük salona gidelim; orası bahçeye, çiçeklere nazır. Mevsim ilkbahar, mehtap var. Orada açılırsın.”
Gülnar için pederinin arzusuna evet demekten başka imkân yoktu. Ayağa kalktı kırmızı renkli geniş Keşmir şalına bütün vücudunu örtecek derecede sarılarak pederiyle yürüdü. Salona varınca karşı karşıya iki minder üzerine oturdular. Gülnar, pederinin kendisinin hoşuna gitmeyecek bir hususta konuşacağını anlıyordu. Gerçekten de bey minder üzerine yerleştikten sonra şu sözleri söyledi:
“Seni bu gece, bana gösterdiğin güvene muhalif bir hâlde görüyorum. Bunun sebebi nedir?”
Bu söz, Gülnar’ı biraz üzdü.
“Babacığım! Hiçbir vakit sözünüzden dışarı çıkmadan her ne emrederseniz, ona uyarım.”
“Öyle ise Arap emirinin oğluyla seni nişanlamak için bana adam gönderdiğinden bahsedeceğim zaman niye konuşmadın? Bu emire gelin olmanın senin mutluluğuna hizmet eden en büyük sebep olduğunu onaylamıyor musun?”
Gülnar, bilmiyor gibi davrandı:
“Babacığım hangi emirden bahsediyorsunuz?”
“Merv şehrini kuşatan, belki de şimdi şehri ele geçirmiş bulunan Yemen Kabilesi Kumandanı Kirmani’den bahsediyorum. İşittiğime göre Emevilerin Valisi Nasr bin Seyyar ona karşı duramayarak şehri bırakıp kaçmış.”
“Zerre kadar emrinizden dönmeyeceğime emin olunuz fakat ben emirin başarılı olacağına emin değilim. Daha evvel Merv Valisi Nasr bin Seyyar da beni, sizden oğlu için istemişti, razı olmadınız. Hâlbuki Nasr, Horasan topraklarının hakiki valisiydi.”
“İşte bu da seni ne kadar sevdiğimi, iyiliğini, rahat ve saadetini ne kadar düşündüğümü göstermez mi? Çünkü bu Nasr’ın çok geçmeden mağlup olacağını bu memleketten bozguna uğramış şekilde çıkıp gideceğini bilirdim. Sebebi de evvela bu adamın emrinde bulunan askerî kuvvet gayet zayıftır. Dahası mensup olduğu Emevi Devleti’nin durumu her yerde gayet perişandır. Bunlarla beraber Horasan halkı bu devlete düşman kesilmiştir. Zira bu devlet, İranlıları hor görerek haksızlık yapmış. Birtakım ağır vergiler koyarak halkı kendine gücendirmiş, bunlar yetmezmiş gibi Müslüman olan halktan da cizye tahsil etmek istiyor.”
“Bu devletin bu gibi yolsuzluklarını bilirim. Fakat her ne olursa olsun bence hâlâ bu devlet, Kirmani gibi devletsiz, hükûmetsiz adamlardan daha fazla kuvvetlidir. Kirmani kendi devletine karşı isyan eden bir adamdan başka bir şey değildir. Ben bu adamı devletlerine asi olan, sonunda perişan hatta ölü düşmüş Havâriç’ten farklı görmüyorum. Haricilerden Şeyban’ın bir süre önce Merv’i kuşatma altına aldığını görmediniz mi? Neticede ne kazandı? Haydi, bu noktadan bakalım. Kirmani’nin elinde ne kadar kuvvet var? O, Araplardan yalnız Yemen kabilelerini elde edebilmiş. Hâlbuki bütün Hicaz kabileleri Nasr bin Seyyar’a destek veriyor. Bu kuvvet Yemen kabilelerinden daha aşağı değil hatta daha fazladır. Bir de hilafeti ehlibeyit adına talep eden ve şimdilik Abbasilerden İbrahim bin Muhammed için çalışan Şia fırkasını, önem vermeden uzak tutmak uygun değildir. Biz de Abbasilere destek için diğer İranlılar gibi bu fırkayı desteklemek adına sözleşmedik mi? Hâlbuki bu fırkanın en büyük kuvveti Horasan’dadır.”
“Evet, düşüncelerin son derece doğrudur. Şia’yı desteklemek için anlaştık. Fakat bana öyle görünüyor ki bu fırkanın girişimleri hep sözde kalıyor. Fiilen bir şey yapamıyorlar. Çünkü yardım ve desteğimize gizlice başvurdukları tarihten beri birkaç sene geçti. Kendilerine maddi olarak birçok kez yardım etmemize rağmen bugüne kadar gizlenmekle vakit geçirdiler, ortaya çıkamıyorlar. Hâlbuki Kirmani askerini kendi tarafına çekerek açıktan açığa ortaya atılmış, herkese meydan okuyor. Yakında Merv’i ele geçirecek, şüphe yok. Kirmani bu şehri ele geçirdi mi Horasan emiri kesilir. Sonra bütün şehirler birer birer kendisine tabi olur. Emevi Devleti yerine kutlu bir devlet kurar. Bunu destekleyen büyük kanıt, daha önceki gün Haris bin Süreyc’i mağlup ederek öldürmesidir. Şimdi de Merv şehrinde galip gelerek Nasr’ı kaçmaya mecbur edilmiştir. Nasr hâlâ firardadır. Demek oluyor ki bugün memleketin fiilen hâkimiyeti Kirmani’nin elindedir. Nasihatlerimi kabul et sen. Kazanırsa seni oğluna vereceğimi daha önce kendisine söyledim. Bu hususta söz de verdim. Bu iş için bir adam ile mihrinini de gönderdi.”
Gülnar, gözlerini yere diktiği hâlde hiç konuşmadı. Pederi, bu sessizliği kabul ediyorum şeklinde anladı. Bunu kesinleştirmek için ellerini birbiri üzerinde vurdu. Gelen hizmetkâra “Dahhâk’ı bana çağır.” emrini verdi.

5
DAHHÂK
Biraz zaman sonra uzun boyu zayıf vücudu sebebiyle biraz kambur gibi görünür bir adam salona girdi. Sürekli, sebepsiz şekilde ahmaklar gibi güldüğü görülen bu hizmetkârın yüzü pek küçük; gözleri ufak, sakalı çukur ve bıyığı seyrekken pek büyük bir sarık sarardı. Bunun için kıyafeti pek gülünçtü. Kendisiyle konuşulduğu zaman vaziyetine ve sözlerine gülmemek mümkün değildir. Bey onu esir tacirlerinden satın alarak hizmetine katmıştı. Dahhâk, Arap ırkından olduğu için Araplar da o dönemlerde esir suretiyle pek nadir satıldıkları için kendine özgü hâliyle de burada itibar görünce hafif ruhluğu ile beyin pek hoşuna gitmişti.
Onun için çok defa bey onu yanına çağırarak Araplara dair olan fikir ve düşüncelerinden yararlanırdı. Dahhâk bu hususta bey tarafından yöneltilen sorulara büyük bir önem, ciddi bir bilgi ile cevap verirken önemli birçok olaya da şakayla karışık cevap vermekten çekinmezdi. O gece bey, kızında biraz can sıkıntısı bulunduğunu hissedince onu eğlendirmek için bu hafif ruhlu ahmak adamı çağırmaya lüzum görmüştü. Dahhâk, beyin huzuruna girdiği zaman koca sarığını başının bir tarafına eğmişti. Sarığın o kafada duruşu Dahhâk’ın da sürekli olarak sebepsiz yere gülüşü cidden insana gülme isteği getiren bir manzara oluşturuyordu.
Gülnar, Dahhâk’ı o hâlde görünce gülmekten kendini alamadı zaten bu köleden pek ziyade hoşlanırdı. En ciddi şeylerde bile şakadan vazgeçmemesine rağmen onu bazı işlerde kullanmak istiyordu.
Bey Dahhâk’a şu soruyu yöneltti:
“Horasan’da Emevilerin hâkimiyeti ne zaman durulacak?”
Dahhâk derhâl şu cevabı verdi:
“Balık kavağa çıktığı zaman! Efendim…”
Bey, bu cevap üzerine kızına bakarak tebessüm etmeye başladı. Sanki ona, “Ben de sana böyle söylemedim mi?” demek istiyordu, sonra tekrar Dahhâk’a yönelerek hitap etti:
“Bunu nasıl söylüyorsun? Emeviler hâlâ devletin sahibi değil midir? Birçok askere, zırhlara sahip olan halifeleri Şam’da bulunmuyor mu? Halifenin bu topraklara asker göndermeyeceğini, memleketi Kirmani ve arkadaşlarından kurtaramayacağını nereden biliyorsun?”
Dahhâk büyük bir kahkaha kopardı:
“Zavallı, Nasr bin Seyyar! Emevilerden yardım isteye isteye gerçekten asker gönderilmeyecek olursa sonunun pek tehlikeli olacağını bağırarak, uyararak söyledi. Çaresiz adamın sesi kısıldı. Bu durumu etkileyebilecek her yola başvurdu fakat hiçbiri fayda etmedi. Hatta bir şiir yazıp hilafet merkezine gönderdi. Bunda anlaşmazlığın pek ciddi bir şekilde baş gösterdiğini, isyan ateşinin her tarafa etki ettiğini, bu işin sonunun pek dehşet verici olacağını pek acıklı bir lisan ile Emevilere yazdığı, onlara açıktan açığa, ‘Uykuda mısınız? Anlamıyor musuz?’ dediği hâlde halife ne cevap verdi bilir misiniz?”
“Bilmiyoruz acaba ne cevap verdi?”
“Halife, asker yardımı yerine, işin başında bulunan dışarıda bulunandan elbette daha iyi değerlendirir. Elde bulunan imkânlar ile durumu yatıştırmaya gayret ediniz, cevabını yazmakla yetindi. Başka hiçbir yardımda bulunmadı.”
Dahhâk bunu söylerken büyük bir kahkaha ile alay ediyordu.
Bey şahsi görüşünün ne kadar doğru olduğunu anlatmak için tekrar kızının yüzüne bakmaya başladı. Gülnar ise bu sözlere bir türlü kanmak istemiyordu. Kanmak istememesinin sebebi de siyasi bir fikrin veya bir hâkimiyet arzusunun sonucu değildi. Gülnar, o yaşta her kızın hakkı olan sevmek hissi ile duygulu bir kalp taşıyordu. Gençliğini, pederine teslim etse bile kalbini Kirmani’nin oğluna emanet olarak bile teslim edemezdi. Çünkü o kalp kendisinin sevgisine layık bir adamı sevmek ile meşguldü. Bu adamı pederinin yanında yalnız bir kere görmüştü. Kendisine yöneltiği bir bakış, kalbinde büyük bir istek ve sevgi uyandırmıştı. Fakat aşkını pederine söyleyemiyordu. Çünkü kendisi nasıl seviyor ise o adamın da kendisini sevip sevmediğini bilmiyordu. Onun için susmayı tercih ediyordu.
Bey bir işaret ile Dahhâk’ı savdı. Kızı ile yalnız kalınca:
“Kızım kararımız bitti. Yazın, Kirmani’ye kesin bir dille uygundur cevabını göndereceğim. Artık bundan sonrası Allah’a kalmıştır. Hiç düşünme.”
Fakat Gülnar sessiz durduğu sırada, o mehtaplı gecede, derin sessizlik arasında, uzaktan gelen hışıltı seslerinden sonra gece yolcularına ulumak alışkanlığı olan köpek sesini işiterek zihnen meşguldü. Biraz sonra bu ses beyin de kulağına çalındı. Kızının düşünceli hâlinden onun daha önce işittiğini anlayarak: “Galiba mehtapta bir kafile geçiyor.” dedi. Fakat ses, gittikçe yaklaşıyor, köpeklerin uluması da şiddetle artarak devam ediyordu. Bey ile kızı ise düşünceli bir sessizlikle duruyorlardı. Bey, Kirmani’nin ihtilal girişiminde başarılı olacağına emin gibiydi. Onunla bu evlilik sayesinde ne kadar büyük bir güç kazanacağını düşünüyor, kızının bu evliliği onaylamasından fazlasıyla memnun oluverdi. Kirmani’nin oğluna kızını isteyerek vermeyecek olursa, sonra ister istemez vermeye mecbur edileceğinden korkuyordu.

6
EBU MÜSLİM HORASANİ
Çok zaman geçmeden deve, at, adam gürültüsü yakından işitilmeye başladı. Kölelerden bazıları beyin yanına koşarak büyük bir kafilenin köyün kenarında durduğunu, misafirhaneye inmek istediğini haber verdiler.
Bey sordu:
“Çok kalabalık mıdır? Nereden geliyorlar?”
Köleler:
“Yüz kişiden fazla bir miktarda… Beraberlerinde birçok deve, at var.”
Bey:
“Bu kadar kişi birden bize misafir olmak istemez zannerderim, herhâlde. Buyurunuz, deyiniz.”
Köleler çekilip çıktılar. Biraz sonra onlardan biri dönerek “Kafileden bazı adamlar sizle görüşmek istiyorlar.” dedi.
Bey, “Gelsinler.” diye cevap verdi.
Gülnar, misafir geleceğini anlayınca kendi odasına çekilip, gitmek istedi. Pederi bırakmadı:
“Sakıncası yok, sen de kal. Bakalım, bu gelenler kimlerdir?”
Azıcık zaman sonra siyah kaftanlara bürünmüş gözlerinden başka bütün yüzlerini siyah bir kumaş ile örtülmüş iki adam salona girdiler. Bunların arkalarında iki adam daha omuzları üzerinde uzun bir bağ taşıyorlardı. Salona girince omuzlarındaki bağı yere indirerek bir tarafta durdular. İlk giren adam asillere mahsus bir tavır ve yürüyüş ile içeri girerek Farisi ile selamlaştı. Bey, bunların seslerini işitince birdenbire ürktü. Çünkü işittiği ses, tanıdığı bir adamın sesiydi.
Ses sahibi, Gülnar’a bakmaksızın beye yaklaşarak selam vermişti. Bey, derhâl kim olduğunu anladı. Elinde olmadan ağzından “Abdurrahman…” sözü kaçıverdi.
Gülnar, bu ismi işitir işitmez yüreğinin çarptığını duyarak gözleriyle sesin sahibini süzmeye başladı. Yüzü örtülü adamın göğsünün uzunluğu, bacaklarının kısalığıyla beraber kısa boyluluğu nazarıdikkatini çekiyordu. Misafirin yüzündeki örtüyü kaldırmasını bekleyerek yerinde oturdu kaldı. Yüzü örtülü şahıs, kendisini güzellikle kabul eden beyi daha fazla merakta bırakmak için yüzünü açtı, derhâl bakışlarında siyah ve berrak gözlü geniş alınlı, güzel ve sık sakallı, uzun saçlı, esmer, saf bir yüz[3 - İbnü Hallikân Tarihi, cilt 1.] görünüyordu. Gülnar bu çehreyi görünce karşısındaki delikanlının Abdurrahman bin Müslim olduğunu anlamakta güçlük çekmedi. Daha sonra Ebu Müslim Horasani adıyla şan ve şöhreti yayılan koca serdar, işte bu kısa boylu gençti. Biz de bundan sonra kendisini bu isim ile anacağız. Gülnar’ın, gönlünü kaptırdığı adamı böyle beklemediği bir zamanda, birdenbire görmesi üzerine yüzü kıpkırmızı kesilmişti.
Ebu Müslim’i daha önce sesinden dahi tanımakta güçlük çekmeyen Merv beyi ona bir kat daha saygı göstererek onu bir minder üzerinde oturmaya davet etti.
Ebu Müslim mindere oturmakla beraber kendisi ile birlikte giren arkadaşına metin ve kalpten bir ses ile “Halit! Siz de geliniz, oturunuz.” dedi.
Bey, bu ismi işitince sahibini tanımakta tereddüt ediyor gibi ona dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Ebu Müslim bu dikkatli bakışın işaret ettiği manayı derhâl anladı:
“Dostumuz Halit bin Bermek’tir. Tanımıyor musunuz?” diyerek tereddüdü ortadan kaldırmaya çalıştı. Bey gelen iki misafirden ikincisinin de büyük bir zat olduğunu bildiği için öyle apansızın karşı karşıya gelmekten biraz çekinerek sordu:
“Nevbahar ateş tapınağının güzel reisinin oğlu mu?”
Ebu Müslim cevap verdi:
“Evet, Halit bin Bermek fakat hâlâ ateşgedeleri niye zikrediyorsunuz? Nevbahar gibi ateşhanelerin zamanı geçti. ‘La ilahe Muhammed!’ diyerek İslamiyetle şereflendirildik. Ateşe tapmaktan kurtulduk.”
“Orası pek doğru. Şimdi hoş geldiniz, sefa geldiniz.”
Bu sözlerin ardından Merv beyi, uşakları çağırmak için ellerini birbirine vurdu. El sesiyle içeri giren uşaklara misafirler için sofra hazırlanmasını, kafileye lazım olan yiyecek, yem vesairenin verilmesini emretti.
Ebu Müslim her zamanki ağırbaşlılık ve metanet ile karşılıkta bulundu:
“Boşuna zahmet olmasın. Biz yemek yedik. Kafilede de gerekli her şey var. Bu güzel misafirperverliğiniz için teşekkür ederim.” dedi.
Bey sordu:
“Hangi taraftan geliyorsunuz?”
Ebu Müslim tereddüt etmeden şu cevabı verdi:
“Hac yolculuğundan.”
Fakat bunu söylerken öyle bir bakış ile bakıyordu ki bey, bu bakıştan Ebu Müslim’in doğru söylemediğini fakat doğruyu da söylemek istemediğini fark etti. Daha önceden olduğu gibi her şeyi gizli tutmak arzusunda olduğunun kanısına vardı. Gerçekten de Ebu Müslim, Şia yardımcıları adına para vesaire istemek için daha önce İran beylerine pek çok kez başvurmuştu. Emevi Devleti valilerinin baskılarından korumak için bu girişimler gizli tutulmalıydı. Ebu Müslim’in davranış ve konuşmalarından zihnindekileri de hissetmişti.
“Bu sefer, işimizi gizli tutuyoruz zannediyorsunuz diye çekilen mahrumiyet zamanları, artık geçti. Şimdi alenen iş göreceğiz. Gizli kapaklı bir şey bırakmayağız. Arkamızda duracak mısınız?”
Merv beyi, Kirmani ile evlilik dolayısıyla ortaya çıkacak bağı derhâl hatırına getirerek verdiği söz ve yemine muhalif bir harekette bulunduğunu anlıyordu. Çünkü daha önce Abbassilere bütün kuvvetiyle canı ve malı ile destek olacağına yemin etmişti. Fakat ehlibeyit adına hilafeti ele geçirmeye çalışan, başkaldıran Şia’nın peş peşe başarısızlıklarını göre göre Abbasiler ve taraftarlarının da bir şey beceremeyeceklerini zannetmişlerdi. Öyle uzak hayallere kapılmış olmaktansa gerçekçi işler yapan ve bütün zorluklara rağmen meydana atılan Kirmani’nin gelecekte oluşturacağı etkiden faydalanmayı daha uygun bulmuştu. Bununla beraber bey, Ebu Müslim’in sözlerinde abartı görür gibi oldu. Kirmani ile olan ilişkilerini gizli tutmak ve daha sonra hangi taraf galip gelirse o tarafa geçip çıkar sağlamak üzere Ebu Müslim’in bahsettiği açıkça ortaya konulacak girişim hakkında bilgi almak istedi.
“ ‘Saklanma ve mahrumiyet zamanları artık geçti.’ diyorsunuz, bununla ne demek istiyorsunuz?”
Ebu Müslim cevap verdi:
“Demek istiyorum ki İmam İbrahim lehine ve Emeviler aleyhine bütün İran beyleriyle beraber sizin de yardım ve desteğinizi sağlamak için size o zaman gizlice başvuruyorduk. Bu gizlilik geçicidir. Düşmanlarımıza kılıç kuvvetiyle karşı koyabilme zamanının gelmesini bekliyorduk. İşte bu zaman, şimdi geldi. Zira büsbütün meydana atılmak alenen iş görmek için imam tarafından bize tam yetki verildi.”
“Kılıçla karşı durabilmek için asker topladınız mı?”
“Hayır, henüz asker toplamadık çünkü bu dakikaya kadar alenen daha işe başlamadık hatta bu mücadelemizden ilk haberdar olan sizsiniz. Fakat bir kere biz ortaya atılalım, bize pek çok adamın katılacağına eminiz. Zira Horasan’da sayısız taraftarlarımız var. Beylerin çoğunluğu bize destek verecektir.”
“Bu kısım pek doğrudur. Bu taraflar Emevi düşmanlarının en büyük merkezi sayılır. Kafilede sizinle beraber daha kimler var?”
“Yetmiş kadar nakip subay bizle beraber. İmam hazretleri bunları en seçkin taraftarlarından seçerek kendi hilafetine halkı davet etmek ve askeri komuta etmek üzere buraya yolladı. Bu subayları yakında Horasan’ın çeşitli yerlerine göndereceğiz.”
“Her şey yolunda demek. Fakat devlet bu perişan zamanda her gördüğü İranlı hakkında kötülük besler hâlde bulunurken, bu kadar büyük bir zafer ile yolda hiçbir engele uğramaksızın buraya kadar gelmeniz cidden övülmeye değerdir. Buna ne derece hayret edilse yeri vardır.”

7
İMAMIN EMİRLERİ
Beyin sorusu üzerine Ebu Müslim onun desteğini bir kat daha arttırmak maksadıyla hazır etmekte oldukları inkılap için ne gibi girişimlerde bulunduklarına dair bilgi vermek istedi. Çünkü bu bey, kendilerine destek verirse Horasanlı birçok bey de yardımda bulunup onun arkasından geleceklerdi. Durum ve mevki hakkında şu yolda açıklamaya girişmişti:
“Bey! Siz de bilirsiniz ki Emeviler, hakkımızda etmedik hakaret bırakmadılar. Biz, İranlılara âdeta esir gibi davranıyorlar. Hatta ellerinden gelse bizden esir bırakmamak, yeryüzünde yaşatmamak isterler. Hâlbuki iktidarı elinde bulunduran bu Emeviye hanedanı hazreti peygambere akraba ve ona bağlı olmak gibi bir hak ve ayrıcalığa sahip adamlar da değildirler. Onlar tam tersine ehlibeytin en imansız, en şiddetli düşmanıdırlar. Bunların geneli ehlibeyit ve bilhassa peygamberimizin amca oğlu Hazreti Ali’nin evlat ve torunları hakkında pek acıklı bilgi, zalimane davranışlar, cidden çirkin, şiddetli, kan dökmeyi reva gördüler. Hâlbuki ehlibeyit, peygamber gibi güzel huylar sahibidirler. Müslüman olmak üzere herkesi eşit görürler. Hatta Arap olmayanlar hakkında, kalpleri kırılmasın diye güzellikle davranıyorlar. İşte bunun için bunların taraftarları hep İranlılardan oluştu. Son zamanlarda Aleviler hilafet hukukunu peygemberin amcası Hazreti Abbas’ın torununa terk ettiler. Abbasi hanedanı erkânının büyüğü İmam İbrahim hazretleri olduğu için bütün hanedan Alevi taraftarıdır. Şimdi bu zata destek veriyorlar. İmam hazretleri, Şam şehri etrafında Umman kısımlarında Humeyme kasabasında ikamet etmekte ve halifeliği tanıttırmak için oradan her tarafa adam göndermektedir. Haberleşmeyle meşgul bulunmaktadır. İmam hazretleri geçen sene bu işin liderliğini bana emanet etti ve bana itaat etmeleri lüzumunu bütün taraftarlarına yazdı. Beni Horasan’a ve fethedeceğim bütün şehirlere vali ve komutan tayin etti. O sırada genç bir yaşta bulunduğum için büyük yaşta bulunan bazı nakipler ve komutanlar beni küçük görmek istedilerse de çok geçmeden o fikirden vazgeçtiler. İmam hazretleri geçen sene beni uğurlayacağı gün, bana birtakım önemli emirler ve emanetler verdi. Bu emirleri şimdiye kadar her hususta özenle yerine getirdiğim gibi Abbasiler adına hilafeti yerine getirmek yolunda bundan sonra gerçekleşecek davranışlarımı, bu emirlere göre yerine getireceğim.”
Merv beyi, Ebu Müslim’in sözlerini dinlerken onun bu yaşta gösterdiği metanet ve ciddiyete hayran oluyor. Yüzünde parlayan heybete ve ağırbaşlılığa göre alelade bir adam ile değil âdeta büyük bir komutan yahut büyük bir hükümdar ile konuştuğunu hissediyordu. Bey, imamın önemli emirleri sözünü işitince bu emirlerin ne gibi şeyler olduğunu anlamak merakı ile işitmek istedi. Gülnar, ne olduğunu görüp anlamak için bütün uzuvlarıyla göz kulak kesilmiş olduğu hâlde kendisini bahse kayıtsız duruyor gibi göstermeye çalışıyordu. O ana kadar Ebu Müslim’i ikinci defa görüyordu. Fakat yüzündeki her çizginin kendisinde bir etki bıraktığını hissediyordu.
Fakat ne yazık ki! Ebu Müslim, bu cazibeli melek gibi güzel âşığının bütün bu hissiyatından, içinden geçen duygularından, kalbinin çarpmasından habersizdi. O, bütün kalp ve fikriyle takip ettiği büyük siyasi harekete gönlünü vermişti. İmam adına hilafetin ele geçmesinden başka bir isteğe gönlünü vermiyordu.
Ebu Müslim, imamın emirlerini söylediği zaman elini cebine soktu. “Arapça nasıl söylenirse size öylece harfiyen okuyacağım.” diyerek bükülmüş bir ceylan derisi çıkardı. Herkes de büyük bir sessizliğe büründü. Okumaya başladı.
Ey Abdurrahman ehlibeyitteniz, sen de bizdensin sana emanet ettiğim şu emirleri büyük bir ciddiyetle icra et. Yemen kabilesine, özellikle teveccüh ve ihsanda bulunarak onları harekâtımıza katılmaları için ikna et. Zira Cenabıhak bizi ancak onların desteği ile bu işte başarılı kılacaktır. Rebîa kabilesine hiç güvenme. Onlara daima şüpheli bir gözle bak. Mudar kabilesinden ise asla emin olma. Çünkü bize en yakın düşmanlar bunlardır. Her kimden güvenin ve huzurun ortadan kalkarsa, her kimin sadakatini şüpheli görürsen onu tereddütsüz katlet. Elinden gelirse Horasan topraklarında, Araplardan ve onların taraftarlarından esir bırakmamak için çalış. Beş karış boyunda çocuklardan itibaren her kimi bize karşı iyi niyet ve sadakat beslemiyor görürsen onu idama izinlisin.[4 - Taberi Tarihi, cilt 2.]
Ebu Müslim okumasını bitirdiği zaman ne gibi bir etki oluşturduğunu anlamak için Merv beyine bakarak deriyi tekrar dürdü, cebine koydu. Bey, imamın emirlerini anlayınca içerdiği şiddet ve dehşetten titremeye başladı. Fakat diğer taraftan Emevilere karşı pek büyük bir kin beslediği için imamın sözlerinde gördüğü histen, intikamdan fevkalade memnun oluyordu. Her ne kadar kendisi Kirmani’nin oğluyla kızını evlendirmek istiyor ise de buna bir dereceye kadar korku sebebiyle mecburiyet görüyordu. O, hâlâ Abbasilerin başarılı olacaklarını pek de ümit etmiyordu. Bey bütün bu hissiyatını gizli tuttu. İmamın emirlerini cidden takdir ettiğini gösterir bir vaziyet alarak dedi ki:
“Hakikaten pek yanıltıcı omayan pek etkili emirler… Hiçbir ileri görüşlü yoktur ki bunları takdir etmesin. Beylerden olsun önde gelen kişilerden olsun herhangi bir İranlı bunu işitirse derhâl Abbasilere taraftar kesilecektir. Halit siz de bu fikirde değil misiniz?”
Bermekilerin atası olan Bermek’in oğlu Halit o sırada kırk yaşında bulunuyordu. Bermek vaktiyle Belh’te bulunan Nevbahar ateş-hanesinin reisiydi. Mecusi olarak kaldığı, Müslüman olamadan vefat ettiği büyük ihtimaldir. Çok akıllı, zeki, cesur ve çalışkandır. En seçkin mevkide olan oğlu Halit, İran’da İslam’ın şerefiyle müşerref olmuş ve bir taraftan İranlılar adına, Emevilerden intikam almak diğer taraftan da devleti kurduklarında en yüksek mevkilere geçerek hükûmetin gücünü almak üzere Abbasilerin siyasi yapısına katılmıştı. Kendisi dediğimiz gibi kırk yaşındayken yaşı yirmiden biraz fazla olan Ebu Müslim’in emri altında bulunmaya razı olmuştu. Abbasi cemaatinden Halit gibi daha pek çok yaşlı adam, belli başlı birçok komutan da yalnız imamın emrine muhalefet etmemek üzere o pek genç adamın komutası altında bulunmaya kabul etmişlerdi. Yalnız onlardan Süleyman bin Kesir adında biri itiraz etmişti fakat itirazı fayda etmeyince herkes gibi o da boyun eğmeye mecbur olmuştu. Ebu Müslim, Halit’i sahip olduğu üstün vasıflara mahsus seviyor kadrini takdir ediyor. En mühim konuları kendisi ile görüşüyordu. İşte bu sebepten bey ile görüşmek için kafiledeki diğer arkadaşlarına tercihen onu beraber almıştı.
Merv beyi imamın emirleri hakkındaki fikrini Halit’ten sorunca derhâl şu cevabı aldı:
“İranlıların, Abbasiler için pek fedakârca çalışacaklarına şüphem yoktur. Çünkü İranlılar bu uğurda yalnız Abbasiler için değil doğrudan doğruya kendi çıkarları için çalışmış olacaklardır. Ehlibeyit ve peygambere can ve mal ile destek olmak her İranlı için kutsal bir borçtur. Çünkü onların başarısı İranlıların şan ve şerefini yükseltecektir.”
Merv beyi, Kirmani ile yaptığı sözleşmeyi ve evlilik dolayısıyla doğacak bağı hissettirmeksizin Ebu Müslim’e övgü dolu sözler ile hoş görünerek beğenisini ve güvenini belli etti. Abbasilere de pek ziyade taraftar olduğunu göstermek maksadıyla dedi ki:
“Sizin gibi büyük, kudretli, kararlı ve cesaret sahibi adamlar başta bulunduktan sonra Şia’nın başarılı olacağı şimdiden bellidir.”
Halit cevap verdi:
“Fakat bey, bu iş için yalnız karar ve cesaret yetmez.”
Merv beyi, Halit’in bu sözlerinden ne demek istediğini derhâl anladı.
“Hepimiz, varımız yoğumuz ile bu işe destek olacağız. İnkılap girişimi gizli yapıldığı zamanlarda yardımdan nasıl çekinmedik ise iş gerçeğe döküldükten sonra da yardımda tereddüt etmeyeceğiz.” dedi.
Ebu Müslim açıklamasını tamamlamak maksadıyla tekrar söze başladı:
“Daha sonra bildiğiniz şekilde Horasan’a gelerek gizlice hazırlıkta bulunduk. Bu zaman zarfında ara sıra imam hazretlerinin yanına gidiyordum. Taraftarlarından toplanan paraları kendisine götürüyor dönerken yeni emirleri ondan alıyordum. Bu sene imam beni yalnızca bu hususun gerçekleşmesi için geri gönderdi. Adını andığım nakipler güvenilir olduğu için yola çıktık. Yolculuk sırasında hükûmet memurlarına rast gelince onları yalanla aldatıyorduk. Çünkü her ne zaman nereye gideceğimizi sordular ise kutsal topraklara gidiyoruz dedik. Kumis’e vardığımız zaman benim ve büyük nakiplerden Süleyman b. Kesir adına yazılmış, imam hazretleri tarafından bir ferman ile (köşkün önünde yere serilmiş olan bağı göstererek) zafer sancağı vasıl oldu. İmam hazretleri (cebinden fermanı çıkarıp okuyarak) bana: ‘Sana zafer sancağını gönderiyorum. Bu fermanım her nerede eline varır ise oradan geriye dönerek hilafetimi tanıttırmak için gereken savaş hazırlıklarını alenen uygulamaya başla. Cenabıhak yardımcınız olacaktır.’ yazıyor.”

8
ZIL VE SEHAB SANCAKLARI
Ebu Müslim uzun bağdan bahsedince beyin gözleri o tarafa meyletmiş oldu. Bakışlarından sancağı merak ettiği, görmek istediği anlaşılıyordu. Ebu Müslim bağı getiren iki adama emretti. Bunlar bağı kaldırıp içeri sokmak istediler. Fakat bağ pek uzun olduğu için salona sığmadı. Bir ucu içeride diğer ucu dışarıda kaldı. Sancak, siyah bir kumaşa sarılmış, sıkı sıkıya bağlanmıştı. Bağ çözülünce her ikisi siyah renk olmak üzere bir sancak ile bir bayrağa sarılı olduğu görüldü. Sancak on dört, bayrak on üç arşın boyunda birer mızrak üzerine takılmıştı. Ebu Müslim sancağı görür görmez saygıyla ayağa kalkarak:
“Bu sancağın ismi Zıl, bayrağının ki de Sehab’dır. İkisinin rengi siyahtır. Siyah renk İmam İbrahim hazretleri tarafından, taraftarları için seçilmiş ayırt edici unsurdur. Taraftarları bu tarihten itibaren siyah sarıklar, siyah kaftanlar, siyah sancaklar taşıyacaklardır.” dedi.[5 - İslam’da başlangıçta çekilen bayrak beyazdı. Bir mızrağa takılıp Cenabı Peygamber tarafından Musab b. Ümeyr’e emanet edilmişti. Heyber kazasına kadar hep bu bayrak gönderildi. Heyber kazası için büyük ve siyah bir bayrak çekildi. Buna râyet deniliyordu. Halifelik sancakları da çeşitliydi. Abbasi halifeleri siyah bayrak kullandılar. Onun için onlara sevde-i tesmiye olunurdu. Benî Talib, Abbasiler üzerine saldırdığı zaman onlar da beyaz bayrak çektiler. Onlara müneyyize adı verildi. Halife el-Memun ise Abbasilerdeki siyah bayrağı kaldırıp gerek bayrakları gerek elbiseyi yeşile çevirdi. Eski Türkler ile Hint’teki Moğol devletlerinde at kıllarından dağınık saça benzer bir işaret yapılmıştı. Bunu Cengiz ile Hülagû dahi kullanmışlardı. Adına haliş deniliyordu. Eyyübiler, Mısır’daki Abbasiler, Selçuklular da halişi kullandılar. Buna Osmanlı Devleti’nde tuğ deniliyordu.]
Ebu Müslim sancağı açık hâlde görüp saygı için ayağa kalktığı zaman, Merv beyi ile Halit de ayağa kalkmışlardı. Ruhen beğendiği delikanlının yeni bir devlet kurmak için çabaladığını, büyük bir siyasi yapının koca komutanı olduğunu, dünyada inkılap meydana getiren büyük kahramanlardan biri olduğunu anlayarak, bulunduğu yerde fikren anbean üzüntü ve düşünceye dalmış olan Gülnar da onlar gibi ayağa kalkmak istediyse de dizlerini kendisini kaldıracak dereceden daha zayıf gördü. Acaba Ebu Müslim’in kalbinde bu saf, namuslu ve gönül vermiş için bir his bir meyil var mıydı? Bunu bilmek Gülnar için büyük bir amaç oluşturuyordu. Nazarıdikkatini çekmek fikriyle ayağa kalkmak için bütün kuvvetini harcadı. Nihayet salonun bir direğine tutunarak ayağa kalktı. Misafirlere doğru biraz yaklaşmak üzere iki adım yürüdü. Gülnar bu hareketi ile yalnız Halit’in dikkatini çekmişti. O da kendisine beğeni ile baktı. Ebu Müslim ise âşığına karşı pek kayıtsız davranarak varlığından bihabermiş gibi bir bakış bile yöneltmedi.
Ebu Müslim sözünü bitirince Merv beyi sordu:
“Acaba Abbasilerin siyah sancakları tercih etmelerinden maksat nedir? Şehit edilen Hazreti Ali, Hazreti Hüseyin ve diğer Alevi hanedanı erkânı için matem delili olmak için mi bu renk seçilmiştir? Yoksa başka bir maksadı mı vardır?”
Ebu Müslim tekrar oturarak o iki adama bağı eskisi gibi bağlamalarını emretti. Halit ve bey de yerli yerlerine oturdular. Yalnız Gülnar ayakta kalarak oturmadı. Ebu Müslim, beyin sorduğu soruya cevap verdi,
“Siyah renk, peygamberimizden sonra gelen ehlibeyte özgüdür. Çünkü hazreti peygamberin ukab adıyla bilinen sancağı siyah renkteydi.”
Bey, Şia hakkında aldığı bu önemli bilgi üzerine cidden düşünmeye, demirden yapılmış gibi görünen Ebu Müslim’den korkmaya başlamıştı. Çünkü Ebu Müslim, imamdan aldığı emirleri uygularken küçük bir şüphe üzerine adam öldürmeye hazırlanıyordu. Kirmani ile ilişkisini bilse kendisinin sadakatinden de şüphe edecek, ihtimal ki emirleri uygulamak için tereddüt etmeyecekti. Bunun için kendisinin de Şia’nın en gayretli taraftarı olduğunu göstermeye gerek görerek dedi ki:
“Başaracağımıza, İranlıların şan ve şerefinin yükseleceğine şimdiden emin oluyorum. Tanıdığım ne kadar İran beyleri varsa onları birlik içine sokarak Müslüman olmayanlara yol göstereceğim. Çünkü onların çoğu hâlâ Mecusilerdir.”
Halit: “Bu beyler, Müslüman olur; bize destek verip yardımda bulunursalar kendi nefislerine hizmet etmiş olacaklardır. Çünkü biz İranlıların şan ve şerefini yüceltecek İranlı bir devlet tesisine çalışıyoruz.”
Bey: “İran beylerinden çoğunu İslam çatısı altına getirmeye söz veriyorum. Para da çoktur…” dedikten sonra ellerini birbirine vurmakla çağırdığı uşağa:
“Hazinedarı çağır, buraya gelsin!” emrini verdi.
Ebu Müslim, beyin hazinedarı çağırmasından kendilerine yardım olmak üzere her zamanki gibi para vereceğini anlayarak yanındaki iki adamdan birine bir işarette bulundu. İşaretin manasını derhâl anlayan adam hemen oradan çekilip çıktı ve biraz sonra, biri koltuğu altında boş büyük bir meşin torbaya sahip iki adamla geri geldi.
Bunlardan diğeri azıcık semizce kısa boylu bir adamdı. Geniş bir kaftan giymiş başına büyük bir sarık sarmıştı. Boyunun kısalığı nedeniyle kaftanını yerde sürüklüyor gibiydi. Onun arkasında bir uşak, hokka kalem taşıyordu. Bunlar salona girince bir tarafa durup emirin karşısında hazır oldular. Ebu Müslim kaftanlıya sözü yönelterek:
“Gel, İbrahim ehlibeyte destek adına beyin gönlünden kopan yardımları kaydet.” dedi.
O zamana kadar hazinedarı beyin yanına gelerek kulağına gizlice söylenen emir üzerine gidip sırtında ağır para keseleri olan bir uşak ile salona dönmüştü. Ebu Müslim kendi hazinedarı İbrahim’e paranın kaydını emredince İbrahim keseleri saymaya başladı. Yirmi adet olan keseler mühürlüydü. Her biri üzerine “bin dinar-i Yusufi” kelimeleri yazılmıştı. Sayma işi bittiği zaman İbrahim, yardımcısına ve uşağa bunların büyük torbaya doldurulmasını söyledi. Sonra kalem ve divitini alarak kaftanının altından çıkardığı bir tomara keseler ile sahip oldukları dinarların sayılarını kaydetti.
Bu sırada, Ebu Müslim gayet önemli bir meseleyle meşgulmüş gibi gözlerini yere dikmiş, düşünmeye dalmıştı. Bu sessizlik hâli ona bir kat daha heybet ve vakar veriyordu. Gülnar o zamana kadar ayakta durmaktan yorulduğu için pederinin yakınında bir minder üzerinde oturarak bütün hareketine karşı tamamen kayıtsız ve ilgisiz duran Ebu Müslim’e gizli nazarlara göz gezdirmeye başladı. Halit, kızcağızın bu nazarlarını pek manidar görmüşse de bu bakışlardaki mananın nedeni olan o kahraman delikanlının buraya yalnızca emirleri yerine getirmekle yükümlü olduğunu, inkılaptan başka hiçbir şeye ehemmiyet vermediğini, kalbinde kadınlar için hiçbir yer bulunmadığını bildiği için o nazarları anlamamış gibi davrandı.
Hazinedar paranın kaydını bitirince gitmek için izinde bulundu. Ebu Müslim’in de artık kalkıp gitmek istediği hâl ve tavrından anlaşılıyordu. Bunu hisseden bey bahçenin bir tarafında bulunan bir haneyi eli ile göstererek:
“Yatmak için gitmek istiyorsanız dinlenmeniz için bu haneyi hazırladık.” dedi.
Bunun üzerine Ebu Müslim ayağa kalktı. Orada hazırda bulunanlar ve onun lideri olduğu heyet, büyük bir saygıyla hazır hâlde durdular.
Ebu Müslim:
“Artık yatmaya gidelim. Şu, son iki gün içinde yolda fazlasıyla yorulduk.” diyerek yürümeye başladı. Merv beyi ona salonun kapısına kadar eşlik ettikten sonra ellerini birbirine vurdu. Uşaklar geldi, misafirlerin önünde çerağlar ile yürüyerek dinlenmeleri için ayrılan haneye kadar götürülmeleri için emir verdi. Bey misafirini uğurladıktan sonra kızının yanına geldi. Gülnar, direklerin kenarında duruyordu. Salonda kendisi ile pederinden başka kimse kalmamıştı.

9
BEY İLE HANIM KIZI
Merv beyi kendi kızına dikkatle bakınca hâl ve tavırlarından onun Kirmanizade ile gerçekleşecek izdivacı meselesiyle zihnen meşgul olduğunu, o gece Ebu Müslim’in konuşmasından Kirmani’nin bulunduğu mevkinin fenalaştığını anlayarak zaten arzusu dışında olan bu izdivaca kızcağızın itiraz etmeye hazırlandığını hissetti. Bey sanki bir şefkat hissiyle elini Gülnar’ın omuzuna koyduğu hâlde, onun yatak odasına doğru yürüdü. Gülnar da pederiyle beraber yürümeye başladı. Bey artık kararların alındığı bir işe, o gece cerayan eden konuşma tesiriyle kızı tarafından itiraz yer ve meydan bırakmak istemiyordu. Dedi ki:
“Kızım! Bu gece misafirlerin söyledikleri sözlere çok önem verme, bunların bu seferki girişimlerinde de başaramayacaklarını zannederim. Eskiden de kaç defa gelip gittikleri, hiçbirinde bir başarı gerçekleştirdiklerini görmedim.”
Gülnar, o gece misafirler gelmesinden önce pederi ile gerçekleşen konuşmadan sonra şimdi onun birdenbire bu sözleri ile bahse başlamasından, ne demek istediğini pek kolaylıkla anladı. Onunla yürümeye devam ettiği hâlde ağzından şu sözleri kaçırmaktan kendini alamadı:
“Babacığım başaramayacaklarını zannediyorsanız ne için onlara destek oluyor, para veriyorsunuz?”
Bey, bu soru üzerine durup gülmeye başladı. Sağ eli ile sakalını tuttu. Sol eli Gülnar’ın omuzunda duruyordu. Yavaş bir sesle:
“Kızım! Ben bunu ilerisini düşünerek yaparım. Abbasilere kendimizi taraftar göstermezsek canımız ve malımızı tehlikeye maruz kalır. İmam İbrahim’in emirlerini işitmedin mi? Her kimden şüphe ederse katlini adamlarına emrediyor. Daha önce sana sebebini söyledim. Kirmani’nin başarılı olması daha olasıdır. Bununla beraber bu Şia adamlarının başaracaklarından büsbütün ümidini kesmiyorum. Şu hâlde, bunlara hoş görünmek, yardımda bulunmak bize zarar vermez. Belki bir faydası olur. Bu adamlara vermekte olduğumuz paralara gelince ikisinden birinin başarılı olması hâlinde görebileceğimiz faydaya oranla önemli bir şey sayılmaz.”
Bey söz söylerken tekrar yürümeye başlamıştı. Gülnar’ın yatak odasına vardılar. Bey ile kızının konuştuklarını gören hizmetkârlar yerli yerine çekilmiş oldukları için köşkün içinde bey ile Gülnar’dan başka kimse kalmamıştı.
Bey sözünü bitirince, Gülnar:
“Babacığım çok iyi bir iş. Ebu Müslim’e paralar ve sözler, Kirmani’ye de beni vermekle ikisine de hoş görünüyorsunuz.” dedi.
Gayet üzgün bir hâlde odasına girip yatağı üzerine serildi. Bey kızının ızdırabından haberdar değilmiş gibi görünerek arkasından gitti.
“Gülnar, galiba yorgunsun. Artık yatağa gir, uyu. Senin ne kadar akıllı, iyi düşünceli bir kız olduğunu bilirim. Sen, Kirmani ile ben de Ebu Müslim ile beraber bulunursak can ve malımızdan emin oluruz. Herhâlde bir başarıya ermiş oluruz. Şimdi uyu, Allah’a emanet.”
Bey bunu söyledikten sonra kızının söylediği sözlerden maksadını anlamamış gibi davranarak odadan çıkıp gitti.
Gülnar ise kalbini baskı eden şaşkın ızdıraplara, fikrini ele geçiren düşüncelere geri dönerek şaşkın şaşkın düşünmeye daldı. Pederinin sözünü mü yoksa kendi kalbinin isteklerini mi dinlesin? Buna kesin bir cevap veremiyordu. Fakat acaba, Ebu Müslim kendisini seviyor muydu? İşte bilmesi lazım olan en mühim nokta burasıydı.
Çünkü kendisi onu nasıl seviyorsa onun da kendisini öylece sevdiğini anlasa, şahsına yakışmasa bile pederine karşı durup onu gücendirmeye, belki nefsinde bir cesaret bulabilirdi. Hâlbuki o maşuk vicdan, âşığına karşı pek kayıtsız davranmış, sevdiğini gösterir kendisine bir bakış bile atfetmemişti. Gülnar, Ebu Müslim’in o geceki bütün duruş ve hareketini birer birer göz önünden geçiriyordu. Fakat heyhat! Ümit verici bir tebessüm, bir bakış, bir hareket… Hiçbir şey görmüyordu. Bu acı gerçek kendisini imkânsız bir ümitsizliğe düşürüyordu. Fakat kalbini kaplayan bu büyük aşk ve cazibe büyüktü. Ümitsizlik ve aşktan oluşan iki büyük kuvvet kalbinde çarpıyor. Aşkın üstün gelmesini hissediyor, Ebu Müslim’de gördüğü hissizliği, önem vermezliği, kendisine karşı kalben hiçbir his, hiçbir muhabbet beslemediğine değil onun pek büyük işler ile meşgul olduğunu kabul etmek istiyordu. Fakat yine de bu düşünceyi doğru görmüyor çünkü Ebu Müslim zihnen ne kadar meşgul olsa bile kendisini azıcık sevmiş olsaydı sevdiğine dair mutlaka bir iz gösterecekti.
Gülnar bir süre kalbiyle bu gibi mücadele ederek vakit geçirdi. Kendisi için uyumak hayaldi. Yalnızlıktan pek fazla canı sıkılıyordu. Bu gibi zamanlarda kendisine dost ve sırdaş olan maşitası hatırına getirdi. Kendi kendine “Ah Reyhane! Şimdi burada bulunsaydı bütün kalbimi kendisine söyler, sözleriyle teselli olurdum.” dedi. Fakat çok zaman geçmedi. Kapının önünde gayet çekingen bir ayak sesi işitildi. Bu ses maşitasının ayak sesiydi. Gülnar ayağa kalkarak kapıyı açtı. Maşita içeri girince kapıyı arkasından kapadı. Gülnar, maşitayı oturttuktan sonra sordu:
“Yeni bir şey var mı? Sakına sakına öyle geç geliyorsun?”
“Hayır, yeni hiçbir şey yok, yalnızlıktan canının sıkılmakta olduğunu hissettim de eğlendirmek için geldim.”
“Bunu nasıl anladın? Sana kim söyledi?”
Maşita, hanımının boynuna sarıldı ve büyük bir şefkatle bağrına basmak isteyerek cevap verdi.
“Ne düşündüğünüzü, kalbinizin bütün hislerini hele bu akşam gelen misafirlerden sonra ne gibi düşüncelere koyulduğunuzu biliyor muyum, zannedersiniz?”
Gülnar merakla sordu:
“Misafirleri gördük, ne dediklerini işittik mi ki bunu keşfedebiliyorsun?”
“Evet, hanımcığım misafirler gidinceye kadar perde arkasından ayrılmadım. Bütün dediklerini işittim, anladım.”
Gülnar sebepsiz olarak hemen şu soruyu sordu:
“Ebu Müslim’i gördün mü?”
Maşita soruya hemen cevap verdi:
“Yavaş yavaş söyleyiniz hanımcığım duvarların da gözleri kulakları vardır. Onu da gördüm, seni de gördüm…”
Maşita bu son sözleri pek manidar bir şive ile söylemişti.
Gülnar, kendi hislerini öyle çabucak ifşa ettiğinden dolayı maşitaya karşı utanır gibi oldu. Fakat maşitanın kendisi için yabancı biri olmadığını derhâl hatırına getirdiği için utancını bertaraf ederek sordu:
“Onu nasıl buldun?”
“Layık, seni hak eden bir adam… Fakat rica ederim acele etmeyiniz. Zira acele eden sonra pişman olur…”
“Demek kalbimin hislerinden her şeyi anladın.”
“Ona şüphe mi var? Her şeyi anladım fakat meseleyi akıl ve tedbir ile düşünmeye, dikkatli davranmayı muhtaç görüyorum.”
Gülnar hislerini daha fazla saklamaya imkân göremiyordu.
“Kuzum, Reyhane! İyi düşünüyorsun da bana bir çare bul, kaybedecek zaman yoktur. Yakında beni Kirmani’nin oğluna verecekler. Ben ise onu istemiyorum, sevmiyorum.”
Reyhane gülümsedi:
“Ebu Müslim’i seviyor musunuz?”
Gülnar bu soru üzerine gözlerini yere dikti. Hâl ve tavrı “Evet, seviyorum.” diyordu.
Reyhane: “Peki ama bakalım o da sizi seviyor mu?”
Gülnar bu ağır soru üzerine iki damla gözyaşı ile yaşaran gözlerini yukarı kaldırarak cevap vermek istedi fakat kalbinden kopup gelen ağlamak arzusunun üstün gelmesiyle söz söyleyemedi.
Reyhane: “Demek onun sizi sevip sevmediğini daha bilmiyorsunız? Ben de bilmiyorum. Şimdi ilk önce bu sorunun cevabını arayıp anlamalıyız.”
Gülnar, maşitanın fikrini uygun gördü.
“Bunu nasıl anlayabileceğiz? Bunu bizim için kim soruşturabilir, bize kim söyler?”
“Hanımcığım, siz galiba Dahhâk’ı unutuyorsunuz.”
“Unutmadım fakat bu işi o yapabilir mi? Ona güvenebilir miyiz?”
“Bence Dahhâk tam bu işin adamıdır. Maskaralıklarına bakmayınız. Gayet akıllı, kurnaz bir adamdır, en önemli işlerde ona güvenilebilir.”
“O hâlde şimdi bu işi ona kim söyleyecek? Korkuyorum bu adam boşboğazlık eder de babam işi anlar, başımıza bu yüzden bir felaket gelir.”
“Hiç merak etmeyiniz, rahat olunuz. Ben işi onunla güzelce hazırlarım. Fakat malum ya bize biraz para lazım.”
“Paranın bende hiçbir kıymeti olmadığını bilirsin. Hazinedarımdan istediğin kadar para al, ver; yalnız sonucu bana hemen bildir.”
“Öyleyse bu dakikadan itibaren işe başlayalım zira misafirlerin yarın, öbür gün, burada kalacaklarına emin değiliz.”
Gülnar ayağa kalkarak odanın bir tarafında bulunan bir çekmecenin yanına gitti. İçinden parlak bir çıkın çıkarıp maşitaya verdi.
“Bu, beş yüz dinardır. İstediğin yolda kullan. Yalnız geç kalma. İstediğimi yapmaya başarırsan, hizmetini ölünceye kadar unutmayacağım.”
Maşita çıkını alarak ayağa kalktı. Hanımına, “Rahat olunuz.” diyerek, kendisini odada merak ve bekleyiş içinde yalnız bırakarak çıkıp gitti.

10
EBU MÜSLİM’İN NESEBİ[6 - Nesep: Soy.]
Maşita odanın kapısından dışarı çıkınca, Dahhâk’ın sanki daha önce sözleşmişler gibi kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bir anda, bu tesadüfün meydana gelmesine biraz şaşırdı. Fakat çok geçmeden kendini topladı. Dahhâk’a uzaktan arkasından gelmesini işaret ettikten sonra köşkün bahçe tarafında bulunan kendi odasına girdi. Dahhâk da onun arkasından odaya girdi. Reyhane onun tuhaf kıyafetine bakarak gülmekten kendini alamadığı hâlde kapıyı kapadı. Çünkü Dahhâk kapıdan içeri girerken uzun boyundan dolayı başını kapının yukarı kısmına çarparak sarığı yere düşürdü. Tamamı tıraşlı olan başı ortaya çıkmıştı.
Maşita bu manzarayı pek tuhaf gördü ve başını neden tıraş ettirdiğini sormak istedi. Fakat Dahhâk keskin bir kıvraklıkla sarığını başına geçirerek kendisini söze tuttu.
“Reyhane! Galiba beni seviyorsun, hakikaten iyi bir kızsın.” dedi.
Dahhâk bunu söylerken alt dudağını dişleri arasına alarak alelade ahmak ahmak gülüyor, sarığı düzeltmekle uğraşıyor, bir parmağı ile orta taraftaki dişleri üzerine vuruyordu.
Maşita, Dahhâk’ın bu hâl ve tavrına tekrar gülmekten kendini alamadı. Fakat ciddi bir zamanda bulunduğunu bildiği için kendini toplayarak hafif bir tebessümle beraber ona ciddiyetle bakmaya başladı. Dedi ki:
“Sıcakkanlı, gayretli bir adam olduğun için elbette seni severim. Özellikle şimdi teklif edeceğim bir işi kimseye sızdırmadan yapabilirsen kıymetin gözümde pek çok artacaktır. Sır tutabilir misin?”
Dahhâk gülerek cevap verdi:
“Ben her sır için mahsus bir mekân hazırlamışımdır. Sırları derece derece makam makam bölmüşümdür. Buna inanmazsan hemen çekilip giderim.”
“A! Canım, nasıl adamsın her şeye şaka karıştırmak huyundan vazgeçmeyecek misin? Şimdi beni dinle, hanımımızın başı için şakayı bir kenara bırakalım.”
Bunun üzerine Dahhâk kendini toplayarak ciddi bir şekilde cevap verdi:
“Ne demek istiyorsan söyle, emrini yapmaya hazırım.”
Maşita sordu:
“Bu akşamki misafirlerimizi tanır mısın?”
Dahhâk cevap verdi:
“Misafirlerden hangisini soruyorsun? Kendi babasının kim olduğunu bilmeyen Ebu Müslim’i mi? Yoksa Nevbahar ateşgedesinin lideri olan Mecusi Birmek’in oğlu Halit’i mi? Yoksa arkadaşları olan Yahudi İbrahim’i mi?”
Maşita, Dahhâk’ın misafirler hakkında bu şekilde verdiği açıklamaya karşı tebessümden kendini alamadı. Özellikle, Ebu Müslim’in kendi babasının kim olduğunu, tanımadığı hakkındaki gayet ciddi tabiri, kendisinin dikkatini çekti, meseleyi anlamak istedi:
“Ebu Müslim kendi babasını tanımıyor, diyorsun. Bu nasıl şey?”
“Bana inanamazsan bizzat kendisinden sorabilirsin.”
“Canım! İnanıyorum. Fakat kendi babasını nasıl tanımadığını anlamak istiyorum.”
“Öyle ise sana doğrusunu söyleyeyim. Ebu Müslim’in aslı ve faslını bizzat kendisinden sorarsan sana doğru bir cevap veremez. Çünkü bilmiyor fakat onu ben daha iyi bilirim. Onun babası sade bir İranlıdır. Bazıları onun adı Müslim bazıları da Osman’dır derler. Gerçek bu şekildeyken Ebu Müslim kendisinin İran meşhur hükümdarlarından Büzürcmihr sülalesinden olduğunu iddia eder, durur. Bu durum bizde büyük adamların hemen hepsince bir âdettir. Bizde asıl bilinen: Bir kimse mevki ve güç sahibi olduğu zaman derhâl soyunu yüce olduğu iddia eder. Hazreti Ebubekir yahut Hazreti Ömer yahut Hazreti Hüseyin’in torunlarından olduğunu ortaya atarlar. İranlılar ise Büzürcmihr, Erdeşir Nüşiravan gibi yüce birinin sülalesinden bulunduklarını söylerler. Bunlar hep halka güzel görünmek için sahte satışlardır. Bizim Ebu Müslim’in babası hakkında bildiğimiz şey, Merv şehrine on beş kilometre mesafede bulunan Mahvan köyü halkından bir adam olmaktan fazla değildir. Bu adam, bu köy ile diğer birkaç köye sahipti. Bazen ticaret için Küfe’ye hayvan sürüleri götürürdü. Daha sonra bu devlet (Emevi Devleti) zamanında İran beylerince âdet olduğu üzere Feridun kazası iltizamı olarak işi üstüne aldı.
Bu beyler, sahip oldukları kuvvete dayanarak memleketin zenginliğini hükûmetle paylaşırlar. Müslim veya Osman ödeme zamanı gelince borcunu ödemede acziyette bulunmuş, bunun üzerine vali kendisini alıkoyarak devletin Küfe’deki merkezî yönetim heyetine göndermiş. Müslim’in güzel ve cazibedar cariyesi vardı. Onu çok seviyordu. Küfe’ye gönderilirken cariyeyi beraber almış. Cariye o sırada gebe bulunuyordu. Müslim yolda nasılsa bir fırsat bularak muhafızların elinden kaçmış, Azerbaycan’a doğru gitmiş. Yolda Kayık kazasından geçmiş. Cariyeyi orada İsa b. Ma’kıl adında bir adamın yanında bırakarak kendisi Azerbaycan’a gitmiş. Orada vefat etmiş. Sonra bu cariye dostumuz bu Ebu Müslim’i dünyaya getirmiş. Ebu Müslim, İsa’nın hanesinde büyüdüğü zaman İsa’nın oğullarıyla beraber mektebe gitmiş. İsa ile biraderi İdris de dediğim şekilde vergi mültezimleriydi. Bunlar da Müslim gibi vergi bedelini verememişler. Bunun üzerine İsfahan valisi kendilerini yakalayarak o sırada Irak’ın emiri bulunan Halit Kuseyri’ye şikâyet etmiş. Halit, muhafızlar göndermiş bunları Küfe’ye götürmüş. Orada hapsetmiş. Bunlar yakalanmadan evvel Ebu Müslim’i bir iş için göndermişlerdi. Ebu Müslim o işten geri gelince onların hapsinde bulunduklarını anlamış. Küfe’ye giderek hapishanede onların yanına gelip gitmeye başlamış. O sırada tesadüfi olarak Abbasiler taraftarlarından birtakım nakipler hilafetin ehlibeyit tarafına geçmesi için halkı teşvik etmek üzere gizlice Küfe’ye gelmişler. Bunlar, burada Ebu Müslim’i tanımışlar kendisi ile görüşmüşler. Aklını, dirayetini ve kuvvetli zekâsını beğenmişler. Kendisi de onların maksatlarını anlamış, emellerine uygun bulmuş, onlara katılmıştı. Onlar ile birlikte Mekke’ye gitmiş, orada bu nakipler kendisini İmam İbrahim’e tanıtmışlardı. İmam İbrahim, Ebu Müslim’i beğenmiş. Kendisinden hayır geleceğini sezmişti. Ebu Müslim bir süre imamın hizmetinde bulunmuş. Sonra Abbasi yanlıları ve yetkilileri ikinci defa imamın yanına gelerek Horasan’da düzenlenecek inkılap hareketini idare edecek ehliyetli ve muktedir bir adamın tayinini talep etmişler. İmam o büyük işe, bu küçük yaşlı Ebu Müslim’i tayin etmiş. Birtakım emirler vererek göndermiş.[7 - İbn Hallikan Tarihi, Cilt 1, Sayfa 503.] İşte görüyorsun a! Ebu Müslim kendi babasının kim olduğunu bilmiyor.”
Maşita, Dahhâk’ın verdiği bilgileri garip gördü fakat üzerine aldığı işi derhâl hatıra getirerek dedi ki:
“Amenna ve sadakna, her şeyi biliyorsun, buna inadık fakat şimdi böyle uzun hikâyeler ile vakit kaybetmek zamanı değildir. Sana söyleyeceğim işin haricinde meselelere girişme. Çıkını çıkararak, Dahhâk’a uzattı. Bu hanımımızın Gülnar tarafından sana hediyedir. Şimdi ben sana bir hizmet gördüreceğim.”
Dahhâk gülerek çıkını aldı:
“Peki… Başüstüne… Emret.” diyerek çıkını cebine sarkıttı.
Maşita tekrar söze başladı.
“Sen de biliyorsun ki hanımımız bugünlerde Merv şehrini kuşatmış olan ordu komutanı Kirmani’nin oğluna nişanlanmıştır. Pederinin arzusu sebebiyle Kirmanizade’yle evlendirilecek. Hâlbuki ben bu gece Kirmani’nin ecelinin pek yaklaşmış olduğunu anladım. Çünkü anlaşılan bu Horasanlı onu perişan edecek. Hislerim beni yanıltmıyorsa bu genç sevimli Şia komutanının bakışlarından hanımımıza mahsus bir ilgi beslediği anlaşılıyor. Kendisi her ne kadar açıktan açığa bir şey demediyse de hanımımız ile evlenmek arzu ettiğini zannederim. Şimdi bana göreceğin hizmet, bu hislerimin doğru olup olmadığını ustalıkla kimseye hissettirmeksizin gizlice anlamak bana gelip gerçeği söylemekten ibarettir. Her hâlde bunu bu gece anlamak isterim.”
“Bunu anlamak bence pek kolay şeydir. Hem fazlasını da yapacağım. Eğer şimdiye kadar hanımımızı sevmediyse bundan sonra onu kendisine sevdirebileceğim. Buna ne dersin?”
“Eğer bunu yapabilirsen senin için pek büyük bir ödül hazırdır. Yalnız bu işi gayet gizli tutmalısın.”
Dahhâk bir müddet gözlerini yere dikerek düşünmeye başladı. Yüzünde maskaralık yerine artık ciddi bir tavır görülüyordu. Sonra maşitaya doğru gözlerini kaldırarak:
“İşte şimdi gidiyorum, Allah işimizi rast getirsin. Dua et.” dedi.
“Git, Allah yardımcın olsun.”
“Fakat gitmeden önce yalnız bir şey rica edeceğim beni aynanın önünde bırak, kendimi düzelteceğim.”
Maşitanın izni üzerine Dahhâk duvara asılı cilalı, bakırdan bir aynanın önünde durdu. Sarığını çözerek gayet gülünç bir şekilde sardı. Sakalını bıyığını karıştırarak perişan kaba, gülünç bir hâle koydu. Cübbesini çıkarıp ters giydi. Ayakkabılarını çıkararak kuşağına soktu. Yalın ayak olduğu hâlde ahmak gibi gülerek, çıkıp gitti.
Ebu Müslim ise bey salonundan ayrıldıktan sonra Halit ile beraber önlerinde fenerleri olan uşaklar yürüdüğü hâlde, bahçenin ağaçları, güzel kokulu çiçekleri arasından geçerek surun kenarında bulunan kandiller ile ışıklı haneye vardılar. İçeri girdiklerinde Ebu Müslim hiçbir söz söylemeksizin elbise ve silahlarını çıkarmaya, yatmak için hazırlanmaya başladı. Halit’e gelince Gülnar’ın o sihirli güzelliğini ve o anda Ebu Müslim’e doğru yönlendirdiği âşıkane bakışları Ebu Müslim’in ise ona karşı aldığı kayıtsız tavır ve ihmalkârlığı düşünerek Ebu Müslim’in buna dair bir şey söyleyeceğini ümit ediyordu. Fakat heyhat! Ebu Müslim hiç oralarda değildi. Bir söz bile söylemedi. Halit de sessizliğini koruduğu hâlde elbisesini ve silahını çıkarmaya başladı. Ebu Müslim’in daima sessiz vakit geçirir pek kısa söz söyler, pek nadir gülen bir insan olduğunu bildiği için o geceki sessizliği, alışılmış bir durum gibi görüyordu.

11
HAZİNEDAR İBRAHİM
Hazinedar İbrahim ise paraları misafirhanenin, Ebu Müslim ile Halit’e ayrılan odadan uzak bir odaya götürmüştü. Odaya girince giysileri bırakıp çekilmelerini uşaklara emretti. Bu adamın pederi gerçek Musevi’ydi. Daha sonradan para kazanmak maksadıyla Müslüman olmuştu. Oğlu İbrahim de aynı ahlak ile belki de pederinden daha fazla açgözlü ve paraya taparak büyümüş. Sokulganlık yaparak Abbasilere mensup nakiplerin güvenini kazanmıştı. Kendisi pek iyi hesap bildiği için Ebu Müslim onu hazinedarlığa almıştı. İbrahim bu memuriyetten çokça para kazanıyordu fakat bu kazanç parayı eksik saymaktan veya hırsızlıktan ileri gelmiyordu. Çünkü bu şekilde doğrudan doğruya hırsızlığı nadiren yapabilirdi. O, en çok para değişiminden kazanırdı. O sıralarda basılan paraların bir kısmı vezince eksik bir kısmı tamdı. Bu gibi damgalanmış akçeler pek çok çeşidi vardı. Mesela Haccâc’ın 50 seneyi hicriyesine Irak’ta darbettiği madenî paralar vezince eksikti. Daha sonra Irak’a vali olan İbn Hübeyre o paralardan daha iyi madenî paralar bastırttı. Bunlardan sonra o bölge de valilik eden Halit Kuseyri kendi zamanında basılan paraların değerinin tam olmasına çok gayret göstermişti. Daha sonra vali olan Yusuf b. Ömer ise bastığı paraların tam olması hususunda büyük gayret göstermişti. Onun için bu son üç valiye mensup olan (Hübeyre – Halit – Yusuf) dönemlerinde basılan paralar, Emeviler dönemindeki paraların en iyisiydi. Haccâc tarafından eksik basılan paralara ise nukudu mekruha adı verilirdi. Bu isimle bilinir olmuştu.[8 - Ahkâm-ı Sultaniye kitabı.]
İşte İbrahim, İran beylerinden yahut Şia’nın diğer yardımcılarından paralar geldikçe adet sayısıyla defterlere geçirerek hangi cins paradan olduklarını bildirmezdi. Paraların içinde (Hübeyre – Halit – Yusuf) cinslerinden para bulunur ise nukudu mekruha ile değiştirirdi. Bu yüzden pek çok paralar kazanırdı. Yaptığı bu iş için kullanılmak üzere İbrahim’in özel sandığı nukudu mekruha ile dolu olur, bu torbaları taşımaktan hâli kalmazdı. İbrahim o gece yalnız kalınca odasının kapısını kapamış sakına sakına o paraları gizlice değişime koyulmuştu.
Dahhâk gerek bu İbrahim’i gerek daha evvel babasını da tanıyordu. Maşita tarafından o işe araştırmaya memur olunca pek hırslı bildiği İbrahim’i para kuvvetiyle çalıştırmaya karar verdi. İbrahim ise Dahhâk’ı hiç tanımaz, hâl ve tavırlarından emir altına alınmış şaklaban veya budala bir insan olduğunu tahmin ederdi.
Dahhâk, maşitadan ayrılınca ayın ışığı ile ışıltılı bir sema altında bahçede yavaş yavaş yürümeye başladı. Gözlerini gökyüzüne dikerek sanki yıldızları sayıyor yahut yüksekliği sonsuz olan yıldızların hikmetini okumaya çalışıyordu. Bu hâl ile yalın ayak İbrahim’in odası önüne vardı. Ahmak tavrını iyiden iyi takmış olduğu hâlde kapının önünde durarak içeriyi dinledi. Odanın içinde hafif bir şıkırtı işitiliyordu. Dahhâk bunun para sesi olduğunu derhâl anladı. O zamana kadar Ebu Müslim ile Halit uyumuşlardı. Uşaklar da birer tarafa gitmiş bahçede kimse kalmamıştı. Artık olay yeri dışında uzakta bulunan davarların yatıp kalkmalarından başka bir ses işitilmiyordu. Dahhâk, İbrahim’in para değişim meselesini bitirdiğini tahmin edinceye kadar oda kapısında durup bekledikten sonra yanında bulunan para kesesini kapının önünde bir taş üzerine düşürdü. Paranın düşüşü gecenin sessizliği içinde büyük bir şakırtı çıkardı.
Odanın içinde paraları değiştirmekle uğraşırken kendisinin kımıldamasından yahut paraların birbirine dokunması sırasında ses çıkmasın diye nefes almaktan bile sakınan İbrahim, her tarafın sessizlik içinde bulunduğu bir zamanda kapı önünde oluşan şakırtıdan pek fena ürktü. Bir süre bulunduğu yerde mıhlanmış gibi kaldı. Şakırtıyı hemen ardından başka bir ses, bir hareket işitilir diye bekledi. Ortalığı iyice dinledi öyle bir ses gelince kapıya doğru gelerek kanadı yavaş yavaş araladı. Başını çıkarıp etrafa baktı. O sırada Dahhâk üç beş adım ötede ellerini kalçasına dayamış, belini arkaya doğru bükmüş bir vaziyette gözlerini yukarıya dikerek aya doğru koşuşan hafif iki üç bulut parçalarına dalgın dalgın bakıyordu. İbrahim şakırtının geldiği yere bakınca renkli, ipekli kumaştan bir kese gördü. Hemen uzanıp bunu almak istediyse de Dahhâk’a görünürüm diye korkuyordu. Fakat Dahhâk’ın ahmak, aptal bir insan olduğunu, aklı başında bir adam olsa kesesini düşürmeyeceğini hatıra getirdiğinden bu kısmeti elden kaçırmamak fikriyle usulcacık biraz ilerledi. Keseyi alarak hemen odaya dönmek istedi. Ancak o sırada Dahhâk büyük bir kahkaha kopararak gecenin o ulu sessizliğini bozdu.
İbrahim birdenbire kahkahadan titremeye başladı. Az kaldı telaştan keseyi elinden düşürecekti. Fakat çok geçmeden kendini toplamaya mecbur oldu. Sanki başka bir maksat için odadan çıkmış gibi göründü. Büyük büyük adımlar ile yanına yaklaşan Dahhâk ile biraz şakalaşmak istedi:
“Geceleyin burada ne yaparsın? Yeri mi ölçüyorsun, yoksa yıldızları mı sayıyorsun?” dedi.
Dahhâk semaya baktığı hâlde cevap verdi:
“Kaybettiğim paraları arıyorum. Yanımda bir kese vardı. (Ayı göstererek.) Buraya düşürdüm zannederim.”
İbrahim gülmeye başladı. Karşısında duran adamın sersemliğine büsbütün inanarak nasıl olursa olsun keseyi hiç etmeye çalıştı. “İhtimal oraya düşürmüşsündür.” diyerek odanın içine girmek istedi. Fakat Dahhâk hemen boynuna sarıldı. İterek odaya soktu. İbrahim kısa boylu pek korkak bir adamdı. Dahhâk ona nispetle o derece güçlü, kuvvetli, boylu boslu idi ki istese onu tuttuğu gibi bir tarafa fırlatırdı. Bununla beraber İbrahim, cesur kuvvetli bir adam olsaydı bile âleme rezil olmak korkusuyla susmaktan başka bir şey yapamayacaktı. Çünkü bağıracak olsa uyuyanları belki de kendilerinden pek çok korktuğu Ebu Müslim’i ve Halit’i uyandıracaktı. Yalnızca ne yaptığı anlaşılacak, rezil olacaktı çünkü odada hâlâ para keseleri, paralar açık saçık duruyordu. Fazladan kabahatli olmak aslında insanı aşağılık eder. İbrahim para sesini işitmemiş olsaydı asla o saatte odasının kapısını açmazdı. Bir kere kapıyı açıp keseyi yerde görünce onu çabucak cebine atıp çekilebileceğini ümit etmişti. Dahhâk’ın ansızın odaya gireceğini kendisine musallat olacağını hiç hesap etmemişti. Kendi ettiği kabahat yüzünden başına bu hâl gelince susmaya mecbur oldu. Artık şaka yoluna saparak, “İşte senin kesen semadan düştü.” al diyerek keseyi ona uzattı.

12
ÇARE
Dahhâk keseye parmaklarının ucuyla tuttuktan sonra yine bırakıyordu. Kese yere düştü. Bir şangırtı daha koptu. En ufak bir patırtıdan korkan İbrahim telaşla keseyi yerden alarak:
“A canım! Bu senin kesen değil mi?” dedi.
Dahhâk gülerek cevap verdi:
“Oda aydınlık olmadığı için farkına varmıyorum. Rica ederim, ışık yakınız.”
“Aydınlık istiyorsunuz, haydi mehtaba çıkalım, orada keseyi tanırsınız.”
İbrahim bu sözleri söyledikten sonra Dahhâk’ın elinden tutarak dışarı çıkarmak istedi. Fakat Dahhâk sabit bir ağaç gibi yerinde dikili kaldı. İbrahim başına bela kesilen bu adam ile işi tatlıya bağlamak lüzumunu hissederek:
“Paranı eksilmiş zannediyorsan daha fazla veririm.” dedi.
Dahhâk teşekkür makamında başını eğerek cevap verdi:
“Fakat nukudu Yusufiye’den isterim. Başka para almam. Haberin olsun ha!”
İbrahim bu sözler üzerine meraklı meraklı düşünmeye başladı. Acaba bu aptal adam kendisinin para değişimi ile uğraştığını biliyor mu? İbrahim bunu uzak ihtimal görüyordu. Fakat bu adamı her ne suretle olursa olsun defetmek istiyordu.
“Evet, nukudu Yusufiye vereceğim. Merak etme.” dedi.
Dahhâk gülerek:
“Demek daha değiştirmedin.”
İbrahim Dahhâk’in öyle görüldüğü gibi ahmak, budala bir herif değil kendisinin bütün sırlarını bilen bir adam olduğunu anlıyor. Hatta başkaları tarafından bir entrika ile geldiği hâlde görünüşte aptal tavrı takındığını ihtimal vererek korku ve telaşa düşüyordu. Bu ihtimali bertaraf etmek için onu odadan çıkarıp defetmeye çalıştı. Fakat buna bir türlü başaramıyordu. Odadan çıkaramayınca utanır çıkar ümidiyle Dahhâk’a “Buyurunuz oturunuz.” dedi. Dahhâk bu daveti çoktan beklermiş gibi derhâl yere oturmakla beraber İbrahim’in elinden çekerek onu da yanına oturttu. İbrahim artık ne yapacağını bilmiyor, sonuca bakarak Dahhâk’a elinde olmayarak boyun eğiyordu. Oda büsbütün karanlık değildi. Mehtap kapıdan giriyor açık duran paralar en küçük bir bakış ile göze çarpıyordu. Dahhâk paraya doğru bakarak dedi ki:
“Paraları toplamak için size yardım edeyim mi? Üzerlerindeki Yusufiye damgasını kaldırıp yerine Haccâciye yazayım mı? Bu teklifi kabul etmek herhâlde hıyanetin ortaya çıkmasından iyidir, zannederim.”
Pek açık söylenen bu sözler üzerine korkudan tüyleri ürpermeye başlayan İbrahim yalvaran bir tavır takınarak:
“Artık! Allah aşkına olsun kim olduğunuzu ne maksat ile yanıma geldiğinizi doğru söyleyiniz. Göstermek istediğiniz gibi ahmak, budala bir adam değilsiniz, kimsiniz?”
Dahhâk cevap verdi.
“Benim ismim Dahhâk, çok gülen demektir. Beni tanımıyorsanız işte sarığım, cübbem, ayakkabılarım hep dediğimi ispat eder daha başka delil ister misin?”
“Rica ederim, şaka ile beni aldatmaya uğraşmayınız. Bana doğruyu söyleyiniz benden ne isterseniz veririm.”
“Öyle ise size doğruyu söyleyeyim. Bana ağlatıcı Dahhâk derler fakat bu büyük muazzam askeriyenin hazinedarı olan sizin gibi bir değerli insanın ağlamasını arzu etmediği temin ederim.”
“Tekrar rica ederim. Ne iseniz açıktan açığa söyleyiniz. Her istediğinizi yapmaya hazırım.”
“Dostum ne olduğumun size hiçbir ilişkisi yoktur. Merak etmeyiniz. Kabahatinizi bir kimseye söylemem. Buna emin olunuz. Yalnız sizden bir hizmet isteyeceğim. Bu hizmeti bizim için yapar mısınız?”
İbrahim bu soru karşısında kalben bir ferahlık duyarak düştüğü beladan sağ salim kurtulabileceğini ümit etmeye başladı.
“Teklif edeceğiniz hizmet ne ise söyleyiniz. İstediğiniz yapmaya hazırım.”
“İlkin şunu söyleyiniz, Ebu Müslim’in nezdinde hatırı sayılır bir yeriniz var mıdır?”
İbrahim bu soru üzerine gözlerini yere dikti. Büyük bir tereddüt içinde kaldığı hâlinden anlaşılıyordu.
“Ebu Müslim kimseye yetki veren adamlardan değildir ki nezdinde öyle bir mevkim olsun. Bu zat öyle sıradan bir insan değil. Gayet şiddetli gayet hiddetli pek nadir güler pek az söz söyler, sanki çelikten yaratılmış bir adamdır. Bütün arkadaşları, tanıdıkları kendisinden tir tir titrerler. Çünkü en küçük bir şüphe üzerine hiç acımaksızın adam öldürür. Efendiniz, Merv beyine bu akşam okuduğu imamın emrini dinlediniz, zannederim. İmam, Ebu Müslim’e her kimden şüphe edersen katletmesi emrini veriyor. Fikri, ahlakı, emeli bu yolda olan adamın nezdinde güçlü bir mevki sahibi olmak mümkün müdür? Bununla beraber kendisinden ricanız varsa yerine getirmek için bütün servetimi harcamaya hazırım.”
Dahhâk gülerek:
“Hakikaten doğru söylediniz. Bunun tersini söylemiş olsaydınız ben de sizden şüphe edecektim. O zaman hakkınızda imamın emrini yerine getirmeye hakkım olacaktı.” dedikten sonra sözüne devam etti:
“Şimdi sizden ikinci bir soru soracağım. Sır saklayabilir misiniz?”
“Size namusum üzerine söz veririm ne söylemek istiyorsanız korkmadan söyleyebilirsiniz.”
“Sizden hiç korkum yoktur. Çünkü canınız elimdedir. Ebu Müslim’in kalbinde hakkınızda şüphe uyandırmak kadar kolay ne var?”
Dahhâk bu sözleri söyledikten sonra birdenbire ayağa kalktı. Ayakkabılarını kuşağından çıkararak ayağına giydikten sonra bulunduğu yerde dik durdu. İbrahim, Dahhâk’ın bir daha deliliği tutarak o saatte kendisini komutana şikâyet etmeye kalkışabilmesinden hâlâ pek fazla korktuğu için onun o hâl ve tavrından yine telaşa düştü. O da ayağa kalktı. Dahhâk büyük bir önem verdiğini göstererek:
“Birader ne oldunuz? O sır ne ise söyleyiniz.” dedi.
Dahhâk yine şakaya vurdu:
“Sırrı evde unuttum. İşte onu getirmek için gidiyorum.” diyerek gülmeye başladı.
İbrahim, Dahhâk’ın bu bitmek tükenmek bilmeyen garip davranışlarından son derece acı içinde olduğu hâlde bir an ona uymak için o da güldü. Fakat Dahhâk’ın hâlâ kendini ahmak, budala gibi göstermeye çalışmasından ürküyor bunu ne yolda kandıracağını bilemiyordu. Yine yalvarır bir dille:
“A canım! Allah aşkına olsun artık şakayı bırakınız, ne istiyorsanız açık söyleyiniz. Hayatım elinizde olduğunu biliyorsunuz, dedim ya ne hizmet istiyorsanız yapmaya hazırım.”
Dahhâk cevap vermeyerek yürümeye başladı. İbrahim onun arkasında yürüdü. Odadan çıkıp mehtaba karşı durunca Dahhâk, İbrahim’e dönerek sordu,
“Ebu Müslim yola çıkınca ailesini beraber götürür mü?”
“Eğer ailesinden muradınız zevcesiyse… Hayır, onu beraber götürmez. Ebu Müslim zevcesini birçok bekçilerin koruması altında kendi hanesinde bırakır öylece yola çıkar. Namus noktasında çok şiddetlidir. Hatta o kadar kıskançtır ki ne bir zaman zevcesini hanesinden dışarı çıkarır ne de kendisinden başka bir erkeği evine koyar. Kadınların muhtaç oldukları eşya bacalardan içeri atılır. Hem bundan daha garibi var: İşittiğime göre Ebu Müslim zevcesiyle zifaf edeceği gün, onun bindiği beygiri boğazlattığı gibi eyeri de zevcesinden sonra ona bir erkek oturmasın diye ateşte yaktırmış.”
Dahhâk, İbrahim’in sözünü keserek sordu:
“Kadınların diyorsunuz, Ebu Müslim’in birkaç zevcesi mi var?”
“Hayır, Ebu Müslim aynı zamanda iki zevce sahibi olmuş bir adam değildir. Kendisi evlenmekten nefret eder. Evliliği âdeta bir cinnet kabul eder. Her vakit: ‘İzdivaç bir cinnettir. İnsanın senede yalnız bir defa belki evlenmek hatırına gelir.’ der, durur. Bu fikirde bulunan bir adam kadınla meşgul olur mu? ‘Kadınların’ dedikten maksadım kendisi gibi önde gelen devlet büyüklerinin malik olmaları alışkanlık hâline gelmiş olan hizmetçi ve uşak cümlesinden konağında bulunan cariye halayıklar vesaireden ibarettir.”
Dahhâk, bu sözler üzerine kendini toplamış gibi yere bakmaya başladı. İbrahim ise bu son sorunun boşuna sorulmadığını anlıyor, Dahhâk’ın durgunluğundan biraz cesaret alıyordu. Söze devam etti.
“Gerçekten bu adamın durumu gariptir. Böyle bir adam ne gördüm ne de göreceğim ihtimal, bütün inancını bu ahlak ile üzerine toplamış. Takip ettiği siyasi maksattan dolayı bu adamın gözünde dünyada hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Güldüğünü, latife ettiğini bir şey ile eğlendiğini kabul değil göremezsiniz.”
Dahhâk maksadını söylemek zamanı geldiğini hissetti.
“Şimdi size emanet edeceğim sırra gelelim. Beni dinleyiniz. Aldığım bilgiye göre Ebu Müslim bu gece bizim efendinin kızını görünce sevmiş. Onunla evlenmek ister gibi bir hâl göstermiş. Hâlbuki bu hanım diğer bir emire nişanlıdır. Eğer Ebu Müslim onu gerçekten seviyorsa ben o nişanı bozar ve kızı kendisine verdirebilirim. Fakat bu sır aramızda kalacak. Anladınız mı?”
“Birader! Benden çekinmeyiniz. Tehdide lüzum yok. Fakat Ebu Müslim’in kızı görerek sevmiş olmasına katiyen ihtimal veremem. Çünkü bu adam ırz için çok kıskançtır, iffeti gözetir bir adam olduğu için kadınlara gözünü kaldırıp asla bakmaz. İş başka türlü olmuşsa bana açıktan söyleyiniz.”
Dahhâk elini İbrahim’in üzerine koydu. Boyu kısa olan hazinedara bakmak için gözlerini aşağıya doğru dikmiş olduğu hâlde cevap verdi:
“Onu tam tersi hanım kız görmüş, beğenmiş onunla evlenmek arzu ediyor demek istiyorsunuz zannederim. Haydi, öyle farz ediniz. Bu iş için ne çare bulursunuz?”
İbrahim, Dahhâk’in yüzüne bakmak için gözlerini yukarıya kaldırarak cevap verdi.
“Buna çare Ebu Müslim’in arzu ve razılığını anlayıp öğrenmekdir. Bu iş kolay bir iş değil. Çünkü daha önce dediğim gibi Ebu Müslim evlilikten hoşlanmayan bir adamdır.”
“O hâlde bu işe razı geleceğine ümit etmiyor musunuz?”
“Hayır, bunu demek istemedim. Razı gelmesini ümit ederim. Fakat her hâlde buna çok dikkat etmek ve temkinle çalışmak lazımdır.”
İbrahim bu sözleri söyledikten sonra bir eli ile Dahhâk’ın kuşağını tutarak sözüne devam etti:
“Sen kendini maskara şaklaban gösteriyorsun ama benden daha ziyade kurmazsın, seni pek iyi anladım. Şimdi, beni dinle maksada ulaşmak için bir çare buldum, zannederim. Ebu Müslim’e gerçekten bu zamanlarda kimse izdivaç konusunu açmaz. Her hâlde işte mühim bir nokta bulmalı, onun nazarıdikkatini çekmeli, aklına koymalı. Bu noktada inkılapla alakalı olmalı. Mesela kendisine hanım kızın ehli Şia’ya fevkalade taraftar olduğu, onlar için pek fedakârane çalıştığını, düşmanlarına karşı zafer kazanıp başarı elde etmesi için her türlü hizmete hazır bulunduğunu söylemeli. Bu sözler mutlaka onun hoşuna gider. Ebu Müslim bunu anladıktan sonra hanım da bu yolda hakiki bir gayret görürse onu almaya belki razı olur. Ben buna en iyi çare görüyorum. İhtimal ki yanılıyorum.”
İbrahim bunu söyleyerek omuzlarını kaldırdı.
Dahhâk cevap verdi.
“Hakikaten iyi bir çare buldunuz. Fakat gerek görülürse hanımın siyasi görüşünün ne olduğunun Ebu Müslim’ce kesinlikle anlaşılması için ikisi arasında görüşme meydana gelmesine aracılık eder misiniz? Bunu ben kendimden söylüyorum. Belki hanım kız buna uygunluk göstermez.”
“Ölmeden her ne gelirse bu uğurda yapacağıma size kesinlikle söz veririm.”
Bu konuşma sırasında Dahhâk’n çehresi ciddi bir şekil alarak şaklabanlıktan hemen hemen eser kalmamıştı. Fakat İbrahim’in şu son sözlerini işitince eski maskaralığı yine ele aldı. Cübbesinin önünü kaldırarak İbrahim’e doladı. Kısalığı sebebiyle eteğine sarılı kalan İbrahim, Dahhâk’in bu hareketinden ürktü. Eteğin altından sıyrılıp çıkarken sarığını yere düşürdü. İbrahim bu şakaya pek fena kızdı ise de zorlama bir gülüş ile sarığı yerden alarak başına sardı. Dahhâk dedi ki:
“Koca bir serdarın hazinedarı olsanız da benim gibi şaklaban bir hizmetkârın bu kadar cefasını çekiyorsunuz. Bu gerçekten sizin pek nadir, pek mütevazı bir adam olduğunuzu gösterir.”
“Birader! Hâlâ beni aldatmaya çalışmayınız. Siz öyle zevzek, budala bir hizmetkâra benzemezsiniz. İç yüzünüz pek önemli olmalı. Şimdi kesenizi almayacak mısınız?”
“Kese benim değil ki alalım… Aydan düşmüş bir kese… Elinize geçti, sizindir. Verdiğiniz sözleri yerine getirirsiniz. Gizlice para değişiminden, şaklaban bir hizmetkârdan korkmadan sizi zengin kılacak bunun gibi daha pek çok keselere sahip olacağınıza şüpheniz olmasın. Sözümü iyi anladınız mı? Essalamü aleyküm.”
Dahhâk bu sözleri söyler söylemez ayakkabılarını ellerine alarak oradan çekildi. Maşitanın odasına doğru süratle yürümeye koyuldu. O vakte kadar hava bozulmuş, birdenbire gökyüzünü bulutlar kaplamış, şiddetli bir kış rüzgârı esmeye başlamıştı. Mevsim ilkbahar başlarıydı. Bu zamanlarda havaların o suretle birdenbire değişimi garip bir şey değildi.

13
İNTİZAR MERAKI[9 - Meraklı bekleyiş.]
Gülnar, maşitanın üzerine aldığı görevden çıkacak sonucun önemini göz önüne getiriyor, kendi odasında büyük bir merak ile onun dönüşünü bekliyordu. En küçük bir hareket, bir patırtı kalbini heyecana düşürüyordu. Bir şey bulup eğlenmek yahut Reyhane veya Dahhâk’tan lazım olan teselliyi veya ümitli bir haber alabilmek inancıyla odadan dışarı çıkmak istiyordu. Bir süre bulunduğu yerde daldı, kaldı. Sonra köşkün diğer bir tarafında bir deve sesini işiterek kendini topladı. Çünkü bu deve sesi elbette sevdiğinin ordugâhından geliyordu. Derken deve patırtısı çoğaldı. Gülnar meraklı bekleyişten kurtulmak için dışarı çıkmaya gerek duydu. Fakat ayağa kalkıp kulak verince artık hiçbir ses işitilmemeye başladı. Gülnar tekrar yatağına döndü. Sessizlik yine her tarafı kapladı. Kendisi de etrafı dinlemeye meraklı meraklı düşünmekle başladı.
Birkaç dakika sonra kapısının önünde yalın ayak yürüşe benzeyen hafif bir ayak sesi işitildi. Gülnar kimin ayak sesidir diye meraka düştü. Fakat bu merak bir saniyeden fazla devam edemedi. Çünkü ayak sesini odanın kilidi üzerinde gayet yavaş bir parmak tıkırtısı takip etti. Gülnar şiddetli bir yürek çırpıntısıyla ayağa kalkarak kapıyı açtı. Gelen maşitaydı. Gülnar onu görünce kalben bir ferahlık duydu. Reyhane büyük pufla kuşu gibi ayaklarını sürçtüğü, yüzünde büyük bir telaş izi görüldüğü hâlde hızlıca içeri girdi. Gülnar hemen maşitasından “Ne oldu?” diye sordu. Maşita acele etmeyiniz manasında sağ elinin parmaklarının uçlarını bir araya getirip tutmak suretiyle bir işarette bulunduktan sonra nefesi kesilmiş bir hâlde etrafına bakınarak yavaş bir ses ile “Hanımcığım biraz sabrediniz.” dedi. Hane tarafına kulak dikti.
Gülnar, sessiz sakin duruyordu. O da, maşitası gibi etrafa doğru kulak dikmiş, fakat hiçbir ses işitmeyince maşitasına meraklı gözlerle ile baktı. Reyhane hemen hemen anlaşılmaz gayet yavaş bir ses ile:
“Dahhâk’ı bularak malum olan işe gönderdikten sonra bir süre odamda kaldım. Sonra kimseye sızdırmadan usulcacık yanınıza gelmek için odadan çıktım. Fakat köşkün yazlık kısmına gelince bana yakın bir yerde bey babanız öksürdüğünü işiterek ‘Acaba beni gördü mü?’ diye korktum. Bir müddet durup bir iki dakika bekledim. Yeni bir ses gelmediğini görünce ayakkabılarını çıkardım. Parmaklarım üzerinde yavaş yavaş yürüyerek buraya geldim. Bey arkamdan geliyor mu diye yüreğim hopluyordu. İhtimal korku hâli bana bu kadar telaş verdi.”
“Bu kadar telaş ve kuruntudan gelmiş zannederim. Çünkü bey babam, bu zamana kadar uyanık kalamaz. Seni görmüş olsa bile telaşa lüzum yoktu. Şimdi bana anlat. Dahhâk ile işi nasıl planladınız?”
Maşita, Dahhâk ile nasıl konuştuğunu nasıl hazırlıkta bulunduğunu özetle anlattıktan sonra:
“Ne yaptığını anlamak için şimdi Dahhâk’ın dönüşünü bekliyorum. Bu iş için iyi bir aracı bulduğumuza eminim. Çünkü bu adam şaklabanlık ve ahmaklığı ile beraber son derece mert ve gayretli bir adamdır. Ahmaklığı, şaklabanlığı bir eğlencedir zannederim.”
“Buna nasıl ihtimal veriyorsun? Ahmak, budala gibi görünmeye neden mecbur olsun? Kendisi Arap’tır. Devlet ise Arapların elindedir. Yaradılış olarak budala olmasa akıl, dirayet dediğin gibi mertlik, gayret sahibi olsa Arap olması bu devlette mühim bir mevkiye geçmesine kâfidir. Bize uşak olur muydu?”
Maşita başı ve gözüyle haklısınız manasına bir işaret yaptıktan sonra cevap verdi:
“Ahmak, budala her ne olursa olsun sadakat ve gayretinden eminim. Sonuçta siz de göreceksiniz. Şimdi mutlaka kendi odama gidip beklemeliyim. Çünkü orada buluşmaya söz verdik.”
“Ben de seninle beraber gelmek, orada kendisiyle görüşmek isterim. Çünkü buraya getirmektense orada görmeyi tedbir için uygun görüyorum.”
Maşita hanımının maksadını anlayarak fikrini uygun buldu. Gülnar yataktan kalktı. Yorganının üzerinde bulunan içi görklü dört tarafı boyanmış ipekli kırmızı bir kumaşa sarıldı. Başını ipek işlemeli süslü bir Keşmir şalıyla örttü. Yüzünün ön tarafından başka bütün vücudu örtülmüştü. Maşita önde yürüdüğü hâlde odadan çıktılar. Maşitanın odasına doğru yürüdüler. Köşkün yazlık kısmına vardıkları zaman havanın kış gibi serinlemiş olduğunu gördüler. Gülnar havanın bu hâlinden bilinmez bir sebeple kalbinde bir üzüntü, acı duyuyordu. Maşitasına bir şeyler söylemek istedi fakat kendini tuttu bu şekilde odaya vararak içeri girdiler. Maşita kapıyı kapadıktan sonra hanımının oturması için bir minder serdi. Gülnar yüzünü kandile doğru çevirmiş olduğu hâlde oturdu. Kandilin ışığı, dışarıdaki kasırga rüzgârından kapının aralığından giren hafif ve kırgın bir titreme ile dalgalanıyordu. Gülnar minder üzerinde oturunca şalı kaldırdı. Çehresine ısınmaktan bir kat daha güzellik ve renk gelmişti. Maşita hanımın pek cazibeli pek sevimli bir şekilde tecelli eden güzelliğine bakarak bu güzellik timsaline karşı hoş bir tebessümde bulunduktan sonra hanımının başını elleri arasına alarak öptü. Sonra onun önünde diz üstü oturarak şalının temasından bozulan saçlarını düzeltmeye çalıştığı hâlde:
“Fesüphanallah! İran-Türk memleketlerinde emsali bulunmayan bu sihirli güzelliğe karşı o Horasanlı nasıl vurgun olmaz? Bu kabul müdür?” dedi.
Gülnar güzelliğinin bu övgülerine karşı üzüntü ile içini çekti. Bir süre sessiz kaldıktan sonra oraya gelirken havanın bozulduğunu görmekten hatırına gelip maşitasına söyleyemediği hislerini aklına getirerek, dedi ki:
“Reyhane! Buraya gelirken sebebini anlayamadığım bir ferahlık bir yürek sevinci hisettim.”
Maşita tebessüm ile cevap verdi:
“İnşallah her vaktiniz ferahlık ve memnuniyet ile geçer hanımcığım!” Sonra ayağa kalktı.
“Ben de öyle bir ferahlık duydum, ikimizde ortaya çıkan bu hissin sebebi bir kuruntu olduğunu hissettim. Rüzgârların esmesinden yağmur yağacağı anlaşılınca insanın kalbine bir keder gelir bunu pek çok defa tecrübe ettim. Canımın sıkıldığı, mahzun kaldığım zamanlarda yağmur yağarsa kalbime bir ferahlık gelir, giderim ortadan kalkar.” dedi.
Maşita bir süre sebepsiz aynanın önünde durduktan sonra birdenbire hanımına doğru dönerek:
“Fakat bu rüzgârdan memnun olmanıza başka bir sebep vardır. Açıkça söyleyeyim mi?”
“Söyle.”
Maşita gülerek cevap verdi:
“Çünkü kasırgalardan şiddetli yağmurlar yağar, şiddetli yağmurlardan sonra çamur çoğalır, yollar kapanır, misafirlerimiz de bu yüzden bir veya birkaç gün yolculuğu ertelemeye mecbur olurlar. Bunun alt tarafı siz de… İyi keşfetmedim mi?”
Epeyce vakitten beri can sıkıntısı, merak geçiren Gülnar, maşita-nın bu sözleri üzerine tebessüm ederek söz söylemek istedi. Fakat o sırada dışarıdan öyle patırtılı bir gülüş işitildi ki kahkahası rüzgârın sesine üstün gelmişti. Şüphesiz Dahhâk’ın her zamanki gibi ahmak bir gülüşüydü. Fakat şimdi öyle gülüşün zamanı mıdır? Gayet gizli davranacak bir zaman… Ona emanet olunan hizmet de gayet gizli… Şimdi onun öyle kahkahasıyla, patırtısıyla gelmesine ne mâni vardı? Gülnar dostane şekilde maşitasına baktı. O da hanımı gibi Dahhâk’ın hareketine hayret ediyordu. Reyhane kendini kontrol edemedi. Yavaş bir sesle:
“Hakikaten hakkınız var. Şüphe kalmadı herif ahmak, budala bir adamdır.” dedi.
Kahkahadan sonra Dahhâk’ın yanlarına gelmesini bir müddet bekleyip durdular. Fakat bu defa da gülüşü yerine yine onun diğer bir gülüşü, gülüşten sonra yüksek bir sesle şu sözler işitildi:
“Bey hazretleri! Pek doğru… Havalar bozuldu. Biraz sonra yağmur yağacak, ilkbahar yağmurları şiddetli olur. Havaların öyle gittiği gecelerde uyku uyuyamıyorum.”
Gülnar ile maşitası, Dahhâk’ın bu sözlerinden beyin hâlâ uyumadığını anladılar. Maşita beyin kendisi ile hanımın hâlâ uyumadıklarını bu odada bulunduklarını anlayarak şüpheye düşmesinden korktuğu için kandilin yanına giderek ışığın kapı deliklerinden dışarıya çıkmasına meydan bırakmayacak bir şekilde kandili örttü. Fakat bunu yapar yapmaz ilk kahkahanın işitildiği yerden daha uzak bir yerden diğer bir kahkaha onun ardından Dahhâk’ın şu sözleri işitildi:
“Efendimizin odalarından geliyor zannettiği ışık, şimşeklerin yansımasından ortaya çıkmış bir şey olduğunu, bütün köşkte efendimiz ile benden başka bu zamanlarda uyumayan kimse bulunmadığını söylemedim mi? Bey efendimiz uyanık kalırsa bütün köşkün halkının uyuması garip görülmemeli… Yatağa girinceye kadar hizmetiniz de kaldıktan sonra ben de kendi yatağıma çekilip uyuyacağım. Çünkü diğer hizmetkârlar uyuyorlar. Bütün gece beni hizmetinizde bulundurmak isterseniz emrinize hazırım.”
Gülnar bu sözleri işitir işitmez pederinin Reyhane hakkında şüpheli davranacağını, odasından ışığın sebebini araştırdığını anlayarak yüreği çarpmaya başladı. Dahhâk’ın kendisini tehlikeden o tarzda kurtarmaya çalışmasından memnun oldu. Gülnar ile maşitası sözleri dinlemeye dikkat ederek konuşmadan hareketsiz kaldılar. En küçük bir hareketi işitebilmek için nefes almamaya bile gayret ediyorlardı. Bir müddet bu şekilde geçtiği hâlde hiçbir ses gelmeyince beyin yatmak üzere kendi odasına çekildiğine, Dahhâk’ın çok geçmeden gelip kendilerini bulacağına hükmettiler.
Gülnar büyülü hislerine karşı saadet veya felaketten birini getirecek olan Dahhâk’ın getireceği haberlerin iyiliğine ya da kötülüğüne kendini hazırlıyor, rüzgârın şiddetli esmesinden ağaçların hışıltısından gök gürültüsünden Dahhâk’ın gelişini biraz uzaktan hissettirecek bir ses işiteceğini ümit etmiyordu.

14
CEVAP GETİRMEK
Gülnar ile maşitası, bir müddet daha odada sessizce vakit geçirdikten sonra kapıya pek yavaş vurulduğunu işiterek heyecana düştüler. Reyhane ayağa kalkıp kapıyı açtı. Dahhâk cübbeyi ters giymiş, sarığını pek gülünç bir şekilde sarmış, ayakkabılarını kuşağına koymuş saçını sakalını karmakarışık yapmış olduğu hâlde o pek maskara kıyafetle içeriye hızlıca girdi. Dahhâk bu uzun beklemenin sonunda birdenbire Gülnar’ı orada görünce utandı. Kendini toplamaya çalıştı. Sessizce ve yavaşça gülerek başını ve sarığını düzeltmeye başladı. Ayakkabılarını kuşağından çıkardı. Kapının yanına koydu. Sonra terbiyeli tavır ile Gülnar’ın önünde durdu. Dahhâk uzun boyu ve o hâli ile âdeta dev bir ifrite benziyordu.
Gülnar, saçının bu hâline gülmekten kendini almadı. Dahhâk, hanımının gülmekte olduğunu görünce bir eli ile sarığını diğer eli ile maşitayı göstererek:
“Hanımcığım! Bu kıyafetten dolayı beni affediniz. Sizin burada bulunacağınızı hiç zannetmiyordum. Asıl kabahat bu fesat kızdadır…” dedi.
Gülnar, Dahhâk’ın o kıyafetle içeriye kendi huzuruna girmesinden maşitanın kızmasına meydan bırakmamak için sözü bu üsluba dökmesine beğenerek güldü.
Maşita o noktanın farkında değilmiş gibi davrandı:
“Hanımımız gayret ve himmetinden pek ziyade memnundur.” dedi.
Dahhâk, maşitanın sözünü keserek yavaş bir sesle:
“Tabii… Fakat sen memnun değilsin çünkü damat senin için değil…”
Maşita, Dahhâk’a biraz sert bir bakışla baktı.
“A canım! Şakayı bırak ne ettin onu çabucak söyle. Anlaşılan hanımımızın başına yemin ettirmeden ciddi bir şey söylemiyorsun. Onun başı için ciddi konuşalım.”
Dahhâk, bunun üzerine kendini topladı. Gülnar’ın emri ile oturdu. Maşitadan ayrıldığı dakikadan itibaren nasıl gittiğini, Hazinedar İbrahim’i odasından nasıl çıkardığını, onunla ne yaptığını, neticede neye karar verdiklerini birer birer anlattı. Fakat Ebu Müslim’in kadınlara önem vermediği hakkında İbrahim’in söylediği şeylerle Gülnar’ı mutsuz etmemek nedeniyle söylemedi. Çünkü Dahhâk, Gülnar’ın Ebu Müslim’den ümidini kesmemesini arzu ediyordu. Bununla beraber Ebu Müslim’den herkes fevkalade korktuğu için ona izdivaçtan bahsetmeye kendi adamlarından hiçbirinin cesaret edemeyeceğini fakat her hâlde Ebu Müslim ile görüşecek olursa onun sadakatle sevgi göstereceğine, izdivaca talip olacağına şüphe bulmuyordu. Bu konuda Ebu Müslim’in meydana getirmek istediği siyasi değişime meyil ve gayreti görecek olursa kendisine ilgi ve alaka, evlilik konusunda istek duyacağını söyledi.
Gülnar, kulak vererek Dahhâk’ın sözlerini büyük bir dikkatle dinliyordu. Son sözleri işitince pek fena canı sıkıldı. Çünkü Ebu Müslim’in kendisi için kalben ne gibi bir his taşıdığını anlamak istiyordu. Bunu anlayamayınca üzgünce sessizliğe büründü. Maşita, Gülnar’ın bu üzüntüsünü derhâl hissetti. Ona ferahlık vermek maksadıyla Dahhâk’a dönerek dedi ki:
“Dahhâk, Allah senden razı olsun yine pek iyi iş başardın, başkası olsaydı bu kadarını yapamazdı.”
Dahhâk cevap verdi:
“Övünmeyi hiç sevmem, bu konuda övgüye layık bir şey yapmadım. Yalnız iş görebilmek için çare hazırladım. Hanım efendi arzu ederse bundan sonra ne yapmak lazım geleceğini söyleyeyim.”
Gülnar: “Söyle. Dinliyoruz.” dedi.
“İlk başta sizi Ebu Müslim ile görüştürüp konuşturmak için bir sebep aramak lazım.”
Gülnar bu sözleri işitince sanki Ebu Müslim’in huzurunda bulunuyormuş gibi yüzü kıpkırmızı kesildi. Çünkü o yaşına kadar pederi ile hizmetkârlardan başka hiçbir erkek ile konuşmamıştı. Dahası Ebu Müslim ile yüz yüze görüşürse mutlaka izzet ve nefsini, ağırbaşlılığını feda etmeye, tevazusunu belki de kendini hor görmeye başlayacağını düşünmüştü. Öyle bir konuşmanın gerçekleşmesi pederinin rızasına karşı gelmek olduğu gibi bunu pederinin öğrenmesi durumunda gazap ve hiddetini çekeceği de muhakkaktı. İşte Gülnar, bunları düşününce izzetinefsini başka hislere karşı galip gördü. Oturduğu yerde biraz geriye çekilerek başını salladı. Hâl ve tavrı asla yapmam demek istiyordu.
Dahhâk, Gülnar’ın zihninde dolaşan bu düşünceleri derhâl anladı. Kaşlarını yukarıya kaldırmak, aşağı dudağını sarkıtmak suretiyle sen bilirsin manasını işaret ederek bir an düşündükten sonra söze başladı:
“Hanımefendi! Onunla görüşmeniz için tevazu ve alçak gönüllü olmanızı inkâr etmezsem de…”
Maşita derhâl Dahhâk’ın sözünü kesti. Çünkü gevezelikle Ebu Müslim’in aslı ve faslını söyleyerek işi altüst etmesinden korkmuştu. Dedi ki:
“Ben bu konuşmada hiçbir tevazu ve alçak gönüllülük göremiyorum. Hanım, Ebu Müslim ile konuşacaksa Horasan’ın en büyük bir adamı ile Şia fırkasının amiri, komutanı ile görüşecek demektir. Buna nasıl tenezzül, tevazu manası verilebilir? Bu zat her ne kadar pek genç ise de emri altında Horasanlı emirler, komutanlardan birçok büyük adam vardır. İmamın kendisini bu büyük mevkiye tayin etmesi kadrinin büyüklüğünü ispat eder. Yüzüne, hâl ve tavırlarındaki heybete, bu büyük güce bakarsanız gelecekte bu adamın ne olacağını anlarsınız.”
Gülnar, maşitası tarafından sevdiğinin bu davranışlarının methini işitince kalbinde uyanan bu aşkın sebeplerinin ve bu aşk tutkusunun her güçlüğünü kolay görmeye başladı. Fakat yine sessiz kaldı. Dahhâk, maşitanın itirazından maksat Gülnar’ın önünde Ebu Müslim’in aslını söylettirmemek olduğunu anlayarak dedi ki:
“Bu delikanlı kahramanın ne büyük bir mevki sahibi olduğunu inkâr etmiyorum. Bahsettiğim tevazu ve kibirsizlikten maksadım hanımefendinin bir hanım kız olduğu için ilk olarak kendisinin gelmesidir ama hanımefendi kendisi istesin… O başka bir meseledir. Kendisi bilir.”
Dahhâk bu sözleri söylerken başını yere eğmiş gözlerini Gülnar’a dikmiş gülüyordu.
Gülnar’ın işe pek büyük bir önem verdiği gözlerinden anlaşılıyordu. Sessizliğini koruduğu hâlde, daha önce gülmekten ön taraf gelen saçlarının bazı büklümlerini arkaya attı. Sonra gözlerini yere dikerek kulağındaki küpeyi düzeltmeye başladı. Gerek maşita, gerek Dahhâk, Gülnar’ın, Ebu Müslim ile görüşüp görüşmeme meselesinden büyük bir tereddüt içinde kalarak hiçbir karar verememekte olduğunu anlıyorlar, kendileri de sanki göğün gürlemesini, yağmurun serpintisini dinliyormuş gibi sessizliği koruyorlardı. Fakat etrafa iyice kulak vermiş olsalardı uzaktan deve patırtısı işiteceklerdi. Yağmurun yağması, rüzgârın esmesi o sesin işitilmesine mâni oluverdi.
Nihayet maşita sessizliği bozarak söze başladı.
“Hanımcığım meseleyi yavaş yavaş iyi düşününüz. Buna vaktimiz var. Çünkü misafirler yağmur sebebiyle birkaç gün daha burada kalmaya mecbur olacaktır.”
Gülnar gözlerini yere dikmiş olduğu hâlde sessizliğe devam ediyordu. Dahhâk hanımın bu tavır ve düşüncesinden hâlâ Ebu Müslim ile görüşmek meselesini, verilmesi zor bir karar olduğunu kabul ederek dedi ki:
“Hanımefendi, kulunuza müsaade ederseniz ben de ne düşündüğümü söyleyeyim.”
Gülnar: “Ne düşünüyorsan söyle.”
“Anlıyorum ki bu görüşmeyi yapılamayacak bir şey gibi görüyorsunuz. Çünkü izzetinefsinizi, haysiyetinizi ne kadar muhafaza ettiğinizi biliyoruz, fakat ben bir çare buldum. Söyleyeyim mi?”
Gülnar, “uydundur” makamında başıyla işaret etti.
Dahhâk: “Siz de bilirsiniz Ebu Müslim bütün kuvvetini, bütün hayallerini meydana getirmek istediği siyasi meselelere adamıştır. Onun kalbine bir tesir icra etmek için bu inkılabı gerçekleştirmekten başka çare yoktur. Fikrimce bizzat onunla yüz yüze görüşmeyi münasip görmezseniz o siyasi harekete desteğinizi, inancınızı bir haber göndererek işe başlarsanız bunu tecrübe ederiz. Sonra bakalım, ne sonuç çıkar.”
Gülnar, Dahhâk’ın bu fikrinden memnun olmuş gibi göründü.
Onun bu hâli Dahhâk için kabul olmuş bir cevap hükmündeydi.
Maşita, hanımın bu hissiyatını keşfederek Dahhâk’a:
“Pek güzel bir çare buldun. Allah senden razı olsun. Söyle bakalım, daha diyeceklerin var mı?”
“Daha ne diyeyim? Bulduğum çareyi açıkça söyledim. Uzun uzadıya muhabbet ve açıklamaya ihtiyaç yok. Hanımefendi, Ebu Müslim’e gerçekleştirdiği siyasi inkılaba katılacağını ve memnuniyetini arzu ettiğini gösterecek bir nişane verecek. Ebu Müslim’in bunu nasıl karşılayacağını anlayacağız da ona göre tedbir düşüneceğiz.”
Reyhane: “Ebu Müslim’e para mı göndersin demek istiyorsun?”
“Para olsun, başka şey olsun… Hanımefendi neyi arzu ederse onu göndersin.”
Gülnar, karşılıklı konuşmalarını kesti:
“Hep anladım… Fakat…” dedikten sonra maşitanın yüzüne baktı. Hâlinde Dahhâk’ın önünde söylemekten çekindiği bir şeyi yalnız maşitasına söylemek istediği anlaşılıyordu.
Reyhane bunu hissedince Gülnar’a:
“Galiba uykusuzluktan yoruldunuz, rahata muhtaçsınız.” diyerek ayağa kalktı.
Dahhâk, maşitanın maksadını anlayarak o da ayağa kalktı.
Sanki gitmek için izin istiyor gibi elleri göğsünde olduğu hâlde başını eğerek:
“Her ne olursa can ve baş ile her emrinizi icraya hazırım. Sadakatimden emin olunuz.” dedikten sonra dışarı çıktı.

15
HEDİYE
Gülnar, Dahhâk’ın sözlerinden memnun olduğu hâlde ayağa kalktı. Duyulmaktan çekinerek yavaş yavaş odasına doğru gitmeye başladı. Reyhane de kandili söndürdükten sonra hanımının arkasından gitti. Gülnar’ın odasına varınca içeri girdiler. Gülnar yatağa uzanarak yorganı üzerine aldı. Çünkü köşkün yazlık kısmından geçtiği esnada üşüdüğünü hissetmişti. Maşita da başını boynunun etrafını şalla sarmış olduğu hâlde hanımın yanında oturdu. İkisi de bu şekilde oturunca maşita söze başladı.
“İtirazınızın sebebini anlıyorum, hanımcığım!”
“Peki, sen ne fikirdesin? Pek zor bir mevkide bulunduğuma katılıyor musun?”
“Mevkinize katılıyorum, mesele zordur. Fakat halledilmeyecek bir meselede değil…”
Gülnar, maşitanın sözünü keserek:
“Nasıl halledebileceğiz? Kendimi iki çekiç arasında ezilmiş gibi görüyorum. Bir taraftan pederim beni Kirmani’nin oğluna nişanlamış. Yakında onunla nikâhlanacağım. Diğer taraftan ise (ansızın öksürerek) kalbimi başkasına esir görüyorum. Bununla beraber bu sevda karşılıklı mıdır? Değil midir? Bilemiyorum. Pederimin emrinden, baskısından nasıl kurtulabileceğim? Kalbimi ele geçiren bu aşk karşılıklı olmazsa sonra hâlim ne olur?”
Gülnar bu son sözlerini söylerken üzüntü ve tesirden boğazı tıkanmış, yanakları kızarmıştı. Maşita, hanımının yüzüne bakınca iki damla gözyaşının göz kapakları arasında dolaştığını görerek Gülnar için pek yaralayıcı oldu. Gülnar’a teselli edici sözler söylemekle kederinin hafifletmeye çalışmayı zaruri gördü.
“Hanımcığım, Kirmanizade meselesini o kadar mühim bir şey görmüyorum. Yarın bile onunla nikâhlanırsanız onun yanında kalabilmeniz için mutlaka pederinin, Ebu Müslim’e karşı üstün gelmesi gerekmektedir. Ebu Müslim ona mağlup olursa size layık bir adam değil demektir. Tersine Ebu Müslim galip gelirse o hâlde zorunlu olarak onunla evleneceksiniz. Çünkü Ebu Müslim, Kirmani’yi mağlup edince onun her nesi varsa cümlesini eline geçirir. Ona ait ne varsa alır. Bununla beraber her hâle rağmen Kirmanizade’yi sevmediğinizden dolayı uzak yaşamak istiyorsanız akıllıca düşünmeliyiz. Onun hanesinde de sanki pederinizin hanesinde oturuyorsunuz gibi uzun bir süre rahat kalmak için çare bulmak zor bir şey değildir.”
Gülnar, maşitanın imasını anlayarak mahcup olduysa da durumu el altından gösterebilen hâle karşı büyük bir ferahlık duymaktan kendini alamayarak kederle karışık olarak tebessüm etti.
Maşita söze devam etti.
“Şimdi, Ebu Müslim’e yetişmek için çareyi düşünmek kalıyor… Doğruyu söylemek lazımsa bu zevzek Dahhâk pek iyi düşündü. Fikrini uygun görmüş olmalısınız. Çünkü daha önce hiçbir haber vuku bulmadan, birdenbire Ebu Müslim’e görüşme isteğiniz hafifliğe işaret olabilir. Bana kalırsa Dahhâk aracılığıyla kendisine siyasi hareketine yardım adına bir miktar para göndermeniz, Dahhâk parayı takdim ederken gerek kendisini gerek takip ettiği maksadı sevdiğini ona ustalıkla anlatır. Bakalım kendisi ne cevap verir. Para yerine, kendisine meyil ve muhabbeti gösterir özel bir hediye göndermek isterseniz bence daha iyi olur.”
Gülnar, maşitanın bu fikrini beğendi. Yatak üzerinde uzanmışken doğrulup oturdu, dedi ki:
“Reyhane son tavsiyen daha ziyade uygun. Özel bir hediye göndermek daha manidar olur. Çünkü bu hediye üzerine Ebu Müslim’in hakkında kalben ne his beslediği derhâl anlaşılır. O hâlde ne gibi bir hediye gönderelim?”
Maşita cevap verdi:
“Komutanlara takdim edilecek hediyelerin en güzeli kılıçtır. Ona, kıymetli taşlarla döşenmiş bir kılıç gönderirseniz, götüren adam da bu hediyenin sizden özel bir hediye olduğunu anlatırsa onun zaferleri ve başarısı hakkındaki saf niyetinize bir kat daha inanır, kalben size karşı bir muhabbet beslerse onu göstermekten kendini alamaz.”
“Fakat bu kılıcı nereden bulayım?”
“Hanımcığım para ile bu pek kolay ele geçer. Dahhâk’a para veririz. Bir kılıç satın almaya memur ederiz. Bir saat içinde o, gider bulur getirir.”
Gülnar işin bu derece kolayca hallolmasından memnun olarak:
“Bu işi özellikle senin ellerine havale ediyorum. Paralar hazinedarımızın yanında. Ondan istediğin kadar para al yalnız son derece dikkat et. Pederim bu olaylardan haber almasın. İşi anlarsa hâlimiz yaman olur.”
“Hanımcığım hiç merak etmeyiniz. İnşallah hayırdan başka bir şey olmaz. Şimdi merakı bir tarafa atınız. Güzel güzel uyuyunuz. Usulünce her şeyi düzenleyeceğim. Rahat olunuz.”
Reyhane bu sözleri söyledikten sonra hanımının başından, elinden öperek yalın ayak oradan çıkıp kendi odasına gitti. Gülnar pek ızdıraplı ve hicranlı bir hâlde bulunduğundan o gece pek az uyku uyuduğuna şüphe yoktur.
Şimdi bunları kendi tedbirlerini hazırlamakta bırakalım da Ebu Müslim’e gelelim. Ebu Müslim ile Halit’in misafirhaneye giderek uyuduklarını söylemiştik. Fakat hakikat, Halit’in de Ebu Müslim’in de gözlerine uyku girmiyordu. O, gerçekleştirmek istediği büyük inkılabı, bu uğurda karşılacağı bütün zorlukarı derin derin düşünüyordu. Ebu Müslim pek dikkatli, fikren son derece gözü açık, gelecek hakkında pek ziyade şüpheye yer bırakacak hiçbir şeye itimat etmeyen bir adamdı. Bunun için yatağında uzanmışken yapmaya mümkün ne kadar şeyler varsa mutlak başaracağını farz ediyor, bir tek başarısızlığa uğramayayım diye olabilecek her şey için tedbirler, çareler kuruyordu. Pek az uyuklar gibi olduktan sonra rüzgâr, gök gürültüsü ve yağmur sesi üzerine uyanarak yollarda oluşan çamurların kendisini yoldan alıkoyabilmesi ihtimaline karşı canı sıkılmaya başladı. Yataktan kalkarak penceren etrafa baktı. Şimşek ışıkları ile her tarafın su ve çamur kesildiği görülüyordu. Biraz sonra şafak söktü. Ebu Müslim, Halit’in o vakte kadar uyanmış olacağını kestirerek odasına gitti. Fakat odaya girmek istediği zaman Halit’in abasını giymiş sarığını başına ve çenesine sarmış olduğu hâlde kapıdan dışarı çıkmakta olduğunu görerek ona “Halit!” diye hitap etti.
Halit, beklemediği bu sese karşı derhâl “Buyurunuz.” cevabı verdi.
“Bütün gece hatırımdan çıkmadı. Casusluk etmek için gönderdiğimiz adam acaba dediğimizi tamamen yapabildi mi? Bu hususta ne fikirdesin?”
“Zannederim ki isteğimiz bilgileri ele geçirmiştir. Yanımıza dönmek için meydana gelen gecikmeden dolayı merak etmemeli. Pek işgüzar, muktedir bir adamdır. Mutlaka yağmur, çamurdan geç kalmıştır.”
“Bilseniz, onun dönüşünü ne kadar sabırsızlıkla bekliyorum. Merv’de bulunan düşmanlarımızın durumu hakkında bilgi getirmelidir ki onlara karşı gelebilmek için biz de ona göre tedbirler hazır edelim.”
“Ben de bütün gece bu meseleyi düşünüyordum. Hatta bunu merak ederek gece uyuyamadım. Fakat her hâlde bu adamın gayret ve sadakatinden eminim. Bu adam sizden pek çok korkuyor. Fazla olarak Nasr b. Seyyar hakkında şiddetli bir düşmanlığa sahiptir. Her nerede ise gelip bizi bulacak.”
“Zaten büyük ordugâhımıza Nasr b. Seyyar’ı seven tek bir adam yoktur. Yalnız Kirmani’den korkuyorum. Hileyle adamlarımızı kandırır. Kendi tarafına çeker. Çünkü bu adamın da elinin altında iş yapabilecek adamlar vardır. Aldığım malumat göre Kirmani, Nasr’ı, Merv şehrinden dışarı itmiştir. Şehri her yerini kontrol altına almıştır.”
Ebu Müslim ile Halit bu sohbette bulunurken hanenin çevresinden bir hareket işittiler. Meğer uşaklar odayı ısıtmak için içi ateş dolu büyük bir mangal getiriyorlarmış. Uşaklar mangalı odanın bir tarafına koyduktan sonra üzerine buhur attılar. Ateşten güzel bir koku etrafa yayılmaya başladı. Ebu Müslim ateş ve buhurun cazibesiyle halı üzerine serilmiş bir mindere oturdu.
Tiftikten siyah bir örtüye sarıldı. Sarığını düzensiz bir hâlde başına sararak Halit’e yanı başında oturmasını işaret etti. Ebu Müslim bir süre durgunca oturduktan sonra sabah namazını kılmadığı hatırına gelerek ayağa kalktı. Onun ayağa kalkması ile beraber Halit de eşlik etti. İkisi abdest aldıktan sonra birlikte sabah namazını kıldılar. Sonra eski yerlerine gelip oturdular. Buraya ulaşmadan önce Merv şehri hakkında bilgi getirmek için bir casus göndermişlerdi. Casus lazım olan bilgileri topladıktan sonra buraya gelip kendilerine kavuşacaktı. İşte gerek Ebu Müslim gerek Halit sessizlik içinde bu adamı düşünüyorlardı.

16
EBU MÜSLİM İLE DAHHÂK
Bir müddet sonra uşaklar tarafından kurulan sofrada Ebu Müslim ile Halit yemek yedikten sonra ellerini yıkadılar. Ebu Müslim pek az söz söyler bir adam olduğu için yemek esnasında kendisi ile Halit arasında pek az söz konuşulmuştu.
Kuşluk zamanı olunca Ebu Müslim’in uşaklarından biri odaya girerek bir şey söylemek istediğini gösterir bir tavırda durdu.
Ebu Müslim, uşağa:
“Ne söyleyeceksin?” diye sordu.
Uşak: “Efendim, kapıda bir adam var. Sizi görmek istiyor.”
“Bize mensup adamlardan biri midir?”
“Hayır, Merv beyinin adamlarındandır.”
“Bırak, girsin.”
Bunun üzerine Dahhâk omuzu üzerinde gayet ağır bir torba taşıdığı hâlde içeri girerek torbayı mangalın yanına koyduktan sonra kapıyı kapadı. Gayet terbiyeli bir tarzda yürüyerek Ebu Müslim’in karşısında durdu. Ebu Müslim yüksek ve biraz sert bir sesle:
“Kimsin, ne istiyorsun?” diye sordu.
“Merv beyi adamlarındanım, efendimize gizlice, önemli bir mesele arz etmek istiyorum.”
Dahhâk söz söylerken yüzüne şaklabanlık hâli görünmemesine son derece gayret ediyordu. Halit, Dahhâk’ın gizli bir görüşme talep ettiğini görünce yerinden kalkarak odanın dışına çıktı. Ebu Müslim, Dahhâk’a oturması için işaret etti.
Dahhâk, eğilip Ebu Müslim’in elini öperek:
“Efendimize gizli maruzatta bulunmak memuriyetiyle geldim. Maruzatımın gayet gizli tutulması için yalvarırım. Ben bir elçiyim. Elçiye zeval yoktur.” dedi.
Ebu Müslim: “Söyle, korkma.”
Bunun üzerine Dahhâk abasının altından işlenmiş bir kılıç çıkararak Ebu Müslim’e sundu. Ebu Müslim kılıcı görünce bu işte bir hile, bir suikast bulunduğunu ihtimal vererek yüzünü ekşitti. Dahhâk’a sert, şiddetli nazarlar ile bakmaya başladı. Dahhâk, Ebu Müslim’in düşüncesini hisseti. Biraz alıklık ile karışık bir tebessüm ile güldüğü hâlde dedi ki:
“Bu ordu komutanının kendisine hediye getiren benim gibi önemsiz, zevzek bir hizmetkârdan çekinmesi uygun mudur? Efendimiz gibi yürekli ve şiddet ile meşhur bir zatın huzuruna itaat ve sadakattan gayri bir fikirle girmeye kim cesaret edebilir? Sert bakışlarınızdan titriyorum. Hayatım bir sözünüze bağlı, istirham ederim. Bir tebessüm ile kulunuza cesaret veriniz.”
Dahhâk bu sözleri söylerken büyük bir korku, bir telaş ile âciz olduğunu gösteriyordu. Yahut gerçekten de korkmuştu. Çünkü Ebu Müslim korkunç heybet sahibi bir adamdı. Korkmadan, titremeden yüzüne dikkatli bakılamazdı.
Ebu Müslim kılıcı Dahhâk’tan alarak ona korku vermeyecek bir şekilde yapma tebessümde bulunduğu hâlde elleri arasında çevirmeye dikkatli dikkatli muayene etmeye başladı. Sonra o vakte kadar ayakta kalmış olan Dahhâk’a bakarak oturması için işarette bulundu.
Dahhâk sağa sola bakarak büyük bir edep, terbiye ile oturdu.
Ebu Müslim, Dahhâk’a sordu:
“Benden bir istekte bulunacaksın, değil mi? Arap mısın?”
Dahhâk korktuğunu gösterir bir tavırda biraz geriye çekilerek cevap verdi:
“İmam hazretleri tarafından buraya gelen emirin, kulunuza acaba bize de ihtiyacı olabilir mi? Efendimizin merhametine sığınırım.”
Ebu Müslim, pek nadir güldüğü hâlde Dahhâk’ın sözlerine, hâl ve tavrına karşı gülmekten kendini alamayarak cevap verdi.
“İmam hazretlerinin emri, bütün Araplar içindir. Çünkü imam hazretleri bizzat Arap’tır. Telaş etme, ne demek istiyorsan söyle.”
Dahhâk kapıya bir bakış fırlattıktan sonra dedi ki:
“İlk olarak efendimizden maruzatımın gayet gizli tutulmasını istirham ederim. Söyleyeceğim şeyler belki efendimize faydası olur. Fakat bunlar işitilirse kulunuza zarar verir.”
“Emin olarak söyle, korkma her ne söylersen aramızda gizli kalır.”
“Efendim, hanım Gülnar… Onu tanır mısınız?”
Ebu Müslim kadın isminin söylenmesinden bir anda canı sıkılarak:
“Dediğin hanım buranın sahibi olan Merv beyinin kızı değil midir?”
“Bizzat kendisidir. Tanırsınız zannederim. İşte bu hanım dünkü buluşmada efendimizi görmüş, sahip olduğunuz kudret ve cesaretten beğeni duymuştur. Hizmet ettiğiniz maksadı pek yüce görmüş. Pederinin bu maksada katılarak para vermesini anlamış. Kendisi de bu fikir, bu mücadelenin taraftarı olduğu için bizzat bu önemli girişime katılarak şahsi parasından yardım maksadıyla kutsal bir vazifeyi üstüne almıştır. (Eli ile torbayı göstererek) Herkesten, özellikle de pederinden gizli kalmak üzere kulunuz aracılığıyla efendimize değeri yüksek para takdim ediyor. Hanım buna karşılık efendimizden kabul etmenizi, memnuniyetinizden başka bir şey beklemiyor. Bir de yadigâr olarak efendimize bu kılıcı takdim ediyor. Bu pek eski ve uğurlu bir kılıçtır. Bunu kuşanan mutlak düşmanına galip gelir.”
Ebu Müslim kılıca tekrar baktıktan sonra kılıfından çıkarıp demirini muayene etti. Kılıcın hareleri olan demiri cam gibi parlıyordu. Ebu Müslim:
“Galiba zehirlidir.” dedi.
“Ben de öyle zannediyorum çünkü hanım onu bana emanet ederken bu kılıç ile her kim yaralanmışsa yarası ne kadar hafif olursa olsun bir ölümden kurtulmamıştır.” diyordu.
“Demek kıymetli bir hediye. Daha başka bir diyeceğin var mı?”
“Evet, bir diyeceğim daha var. Fakat bunu hanım kıza karşı bile saklı tutulmasını istirham ederim. Emir hazretleri onu saklı tutacağını söz veriyor ise söylerim. Yoksa beni bu saatte bu kılıç ile öldürür bu hıyanetten kurtarırsanız hiç umurumda değil…”
Ebu Müslim, Dahhâk’ın kullandığı sözlerin tuhaf, kendisi de hafif ruhlu görerek:
“Ne diyeceksen söyle, korkma.” dedi.
“Cesaretimden dolayı gücenmeyeceğinize de söz verir misiniz?”
“Sana dedim ya söyle, korkma.”
“Peki, söyleyeyim. Hanımın, Merv beyinin kızı zamanının en güzeli olduğunu herkes bilir. Bunun için ne kadar bey varsa ona sahip olmayı arzuluyorlar. Fakat kendisi hiçbirine meyletmediği için cümlesini reddediyor. Merv şehrini kuşatan Arapların emiri Kirmani bile onu kendi oğluna istemiş. Babası da buna uygunluk vermişken kendisi bu izdivacı istemiyor. İhtimal pederinin emrine karşı gelmemek için Kirmanizade’ye varacak. Fakat hiçbir zaman onun kalbi Kirmanizade’nin olmayacaktır. Çünkü onun kalbi Kirmani’den daha büyük bir adamda, Horasan’ın en büyük adamına meyletmiştir. Müsaade buyurursanız, bu adamın ismini söyleyeyim.”
Ebu Müslim, Dahhâk’ın kendisini demek istediğini derhâl anladı. Zaten başlangıçtan beri işin farkına varmıştı, dedi ki:
“İsmini söylemek istediğin adam bu oda dâhilinde değilse söyleyebilir misin?”
“Sanki o adamın ismini söyleme demek istiyorsunuz, değil mi? Çünkü o adam bu odanın dâhilindedir. Fakat herhâlde o adam ben değilim.”
Dahhâk bunu söyleyerek güldü. Ebu Müslim de gülmesinden kendini alamadı.
“Hoş sözlü, ağırbaşlı olmayan bir adama benziyorsun daha başka söyleyeceğin var mı?”
“Teveccüh ve övgü dolu sözlerinize teşekkür ederim. Fakat hâlâ isminizi söylemekten korkacaksam bu teveccühün bana ne faydası var?”
“Sana dedim ya söyle, korkma, cesaretinden dolayı gücenmiyorum. Çünkü anlaşılan beni iyi tanımıyorsun.”
“İzin buyurduğunuz dereceden çok fazla tanırım. Ne demek istediğinizi pek iyi anladım. Bu iş için huzurunuza gelmeye cesaret ettimse arzu buyurmadığınız bir şeyi teklif etmeye geldim. Hediye sahibesine yalnız bir şey taahhüt ettim. O da memnuniyetinizden ibaret. Bu memnuniyet aşikâr olsa da kusuru yok. Şunu da arz etmek isterim ki efendimizden memnun olduğunu gösteren bir işaret, o maşuk kızı, elde bir aracı gibi kullanmanızı sağlar. Bu aracılığı da Kirmani’nin konağında yahut Merv emiri Nasr b. Seyyar’ın konağında her nerede isterseniz kendi menfaatiniz için pek kolaylıkla kullanabilirsiniz. Gülnar pek boş ümitlere, hayallere düşmüş yazık! Fakat arz ettiğim yerlerde size pek mühim hizmetler edebilir. Maksadımı sanırım anladınız daha ziyade söylemek lüzum yoktur, zannederim.”
Ebu Müslim bir süre gözlerini yere dikerek Dahhâk’ın sözlerini düşünmeye başladı. Dahhâk’ın düşünceleri faydalı nasihatlerden değildi. Fakat Ebu Müslim bu meseleyi uzatmasını arzu etmiyordu. Ebu Müslim kılıcı önünde kaldırarak minderin arkasına koydu. Kapıya doğru baktı. Dahhâk bu bakıştan Ebu Müslim’in artık çekilmesini arzu ettiğini anladı. Gitmek için ayağa kalktı:
“Emir buyursanız hazinedarınıza bu keseleri teslim edeyim.” diyerek mangalın yanında bulunan torbaya doğru yürüdü.
Ebu Müslim ellerini birbirine vurması ile içeri giren ağasına, “Hazinedarı çağır!” emrini verdi.
Kapı ağası odadan çıktı. Biraz sonra hazinedar ile içeri girdiler. İbrahim, Dahhâk’ın Ebu Müslim ile yalnızca odada bulunduklarını görünce korkuya düştü. Fakat çok geçmeden Ebu Müslim’in kendisine hitaben, “Bu adamın sana vereceği parayı al deftere geçir.” dediğini işiterek biraz rahatladı.
İbrahim, Dahhâk’a yaklaştı. Dahhâk, büyük torbayı açarak içinden mühürlü on kese çıkardı.
“On kesedir. Her birinde büyük dinarı Yusufi vardır.” dedi.
Fakat Dahhâk, bu son cümleyi söylerken “Yusufi’’ kelimesini kasten uzun telaffuz etmişti.
İbrahim o şekil telaffuzdan maksat olan manayı anladığı hâlde ona önem vermedi. Çünkü Dahhâk’ın o sözü kendisini zarar vermek için değil, şaklabanlık olsun diye telaffuz ettiğini hissettirmişti. İbrahim keseleri alarak:
“Kimin tarafından veriliyor?” diye sordu:
Ebu Müslim: “Benim tarafımdan veriliyor. Öyle yaz bu kadarı kâfidir.” cevabını verdi.
İbrahim, Dahhâk’ın fesat ve şerrinden büsbütün kurtulmuş olduğunu düşündüğü hâlde keseleri alıp gitti. Odada Ebu Müslim ile yalnız kalan Dahhâk emire yaklaşarak eğilip elini öptükten sonra çekilip çıktı.

17
SAHİB-ÜL HABER[10 - Haber sahibi, haberi getiren.]
Ebu Müslim, Dahhâk çıktıktan sonra bir süre gözlerini yere dikerek Dahhâk’ın söylediği sözleri tekrar düşünmeye başladı. Bu adamın açıkça göze çarpan şaklabanlık ve budalalığına rağmen batınen başka bir hakikat sahibi olduğunu anlıyor, kendi kendine “Mutlaka bu maskara adam bu tavırlar altında bir akıl bir zekâ gizliyor.” diyordu. Gülnar’ı, onun kendisine olan yardımını düşünmeye başladı. Zaten bu kızdan daha önce öyle bir meyil hissetmişse de önem vermemişti. Ebu Müslim, Dahhâk’tan bu sefer işittiği nasihatlerden sonra o âşık kızdan faydalanmayı, onu kendi maksadı uğrunda kullanmayı uygun görüyordu. İşte, Ebu Müslim bir saat kadar bu teferruat ile vakit geçirdikten sonra odaya bir uşağın girmesiyle kendini topladı. Uşak, boynundaki buhur torbasından mangala buhur attı. Ebu Müslim uşağı görünce Halit’i hatırına getirerek yüksek bir sesle sordu:
“Halit nerededir?”
“Efendim, bahçede… Yoldan gelmiş bir adam ile konuşuyor.”
“İkisini de buraya çağır.”
Ebu Müslim uşağın yoldan gelmiş dediği adamın, dönüşünü büyük bir merak ve istekle beklemekte oldukları casustan başka biri olamayacağını düşünüyordu.
Az bir müddet sonra Halit güler yüzlü bir çehreyle odaya girerek “Beklediğimiz adam geldi, içeriye girsin mi?” diye sordu.
Ebu Müslim hemen girsin, cevabını verdikten sonra Halit’i oturmaya davet etti. Ebu Müslim, Halit’in akıl ve dirayetine fevkalade güvendiği için onunla daima istişare eder, kendisinden bir şey gizlemezdi. Halit, Ebu Müslim’in yanında oturdu. Kısa bir zaman sonra casus yol elbisesiyle üzerinde aba başında keyfiye (örtü) sarılı bir külah bulunduğu hâlde içeri girince selam vererek durdu. Ebu Müslim sordu:
“Çoktan beri mi buradasın?”
“Bir iki saatten beri buradaydım.”
“Niçin derhâl bizi gelip bulmadın?”
“Huzurunuza girmek için izninizi bekliyordum.”
“Böyle önemli haberler getirmek memuriyetiyle görevli olan, önem arz eden haberler izin beklememeli, geldiler mi hemen içeriye getirilmelidir.”
Ebu Müslim bu sözleri söyleyerek sanki fikir ve aklından geçenleri soruyor gibi Halit’e baktı. Halit başı ile yaptığı bir işaret ile bu fikri onayladı. Ebu Müslim çekilip odanın kapısını kapamasını ağasına emir ettikten sonra casusa oturması için bir işarette bulundu. Casus saygıyla ve terbiye ile oturunca Ebu Müslim sordu:
“Ne haber getirdin söyle bakalım, Merv’i ne hâlde gördün?”
“Şehir kuşatma altındadır. Düşmanlar şehrin her tarafını sarmışlar.”
“Düşmanlardan maksadın Kirmani’dir, değil mi?”
“Yalnız onu demek istemiyorum. Onun dışında Şeyban’ı da beraber zikrediyordum. Çünkü ikisi beraber, Nasr b. Seyyar ile savaşıyorlar. Bâtınen her biri diğerine fenalık yapmayı düşünüyor.”
Halit: “Bu nasıl olur? Benim aldığım bilgiye göre Kirmani, Merv’e girmiş, Nasr’ı şehirden çıkarmış.”
Casus: “Efendim! Aldığınız bilgi doğrudur. Kirmani, Nasr b. Seyyar’ı, Merv’den çıkararak şehri ele geçirmiş fakat bu zafer çok sürmedi. Olayları etraflıca arz edebilmem için ayrıntılara girmek için emir hazretlerinden izin dilerim.”
Ebu Müslim: “Ayrıntısıyla söyle, her şeyi anlat.”
Casus: “Bildiğiniz üzere Emevilerin durumu birkaç seneden beri pek perişan gidiyor. Bunların, bugünlerde merkezî hükûmeti korumaları halkın hilafet makamına olan sevgileri, din hakkındaki hürmetleri sayesindedir. Hilafeti İslamiye, Emevi Devleti’nin on dördüncüsü halifesi olan Mervan b. Muhammed’e geçince Emevi hanedanı erkânı ona karşı bir uyuşmazlık çıkardılar. Bu uyuşmazlık, halifeye karşı durmak hususunda halka cesaret verdi. Memleketinde bulunan siyasi fırkalar sessiz bir uyku içinde vakit geçirirken defalarca ona karşı ayaklandılar, hâkim olmaya göz diken Hariciler vesaire ve o cümleden Kirmani fırsattan yararlanarak silaha sarıldılar. Bu Kirmani’nin, Nasr b. Seyyar ile uzun bir hikâyesi vardır ki emir hazretleri arzu buyururlar ise söyleyeyim.”
Ebu Müslim: “Her şeyi ayrıntısıyla bilmek lazım. Her detayı etraflıca anlamalıyız ki ona göre doğru tedbirler düşünelim.”
Casus: “Bundan yirmi sene önce Horasan valisi Esed b. Abdullah vefat ettiği zaman o devrin halifesi olan Hişam b. Abdülmelik ölen valinin yerine kimi tayin edeceğine dair yakın çevresiyle görüşme yapmıştı. Onlar da dirayet ve çalışkanlığıyla bilinen devlet adamlarından Kirmani’yi tavsiye etmiş. Kirmani’nin asıl ismi, Cüdey b. Ali’dir. Malum ya Cüdey bir nevi kesik demektir. Hişam, ismi işitince uğursuz bulmuş. ‘Öyle adam lazım değil.’ diyerek reddetmiş. Başka adam aramış. Birkaç adamın ismi söylemiş. Hişam cümlesini reddetmiş. Nihayet şimdiki Horasan valisi Nasr b. Seyyar’ın tayinine karar vermiş. Anlaşılan Kirmani bunun için Nasr b. Seyyar hakkında kin ve düşmanlık beslemiş olmalı ki Hişam’dan sonra hilafet makamına gelen Velid b. Yezid b. Abdulmelik’in vefatı ile hilafet makamının boş kalması üzerine Mervanzadelerin birbirlerinin gözlerini oyarcasına ihtilafa düşmüşler. Memleket ihtilal ve kargaşa içinde kaldığı sırada bütün güç ve mevki sahipleri nasıl hâkimiyet sevdasına kapılmışsa Kirmani de fırsattan faydalanarak Nasr b. Seyyar’ın aleyhine konuşmuş. Malum ya, hâkimiyete her kim göz dikerse mutlaka bir fırkanın desteğine ihtiyaç duyar. Kirmani’nin ismi kendisinin İranlı olduğunu gösterirse de gerçekte bu adam İranlı değildir. Yemen Araplarından olan Ezd kabilesinden, Arap’tır. Yalnız Kirman’da doğduğu için ona Kirmani denilmiştir. İşte bu bağ ile Yemen Arapları Nasr b. Seyyar’ın aleyhine kendisine destek vermişlerdir. Çünkü Nasr b. Seyyar’ın fırkası bütün Hicaz Arapları demek olan Mudar kabilelerinden oluşmuştur. Hicaz ile Yemen Arapları arasında eskiden beri dehşetli bir düşmanlık yerleşmektedir. Bu ihtilaf hâlâ aynı şekilde devam ediyor. Devletin en mühim askerî kuvvetini oluşturan bu iki yerin Arapları arasında hüküm süren ayrılık, bu şiddetli rekabet ve düşmanlık Arap Devleti’nin sonu gelmesinin sebebi olacaktır. Horasan’da bulunan Araplar da Yemenli ve Hicazlı veya Necidli olarak iki fırkadan oluştukları için bunların arasında da büyük bir rekabet, ayrılık hüküm sürmekteydi. Durum bu şekildeyken arz ettiğim gibi halife vefat edince iki fırkadan da birtakım adamlar şimdiki halife Mervan b. Muhammed yerine Mervan hanedanı erkânından birini halife yapmaya kalkıştılar. Horasan’da bulunan Araplar da o cümleden işe karışarak iki fırkaya ayrılmışlardı. Vali, Nasr b. Seyyar bu vahim ayrılığı, askerî gücü kullanarak telafi etmek istedi. Arada hâkimiyeti kurarak olan ayrılığı bitirmeye çalıştı. Fakat bütün mesaisi boşa gidince onlara verilmekte olan maaşları kesti. Günün birinde Nasr b. Seyyar camide hutbe okurken iki asker ayağa kalkarak maaşlarını istediler. Nasr yüzlerine bağırarak ‘İsyan ve nifaktan sakınınız, ibadet ve cemaat kurallarını tutunuz.’ dedi. Fakat söz dinletemedi. Halk camiden çıkarak her biri bir tarafa saptı. Memleket büyük heyecana düştü. İhtilal belirtileri görülmeye başladı. Nasr, tekrar minbere çıkarak bir nutuk daha okudu. Bu nutuk bugüne kadar dilden dile devam ediyor. Nasr, bu nutukta diyordu ki:
‘Heyhat! Benden maaş istemeyiniz, şer için ihtilal için çalışıyorsunuz. Memleketin başına nasıl bir felaket getireceğinizi her tarafı al kana nasıl boyayacağınızı takdir edemiyorsunuz. Ne kadar adil olursa olsun hiçbir hâkimden memnun olmazsınız. Ey Horasan halkı! Memleketinizin sınırlarını düşmana karşı en mahkûm kale, en metin siper olduğunu unutuyor musunuz? Sakın ikiye ayrılıp birbirinizi mahvetmeyiniz. Ayrılık ile nifak ile memleketi ihtilal düşerse, düşürmeyiniz. Allah’tan bulunuz, sizi birer birer tecrübe ettim. İçinizde ciddi, gerçekten cesaretli on kişiden fazla bulmadım. Son pişmanlık fayda vermez. İşte ben nasihat görevini yerine getiriyorum. Dinlemezseniz bunun felaketi size aittir.’
Kirmani, asker arasında meydana çıkan bu ayrılıktan bilgi aldı. Nasr b. Seyyar daha önce kendisi bulunduğu memuriyetten uzaklaştırmıştı. Kirmani bu ayrılıktan yararlanarak isyan ateşi için arkadaşlarıyla görüşmüştü. Bunlar Merv’de bulunan Yemenlilere başvurarak desteklerini temin etmek üzere isyanı uygun gördüler. Nasr b. Seyyar’ın yönetiminde önde gelenlerden, sözüne cidden güvendiğim bir şahıstan aldığım bilgiye göre Hicazlılar ta o zamandan Kirmani’nin katlini, Nasr b. Seyyar’a tavsiye etmişler. Ona, ‘Bu adam sana karşı memleketi kargaşaya veriyor. Onu yakalayarak ya öldürmeli yahut hapsetmelidir.’ demişlerdi. Nasr bu sözleri dinlemedi. ‘Hayır, öyle yapamam. Zukûr, İnas adında çocuklarım var. Kızlarımı onun erkek çocuklarına veririm. Onun kızlarını da erkek evlatlarıma alırım, bu şekilde zarar olan şeyleri kapatırım.’ demişti. Hicazlılar buna itiraz ettiler. ‘Bu gibi şeyler onu kargaşadan alıkoymaz.’ düşüncesindeydiler. Nasr b. Seyyar: ‘O hâlde kendisine yüz bin dirhem (akçe) gönderirim. Kendisi gayet cimri bir adam olduğu için bu paradan adamlarına hiçbir şey vermez. Bunun üzerine adamları gücenirler kendisini bırakıp giderler. O zaman zarar verecek hiçbir kötü kalmaz.’ fikrinde bulundu. Hicazlılar bu fikri kabul etmediler. ‘Bu kadar büyük bir parayı bir düşmanın eline nasıl verirsin? Para ile bir kat daha kuvvet kazanarak daha dehşetle saldırmayacağını size kim temin eder?’ fikirlerini peş peşe söylediler. Kısaca, Hicazlılar Nasr ile bu hususta pek çok mücadele ettiler. Nihayet kendisine ‘Bu adam hâkimiyete sahip olmak için Hristiyan veya Yahudi olmak lazım gelse din ve mezhebini değişmekte bir an tereddüt etmez.’ dediler.
Nasr, Hicazlıların bu meselede çok ısrarda bulunduklarını görünce Kirmani’nin hapsine karar verdiler. Getirilmesi için zabıta müdürünü gönderdi. Yemenlilerden Ezd kabilesi Kirmani’yi kurtarmak istedi. Kirmani buna engel oldu, gülerek zabıta müdürü ile Nasr’ın yanına gitti. Huzuruna girince Nasr kendisine şu soruyu yöneltti:
‘Katline dair Irak emiri Yusuf b. Ömer Sekafi’den resmî mektup aldığım zaman senin için Horasan’ın reis ve kahramanıdır. Canına kıymak caiz değildir, diye cevap yazarak seni korumadım mı?’
‘Evet.’
‘Senin törenin ve akrabalarının ısrar ve itirazına rağmen oğlun Ali hakkında elimden gelen her iyiliği yapmadım mı?’
‘Evet.’
‘Ödemesine mecbur olduğun tutarı senden almayarak yavaş yavaş maaşlara kesmek suretiyle ben, birden ödemedim mi, seni bundan da kurtarmadım mı?’
‘Evet.’
‘O hâlde bütün bu iyiliklerin karşılığı olarak hangi vicdan ile aleyhimde fitne fesat tertip etmek istiyorsun?’
‘Emir! Ne kadar iyilikler zikrettinizse bunların cümlesini fazlası fazlasına hakkımda yaptınız. Bunu hiçbir vakit inkâr etmiyorum. Tam tersi fevkalade minnettarım. Önceki vali, Esed b. Abdulla’a karşı yaptığım hizmetleri elbette bilirsiniz. Acele hüküm vermeyiniz. Biraz ilerisini düşününüz. İyiliğe fitne fesat ile karşılık vermemiş olduğumu göreceksiniz.’
Nasr b. Seyyar sabır ve yavaş hareket etmeye imkân göremeyerek hicri 126 senesinde Kirmani’yi tutuklattı, Merv kalesinde hapsini emreyledi. Ezd kabilesi onun salıverilmesi için rica etti. Nasr ricaya karşı ‘Kendisine kötülük olur diye korkuyorsanız yanında emin olduğunuz bir adam bulundurunuz.’ cevabını verdi. Ezdiler, Yezid Nahvi adında birini seçerek onun yanında bulundurdular. Fakat bu tutukluluk zamanı çok uzamadı. Ceyhun Nehri ile Semerkant şehri arasından bulunan Nesef şehri halkından biri, bir miktar para yardımı karşılığında bir hile ile Kirmani’nin kale cephanesinden kurtarılmasını ailesine söz verdi. Bu Nesefli adam kalenin su yolunu gizli hafriyat ile genişleterek Kirmani’yi oradan pek büyük zahmetler ile çıkarmayı başardı. Kirmani su yolundan çıkınca atı hazırlanmıştı. Ayağında bukağı olduğu hâlde ata binerek adamlarına katıldı. İşte bu tarihten itibaren Kirmani, Nasr b. Seyyar’ın en dehşetli düşmanlarından biri oldu. Nasr, Kirmani’yi sağ bıraktığına çok pişman olmuş fakat iş işten geçmişti. İkisi arasına aracılar girdi. Bunlar Nasr’dan, Kirman’nin affını, tekrar hapsetmemesini istediler. Bunun üzerine Nasr onu affetti. Fakat birbirlerine karşı güvenleri yoktu. Kirmani, cuma namazı kılmak için camiye bin yüz hatta daha fazla adam ile geliyor. Mahfilin dışında namaz kılıyordu. Sonra mahfile Nasr’ın huzuruna girerek selam veriyor, hiç oturmadan çıkıyordu. Daha sonra Nasr’ın yanına gelmemeye, onun aleyhine işler karıştırmaya başladı. Nasr ona adam gönderdi, tutuklanmasından dolayı kendisine mazeretini anlatmak istedi. Fakat Kirmani bu başvuruyu reddetti. Nihayet Kirmani, Nasr için dehşetli bir bela kesildi.”

18
HARS B. SÜREYC İLE KİRMANİ
Casus bunları anlatırken Ebu Müslim dikkatli bakışlarla onu süzüyor sanki onun kalbinde her ne varsa çekip almak istiyor. Nasr’ın, Kirmani’ye karşı gösterdiği hoşgörüye kızıyordu. Kendini Nasr’ın mevkisinde hayal ederek pek fena canı sıkıldı. Artık daha fazla bekleyemedi. Casus: “Nihayet Kirmani, Nasr için dehşetli bir bela kesildi.” sözünü söyleyince Ebu Müslim gazap ve hiddetle bağırdı:
“Zayıflığın, tereddüdün cezası işte böyle olur! Miskin adam, niye buna meydan verdi? Derhâl öldürmeli, rahat etmeli değil miydi?”
Ebu Müslim bu sözleri söylerken sakalının kıllarıyla oynuyor, Halit ise Ebu Müslim’in bu hiddet ve şiddetinden âdeta ürküyordu:
Ebu Müslim casustan sordu:
“Daha neler öğrenebildin?”
“Sonunda Kirmani, Nasr b. Seyyar’ın aleyhinde alenen başkaldırdı. Geçen sene veya evvelki sene ezici bir kuvvet ile kendisini Merv şehrinden uzaklaştırdıysa da Haris b. Süreyc’den de kurtardı.”
Halit, casusun sözünü keserek: “Ben ihtilalci liderlerinden bu Haris’i tanıyorum. Türk memleketindeydi, büyük yararlılıkları, kahramanlıkları görülmüştü. Kendisi ile Nasr arasında bir ayrılık meydana gelimişti. Nasr’a karşı geldi. Nasr araya bazı adamlar koyarak hüküm suretiyle işi düzeltmek istediyse de faydası olmadı.” dedikten sonra Ebu Müslim’e doğru bakarak:
“Bu adam siyah sancaklar sahibi olduğunu iddia ediyor!” dedi.
Ebu Müslim, Halit’e bir büyük bir hayretle baktı. Casus, tekrar söze başladı.
“Fakat Nasr b. Seyyar, onun siyah sancaklar için çalıştığına inanmadı. Kendisine haber gönderdi. ‘Şam’ın surunu yıkmaya Emevilerin devletini yerle bir etmeye kendinde kuvvet buluyorsan işte ben sana destek olarak beş yüz at, iki yüz deve, istediğin kadar para ve silah veriyorum. Al git, bu işte becerikli bir adam olduğunu ispat edebilirsen sana ilk itaat edecek adam ben olacağım. Fakat buna kudretin yetmezse kabilen halkını boşuna mahvetmekten ne çıkar?’ uyarısında bulundu. Haris, düşünüp taşındı, Nasr’ın düşüncesini doğru buldu. Fakat bir kere asker arasında fesat, nifak, hırs, menfaat ve ihtilal fikirleri konuşmuştu. Akıbetin nasıl acıklı bir sonuca sürükleneceğini düşünenler, takdir edenler pek nadirdi. Haris, Nasr b. Seyyar’a bir cevap yazdı. Bunda: ‘Dediğin hep haktır. Çare ki adamlarım dinlemiyor anlayamıyorlar.’ diyordu. Nasr yine nasihate devam ediyordu. Haris’e: ‘Anlaşılan adamların senin sözünü tutmuyorlar. Fakat bu nifak ve uyuşmazlık Hicaz ve Yemen Araplarından yirmi bin kişinin helakına sebep olacağını da unutma.’ diye yazıyordu.”
Ebu Müslim, casusun sözünü kesti. Başını sallayarak:
“Siyah sancak sahiplerinden korkuyorlar demek. Zaten bundan sonra faaliyetlerimizi görecekler, nasıl adam olduğumuzu anlayacaklardır. Siyah sancak sahipleri hiçbir meselede öyle tereddüt etmezler, hıyanete karşı sessiz kalmazlar. Tam tersi her kimden şüphe ederlerse onu derhâl idam ile fesatı kökünden kesip atarlar.”
Ebu Müslim bu sözlerden sonra susunca, casus sözlerine devam etti:
“Nasr b. Seyyar, Haris’e yöneltiği nasihatlerin hiçbir tesirini göremeyince şerrinden kurtulmak için onu Kirmani’ye musallat etmek istedi. Kendisine ‘Eğer iddia ettiğin iktidara sahip bir adamsan en evvel Kirmani’den başla, bu adamın gücünü yok edebilirsek derhâl sana boyun eğerim.’ diye yazdı.
Fakat Haris bu tarafa yanaşmadı. Sonuç olarak Haris, Nasr’ı avutarak vakit kazandı. Günden güne gücü artıyor şan ve şöhreti çarşı ve camilerde okunuyor, kendisine taraftar elde ediyordu. Nihayet bir gün Haris’in adı, bizzat Nasr’ın kapısı önünde okunmuş. Bunun üzerine halkı heyecana gelerek iki taraf silah ile çarpışmışlar. Dehşetli bir çarpışma olmuş. Nasr b. Seyyar, düşmanına karşı gelebilmek için Kirmani’nin yardımına başvurmuş. Fakat Kirmani, Nasr’dan emin olamayarak, doğruluğuna inanmayarak yardım etmemiş. Kendi hesabına çalışmak üzere üç taraftan oluşan bir çarpışma yaşanmış. Sonucunda da Nasr b. Seyyar, Merv’den kaçmaya mecbur olmuş. Kirmani şehri zapt etmiş. Haris, Kirmani’nin muzaffer olacağını görünce memleketin hâkimiyetinin ikisi arasında danışma yoluyla ortak olmasını talep etmiş. Kirmani bu teklifi reddettiğinden iki taraf arasında çarpışma başlamış. Çarpışmada Haris ölmüş, adamları dağılmış bütün Yemen kabileleri Kirmani’nin tarafına geçmişti. Savaş zamanında da kazanan taraf Yemen kabileleri olmuş. Nasr’ın taraftarı olan Hicazlılar mağlup perişan olmuş kendilerinden pek fena bir şekilde intikam alınmış, Haris de Hicazlıydı.”
Ebu Müslim, sordu:
“Demek ki Merv şehri, şimdi, Kirmani’nin elinde bulunuyor. O hâlde, Nasr nereye gitti?”
“Yine Merv’de… Çünkü Kirmani’nin şehri ele geçirmesi çok sürmemiş. Haris’in ölümü üzerine adamlarından bir kısmı Hicazlıların tarafına geçmiş. Hicazlılar tekrar kuvvet bulmuşlar. Nasr’ı tekrar Merv’e getirmişler. Kirmani şehri terk etmeye mecbur olarak şehrin dışında ordu kurmuş.”
“Şehri kuşatma altına almış, öyle mi?”
“Evet, fakat kendisi yalnız değil…”
“Beraber kim var, Haricilerden Şeyban Harûri’yi mi demek istiyorsun?”
“Evet, fakat Şeyban’ı önemsiz bir adam zannetmeyiniz. Kırk bin Harici bunun emirlerine tabidir. Malumatınızdır ki Hariciler, Mervan b. Muhammed’in hilafetini tanıdıklarından halifenin valisi olan Nasr b. Seyyar’a da doğal olarak düşmanlardır. Bunun için Şeyban, Hicazlı olduğu hâlde Yemenli olan Kirmani ile Nasr’ın aleyhinde ittifak oluşmuştu. Şimdi ikisi Nasr’a karşı duruyorlar.”
O zamana kadar sessizlikle vakit geçiren Halit sözü keserek Ebu Müslim’e Farisi ile:
“Bunların girişimimize karşı duramayacakları aşikârdır. Çünkü bizde Mervan’ı tahtan indirmek istiyoruz.” dedi.
Ebu Müslim, yine Farisi ile:
“Akıl ve tedbir nasıl olur memleket nasıl idare olunur onlara göstereceğim.” dedikten sonra casusa bakarak:
“Demek, Merv şimdi Kirmani ile Şeyban’ın askeri tarafından kuşatma altındadır.”
“Evet, ikisi de birbiriyle dost geçiniyor.”
“Emirleri altında ne kadar asker var, anladın mı?”
“Tamamen anlayamadım fakat herhâlde elli binden fazladır.”
Ebu Müslim ayağa kalmak istiyor gibi yerinden kımıldanınca casus artık çekilmek lazım geldiğini anlayarak ayağa kalktı. Odadan çıkıp gitti.

19
HAZIRLIK
Ebu Müslim, Halit ile yalnız kalınca ona dedi ki:
“Kirmani, Şeyban, Nasr… Şüphesiz bunların cümlesi ile savaşacağız.”
Halit, sessizliğini koruyarak cevap vermedi. Ebu Müslim bu sessizliğin manasını anladı:
“Sessizliğinden anlıyorum ki beraberimizde daha bir asker bile yokken bunlar ile nasıl savaşacağız? Sen biraz sabret. Her taraftan binlerce asker bize nasıl katılacak göreceksin. Şimdi havalar nasıl gidiyor ona bakalım.”
Ebu Müslim bu sözleri söyledikten sonra havaya bakmak için ayağa kalktı. Yürümeye başladı. Halit de kapıya kadar onunla beraber gitti. Bahçeye baktılar. Güneş her tarafa ışık salmış havalar ısınmış çamurlar kurumaya başlamıştı. Ebu Müslim havaların iyileştiğini görünce:
“Arzu edersek bu akşam yola çıkabiliriz.” dedi.
Halit: “Bu geceyi burada geçirip yarın hareket edersek daha iyi olur zannederim.”
“Sakıncası yok kalabiliriz. Yalnız büyük nakiplere haber gönderelim. Verdiğimiz karardan bilgi verelim. Merv’e varmadan önce alacağımız tedbirler hakkında fikir ve düşüncelerini alalım. Dediğim gibi adama, paraya ihtiyacımız pek fazladır. Her ne kadar bütün İran beylerinin desteğinden eminsem de harcamalarda kusur etmemeye çalışmalı bize karşı Araplar nasıl nifak ve ihtilaf içinde bulunuyorlarsa İranlılar arasında da büyük bir fesat ve ayrılık gayrilik vardır. Yalnız bunlar, bu durumların sonucu olarak bir şeyde müttefik o da Emeviler aleyhinde bulunmaktadır. İşte biz bu noktadan faydalanacağız. Sonucunda başarılı olabileceğimize eminim.”
“Gerçek dediğiniz gibidir. Fakat şimdiden mektuplar yazarak beyleri arkamıza alırsak daha iyi olamaz mı? Buradan ayrılmadan önce her tarafa adam gönderelim. Herkes hazırlanmaya başlasın. Ta ki Merv’e ulaşır ulaşmaz bize katılacak adamlar gecikmesin.”
“Buradan ayrılınca en yakın köye varacağız. Bugünden İran beyleriyle mektuplaşacağız. Daha sonra Sifezenç köyüne vararak dostumuz Süleyman b. Kesir’e misafir olacağız. Bu köy, Merv şehri ile karşı karşıyadır.”
Halit, Süleyman b. Kesir’in ismini işitince Ebu Müslim’in bu adama duyduğu hürmet ve teveccühe rağmen hakkında kalben pek büyük düşmanlık beslediğini hissetmekten kendini alamadı. Çünkü bu Süleyman, Ebu Müslim daha ortada yokken ehlibeyit adına hilafeti ele geçirmek için çalışmış, birçok yararlılıklar ve fedakârlıklar göstererek büyük bir mevki kazanmıştı.
İmam İbrahim bütün Şia taraftarları komutanları arasından Ebu Müslim’i seçip Horasan’a gönderince Süleyman onun emrinde bulunmayı kibirine yediremeyerek küçük yaşından dolayı komutanlığını tanımak istememişti. O sırada Şia reisleri arasında Ebu Davud namında bir adam vardı. Ebu Müslim’in taraftarlığını tercih etti. Onun teşvikiyle bütün önde gelen komutanlar, Ebu Müslim’in amirliğini kabul ettiler. Ebu Müslim bu meseleden haberdar olunca Süleyman’a karşı bir kin bağlamış, Ebu Davud’un dostluğunu takdir etmişti. İşte Halit, Süleyman b. Kesir’in ismini işitince bu meseleyi hatırına getirdi. Fakat son derece hassas olan Ebu Müslim’e hislerini hissettirmemek için derhâl, soruya aceleyle cevap verdi:
“Hazırlığımız iyi durumdadır… Böyle çıkmaya hazırlanalım. Yarın buraya en yakın olan köye gideriz. Galiba en yakın köy Füneyn’dir. “
“Evet, en yakın köy budur. Nakiplere haber gönder. Yarın harekete hazırlansınlar. Yola çıkmadan evvel Merv beyi ile vedalaşmak gerekir. Dostları olan diğer beyler ile haberleşsin. Bize para ile adam bularak yardımda bulunsunlar.”
Halit onay manasını verecek bir işarette bulunduktan sonra kapıdan dışarı çıktı.
Gülnar’a gelince, maşita çekilip gittikten sonra kendisini düşünce ve acı içinde bırakmıştık. Zavallı kızcağız bütün o geceyi hayaller kurarak geçirmişti. Dahhâk’ın, Ebu Müslim’e gideceğini, hediyeyi takdim edeceğini düşündükçe kalbi çarpıyor, uyuyamıyordu. Ertesi gün sabah olunca, bir gün evvel çektiği acılar, geceleyin uğradığı merak ve uykusuzluktan kendisini keyifsiz görerek yatakta kaldı. Birbirine karışmış fikir ve hislere karşı koyamıyordu. Pederinin sabahleyin erken yanına gelmesinden, Ebu Müslim’in kalbini keşfe çalışıyorken pederinin kendisine Kirmanizade’nin nişanından konu açmasından korkuyordu. Gülnar bu hissiyat altında ezildiğini görünce maşitasını hatırına getirdi. Onun tesellilerine çok ihtiyacı vardı. Yatak içinde onun gelmesini bekledi. Gülnar zihninde kurduğu şeylere genişlik vermek veya ısınmak üzere ara sıra yorganını başına çeker fakat içi sıkıldıkça yorganı omuzları hizasına indirerek mahzun mahzun içini çekiyordu. Ya Kirmanizade’nin nişanı meselesinden bahsetmek için pederinin yahut hediye işinden haber almak üzere yalnız veya işi bitirdikten sonra Dahhâk ile beraber maşitanın gelmesini bekliyordu.

20
ARACI KOYMAK
Gülnar, bu hâlde birkaç saat geçirdikten sonra maşita oda kapısını çaldı. İçeri girdi. Gülnar, maşitayı görünce yatakta oturarak yüzündeki ifadeyi anlamak üzere ona dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Maşitayı mutlu görerek kalben bir ferahlık duydu. Yaptığını sormaktan kendini alamadı. Maşita cevap verdi:
“Hediyeyi gönderdik, pek güzel bir hediye…”
“Dahhâk daha dönmedi mi?”
“Hayır, daha dönmedi. Fakat canınız yemek istemiyor mu?”
“Yemek ihtiyacı hissetmiyorum. Yemeği şimdi bırak işi nasıl görüyorsun onu bana söyle.”
“Hayırdır inşallah fakat…”
Maşita bu sözleri söyledikten sonra konuşmadı.
Gülnar meraka düştü:
“Fakat… Bu nedir?”
“Bey pederiniz tarafından bir konu için geliyorum.”
Gülnar bu sözler üzerine birdenbire kıpkırmızı kesilerek yüreği çarpmaya başladı. Elinde olmayarak sordu:
“Bu husus nasıl şeydir?”
“Hanımcığım! Merak etmeyiniz. Sizin için canımı bile esirgemem. Bana güveniniz. Bugün sabahleyin erkenden bey pederiniz beni çağırdı. Yine birtakım gizli sözler söyledi. Bunları size söylemememi tavsiye etti. Fakat ben sözünü tutmayacağım. Her şeyi size söyleyeceğim. Bey babanız huzurunda durduğum zaman bana bahşiş olarak bir yüzük verdi. (Firuze taşlı bir altın yüzük göstererek) İşte bu yüzük, yüzüğü verince elini öptüm sonra bey pederiniz sizi çok sevdiğinden, rahat ve sadakatinizi pek ziyade düşündüğünden bahsetti. Kirmani’nin oğlunu istememenizi, bey garip görüyor. Nihayet bahsi bana çevirdi. Sizin bana güvendiğinizi biliyor. Bu işe aracı olmamı, sizi kandırmamı tavsiye etti. Çünkü Kirmani, emir oğlu emirmiş… Emir ve ferman… Onunmuş…”
Gülnar, maşitanın sözünü kesti:
“Peki, sen kendisine ne cevap verirdin?”
“Konuşmanın başında dediklerini hep beğenerek, onayladım. Çünkü başka türlü davranmak mümkün değildi. Pederiniz sözlerime inanmaya başladığını hisseder etmez diğer bir yola döndüm. Acele edilmemesini, bugün baskı ve zorlamaya muhtaç olan bir işin yarın arzu ve memnuniyet ile yapılabileceğini, birkaç gün sonra sizi inandırmak için gelinceye kadar bu meseleyi size açmamasını söyledim. Uygun buldu. (Gülnar’ın çekmekte olduğu kederi hafifletmek maksadıyla gülerek) Bakalım misafirimizden ne haber gelecek işte ben bu maksat ile bey pederinize ağır davranmasını tavsiye ettim.”
Gülnar, acı acı tebessüm etti. Maşitanın kurduğu tedbiri beğeniyordu. Reyhane söze devam etti:
“Bey pederinize her ne söylediyse cümlesini uygundur, doğrudur gibi göründüm. Şimdi beni kendisiyle âdeta hemfikir kabul ediyor. Hanımcığım ben size hizmet edeyim diye böyle yaptım. Bununla beraber bey pederiniz bunun aksine haber ve şiddet göstermek istese ona karşı kim durabilir? Her şey onun emri altında değil mi? Bugün size Kirmani’nin yanına gideceksiniz dese istediği yere gitmekten başka bir şey yapabilir misiniz?”
“Evet, bir şey yapamam, giderim fakat…”
“Hanımcığım ister istemez gideceksiniz çünkü terbiyeniz, asilliğiniz pederinize karşı durmanıza engeldir. Bununla beraber gitmek istemeyecek olursanız pederiniz sizi zorla da gönderebilir.”
Gülnar, sessizliğini koruduğu hâlde gözlerini yere dikmişti. Maşitadan, Dahhâk’ın ne yaptığını tekrar sormak istiyordu. Fakat utandığından soramadı. Maşita bunun farkına vardı. Ayağa kalktı:
“Haydi, yemeye hazırlanalım. Yemekten sonra bakalım ne haber gelecek?” dedi.
Hanımının elbisesini giydirmeye, kokular sürmeye, saçlarını örmeye başladı. Gülnar, denizler gibi derin düşüncelere dalmış olduğu hâlde itiraz etmeden maşitanın eline teslim olmuştu. Maşita, hanımını giydirip kuşattıktan sonra aynayı getirerek dedi ki:
“Hanımcığım bu güzel çehreye bak! Maşallah… Şahane güzellik buna derler.”
Gülnar kendi güzelliğini görmek istemiyor gibi aynaya dönüp bakmadı. Mahzun bir sesle:
“Beni boşuna aldatmaya çalışma, dediğin gibi güzel olsaydım beni böyle mahzun üzgün göremezdin.” dedi.
Maşita derhâl cevap verdi:
“Hanımcığım üzülmeyiniz. Kalbinizi biraz geniş tutunuz. Şimdi haydi yemeğe gidelim.”
Maşita bunu söyledikten sonra hanımını alıp odadan dışarı çıktı. Gülnar kapıdan çıkar çıkmaz Dahhâk’n dönüp dönmediğini anlamak üzere gözlerini bahçeye bitişik olan meydan yönüne çeviridi. Maşita dedi ki:
“Bey pederiniz şayet size Kirmani’den bahsederse istememezlik tavrını takınmamak gerekir. Öyle yapacaksınız, değil mi?”
Gülnar meydandan gözlerini ayırmadığı hâlde onay makamında başını salladı. Zavallı kızcağız kendi fikir ve hislerine o kadar yenilmişti ki köşkte çokça bulunan uşak ve cariyelerin hizmet için etrafında dolandıklarının farkında olamıyordu. Bu dalgınlıkla kimseyi görmeksizin yemek odasına giderek sofraya oturdu. Sofrada soğuk sıcak birçok yemek, meyve vardı. Gülnar söz söylemeksizin biraz yemek yedi. Dahhâk’ın ayak sesine benzer bir ses işittikçe kapıya doğru dönüp bakıyordu. Reyhane, hanımın bu hâl ve hareketine bakarak mahzun oluyor, onu meraktan kurtarmak için boş yere söze tutmaya çalışıyordu. Eline bir elma aldı:
“Hanımcığım! Bakınız bu elmanın rengi ne kadar güzel yanaklarınız gibi kıpkırmızı.” dedi.
Gülnar bu sözler kendisine değilmiş gibi davrandı. Elmayı maşitanın elinden alarak dalgın bir hâlde dişi ile ondan bir parça kopardı. Fakat tam o sırada kapının yavaşça açıldığı işitildi. Gülnar bütün dikkatini kapı tarafına yöneltti. Lokma çiğnenmeksizin ağzında kaldı. Maşita derhâl kapıya giderek açtı, gelen Dahhâk’tı. Gülüşünden belliydi. Fakat kendisi görünmüyordu. Gülnar, Dahhâk’ın çabucak içeri girmesinden biraz telaş etti. Onun yerine getirmekte olduğu memuriyeti hatıra getirerek yüzü yine kızardı. Hislerinin baskısıyla boğazı tıkanır gibi oldu. Bununla beraber kendini topladı. Ağzındaki elma parçasını çiğnemekle boğazına kadar gelen hissiyatı yenmeye çalıştı. Bu sırada Dahhâk terbiyeli bir yürüyüş ile içeri girdi. Maşita hemen sordu:
“Ne yaptın? İnşallah hayırlı hadisen var.”
Dahhâk zevzek bir tavırla bakarak güldüğü hâlde karşıda dikilip durdu. Maşita güzel bir sesle:
“Aa kuzum! Ne yaptın çabuk söyle.” diyerek acele cevabı bekledi. Fakat Dahhâk aldırmadı. Yine gülüyordu.
“A kızım, beni bırak. İstediğim gibi güleyim. Çünkü keyifliyim.” dedi.
Gülnar, hayırlı bir haber makamında anladığı bu hâllerden Dahhâk’ın bu sevincinden mutluluk duyarak masum masum tebessüm etmeye başladı. Sanki tavır ve hâli Dahhâk’a, “Şu getirdiğin güzel haberi söyle.” diyordu.
Dahhâk, Gülnar’a doğru yüzünü çevirerek:
“Hanımefendi! Dostumuz, Horasanlı hakkında siz hangi emeli besliyorsanız o da size karşı onun birkaç katı besliyor. (Yavaşça öksürerek) Bunu pek iyi anladım.” dedi
Gülnar sevincinden birdenbire gülmekten kendini alamadı. Fakat yaptığının bir hafifmeşrep bir hareket olduğunu derhâl anlayarak kendini topladı. Dahhâk’a, “Allah senden razı olsun. Mükâfatını unutmayacağız. Nasıl oldu, bize naklet.” dedi.

21
HUD’A[11 - Hile-Düzen.]
Dahhâk kimse işitmesin diye sağa sola baktıktan sonra nakletmeye başladı.
“Ebu Müslim’e hediye götürdüm. Sanki önceden haberi varmış gibi hemen aşırı memnun bir hâlde kabul etti. Arkadaşı, Bermek oğlunun önünde benim ile konuşmak istemedi. Onu savdıktan sonra yalnızca benimle görüştü. En evvel sizi sordu. Ne hâlde bulunduğunuzu anlamak istedi. Öyle cazibenize kapılmış bir meyil ile soruyordu ki sevincinden kendimi şaşıracaktım…”
Gülnar, Dahhâk’ın bu sözlerini işitince kalbi yerinden çıkacak gibi çarpmaya başladı. Sevincinden hemen hoplayacak, oynayacaktı. Fakat derhâl bir uşağın önünde bulunduğunu düşünerek kendini topladı. Maşitaya baktı. Sanki ona durma sor, ayrıntısını alalım demek istiyordu.
Reyhane, Dahhâk’a sordu:
“Ebu Müslim sana ne söyledi? Hanımımız hakkında özel bir meylini gördün mü?”
Dahhâk tereddütsüz cevap verdi:
“Deminden ne diyordum, anlamadın mı? Ebu Müslim kat kat fazla meylediyor, sevgi besliyor. Gerçekten zevkiselim sahibi bir adam çünkü bu güzelliği hakkıyla takdir ediyor demek.”
Dahhâk, bu sözleri söylerken sanki mahcup oluyormuş gibi yere bakıyordu. Gülnar da güzelliğinden bahsedilmesinden utandı. Getirdiği iyi haberler hatırı için Dahhâk’ın cesaretini affetti. Susuyordu, maşita sordu:
“Gizli kapaklı söyleme açık söyle, Ebu Müslim ne dedi?”
“Bana dedi ki… Dedi ki… Ne dediğini harfiyen hatırlamıyorum. Fakat her hâlde şunu anladım ki hanımımıza âşıktır. Aynı hislerin hanımefendide bulunmamasından korkuyordu. İşte bu sebepten dün salonda bulunduğu zaman hanımefendiye karşı bu hisle davranmıştı. Fakat hanımefendiyi sevdiğini pederi beye söylememeyi kesin bir suretle bana tembih etti. Beyefendinin işi anlamamasını istemesi bir sebebe dayanır. Bu sebebi son derece de gizli tutuyor. Hatta bana söyleyinceye kadar canımı çıkardı.”
Reyhane: “Acaba bu sır nedir?”
Dahhâk, bu sorudan sonra susar gibi oldu. Sanki söylediği sözlere pişman olmuş gibi yüzünü ekşiterek geriden geriye kapıya doğru gitmeye başladı.
Reyhane çabuk sordu: “Böyle nereye gidiyorsun? Yoksa yaptığın bu güzel hizmete pişman mı oldun?”
Dahhâk, bulunduğu yerde durarak sarığını düzeltmekle meşgul göründüğü hâlde yüzünü Gülnar’a doğru çevirdi. Kolunu gözleri ile maşita arasında engel şeklinde kaldırdı. Gözünü kırpmak, alt dudağını ısırmak suretiyle Gülnar’a bir işarette bulundu. Gülnar, bu işaretten Dahhâk’ın o sırrı maşitanın önünde söylemek istemediğini anlayarak Reyhane’ye:
“Israrda bulunma, bunu ben kendisinden gizlice anlayacağım.”
Maşita tekrar mindere oturarak sustu. Bir an üçü de sessizlikle vakit geçirdiler. Reyhane, odadan çıkmak lazım olduğunu anlayarak Gülnar ile Dahhâk’ı yalnız bırakarak dışarı çıktı.
Gülnar, Dahhâk ile yalnız kalınca yüzüne bir meraklı bakışlarla baktı. Dahhâk, Gülnar’a yaklaştı. Maşitanın çıktığını kontrol etmek üzere kapıya baktıktan sonra dedi ki:
“Size söylemek için Ebu Müslim’in bana verdiği sırrı arz edeceğim. Bunu kimseye söylemeyeceğinize söz verirseniz söyleyebilirim. O suretle bana tembih etti. Bana söz verebilir misiniz?”
Gülnar, gayet önemli ve gizlice bir şeyi öğrenmek için dikkatli bir şekilde boynunu Dahhâk’a doğru uzatarak:
“Evet, sana söz veririm.” cevabını verdi.
“Hanımefendi, Ebu Müslim sizi çok seviyor. Fakat takip ettiği maksadı, siyasi görevini bitirmeden bu uğurda zorunlu olduğu savaşlarda düşmanlarını yok etmeden, zaferi kazanmadan önce hanımlar ile bir münasebette bulunmamaya, vakit geçirmemeye yemin etmiş. Anladınız mı?”
Gülnar gözlerini yere dikerek Dahhâk’ın bu sözlerini düşünmeye başladı. Fakat maksadı tamamen anlayamıyordu.
“Açık söyle, ne demek istediğini tamamıyla anlayamadım.” dedi.
“Hanımefendi siz de biliyordunuz ki Ebu Müslim devlette bir inkılap vücuda getirmek gibi büyük bir vazife ile meşgul, pek çok da düşmanı vardır. En büyük düşmanları Kirmani ile Nasr b. Seyyar’dır. Bunların katletmeden önce Ebu Müslim için bir zafer düşünülemez. Kirmani’nin sizi kendi oğluna nişanladığı kendisine söylediğim zaman pek memnun oldu.”
Dahhâk bu son cümleyi söylerken sakalını kaşıyıp gülüyordu. Gülnar yere bakarak düşünmeye başladı. Gördüğü çelişki karşısında hayret ediyordu. Ebu Müslim kendisine âşık ise Kirmanizade ile nişanlanmasından nasıl memnun olur? Gülnar gözlerini yerden kaldırarak Dahhâk’a meraklı bir yüzle baktı. Hâl ve tavrında üzüntü belirtisi çok belli oluyordu. Dahhâk, Gülnar’ın şaşkınlığını anlayarak dedi ki:
“Hanımefendi, Kirmani’nin oğluyla evleneceksiniz diye memnun olmadı. Onun memnuniyeti kendisini sevdiğiniz, başarı ve zaferini arzu ettiğiniz hâlde Kirmani’nin yanına gideceğinizi anlamasından ileri gelir.”
Gülnar, Ebu Müslim’in kendisinden Kirmani’nin konağında bir hizmet ve yardım beklemekte olduğunu bu hizmetin de Kirmani’nin veya Nasr b. Seyyar’ın katline yardımdan başka bir şey olmadığını anlayarak teklif olunan vakayı pek dehşetli, pek cinayetkârane buldu. Çünkü bu cinayet Kirmani’ye gelin olduktan sonra ona karşı ancak gaddar ve hıyanet ile mümkün olabilecekti. Bu kötülük, cinayet doğrusunu söylemek gerekirse büyük bir suçtur. Gülnar hayatı boyunca böyle şeyleri görmek şöyle dursun hatır ve hayaline getirmemişti. Bu sebepten büyük bir korkuya ve hayrete düşerek sustu. Dahhâk’ın sözlerinden ne anladığını ona söylemeyi kibrine yakıştıramıyordu. Zavallı kızcağız iki taraftan da baskı altında idi. Bir taraftan Ebu Müslim’e olan muhabbet ve tutkusu hangi vesile ile olursa onun memnuniyet ve meylinin gerçekleşmesine sevk ediyordu. Diğer taraftansa terbiyesi, vicdanı onun kocası olacak bir adamın kendi hanesinde eşi sıfatıyla bulunurken katline iştirak etmekten menediyordu. Gülnar kendini gayet çaresiz bir mevkide gördü. İki şeyden birini tercih etmesi lazımdı. Ya Kirmani’nin katline ortak olarak Ebu Müslim’e kavuşmak ya da Kirmanizade ile evlenmeyi kabul etmek yahut bunu reddederek Ebu Müslim’ den mahrum kalmak.
Gülnar bir süre bu iki şey arasında tereddütte kalarak vakit geçirdi. İçinde bulunduğu durumdan yoruldu. Şiddetli bir baş ağrısı, bir can sıkıntısı hissederek birdenbire ayağa kalkmaktan kendini alamadı. Dahhâk ise Gülnar’ın hareketini dikkatle takip ediyor ondan bir cevap bekliyordu. O şekilde ayağa kalktığını görünce büyük bir tereddüt ve şaşkınlık içinde bulunduğunu anlayarak dedi ki:
“Hanımefendi, acele karar vermeyiniz. İyice düşününüz. Bu olay, teklif edilen şey pek ağırdır. Fakat Ebu Müslim’e kavuşmak için bundan başka bir yol yoktur. Çünkü bu adam kararlarında pek ziyade sabittir. Ondan bir türlü dönmüyor.”
Gülnar teklif olunan şeyi daha açık bir şekilde anlamak istiyordu, dedi ki:
“Maksadını tamamen anlayamadım, Ebu Müslim ne dedi ise onu harfiyen bana ne için söylemiyorsun?”
Dahhâk cevap verdi:
“Onun her dediğini harfiyen söylemek lazım gelse konu fazlasıyla uzar. Sözlerinden anlayabildiğim kadarıyla size arz ederim. Kendisi sizi seviyor. Fakat savaşları kazanmak, zaferleri elde etmeden, amacını kesin bir şekilde vücuda getirmeden önce evlenmemeye yemin etmiş. Zafer ise o iki adama karşı galip gelmeyle olacaktır. Üstün gelmek için ihtimal ki onların katli lazım gelir yahut ihtimal ki onların ölmeleri gerekir. Bunlardan birinin önünde bulunursanız Ebu Müslim’e bu hususta yardım edersiniz. Yoksa siz bilirsiniz. Meseleyi yavaş yavaş düşününüz. Ona göre karar veriniz.”
Gülnar, bu önemli mesele karşısında derhâl karar vermekten kendini âciz görerek gizli tutacağına dair verdiği söze rağmen maşita ile görüşünceye kadar kararı ertelemek istedi. Zaten insan bir mesele hakkında karar verememekte olduğunu görünce, kendisine yakın olanlara işi söyleyip fikirlerini almaya kendi nefsinde şiddetli bir meyil hisseder. Sırrı gizli tutmak hakkında verdiği söze önem vermez. Belki de sır tutmak için ortaya çıkan ısrar ve zorlama, o sırrın ifşasına insani teşvik ve arzu eder. Bu hususta kadınlar, ümitsiz oldukları hâlde ince ruhlarının etkisiyle hele muhabbet etmenin cazibesine ve ayrıntılı konularda sır saklamaya erkeklere göre daha başarısızdırlar. Kadınların sır ifşaları genellikle yine sır teslim etmek şeklinde olur. Bir kadına bir sır emanet edip, ifşa etmesini ona tavsiye ederseniz o sırrı bir arkadaşına yine sır olarak söyler. Arkadaşı diğer arkadaşına nakleder. Erkekler sır tutmakta daha fazla başarılı olmakla beraber onlar da bu gibi durumlardan arındırılmış değildir. Meşhur söze göre “İki kişiye geçen bir sır kulaktan kulağa yayılır.” gerçekten bir sır iki dudaktan öteye gitti mi ifşa edilmiş demektir.
Sır sahiplerinin sırlarını söylemekte takip ettikleri maksatları bir yana bırakalım. Bir mesele hakkında tereddüde düşerek bir hüküm vermekten âciz kalan bir insan, danışmak maksadıyla bir sırrı ifşa ederse belki affedilir. Nitekim Gülnar’ın başına öyle bir hâl geldi. Gülnar birkaç seneden beri maşitasıyla sırdaşlık kurmuştu. Onun sadakat ve doğruluğuna çok güveniyordu. Şimdi Ebu Müslim tarafından Dahhâk’a söylenen bu önemli meseleyi ona söylemek ister ise hoş görülmez mi?
Gülnar, bu mesele hakkında kesin bir karar veremeyeceğini anlayınca Dahhâk’ı savarak meseleyi etrafıyla düşünmek, hâline çare bulmak için yalnız kalmak üzere kendi odasına gitti. İçeri girince kapıyı kapatarak yatağa sarıldı. Gülnar yatak üzerinde bir saat kadar kendini hayallere kaptırdı. Zihninden geçenlere iyilik veremiyor fakat dolaşa dolaşa yine başladığı yere geliyordu. Son derece de acı içindeydi. Maşitanın huzuruna fevkalade bir ihtiyaç hissediyordu. Gelmesini büyük bir merak ile bekliyordu. Yatağında uzandı. Yorgunluk, merak onu hâlsiz bırakmıştı. Uykusu geldiğini, üşümekte olduğunu hissetti. Yorgana sarılarak uyudu. Kapıyı kapalı fakat sürmesiz bırakmıştı. Biraz sonra maşitası yoklamak için gelince kendisini uykuda görerek Dahhâk’ın söylediği gizli şeyleri anlamayı hanımdan ziyade merak ettiği hâlde kendi odasına çekildi. Reyhane, Gülnar’ın kendisinden hiçbir şey gizlemeyeceğini kesinlikle biliyordu.
Gülnar gün batımına kadar uyuduktan sonra hizmetkârların gürültüsü üzerine uyandı. Sabah vakti oluyor zannederek gözlerini açtı. Yatak üzerinde oturdu. Maşitası yanı başında oturuyordu. Gülnar elleriyle gözlerini ovuşturtuktan sonra etrafına baktı. Gün batmak zamanında olduğunu anladı. Yanı başında maşitayı görünce ona:
“Çok geç kaldım uyku beni bırakmadı. Uyumuşum…” dedi.
“Hanımcığım! Sırrı anlamak için sizi yalnız bıraktım. Sonra geldim o zaman uyuyordunuz.”
“Bir patırtı işitiyorum bu nedir?”
“Misafirler beyefendi ile salondadırlar. Uşaklar onların hizmetlerinde gidip geliyorlar.”
Gülnar bu sözleri işitince uyanır gibi oldu. Ebu Müslim’in yüzünü görmeye dayanılmaz bir istek hissetti. Maşita bunun farkına vararak dedi ki:
“Bey pederiniz sizi soruyordu. Uykudadır dedim. Salona gitmek istiyor musunuz?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/corci-zeydan/ebu-muslim-horosani-nin-intikami-69428611/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Aslı, memleket ahalisinden olup ırk olarak fatihlere uygun olmayan ve sonradan İslamiyet’i kabul edenler.

2
Maşita: Hanımların saçlarını taramasına ve süslenmesine yardımcı olan kadın.

3
İbnü Hallikân Tarihi, cilt 1.

4
Taberi Tarihi, cilt 2.

5
İslam’da başlangıçta çekilen bayrak beyazdı. Bir mızrağa takılıp Cenabı Peygamber tarafından Musab b. Ümeyr’e emanet edilmişti. Heyber kazasına kadar hep bu bayrak gönderildi. Heyber kazası için büyük ve siyah bir bayrak çekildi. Buna râyet deniliyordu. Halifelik sancakları da çeşitliydi. Abbasi halifeleri siyah bayrak kullandılar. Onun için onlara sevde-i tesmiye olunurdu. Benî Talib, Abbasiler üzerine saldırdığı zaman onlar da beyaz bayrak çektiler. Onlara müneyyize adı verildi. Halife el-Memun ise Abbasilerdeki siyah bayrağı kaldırıp gerek bayrakları gerek elbiseyi yeşile çevirdi. Eski Türkler ile Hint’teki Moğol devletlerinde at kıllarından dağınık saça benzer bir işaret yapılmıştı. Bunu Cengiz ile Hülagû dahi kullanmışlardı. Adına haliş deniliyordu. Eyyübiler, Mısır’daki Abbasiler, Selçuklular da halişi kullandılar. Buna Osmanlı Devleti’nde tuğ deniliyordu.

6
Nesep: Soy.

7
İbn Hallikan Tarihi, Cilt 1, Sayfa 503.

8
Ahkâm-ı Sultaniye kitabı.

9
Meraklı bekleyiş.

10
Haber sahibi, haberi getiren.

11
Hile-Düzen.
Ebu Müslim Horosani′nin İntikamı Corci Zeydan
Ebu Müslim Horosani′nin İntikamı

Corci Zeydan

Тип: электронная книга

Жанр: Историческая литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İran serdarı Ebu Müslim Horasani, kendine dava edindiği fikir ve düşünceleri doğrultusunda hayata dair pek çok şeyden vazgeçmiş, sadece davasının peşinden giden haşmetli bir liderdir. Emellerine ulaşmak konusunda çok katı kurallara sahip olan bu serdar, “Her kimden şüphe edersen onu öldür.” düsturuyla birçok kişinin yaşamına son vermiştir. Bir sürü kişinin zafiyetinden faydalanan, kılıktan kılığa giren, kendisinden başka herkesin duygularını ve düşüncelerini hiçe sayan, en yakınını bile kullanmaktan çekinmeyen, Ebu Müslim Horasani’nin düşmanı, anarşist Dahhâk ise üstün casusluk yeteneğiyle herkesten istediğini alan bir Haricî grubuna mensup ajandır. Dahhâk, “Böl, parçala, yönet” anlayışıyla pek çok faaliyette bulunur. Pek nahif, pek iyi kalpli olan roman kahramanlarımızdan bahtsız Gülnar ise kalbini haşmetli serdar Ebu Müslim Horasani’ye kaptırmış ve şiddetli bir aşkın pençesine düşmüştür. Yaşadığı yoğun duygular neticesinde pek çok kez hayal kırıklığına uğrasa da Ebu Müslim Horasani’nin aşkından kendini bir türlü kurtaramaz. Ebu Müslim Horasani tarafından gelecek en ufak bir sevgi alametine bağlı olarak kendini hayallere kaptırır. Elbette casus Dahhâk, bu bahtsız genç kızın duygularından da yararlanır. Orta Doğu’nun kadim toprakları İran’da geçen bu romanda, birçok oyun ve kumpasa şahit olacak, yaşanılan olaylar neticesinde kendinizi çoğu kez şaşırırken bulacaksınız. Günümüzün uluslararası ilişkiler ve siyasetindeki pek çok benzerliği de bu eserde bulacaksınız. "Cihanda sevda düşkünü kadar şüphelere, hayallere, iyimserliklere kapılan bir başka mahluk daha var mıdır? Bir sevdazede, bahtı açık sevdiğine kavuşursa o, dünya nimetlerine sahip olmak hırsıyla her esen rüzgârdan biraz şüphe ve tereddüt eder. En sade olayları bile sevdiğinden ayırmak için harcanmış bir çalışma renginde görür, hatta bazen sebepsiz yere sevdiğinin kalbinde bir vefasızlık görmeye başlar. Gerçekten aşk, pek garip yansımalara, sırlara sahiptir…

  • Добавить отзыв