Kuzin Bette
Honoré de Balzac
İlk kez 1846 yılında yayımlanan Kuzin Bette, Balzac’ın en önemli romanlarından biri olup, birçok eleştirmen tarafından da yazar için bir dönüm noktası sayılmıştır. Balzac romanı, ölümünden üç yıl önce, aralıksız iki ay boyunca çalışarak kaleme alır. Romanın geçtiği 19. yüzyıl Fransa’sı, toplumsal ve ekonomik büyük değişimlerin yaşandığı, paranın ve satın aldıklarının her şeyin önüne geçtiği bir yerdir ve elbette Hulot ailesi de bundan nasibini alır. Romana adını veren Kuzin Bette, çirkin ve yoksul olmasının, evlenememesinin bedelini ailesinden intikam alarak, onlara her fırsatta kötülük yaparak ödetmek ister. Çoğu kez bunda başarılı da olur. Felakete sürüklenen ailede; erdem, merhamet ve sadakat kötülükle sınanır hep. İkiyüzlülük ve ihtiras, her güzel hissi ezer geçer… Balzac gerçekçidir; kaleminden çıkan her bir karakter kendinden bekleneni yapar, hem de eksiksiz. Nedamet getirmez onun kötüleri ve kötülüğe tevessül etmez onun iyileri…
Honoré de Balzac
Kuzin Bette
Honoré de Balzac, 1799’da Tours’da doğdu. Bebekken sütanneye gönderildi. Daha sonra kız kardeşi de ona katılınca aile evinden dört yıl ayrı kaldı. Anne ve babanın çocuklardan uzak kalması Honoré de Balzac’ı derinden etkiledi, 1836 yılında kaleme alacağı Vadideki Zambak romanına ilham oldu. 1807-1813 arasında Oratariens Kolejinde (Hatiplik Okulu) yatılı olarak okudu. Bu dönemde okuma alışkanlığı kazandı. Hatiplik Okulunda yaşadıkları, 1832 yılında yazdığı LouisLambert romanındaki karakteri de etkiledi. 1814’te ailesinin Paris’e taşınmasıyla iki buçuk yıl süreyle özel eğitim aldı. 1816 yılında Sorbonne’da eğitim görmeye başladı. Spinoza’nın eserlerini Latinceden Fransızcaya çevirdi. 1820’de Shakespeare’den etkilenerek Cromwell isimli bir trajedi kaleme aldı. Bu eseri yakınlarıyla paylaştığında, Akademisyen François Andrieux, onu başka türlerde yazmaya teşvik etti. Walter Scott’ın eserlerinden etkilenerek çeşitli hikâyeler yazmaya başladı fakat bu taslaklar yaşamı süresince yayımlanmadı. 1821’de para kazanmak için takma ad kullanarak eserler kaleme aldı. 1826 yılına kadar dokuz adet roman yayımladı. Bu romanlar eleştirmenlerden olumsuz yorumlar almış olsa da Balzac’ı yazarlık temposuna alıştırdı ve kalemini güçlendirmesine yardımcı oldu.
Balzac, tarihî roman örneklerinden biri olan, ilk kez Honoré Balzac adıyla yayımladığı Köylü İsyanı (1829) eseriyle, döneminde ses getirmeye başladı. İnsanlıkKomedyası’nda, pek çok tarihçinin unuttuğunu düşündüğü örf ve âdet tarihini kaleme almak istedi. Dönemlerindeki tarihsel ve toplumsal gerçeklikleri sistematik bir gözlem üzerine kurarak romanlarında anlattı; yalnızca bununla kalmayarak eylemlerin arkasındaki gizli nedenleri de incelemek istedi. Modern romanın başlangıcı olarak görünen bu romanlarda Balzac’ın hedefi, Paris’ten taşraya, burjuvadan köylüye, avukattan tefeciye her türlü yeri, sınıfı ve mesleği inceleyerek insana ulaşmaktı. Fransız toplumunu sosyolojik olarak incelemeye önem vererek, dini ön plana çıkarmak yerine aşk ve arkadaşlığı ön plana çıkararak, insanlığın kargaşasını ve ahlaksız taraflarını gösterip güçlü olanın zayıf olanı alt ettiği bir dünya oluşturdu. 1850 yılında hayata gözlerini yumdu.
Başlıca Eserleri: Köylü İsyanı, Vadideki Zambak, Tours Papazı, Eugenie Grandet, Goriot Baba, Tılsımlı Deri, Köy Hekimi, Lois Lambert, Albay Chabert Altın Gözlü Kız, Kibar Fahişeler, Sönmüş Hayaller, Nucingen Bankası, Cesar Birotteau, Ursula Mirouet, Karanlık Bir İş.
Şerif Hulusi Kurbanoğlu, 1910 yılında Manisa’da dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu Manisa’da okudu. İzmir Erkek Lisesinde başladığı lise eğitimini Taksim İstiklal Lisesinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Öğrenciliği sırasında Babıâli’de çalıştı, Cumhuriyet gazetesinde düzeltmenlik yaptı. 1930’dan itibaren yoğun bir yazı hayatı içinde yer aldı. Bazı eserlerinde Şerif Hulusi Sayman imzasını da kullandı. MarkoPaşa dergisini çıkaranlar arasında yer aldı. 1937’de SonPosta, 1938-1940 yılları arasında Cumhuriyet gazetelerinde çeviri ve telif öyküleri yayımlandı. Bunun dışında kitap eleştirileri, resim sanatı ve ressamlarla ilgili makaleleri gazete ve dergilerde yer aldı. 1939’da gittiği Almanya’dan Cumhuriyet gazetesine sanat haberleri yazdı. Çeşitli yazılarını Ağaç, Kültür Haftası, Aydabir, İnsan, Yeditepe,Dost, Eylem, Yeni Türk, Gündüz, Projektör, İnsan gibi dergilerde yayımladı. Engels, Lenin, Plehanov gibi sosyalist fikir insanlarından; Balzac, Flaubert ve Cengiz Aytmatov gibi büyük yazarlardan çeviriler yapan Şerif Hulusi, Nâzım Hikmet’ten derleme kitaplar da hazırlayıp yayımladı. 4 Nisan 1971 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetti.
Eserleri: Namık Kemal’in Eserleri, O. Prof. Dr. Fuat Köprülü’nün Yazıları İçin Bibliyografya, Ahmet Haşim: Hayatı ve Seçme Şiirleri, İktisadi Buhran ve Monopoller.
Çevirilerinden Bazıları: Kırmızı ve Siyah, Kızgın Toprak, Deliliğe Methiye, Hintli Kulübesi.
Aynur Şahin, 1996 yılında Antalya’da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans öğrenimini tamamladı. Fransızca öğretmenliği ve çevirmenlik yapıyor.
Yayıncının Notu
Gözlemleriyle eserlerini canlı kılan, zengin bir imge dünyasına sahip olan ve kült eserler ortaya koyan Honoré de Balzac’ın kaleme aldığı son büyük romanı Kuzin Bette; Fransız toplumunun 19. yüzyıla denk düşen devrinde meydana gelen değişim ve dönüşümleri, bireylerin iç dünyalarını da ön plana alarak yansıtması yönüyle döneminin ilgi çeken ve takdir kazanan yapıtları arasında yerini almıştır.
70’li yılların, özellikle çeviri eser alanında en önemli isimlerinden biri olan Şerif Hulusi Kurbanoğlu; Kuzin Bette’i Fransızca aslından Türkçeye aktarım sürecinde, ilk bölüm çevirisinin ardından vefat etmiş ve eserin çevirisi bu sebeple yarım kalmıştır.
Eserin müstakil olarak okuruna sunulabilmesi adına çevirisine, Aynur Şahin tarafından devam edilmiştir. Bu süreçte eserin ruhuna sadık kalınmasına, muhtevanın dağılmamasına ve üslup farklılıklarının en az düzeyde tutulmasına dikkat edilmiştir. İki ayrı kalemden çıkan çeviride farklılıkların hissedilmesi muhtemel olup takdir, okuruna bırakılmıştır.
1838 yılı Temmuz ayı ortalarına doğru, Paris sokaklarında yeni belirmeye başlayan milord[1 - Dört tekerlekli bir tür kiralık binek arabası.] adlı arabalardan biri, içinde orta boylu, millî muhafız yüzbaşısı üniformasını giymiş, şişman bir adam olduğu hâlde Üniversite Sokağı’ndan geçiyordu.
Bunca nükteli olmakla itham edilen Parisliler arasında, üniformanın kendilerine sivil elbiseden daha çok yakıştığını sananlar; kadınlarda, tüylü bir kalpağın manzarasına ve askerî koşumun tesirine aldanacak kadar düşkün bir zevk bulunduğunu kabul edenler vardır.
İkinci Légion’dan olan bu morumsu tenli ve oldukça tombul yanaklı Yüzbaşı’nın yüzünden, bir kendinden memnun oluş hâli okunuyordu. Ticarette kazanılan servetin işten elini eteğini çekmiş esnafların alınlarına kondurduğu bu halede, Paris seçimlerinde kazanmış, hiç değilse kendi belediye dairesinde reis muavinliğine eskiden seçilmiş bir zat seziliyordu. İnanınız ki Prusyalıvari, kabadayıca şişirilmiş göğsünde Légion d’honneur şeridi de eksik değildi. Milordun köşesine çalımla kurulmuş ve göğsünde nişanlar taşıyan bu adam; bakışını ekseriya, Paris’te yanında bulunmayan güzel gözlere hitap eder hoş tebessümler toplayan yolcular üzerinde gezdiriyordu.
Milord, sokağın Bellechasse’la Bourgogne sokakları arasındaki kısmında, bahçeli eski bir konak avlusunun bir bölüğünde, yeni yapılmış büyük bir evin önünde durdu. Yarı yarıya küçülmüş avlunun nihayetinde eski hâliyle duran konağa dokunulmamıştı.
Yüzbaşı’nın milorddan inerken arabacının yardımlarını kabul ediş tarzına insan bir baksa onun ellilik olduğunu anlardı. Öyle hareketler vardır ki göze çarpan, nüfus cüzdanının sırrını açığa vururlar. Yüzbaşı sarı eldiveninin sağ tekini giydi ve kapıcıya hiçbir şey sormadan, “O kadın benimdir!” diyen bir tavırla zemin kat sahanlığına doğru ilerledi. Paris kapıcılarının bilgiç bakışları vardır; nişanları olan, maviler giymiş, yürüyüşü azametli insanları durdurmazlar. Hasılı, zenginleri tanırlar.
Bütün zemin kat, Cumhuriyet Devri’nde ordu levazım amiri, ordunun eski levazım generali, o devir Harbiye Nezaretinin en mühim dairelerinden birinin müdürü, devlet müşaviri, Legion d’honneur’un büyük subayı, vesaire vesaire, Baron Hulot d’Ervy cenapları tarafından işgal ediliyordu.
Bu Baron Hulot, 1809 Seferi’nden sonra İmparator’un Kont de Forzheim unvanını verdiği, İmparatorluk Muhafız Kuvvetleri bombacı albayı olan kardeşi meşhur General Hulot’dan adının ayırt edilebilmesi için kendi kendine, doğduğu yere izafetle d’Ervy adını almıştı. Küçük kardeşini himaye etmek vazifesini üstüne alan ağabey Kont, babalık ihtiyatkârlığıyla onu askerî idareye yerleştirmiş ve her ikisinin idaredeki hizmetleri sayesinde de Baron, Napolyon’un teveccühünü kazanmıştı. Daha 1807 yılında Baron Hulot, İspanya’daki orduların levazım generali olmuştu.
Burjuva Yüzbaşı, zili çaldıktan sonra, armut biçimi göbeğinin zoruyla önden olduğu kadar arkadan da daralan elbisesini düzeltmek için çok gayret sarf etti. Üniformalı bir hizmetçi, görür görmez bu mühim ve kelli felli adamı hemen içeri aldı ve salonun kapısını açıp “Mösyö Crevel!”diye seslendi.
Bu ad, onu taşıyan adamın tavrına harikulade yakışmıştı. Bu adı işitince sarışın, boylu boslu, güzelliğini muhafaza etmiş bir kadın, elektrik cereyanıyla çarpılmış gibi oldu; ayağa kalktı.
Kendisinden birkaç adım ötede nakış işleyen kızına telaşlı bir tavırla, “Hortense, meleğim.” dedi. “Kuzin Bette’le birlikte sen bahçeye git.”
Matmazel Hortense, Hulot Yüzbaşı’yı kibarca selamladıktan sonra, Barones’ten beş yaş küçük olmasına rağmen ondan daha yaşlı görünen ihtiyar, kavruk bir kızla birlikte camekânlı kapıdan çıktı.
Kuzin Bette onu hemen hemen hiçe sayarak Barones’in kendilerini savmak için kullandığı tarza kızmaksızın küçük kuzini Hortense’ın kulağına “Senin evlenme işini konuşacaklar!” dedi.
Kuzinin kıyafeti, bu teklifsizliği izahtan uzaktır.
Bu ihtiyar kızın arkasında kişniş renkli, merinostan bir elbise vardı; biçimi ve dikişleri Restorasyon Devri’nden kalma idi. Üç franklık nakış işlemeli küçük bir yakası, başında da Halleslerdeki satıcı kızların şapkalarına benzeyen, hasırdan, mavi satenle uç uca dikilmiş ve hafifçe kıvrılmış, yine hasır işlemeli bir şapka vardı. Pek acemi bir kunduracı elinden çıkma keçi derisi pabuçları gören bir yabancı, Kuzin Bette’i ailenin bir akrabası olarak selamlamakta tereddüt ederdi çünkü gündelikçi bir dikişçi kadına o kadar çok benziyordu ki. Bununla beraber, ihtiyar kız, Mösyö Crevel’i muhabbet dolu bir gülümseme ile hafifçe selamladı; Mösyö Crevel de “anladım” gibi bir eda ile bu selama karşılık verdi.
“Yarın geleceksiniz, değil mi Matmazel Fischer?” dedi.
“Davetlileriniz yok mu?” diye Kuzin Bette sordu.
“Çocuklarım ve siz, hepsi bu kadar.” diye misafir karşılık verdi.
“Pekâlâ, o hâlde geleceğimden emin olabilirsiniz.”
Burjuva milisi Yüzbaşı, Barones Hulot’yu tekrar selamlayarak “Emirlerinize amadeyim, madam!” dedi.
Madam Hulot’ya da Poitiers’de veya Coutances’da taşralı bir aktörün, rolün gayesini belirtmek lüzumunu duyduğu zaman, Tartuffe’ün Elmire’e[2 - Tartuffe, Moliere’in meşhur eserinin adı. Burada, başkahramanla Elmire’in durumuna gönderme yapılıyor.] bakışı gibi baktı.
Madam Hulot, apartmanın düzenine göre, oyun salonuna bitişik bir odayı göstererek “Eğer beni takip ederseniz, mösyö…” dedi. “İşleri konuşmak için orada bu salondan daha rahat olacağız.”
Bu oda, penceresi bahçeye bakan oturma odasından ince bir bölme ile ayrılmıştı. Madam Hulot, Mösyö Crevel’i bir müddet yalnız bıraktı. Çünkü kimsenin gelip dinlememesi için odanın penceresiyle kapısını kapamak lüzumunu duydu. Hatta bahçenin nihayetindeki eski kameriyede oturduklarını gördüğü kızıyla kuzinine gülümseyerek büyük salonun camekânlı kapısını kapamak ihtiyatını bile gösterdi. Büyük salona birisi girerse kapının açıldığını duymak için de oyun salonunun kapısını açık bırakarak döndü. Barones, böyle gidip gelirken kendisini kimse görmediği için çehresine bütün düşüncesini aksettirmişti. Kim onu bu hâlde görse ızdırabından ürkerdi. Lakin büyük salonun giriş kapısından oyun salonuna gelirken yüzü, bütün kadınların, hatta en samimilerinin bile iğreti olarak takındıkları, nüfuzu güç bir çekingenlik ifadesine büründü.
Ne de olsa garip görünebilecek bu hazırlıklar esnasında, Millî Muhafız bulunduğu salonun mobilyasını tetkik etmişti. Vaktiyle kırmızı, güneşte solarak şimdi morlaşmış, uzun müddet kullanmanın tesiriyle de kıvrımları lime lime olmuş ipek perdeleri, rengi atmış bir halıyı, yaldızı dökülmüş ve lekelerle mermerleşen ipekli pervazlarından eskimiş mobilyaları görünce Crevel’in sonradan görme ablak tacir yüzünde hor görme, hoşnutluk, ümit ifadeleri safdil bir eda ile birbirini kovaladı. İpek elbisenin hışırtısı ona Barones’in geldiğini haber verdiği zaman, kendini bir kere daha tepeden tırnağa kadar süzerek Empire üslubundaki eski saatin üstünden, aynada kendine bakıyordu. Hemen hazır ol vaziyeti aldı.
Barones, 1800’lerde muhakkak ki çok güzel olacak küçük bir kanepeye kendini attıktan sonra, bronzdan sfenks başlı kollarının boyası pul pul kalkıp yer yer tahtası meydana çıkmış bir koltuğu göstererek oturması için Crevel’e işaret etti.
“Madam, aldığınız bu tedbirler büyük bir mazhariyet olurdu, eğer ben…”
Barones, Millî Muhafız’ın sözünü keserek “Bir âşık olsaydım!” diye karşılık verdi.
Yüzbaşı sağ elini kalbinin üstüne koyarak bu türlü bir ifadeyi soğukça görünce de bir kadını hemen daima güldürecek gözlerini yuvarlayarak “Âşık kelimesi çok zayıf.” dedi. “Büyülenmiş deseniz?”
Barones, gülemeyecek kadar ciddi bir tavırla “Dinleyiniz, Mösyö Crevel.” dedi. “Elli yaşındasınız, Mösyö Hulot’dan on yaş küçüksünüz, biliyorum ama ben yaştaki bir kadının çılgınlıklarını güzelliğin, gençliğin, şöhretin, şerefin, bize her şeyi, hatta yaşı bile unutturacak kadar gözlerimizi kamaştıran şaşaalardan birkaçını mazur göstermesi lazımdır. Elli bin liralık geliriniz varsa da bu, ancak yaşınıza denktir; oysaki bir kadının ısrarla aradıklarından hiçbirine sahip değilsiniz.”
Millî Muhafız ayağa kalkarak ve ilerleyerek “Ya aşk?” dedi. “Bir aşk ki…”
Barones, bu gülünçlüğe bir son vermek için onun sözünü keserek “Hayır, mösyö, buna inat deyiniz!” dedi.
“Evet, inat ve aşk! Ama daha fazla bir şeyler, haklar…”
Hor görme, meydan okuma ve kalp kırgınlığıyla yüksekten bakar bir tavır alan Madam Hulot “Haklar mı?” diye bağırdı. “Ama böyle konuşursak…” diye devam etti. “Hiç anlaşamayız; hem ben sizin buraya, ailelerimiz arasındaki rabıtaya rağmen sizi bizden uzaklaştırmış olan şey üzerinde konuşmak için gelmenizi istemedim.”
“Ben öyle sandım.”
“Sonra, mösyö! Âşıktan, aşktan, bir kadın için çok daha açık saçık şeylerden bahsedişimdeki kayıtsız, açık tarzdan anlamıyor musunuz ki iffetli ve faziletli kalmaktan yana tamamıyla gönlüm rahattır! Hiçbir şeyden, hatta sizinle beraber bir odaya kapanmış olmak töhmetinden bile korkmuyorum. Bu, zayıf bir kadının hareket tarzı mı? Gelmenizi niçin rica ettiğimi pekâlâ biliyorsunuz!..”
Crevel, soğuk bir tavır takınarak “Hayır, madam!” diye karşılık verdi.
Dudaklarını ısırdı, yine hazır ol vaziyeti aldı.
Barones Hulot, Crevel’e bakarak “Öyle ise, karşılıklı işkencemizi azaltmak için sözümü kısa keseceğim.” dedi.
Crevel, alaylı bir eda ile muhatabını selamladı; işten anlayan biri bu selamda eski bir çerçinin nezaketini okurdu.
“Oğlumuz kızınızla evlendi.”
“Şimdiki aklım olsaydı!..” dedi Crevel.
Barones telaşlı bir ifade ile “Bu evlenme yapılmazdı.” dedi. “Ona şüphe yok. Gerçi, bunda teessüfe mahal yok. Oğlum, yalnız Paris’in birinci sınıf avukatlarından biri olmakla kalmıyor, bakın, işte bir yıldır da mebustur; hem Meclisteki ilk çalışmaları kısa zamanda bakan olacağını umduracak kadar parlaktır. Victorin iki defa mühim kanunların raportörü oldu, isteseydi temyiz mahkemesi savcısı olacaktı. Hâlâ, bana servetsiz bir damadınız olduğundan dem vurursanız…”
“Yardım etmeye mecbur olduğum bir damat.” diye Crevel söze başladı. “Bu bana hepsinden daha ağır gibi geliyor, madam. Kızımın çeyizini teşkil eden beş yüz bin franktan iki yüz bini, Tanrı bilir, neye sarf edildi!.. Oğlunuz beyefendinin borçlarını ödemeye, evini görülmedik bir şekilde döşemeye… Beş yüz bin franklık bir ev ki bugün ancak on beş bin frank getiriyor çünkü o, evin en güzel kısmını işgal ediyor, bundan da iki yüz altmış bin frank borçlu kalıyor. Gelir, ancak borcun faizini karşılıyor. Bu yıl kızıma, iki ucu bir araya getirebilsin diye, şöyle böyle yirmi bin frank veriyorum. Söylediklerine göre de adliye sarayında evvelce otuz bin frank kazanan damadım şimdi, Mebusan Meclisi için adliye sarayını ihmal edecekmiş.”
“Bu, Mösyö Crevel, konu dışıdır, bizi konumuzdan uzaklaştırıyor. Ama bu bahsi kapamak için söyleyeyim; oğlum bakan olursa eski bir ıtriyatçıyı da Legion d’honneur nişanı sahibi, Paris Vilayet Meclisi azası yaptırırsa artık şikâyet edecek neyiniz kalır?”
“Ah! Bunu bekliyordum zaten, madam. Öyle ya, ben bir bakkal, bir esnaf, eski bir badem macunu, Portekiz suyu, saç yağı perakendecisiyim. Biricik kızımı Baron Hulot d’Érvy cenaplarının oğluyla evlendirmekle beni daha fazla hürmete layık bulacaklar elbet. Öyle ya, kızım barones olacak. Régence, XV. Louis, Oeil-de-Boeuf[3 - Régence, XV. Louis’nin çocukluk devridir ki Orléans Dukası Philippe bu devirde Régent adıyla hükûmeti naip olarak idare etmiştir. Oeil-de-Boeuf ise Versailles Sarayı’nda kralın yatak odasına bitişik olan salondur ki bekleme salonu olarak kullanılırdı.] devrindeyiz galiba! Oh ne âlâ… Célestine’i, biricik kız evlat nasıl sevilirse öyle seviyorum. O kadar ki ona ne bir erkek ne de bir kız kardeş sıkıntısı vermemek için Paris’te dul yaşamanın -pek dinç iken bile, madam- bütün mahzurlarını kabul ettim. Ama iyi biliniz ki kızıma karşı beslediğim bu derece sevgiye rağmen servetimi, masrafları benim gibi eski bir tacire açık görünmeyen oğlunuz için tehlikeye atamam doğrusu…”
“Mösyö, şu anda Mösyö Popinot’yu, Lombards Sokağı’nın eski aktarını Ticaret Bakanlığında görüyorsunuz…”
Kendini toplayan ıtriyatçı “Dostumdur, madam!” dedi. “Çünkü ben, César Birotteau Baba’nın eski baştezgâhtarı Célestine Crevel, müesseseyi Popinot’nun kaynatası merhum Birotteau’dan devren satın aldım; o zaman Popinot bu müessesede alelade bir tezgâhtardı. Zaten o bana bunu hatırlatıyor çünkü o yüksek mevkili, altmış bin frank geliri olan biri ve bununla övünmez. Ona karşı bu hakşinaslığı göstermek gerekir.”
“Öyle ise, mösyö, ‘Régence’ kelimesiyle tavsif ettiğiniz fikirler insanların şahsi kıymetleriyle kabul edildikleri bir devirde geçer akçe değil demek? Kızınızı oğlumla evlendirmekle bunu yapmış oluyorsunuz…”
“Bu evlilik nasıl gerçekleşti, bilmiyorsunuz!..” diye Crevel bağırdı. “Ah, şu bekârlık taşkınlıklarım olmasaydı, Célestine’im bugün Vikontes Popinot olacaktı.”
Barones telaşlı bir tavırla “Ama olmuş bitmiş işleri kötü dille anmayalım artık.” diye atıldı. “Garip hareket tarzınızın bana verdiği üzüntünün sözünü edelim. Kızım Hortense evlenecekti, evlenme tamamıyla sizin elinizde idi. Cömert hislerinize inandım, kalbinde kocasının hayalinden başka bir hayalin yeri olmayan bir kadına hak vereceğinizi, bu kadına karşı onu tehlikeye atacak bir adamı tutmamak zaruretini tanıyacağınızı hem de bağlı olduğunuz ailenin şerefini göz önünde tutarak Hortense’ın müşavir Mösyö Lebas ile evlenme işini desteklemekte acele edeceğinizi düşündüm. Ama siz mösyö, siz bu evlenmeyi suya düşürdünüz…”
“Madam, ben namuslu bir adam gibi hareket ettim.” diye eski ıtriyatçı karşılık verdi. “Bana Matmazel Hortense’tan istenen iki yüz bin franklık drahomanın verilip verilemeyeceğini sordular. Ben de tıpkı şöyle karşılık verdim: ‘Böyle bir teminat veremeyeceğim. Hulot ailesi drahoma olarak hazırlanan bu parayı borçları olan damadıma verdi, yarın Mösyö Hulot d’Érvy ölse sanırım ki dul karısı ekmeksiz kalacak.’ İşte böyle, sultanım.”
Madam Hulot, bakışlarını Crevel’e dikerek “Eğer, mösyö, hatırınız için vazifelerimde kusur etmiş olsaydım…” dedi. “Yine bu dili kullanır mıydınız?”
Bu garip âşık, Barones’in sözünü keserek “O zaman bunu söylemeye hakkım olamazdı, Sevgili Adeline!” diye bağırdı. “Çünkü drahomayı cüzdanımda bulacaktınız…”
Şişman Crevel, sözünü ispat etmek için bir dizini yere koydu; bu sözlerle şaşkın bir dehşet içine düşmüş görüp bu hâlini tereddüttendir sandığı Madam Hulot’nun elini öptü.
“Kızımın saadetini satın almak, hem de ne pahasına… Oh, kalkınız mösyö, şimdi uşağı çağırırım.”
Eski ıtriyatçı, pek güçlükle ayağa kalktı. Bu hadise onu o kadar kızdırdı ki tekrar hazır ol vaziyeti aldı. Hemen bütün insanların, tabiatın kendilerine bağışladığı bütün kıymetleri aksettireceğine inandıkları hususi bir tavra karşı zaafları vardır. Crevel’de bu tavır, başını hafif yana eğerek ve bakışını, ressamın Crevel portresinde aksettirdiği gibi, yani ufka dikerek kollarını Napolyonvari kavuşturmak şeklinde idi.
Tam manasıyla yapmacık bir öfke ile “İtimat beslemek…” dedi. “İtimat beslemek, hem de öyle bir adama ki bir hovar…”
Madam Hulot, Crevel’den işitmek istemediği bir kelimeyi telaffuz etmesine müsaade etmemek için sözünü keserek “İtimadıma layık bir kocaya, mösyö…” dedi.
“Bakınız madam, gelmemi isteyerek yazdınız, hareket tarzımın sebeplerini öğrenmek istiyorsunuz. Bir de imparatoriçe tavırlarınızla, hor görmelerinizle, hakaretlerinizle beni çığırdan çıkarmak istiyorsunuz! Nihayet ben de köleniz değilim ya! Tekrar ediyorum, bana inanınız! Hakkım var size kur yapmaya… Çünkü… Ama hayır, susacak kadar sizi seviyorum…”
“Söyleyiniz mösyö, şu birkaç gün içinde kırk sekiz yaşıma basacağım, budalaca iffet iddiasında değilim. Her şeyi dinleyebilirim.”
“O hâlde size açacağım sırrı, benim verdiğimi kimseye söylemeyeceğinize, asla adımı vermeyeceğinize bana şerefiniz -çünkü maalesef benim için şerefli bir kadınsınız- üzerine söz verir misiniz?”
“Eğer sırrı söylemenin şartı bu ise bana söyleyeceğiniz bu mühim şeyleri öğrendiğim şahsın adını kimseye, hatta kocama bile vermeyeceğime yemin ederim.”
“İnanıyorum çünkü yalnız sizinle o söz konusu.”
Madam Hulot sarardı.
“Ah! Hulot’yu hâlâ seviyorsanız şimdi ızdırap duyacaksınız! Susayım ister misiniz?”
“Söyleyiniz mösyö çünkü kendinize göre, yaptığınız ilanıaşkları bana mazur göstermek ve kızını evlendirip sonra da… Rahat ve huzur içinde ölmek isteyecek ben yaşta bir kadına acı çektirmekte ısrar ediyorsunuz.”
“Siz de görüyorsunuz ki mutsuzsunuz.”
“Ben mi mösyö?”
“Evet, güzel ve asil mahluk!” diye Crevel bağırdı. “Dertten başınızı kaldıramadınız.”
“Mösyö, susunuz ve dışarıya çıkınız yahut da efendice konuşunuz.”
“Biliyor musunuz madam, Hulot Efendi ile ben nasıl tanıştık? Metreslerimizin evinde, madam…”
“Aman! Mösyö…”
Crevel, melodramatik bir tonla, sağ eliyle bir hareket yapmak için rolüne ara vererek “Metreslerimizin evinde madam!” diye tekrarladı.
Barones, Crevel’in şaşkınlığı karşısında sakin bir eda ile “Ya, öyle mi! Eeee… Sonra mösyö?” dedi.
Alelade çapkınlar büyük ruhları hiçbir zaman anlayamazlar.
Crevel bir hikâye anlatacakmış gibi “Beş yıldır dul olan ben…” diye başladı: “Taparcasına sevdiğim kızımın çıkarı uğruna evlenmediğim gibi, o zamanlar çok şirin bir kadın tezgâhtarım bulunmakla beraber, dükkânımdakilerle sıkı fıkı münasebetler istemediğimden, deyim yerindeyse mucizevi güzellikte ve itiraf ederim sonradan çıldırasıya âşık olduğum on beş yaşında bir işçi kızı evime kapattım. Yine de madam, kendi teyzeme rica ettim, bu güzel kızla beraber yaşasın ve bu güzel mahlukun bu vaziyette mümkün olduğu kadar uslu… Nasıl söyleyeyim, Chocnoso, hayır, haram kalması için ona göz kulak olsun diye teyzemi memleketimden getirttim. Müziğe yeteneği ortada olan küçüğe öğretmenler tuttum, eğitim gördü. Elbette ki onu meşgul etmek lazımdı. Bundan başka, onun hem babası hem de velinimeti, açıkçası âşığı olmak istiyordum! Hem bir hayır işlemek hem de bir metres edinmek… Beş yıl mutlu yaşadım. Küçüğün bir tiyatroya servet olacak sesi vardı, onu ancak Etekli Duprez[4 - Gilbert Louis Duprez, Fransız tenor.] diyerek vasıflandırabilirim. Yalnız şarkıcı olarak yeteneğini geliştirmek bana yılda iki bin franga mal oldu. Beni delice bir müzik âşığı etti, onunla kızıma İtalienslerde[5 - “Théatre Italien” de denir. Paris’in eski tiyatrolarından biridir.] bir loca kiraladım. Oraya sırayla, bir gün Célestine’le gidiyordum, bir gün de Josépha ile…”
“Ne? Şu meşhur şarkıcı mı?”
“Evet, madam!” diye Crevel gururla devam etti. “Şu meşhur Josépha her şeyi bana borçludur… Nihayet küçük, 1834’te yirmi yaşına basınca onu ölesiye kendime bağladığımı sanarak ki kıza çok da tutkundum, eğlendirmek istedim. Talihi kendisininkine az çok benzeyen küçük bir aktrisi, Jenny Cadine’i görmesine müsaade ettim. Bu aktris de her şeyi, kendisini özene bezene meydana çıkaran bir hamiye borçluydu. Bu hami de Baron Hulot idi.”
Barones sakin, renk vermeyen bir sesle “Biliyorum mösyö…” dedi.
Gittikçe şaşkınlaşan Crevel “Ya!” diye bağırdı. “İyi güzel! Ama canavar herifin Jenny Cadine’i on üç yaşında himayesine aldığını da biliyor musunuz?”
“Ya, öyle mi mösyö, eee sonra?” dedi Barones.
“Jenny Cadine gibi Josépha da…” diye eski tacir devam etti. “Birbirleriyle tanıştıkları zaman yirmi yaşında olduğu için 1826 yılından beridir Baron, XV. Louis’nin Matmazel Romans ile oynadığı karşılıklı rolü oynuyordu. Hem o zaman siz on yaş daha genç…”
“Mösyö, Mösyö Hulot’yu serbest bırakmakta benim de kendime göre birtakım düşüncelerim vardı.”
Crevel, Barones’in yüzünü kızartan kurnazca bir eda ile “Madam, şüphesiz ki bu yalan, işlediğiniz bütün günahları silmeye kâfi gelecek size cennetin kapılarını açacaktır.” diye karşılık verdi. “Yüksek ve tapılası kadın, bunu başkalarına söyleyiniz, Crevel Baba’ya değil; iyi biliniz ki o, dörtlü ziyafetlerde, hiç kıymetinizi bilmeyen kocanız olacak hainle çok zaman bir arada bulunmuştur. İki kadeh arasında, bazen bana güzelliğinizi anlatarak kendisini ayıplardı. Oh! Sizi çok iyi tanıyorum. Siz bir meleksiniz. Herhangi bir hovarda yirmi yaşında bir genç kızla sizin aranızda tereddüt ederdi ama ben tereddüt etmem.”
“Mösyö!..”
“Peki, susuyorum… Ama biliniz ki mübarek ve yüksek kadın, kocalar çakırkeyif oldular mı eşleri hakkında metreslerini katılırcasına güldürecek şeyler anlatırlar.”
Madam Hulot’nun güzel kirpikleri arasından damlayan utanç yaşları millî muhafızın birdenbire sözünü kesti, artık hazır ol vaziyeti almayı da düşünmedi:
“Devam ediyorum.” dedi. “Baron’la ben birbirimize yosmalarımız sayesinde bağlandık. Baron, bütün eğlence düşkünü insanlar gibi, sevimli, gerçekten babacandır. Oh! Bu maskara ne kadar hoşuma gitti! Aman Tanrı’m ne yaman buluşları vardır… Neyse, bırakalım bu hatıraları… İki kardeş gibiydik.”
“Régence Devri’nin adamı, o hain, beni bozmaya, kadınlar hakkında bana ortaklık vaazları vermeye, bana soylu fikirler aşılamaya, beni kafese koymaya çalışıyordu. Ama bilir misiniz, küçüğümü, çocuk sahibi olmaktan korkmasam, onunla evlenmeyi düşünecek kadar çok seviyordum. Bizim gibi dost olmuş iki baba varken çocuklarımızı evlendirmeyi düşünmediğimize nasıl hükmedebilirsiniz? Oğlunun Célestine’imle evlenmesinden üç ay sonra, Hulot (Bu kelimeyi nasıl telaffuz ediyorum, bilmem, alçak! Çünkü ikimizi de aldattı, madam.) evet, alçak, Josépha’yı elimden aldı. Bu hain, başarıları artık ayyuka çıkan Jenny Cadine’in kalbinde kendi yerini, genç bir devlet müşaviriyle, bir artistin (Kızcağızın elinden bu kadarı gelmiş!) aldığını biliyordu. Beni zavallı küçük metresimden, o cici bici kadından mahrum etti; şüphesiz, bu kadını, Hulot’nun itibarı sayesinde girdiği Italienslerde görmüşsünüzdür. Kocanız, bir nota kâğıdı gibi doğru olan benim kadar tutarlı değildir. Kendisine yılda aşağı yukarı otuz bin franga mal olan Jenny Cadine de epey para sızdırmıştı zaten. Şimdi de biliniz ki madam, iflasını Josépha ile tamamlıyor. Madam, Josépha bir Yahudi’dir, asıl adı Mirah’tır. Josépha adı Hiram’ın harflerinden türemiştir. Bu, kadını anlatabilecek İsrailî bir parola. Çünkü o, Almanya’da terk edilmiş bir çocuktur. Yaptığım araştırmalar onun zengin bir Yahudi bankerin gayrimeşru kızı olduğunu gösteriyor. Tiyatronun, bilhassa Jenny Cadine’in, Madam Schontz’un, Malaga’nın, Carabine’in şerefli ve masrafsız bir yolda tuttuğum bu küçüğe ihtiyarları kullanma tarzı hakkında öğrettikleri şeyler, onda ilk İbranilerin altına, mücevherlere, altından öküze karşı duydukları içgüdüyü ortaya çıkarmıştır. Yedikçe yiyesi gelen meşhur şarkıcı zengin, çok zengin olmak istiyor. Hem kendisine avuç dolusu harcanandan da metelik harcamıyor. Kendini ilk önce Hulot Efendi üstünde denedi, onu iyice yoldu, hem de sapına kadar yoldu! Bu kara bahtlı, meçhul âşıkları bir tarafa, Josépha’ya deli gibi âşık olan Kellerlerden birine, Marki d’Esgrignon’a karşı mücadele ettikten sonra, sonunda sanat hamisi şu fevkalade zengin Dük tarafından bu kadının elinden kapıldığını görecektir. Durun bakayım, adı neydi onun? Şu cüce, canım? Hah! Dük d’Herouville. Bu asilzade, Josépha’ya tek başına sahip olmak iddiasındadır. Bütün kibar fahişeler âlemi, onu ağzından düşürmüyor; hem de Baron bunların farkında bile değil. Koca gibi, âşık da her şeyi en geç öğrenen insandır. Şimdi, haklarımı anlıyor musunuz sultanım? Kocanız beni saadetimden, dulluk günlerimden beri sahip olduğum biricik sevinçten etti. Evet, gençlik taslayan bu ihtiyara rastlamak bahtsızlığına uğramasaydım hâlâ Josépha’ya sahip olacaktım çünkü ben, anlıyorsunuz, onu tiyatroya sokmayacaktım; cahil, uslu ve bana sadık kalacaktı. Oh! Onu sekiz yıl önce görseydiniz, ince ve sırım gibi, teni tam manasıyla Endülüslü bir kadınınki gibi altın renkli, saçları siyah ve saten gibi parlak, şimşek çakan uzun kumral kirpikli gözleri, hareketlerinde bir düşes inceliği, fakirlik alçak gönüllülüğü, namuslu bir şükran hissi, vahşi bir geyik kibarlığı… Hulot Efendi’nin hatası yüzünden bu güzellikler, bu saflık şimdi para kapmaya, para sızdırmaya yarıyor. Yavrucak bugün, tam manasıyla bir günahkârlar kraliçesidir. Nihayet, herkesle düşüp kalkıyor; o ki hiç, hiçbir şeyi, hatta bu kelimeyi bile bilmezdi!”
Bu anda, eski ıtriyatçı gözlerinden akan birkaç damla yaşı sildi. Bu ızdırabın samimiliği Madam Hulot’ya dokundu, onu daldığı hülyadan uyandırdı.
“Madam, insan elli iki yaşında mı böyle bir hazineyi bulur? Bu yaşta aşk, yılda otuz bin franga mal olur. Sayıyı kocanızdan öğrendim, hem ben Célestine’imi mahva sürüklemeyecek kadar çok severim. Bizim için verdiğiniz ilk partide sizi görünce Hulot haininin Jenny Cadine’le münasebette bulunmasına akıl erdiremedim… Bir imparatoriçe tavrınız vardı. Otuz yaşında değilsiniz madam…” dedi. “Gözüme genç görünüyorsunuz, güzelsiniz. Namusum hakkı için o gün üzüldüm; kendi kendime ‘Josépha’m olmasaydı…’ demiştim. ‘Mademki Hulot Baba karısını yüzüstü bırakıyor, ben de bu kadını bir eldiven gibi elime giyerdim.’ Ah! Affedersiniz! Bu, eski devrimden kalma bir kelime. Itriyatçı ben zaman zaman hortlar, mebusluğun icaplarına uymaktan beni alıkoyar. Baron tarafından alçakça aldatılınca -çünkü bizim gibi ihtiyar maskaralar arasında dostlarımızın metresleri mukaddes kalmalıydı- ben de onun karısını elinden almaya ahdettim. Adalet de budur. Baron’un söyleyecek sözü olmayacak, yaptığımız da yanımıza kâr kalacak. Size kalbimin hâlini anlatan ilk sözlerimi işitir işitmez beni uyuz bir köpek gibi kapı dışarı ettiniz; bununla aşkımı, isterseniz inadımı deyiniz, kuvvetlendirdiniz, yine benim olacaksınız.”
“Yaa, nasıl olacakmışım bakalım?”
“Bilmiyorum ama bu olacak. Görüyorsunuz ya madam, kafasında bir tek fikri olan bir ıtriyatçı -işten elini çekmiş!– budalası, kafasında binlercesi bulunan zeki bir adamdan daha kuvvetlidir. Size hem vurgunum hem de benim intikamımsınız! Sizi daha fazla seviyorum. Kararını vermiş bir adam gibi, apaçık konuşuyorum. Bana ‘Sizin olmayacağım!’ deseniz bile, sizinle soğukkanlılığımı muhafaza ederek konuşurum. Sözün kısası, hep söylendiği gibi, açık oynuyorum. Evet, ne zaman olursa olsun benim olacaksınız… Oh! Elli yaşında da olsanız yine benim metresim olacaksınız. Hem bu olacak çünkü ben kocanız olacak o…”
Madam Hulot bu hesapçı burjuvaya öyle bir bakış baktı ki Crevel onun delirdiğini sandı.
Son sözlerinin vahşiliğini mazur göstermek ihtiyacı duyan ıtriyatçı, “Bunu siz aradınız, beni hor gördünüz, benimle alay ettiniz, ben de söyledim!” dedi.
Madam Hulot, ağır hasta bir kadın sesiyle “Oh! Kızım, kızım!” diye bağırdı.
“Ah! Artık hiçbir şeyi gözüm görmüyor!” diye bağırdı Crevel. “Josépha elimden alındığı gün, yavruları çalınmış dişi bir kaplan gibiydim… Yani şu anda sizi gördüğüm gibiydim. Kızınız! O, sizi elde etmek için kullandığım bir vasıtadır. Evet, kızınızın evlenme işini ben suya düşürdüm!.. Hem benim yardımım olmadan onu evlendiremeyeceksiniz! Matmazel Hortense ne kadar güzel olursa olsun, ona drahoma lazım.”
Barones gözlerini silerek “Ne yazık ki evet!” dedi.
Yeniden hazır ol vaziyeti alan Crevel “İsterseniz Baron’dan on bin frank istemeyi bir deneyiniz.” dedi.
Bir boşluğa dikkati çeken bir aktör gibi bir an bekledi. Daha yüksek perdeden konuşmaya başladı:
“Parası olsa Josépha’nın yerini tutacak kadına verirdi.” dedi. “Onun yürüdüğü yolda durmak olur mu? Bir kere o, kadınlara çok düşkündür! Kral’ımızın da dediği gibi, her şeyin bir kararı vardır. Sonra da işe gurur karışıyor. Baron güzel adamdır! Keyfi için sizi hasır üstünde bırakacak. Zaten siz şimdiden hastane yolunu boylamışsınız. Bakınız, evinize ayağımı bastım basalı salonunuzun mobilyasını yenileyemediniz. Bu kumaş söküklerinden hep zaruret akıyor. Sefaletlerin en müthişinin, kibar insanların sefaletinin iyi örtbas edilememiş alametlerini görüp de sinirlenmeyecek hangi damat vardır? Ben esnaftım, bunları çok gördüm. Parisli tacirin bakışı, gerçek zenginlikle sahte zenginliği keşfedebilmekte emsalsiz bir kuvvete sahiptir.” Alçak sesle “Beş parasızsınız.” dedi. “Bu, her şeyde, hatta hizmetçinizin elbisesinde bile kendini belli ediyor. Sizden gizlenmiş olan korkunç birtakım sırları da açığa vurayım ister misiniz?”
Mendilini ıslatacak kadar ağlayan Madam Hulot “Mösyö, yeter artık!” dedi.
“Damadım parayı babasına veriyor, hem sözlerime başlarken gidişat hakkında size söylemek istediğim de buydu. Ama ben kızımın menfaatlerini de gözetirim, gönlünüz rahat olsun.”
Aklı başından giden bahtsız kadın “Oh! Kızımı evlendirmek ve ölmek!..” dedi.
“Peki ama ya bunun çaresi?” dedi Crevel.
Madam Hulot, Crevel’e çehresini süratle değiştiren öyle umut dolu bir ifade ile baktı ki yalnız bu hareket Crevel’i yumuşatabilir, onu gülünç niyetinden vazgeçirebilirdi.
Yine hazır ol vaziyeti alan Crevel “Daha on yıl güzel kalacaksınız.” diye konuştu. “Gönlümü hoş ediniz, Matmazel Hortense evlenmiş olur. Size söylediğim gibi, Hulot bana açıktan açığa işi halletmek salahiyetini verdi, hem kızmayacak. Üç yıldır sermayelerimin gelirini arttırdım çünkü israflarım azalmıştır. Servetim dışında üç yüz bin frank kârım var, bunun hepsi size…”
“Çıkınız mösyö!” dedi Madam Hulot. “Çıkınız, hem artık bir daha gözüme de görünmeyiniz. Hortense için tasavvur edilen evlenme işinde sırrını açığa vurduğunuz alçakça hareketinizin…”
Crevel’in bir hareketine karşılık “Evet, alçakça.” diye karşılık verdi. “Alçakça hareketinizin, hiçbir zaruret olmasa… Zavallı bir kıza, güzel, masum bir kıza bu türlü bir kötülük nasıl elden gelir? Annelik, kalbimi kemiren bu zaruret olmasa demek tekrar gelip benimle konuşmayacak, bir daha evime ayak basmayacaktınız. Otuz iki yıllık evli kadınlık şerefi, doğruluğu, Mösyö Crevel’in darbeleriyle mahvolmayacaktır. Mösyö Crevel’in…”
Crevel şakacı bir eda ile “Saint Honoré Sokağı’ndaki eski ıtriyatçı, à la Reine des Roses’nin sahibi César Birotteau’nun halefi.” dedi. “Tıpkı selefim gibi eski belediye reisi muavini, millî muhafız yüzbaşısı, Legion d’honneur şövalyesi…
“Mösyö.” dedi Barones. “Mösyö Hulot yirmi yıl sebattan sonra karısından bıkmış, usanmışsa bu ancak beni alakadar eder ama mösyö, görüyorsunuz ki sadakatsizliğine esrar da karıştırmış çünkü Matmazel Josépha’nın kalbinde size halef olduğunu bilmiyordum…”
“Oh!” diye Crevel bağırdı. “Altın pahasına madam. Bu dişi yırtıcı ona iki yılda yüz bin franktan fazlaya mal oldu. Ah! Ah! Hâlâ takatiniz tükenmedi demek…”
“Artık bu kadar konuştuğumuz elverir, Mösyö Crevel. Hatırınız için bir annenin kalbinde hiçbir sızı duymadan çocuklarını öpebilmekten, kendini ailesi tarafından hürmet edilmiş, sevilmiş görmekten duyduğu saadeti tepmeyeceğim, ruhumu Tanrı’ya kirlenmemiş olarak geri götüreceğim…”
Crevel, buna benzer teşebbüslerde yeniden muvaffakiyetsizliklere uğramış iddialı kimselerin yüzüne akseden şeytani bir acılıkla “Amin!” dedi. “Sefaletin insanı ne hâle getirdiğini bilmezsiniz; utanç, şerefsizlik… Gözünüzü açmaya çalıştım, kızınızla sizi kurtarmak istemiştim!.. Demek, zamanenin müsrif baba mecazını ilk harfinden son harfine kadar heceleyip duracaksınız…”
Crevel oturarak “Gözyaşlarınız, gururunuz bana dokunuyor çünkü insanın sevdiği kadını ağlar görmesi çok kötü şey!..” dedi. “Size vadedebileceğim şey, Sevgili Adeline, ne size ne de kocanıza karşı hiçbir kötülük etmemektir ama hakkımda tahkikat yaptırmak için hiçbir zaman evime adam yollamayınız, işte bu kadar!”
“Şimdi ne yapmalı?” diye Madam Hulot bağırdı.
Şu ana kadar Barones, bu izahların kalbini sızlatan üçlü işkencesine katlanmıştı çünkü hem kadın hem anne hem de evli kadın olarak ızdırap duyuyordu. Gerçekten, oğlunun kaynatası ters ve tecavüzcü davrandıkça esnafın kabalığına karşı gösterdiği mukavemetten kuvvet almıştı lakin Crevel’in bıktırıcı âşık hâlinde, tahkir edilmiş güzel millî muhafız öfkesi içinde gösterdiği safdillik Madam Hulot’yu sinirlerini koparacak kadar gerdi; elleri kasıldı, gözyaşlarını salıverdi. Öyle ümitsiz bir bitkinlik hâli içindeydi ki diz çöken Crevel tarafından ellerinin öpülmesine müsaade etti.
“Tanrı’m! Ne etmeli?” dedi gözlerini silerek. “Bir ana gözleri önünde kızının mahvolmasını soğukkanlılıkla seyredebilir mi? Annesinin dizi dibindeki iffetli hayatı kadar, mümtaz tabiatıyla da kuvvetli olan bu derece harikulade bir mahlukun akıbeti ne olacak? Bazı günler, bahçede tek başına, sebebini bilmeyerek kederli kederli dolaşıyor; onu gözleri yaşlı buluyorum.”
“Yirmi bir yaşındadır…” dedi Crevel.
“Onu manastıra mı koymalı?” diye Barones sordu. “Çünkü bu tür buhranlarda din, tabiat karşısında çoğu zaman kuvvetsizdir. En dindar şekilde terbiye edilmiş kızların bile akılları başlarından gider!.. Kalkınız mösyö, görmüyor musunuz ki şimdiden sonra aramızda her şey bitmiştir. Sizden nefret ediyorum, bir annenin son ümidini de yıktınız!..”
“Ya bu ümidi kuvvetlendirirsem?” dedi Crevel.
Madam Hulot, Crevel’e sayıklayan bir eda ile baktı. Bu hâli ıtriyatçıya dokundu lakin “Sizden nefret ediyorum!” sözlerinden ötürü merhametini kalbinde sakladı. Çoğu zaman fazilet eğilip bükülmez, onun için de ince farkları göremez ve nazik vaziyetlerde yan çizmek suretiyle vakit kazanmak yollarını bilemez.
Crevel gücenmiş tavrını takınarak “Bugün Matmazel Hortense kadar güzel bir kızla drahomasız kimse evlenmez.” dedi. “Kızınız erkekler için ürkütücü güzellerden biridir; tıpkı, fazla müşteri çekmek için pahalı ihtimamları icap ettiren bir lüks atı gibi. Kolunuzda böyle bir kadınla yürüdünüz mü herkes size bakacak, peşinize düşecek, karınızı arzulayacaktır. Bu muvaffakiyet, karısının âşıklarını öldürmeyi göze almak istemeyen kimselere fazla kuşku verir çünkü ne de olsa insan bunların ancak birini öldürebilir. Bulunduğunuz vaziyet içinde, kızınızı ancak şu üç tarzda evlendirebilirsiniz: Benim yardımımla. Bu bir. Altmış yaşında, çok zengin, çocuksuz lakin çocuk isteyen bir ihtiyar bularak; bu zordur ama rastlanabilir. Joséphaları, Jenny Cadineleri alan bu kadar ihtiyar var da aynı budalalığı kanunen yapacak birine niçin rastlanmasın? Célestine’imle iki torunumuz olmasa ben Hortense’la evlenirdim. Etti iki! Sonuncu da en basitidir…”
Madam Hulot başını kaldırdı, eski ıtriyatçıya merak ve korku ile baktı.
“Paris, Fransız toprağı üzerinde yabani ağaçlar gibi biten bütün müteşebbis adamların birbirleriyle buluştukları bir şehirdir; orada yersiz yurtsuz birçok kabiliyet, her şeye hatta servet yapmaya bile yetenekli cesaretler kaynaşır. Şu hâlde, bu bekârlar… Kulunuz da vaktinde böyle idi, neler gördü neler. Du Tillet’nin nesi vardı? Yirmi yıl önce Popinot ne idi? Biroteau Baba’nın dükkânında, zengin olmak hırsından başka bir sermayeleri olmaksızın -ki bence bu hırs sermayelerin en değerlisidir- ufak tefek şeylerle haşır neşir oluyorlardı… Sermaye biter ama maneviyat tükenmez!.. Benim de neyim vardı? Zengin olmak hırsı, cesaret… Du Tillet bugün en büyük şahsiyetlerle atbaşı gidiyor. Küçük Popinot, Lombards Sokağı’nın en zengin aktarı, mebus oldu; şimdi de bakan. Şu hâlde, deyim yerindeyse ticaret, kalem veya elbise fırçası erbabından biri, Paris’te beş parasız bir genç kızla evlenebilecek biricik insandır çünkü onlar her türlü cesaret sahibidirler. Mösyö Popinot, Matmazel Birotteau ile bir mangırlık drahoma ummadan evlendi. Bu adamların akılları yok! Servetlerine, kabiliyetlerine inandıkları gibi aşka da inanıyorlar! Kızınıza âşık olan müteşebbis bir adam arayınız, kızınızla mala hiç bakmadan evlenecektir. İtiraf edeceksiniz ki bir düşman için bile cömertliği esirgemiyorum çünkü bu nasihat kendi aleyhimedir.”
“Ah! Mösyö Crevel, benimle dost olmak isteseydiniz, bu gülünç fikirlerinizden vazgeçerdiniz!..”
“Gülünç mü? Madam, kendinize eziyet etmeyiniz, güzelliğinize bir bakınız… Sizi seviyorum, bana geleceksiniz! Bir gün Hulot’ya ‘Josépha’mı aldın, ben de senin karına sahibim!..’ demek istiyorum. Bu, eski kısasa kısas kanunudur! Hem ben maksadımın gerçekleşmesine çalışacağım, yeter ki siz pek çirkinleşmeyesiniz.”
Hazır ol vaziyeti alıp Madam Hulot’ya bakarak, “Muvaffak olacağım, bakın niçin…” dedi.
Biraz durduktan sonra, “Ne bir ihtiyara ne de âşık bir delikanlıya rastlayacaksınız.” diye devam etti. “Çünkü kızınızı ihtiyar bir hovardanın manevralarına terk etmeyecek kadar çok seviyorsunuz, siz Barones Hulot, eski muhafız kıtasının eski bombacılarına komuta eden ihtiyar korgeneralin yengesi, müteşebbis bir adamı o hâliyle almaya razı olmayacaksanız çünkü bugünün herhangi bir milyonerinin on yıl önce basit bir makinist, basit bir işçi, haşa, basit bir fabrika ustabaşı oluşu gibi, o da basit bir amele olabilir. O zaman da kızınızın yirmi yaşının zoruyla sizi lekelemeye kadar varabileceğini görerek kendi kendinize ‘Benim lekelenmem daha iyi, Mösyö Crevel bu sırrı saklarsa şu eski eldiven taciri ile… Crevel Baba ile on yıl birlikte yaşamanın karşılığı olarak kızımın drahomasını, iki yüz bin frangı kazanırım!..’ diyeceksiniz. Canınızı sıkıyorum, söylediğim şey çok ahlaksızca, değil mi? Ama siz de dayanılmaz bir ihtirasla kemirilmiş olsaydınız bana teslim olmak için her seven kadının yaptığı gibi, kendi kendinize bazı muhakemeler yapacaktınız… O hâlde, Hortense’ın menfaati için bunlar, bu vicdan muhasebeleri kalbinizde yer edecektir…”
“Geride Hortense’ın dayısı var.”
“Kim, Fischer Baba mı? Elinin eriştiği bütün kasaları silip süpüren Baron sayesinde onun da işleri yolunda…”
“Kont Hulot da var…”
“Oh, madam! Kocanız, ihtiyar korgeneralin biriktirdiği paraları ezdi. Bu para ile şarkıcının evini döşedi. Bırakın bunları canım! Bana birazcık olsun ümit vermeyecek misiniz?”
“Uğurlar olsun. Ben yaşta bir kadına karşı duyulan ihtirasın yarası kolayca kapanır, Hristiyanca fikirlere sığınırsınız. Tanrı bahtsızları korur.”
Barones, Yüzbaşı’yı geri çekilmeye zorlamak için kalktı, onu büyük salona sürdü.
“Güzel Madam Hulot bu paçavralar ortasında mı ömrünü geçirecekti?” dedi Crevel.
Eski bir lambayı, yaldızları dökülmüş bir avizeyi, halının ipliklerini, nihayet beyaz, kırmızı ve altın sarısı bu büyük salonu, imparatorluk bayramlarının cesedi yapan büyük zenginlik döküntülerini gösteriyordu.
“Bütün bunların üstünde fazilet parlıyor, mösyö. Bana atfettiğiniz güzelliği para sızdırmak için bir tuzak gibi kullanıp güzel bir döşemeye sahip olmak hevesinde değilim.”
Yüzbaşı, Josépha’nın para hırsını kötülemek için demin kendisinin kullandığı tabirleri işitince dudaklarını ısırdı.
“Peki ama bu vefakârlık kimin için?” diye sordu.
Bu esnada Barones, eski ıtriyatçıyı nezaketle kapıya kadar çıkardı. Crevel faziletli, milyoner bir adam hoşnutsuzluğu göstererek “Bir hovarda için!..” diye ilave etti.
“Haklıysanız, mösyö, asıl o zaman sadakatimin kıymeti olacaktır, işte bu kadar.”
Yüzbaşı’yı, bıktırıcı bir insanın elinden kurtulmak için selamladığımız gibi selamladıktan sonra bıraktı, onu son bir kere daha hazır ol vaziyeti almış hâliyle görmeyecek kadar süratle arkasını döndü. Kapadığı kapıları tekrar açmaya gitti, Crevel’in “Hoşça kal” demek için yaptığı tehdit edici hareketi fark edemedi. Colysée’deki bir Hristiyanlık kurbanı gururuyla, asaletiyle yürüyordu. Bununla beraber, takati kalmamıştı çünkü bayılması yakın bir kadın gibi, kendini maviler döşeli oturma odasının divanına attı, gözleri de kızının Kuzin Bette’le şakalaştığı harabe hâlindeki kameriyeye takıldı kaldı.
Evlenişinin ilk günlerinden bugüne kadar, Barones kocasını Joséphine’in eninde sonunda Napolyon’u hayran bir aşk, annece bir aşk, kölece bir aşkla sevişi gibi sevmişti. Crevel’in verdiği tafsilattan haberi yok idiyse de Baron Hulot’nun yirmi yıldır kendisine sadakatsizlik gösterdiğini gayet iyi bilirdi lakin gözlerinin üstüne kurşun bir perde germiş, sessiz sessiz ağlamış, ağzından gıybete dair hiçbir söz çıkmamıştı. Bu melekçe tatlılığın karşılığı olarak kocasının saygısını, etrafında dinî ibadet gibi bir şey kazanmıştı. Bir kadının kocasına gösterdiği sevgi ve saygı aileye de sirayet eder. Hortense, babasını evlilik aşkının tam bir numunesi sanırdı. Herkesin şahsında Napolyon’a yardım etmiş devlerden birini gördükleri Baron’a karşı da duyduğu hayranlık hisleriyle beslenmiş olan Hulot’nun oğluna gelince; mevkisini babasının adına, mevkisine, kazandığı şöhrete borçlu olduğunu bilirdi. Bundan başka, çocukluk intibaları uzun süren bir tesir yapar, oğul hâlâ babasından korkardı. Crevel tarafından açığa vurulan uygunsuzluklardan şüphe etmiş olsa bile o, bunlardan şikâyet etmeyecek kadar babasına karşı saygı beslediği için bu uygunsuzlukları, bu mevzuda erkekleri görüş tarzından elde edilmiş delillerle mazur görürdü.
Şimdi, bu güzel, bu asil kadının fevkalade fedakârlığını izah etmenin tam sırasıdır; işte birkaç kelime ile hayatının hikâyesi…
Lorraine hudutlarında, Vosges dağlarının eteğindeki bir köyde yaşayan Fischer adlı üç çiftçi kardeş, cumhuriyetin asker toplamaları neticesinde, sonradan “Ren Ordusu” adını alan birliklere katıldılar.
1799’da kardeşlerden ortancası, Madam Hulot’nun babası dul André, kızını, 1797’de yaralanıp askerlik edemeyecek bir hâle gelen ağabeyi Pierre’e bıraktı ve Levazım Amiri Hulot d’Ervy’nin himayesi sayesinde askerî nakliye işlerinde ufak tefek bazı teşebbüslere girişti. Strazburg’a gelen Hulot oldukça tabii bir tesadüfle Fischer ailesini gördü. Adeline’in babası ile genç kardeşi o sıralarda Alsace’ta ot ve saman müteahhidi idiler.
O zaman on altı yaşlarında olan Adeline, kendisi gibi Lorraine toprağının kızı olan meşhur Madam du Barry’ye benzetilebilirdi. Kusursuz, insanı çarpan güzellerden, tabiatın hususi bir itina ile yarattığı Madam Tallien’e benzer kadınlardan biri idi; tabiat onlara en kıymetli ihsanlarını saçar; kibarlık, asalet, letafet, zarafet, zevk sahibi, ayrı bir beden, tesadüfün o meçhul atölyesinde işlenmiş bir ten… Bu güzel kadınların hepsi birbirlerine tamamen benzerler. Portresi Bronzino’nun şaheserlerinden biri olan Bianco Cappello, aslı meşhur Diane de Poitiers olan Jean Goujon’un Venüs’ü, portresi Doria galerisinde bulunan la Signora Olympia, Madam Ninon, Madam du Barry, Madam Tallien, Matmazel Georges, Madam Récamier… Yılların ihtiraslarının veya gecesi gündüzü eğlence ile geçen ömürlerinin inadına güzel kalmış bütün bu kadınların boyda, endamda, güzellik hususiyetinde göze çarpan benzerlikleri vardır ve bizleri inandırır ki nesiller ummanında aynı tuzlu dalganın kızları olan bütün bu Venüslerin geldiği afrodizyen bir cereyan vardır!
Bu ilahi kabilenin en güzellerinden biri olan Adeline Fischer; kraliçe doğmuş kadınların yüksek meziyetlerine, yılankavi hatlarına, zehirli dokumasına sahipti. Havva Ana’mızın Tanrı’nın elinden aldığı sarı saçlar, imparatoriçe endamı, büyüklük tavrı, profilde muhteşem hatlar, köylü kızı tevazusu, yolu üstündeki hayran bütün insanları, Raphael’in bir tablosu karşısındaki hayran meraklılar gibi durdurdu; bu sebeple Levazım Amiri onu görünce büyüklerine karşı büyük bir saygı besleyen Fischerlerin hayretleri önünde, Matmazel Adeline Fischer’i kanuni müddet zarfında kendine eş yaptı.
1792’de asker olup Wissembourg hatlarının hücumunda ağır yaralanmış olan büyük kardeş, İmparator Napolyon’a, büyük orduya ait her şeye tapıyordu. André ile Johann, İmparator’un himaye ettiği, zaten kendi talihlerini de borçlu oldukları Levazım Amiri Hulot’nun saygıyla sözünü ederlerdi. Çünkü Hulot d’Ervy onları, zeki ve dürüst oldukları için bir fevkalade ihtiyaçlar levazım teşkilatının başına getirmek üzere ordu nakliye kıtalarından çekip çıkarmıştı. Fischer kardeşler, 1804 Seferi sırasında yararlık göstermişlerdi. Sulh zamanında Hulot, sonraları 1806 Seferi hazırlıklarını yapmak üzere Strazburg’a gönderileceğini bilmeyerek onlara Alsace’ta saman müteahhitliği koparmıştı.
Genç köylü kız için bu evlenme, Meryem’in miraca çıkması gibi bir şey olmuştu. Güzel Adeline köyünün çamurlarından, birdenbire imparatorluk sarayı cennetine geçivermişti. Gerçekten, o zamanlar, levazım sınıfının en dürüst, en canla başla çalışanlarından biri olan Amir Hulot; İmparator’un yanına çağırılmış, hassa kuvvetine alınmıştı. Bu güzel köylü kızı, çıldırasıya sevdiği kocasına karşı beslediği aşkla kendi kendini terbiye etmek dirayetini göstermişti. Bundan başka, kadın olarak Adeline neyse, başamir de erkek olarak o idi ve imtiyazlı güzel erkekler soyundandı. İri, sağlam yapılı, sarışındı; mavi ve ateşli, oynak, dayanılmaz incelikte gözleriyle, zarif endamıyla o, d’Orsaylar, Forbinler, Ouvrardlar, hasılı imparatorluğun güzel erkekler taburunda dikkati kendine çekmişti. Uçarı, çapkın olup kadınlar hakkında Direktuvar zamanından kalma fikirlere bağlı kalan bu adamın zendostluğu, karısına karşı beslediği muhabbet yüzünden o zamanlar epey bir müddet kesintiye uğramıştı.
Daha ilk günlerden başlayarak Baron, Adeline’in gözünde hatadan beri bir ilah gibiydi; kadın her şeyi ona borçluydu. Serveti, arabası, konağı vardı ve devrin bütün lüksüne sahipti. Mesuttu, herkes tarafından sevilmişti, asalet payesi kazanmıştı, Barones idi. Hasılı, şöhret sahibi idi, ona güzel Madam Hulot derlerdi. Nihayet kendisine pırlanta bir gerdanlık hediye eden, onu başkalarından daima ayırt eden İmparator’un ayartma tekliflerini reddetmek şerefine de nail olmuştu çünkü imparator, kendisinin yenildiği işte muzaffer çıkan kimseden intikam almaya gücü yeter bir insan tavrıyla zaman zaman “O güzel Madam Hulot, yine öyle akıllı uslu mu?” diye sorardı.
Basit, saf, güzel bir ruhta, Madam Hulot’nun aşkına karıştırdığı taassup motiflerini anlamak için fazla dirayete lüzum yoktur. O, kocasının kendisine karşı kusur edemeyeceğine kendini inandırdıktan sonra, halikinin mütevazı, sadık, gözü kapalı kulu olmuştu. Fazla olarak onun büyük bir sağduyuya, halk terbiyesini sağlayan o sağduyuya sahip olduğunu da unutmayınız. Toplantılarda öz konuşur, hiç kimse hakkında kötü söz söylemez, kendini satmaya çalışmazdı. Her şey üzerinde düşünür; her şeyi, herkesi dinler; namuslu kadınları, doğuştan asil olanları kendine örnek seçerdi.
Hulot, 1815’te, yakın dostlarından birinin, Prens de Wissembourg’un izinde yürürdü bozguna uğramasıyla destani Napolyon harpleri silsilesini Waterloo’da sona erdiren o derme çatma ordunun teşkilatçılarından biri oldu. 1816’da Baron, Feltre Nazırlığının belalılarından biri oldu ancak 1823’te levazım kıtasındaki vazifesine iade edildi çünkü İspanya harbi için ona ihtiyaçları vardı. 1830’da Louis Philippe tarafından eski Napolyon taraftarları arasından yapılan bir devşirmede, bir nazırlığın dört genel müdüründen biri olarak devlet idaresinde yeniden göründü. Kral ailesinden küçük evlat kolunun tahta çıkışından -ki o bu hadisede faal bir yardımcı rolü oynamıştı- itibaren, Harbiye Nazırlığında işe çok yarar bir müdür olarak kalmıştı. Zaten mareşal asasını da elde etmişti; Kral için, onu hiç olmazsa ya nazır yahut da âyan azası yapmaktan başka çare kalmamıştı.
1818’den 1823’e kadar işsiz güçsüz kalan Baron Hulot, kadınlarla fazla düşüp kalkmaya başladı. Madam Hulot, Hector’unun ilk sadakatsizliklerini imparatorluğun meşhur akıbetine kadar götürebiliyordu. Barones de on iki yıl müddetle evinde tek başına prima donna assoluta[6 - Tek kadın.] sefası sürmüştü. Kadınların uysal ve iffetli eş rolü oynamayı kabul ettikleri zaman kocalarının kendilerine gösterdikleri o alışılmış muhabbetten Barones hâlâ faydalanıyor, gıybet eden bir sözü karşısında hiçbir rakip kadının iki saat bile dayanamayacağını biliyor lakin gözlerini kapıyor, kulaklarını tıkıyor, kocasının ev dışındaki gidişatını öğrenmek istemiyordu. Nihayet, Hector’una, bir annenin şımarık bir çocuğa yaptığı muameleyi yapıyordu. Biraz önce geçen konuşmadan üç yıl önce Hortense, Varieteslerde alt katın sahneye yakın bir locasında, babasını Jenny Cadine’le birlikte görmüş “Aaa, bak, babam!..” diye bağırmış, Barones de “Aldanıyorsun meleğim, o Mareşal’in yanına gitti.” diye karşılık vermişti. Barones, Jenny Cadine’i pekâlâ görmüştü lakin o kadını o derece güzel görünce kalbinin daraldığını hissedecek yerde, kendi kendine “Ah şu Hector kâfiri, herhâlde çok mesut olmalı!” diye söylenmişti. Bununla beraber, ızdırap çekiyor, kendini gizliden gizliye müthiş öfkelerin kucağına atıyordu lakin Hector’unu tekrar görünce gözünün önünde on iki yıllık tertemiz saadeti canlanıyor, şikâyet etmek kudretini kaybediyordu. Baron’un kendisini sırdaşı telakki etmesini çok isterdi lakin ona karşı duyduğu saygı yüzünden hovardalıklarından haberi olduğunu açığa vurmak cesaretini hiçbir zaman gösterememişti. Bu ruh inceliği aşırılıklarına ancak kötülüğe karşılık vermeden dayanmasını bilen o güzel halk kızlarında rastlanır, onların damarlarında ilk Hristiyanlık şehitlerinin kanından tortular vardır. Soydan olan kızlar, kocalarının dengi olduklarından ötürü, onlara eziyet etmek ve bilardoda noktalara işaret edildiği gibi, bunlar da şeytani bir intikam düşüncesiyle, gerek bir üstünlük gerekse bir intikam hakkını sağlamak için dokunaklı sözlerle müsamahalarına işaret etmek ihtiyacını duyarlar.
Kayınbiraderi Korgeneral Hulot’da, ömrünün son demlerinde kendisine mareşal asası verilecek, İmparatorluk Hassa Alayı bombacılarının ünlü komutanının şahsında Barones kendisine hararetli bir hayran bulmuştu. Bu ihtiyar, 1830’dan 1834’e kadar, 1799 ve 1800’deki yararlıklarına sahne olan Bretonya’yı da içine alan askerî tümene komuta ettikten sonra, son günlerini Paris’te, hakkında daima bir baba sevgisi beslediği kardeşinin yanında geçirmeye gelmişti. O ihtiyar asker yüreği, Madam Hulot’nun yüreğiyle kaynaşmıştı; ona cinsinin en asil, en mukaddes mahluku olarak hayran oluyordu. Evlenmemişti çünkü yirmi memlekette, yirmi seferde beyhude yere aradığı bir ikinci Adeline’le karşılaşmak istemişti. Napolyon’un “Şu babacan Hulot, cumhuriyetçilerin en dikkafalısıdır ama bana hiçbir zaman ihanet etmeyecektir.” dediği bu kusursuz, lekesiz eski cumhuriyetçi ruhta gözden düşmemek için Adeline biraz önce hücumuna uğradığı ızdırapların daha da merhametsizce olanlarına katlanmıştı. Lakin otuz seferle delik deşik olmuş, yirminci defa Waterloo’da yaralanmış bu yetmiş ikilik ihtiyar; Adeline için bir hayranlıktı, bir himaye değil. Zavallı Kont, türlü sakatlıklarından başka, bir de ancak kulaklık yardımıyla işitebiliyordu.
Baron Hulot d’Ervy güzel erkek kaldığı müddetçe, gönül eğlencelerinin serveti üzerinde hiçbir tesiri olmamıştı lakin elli yaşına varınca kesenin ağzını açmak icap etti. O yaşta ihtiyar erkeklerde aşk kötü bir huy hâlini alır; işe manasız bir kibir karışır. Bu yüzden, o sıralarda Adeline, kocasının saçlarını, zülüflerini boyamak, kemerle korse takmak suretiyle, inanılmayacak bir ısrarla tuvaletine düştüğünü de gördü. Ne pahasına olursa olsun, güzel erkek kalmak istiyordu. Bir vakitler kendisinin alayla karşıladığı bu güzelliğine aşırı düşkünlük kusurunu en had derecesine vardırdı. Sonunda Adeline, Baron’un metreslerinin evine akan büyük servetinin, kaynağını kendi evinden aldığını anladı. Sekiz yıldan beridir büyük bir servet israf edilmiş; hem öylesine esaslı bir şekilde israf edilmişti ki iki yıl önce oğlu Hulot’nun baş göz edilmesi sırasında, Baron bütün servetinin maaşlarından ibaret kaldığını karısına itiraf etmeye mecbur olmuştu. Adeline’in karşılığı “Bu bizi nereye vardıracak?” olmuştu. Devlet Müşaviri “Gönlün rahat olsun.” diye karşılık vermişti. “Makamımın maaşlarını size bırakıyorum, bazı işler yaparak Hortense’ın evlenmesi için lüzumlu parayı, yarınımızı sağlayacağım.” Bu kadının, kocasının kudretine ve yüksek kıymetine, dirayetine ve karakterine olan kuvvetli imanı bu gelip geçici tasayı yatıştırmıştı.
Crevel’in kalkıp gitmesinden sonra, Barones’in derin düşüncelere dalmasının sebebi ve ağlamaları artık tamamıyla anlaşılmış olmalıdır. Zavallı kadın iki yıldır kendini uçurumun dibinde biliyor lakin kendisini orada tek başına sanıyordu. Oğlunun evlenmesi nasıl olmuştu, bunu bilmiyordu; Hector’un doymak bilmez Josépha ile münasebetinden de haberi yoktu; nihayet, dünyada hiç kimsenin kendi ızdıraplarından haberi yoktur sanıyordu. Şayet Crevel, Baron’un zevküsefasından herkese böyle apaçık bir şekilde söz ediyorsa Hector kısa zamanda itibarını kaybedecek demekti. Öfkeli eski ıtriyatçının kaba sözleri arasında, genç avukatın evlenmesini doğuran kötü münasebeti sezmişti. Demek ki herhangi bir çilingir sofrasında, sarhoş iki ihtiyarın adi laubalilikleri arasında teklif edilen bu zifafın rahibeleri iki düşkün kız olmuştu; Barones kendi kendine “Demek Hortense’ı unutuyor!” diye söylendi. “Bununla beraber onu her gün görüyor, yoksa bu şırfıntıların evinde mi ona koca arayacak?” Şimdi, kadından daha kuvvetli olan anne tek başına konuşuyordu çünkü Hortense’ı Kuzin Bette’le birlikte o tasasız gençlik kahkahalarıyla gülerken görüyordu; biliyordu ki bu sinirli gülüşler, bahçede tek başına yapılan bir gezintinin ağlamaklı hülyalara ait alametlerinden çok daha korkunç alametlerdir.
Hortense annesine benzerdi lakin onun altın sarısı, kendinden kıvırcık, hayret verecek kadar gür saçları vardı. Parlaklığı sedef parlaklığını andırırdı. Herkes onda şerefli bir evlenmenin, asil, bütün kuvvetiyle saf bir aşkın meyvesini görürdü. Bu, çehrede ihtiraslı bir hareket, hatlarda bir neşe, bir gençlik cazibesi, bir hayat tazeliği, kendi dışında titreşen ve elektrik ışınları vücuda getiren bir sıhhat zenginliği idi. Hortense bakışı kendine çekerdi. Masumluğun döküldüğü o mayi içinde yüzen açık deniz mavisi gözleri, geçen bir kimsenin üzerine takılınca o kimse elinde olmadan ürperirdi. Bundan başka, yaldızlı sarışınlarda o süt beyazlıklarına pahalıya oturan kula renkli lekelerle de tenini bozmuş değildi. İri ve balık etinde vücudu, asaleti, annesininkiyle boy ölçüşen sülün endamı onu, eski devir muharrirlerinde pek israf edilen ilahe unvanına layık hâle getirmişti. Bu sebeple, Hortense’ı kim sokakta görse hayretini, “Aman Tanrı’m! Ne güzel kız!” cümlesiyle anlatmaktan kendini alamazdı. Genç kızın öylesine gerçek bir masumluğu vardı ki eve dönerken “Anne, niçin bunlar sen benimle beraberken ‘güzel kız’ diye bağırıyorlar? Sen benden daha güzel değil misin?” derdi. Gerçekten de kırk yedi yaşında olmasına rağmen Barones, güneşin batışına meraklı olanlarca kızına değişilebilirdi çünkü kadınların dedikleri gibi, o XVII. asırda çirkinlerin payını öylesine gasbetmiş gibi görünen Ninon’un skandala yol açtığı bilhassa Paris’teki o nadir hadiselerden biri sayesinde güzellikteki önceliklerinden hiçbirini kaybetmemişti.
Kızını düşünerek Barones, kocasına dönüyor onu günden güne içtimai batağın içine gömülmüş, belki de bir gün mevkisinden kovulmuş görüyor. Putunun, Crevel’in kehanet savurduğu belirsiz felaketler hayaletiyle birlikle düşüş tasavvuru kadıncağız için öyle korkunç oldu ki vecde dalan insanlar gibi kendinden geçip bayıldı.
Hortense ile bahçede konuşan Kuzin Bette, ne vakit salona dönebileceklerini anlamak için zaman zaman bakıyordu lakin Barones camekânlı kapıyı açtığı sırada genç kuzini onu sorgularıyla o derece fazla taciz etmişti ki bu açılışı fark etmedi.
Madam Hulot’dan beş yaş küçük olmakla beraber, Fischerlerden en büyüğünün kızı olan Lisbeth Fischer, kuzini kadar güzel olmaktan çok uzaktı; bu sebeple Adeline’i bir o kadar da kıskanırdı. Kıskançlık, İngilizler tarafından küçük ailelerin değil; asıl büyük ailelerin deliliklerini anlatmak için bulunmuş kelime ile taşkınlıklarla dolu bu karakterin esasını teşkil ederdi. Kelimenin bütün manasıyla Vosgesların köylü kızı; kuru, esmer, parlak saçlar, kalın ve çatık kaşlar, uzun kuvvetli kollar, kocaman ayaklar, uzun ve maymunu andıran yüzünde siğiller… İşte bu kızoğlankızın kısaca portresi.
Birlikte yaşayan aile, kaba kızı güzel kıza, ham meyveyi açılmış çiçeğe kurban etmişti. Kuzini nazlı büyütülürken Lisbeth tarlada çalıştırıldı; bir gün Adeline’i yalnız bulunca burnunu, ihtiyar kadınların hayranı oldukları gerçek Yunan burnunu koparmak istemişti. Bu kötü hareketi yüzünden dövülmüşse de imtiyazlı kızın elbiselerini yırtmaktan, küçük yakalıklarını bozmaktan geri durmadı.
Kuzininin hiç umulmadık evlenmesi sırasında Lisbeth kaderin bu cilvesi önünde, Napolyon’un erkek ve kız kardeşlerinin tahtın şaşaası ve komutanın azameti önünde eğilişleri gibi eğilmişti. Fevkalade iyi yürekli ve munis olan Adeline, Paris’te Lisbeth’i hatırladı. 1809’da onu evlendirerek sefaletten kurtarmak niyetiyle Paris’e getirtti. Adeline’in dilediği gibi onu derhâl evlendirmek imkânsızlığı içinde Baron, bu kara gözlü, kömür kaşlı, okuma yazma bilmez kızı bir işe yerleştirmekle işe başladı; Lisbeth’i, imparator sarayının nakışçıları olan, meşhur Pons Kardeşler’in yanına çırak olarak yerleştirdi.
Kısaltılarak Bette adı verilen kuzin altın ve gümüş sırmakeş işçisi olmuş, dağlılara has gayretiyle okumayı, hesap yapmayı ve yazmayı öğrenmek dirayetini göstermişti çünkü eniştesi Baron, bir sırmakeş müessesesini işletmek için bu bilgilere sahip olmanın lüzumunu ona anlatmıştı. Servet sahibi olmak istiyordu, iki yıl içinde bambaşka bir insan oluverdi. 1811’de köylü kızı epey kibar, epey becerikli, zeki bir atölye şefi olmuştu.
Altın ve gümüş sırmakeşçiliği denilen bu zanaat; apolet, kılıç püskülleri, kordon, kısaca Fransız ordusunun zengin üniformalarıyla, sivil elbiseler üzerinde parıldayan göz alıcı şeyleri kapsıyordu. Elbiseye düşkün bir İtalyan olduğundan İmparator, hizmetinde bulunanların bütün esvaplarını altın ve gümüşle pervazlatmıştı, imparatorluğu da yüz otuz üç mülki idareyi ihtiva ediyordu. Çoğu zaman zengin ve sağlam kimseler olan terzilere veya doğrudan doğruya makam mevki sahiplerine yapılan bu satışlar emin bir ticaret teşkil ediyordu.
İmalatını idare ettiği Pons Müessesesinin en usta işçisi Kuzin Bette, tam kendi başına bir müessese kuracağı sırada, imparatorluğun hezimeti baş gösterdi. Bourbonların ellerinde tuttukları sulhun zeytin dalı Lisbeth’i ürküttü. Ordu mevcudunun azalmasından başka, elinde istismar edilecek mülki idare sayısı da yüz otuz üçten seksen altıya düşecek bu ticarette bir gerilemeden korktu. Nihayet sanayinin oynak talihinden ürkmüş olduğundan, Baron’un tekliflerini reddetti, Baron onu çıldırmış sandı. O, Pons Müessesesini satın alan ve Baron’un kendisiyle ortak etmek istediği Mösyö Rivet ile bozuşmak suretiyle eniştesinin bu kanaatinde isabet ettiğini ispat etti, yeniden basit bir işçi oldu.
O zamanlar Fischer ailesi, Baron Hulot’nun çekip kurtardığı düşkün vaziyete yine düşmüştü.
Fontainebleau felaketi neticesi beş parasız kalan üç Fischer kardeş, 1815’te gönüllü taburlarında yürek ezginliğiyle hizmet ettiler. Lisbeth’in babası olan büyükleri öldürüldü. Bir divanıharp tarafından idama mahkûm edilen Adeline’in babası Almanya’ya kaçtı, 1820’de Trèves’de öldü. En küçükleri Johann, söylediğine göre, altın ve gümüş tabaklar içinde yemekler yiyen ve toplantılarda hemen her zaman başı üstünde ve boynunda fındık büyüklüğünde ve İmparator tarafından hediye edilmiş elmaslarla görünen ailenin Kraliçesi’ne yalvarmak için Paris’e geldi. O zamanlar kırk üç yaşında olan Johann Fischer, eski levazım generalinin Harbiye Nazırlığındaki dostları vasıtasıyla el altından ve iltimasla koparılan Versailles’daki ehemmiyetsiz bir ot ve saman taahhüdü işine girişmek üzere Baron Hulot’dan on bin frank aldı.
Bu aile felaketleri; Paris’i bir cehennem ve bir cennet yapan o engin insanın, Baron Hulot’nun gözden düşmesi; menfaat ve iş hareketi ortasında pek az bir şey olmak kanaati Bette’i yola getirdi. O zaman bu kız, kuziniyle her türlü mücadele, boy ölçüşme fikrinden vazgeçti lakin haset kalbinin derinliklerinde, içine tepildiği meşum yünden balya açılınca şehre yayılarak onu yalayıp yutan bir veba rüşeymi gibi saklı kaldı. Zaman zaman kendi kendine “Adeline ile ben aynı kandanız.” diye söylenirdi. “Babalarımız kardeşti; o bir konaktadır, bense bir çatı arasında…” Lakin her yıl, isim gününde, yılbaşında Lisbeth’e Barones ile Baron’dan hediyeler gelirdi; kendisine karşı çok iyi olan Baron, kışlık odununun parasını verirdi; ihtiyar General Hulot bir gün onu evine kabul ederdi; sofrasında daima kuzinin yeri vardı. Onunla çok eğlenirlerdi lakin onun varlığından yüzleri kızarmazdı. Nihayet kendisine, dilediği gibi yaşadığı Paris’te istiklali de temin edilmişti.
Bu kız, gerçekten, her türlü boyunduruktan korkardı. Kuzini ona evinde yatıp kalmayı teklif etti miydi Bette’in gözünün önüne hizmetçilik yuları geliverirdi; nice defalar Baron onu evlendirmek çetin meselesini halletmiş lakin Kuzin Bette ilk ağızda kandığı hâlde, sonradan görgü eksikliği, cahilliği yüzüne vurulacağından korkarak teklifleri reddetmişti; nihayet Barones ona amcalarıyla beraber yaşamasını ve evi, pahalıya mal olacak bir başhizmetçi yerine çekip çevirmesini söyleyecek olsa ihtiyar kız bunu yapmaktansa evlenmeye razı oluvermenin daha iyi olacağı karşılığını verirdi.
Kuzin Bette, fikirlerinde, çok geç inkişaf etmiş insanlarda ve çok düşünüp az söz söyleyen vahşilerdekine benzer bir gariplik gösterirdi. Köylü zekâsı, esasen, atölye dedikodularında, işçi erkek ve kadınlarla düşüp kalktığı sıralarda bir Parisli ısırıcılığı kazanmıştı. Karakteri Korsikalılarınkine pek fazla benzeyen, kuvvetli naturaların içgüdüleriyle boşu boşuna yoğrulan bu kız, zayıf bir adamı himaye etmeyi pek isterdi lakin başşehirde yaşaya yaşaya, başşehir onu sathi olarak değiştirmişti. Paris’in onu bu tarzda cilalaması, bu pek fazla tavlanmış ruha bir pas manzarası vermişti. Kendini gerçek bir bekârlığa koyvermiş bütün insanlarda olduğu gibi derinleşmiş bir ferasete sahip bu kız, fikirlerine verdiği iğneleyici çeşni ile başka bir vaziyette olsa korkunç görünebilirdi. Fesattı, en birleşik aileyi bile birbirine katardı.
İlk zamanlar, sırrını kimseye vermediği, bazı ümitler beslediği vakit korse giymeye, modaya uymaya karar vermişti; o zamanlar Baron’un kendisini evlenebilir gibi bulduğu debdebeli günler yaşadı. O sıralar, Lisbeth eski Fransız romanlarının gönül çekici esmeri olmuştu. Delici bir bakışı, yeşilimsi esmer renkli teni, kamış gibi kıvrak endamı, mütekait bir binbaşıyı baştan çıkarabilirdi lakin kendisinin de gülerek söylediği gibi kendi kendine hayran olmakla yetindi. Esasen, maddi sıkıntıları bertaraf ettikten sonra hayatını mesut bulmakta karar kıldı çünkü sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra, her gün şehirde akşam yemeğine giderdi. Ona, ancak öğle yemeğiyle ev kirasını kayırmak kalırdı. Sonra, giydirip kuşatıyorlar; şeker, kahve, şarap vesaire gibi kabul edilebilir yiyecek ve içeceklerden de bol bol veriyorlardı.
1887’de masrafları yarı yarıya Hulot ailesiyle amcası Fischer tarafından ödenmiş yirmi yedi yıllık bir hayattan sonra, bir baltaya sap olmaktan umudunu kesen Kuzin Bette, kendini işin oluruna bıraktı; kıymetine sahip olmasına ve izzetinefis ızdıraplarını bertaraf etmesine imkân veren teklifsizliği tercih ederek büyük ziyafetlere gitmekten vazgeçmişti. Her yerde, General Hulot’nun evinde, Crevel’in evinde, genç Hulot’nun evinde, tekrar barıştığı ve bu barışmayı kutladığı Ponsların halefi Rivet’nin evinde, Adeline’in evinde ailedenmiş gibi idi. Nihayet, her yerde hizmetçilere ara sıra küçük bahşişler vererek, salona girmeden önce hemen daima onlarla bir müddet konuşarak gönüllerini almasını bilirdi. Onu avamla doğrudan doğruya bir seviyede bulundurmaya yarayan bu laubalilik, ihtiyar kıza asalaklar için pek gerekli olan madun hayranlığını kazandırmıştı. “İyi ve cesur bir kız!” sözleri herkesin onun hakkında söylediği şeylerdi. Üstüne düşülmediği zaman hudutsuz olan hatırşinaslığı, esasen yapmacık safdilliği gibi vaziyetin bir icabı idi. Nihayet, yaşayışının başkalarına tabi olduğunu görerek hayatı anlamıştı. Herkesin hoşuna gitmek istediğinden dolayı da aldatıcı bin türlü hilekârlıkla sempatik göründüğü delikanlılarla birlikte güler, arzularını keşif ve cezbeder, onların hislerine tercüman olur, onlara bir sırdaş gibi görünürdü. Çünkü bunları azarlamak hakkına malik değildi. Sır saklayıcılığı ona aklı başında kimselerin de sırdaşlığını kazandırmıştı çünkü o da Ninon gibi birtakım erkek vasıflarına sahipti. Umumiyetle sırlar yükseklerden ziyade aşağılarda dolaşır; insan gizli işlerde kendinden yüksek olanlardan çok, aşağı olanları kullanır; onlar gizli düşüncelerimizin suç ortağı olurlar, bunların müzakeresine şahitlik ederler. Richelieu Bakanlar Meclisine girdiği zaman, artık gayesine ulaştığına kanaat getirirmiş. Herkes bu kızı o kadar kendisine tabi sanırdı ki bu yüzden o mutlak bir ağzı sıkılığa mahkûm olmuş gibiydi. Kuzin kendine “ailenin günah çıkartma kürsüsü” adını vermişti. Kendisinden küçük olmasına rağmen, daha güçlü kuvvetli olan Bette’in çocukluğunda kötü muamelelerine uğramış olan Barones, yalnız ona karşı bir nevi emniyetsizlik besliyordu. Hem sonra o, hayâ saikasıyla eve ait kederlerini ancak Tanrı’ya emanet ederdi.
Barones’in evindeki kemirilmiş koltuklar, kararmış kumaşlar, delik deşik ipekliler üzerinde yazılı sefaleti, sonradan görme ıtriyat taciri gibi fark edemeyen Kuzin Bette’in gözünde bu evin bütün şaşaasını hâlâ muhafaza ettiğini burada kaydetmeye lüzum vardır. Etrafımızı saran mobilyalar da bizimle birlikte mukadderatımızı yaşarlar. Kendini Baron misali her gün baştan ayağa süzenler başkaları başımızda kırçıla dönmüş saçlar, alnımızda çatal çatal çizgiler, karnımızda koskocaman bir kabak gördükleri hâlde, kendilerini az değişmiş ve hâlâ genç sanırlar. Kuzin Bette’e göre, imparatorluk zaferlerinin donanma ışığı ile aydınlanan bu odalar her zaman nur saçardı.
Zamanla Kuzin Bette, oldukça acayip ihtiyar kız huysuzlukları kazanmıştı. Kendisi modaya uyacak yerde moda onun alışkanlıklarına uysun isterdi, onun için de daima modası geçmiş fantezilerine boyun eğdi. Barones ona yeni bir şapka, günün zevkine göre biçilmiş herhangi bir elbise verdi mi Kuzin Bette hemen evinde her şeyi kendi biçimine uydurur, bunları imparatorluk modalarından, eski Lorenli elbiselerinden birine uydurarak berbat ediverirdi. Otuz franklık şapka yırtık pırtık bir şeye, elbise de bir paçavraya dönüverirdi. Bette’in bu hususta dişi bir katır inadı vardı; yalnız kendi hoşuna gitmek ister, hem böyle kendisini dilber sanırdı. Oysaki onu baştan ayağa kadar ihtiyar kız yapan şeyle ahenkli olan bu kendine uydurma, onu o derece gülünç ederdi ki iyi niyetine rağmen hiç kimse kuzini ziyafet akşamlarında salonuna kabul edemezdi.
Baron kendisine dört defa koca bulmuştu (dairesinde bir memur, bir binbaşı, bir erzak müteahhidi, mütekait bir yüzbaşı); kendisini bir sırmakeşe teslim etmeyen -ki bu sırmakeş sonra zengin olmuştur- bu serkeş, kaprisli, başıboş ruh, bu kızın anlaşılmaz vahşiliği, Baron’un ona gülerek taktığı “Keçi” lakabını hak etmişti. Lakin bu lakap, sathi acayiplikleri, cemiyet hâlinde iken hepimizin yekdiğerimize nazaran gösterdiğimiz tenevvülere karşılık veriyordu. Köylü sınıfının yırtıcı tarafını temsil eden bu kıza yakından bakılınca onun, kuzininin burnunu koparmak isteyen, aklı başında olmamış olsa belki de onu gittikçe şiddeti artan bir kıskançlık feveranı anında öldürecek aynı çocuk olduğu görülürdü. Dünya ve kanun bilgisiyledir ki köylüleri, tıpkı vahşiler gibi, kuvveden fiile geçiren o tabii sürate ancak cemiyeti ve kanunları öğrenmiş olması sayesinde gem vurabiliyordu. Tabiat insanını medeni insandan ayıran bütün fark belki buna inhisar ediyordur. Vahşinin yalnız birtakım hisleri vardır, medeni insanın da birtakım fikirleri ve hisleri… Bu sebeple vahşilerin dimağı biraz müteessir oldu mu o zaman tamamen yüreğini saran hisse kendini bırakır; oysaki medeni insanda fikirler kalbe inerek şeklini değiştirir. Beriki binlerce menfaate, binlerce fikre bağlıdır; oysaki vahşi, ancak bir tek ve aynı fikri kabul eder. Bu, çocuğun ebeveynine bir lahzalık üstün gelme sebebidir, tatmin edilmiş arzu ile sona erer; oysaki tabiatın komşusu insanda bu sebep devamlıdır. Kuzin Bette, biraz hain olan vahşi Lorenli halkta sanıldığından daha fazla müşterek, halkın ihtilaller esnasındaki gidişatını izah edebilen o alt tabaka karakterine dâhildir.
Bu roman başladığı sıralarda, şayet Kuzin Bette’in modaya göre giyinmeye gönlü razı, Parisli kadınlar gibi her yeni modaya uymuş olsaydı ele güne karşı çıkarılabilirdi ama baston dikliğini yine de muhafaza etmişti. Zarafetsiz kadının Paris’te katiyen yeri yoktur. Kuzin Bette’i Giotto’nun tek bir figürü kılan kara saçlar, güzel kaskatı gözler, yüz çizgilerinin sertliği, tenin Kalabriyalı kuruluğu ki gerçekten Parisli bir kadın bunlardan istifade ederdi. Bilhassa acayip kılık kıyafeti ona öylesine garip bir manzara verirdi ki bazen küçük Savoyardlar tarafından kadın giyim kuşamında gezdirilen maymunlara benzerdi. Yaşadığı aile bağlarıyla bağlı olduğu evlerde pek tanındığından, içtimai tekâmüllerini bu muhite hasrettiğinden, kendi mahrumiyetini sevdiğinden ötürü garabetleri artık kimseyi şaşırtmıyor, dışarıda, herkesin ancak güzel kadınlara baktığı sokağın engin Parisli kaynaşması içinde kaybolup gidiyordu.
Hortense’ın gülüşleri şu anda Kuzin Bette’in inadına galebe çalan bir zaferden doğmuştu, biraz önce onun ağzından üç yıldır rica edilen bir itirafı koparmıştı. Bir ihtiyar kız ne kadar sır vermez olursa olsun, onda daima söz perhizini bozduracak bir his mevcuttur: O da kibir! Üç yıldan beridir, tecessüsü pek artmış olan Hortense, esasen tam bir masumiyet kokusu taşıyan birtakım sorgularla Kuzin Bette’e hücum ediyordu, onun niçin evlenmediğini öğrenmek istiyordu. Reddedilen beş talip hikâyesini bilen Hortense küçük bir romans kurmuş, Kuzin Bette’in gönlünde bir ihtiras var sanmış, bundan da bir şakalaşma harbi çıkarmıştı. Hortense kendisinden ve kuzininden söz ederken, “Siz genç kız takımı!” derdi. Birçok kere Kuzin Bette şakacı bir eda ile karşılık vermişti: “Size kim diyor ki benim bir âşığım yoktur?” Kuzin Bette’in âşığı, yalan veya gerçek, o zamanlar tatlı alaylara mevzu oldu.
Eninde sonunda, iki yıllık bu küçük harpten sonra, Kuzin Bette’in son seferki gelişinde Hortense’ın ilk sözü şu olmuştu:
“Âşığın nice?”
“İyice.” diyerek karşılık vermişti o. “Zavallı delikanlı biraz keyifsiz.”
“Ah! Pek mi nazlı?” diye gülerek Barones sormuştu.
“Öyle sanırım, sarışındır… Benim gibi kömür karası bir kız ancak sarı saçlı, ay renkli birini sevebilir.”
“Peki ama neyin nesidir? Ne yapar?” dedi Hortense. “Prens mi?”
“Alet prensi, benim de makara kraliçesi olduğum gibi. Benim gibi fakir bir kız; caddeye bakan balkonu, devletten gelirleri olan bir mülk sahibi, bir dük, bir âyan azası veya senin peri masallarının herhangi güzel bir prensi tarafından sevilebilir mi?”
“Oh! Onu görmeyi ne kadar isterdim!” diye Hortense gülümseyerek haykırmıştı.
“İhtiyar bir dişi keçiyi seven adamın ne biçim bir insan olduğunu öğrenmek için mi?” diye Kuzin Bette karşılık vermişti.
Hortense annesine bakarak: “Sakın bu, teke sakallı ihtiyar bir memur bozuntusu olmasın?” demişti.
“İşte bunda yanılıyorsun matmazel.”
Hortense bir zafer edasıyla: “Ya, demek bir âşığın var?” diye sormuştu. Kuzin Bette öfkeli bir eda ile “Senin âşığın olmadığı ne kadar gerçekse…” diye karşılık vermişti.
Barones kızına işaret ederek: “Peki, Bette, bir âşığın var da niçin onunla evlenmiyorsun?” demişti. “Üç yıldır onun lafı ediliyor, onu deneyecek vaktin olmuştur. Şayet sana da sadık kalmışsa onun için yorucu olan bir vaziyeti uzatmamalıydın. Esasen, bu bir vicdan meselesidir; sonra, gençse bir ihtiyarlık dayanağını almanın zamanıdır artık.”
Kuzin Bette, Barones’e dik dik bakmış, güldüğünü görünce karşılık vermişti:
“Bu, açlıkla susuzluğu evlendirmek olurdu. O işçi, ben işçi, çocuklarımız olursa onlar da işçi olacaklardı… Yo, hayır, biz ruhça sevişiyoruz… Bu daha ucuz!”
“Onu niçin gizliyorsun?” diye Hortense sormuştu.
İhtiyar kız: “Sırtına giyecek şeyi yok da ondan.” diye gülerek mukabelede bulunmuştu.
“Onu seviyor musun?” diye Barones sormuştu.
“Ah! Muhakkak ki çok! Bu meleği kendisi için seviyorum. Dört yıldır onu kalbimde taşıyorum.”
Barones ağır bir eda ile: “Peki, öyle ise, onu kendisi için seviyorsan…” demişti. “Ve bu adam varsa ona karşı pek suçlu olacaksın. Sevmenin ne olduğunu bilmiyorsun.”
“Bu zanaatı hepimiz doğuştan biliriz.” dedi kuzin.
“Hayır, sevip de bencil olan kadınlar da vardır, sen de böylesin!”
Kuzin başını önüne eğmişti, bakışı kendisine bakanı titretirdi lakin o makarasına bakıyordu.
“Sözde âşığını bize tanıtınca Hector onu bir yere yerleştirir, servet yapacak bir vaziyete koyardı.”
“Bu olamaz.” demişti Kuzin Bette.
“Ya niçin?”
“O bir türlü Polonyalıdır, bir mülteci.”
“Gizli cemiyetlerden birinin azası mı?” diye Hortense bağırmıştı. “Mesut musun? Maceralar yaşamış mı?”
“Ama o Polonya için dövüşmüş. Talebeleri isyana başlayan lisede öğretmenmiş, oraya Büyük Dük Constantin tarafından yerleştirildiği için umulacak lütuf ve ihsan olmayınca…”
“Ne öğretmeni?”
“Güzel sanatlar!”
“Bozgundan sonra mı Paris’e gelmiş?”
“1833’te, yaya olarak Almanya’yı bir baştan bir başa geçmiş.”
“Zavallı delikanlı! Ya yaşı?”
“İsyan sıralarında yirmi dört yaşında ya var ya yokmuş, bugün yirmi dokuz yaşında…”
O zaman Barones, “Senden on beş yaş küçük desene.” demişti.
“Ne ile geçiniyor?” diye Hortense sormuştu.
“Kabiliyetiyle.”
“Ders mi veriyor?”
“Yo…” demişti Kuzin Bette. “Asıl ona ders veriyorlar, hem de ne dersler…”
“Ya göbek adı, güzel mi bari?”
“Wenceslas!”
“İhtiyar kızların ne yaman muhayyileleri var!” diye Barones bağırmıştı. “Konuşuşuna bakınca insanın sana inanacağı geliyor Lisbeth.”
“Anlamıyor musunuz anne, bu öylesine kırbaçlanmış bir Polonyalı ki Bette ona memleketinin o narin tadını hatırlatıyor.”
Üçü de gülmeye başlamışlardı. Hortense, EyMathilde yerine WenceslasRuhumunPutu şarkısını söylemişti. Bir aralık mütarekemsi bir şey olmuştu. Kuzin Bette tekrar Hortense’ın yanına gelince ona bakarak “Şu küçük kızlar da…” demişti. “Yalnız kendilerinin sevilebileceklerini sanırlar.”
Hortense, kuzinle yalnız kalınca: “Öyle ise…” diye karşılık vermişti. “Wenceslas’ın bir masal olmadığını bana ispat et, sana sarı kaşmir şalımı veririm.”
“Canım, o bir kont!..”
“Polonyalıların hepsi de konttur!”
“İyi ama o Polonyalı değil ki Li… Va… Lithli.”
“Litvanya mı?”
“Hayır.”
“Livonya mı?”
“Hah, işte o!”
“Adı ne ama?”
“Bakalım, sır saklayıp saklayamayacağını bir öğreneyim.”
“Oh! Kuzin, dilsiz olacağım.”
“Bir balık gibi?”
“Bir balık gibi!”
“Evvel ahir bütün ömrünce mi?”
“Evvel ahir bütün ömrümce!”
“Hayır, yeryüzündeki saadetinin başı için mi?”
“Evet.”
“Peki öyleyse, adı Kont Wenceslas Steinbock’tur!”
“XII. Charles’ın generallerinden bu adda birisi vardı.”
“Onun büyük amcası! Kendi babası İsveç Kral’ının ölümünden sonra Livonya’da yerleşmiş lakin 1812 Seferi sıralarında bütün servetini kaybetmiş, çocukcağızı da sekiz yaşında beş parasız bırakarak ölmüş. Büyük Dük Constantin onu Steinbock adı hürmetine himayesine almış, bir mektebe yerleştirmiş…”
“Sözümden dönmüyorum.” diye Hortense karşılık vermişti. “Varlığının bir delilini göster, sarı şalıma konarsın! Ah! O renk esmerlerin düzgünüdür.”
“Sırrımı saklayacak mısın?”
“Ben de sana sırlarımı söylerim.
“Peki öyleyse, bir dahaki gelişimde delili getireceğim.”
“Ama delil âşığın kendisi olacak.” demişti Hortense.
Paris’e geleli beri kaşmir hayranlığı tamah derecesine varan Kuzin Bette, 1808’de Baron tarafından karısına verilen ve bazı ailelerin âdetince 1830’da anadan kıza geçmiş olan bu sarı kaşmiri ele geçirmek düşüncesiyle efsunlanmıştı. On yıldır şal epey eskimişti lakin daima sandal ağacından bir kutu içinde duran bu kıymetli dokuma, ihtiyar kızın gözüne Barones’in mobilyası gibi daima yeni görünüyordu. Bu sebeple, Barones’in doğum yıl dönümü için vermeyi hesapladığı, kendince de fantastik âşığın varlığını ispat edecek gülünç bir hediye getirmişti.
Bu hediye, sırt sırta verip yapraklara sarılı, küreyi sırtlamış üç figürden oluşan gümüş bir mühürden ibaretti. Bu üç şahıs imanı, umudu ve insanseverliği temsil ediyordu. Ayakları, birbirleriyle boğuşan ve aralarında sembolik yılanın kımıldadığı ejderlerin üstünde idi. 1846’da Matmazel de Fauveauların, Wagnerlerin, Jeanestlerin, Froment Meuricelerin ve Lienard gibi ağaç heykeltıraşlarının Benvenuto Cellini sanatına attırdıkları büyük adımdan sonra, bu şaheser kimseyi hayrete düşürmezdi ama şu anda, mücevhercilikte bilgili olan bir genç kız, Kuzin Bette’in kendisine “Bak, nasıl buluyorsun bunu?” diyerek uzattığı mührü evirip çevirirken şaşırıp kalacaktır. Figürler, desenler, elbiselerin dökümü ve hareketi bakımından Raphael Mektebine mensuptu. İşlenişi Donatelloların, Brunelleschilerin, Ghibertilerin, Benvenuto Cellinilerin, Jean de Bologneların ve sairin kurdukları Floransa Bronzcuları Mektebini hatırlatıyordu. Kötü ihtirasları temsil eden bu ejderlerden daha hayal mahsulü olanlarını Fransa’da Rönesans bile kıvıramamıştır. Faziletleri saran hurma dalları, eğrelti otları, sazlar, kamışlar, meslekten olanları yeise düşürecek bir tesirde, zevkte ve tertipte idiler. Üç baş birbirine bir şeritle bağlanmıştı, her iki baş arasındaki düzlüklerde de bir “W”, bir dağ keçisi ve fecit[7 - Latince, bir eseri yapan anlamına gelir.] kelimesi görülüyordu.
“Kim yaptı bunu?” diye Hortense sordu.
“Kim olacak, âşığım tabii!” diye Kuzin Bette karşılık verdi. “Bunda on aylık emek var; bu kadar zamanda ben püskül yapsaydım, daha çok para kazanırdım… Bana dedi ki Steinbock, Almancada kayalıklar hayvanı veya dağ keçisi manasına gelirmiş. Eserlerine hep böyle imza atmayı kuruyor. Ah! Şalın benim olacak!”
“Nedenmiş o?”
“Böyle mücevheri ben satın alabilir miyim, ısmarlayabilir miyim? Bu imkânsız, demek ki birisi tarafından bana verildi. Bu türlü hediyeleri kim verebilir? Elbette ki bir âşık!”
Hortense, ruhları güzele karşı açık kimselerin kusursuz, tam, umulmadık bir şaheseri görünce duydukları o ani tesirle çarpılmışsa da eğer farkına varmış olsaydı Lisbeth Fischer’in ürkeceği bir mürailikle bütün hayranlığını ifade etmekten sakınmıştı.
“Doğrusu hoş bir şey.” dedi.
“Evet, hoş.” diye ihtiyar kız devam etti. “Ama portakal rengi bir kaşmiri daha çok severim. Ya, böyle işte yavrum, âşığım bu türlü şeylere emek sarf etmekle vaktini geçirir. Paris’e geleli beri bunun gibi üç veya dört ehemmiyetsiz şey yaptı; işte dört yıllık çalışmaların, emeklerin semeresi. Dökmecilerin, kalıpçıların, kuyumcuların yanında çıraklık etti… Ooo! Bu uğurda yüzlerce, binlerce frank harcadık. Mösyö bana diyor ki şimdi, birkaç ay içinde meşhur, zengin olacakmış.”
“Onu görüyorsun demek?”
“Bana bak! Masal mı anlatıyorum, sanıyorsun? Sana gülerek gerçeği söyledim.”
“Eee, seni seviyor mu?” diye Hortense telaşla sordu.
Kuzin, ciddi bir tavır takınarak “Bana tapıyor!” diye karşılık verdi. “Hem biliyor musun yavrum, hepsi de kuzeydeki kadınlar gibi solgun, tatsız birtakım kadınlar tanımış sadece; benim gibi esmer, ince endamlı genç bir kız onun gönlünü yaktı. Ama sus! Bana söz verdin.”
Genç kız, mühre bakarak alaylı bir eda ile “Korkarım ki bu da öteki beşlerin akıbetine uğrayacak!” dedi.
“Altı, matmazel; benim için hâlâ bugün bile dağları delecek birini Lorraine’de bıraktım.”
“Bu daha iyisini yapıyor.” diye Hortense karşılık verdi. “Sana güneşi getiriyor.”
“Bunu nerede paraya değiştirtebiliriz?” diye Kuzin Bette sordu. “Güneşten istifade etmek, çok toprak ister.”
Birbiri ardından söylenen, akla gelecek çılgınlıkları peşinden sürükleyen bu şakalar, Barones’e kızının istikbalini, onu yaşının bütün neşesine kendini kapıp koyvermiş gördüğü bugünüyle mukayese ettirerek dertlerini iki kat arttırmış olan o gülmeleri doğuruyordu.
Bu mücevherle derin düşüncelere sürüklenen Hortense, “Ama altı aylık bir emek isteyen mücevherler hediye etmesi için onun sana karşı büyük minnetler beslemiş olması lazım değil mi?” diye sordu.
“Yo, sen bir solukta lüzumundan fazla şeyler öğrenmek istiyorsun!” diye Kuzin Bette karşılık verdi. “Ama dinle… Bak, seni bir komploya sokacağım.”
“Âşığınla birlik mi olacağım?”
“Ah! Onu pek görmek isterdin, bilirim! Ama anlarsın ya, beş yıldır bir âşığı elinde tutmasını bilen Bette’iniz gibi ihtiyar bir kız onu iyi de saklar… Onun için bizi rahat bırak. Görüyorsun ya, benim ne kedim ne kanaryam ne köpeğim ne de papağanım var; benim gibi kart bir dişi keçinin sevecek, hırpalayacak küçük bir şeyi olmalı. İşte! Ben de kendime bir Polonyalı buldum.”
“Bıyıkları var mı?”
Bette, sırma iplik sarılı bir iği göstererek “Bunun gibi uzun.” dedi.
Kuzin Bette işini daima şehre yanında götürür, akşam yemeğini beklerken iş işlerdi.
“Durmadan bana böyle birtakım sorular sorarsan, hiçbir şey öğrenemezsin.” diye devam etti. “Daha yirmi iki yaşındasın ama kırk ikisinde, hatta kırk üçünde olan benden daha çenebazsın.”
“Dinliyorum, ses çıkarmayacağım…” dedi Hortense.
“Âşığım on iki parmak yüksekliğinde bronzdan bir heykel yaptı.” diye konuştu Kuzin Bette. “Bu, bir arslanı parçalayan Samson’u tasvir ediyor; onu şimdi, Samson kadar eski olduğuna herkesi inandırmak için gömdü, paslandırdı. Bu şaheser, Carrousel Meydanı’ndaki dükkânlardan, benim evime yakın binbir çeşit mağazalardan birinde teşhir edilmiştir. Şayet ticaret ve Ziraat Nazırı Mösyö Popinot’yu veya Kont de Rastignac’ı tanıyan baban onlara, gözüne ilişmiş güzel bir şaheser diye bu heykelin sözünü edebilse anlaşılan o büyük şahsiyetler bizim püsküllerle uğraşacak yerde, bu metaya ehemmiyet verirlermiş; şayet bu maskara bakır parçasını satın alırlar veya görmeye gelirlerse âşığım servet sahibi olacakmış. Oğlancağız bu ehemmiyetsiz şeyin antika sanılacağını, ona pek yüksek fiyat verileceğini iddia ediyor. Şimdilik, nazırlardan biri heykeli alacak olursa kendisi gidip huzura çıkacak, eseri yapan olduğunu ispat edecek, zafere de kavuşacak! Oh, kendini göklerde sanıyor, delikanlıda iki yeni kontun gururu var.”
“Bu Michel-Ange’ın taklidi ama o âşık olmasına rağmen aklını oynatmamış…” dedi Hortense. “Peki ne kadar istiyor?”
“Bin beş yüz frank!.. Tacir bronzu daha aşağıya vermeyecek çünkü o da komisyon alacak.”
“Babam…” dedi Hortense. “Şimdi krallık levazımındadır; iki nazırı her gün Mecliste görüyor, işini yapacak, ben üstüme alıyorum. Zengin olacaksınız, Madam la Kontes Steinbock!”
“Yo, erkeğim pek hem de pek tembeldir; bütün haftalarını kırmızı bal mumunu mıncıklamakla geçiriyor, hiç iş üretmiyor. Ah! Ah! Louvre’da, Bibliotheque’te estamplara bakmak, bunları çizmekle ömrünü geçiriyor. Senin anlayacağın, aylağın biri.”
İki kuzin şakalaşmaya devam ettiler. Hortense, insanın kendini gülmeye zorladığı zamanki gibi gülüyordu çünkü her genç kıza musallat olan bir sevda içini bürüyordu; bilinmeyen adamın sevdası… Şüphe hâlinde ve düşünceleri tesadüfün önlerine attığı bir çehre etrafında toplayan bir sevda, tıpkı bir pencere kenarına rüzgârın savurduğu saman çöplerine takılan kar çiçekleri gibi! On aydır, annesi gibi o da kuzininin ezelî bekârlığına inanması yüzünden, ihtiyar kızın hayalî âşığından gerçek bir varlık yaratmıştı; sekiz günden beridir de bu hayalet Wenceslas Steinbock oluvermişti. Rüyanın bir nüfus cüzdanı vardı, buhar otuz yaşında bir delikanlı şeklinde tecessüm etmişti. Dehanın bir ışık gibi parlayışının bir nevi müjdesi olarak elinde tuttuğu mühür, bir tılsım kudreti kazandı. Hortense kendini o kadar mesut hissetmişti ki bu masalın uydurma olmasından kuşkulanmaya başladı; kanı kaynıyor, kuzinini aldatmak için deli gibi gülüyordu.
“Ama salonun kapısı açık gibime geliyor…” dedi Kuzin Bette. “Haydi, gidip bakalım, Mösyö Crevel gitmiş mi gitmemiş mi?”
“Annem iki gündür pek tasalı, bahis mevzusu olan evlenme şüphe yok ki suya düştü.”
“Yok canım! Yine yoluna girer, adam krallık temyiz mahkemesi mülazım azalarından biridir (bunu sana söyleyebilirim); mahkeme reisi karısı olmayı pek arzu eder miydin? Eh, şayet bu iş Mösyö Crevel’e bağlı ise herhâlde bana bazı şeyler söyleyecektir ümit var mı, yok mu, yarın öğreniriz.”
“Kuzin, mührü bırak bana…” dedi Hortense. “Kimseye göstermem. Annemin doğum gününe bir ay var, sabahına yine sana veririm.”
“Yo, ver bana mührü… Ona bir kutu lazım.”
“Ama babam işi bilerek nazıra açması için mührü görmeli çünkü büyük memurlar mesuliyet altına girmemelidirler.” dedi.
“Peki ama bunu annene gösterme, senden bütün ricam işte bu. Çünkü bir âşığım olduğunu bilse benimle yine alay eder.”
“Söz veriyorum, göstermem.”
Barones bayıldığı sırada iki kuzin oturma odasının kapısının önüne geldiler, Hortense’ın kopardığı bir çığlık kadının kendine gelmesine elverdi. Bette ruh aramaya gitti. Döndüğü zaman anayla kızı birbirlerinin kucağında, anayı kızının kuşkularını yatıştırır ve konuşur bir hâlde buldu.
“Hiçbir şey değil, sadece bir sinir nöbeti.” Baron’un zili çalış tarzını tanıyarak “İşte baban!” diye ilave etti. “Bilhassa ona bunun sözünü etme.”
Adeline akşam yemeği hazırlanıncaya kadar kocasını bahçeye götürmek, kendisine suya düşen evlenmenin sözünü etmek, istikbal hakkındaki fikirlerini anlamak, bazı niyetlerini öğrenmek emeliyle onu karşılamak için kalktı.
Baron Hector Hulot, parlamento azası, Napolyonvari kıyafetiyle göründü çünkü imparatorluk mensupları (İmparator’a bağlı kimseler) askerce göğsü kabarık tavırlarıyla, boğazlarına kadar ilikli altın düğmeli mavi elbiseleriyle, siyah taftadan kravatlarıyla, bulundukları süratli ahvalin zorladığı müstebit idare alışkanlıkları içinde kazandıkları fazla otoriteli yürüyüşlerinden kolayca fark edilir. Baron’da hiçbir şey, itiraf etmek lazımdır ki ihtiyar kokusunu vermiyordu. Gözleri hâlâ o derece kuvvetli idi ki gözlüksüz okurdu. Ne yazık ki simsiyah zülüflerle çerçevelenmiş uzunca güzel yüzü, kanlı mizaçlıların alameti lekelerle canlı bir renk arz ederdi. Bir kemerle zapt edilen göbeği, Brillat Savarin’in dediği gibi haşmetini muhafaza ederdi. Azametli bir aristokratlık edası, fazla nezaket, Crevel’in birlikte nice tatlı eğlenceler yapmış olduğu hovardanın kalıbı hizmetini görürdü. O, güzel bir kadın görünce gözleri canlanan, bütün güzellere, hatta gelip geçici ve bir daha görmeyecekleri güzellere bile gülümseyen adamlardan biriydi.
Adeline kocasının çehresini tasalı görerek “Konuştun mu dostum?” dedi.
“Yo…” diye Hector karşılık verdi. “İki saat bir neticeye varmaksızın laf dinlemekten canım çıktı. Bir sürü laf ediyorlar, ediyorlar ama hiçbir şey yok, sadece laf savaşı ediyorlar! Ayrılırken de Mareşal’e söylediğim gibi, söz işin yerine geçti; bu, yürümeye alışmış kimselerin pek hoşuna gitmez. Eh, nazır sıraları üzerinde canımın sıkıldığı elverir, burada eğlenelim. Merhaba dişi keçi, merhaba keçi yavrusu!..”
Kızını boynundan yakaladı, öptü, ona takıldı, dizlerinin üstüne oturttu, o güzel altın saçları yüzünde hissetmek için başını Hortense’ın omuzuna dayadı.
“Canı sıkılmış, yorulmuş.” diye Madam Hulot kendi kendine söylendi. “Ben de şimdi canını sıkacağım, bekleyelim.”
“Bu akşam bizimle misin?” diye yüksek sesle sordu.
“Hayır, çocuklarım. Yemekten sonra sizi bırakıp gidiyorum; keçinin, çocuklarımın, kardeşimin günü olmasaydı beni göremeyecektiniz.”
Barones gazeteyi aldı, tiyatrolara baktı, Opera’da Robert-leDiable’ın oynandığını okudu, gazeteyi yerine bıraktı. Altı ay önce İtalyan operasından Fransız operasına geçen Josépha, Alice rolünü oynuyordu. Bu pandomima Baron’un gözünden kaçmadı, karısına dikkatle baktı. Adeline gözlerini indirdi, bahçeye çıktı, kocası da peşi sıra gitti.
Karısının beline sarılarak kendine çekerek, sıkarak “Söyle bakalım, ne var Adeline?” dedi. “Bilmez misin ki seni çok severim?”
Cesaretle kocasının sözünü keserek Barones, “Jenny Cadine’den de Josépha’dan da mı çok?” diye karşılık verdi.
Karısını koyverip iki adım gerileyen Baron, “Kim bunu sana söyledi?” diye sordu.
“Bana şimdi yakmış olduğum imzasız bir mektup geldi; bu mektupta deniyor ki dostum, Hortense’ın evlenmesi, içinde bulunduğumuz sıkıntı yüzünden suya düşmüş. Senin karın, Sevgili Hector’um, hiçbir zaman tek söz söylemezdi. Jenny Cadine ile alakanı öğrendi, hiçbir zaman sızlandı mı? Ama Hortense’ın annesinin boynuna borçtur, hakikati…”
Kalp çarpıntıları duyulan karısı için müthiş bir sükût anından sonra, Hulot kavuşturduğu kollarını açtı, karısını tuttu, kalbinin üstüne bastırdı, alnından öptü ve heyecanın verdiği taşkın bir kuvvetle ona “Adeline…” dedi. “Sen bir meleksin, bense bir sefilim.”
Barones, kocasını kendi kendisi hakkında kötü söz söylemekten menetmek için elini birdenbire onun dudakları üstüne koyarak “Yo! Hayır!” diye karşılık verdi.
“Evet, şu anda Hortense’a vereceğim tek meteliğim yok, çok bahtsızım ama mademki sen bana böyle kalbini açıyorsun, ben de beni boğan bütün dertlerimi oraya dökeyim. Fischer amcan bugün büyük bir darlık içinde ise onu bu hâle sokan benim, benim namıma yirmi beş bin franklık bir bono imzaladı! Bütün bunlar beni aldatan, arkamdan benimle alay eden, beni ihtiyar bir boyalı kedi diye çağıran bir kadın için! Ne yazık ki kötü bir huyu doyurmanın, bir aileyi beslemekten çok daha pahalıya mal olması korkunç bir şey!.. Hem de dayanılmaz bir şey… O iğrenç, Yahudi karısının evine hiçbir zaman ayak basmayacağıma şimdi sana söz versem de bana iki satırcık bir mektup yazması, imparatorluk devrinde ateşe gittikleri gibi onun yanına gitmem için kâfidir.”
Umutsuz kocasının gözlerinden yuvarlanan yaşları görünce kızını unutan kadıncağız, “Üzülme Hector!” dedi. “Bak, işte elmaslarım! Her şeyden önce amcamı kurtar!”
“Elmasların bugün yirmi bin frank ya eder ya etmez. Bu, Fischer Baba’ya yetmeyecektir; sen yine onları Hortense için sakla, yarın Mareşal’i göreceğim.”
Barones; Hector’un ellerini tutup öptü, “Zavallı dostum!” diye bağırdı.
Kadının bütün azarlaması bundan ibaret kaldı. Adeline elmaslarını teklif etmiş, baba da onları Hortense’a bırakmıştı. Barones bu gayreti pek yüksek telakki etti, kuvvetini kaybetti.
“Efendi odur, buradan her şeyi alabilir; elmaslarımı bana bırakıyor, o bir ilahtır.”
Başka bir kadının kıskanç bir öfke ile elde edebileceğinden daha fazlasını tatlılıkla elde eden bu kadın, işte böyle düşündü.
İyi terbiye görmüş, çok kötü huylu kimselerin faziletli kimselerden daha sevimli olduğunu ahlakçılar umumiyetle inkâr edemezler; onların temize çıkacak birtakım suçları olduğundan, haklarında hüküm verenlerin kusurlarına arka çıkmak suretiyle karşılıklı merhamet dilenirler; pek iyi olarak tanınırlar. Faziletli kimseler arasında sevimli kimseler bulunsa bile fazilet kendini beğendirmek için gayret sarf etmez çünkü kendi güzelliğini kâfi görür. Sonra, gerçekten faziletli kimselerin -çünkü riyakârları ayırmak lazım- hemen hepsinin kendi vaziyetleri hakkında biraz kuşkuları vardır; büyük hayat pazarında kendilerini aldatılmış sanırlar, değerlerinin tanınmadığını iddia eden kimseler gibi acı sözleri vardır. Ailesinin mahvına sebep olduğunu bilip kendine sitem eden Baron da karısına, çocuklarına, Kuzin Bette’e karşı zekâsının bütün imkânlarını, iğfalciliğinin bütün zarafetini kullandı. Oğlunun, küçük bir Hulot’yu emziren Célestine Crevel’in geldiğini görünce gelinine karşı pek güler yüz gösterdi. Célestine’i kibirinin alışmadığı bir gıda olan iltifatlara boğdu çünkü hiçbir görgüsüz kız ne böylesine bayağı ne de böylesine büsbütün manasızdı. Büyükbaba yumurcağı aldı, onu öptü, tatlı ve şirin buldu, onunla sütninelerin dilince konuştu, oğlu Hulot’ya söz rüşveti verdi. Çocuğu, kendisine bakan iri Normandiyalı kadına geri verdi. Célestine’le Barones “Ne tatlı adam!” demek isteyen bir bakışla birbirlerine baktılar. Tabiidir ki Célestine, kaynatasını babasının hücumlarına karşı müdafaa ediyordu.
Kendini sevimli bir kaynata, pek yumuşak büyükbaba olarak gösterdikten sonra Baron, sabahleyin baş gösteren nazik bir vaziyet üzerine Mecliste takınacağı tavır hakkında çok yerinde düşüncelerini bildirmek üzere oğlunu alıp bahçeye götürdü. Görüşlerinin derinliğiyle genç avukatı hayrete düşürdü. Dostça edasıyla, bilhassa bundan böyle onu kendi seviyesine çıkarmak ister göründüğü bir tür hatırşinaslıkla rikkate getirdi.
Oğul Mösyö Hulot, tam 1830 İhtilali’nin yetiştirdiği delikanlılar tipinde idi; işi gücü politika olan bir zekâ, emellerine karşı saygılı, bunları sahte bir ciddiyet altında zapt etmiş, kazanılmış şöhretlere çok hasetçi, Fransız konuşuşunun elmasları lakin incelik ve asalete karşı kibir yerine azamet takınan o dokunaklı sözleri kullanacak yerde cümleler fırlatmak… Bu insanlar, bir vakitlerin Fransız’ını ihtiva eden seyyar tabutlardır; zaman zaman Fransız kımıldanır, İngiliz kalıbını yumruklar lakin hırsı onu zapt eder, o da orada boğulmaya razı olur. Bu tabut her zaman siyah kumaştan elbise giyer.
Baron Hulot, Kont’u salonun kapısında karşılamaya giderek “Ah! İşte kardeşim!” dedi.
Merhum Mareşal Montcornet’nin muhtemel halefini öptükten sonra, muhabbet ve saygı tezahürleriyle koluna girerek onu içeri getirdi.
Kulağının sağırlığı yüzünden celselere gitmekten muaf bu Fransa âyan azasının, yılların çöktürdüğü, şapkanın tazyikiyle yapışmış gibi görünen ama hâlâ gür, kırçıl saçlı güzel bir başı vardı. Ufak tefek, tıknaz, bu kara kuru adam dinç ihtiyarlığını şakrak bir eda ile taşırdı. İstirahate mahkûm bu pek fazla hareketli insan, vaktini okumakla gezinti arasında paylaştırmıştı. Tatlı huyları beyaz yüzünde, duruşunda, özlü düşüncelerle dolu kibar konuşmasında sezilirdi. Hiçbir zaman ne harbin ne de seferin sözünü etmezdi büyüklük taslamaya lüzum duymayacak kadar büyük olmasını bilirdi. Bir salondaki rolü, kadınların arzu ve heveslerini sürekli gözlemlemek olurdu. Baron’un bu küçük aile toplantısına saçtığı canlılığı görerek “Hepiniz de neşelisiniz!” dedi. Yengesinin yüzündeki melankoli izlerini fark edince “Mamafih Hortense daha evlenmedi.” diye ilave etti.
Bette, heybetli bir sesle kulağına “Neredeyse o da olur!” diye haykırdı.
“Çiçek açmak istemeyen kötü tohum, sen de buradasın ha!” diye karşılık verdi Kont.
Forzheim kahramanı, Kuzin Bette’i epey severdi çünkü aralarında benzerlikler buluyordu. Terbiye görmemişti, halk içinden çıkmıştı. Cesareti askerî servetinin biricik kaynağı idi ve onda sağduyu zekânın yerini tutardı. Namuslu elleri temiz olduğu için kardeşinin henüz gizli kapaklı yolsuzluklarından kuşkulanmaksızın, içinde her türlü muhabbeti bulduğu bu aile arasında güzel ömrünü parlak bir surette sona erdiriyordu. En küçük bir geçimsizlik sebebinin baş göstermediği, erkek ve kız kardeşlerin aynı şekilde birbirlerini sevdikleri -çünkü Célestine hemen aileden telakki edilivermişti- bu toplantının güzel manzarasından hiç kimse onun kadar zevk duyamazdı. Babacan küçük Kont Hulot, Crevel Baba’nın da acaba niçin gelmediğini zaman zaman sorardı. “Babam köyde!” diye Célestine ona bağırırdı. Bu sefer de eski ıtriyatçının seyahatte olduğunu söylediler.
Ailesinin bu mükemmel bir aradalığı Madam Hulot’ya şunları düşündürdü:
“İşte saadetlerin en gerçeği, kim bizi bundan mahrum edebilir!..”
Gözdesi Adeline’in, Baron’un üzüntülerine mevzu olduğunu görünce general onunla o derece şakalaştı ki Baron, gülünç olmaktan çekinerek iltifatlarını, bu aile yemeklerinde kendisinin söz rüşvetlerine, alakalarına mevzu olan gelinine çevirdi çünkü gelini vasıtasıyla Crevel Baba’yı getireceğini, bütün intikam hislerini bertaraf edeceğini umuyordu. Bu aile harimini kim görmüş olsa babanın meyus vaziyetine, annenin umutsuzluk içinde olduğuna, oğulun babasının istikbali hakkında son derece tasalı olduğuna, kızın kuzininin elinden âşığını çalmaya uğraştığına inanmakta zorluk çekerdi.
Saat yedide Baron; kardeşinin, oğlunun, Barones’in, Hortense’ın, hepsinin de sükûta daldıklarını görünce Doyenné Sokağı’nda oturan ve akşam yemeğinden sonra sıvışmak için bu ıssız mahallenin tenhalığını bahane eden Kuzin Bette’i de yanına alarak operada metresini alkışlamak için çıkıp gitti. Bütün Parisliler itiraf ederler ki ihtiyar kızın ihtiyatı akla uygundur.
Eski Louvre boyunca uzayan sık evler yığınının varlığı, Fransızların Avrupa’nın kendilerine izafe ettiği zekâ derecesinden emin olması ve artık onlardan korkmaması için sağduyuya karşı yapmayı pek istedikleri itirazlardan biridir. Bunda bilinmeyen, belki herhangi büyük bir politika düşüncemiz vardır. Bugünkü Paris’in, sonraları tasavvur ve tahayyül edilemeyecek bu köşesini tasvir etmek elbette ki mevzu dışı olmayacaktır. Louvre’un bittiğini şüphesiz görecek torunlarımız otuz altı yıl Paris’in göbeğinde, içinde üç hanedanın son otuz yıl zarfında Fransa’nın ve Avrupa’nın yüksek tabakasını kabul ettiği sarayın karşısında böyle bir barbarlık işlendiğine inanmak istemeyeceklerdir.
Carrousel Köprüsü’ne ulaştıran dar geçitten itibaren Musée Sokağı’na kadar, birkaç gün için bile olsa Paris’e gelen her insan, cesareti kırılmış sahiplerinin hiçbir tamir yapmadıkları ve Napolyon’un Louvre’u ikmale karar verdiği günden beri yıkılmakta ve eski bir mahallenin artıkları olan cepheleri harap on kadar ev görür. Doyenné Sokağı ve aynı addaki çıkmaz, sakinleri belki de birtakım hayaletler olan -çünkü sokakta hiçbir zaman kimse görünmez- bu karanlık ve ıssız evler yığınının biricik iç yollarıydı. Musée Sokağı şosesinin kaldırımından daha alçak olan kaldırım, Froidmanteau Sokağı şosesinin ortasında bulunur. Meydanın yükseltilmesiyle şimdiden gömülmüş bu evler Louvre’un bu taraftan kuzey rüzgârıyla kararmış yüksek galerilerinin aksettirdikleri sürdüm süresiye gölgeye bürünmüşlerdir. Karanlık, sessizlik, donmuş hava, toprağın mağaramsı derinliği bu evleri bir tür yeraltı, canlı kabirler hâline getirmeye yardım eder. İnsan, bu yarı ölü mahalleden bir paytonla geçtiği zaman, gözü dar Doyenné Sokağı’na dalınca ruhu üşür burada kimlerin oturabildiğini, geceleyin bu dar sokağın bir hırsız yatağı hâline geldiğini, gecenin mantosuna sarınmış Paris kötü huylarının cirit oynadıkları bir saatte buradan kimlerin geçeceğini kendi kendine sorar. Kendisini ürküten bu mesele, bu sözüm ona evlerin Richelieu Sokağı yanından bir bataklık, Tuilleries yanından bir dalga dalga kaldırımlar ummanı, galeriler yanından birtakım küçük bahçeler, birtakım korkunç barakalar, eski Louvre yanından yontma taş ve enkaz stepleri çemberi içinde oldukları görülünce tüyler ürpertici hâle gelir. Külotlarını arayan III. Henri’nin nedimleri, başlarını arayan Marguerite’in âşıkları, Fransa’da öylesine canlı olan Katolik dininin her şeyde yaşadığını sanki ispat etmek için hâlâ ayakta duran bir kilise kubbesinin hükmü altına aldığı bu çöllerde, ay ışığında belki de hora tepiyorlardır. İşte, kırk yıl var ki Louvre, bu karnı deşik duvarların, ağzı açık pencerelerin bütün ağızlarıyla haykırıyor: “Yüzümdeki bu siğilleri koparıp atın!” Bu hırsız yatağının faydasını ve Paris’in göbeğinde büyük şehirler kraliçesine hususiyetini veren sefaletle, debdebe ve tantananın birbirine kenetlenmesini temsil etmek lüzumunu herhâlde duymuş olacaklar. Kucağında lejitimistlerin gazetesinin ölümüne sebep hastalığa yakalandığı bu soğuk mezbelelerin tahtadan surunun ömrü, acaba üç hanedanın ömründen daha uzun, daha müreffeh mi olacak?
1823’ten beri ortadan kalkmaya mahkûm evlerde kiranın ucuzluğu, Kuzin Bette’i, mahallenin vaziyeti onu iyice karanlık basmadan eve dönmeye zorlamasına rağmen burada oturmaya cezbetmişti. Bu zaruret, esasen, onun muhafaza ettiği köylülere ışık ve ısıtma masrafları üzerinden epey tasarruf temin eden güneşle birlik yatıp kalkma alışkanlığı ile de uzlaşmıştı. O, Cambaceres tarafından işgal edilen meşhur konağın yıkılmasıyla meydanı gören evlerden birinde oturuyordu.
Baron Hulot, karısının kuzinini “Allah’a ısmarladık, kuzin!” diyerek bu evin kapısına bıraktığı sırada, ufak tefek, ince, güzel, pek zarif giyinmiş, seçme bir koku saçan genç bir kadın da eve girmek için araba ile duvar arasından geçmişti. Bu kadın, hiç de dikkatle bakmadan sadece kiracı kadının kuzinini görmek için Baron’la göz göze gelmişti. Lakin hovarda bütün Parisli erkeklerde -entomolojistlerin dedikleri gibi- iştahlarını kabartan güzel bir kadına rastladıkları zaman duydukları o kuvvetli, geçici tesiri duydu. Kendine bir çekidüzen vermek ve elbisesi, o kötü, göz boyayıcı krinolin etekliğinden başka bir şeyle cazip bir şekilde sallanan kadını gözüyle takip edebilmek üzere, Hulot arabaya binmeden önce kasti bir yavaşlıkla eldiveninin tekini giydi.
“İşte…” demişti kendi kendine. “Seve seve saadetini sağlayabileceğim, zarif, ufak tefek bir kadın çünkü o da beni mesut edecektir.”
Meçhul kadın, binanın sokak üzerindeki kısmına açılan merdiven sahanlığına varınca iyice arkasına dönmeden göz ucuyla araba kapısına baktı; arzu ve tecessüsten kuduran Baron’u hayranlıkla olduğu yerde mıhlanmış gördü. Bu, bütün Parisli kadınların geçerken yolları üzerinde buldukları ve zevkle kokladıkları çiçek gibidir. Vazifelerine bağlı, iffetli ve güzel kadınlar, gezinti esnasında küçük buketlerini yapamamışlarsa eve suratları asık dönerler.
Genç kadın hızla merdivenleri çıktı. Hemencecik ikinci kattaki apartmanın bir penceresi açıldı ama kadın, yanında dazlak kafasından, hafif öfkeli gözlerinden koca olduğu anlaşılan bir mösyö ile birlikte pencerede göründü.
“Şu kadın denilen mahluklar zeki, nükteli şeylerdir, vesselam!..” diye Baron kendi kendine söylendi. “Böylelikle bana evini göstermiş oluyor. Bilhassa böyle bir mahallede, bu biraz tehlikeli bir şey. Kendimizi kollayalım.”
Müdür, milorda bindiği zaman başını kaldırdı; o vakit karı ile koca, sanki Baron’un yüzü onlar üzerinde Médusa başının efsanevi tesirini yapmış gibi hızla geri çekildiler. “Beni tanıyorlarmış, diyeceğim geliyor.” diye Baron düşündü. “Neyse, bu her şeyi izah eder.” Gerçekten, araba Musée Sokağı şosesine çıkınca Baron meçhul kadını bir daha görmek için eğildi, onu yine pencereye gelmiş gördü. Hayranının altında bulunduğu araba körüğünü seyre kapılmaktan utanan genç kadın birdenbire kendini geriye attı. “Onun kim olduğunu dişi keçi vasıtasıyla öğreneceğim.” diye Baron kendi kendine söylendi.
Devlet Müşaviri’nin görünüşü, biraz sonra görüleceği gibi, karı ile koca üzerinde derin bir tesir yaptı. Koca, pencerenin balkonundan ayrılırken:
“Bu, bizim dairedeki müdür Baron Hulot’nun ta kendisi!” diye bağırdı.
“Peki, Marneffe, avlu dibindeki üçüncü katta şu delikanlı ile yaşayan ihtiyar kız onun kuzini mi? Bunu ancak bugün, o da tesadüfen öğrenmemiz pek garip değil mi?”
“Matmazel Fischer bir delikanlı ile yaşasın!..” diye memur tekrarladı. “Bunlar birtakım kapıcı kadın dedikoduları. Nezarette her istediğini yapan bir Devlet Müşaviri’nin kuzininden böylesine hafiflikle söz etmeyelim. Haydi, sofraya otur. Saat dörtten beri seni bekliyorum!”
Napolyon’un meşhur muavinlerinden birinin, Kont de Montcornet’nin gayrimeşru kızı dilber Madam Marneffe, yirmi bin franklık bir drahoma sayesinde Harbiye Nezaretinin küçük bir memuruyla evlenmişti. Hayatının son altı ayında Fransa mareşali olan ünlü korgeneralin itibarı sayesinde bu pısırık, umulmadık bir şekilde kendi bürosunun birinci kâtibi mevkisine nail olmuştu ama şef muavini olacağı bir sırada mareşalin ölümü, Marneffe’le karısının umutlarını tamamen suya düşürmüştü. Gerek borçlarını ödemek, gerek yeni ev açan bir bekâra lüzumlu şeyler ve bilhassa ana evinde alıştığı eğlencelerden vazgeçmek istemeyen güzel bir kadının aşırı istekleriyle Matmazel Valérie Fortin’in drahomasını çoktan eriten Marneffe Efendi’nin servetinin azlığı, aileyi kiradan tasarruf etmeye zorlamıştı. Harbiye Nezaretinden ve Paris’in göbeğinden az uzak olan Doyenné Sokağı’nın mevkisi, aşağı yukarı dört yıldır Matmazel Fischer’le aynı evde oturan Mösyö ve Madam Marneffe’in işlerine geldi.
Jean-Paul-Stanislas Marneffe Efendi, ahlak bozukluğunun verdiği o bir tür kudret sayesinde alıklaşmaya, aptallaşmaya dayanan o memur soyundandır. Saçları, sakalı seyrek, solgun, sarı, kırışık olduğu kadar da yorgun yüzlü, göz kapakları hafif kızarık ve gözlüklü, miskin tavırlı ve daha da miskin kıyafetli bu zayıf, ufak tefek adam, herkesin adaba mugayir suçlardan dolayı ağır ceza mahkemesine sürüklenebileceğini tasavvur ettiği bir tip yaratıyordu.
Birçok Parisli aile ocaklarının örneği olan ve bu aile tarafından işgal edilen apartman, nice evlerde hüküm süren o sahte lüksün aldatıcı görünüşlerini arz ederdi. Salonda, pamuğu bozulmuş kadifelerle kaplı mobilyalar; kötü işlenmiş, kaba bir şekilde boyanmış, Floransa taklidi alçıdan heykelcikler; dökme kristalden avize; ucuzluğu, içine katıştırılmış ve çıplak gözle görünür hâle gelmiş pamuk miktarıyla sonradan anlaşılan halı… Her şey, yünden damasko kumaşının üç yıllık bir şaşaası bile olmadığını anlatan perdelere varıncaya kadar her şey, kilise önündeki üstü başı partal bir fukara gibi sefaleti terennüm ederdi. Tek bir kadın hizmetçi tarafından az bir itina gören yemek salonu, taşra otellerindeki yemek salonlarının mide bulandıran manzarasını veriyordu; orada her şey kirli, her şey bakımsızdır.
Mösyönün bir talebe odasına pek benzeyen, kendisi gibi solmuş, yıpranmış, haftada bir düzeltilen bekâr yatağı, bekâr mobilyası ile döşeli odası; her şeyin öteye beriye atıldığı, eski çorapların çiçekleri tozla resmedilmiş gibi göze görünen, kıldan, yırtılarak patlamış ve kılları çıkmış sandalyeler üstünde asılı durduğu bu korkunç oda, evine karşı lakayt, ömrünü dışarıda, kumarda, kahvelerde veya başka yerlerde geçiren bir adamı pekâlâ ilan ediyordu.
Madamın odası, perdelerin dumandan ve tozdan sarardığı, tabiatıyla kendi hâline bırakılmış çocuğun her yerde oyuncaklarını sürdüğü, apartmanı lekeleyen zilletli bakımsızlık ortasında bir istisna teşkil ediyordu. Valérie’nin, sokak üzerine bina edilmiş eve yalnız bir taraftan avlu nihayetindeki komşu bina ile yaslanmış parçasına bağlayan cephedeki, zarif bir şekilde Acem halısı kaplı, pelesenk ağacından mobilyalı odası ve küçük tuvalet odasında, güzel kadın, daha doğrusu metres kokusu vardı. Ocağın kadifeden saçak perdesi üstünde zamane modası bir saat yükseliyordu. Oldukça iyi süslenmiş bir Dunkerque dolap, lüks bir şekilde yapılmış Çin porseleninden çiçeklikler görünüyordu. Yatak, tuvalet, aynalı dolap, iki kişilik kanepe, lüzumlu cici bici eşya, günün zevklerine ve fantezilerine işaret ediyordu.
Her ne kadar bunlar zenginlik, zarafet bakımından üçüncü derece, buradaki her şey üç yıl önceye ait idiyse de bir züppe, bu lüks için burjuva damgası taşıdığını söylemekten başka edecek söz bulamazdı. Zevkin kendisine mal etmeyi bildiği şeylerden doğan sanattan, zarafetten burada katiyen eser yoktu. Bir içtimai ilimler doktoru bunların, evli bir kadının evinde daima mevcut olmayan, her zaman o yarım ilahtan gelme ufak tefek mücevherler olduğunu anlardı.
Karı kocanın ve çocuklarının yedikleri, dört saat geciken akşam yemeği bu ailenin geçirdiği geçim sıkıntısını izaha kâfiydi çünkü yemek sofrası Paris evlerinde servetin en emniyetli termometresidir. Fasulye suyuyla yapılmış karışık sebzeli çorba, et suyu yerine su ile yapılmış patatesli bir dana eti parçası, en aşağılığından bir tabak kuru fasulyeyle kiraz. Hepsi de gümüş alaşımı, tok sesli, kasvetli takımlarla, kenarları kırık tabaklarda, kaplarla hazırlanan ve yenen bütün bu yemekler, bu kadına layık bir yemek listesi miydi? Baron bu hâli görse kederinden ağlardı. Kirli sürahiler bile köşe başındaki şarapçıdan litre ile satın alınan açık şarabın rengini gizleyemiyordu. Peçeteler bir haftadır kullanılıyordu. Nihayet, her şey haysiyetsiz bir sefaleti, karı ile kocanın aileye karşı kayıtsızlığını açığa vuruyordu. En alelade bir müşahit, onları görünce kendi kendine, bu iki mahlukun yaşamak zaruretinin artık mesut bir dolandırıcılığa başvuracak o uğursuz ana ulaştıklarını görürdü.
Valérie tarafından kocasına söylenen ilk cümle, akşam yemeğinin maruz kaldığı, belki de aşçı kadının Valérie’nin çıkarına olan fedakârlığından doğan gecikmeyi esasen izah edecekti:
“Samanon senetlerini ancak yüzde elli ile kırmak istiyor, teminat olarak da maaşların için bir vekâlet istiyor.”
İkramiyeler hariç, yirmi dört bin franklık bir maaşı olan Harbiye Nezareti müdürünün evinde henüz gizli olan sefalet, memurun evinde son haddine varmıştı.
Koca, karısına bakarak, “Müdürü mü kafesledin?” dedi.
Kadın, kulis argosundan alınma bu sözden hiç alınmaksızın “Sanırım.” diye karşılık verdi.
“Hâlimiz ne olacak?” diye Marneffe devam etti. “Ev sahibi yarın hacze gelecek. Vasiyetini yapmadan ölüp giden şu baban yok mu? Namusum hakkı için şu imparatorluk adamlarının hepsi de kendilerini imparatorlukları gibi ölmez sanıyorlar.”
“Zavallı baba…” dedi kadın. “Çocuğu olarak bir ben vardım, beni pek severdi. Vasiyetname bırakmış olsaydı bile Kontes onu yakardı ki o adamın ara sıra bize üç veya dört bin franklık kaimeler verdiği olurdu!”
“Dört taksit, on beş bin frank borcumuz var! Mobilyamız bu kadar eder mi? That is the question![8 - İşte mesele bu!] demiş Shakespeare.”
Hizmetçi kadının Cezayir’den dönmüş yiğit bir asker için suyunu ayırdığı dana etinden ancak birkaç lokma almış olan Valérie, “Haydi, Allah’a ısmarladık, kedim!” dedi. “Büyük dertlere büyük derman!”
Marneffe kapıda karısının önüne geçerek “Valérie! Nereye gidiyorsun?” diye bağırdı.
O, şık şapkası altındaki buklelerini düzeltirken “Bizim ev sahibini göreceğim.” diye karşılık verdi. “Sen de şayet müdürünün kuzini ise, o ihtiyar kızla aranı iyi etmeye çalışmalısın.”
Aynı binadaki kiracıların birbirlerinin içtimai vaziyetleri hakkındaki bilgisizlikleri Paris hayatının dağdağasını en iyi tasvir edebilecek her zamanki vakıalardan biridir lakin her gün sabahleyin erkenden bürosuna giden, akşam yemeğini yemek için evine dönen, her akşam sokağa çıkan bir memurun ve Paris eğlencelerine dalmış bir kadının, oturdukları bina avlusunun nihayetinde, üçüncü katta kiracı ihtiyar bir kızın, -bahusus ki bu kız Matmazel Fischer’ın huylarına sahip olunca- varlığından haberleri olmamasını anlamak kolaydır.
Evde herkesten önce Lisbeth hiç kimseyle konuşmadan sütünü, ekmeğini, ateşini almaya gider; güneşle birlikte yatardı. Hiçbir zaman ne mektup alır ne de ziyaret kabul ederdi, hiç kimse ile komşuluk etmezdi. Dördüncü katta Voltaire’i, Pilatre de Rozier’yi, Beajon’u, Marcel’i, Mole’yi, Sophie Arnoult’yu, Franklin’i ve Robespierre’i tanıyan ihtiyar bir mösyö bulunduğunun dört yıl sonra öğrenildiği bazı evlerdeki emsalleri gibi o da adı sanı olmayan entomolojik mahluklardan biriydi. Mösyö ve Madam Marneffe, biraz önce Lisbeth hakkında söyledikleri şeyleri, mahallenin ıssızlığı ve düşkün hâllerinin iyilikseverliği dikkat ve ihtimamla idame ve muhafaza edilecek derecede lüzumlu kapıcılarla kendileri arasında kurdukları münasebet sebebiyle öğrenmişlerdi. İhtiyar kızın kibir ve azameti, sükûtiliği, ihtiyatı, kapıcılarda o aşırı saygıyı, aşağı insanın itiraf edilmemiş hoşnutsuzluğunu gösteren o soğuk münasebetleri doğurmuştu. Esasen kapıcılar kendilerini, adliye sarayında söylendiği gibi kirası iki yüz elli frank olan bir kiracı ayarında sayarlardı. Kuzin Bette’in küçük kuzini Hortense’a açtığı sırlar gerçekleşince herkes anlayacaktır ki kapıcı kadın Marneff’le yaptığı mahrem bir görüşmede Matmazel Fischer’e sadece dil uzattığını sanarak iftira etmiş olabilirdi.
İhtiyar kız, saygıdeğer kapıcı Madam Olivier’nin elinden şamdanı alınca kendi dairesi üstündeki çatı arası odasında ışık yanmış olup olmadığını görmek için acele etti. Temmuzda, bu saatte avlunun nihayeti öylesine karanlık oluyordu ki ihtiyar kız ışıksız yatamıyordu.
Madam Olivier şeytanca ve alaylı bir eda ile Matmazel Fischer’e “Oh! İçiniz rahat olsun, Mösyö Steinbock evinde, hatta sokağa bile çıkmadı.” dedi.
İhtiyar kız hiçbir karşılık vermedi. Kendisine uzak insanların yerli yersiz lakırtılarına kulak asmamak hususunda hâlâ köylü kalmıştı; tıpkı köylülerin, yalnız kendi köylerini görmeleri gibi o da yalnız içinde yaşadığı küçük muhitin fikirlerine ehemmiyet verirdi. Azimli bir tavırla kendi evine değil, çatı arasındaki o küçük odaya çıktı. Bakın, niçin? Çerez olarak torbasına âşığı için yemiş ve şekerleme koymuştu, tıpkı ihtiyar bir kızın köpeğine dışarıdan tatlı yiyecekler taşıması gibi bunları ona vermişti.
Hortense’ın hülyalarının kahramanı, solgun sarı bir delikanlıyı, ışığı içi su dolu bir küreden geçerek aydınlığı artan küçük bir lambanın ışığında çalışır; üstü oyma takımları, kırmızı bal mumu, taslak takımları, yontulmuş dört köşe tahta parçaları, model üzerinde eritilmiş bakırlarla kaplı bir nevi tezgâh önüne oturmuş; arkasında bir önlük, elinde çalışmaya kendini vermiş bir şair dikkatiyle seyrettiği bal mumundan küçük bir heykeli tutar bir hâlde buldu.
Çıkınını tezgâhın bir köşesine koyarak “Bakınız, Wenceslas size neler getirdim?” dedi.
Sonra şekerlemeleri, meyveleri, birer birer torbasından çıkardı.
Zavallı sürgün, kederli bir sesle “Siz çok iyisiniz, matmazel!” diye karşılık verdi.
“Bunlar içinizi serinletecek, çocukcağızım… Böyle çalışmakla kanınız kızışıyor, siz bu derece ağır bir zanaat için yaratılmamışsınız.”
Wenceslas Steinbock ihtiyar kıza şaşkın şaşkın baktı.
“Haydi, yiyiniz…” diye birdenbire devam etti ihtiyar kız. “Hoşunuza gidince yaptığınız şekillerden birini seyre daldığınız gibi beni seyredeceğinize.”
Suratına bu türlü bir laf şamarı yiyince delikanlının şaşkınlığı geçti çünkü o zaman şefkati kendisini her vakit hayrete düşüren dişi mentorunu tanıdı, sert muamele görmeye öylesine alışmıştı ki. Steinbock, yirmi dokuz yaşında idiyse de bazı sarışınlar gibi o da beş veya altı yaş küçük görünüyordu. Sürgün yorgunlukları ve sefaletleri altında kaybolan bu gençliği, bu tazeliği, o kuru ve sert yüzle birleşmiş görünce insan, bu iki mahluka cinsiyetlerini verirken tabiatın yanıldığını sanırdı. Kalktı, sarı Utrecht kadifesiyle kaplı eski bir XV. Louis koltuğuna kendini attı, dinlenmek istermiş göründü. O zaman, ihtiyar kız çıkınından bir erik aldı, usulcacık dostuna uzattı.
Delikanlı meyveyi alırken “Teşekkür ederim.” dedi.
İhtiyar kız bir meyve daha vererek “Yorgun musunuz?” diye sordu.
“Çalışmaktan yorulmuş değilim ama yaşamaktan bıktım usandım.” diye karşılık verdi.
İhtiyar kız bir nevi güceniklikle “Düşündüğün şeye bak!” diye bağırdı. Ona şekerlemelerden uzatarak onun da zevkle yediğini görünce, “Size gece gündüz bakan koruyucu bir meleğiniz yok mu? Görüyorsunuz, kuzinimin evinde akşam yemeği yerken bile hep sizi düşündüm.” dedi.
Delikanlı, Lisbeth’e hem okşar hem de hüzünlü bir bakışla bakarak “Biliyorum ki…” dedi. “Siz olmasanız çoktan ölmüştüm ama aziz hanımım, sanatkârların eğlencelere ihtiyacı vardır.”
İhtiyar kız onun sözünü keserek, yumruklarını kalçalarına koyarak, ateş saçan gözlerini ona dikerek “Ah! Şimdi baklayı ağzından çıkardın!..” diye bağırdı. “Sonunda hastanede ölen bunca işçi gibi, siz de sıhhatinizi Paris rezaletlerinde mahvetmek istiyorsunuz! Yo, hayır, servet sahibi olunuz, geliriniz olunca da eğlenirsiniz, çocuğum. O zaman doktor ve zevk masraflarınızı karşılayacak paranız olur, sizi gidi çapkın sizi…”
Wenceslas Steinbock, içine bir mıknatıs alevi gibi giren bakışlarla birlikte bu kuvvetli azarı işitince başını önüne eğdi. En ısırıcı, gıybetçi biri bu sahnenin başlangıcını görmüş olsaydı Olivierlerin Matmazel Fischer’e ettikleri iftiraların asılsız olduğunu çoktan anlardı. Bu iki mahlukun edalarında, hareketlerinde, bakışlarında, her şey onların iç hayatlarının saflığını gösterirdi. İhtiyar kız sert lakin gerçek bir anne şefkati gösteriyordu. Delikanlı, bir annenin istibdadına saygı gösteren evlat gibi her şeye katlanırdı. Bu garip birleşme, zayıf bir karakter üzerinde fasılasız tesir etmekte olan kuvvetli bir iradenin neticesi gibi görünüyordu çünkü Slavlar savaş meydanlarında büyük şecaat gösterdikleri hâlde, kendi hayatlarını güdüşlerinde bir istikrarsızlık, fizyolojistlerin tetkik etmeleri icap eden -ziraatta entomolojistler ne ise, siyasi hayatta da fizyolojistler odur- bir ahlak gevşekliği veren hususi bir insicamsızlık vardır.
Wenceslas melankolik bir şekilde “Ya zengin olmadan evvel ölürsem?” diye sordu.
“Ölmek mi?” diye ihtiyar kız bağırdı. “Oh! Ölmenize hiçbir zaman razı olamam. Hayatım ikimize de yeter, icap ederse size kanımı da veririm.”
Bu şiddetli, saf nidayı duyunca gözyaşları Wenceslas’ın göz kapaklarını ıslattı.
“Kederlenmeyiniz Wenceslascığım…” diye müteessir olan Lisbeth devam etti. “Bakınız, kuzinim Hortense, yaptığınız mührü pek zarif buldu. Haydi, bronz heykelinizi sattıracağım, benimle ilişiğiniz kalmayacak, dilediğinizi yaparak serbest olacaksınız! Haydi, gülünüz artık!..”
“Hiçbir zaman sizinle ilişiğimi kesmeyeceğim, matmazel.” diye zavallı sürgün karşılık verdi.
Vosgesların köylü kızı kendine karşı Livonyalının tarafını tutarak “Niçin?” diye sordu.
“Çünkü siz sefaletim içinde yalnız beni yedirmiş, yatırmış, bana bakmış olmakla kalmadınız, bana kuvvet de verdiniz! Bugünkü beni yarattınız, çoğu zaman bana karşı haşindiniz, bana ızdırap çektirdiniz…”
“Ben mi?” diye ihtiyar kız sordu. “Şimdi yine mi şiir hakkındaki, sanatlar hakkındaki budalalıklarınıza başlayacak; ideal güzelin, Kuzeyli çılgınlıklarınızın sözünü ederek parmaklarınızı çıtlatacak, kollarınızı uzatacaksınız? Güzel, sağlam değerinde değildir. Ben sağlamın ta kendisiyim. Kafanızda birtakım fikirleriniz mi var? Âlâ! Benim de birtakım fikirlerim var… Ruhunda birtakım şeyler varmış, bunlardan faydalanamadıktan sonra neye yarar? Bu takdirde kafaları fikirle dolu olanların, kafaları boş olduğu hâlde canlılık gösterenlere nazaran hiçbir üstünlükleri yoktur. Hülyalarınızı düşünecek yerde, çalışmak lazım. Ben gittiğimden beri ne yaptınız?”
“Güzel kuzininiz ne dedi?”
Lisbeth, bir kaplan kıskançlığıyla ve şiddetle: “Güzel olduğunu kim size söyledi?” dedi.
“Siz, kendiniz.”
“Bu sözün yüzünüzde yaratacağı sırıtmayı görmek için! Kadınların peşinde koşmaya mı hevesiniz var? Kadınları seviyorsunuz, âlâ, eritiniz onları, heveslerinizi bronz hâline getiriniz çünkü daha bir zaman gelip geçici sevdalardan vazgeçeceksiniz, bilhassa kuzinimden, aziz dostum. O sizin dişinize göre değil kıza altmış bin frank gelirli bir erkek lazım… Bulundu da.”
Öteki odaya yan gözle bakarak “Yatak düzeltilmemiş!” dedi. “Oh! Zavallı kedim! Sizi unutmuşum.”
Güçlü kuvvetli kız hemen atkısını, şapkasını, eldivenlerini çıkardı; sanatkârın yattığı küçük bekâr yatağını, bir hizmetçi kadın gibi bir çırpıda düzeltti. Bu kabalık, hatta haşinlik, iyilik halitası, Lisbeth’in kendine mal ettiği bu adam üzerindeki hâkimiyetini izah edebilir. Hayat da iyi kötü tenasüpleriyle bizi bağlamıyor mu? Livonyalı, Lisbeth Fischer’e rastlayacak yerde, Madam Marneffe’e rastlamış olsaydı; hamisi kadında, kendisini içinde mahvolacağı batak ve şerefsiz bir yola sürükleyecek müsamahayı bulacaktı. Elbette ki çalışmayacak, sanatkâr da ortaya çıkamayacaktı. İhtiyar kızın haşin tamahını beğenmezlik ederken bile aklı ona bu demir bileği, hemşehrilerinden birkaçının sürdüğü tembel, tehlikeli hayata değişmemesini söylemiyor muydu?
Bu dişi irade ile Polonya’da çoğu zaman rastlandığı söylenen bir nevi garibe olan bu zayıf erkeği birleştirmiş olan hadise de şudur:
1833’te, çok işi olduğu zamanlar, bazen geceleyin de çalışan Matmazel Fischer sabahın saat birine doğru kuvvetli bir karbon gazı kokusu duydu. Can çekişen bir insanın iniltilerini işitti. Kömür kokusu, hırıltı, kendi apartmanını teşkil eden iki odanın üstündeki çatı arası odasından geliyordu; eve yakınlarda gelmiş, üç yıldır boş duran o çatı arası odasına yerleşmiş delikanlının intihar etmekte olduğunu düşündü. Süratle yukarı çıktı, Lorenli kuvvetiyle bir yüklenişte kapıyı devirdi, kiracıyı can çekişme ihtilaçları içinde seyyar bir karyolaya serili buldu. Mangalı söndürdü. Açık kapıdan hava girdi, sürgün kurtuldu. Sonra, Lisbeth onu bir hasta gibi yatırıp o da uyuyunca ihtiyar kız kötü bir masadan, seyyar bir karyoladan, iki sandalyeden başka bir şeyi bulunmayan bu iki çatı arası odasının mutlak yoksulluğunu görünce intiharın sebeplerini anladı.
Masa üzerinde ihtiyar kızın okuduğu şu pusula vardı:
Ben Brelie, Livonya’da doğmuş, Kont Wenceslas Steinbock’ım.
Ölümümdenkimsetöhmetaltındabırakılmasın,intiharımın sebepleri Kosciuszko’nun şu sözleri içindedir: Finis Poloniaei![9 - Polonya bitti!]
XII.Charles’ındeğerlibirgeneralininküçükyeğenidilenmek istemedi.Zayıfbünyembeniaskerlikhizmetindenalıkoymuştu, Dresden’den Paris’e gelirken yanımda getirdiğim yüz talerin dün tükendiğini gördüm. Bu masanın çekmecesine ev sahibine borçlu olduğum taksitin ödenmesi için yirmi beş frank bırakıyorum.
Akrabamdaolmadığından,ölümümhiçkimseyialakadaretmez.HemşehrilerimdenFransızhükûmetini töhmetlendirmemelerini rica ederim. Kendimi bir mülteci olarak tanıtmadım, hiçbir şeyistemedim,hiçbirsürgünlebuluşmadım.Paris’tehiçkimsenin varlığımdan haberi yok.
Dindar olarak öleceğim. Tanrı Steinbockların sonuncusunu affetsin!
Wenceslas
Aylığını da ödeyen bu can çekişme hâlindeki adamın doğruluğundan pek müteessir olan Matmazel Fischer çekmeceyi açtı, gerçekten yüz meteliklik beş madeni parayı gördü.
“Zavallı delikanlı!” diye bağırdı. “Dünyada kendisiyle ilgilenecek kimsesi yok.”
Evine indi, işini aldı, bu çatı arasında Livonyalı beyzadenin başucunda bekleyerek çalışmaya geldi. Uyandığı zaman başucunda bir kadın görünce sürgünün duyduğu hayret tahmin edilebilir; bir rüya devam ediyor sandı. Bir üniformanın sırma kordonunu yaparken ihtiyar kız, uyuduğu sırada hayranlıkla seyrettiği bu çocukcağızı himaye edeceğine kendi kendine söz vermişti. Genç Kont büsbütün uyanınca Lisbeth ona cesaret verdi; hayatını nasıl kazandırabilir, öğrenmek için onu sorguya çekti. Wenceslas, hikâyesini anlattıktan sonra mevkisini sanatlara karşı malum istidadına borçlu olduğunu ilave etti; kendinde her zaman heykeltıraşlığa karşı bir temayül duymuştu lakin etütler için lüzumlu zaman, onun gözüne parasız bir adam için dayanılmayacak kadar uzun görünmüştü. Şu anda kendini el işçiliğine veremeyecek veya büyük heykeltıraşlığa girişemeyecek kadar zayıf hissediyordu. Bu sözler Lisbeth Fischer’e Yunanca imiş gibi geldi. Bu bahtsıza Paris’in, orada yaşayacak hüsnüniyet sahibi bir adam için nice kaynaklar sunduğu karşılığını verdi. Cesaretli adamlar biraz sabırlı davranınca hiçbir zaman bu şehirde mahvolmamışlardır.
“Ben ancak zavallı bir kızım, bir köylü kızıyım, öyleyken burada kendim için müstakil bir mevki yaratmayı bildim.” diye sözlerini bitirirken ilave etti: “Beni dinleyiniz. Eğer gerçekten çalışmak isterseniz benim birikmiş biraz param var, yaşamanız için lüzumlu parayı aybeay size ödünç olarak veririm ama kıt kanaat yaşamak için, yoksa boş şeylerle vakit geçirmek, kadınlar peşinde koşmak için değil! Paris’te günde yirmi beş metelikle akşam yemeği yenebilir, öğle yemeğinizi de sabah benimkiyle birlikte yapacağım. Nihayet odanızı dayayıp döşeyeceğim, zaruri görünecek çıraklık masraflarınızı da ödeyeceğim. Sizin için harcadığım paraya karşılık, bana usulü dairesinde tanzim edilmiş makbuzlar verirsiniz; zengin olunca da bütün parayı bana geri vereceksiniz. Ama şayet çalışmazsanız, hiçbir şeyi üstüme almamış gibi hareket eder, sizi de yüzüstü bırakırım.”
Ölümle ilk kucaklaşmanın acısını hâlâ duyan bahtsız adam, “Ah!” diye bağırdı. “Araf’taki ruhların yüzlerini cennete döndürmeleri gibi, bütün memleketlerin sürgünleri de gözlerini Fransa’ya döndürmekte pek haklı imişler. Her yerde, hatta şunun gibi bir çatı arasında bile yardımın, cömert kalplerin bulunduğu böyle bir millet! Benim her şeyim olacaksınız, aziz velinimetim, size kul köle olacağım! Polonyalılara has, onları haksız olarak tabasbusa meyil ile töhmetlendiren gönül alıcı gösterişlerle benim dostum olunuz.” dedi.
“Yo! Hayır, ben kıskancımdır, sizi bahtsız ederim ama memnuniyetle arkadaşınız gibi bir şey olurum.” diye Lisbeth karşılık verdi.
“Oh! Paris ortasında çırpındığım bir zamanda beni benimseyecek bir mahluku, bir müstebit bile olsa nasıl hararetle imdadıma çağırdığımı bir bilseydiniz!” diye Wenceslas devam etti. “Memleketime dönmüş olsam imparator’un beni yollayacağı Sibirya’yı bile özleyecek hâldeydim!.. Mukadderatım olunuz. Çalışacağım, kötü bir genç olmamakla beraber bugünkünden daha da iyi olacağım.”
“Söyleyeceğim her şeyi yapacak mısınız?” diye ihtiyar kız sordu.
“Evet!”
“Pekâlâ, öyle ise sizi kendime evlat ediniyorum.” dedi neşe ile. “İşte, mezardan kalkan bir evladım var. Haydi! Başlıyoruz! Ben nevale almak için ineceğim, giyininiz, ben süpürgenin sapı ile tavana vurunca öğle yemeğimi paylaşmaya gelirsiniz.”
Ertesi gün, Matmazel Fischer işini götürdüğü fabrikacılardan heykeltıraşlığın vaziyeti hakkında izahat aldı. Sora sora zengin bronzların eritildiği, lüks gümüş takımlarının işlendiği bir müesseseyi, Florent ve Chanor Atölyesi’ni keşfetmeye muvaffak oldu. Steinbock’ı oraya heykeltıraş çırağı olarak götürdü, teklif pek acayip göründü. Bu atölyede en tanınmış sanatkârların eserleri dökülüyordu lakin heykeltıraşlık öğretilmiyordu. İhtiyar kızın ısrarı ve inadı, himaye ettiği genci tezyinat desinatörü olarak oraya yerleştirmekle neticelendi. Steinbock tezyinat şekillendirmeyi çabucak öğrendi, birtakım yenilerini keşfetti, kabiliyeti vardı. Oymacı çıraklığını bitirdikten beş ay sonra Florent Müessesesinin belli başlı heykeltıraşı meşhur Stidmann’la tanıştı. Yirmi ay içinde Wenceslas üstadından daha fazla şeyler biliyordu; otuz ayda, ihtiyar kızın on altı yıldan beridir bir bir biriktirdiği paracıklar büsbütün tükenmişti. İki bin beş yüz altın frank! Oysaki o bu parayı, faizi her ay ödenen devlet tahvillerine yatıracaktı; şimdi bu paranın karşılığı ne idi? Bir Polonyalının senedi. Livonyalının masraflarını karşılamak için o zamanlar Lisbeth gençliğindeki gibi çalışıyordu. Altın paralar yerine elinde bir kâğıt parçası görünce aklı başından gitti, on beş yıldan beridir işlerinin en ustası ve başişçisinin dostu, akıl hocası olan Mösyö Rivet’ye danışmaya gitti. Bu macerayı öğrenince Mösyö ve Madam Rivet, Lisbeth’e çıkıştılar, ona “Sen deli misin?” dediler. Tekrar, bir millet olmak için çevirdikleri dolaplarla ticaretin abadanlığını, pahalıya mal olmuş sulhu tehlikeye düşüren mültecileri lanetlediler. İhtiyar kızı, tüccar ağzıyla, işini sağlam kazığa bağlamaya kışkırttılar.
O zaman Mösyö Rivet, “Bu delikanlının bize verebileceği biricik teminat, hürriyetidir.” dedi.
Mösyö Achille Rivet, ticaret mahkemesinde hâkimdi.
“Yabancılar için bu şaka bir iş değildir.” diye devam etti. “Bir Fransız beş yıl hapiste yatar, sonra da borçlarını ödemeden çıkar, bu doğrudur çünkü bundan sonra onu ancak vicdanı tazyik edebilir, oysaki vicdanı onu hiçbir zaman rahat bırakmaz. Ama bir yabancı hiçbir zaman hapisten çıkamaz. Senedinizi bana veriniz, bunu kâtibim namına ciro ediniz. Senedi o protesto edecek, ikiniz aleyhine dava açacak, hapisle tazyiki emreden şifahi bir ilam alacak. Her şey yoluna girdiği zaman da o size mukabil bir makbuz imzalayacak. Böyle hareket etmekle faiz yürüyecek, elinizde de Polonyalınıza karşı her zaman dolu bir tabanca bulunacak!”
İhtiyar kız işleri yoluna koymaya girişti, himaye ettiği delikanlıya da kendilerine bir miktar para vermeye razı bir tefeciye sadece teminat vermek için yapılmış bu muameleden kuşkulanmamasını söyledi. Bu bahane ticaret mahkemesi reisinin icatçı dehasının eseri idi. Velinimetine körü körüne emniyet besleyen masum sanatkâr, resmî evrakla piposunu yaktı çünkü sigarayı ya uyutulacak dertleri olunca yahut da enerjisi olan kimseler gibi içerdi.
Günün birinde Mösyö Rivet, Matmazel Fischer’e bir dosya gösterdi. Dedi ki “Wenceslas Steinbock elleri ayakları bağlanmış olarak elinizdedir, hem öylesine ki yirmi dört saat zarfında onu ömrünün sonuna kadar Clichy’de ikamet ettirebilirsiniz.”
Ticaret mahkemesinin bu hem ağırbaşlı hem namuslu hâkimi o gün, kötü bir iyi iş işlemiş olmasının sebep olduğu bir hoşnutluk duydu. Paris’te iyiliğin bunca şekilleri vardır ki bu garip ifade o tenevvürlerden birine karşılık düşer. Livonyalı, ticaret mahkemesi ağlarına bir kere sarılmaya görsün, iş parayı ödemeye kalırdı. Çünkü bu mühim tacir, Wenceslas Steinbock’a bir dolandırıcı gözüyle bakıyordu. Hissiyat, doğruluk, şiir; iş hayatında onun gözünde uğursuz şeylerdi. Rivet, kendi sözünce bir Polonyalı tarafından kaz gibi yolunmuş olan sırf bu zavallı Matmazel Fischer’in menfaati için Steinbock’ın yanlarından ayrıldığı zengin fabrikacıları görmeye gitti. Paris kuyumculuğunun belli başlı sanatkârlarının yardımıyla Fransa sanatını şimdiki gelişmiş hâline ulaştıran, Floransalılarla, Rönesans’la boy ölçüştüren Stidmann, Rivet; Steinbock adlı Polonyalı bir mülteci hakkında izahat almaya geldiği sırada Chanor’un odasında bulunuyordu.
Stidmann alaycı bir eda ile “Steinbock adlı biri mi dediniz?” diye bağırdı. “Sakın bu bir vakitler talebem olan genç bir Livonyalı olmasın? Biliniz ki mösyö, o büyük bir sanatkârdır. Benim kendimi pek yüksekte gördüğümü söylerler, neyse, bu zavallı oğlan bilmiyor ki bir tanrı olabilir.”
“Ah! Gerçekten, Seine Mahkemesi hâkimi olmakla müşerref bir adam karşısında pek pervasız konuşuyorsanız da…”
Stidmann, elinin tersiyle alnına vurarak “Affedersiniz, konsül!..” diye karşılık verdi.
“Söylediklerinizden pek memnun oldum. Demek ki bu delikanlı para kazanabilecek…”
“Elbette.” dedi ihtiyar Chanor. “Ama çalışması lazım, bizim yanımızda kalmış olsaydı şimdiden epey parası olurdu. Ne edersiniz! Sanatkârlar boyunduruk altında yaşamaktan nefret duyarlar.”
“Kıymet ve liyakatlerini pek iyi biliyorlar da ondan.” diye Stidmann karşılık verdi. “Wenceslas’ı tek başına gittiği, kendi kendine bir isim yapmaya, büyük bir adam olmaya kalkıştığı için gıybet etmem, bu onun hakkıdır! Ama beni bırakıp gidince ben çok şey kaybettim!”
“İşte!” diye Rivet bağırdı. “İşte, delikanlıların üniversiteden çıkar çıkmazki iddiaları!.. Ama önce kendinize gelir yapmakla işe başlayınız, şan ve şöhreti sonra arayınız!”
“Altın toplamakla el hırpalanmış olur!” diye Stidmann karşılık verdi. “Bize servet getirmek şan ve şöhrete düşer.”
Chanor, Rivet’ye “Ne diyelim?” dedi. “İnsan onları bağlayamaz ki.”
“Yularlarını koparırlardı!” diye Stidmann mukabele etti.
Chanor, Stidmann’a bakarak “Bu mösyölerin…” dedi. “Kabiliyetleri kadar da fantezileri vardır. Parayı avuç dolusu harcarlar, birtakım aşüfteleri vardır, saymadan israf ederler, işlerini yapmaya artık vakit bulamazlar. O zaman ısmarlamaları yüzüstü bırakırlar; biz de onlar değerinde olmayan işçilere başvururuz, bu adamları zengin ederiz. Sonra da zamanın haşinliğinden şikâyet eder dururlar. Oysaki kendilerini işe vermiş olsalar altından nice dağları olurdu.”
“Bana ihtiyar Lumignon Baba’yı hatırlatıyorsunuz.” dedi Stidmann. “O ihtilal öncesi kitapçısı dermiş ki: ‘Ah! Montesquieu’yu, Voltaire’i, Rousseau’yu, evimde tavan arasında tutabilmiş, pantolonlarını bir dolapta saklayabilmiş olsaydım bana küçücük kitaplar yazarlardı. Ben de bu kitaplar sayesinde servet sahibi olurdum!’ Güzel eserler çivi gibi dökülebilmiş olsaydı komisyoncular bunlardan pek çok yaparlardı. Bana bin frank veriniz, susunuz.”
Temiz yürekli Rivet, her pazartesi evine akşam yemeğine gelen zavallı Matmazel Fischer hesabına memnun olarak onu evde bulacaktı.
“Eğer onu çalıştırabilirseniz…” dedi. “Akıllı uslu olduğunuz kadar mesut da olacaksınız. Paranızı faizleriyle, masraflarıyla, sermayesiyle geri almış olacaksınız. Bu Polonyalının istidadı var. Hayatını kazanabilir ama pantolonlarını, pabuçlarını kilit altında tutunuz. Onu Chaumiere’e, Notre-Dame-de-Lorette Mahallesi’ne gitmekten menediniz. Dizginleri sıkı tutun. Bu tedbirler alınmadıkça heykeltıraşınız ötede beride sürtecek. Sanatkârların ötede beride sürtmek dedikleri şey nedir bir bilseniz! Tüyler ürpertici şeyler, ya! Biraz önce öğrendik ki bin franklık kaime bir günde ezilip gidiyor.”
Bu vakanın Wenceslas’ın ve Lisbeth’in özel hayatı üzerinde müthiş bir tesiri oldu. Bu velinimet kadın paralarını tehlikede, çoğu zaman da kaybolmuş sandıkça zehirli azarlamalarıyla sürgünün ekmeğini boğazına dizdi. İyi anneyken, bir üvey ana oldu. Bu çocukcağızı azarladı; süratle çalışmadığından, zor bir meslek aldığından dolayı kafasını şişirdi, ayıpladı. Kırmızı mumdan modellerin, küçük figürlerin, tezyinat taslaklarının, denemelerin bir değeri olacağına inanamıyordu. Hemen haşinliklerine kendisi de kızarak birtakım ihtimamlarla, tatlı sözlerle, üstüne düşmelerle bunların izlerini silmeye yeltenirdi. Zavallı delikanlı bu kadının boyunduruğu altında, Vosgeslu bir köylü kadının hâkimiyeti altında bir müddet inledikten sonra; bu okşamalardan, sadece hayatın fiziğine, maddiliğine meftun bu annelik ilgisinden pek hoşlanmıştı. Bir haftalık kötü muameleleri, kısa süren bir barış okşamaları yüzünden affedilen bir kadına benzedi. Böylelikle Matmazel Fischer bu ruh üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurdu. Bu ihtiyar kızın kalbinde tohum hâlinde kalmış tahakküm aşkı çarçabuk inkişaf etti. Lisbeth gururunu, faaliyet ihtiyacını tatmin edebildi. Onun hiçbir rekabetten korkmaksızın çıkışacağı, idare edeceği, okşayacağı, mesut edeceği bir insan yok muydu? Karakterinin iyisi de kötüsü de tesirlerini gösterdi. Bazen zavallı sanatkâra işkence etse bile buna karşılık kır çiçeklerinin zarifliğine benzer zariflikleri vardı; onun hiçbir şeyinin eksik olmadığını görmekten sevinç duyardı, hayatını bile ona vermeye hazırdı. Wenceslas bundan emindi. Bütün temiz ruhlu insanlar gibi, zavallı çocuk, zaten vahşiliğinin bir mazereti olarak hayatını kendisine anlatmış olan bu kızın kötülüğünü, kusurlarını unutur, hiçbir zaman iyiliklerden başkasını hatırlamazdı.
Bir gün, Wenceslas’ın çalışacak yerde ötede beride sürtmeye gitmiş olmasına köpüren ihtiyar kız ona çattı.
“Siz benim malımsınız!” dedi ona. “Eğer namuslu bir adam olsaydınız bana olan borcunuzu en kısa zamanda geri vermeye çalışırdınız.”
İçinde Steinbockların kanı kaynayan beyzade sarardı. Lisbeth devamla “Ya Rabbim!” dedi. “Neredeyse geçinmek için elimizde avucumuzda benim, şu zavallı kızın kazandığım otuz metelikten başka bir şeyimiz kalmayacak.”
Söz cenginden sinirlenen iki fukara birbirlerine köpürdüler; o zaman zavallı sanatkâr, ölümden kurtararak kendisine, insanı hiç olmazsa rahata kavuşturan âdemden daha beter bir kürek mahkûmu hayatı yarattığı için ilk defa olarak velinimetini azarladı, kaçmak sözünü etti.
“Kaçmak mı?” diye ihtiyar kız bağırdı. “Ah! Meğer Mösyö Rivet’nin hakkı varmış!”
Polonyalıya, onu yirmi dört saat içinde nasıl yakalayıp ömrünün sonuna kadar hapse atacaklarını kati bir dille izah etti. Bu, kafaya vurulan bir topuz tesiri yaptı. Steinbock karanlık bir melankoliye, mutlak bir sessizliğe gömüldü. Ertesi gün, Lisbeth intihar hazırlıkları işitince pansiyonerinin odasına çıktı, usulü dairesinde yazdığı makbuzu ona uzattı.
“Alınız oğlum, beni affediniz!” dedi nemli gözlerle. “Mesut olunuz, beni bırakıp gidiniz. Sizi pek fazla üzüyorum ama sizi kazanacak hâle getiren zavallı kızı ara sıra düşüneceğinizi söyleyiniz bana. Ne diyelim? Huysuzluklarımın sebebi sizsiniz! Ben ölebilirim ama bensiz hâliniz nice olurdu? İşte, sizi satılabilir şeyler yapar hâlde görmek için sabırsızlanışımın sebebi. Sizden paramı geri istemem, gidiniz. Hülya kurmak dediğiniz tembelliğinizden, saatlerce sizi göklere baktırarak bunca saatlerinizi harcayan fikirlerinizden korkuyorum. İstiyorum ki çalışma alışkanlığı kazanasınız.”
Bu sözler sanatkâra dokunan bir edayla, bir bakışla, gözyaşlarıyla, bir tavırla söylenmişti. Wenceslas velinimetini tuttu, onu bağrına bastı, alnından öptü. Bir nevi neşe ile “Bu evrak sizde kalsın.” diye karşılık verdi. “Beni niçin Clichy’ye attıracaksınız? Minnettarlık beni buraya bağlamış değil mi?”
Müşterek gizli hayatlarının altı ay önce vuku bulmuş bu vakası Wenceslas’a üç şey kazandırmıştı: Hortense’ın sakladığı mühür, antikacıdaki heykel, şu anda bitirdiği harikulade duvar saati çünkü kalıbın son vidalarını takıyordu.
Bu duvar saatinin on iki saatini, harikulade yapılmış on iki kadın figürü temsil ediyordu; bu on iki kadın kendilerini öyle çılgın, süratli bir dansa kapıp koyvermişlerdi ki bir çiçek ve meyve yığını üzerine tırmanmış olan üç sevda tanrısı onları ancak gece yarısını gösteren saati, o da yırtık harmanisi en cesurunun elinde kalarak durdurabiliyorlardı. Bu mevzu, fantastik hayvanları da olan harikulade tezyinatlı yuvarlak bir kaideye oturtulmuştu. Vakit, bir esneme ile açılmış korkunç bir ağız içinde gösterilmişti. Her saatin, o saatteki işleri güçleri vasıflandıran iyi tasavvur edilmiş sembolleri vardı.
Matmazel Fischer’in Livonyalısı için duyduğu harikulade bağlılığın ne olduğunu anlamak şimdi kolaydır; onun bahtiyarlığını istiyordu, çatı arasındaki odasında onun sararıp solduğunu görmüştü. Bu korkunç vaziyetin sebebi anlaşılıyor. Lorenli kadın bu Kuzey çocuğunun üstüne bir ana şefkati ile, bir kadın kıskançlığı ile, bir ejderha zihniyetiyle titredi; onu daima parasız bırakarak böylelikle çılgınlık etmesi, sefahate dalması imkânlarını ortadan kaldırdı. Kurbanını ve dostunu, zorla -ne kadar akıllı uslu olsa da- kendine hasretmek arzusundaydı. Bu manasız arzunun barbarlığını anlamazdı çünkü kendisi bütün mahrumiyetlere alışıktı. Steinbock’ı onunla evlenmeyi düşünemeyecek derecede severdi, onu bir başka kadına bırakmayacak kadar aşırılıkla severdi. Ona yalnız analık etmeye katlanmasını bilmez, öteki rolü düşündüğü zaman da kendine deli gözüyle bakardı. Bu tezatlar, bu yırtıcı kıskançlık, bu bir adama sahip olmak saadeti, hepsi bu kızın kalbini fevkalade heyecana getirirdi. Gerçekten ona gönül verdiği dört yıldan beridir, çocuğum dediği adamın mahvına sebep olacak bu neticesiz ve maksatsız hayatı devam ettirmek çılgınca umudunu beslerdi. İnsiyaklarıyla aklının bu mücadelesi onu haksız, müstebit yapmıştı. Ne zengin ne de güzel oluşunun hıncını bu delikanlıdan alıyor; her intikamdan sonra, haksızlığını kendi de anlayınca zilletle, sonu gelmez bir şefkat gösteriyordu. Sevgilisine yapacağı fedakârlığı ancak kudretini balta darbesiyle yazdıktan sonra düşünürdü. Bu, Shakespeare’in tersine çevrilmiş Fırtına’sı idi; Ariel’le Prospero’nun efendisi Caliban. Yüksek düşünceli, hülyasever, tembelliğe düşkün bu bahtsız delikanlıya gelince, tıpkı nebatat bahçesinin kafes içindeki arslanları gibi, gözlerinde kendisini himaye eden kadının yarattığı ıssızlık vardı. Lisbeth’in mecbur ettiği zoraki çalışma, kalbinin ihtiyaçlarını tatmin edemezdi. Can sıkıntısı bedenî bir hastalık olur; çoğu zaman lüzumlu bir çılgınlık yapmaya yetecek parayı isteyemediği, bulamadığı için kudururdu. Bahtsızlık duygusuyla öfkesinin arttırdığı ve kendinde daha fazla enerji hissettiği bazı günlerde, Lisbeth’e çorak bir sahili geçerken tuzlu suya bakan susamış bir yolcu gibi bakardı. Fakirliğin, Paris’teki bu mahpusluğun acı meyvelerinin tadını Lisbeth çıkarırdı. Ama dehşetle idrak ederdi ki küçücük bir ihtiras, esiri elinden çekip alacak. Küçük şeylerin büyük heykeltıraşı olacak bu şairi istibdatla, azarlamalarıyla muazzep ederek onun kendisinden vazgeçmesine vesile hazırladığı için bazen kendi kendine sitem ederdi.
Ertesi gün, birbirinden öylesine farklı, gerçekten sefil bu üç varlığın; umutsuz bir annenin, Marneffe ailesinin ve zavallı sürgünün varlıkları, Hortense’ın saf ihtirasından ve Baron’un Josépha’ya duyduğu bahtsız ihtirasın garip neticesinden müteessir olacaktı.
Opera’ya gireceği sırada Devlet Müşaviri, Lepelletier Sokağı’nın mabedimsi karanlık manzarası önünde durakladı, orada ne jandarmalar ne ışık ne uşak ne de kalabalığı saran kordon gördü. Afişe baktı, beyaz bir şerit gördü, şeridin ortasında şu esrarlı cümle parıldıyordu:
RAHATSIZLIK YÜZÜNDEN MUVAKKAT TATİL
Operaya bağlı bütün sanatkârlar gibi, hemen yakınlarda, Chauchat Sokağı’nda oturan Josépha’nın evine seğirtti.
Kapıcı, Baron Hulot’da büyük hayret uyandıracak bir eda ile “Mösyö! Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
Baron merakla, “Beni tanımıyor musunuz yoksa?” diye karşılık verdi.
“Bilakis, efendim. Mösyöyü tanımak şerefine eriştiğim içindir ki kendilerine ‘Nereye gidiyorsunuz!’ dedim.”
Baron, öldürücü bir ürperme ile donakaldı.
“Ne var, ne oldu?” diye sordu.
“Eğer Baron Cenapları, Matmazel Mirah’nın apartmanına gidecek olsalardı, orada Matmazel Héloise Brisetout, Mösyö Bixiou, Mösyö Léon de Lora, Mösyö Lousteau, Mösyö de Vernisset, Mösyö Stidmann’la tefarik otu sürünmüş birtakım kadınları uğurlu kademli olsun ziyaretinde bulacaklardı.”
“Peki canım, söyle nerede?”
“Matmazel Mirah mı? Size söylesem, bilmem, iyi eder miyim?”
Baron, kapıcının eline yüz meteliklik iki madenî para sıkıştırdı.
Kapıcı alçak bir sesle, “Ha! O şimdi Ville-l’Evêque Sokağı’nda, söylediklerine göre Dük d’Hérouville’in kendisine bağışladığı bir konakta oturuyor.” diye karşılık verdi.
Baron bu konağın numarasını sorduktan sonra bir milorda bindi, hava gazı fenerinden itibaren lüksü göze çarpan, çifte kapılı ve yeni, cici bici evlerden birinin önüne geldi.
Mavi kumaştan elbise giymiş, beyaz kravatlı, beyaz yelekli, pantolonu nankin kumaşından, kunduraları vernikli, gömlek yakası fazla kolalı olan Baron, bu yeni cennetin kapıcısının gözüne geç kalmış bir davetli gibi göründü. Heybetli yürüyüş tarzı, her şeyi bu kanaati sağlamlaştırıyordu.
Kapıcı çanı çalınca dış avluda bir uşak göründü. Konak gibi yeni olan bu uşak, kendisine, sesiyle birlik olan imparatorvari bir tavırla “Bu kartı Matmazel Josépha’ya gönderiniz.” diyen Baron’un geçmesine müsaade etti.
Zavallı, bulunduğu odaya gayriihtiyari olarak baktı; kendini nadir çiçeklerle dolu, mobilyası yirmi bin frank değerinde bir bekleme salonunda buldu. Tekrar gelen uşak, mösyöden, kahve içmek üzere sofradan kalkılmasına intizaren salona geçmesini rica etti.
Geçmişteki lükslerin muhakkak ki en hayret vericisini, eserlerinin ömürlerinin azlığına rağmen yine de akılları durduracak kadar büyük meblağlara mal olan imparatorluk lüksünü Baron görmüştü lakin üç penceresi de peri masallarındaki gibi bir ay içinde başka yerlerden toprak aktarmak suretiyle yetiştirilmiş çiçekleri taşıyarak kurulmuş çimenlikleri sanki kimyevi usullerle büyütülmüş bir bahçeye bakan bu salonda gözleri kamaştı. Âdeta sersemlemiş gibi durakladı. Değil yalnız Pompadour üslubu denen pahalıya mal olmuş ince işlere, tezhiplere, heykellere, rastgele bir bakkalın da avuç dolusu para ile ısmarlayabileceği ve elde edebileceği fevkalade kumaşlara; aynı zamanda, yalnız prenslerin seçebilecekleri, bulacakları, değerini verecekleri ve takdim edecekleri şeylere: Greuze’ün iki, Watteau’nun iki tablosuna, Van Dyck’in iki başına, Ruysdael’in iki, Guaspre’ın iki peyzajına, bir Rembrant’a ve bir Holbein’a, bir Murillo’ya, bir Titian’a, iki Teniers’ye, iki Metzu’ya, bir Van-Huysum’a ve bir Abraham Mignon’a, nihayet iki yüz bin frank değerinde harikulade çerçevelenmiş tablolara hayran kaldı. Çerçeveler neredeyse tablolar kadar pahalıydı.
“Eee! Şimdi anlıyorsun ya, babalık?” dedi Josépha.
Ayak uçlarına basarak gizli bir kapıdan giren, Acem halılarının üzerinden yürüyerek gelen Josépha perestişkârını, kulaklarında yalnız felaket çanının sesi çınlayan o hayretlerden biri içinde yakaladı.
Devlet idaresinde bu kadar yüksek mevkisi olan bir zata söylenen, en büyük varlıkları küçük düşüren bu mahluklardaki cüreti fevkalade tasvir eden bu “babalık” sözü, Baron’u olduğu yerde mıhladı. Beyazlarla sarılar giymiş Josépha, bu eğlence için öylesine güzel süslenmişti ki bu çılgınca lüks içinde hâlâ çok nadir bir mücevher gibi parlıyordu.
“Güzel değil mi?” diye devam etti. “Dük, buraya hisse senetleri çok yüksek fiyata satılmış komandit şeklinde bir işin bütün kârını yatırdı. Küçük Dük’üm, hiç de budala değil, değil mi? Yalnız bir vakitlerin büyük beyzadeleri taş kömürünü altınla değiştirmeyi biliyorlar. Noter, yemekten önce, ödendiğini de gösteren makbuzla birlikte temellük mukavelesini imza ettirmek üzere bana getirdi. Bütün büyük beyzadeler içeride: d’Esgrignon, Rastignac, Maxime, Lenoncourt, Verneuil, Laginski, Rochefide, La Palférine, bankerlerden de Nucingen’le du Tillet Antonia, Malaga, Carabine ve la Schontz’la beraber. Hepsi de senin felaketine acıdılar. Evet, dostum, davetlisin ama onlara yetişmen için iki şişe Macar şarabı ve şampanyayı bir dikişte içmek şartıyla. Azizim, operada çalışamayacak kadar gerginiz. Müdürüm körkütük sarhoş, burnunun ucunu göremeyecek bir hâlde!”
“Oh! Josépha!” diye Baron bağırdı.
“Birbirine izahat vermek ne budalaca şey.” diye gülerek karşılık verdi Josépha. “Peki sen, bu konakla mobilyanın değeri olan altı yüz bin franklık adam mısın? İçine bakkalda şeker konan beyaz bir kâğıt külah içinde Dük’ün bana verdiği otuz bin franklık bir gelir kaydını sen bana getirebilir misin? Güzel bir buluş doğrusu!”
“Bu ne sapıklık!” diye haykırdı Devlet Müşaviri. Fevkalade bir gazap anındaydı ve yirmi dört saatçik Dük d’Hérouville’in yerine geçmiş olmak için karısının elmaslarını trampa ederdi.
“Sapıklık benim tabii hâlimdir!” diye Josépha karşılık verdi. “Ah! Sen bu işi böyle mi karşılıyorsun? Niçin komandit işini sen icat etmedin? Tanrı’m! Benim zavallı boyalı kedim, bana teşekkür etmelisin. Benimle birlikte karının istikbalini, kızının drahomasını yiyeceğin bir anda seni yüzüstü bırakıyorum. Ah! Ağlıyor musun? İmparatorluk elden gidiyor! İmparatorluğu selamlayacağım.”
Trajik bir vaziyet aldı:
“Size Hulot diyorlar! Sizi tanımıyorum artık!” dedi ve içeri girdi.
Yarı açık kapıdan, işretin yüksek kahkahalarına karışan birinci sınıf bir ziyafetin kokularıyla yüklü şimşek gibi bir ışık hüzmesi göründü.
Şarkıcı aralık kapıdan baktı, Hulot’yu tunçtanmış gibi olduğu yerde mıhlanmış bulunca bir adım ileri attı, tekrar göründü.
“Mösyö…” dedi. “Chauchat Sokağı’nın eski püskülerini Bixiou’nun küçük Héloise Brisetout’suna devrettim; pamuklu takkenizi, ayakkabı çekeceğinizi, kemerinizi, sarı boyanızı arayacak olursanız size vermelerini tembih etmiştim.”
Bu çirkin şaka Baron’u oradan, Lut’un Gomora’dan kaçışı gibi kaçırdı ama Baron, Lut’un karısı gibi arkasına bakmadı.
Hulot gazap içinde yürüyerek, kendi kendine söylenerek evine geldi; ailesini, evvelce başlamış bıraktığı iki meteliğe oynadıkları whist partisine sükûnetle devam eder buldu. Kocasını görünce zavallı Adeline başlarına müthiş bir felaket, bir namus felaketi gelmiş sandı. Kâğıtları Hortense’a verdi, Hector’u küçük salona götürdü. Aynı salonda beş saat önce Crevel sefaletin en yüz kızartıcı can çekişmeleri hakkında kehanette bulunmuştu.
“Nen ver?” dedi korkmuş bir hâlde.
“Oh! Beni affet, müsaade et de bu alçaklıkları sana anlatayım.”
Hulot, on dakika içinde içinin öfkesini döktü.
Bu zavallı kadın kahramanca bir eda ile “İyi ama dostum…” diye karşılık verdi “O türlü mahluklar aşkı, senin layık olduğun o saf, sadık aşkı bilmezler. O derece anlayışlı olan sen, nasıl olur da milyonlarla mücadele etmeye kalkışabilirsin?”
Baron karısını yakalayıp bağrına basarak “Sevgili Adeline!” diye bağırdı.
Karısı, izzetinefsinin kanayan yaraları üzerine merhem sürmüştü.
“Dük d’Hérouville’in servetini ortadan kaldırsanız, elbette ki o zaman bu kadın ikimiz arasında tereddüt etmeyecektir!” dedi Baron.
Adeline son bir gayret sarf ederek “Dostum!” diye devam etti. “Eğer sana mutlaka metres lazımsa niçin Crevel’in yaptığı gibi pek pahalı olmayan, az bir şeyle uzun zaman kendini mesut sayacak soydan kadınlar seçmiyorsun? Bundan hepimiz zararsız çıkarız. Bu ihtiyacı anlıyorum ama hiç anlamadığım bir şey varsa o da kibirdir.”
“Oh! Ne iyi, ne harikulade bir kadınsın sen!” diye bağırdı Baron. “Ben bir ihtiyar deliyim, senin gibi melek bir eşe layık değilim.”
Karısı biraz hüzünle karışık bir eda ile “Ben sadece Napolyon’umun Joséphine’iyim.” diye karşılık verdi.
“Joséphine senin değerinde değildi.” dedi Baron. “Gel, kardeşimle, çocuklarımla whist oynayacağım. Kendimi aile babası sanatıma vereyim, Hortense’ımı evlendireyim, gömeyim bu hovardalığı.”
Bu samimiyet zavallı Adeline’e o kadar çok dokundu ki şunları söyledi:
“Ötekini berikini Hector’uma tercih ettiğine göre, anlaşılan bu mahlukun kötü bir zevki var. Ah! Seni dünyanın bütün altınına değişmem. İnsan senin tarafından sevilmek saadetini tadınca seni nasıl bırakabilir?”
Baron’un karısının bu müfrit bağlılığını mükâfatlandıran bakışı, Adeline’in, en kudretli kadın silahlarının tatlılık ve itaat olduğu hakkındaki kanaatini sağlamlaştırdı. Adeline bunda aldanıyordu. Son haddine vardırılan asil hisler, en büyük kötülüklerin vardıklarına benzer neticelere varırlar. Bonaparte, XVI. Louis’nin, Mösyö Sauce’un kanının dökülmesine müsaade etmediği için mutlakiyeti, kafasını kaybettiği yerden iki adım ötede halk bir yaylım ateşine tuttuğu için imparator oldu.
Wenceslas’ın mührünü, uykudayken bile ayrılmamak için yastığının altına koyan Hortense ertesi gün erkenden uyandı, babasından kalkar kalkmaz bahçeye gelmesini rica etti.
Dokuz buçuğa doğru baba, kızının arzusuna uyarak onu koluna takmış, birlikte rıhtımlar boyunca Royal Köprüsü’nden Carroussel Meydanı’na doğru gidiyorlardı.
Hortense, bu geniş meydanı geçmek için dar bir geçitten çıkarken “Baba, başıboş geziyormuş gibi yapalım!” dedi.
Babası şaka ederek “Burada başıboş gezilir mi?” diye sordu.
“Müzeye gitmek niyetiyle evden çıktık.” dedi Hortense. Doyenne Sokağı üzerine zaviye-i kaime hâlinde uzanan evlerin duvarlarına yaslanmış barakaları göstererek “Bak, orada çerçiler, tablo tacirleri var.” dedi.
“Kuzinin orada oturuyor.”
“Biliyorum ama bizi görmemeli…”
Baron kendini Madam Marneffe’in -ki derhâl onu düşündü- pencerelerine otuz adım yakın hissedince kızına, “Ee, ne yapmak istiyorsun?” dedi.
Hortense babasını, eski Louvre galerileri boyunca uzayan ev yığınının köşesinde, Nantes Konağı karşısındaki dükkânlardan birinin vitrinine doğru sürükledi. Babasını, sanki alacağı yarayı ona teskin ettirecekmiş gibi dün güzel ihtiyarın kalbine hayalini salan ufak tefek, güzel hanımın pencerelerine bakmakla meşgul bırakarak dükkâna girdi. Baron, karısının nasihatini tatbike başlamaktan kendini alamadı.
Madam Marneffe’in cana yakın meziyetlerini hatırlayarak kendi kendine “Bizi, küçük burjuva kadınları paklar.” diye söylendi. “Bu ufak tefek kadın bana açgözlü Josépha’yı çarçabuk unutturacak.”
İşte, aynı anda hem dükkânın içinde hem de dışında olup bitenler:
Yeni dilberinin pencerelerini tetkik ederken Baron, redingotunu fırçalayarak dışarıyı gözetleyen, meydanda birini bekliyormuş gibi yapan kocayı gördü. Âşık Baron önce görünmekten, sonra da tanınmaktan korkup eve ara sıra göz ucuyla bakabilecek şekilde arkasını Doyenne Sokağı’na döndü. Bu hareket onu, rıhtımlar gelerek evine girmek için köşeyi dönen Madam Marneffe’le hemen hemen yüz yüze getirdi. Valérie, Baron’un şaşkın bakışını görünce sarsılmış gibi oldu, fenlenmiş bir kadının göz işaretiyle mukabele etti.
“Dilber kadın!” diye Baron bağırdı. “İnsana pek çok çılgınlıklar yaptıracak kadın!”
Madam Marneffe, kati ve şiddetli bir karar vermiş bir kadın gibi dönüp, “Siz Mösyö Baron Hulot’sunuz, değil mi? diye karşılık verdi.
Gittikçe şaşkınlığı artan Baron bir tasdik işareti yaptı.
“O hâlde, mademki tesadüf bizi iki defa göz göze getirdi, sizi meraka düşürmek veya alakadar etmekle bahtiyarım. Çılgınlıklar yapacak yerde, bize karşı adalet göstermenizi söyleyeceğim. Kocamın talihi size bağlıdır.”
Baron kibar bir eda ile sordu:
“Ne demek istiyorsunuz?”
Kadın gülümseyerek karşılık verdi:
“Kocam; Harbiye Nezaretinde, sizin dairenizde, Mösyö Lebrun’ün kısmında, Mösyö Coquet’nin bürosunda memurdur.”
“Hazırım, madam… Madam?”
“Madam Marneffe.”
“Madam Marneffeciğim, güzel gözleriniz için haksızlık etmeye de hazırım. Evinizde bir kuzinim var, onu bugünlerde mümkün olduğu kadar kısa bir zamanda görmeye geleceğim, orada bana dertlerinizi söylersiniz.”
“Cüretimi affediniz, Mösyö Baron ama neden böyle konuşmaya mecbur olduğumu anlayacaksınız, hiç kimsem yok.”
“Ah! Ah!”
Kadın gözlerini indirerek “Oh! Mösyö, hislerimi yanlış anlıyorsunuz.” dedi.
Baron, güneş batmış sandı.
“Umutsuzum ama iffetli bir kadınım.” diye kadın devam etti. “Altı ay önce biricik hamimi, Mareşal Montcornet’yi kaybettim.”
“Yaaa! Siz onun kızısınız demek!”
“Evet, mösyö ama hiçbir zaman beni tanımadı.”
“Servetinin bir kısmını size bırakabilirdi o zaman!”
“Bana hiçbir şey bırakmadı, mösyö. Çünkü vasiyetname bulunmadı.”
“Oh! Zavallı yavru, Mareşal’i inme ansızın alıp götürdü. Yok canım, umutsuzlanmayınız madam, imparatorluğun Şövalye Bayardlarından birinin kızına verilecek şey bulunur.”
Madam Marneffe, Baron’u zarif bir eda ile selamladı, o da Baron gibi muvaffakiyetinden gurur duydu.
Baron, kadının belki de mübalağalı bir zarafet verdiği elbisesinin dalgalı hareketini tahlil ederken kendi kendine söylendi:
“Sabahın bu vaktinde hangi yere batası yerden geliyor? Yüzünde hamamdan geldiğini düşündürmeyecek kadar fazla bir yorgunluk var, kocası da onu bekliyor. Olur şey değil; bu, insana türlü türlü şeyler düşündürüyor!”
Madam Marneffe eve girince Baron, kızının dükkânda ne yaptığını öğrenmek istedi. Dükkâna girerken bile, durmadan Madam Marneffe’in pencerelerine baktığından, içeriden şaşkın gibi çıkan solgun yüzlü, keskin kurşuni gözlü, siyah merinostan yazlık bir palto, kaba bez bir pantolon ve sarı deriden tozluklu pabuç giymiş bir gence az kalsın çarpıyordu. Gencin Madam Marneffe’in evine doğru koştuğunu, oraya girdiğini gördü. Dükkânın içine süzülünce Hortense kapının önünde, ortada bir masanın üzerinde göz önüne konmuş meşhur heykeli derhâl fark etti.
Onu tanımasına sebep hadiseler olmasaydı bile, bu şaheser büyük şeylerin Brio’su denen tarafıyla genç kızın gözüne çarpardı; o kız ki İtalya’daki Brio heykeli için elbet modellik edebilirdi.
Deha sahibi kimselerin bütün eserlerinin bütün gözlerde, hatta cahillerin gözlerinde bile o parlak, o muhteşem görünüşü aynı derecede değildir. Onun için Raphael’in meşhur Transfiguration’u, MadonedeFoligno’su, Vatikan’daki Stanze’lerin freskleri insanda, Sciarra galerisinin JoueurdeViolon’u, Pitti galerisindeki Donilerin portreleri ve Visiond’Ezechiel, Borghèse galerisindeki LePortementdelaCroix, Milano’daki Bréra Müzesi’nin LeMariagedela Vierge’i gibi ani hayranlık uyandırmaz. Tribune’deki Saint-JeanBaptiste’le Roma Akademisindeki SaintLucPeignantlaVierge, X. Léon’un portresiyle Dresden’deki La Vierge portresi kadar cazip değildir. Bununla beraber, hepsi de aynı kıymettedir. Dahası var! Stanze’de Transfiguration, Camaieuxler ve Vatikan’daki Üç Şövalye tablosu mükemmeliyetin, kemalin son haddidir. Lakin bu şaheserler bütünlükleriyle anlaşılabilmek için, bilgili bir insan tarafından beğenilmek için bir nevi kendini zorlamayı, bir tetkiki icap ettirir. Oysaki Violoniste,MariagedelaVierge,Visiond’Ezéchiel gözlerin çifte kapısından kendiliklerinden kalbinize girer, oraya yerleşirler. Onu böyle eziyetsiz kabul etmek hoşunuza gider. Bu, sanatın erişilecek son noktası değil, saadetidir. Bu vakıa gösterir ki sanat eserlerinin doğuşunda, ailelerdeki aynı doğuş tesadüflerine rastlanır; ailede, güzel olarak dünyaya gelen, her şeye güler yüz gösteren, her şeyi kolay gelen, annelerine acı vermeyen, bütün hasletlere mesut bir şekilde sahip çocuklar vardır; nihayet, aşk çiçekleri gibi deha çiçekleri de vardır.
Tercümesi imkânsız olan, kullanmaya başladığınız bu İtalyanca “Brio” kelimesi ilk eserlerin vasfıdır. Bu, genç istidadın canlılığının, sonraları bazı mesut saatlerde bulunan canlılığın ve ateşin cesaretinin meyvesidir lakin bu Brio o saatlerde sanatkârın kalbinden çıkmaz; bununla beraber bu Brio, bir volkanın ateşlerini fışkırttığı gibi sanatkârı eserine saldırtacak yerde, sanatkâr ona tabi olur. Onu bazı vesilelere, sevdaya, rekabete, çoğu zaman kine ve bundan da ziyade edinilmiş şöhretin muhafazası için mecbur kalınan bazı gerekçelere borçludur.
Wenceslas’ın heykeli müstakil eserlerine nispetle, Mariage de la Vierge, Raphael’in bütün eserleri içinde neyse oydu; bu, çocukluk neşesiyle, hoşa giden bütünlüğüyle, annenin gülüşlerinin aksisedası gibi olan gamzelerle yer yer çukurlaşmış pembe, beyaz tenler altında gizli kuvvetiyle istidadın taklit edilmez bir zarafet içinde attığı ilk adımdır. Söylendiğine göre, Prens Eugene, Raphael’in tablolarından mahrum bir memleket için bir milyon değeri olan bu tabloya dört yüz bin frank vermiş. Onunla beraber, sanat bakımından kıymeti daha yüksek fresklerin en güzeline bu kadar para verilmezdi.
Hortense, harçlıklarından biriktirdiği parayı düşünerek hayranlığını gizledi, lakayt bir tavır takındı, tacire “Fiyatı ne bunun?” diye sordu.
Tacir, bir köşede bir taburede oturan delikanlıya bir göz işareti yaparak “Bin beş yüz frank.” diye karşılık verdi.
Bu delikanlı, Baron Hulot’nun bu canlı şaheserini görünce şaşkına döndü. Önceden haberi olan Hortense, o zaman sanatkârı ızdırapla sararmış yüzünün ifadesini başkalaştıran kırmızılıkla tanıdı. İki kurşuni gözde, sualiyle ateş çakan iki kıvılcımın parıldadığını gördü. Çile çeken bir rahibin yüzü gibi zayıf ve çekik olan bu yüze baktı; pembe ve hatları düzgün ağzına, zarif, mini mini çenesine, Slav’ın ipek lifleri gibi yumuşak kumral saçlarına hayran oldu.
“Eğer bin iki yüz franga olsaydı…” dedi. “Onu evime göndermenizi söyleyecektim.”
“Antika bu matmazel.” demekle tacir, bütün meslektaşları gibi, bu antikacı raconuyla her şeyi hallettiğini sanmıştı.
Genç kız mülayim bir eda ile “Affedersiniz mösyö.” diye karşılık verdi. “Heykel bu yıl yapılmıştır, zaten ben de bu fiyata razı olduğunuz takdirde, sanatkârı bize yollamanızı rica etmek için geliyorum çünkü kendisine oldukça mühim bazı siparişler buluruz belki.”
Dükkân sahibi babayanilikle “Bu bin iki yüz frangı ona verirsem…” dedi. “Bana ne kalacak? Ben tacirim.”
Genç kız istihzalı bir ifade ile “Evet, öyle ya!” dedi.
Livonyalı kendinden geçerek “Ah matmazel, siz alınız, ben tacirle anlaşırım!” diye bağırdı.
Hortense’ın harikulade güzelliğine, onda gördüğü sanat aşkına vurularak ilave etti: “Bunu ben yaptım; on gündür, günde üç defa kıymetini anlayacak birinin çıkıp çıkmadığını anlamak için geliyorum. Siz benim ilk hayranımsınız, alınız!”
“Mösyö, tacirle birlikte bir saat sonra geliniz. İşte, babamın kartı.” diye Hortense karşılık verdi.
Sonra, tacirin eseri bir beze sarmak için küçük bir odaya girdiğini görünce kendini rüyada sanan sanatkârı hayrete düşürerek alçak sesle şunları söyledi:
“Mösyö Wenceslas, istikbalinizi düşünerek Matmazel Fischer’e bu kartı göstermeyiniz, heykeli satın alanın da adını söylemeyiniz çünkü o bizim kuzinimizdir.”
Bu, “bizim kuzinimiz” sözü sanatkârın başını döndürdü. Yeryüzündeki Havvalarından birini görerek gözünde cennet canlandı. Hortense nasıl kuzininin âşığını hayal etmişse o da Lisbeth’in kendisine sözünü ettiği kuzinini öyle hayal etmişti. Hortense dükkâna girdiği zaman “Ah!” diye düşünmüştü. “Eğer o da böyle ise?..” İki âşığın bakışlarında sanki alev parladı çünkü faziletli âşıklarda en küçük bir riyakârlık bile yoktur.
“Eee, içeride ne yapıyorsun?” diye baba kızına sordu.
“Biriktirdiğim bin iki yüz frangımı harcadım, gel.”
“Bin iki yüz frank mı?” diye tekrarlayan babasının koluna girdi. “Hatta bin üç yüz. Ama üstünü sen tamamlayacaksın!”
“Peki, bu dükkânda neye bu kadar parayı harcayabildin?”
“Ah, bak!” diye mesut genç kız karşılık verdi. “Ya, bir koca buldumsa pahalı der misin?”
“Kızım, bu dükkânda bir koca buldun ha?”
“Dinle babacığım, beni büyük bir sanatkârla evlenmekten meneder miydin?”
“Hayır, yavrum. Büyük bir sanatkâr bugün unvansız bir prens demektir. Şöhret ve servet…” İkiyüzlü bir eda ile “Faziletten sonra en büyük iki içtimai muvaffakiyettir.” diye ilave etti.
“Tabii…” dedi Hortense. “Heykeltıraşlık hakkında ne düşünüyorsun?”
Hulot başını salladı:
“Pek kötü bir iş.” dedi. “Büyük bir istidattan başka, büyük himayeler de lazım çünkü onun en büyük müstehliki devlettir. Bugün artık büyük şahsiyetler, büyük servetler, saraylar, ‘majorat’lar[10 - Majorat: Asalet unvanına eklenen ve onunla birlikte vârise (genellikle en büyük oğul) aktarılan devredilemez mülk.] bulunmadığı için mahreci olmayan bir sanattır. Evlerimizde ancak küçük tablolara, küçük figürlere yer verebiliyoruz. Sanatlar küçüğün tehditlerine uğradı.”
“Ya mahreçler bulabilecek büyük sanatkâr…” diye Hortense devam etti.
“Mesele halledilmiş olur.”
“Himaye de görecek.”
“Daha âlâ ya!”
“Asil de!”
“Yok canım!”
“Kontmuş!”
“Heykeltıraşlık da ediyor!”
“Ama parası yok!”
Baron, kızının gözlerine keskin bir müstantik bakışıyla bakarak alaycı bir ifade ile “Yoksa bu adam, Matmazel Hortense Hulot’nun servetine mi güveniyor?” dedi.
Hortense sakin bir tavırla babasına “Kont olan, heykel yapan bu büyük sanatkâr…” diye karşılık verdi. “Biraz önce hayatında ilk defa, beş dakikacık kızınızı gördü, Baron hazretleri. Sevgili babacığım, biliyor musun, dün sen Mecliste iken annem bayıldı. Bu bayılmanın sebebi, evlenme işimin bozulmasından doğan kederdi çünkü bana dedi ki benden kurtulmak için…”
“Annen seni o kadar sever ki…”
Hortense gülerek “Kaba bir tabir kullanmaz.” diye devam etti. “Hayır, bu kelimeyi kullanmadı ama ben biliyorum ki evlenme çağına gelip de evlenemeyen bir kız, namuslu bir ana baba için taşınamayacak kadar ağır bir yüktür. Onun için annem düşünüyor ki otuz bin franklık bir çeyizle yetinecek, enerjik, istidatlı bir adam çıkarsa hepimiz bahtiyar olacağız! Nihayet, gelecekteki talihimin mütevazılığına beni hazırlamanın, çok güzel hülyalara kapılmaktan beni menetmenin uygun olacağına hükmediyordu. Bu benim izdivacımın suya düştüğüne ve çeyizsiz kaldığıma delalet ediyordu.”
Her ne kadar bu sırrı duymakla mesut idiyse de derin surette zillete uğrayan baba “Annen çok iyi, çok asil, harikulade bir kadındır.” diye karşılık verdi.
“Dün bana, evlenmem için elmaslarını satmasına müsaade ettiğinizi söyledi ama hem elmaslarını saklasın hem de ben bir koca bulayım istiyordum. Annemin programına uygun adamı, talibi bulduğumu sanıyorum.”
“Orada!.. Caroussel Meydanı’nda mı? Bir günde?..”
Genç kız şeytanca bir ifade ile “Oh, baba! Kötülük uzaktan gelir.” diye karşılık verdi.
Baron kuşkularını gizleyerek okşayıcı bir eda ile “O hâlde kızım, hepsini babana anlat bakalım!” dedi.
Sır saklayacağı sözünü aldıktan sonra, Hortense, Kuzin Bette’le olan konuşmalarının özünü anlattı. Sonra eve dönünce tahminlerindeki görüş derinliğini ispat için babasına meşhur mührü gösterdi. Bir gecede, ideal aşkın bu masum genç kıza ilham ettiği planın basitliğini gören baba, insiyaklarıyla hareket eden genç kızların maharetine, kendi içinden hayran oldu.
“Biraz önce satın aldığım şaheseri göreceksin, şimdi getirecekler ve sevimli Wenceslas da tacirle birlikte gelecek. Böyle bir eserin müellifi servet sahibi olmalıdır ama itibarın sayesinden ona bir iş temin et, sonra da enstitüde bir yer.”
“Bak sen!” diye bağırdı baba. “İş sizin elinize kalsa kanuni mühlet zarfında, on bir gün içinde evlenivereceksiniz.”
“On bir gün mü beklenir?” diye gülerek karşılık verdi Hortense. “Beş dakikada onu, sen annemi görür görmez sevdiğin gibi, sevdim! İki yıldır tanışıyormuşuz gibi o da beni seviyor.”
Babasının yaptığı bir harekete karşılık: “Evet!..” dedi. “Gözlerinde on ciltlik aşk okudum. Bir dâhi olduğu size ispat edilince sizle annem onu benim kocam olarak kabul etmez misiniz?” Ellerini çırparak, sıçrayarak “Heykeltıraşlık, sanatların en büyüğüdür!” diye bağırdı. “Dinle! Sana her şeyi söyleyeceğim…”
Baba gülümseyerek “Daha söylenecek şey var mı?” diye sordu.
Bu tam ve geveze masumiyet Baron’u tamamen teskin etmişti.
“Büyük ehemmiyeti olan bir itiraf.” diye karşılık verdi. “Onu tanımadan sevmiştim ama onu gördüğüm bir saat önceden beridir de deli gibi âşığım!”
Bu safdil ihtiras manzarasıyla keyiflenen Baron, “Biraz fazla delilik.” diye karşılık verdi.
“Sana güvendiğim için beni cezalandırmaya kalkışma.” diye genç kız cevap verdi. “İnsanın, babasının kalbine, yüreğine ‘Seviyorum, sevmekle bahtiyarım!’ diye haykırması ne kadar iyi! Wenceslas’ımı şimdi göreceksin! Melankoli saçan bir alın! İçlerinde deha güneşi parlayan kurşuni gözler! Ne kadar da kibar! Ne dersin, Livonya güzel bir memleket mi? Kuzin Bette’im onunla evlenecekmiş, oysaki anası yerinde… Bu bir cinayet olacaktır! Ona yapmış olduklarını öylesine kıskanıyorum ki! Evlenmeme iyi gözle bakmayacağını tasavvur ediyorum.”
“Dinle meleğim.” dedi Baron. “Hiçbir şeyi annenden gizlemeyelim.”
“Ona bu mührü göstermek icap edecek, annemin şakalarından korkan kuzine sırrını kimseye açmayacağıma söz verdim.”
“Mühür için nazik davranıyorsun, öbür taraftan Kuzin Bette’in elinden âşığını çekip alıyorsun.”
“Mühür için söz verdim, müellif için hiçbir söz vermedim.”
Bir babalık sadeliği içinde geçen bu sergüzeşt, bu ailenin gizli vaziyetine garip bir surette uygun düşüyordu; ayrıca Baron kendisine emniyet ettiği için kızını överek bundan böyle ebeveyninin ihtiyatına güvenebileceğini söyledi.
“Sevgili kızım, anlarsın ki kuzininin âşığı kont mudur, değil midir, hareketleri itimat uyandırıyor mu gibi şeyleri öğrenmek senin işin değildir. Kuzinine gelince daha yirmi yaşında yokken beş evlenme teklifini reddetti, bu bir engel değildir, işi ben üzerime alıyorum.”
“Dinleyiniz babacığım, evlendiğimi görmek istiyorsanız, bizim âşığımızdan ancak evlenme mukavelesinin imzası sırasında kuzinime bahsediniz. Altı aydır, bu mevzuda onu sigaya çektim! Onda izah edilemeyen bir şeyler var.”
Meraklanan baba “Nelermiş onlar?” dedi.
“Nihayet, gülerek de olsa dönüp dolaşıp lafı âşığına getirdiğim zaman bakışları iyi değil. Siz tahkikatınızı yapın ama bırakın kendi işimi ben kendim göreyim. Emniyetim sizi temin edebilir.”
Baron hafif alaylı bir eda ile “İsa ‘Bırakınız çocuklar, bana gelsinler!’ demiş, sen de gelenlerden birisin.”
Öğle yemeğinden sonra tacirin, sanatkârın, eserin geldiğini haber verdiler. Kızının yüzünde birden beliren kırmızılık Barones’i önce meraka düşürdü, sonra da dikkat kesildi. Hortense’ın şaşkınlığı, bakışındaki ateş, bu kalpte pek zapt edilemeyen sırrı birden açığa vurdu.
Siyahlar giymiş olan Kont Steinbock, Baron’a çok kibar bir delikanlı gibi göründü.
Eseri elinde tutarak ona “Tunç bir heykel yapar mıydınız?” diye sordu.
Gerçek bir hayranlıkla seyrettikten sonra, tuncu, heykeltıraşlıktan anlamayan karısına verdi.
Hortense annesinin kulağına “Çok güzel değil mi anne?” dedi.
Sanatkâr, Baron’un sorusuna “Bir heykel mi Baron hazretleri?” diye karşılık verdi. “Mösyönün buraya getirtmek lütfunda bulundukları şu duvar saatini tertiplemekten daha zor değildir.”
Tacir, aşk meleklerinin durdurmaya çalıştıkları on iki saatin bal mumundan modelini yemek salonundaki büfenin üzerine koymakla meşguldü.
Bu eserin güzelliği karşısında şaşırıp kalan Baron, “Bu duvar saatini bana bırakınız.” dedi. “Dâhiliye Nazırı’yla Ticaret Nazırı’na göstermek istiyorum.”
Barones kızına “Seni bu kadar ilgilendiren bu delikanlı neyin nesidir?” diye sordu.
Genç kızla sanatkâr arasındaki göz anlaşmasını görerek becerikli, esrarlı bir tavır takınan antika taciri “Bu modeli istismar edecek kadar zengin bir sanatkâr…” dedi. “Bundan yüz bin frank kazanabilir. Yirmi nüshasını sekiz biner franktan satmak elverir çünkü her nüshanın aşağı yukarı bin ekü masrafı var. Lakin her nüshayı numaralayınca, modeli de ortadan kaldırınca bu esere yalnız kendileri sahip olmaktan memnun yirmi meraklı bulunur.”
Steinbock zaman zaman tacire, Hortense’a, Baron’a, Barones’e bakarak “Yüz bin frank!” diye haykırdı.
“Evet, yüz bin frank!” diye tacir tekrarladı. “Eğer zengin olsaydım bu eseri ben sizden satın alırdım çünkü modelini yok ettiğimde bu değerli bir mülk hâline gelir. Ama prenslerden biri, bu şahesere otuz veya kırk bin frank verir, salonunu süslerdi. Sanatlarda bugüne kadar hem burjuvaları hem de erbabını memnun edecek asma saat yapılmamıştır. Mösyö, şu gördüğünüz saat bu müşkülün hallidir.”
Hortense altı tane altın sikkeyi tacire vererek “Bu, sizin hakkınız, mösyö!” dedi. Tacir de çekilip gitti.
Sanatkâr kapının eşiğinde tacire “Bu ziyaretten hiç kimseye katiyen bahsetmeyiniz.” dedi. “Şayet eseri nereye götürdüğümüzü soran olursa Varennes Sokağı’nda oturan meşhur koleksiyoncu Dük d’Herouville’in adını verirsiniz.”
Tacir, tasdik makamında başını salladı.
Tekrar gelen sanatkâra Baron, “İsminiz nedir?” diye sordu.
“Kont Steinbock.”
“Hüviyetinizi ispat edecek vesikalarınız var mı?”
“Evet, Baron cenapları, Rusça ve Almanca olarak yazılmıştır ama resmen onaylanmış değil…”
“Dokuz ayak boyunda bir heykel yapmak kuvvetini kendinizde buluyor musunuz?”
“Evet, mösyö.”
“O hâlde, görüşeceğim kimseler eserlerinizden memnun olurlarsa Mareşal Montcornet’nin Pere-Lachaise’deki mezarı üzerine dikilmek istenen heykelin siparişini size temine çalışacağım. Harbiye Nezareti ile İmparatorluk Muhafız Kıtalarının eski subayları, sanatkârı seçmek hakkını bize verecek kadar mühimce bir para veriyorlar.”
Bu saadet bolluğu karşısında şaşırıp kalmış olan Steinbock “Oh, mösyö! Benim için bir servet olacak!” dedi.
Baron iltifat eder bir eda ile “Müsterih olunuz.” dedi. “Heykelinizle bu modeli göstereceğim her iki nazır da bu eserlerden çok hoşlanacak olurlarsa servetiniz yoluna girmiş demektir.”
Hortense babasının kolunu acıtacak kadar sıkıyordu.
“Vesikalarınızı bana getiriniz; umutlarınızdan hiç kimseye, hatta bizim ihtiyar Kuzin Bette’e bile bir şey söylemeyiniz.”
Arada geçenleri keşfetmeksizin yalnız işin sonunu anlayan Madam Hulot “Lisbeth mi?” diye haykırdı.
“Bilgimin delilini, madamın büstünü yaparak size gösterebilirim.” diye Wenceslas ilave etti.
Madam Hulot’nun güzelliğine vurulan sanatkâr, bir müddetten beri ana ile kızı birbiriyle mukayese ediyordu.
Kont Steinbock’un zarif, kibar görünüşünden çok hoşlanan Baron “Haydi bakalım, mösyö! İnşallah, hayat sizin için güzel olur. Yakında öğreneceksiniz ki hiç kimse Paris’te kabiliyetinin karşılığını görmeden uzun zaman ızdırap çekmemiştir, her sebatlı çalışma da bu şehirde mükâfatını görmüştür.”
Hortense kızararak içinde altmış altın bulunan Cezayir işlemesi güzel bir keseyi delikanlıya uzattı. Daima biraz centilmen olan sanatkâr, Hortense’ın kızarmasına izahı oldukça kolay bir utangaçlık rengiyle karşılık verdi.
“Acaba, bu, çalışmalarınızdan aldığınız ilk para mıdır?” diye barones sordu.
“Evet, madam. Sanat çalışmalarımın ama zahmetlerimin değil. Çünkü bir amele gibi çalıştım.”
“İnşallah kızımın parası size uğur getirir!” diye Madam Hulot karşılık verdi.
Wenceslas’ın hâlâ keseyi elinde tuttuğunu ve cebine yerleştirmediğini gören Baron, “Bu parayı kuruntusuz alınız.” dedi. “Bu para belki de bu güzel eseri ele geçirmek için herhangi bir büyük beyzade, bir prens tarafından faizle bize geri verilecektir.”
“Hayır, baba! Kim olursa olsun, veliaht bile olsa yine vermem!”
“Matmazele bundan daha güzel bir başka heykel yapabilirim.”
“Ama yapacağınız bu olmaz.” diye genç kız karşılık verdi.
Lüzumundan fazla konuştuğu için utancından bahçeye gitti.
“Eve dönünce kalıbı ve modeli parçalayacağım!” dedi Steinbock.
“Haydi bakalım, bana vesikalarınızı getiriniz. Sizin için düşündüklerimin hepsine karşılık verirseniz pek yakında benden haber alacaksınız, mösyö.”
Bu cümleyi işitince sanatkâr gitmeye mecbur oldu. Madam Hulot’yu ve Wenceslas tarafından selamlanmaya can atarak bahçeden dönen Hortense’ı selamladıktan sonra, çatı arasına dönemeyerek, dönmeye cesaret etmeyerek Tuileries’de dolaştı. Eve dönse kızıl müstebiti onu sorgulara boğacak, sırrını öğrenmeye çalışacaktı.
Hortense’ın âşığı yüzlerce eser, heykel tasavvur ediyordu; kendisi gibi zayıf olup az kalsın bu yüzden ölecek olan Canova gibi bizzat mermer yontacak kudreti kendinde duyuyordu. Hortense onu değiştirmişti, onun için göze görünür bir ilham olmuştu.
Barones kızına “Peki! Bütün bunların manası ne?” dedi.
“Dinle anneciğim! Kuzin Bette’imizin âşığını gördün lakin umarım ki şimdi de benim âşığım… Ama sen gözlerini kapa, bir şey bilmiyormuş gibi yap. Tanrı’m! Hepsini senden saklamak isteyen ben, şimdi her şeyi söyleyivereceğim.”
Kızını ve karısını öpen Baron, “Haydi, Allah’a ısmarladık çocuklarım.” diye bağırdı. “Belki Keçi’yi görmeye giderim, delikanlı hakkında ondan epey şeyler öğrenirim.”
“Babacığım, ihtiyatlı ol!” diye Hortense tekrarladı.
Hortense, son şarkısı bu sabahki sergüzeşt olan manzum hikâyesini anlatıp bitirdiği zaman, Barones “Oh, sevgili kızım!” diye bağırdı. “Sevgili kızım, dünyada en büyük aşüfte yine saflık olacaktır.”
Hakiki ihtirasların kendi sevkitabiileri vardır. Oburun birinin bir tabaktan meyve almasına müsaade ediniz; aldanmayacak, görmese bile en iyisini yakalayacaktır. Onun gibi, iyi yetiştirilmiş genç kızlara kocalarını seçmek için mutlak bir müsaade veriniz, eğer seçebilecek vaziyette iseler pek az aldanacaklardır. Tabiat yanılmaz, aldanmaz. Bu cinsten sanat eserine ilk görüşte sevmek adı verilir. Aşkta ilk görüş tamamen ikinci görünüştür.
Kendi annelik vakarı altında gizlemekle beraber, Barones’in memnuniyeti kızınınkinden aşağı değildi çünkü Crevel’in bahsetmiş olduğu Hortense’ı üç evlendirme tarzından, gönlüne göre en iyisi muvaffak olacak gibi görünüyordu. Bu sergüzeştte, yürekten ettiği dualarına mukadderatın bir karşılığını gördü.
Matmazel Fischer’in ne olursa olsun eve dönmeye mecbur kürek mahkûmu, ilk muvaffakiyetiyle mesut sanatkâr sevinci altında âşık sevincini saklamayı düşündü.
Bin iki yüz frangı ihtiyar kızın masası üzerine atarak “Zafer! Heykelim, bana başka işler de verecek olan Dük d’Herouville’e satıldı.” dedi.
Tasavvur edilebilir ki Hortense’ın kesesini saklıyor, kalbi üstünde tutuyordu.
“O hâlde, bahtiyarız.” diye Lisbeth karşılık verdi. “Çünkü çalışmaktan harap hâle gelmiştim. Görüyorsunuz ya çocuğum, tuttuğunuz işten para pek ağır geliyor çünkü beş yıldır didindiğiniz hâlde, işte ilk defa elinize para geçiyor. Biriktirdiğim paralara karşılık senedi verdiğiniz günden beri size harcadığım parayı ödemeye ancak yetecek.” Parayı saydıktan sonra “İçiniz rahat olsun.” dedi. “Bu paranın hepsi size harcanacaktır, bir yıl para sıkıntısı çekmeyiz. İşler hep böyle giderse bir yılda hem borcunuzu öder hem de kendinize bir miktar para ayırırsınız.”
Hilesinin muvaffak olduğunu görünce Wenceslas, ihtiyar kıza Dük d’Herouville hakkında hikâyeler uydurmaya başladı.
“Sizi modaya uygun olarak siyahlarla giyindirmek, iç çamaşırınızı yenilemek istiyorum çünkü hamilerimizin karşısına derli toplu bir kıyafetle çıkmalısınız.” diye Bette karşılık verdi. “Sonra, şimdi size bizim bu korkunç tavan arasından daha büyük, daha ferah, iyi döşenmiş bir apartman lazım olacak. Ne kadar da neşelisiniz! Sanki o eski adam değilsiniz.” diye Wenceslas’ı tetkik ederek ilave etti.
“Heykelimin bir şaheser olduğunu söylediler.”
Tamamen gerçekçi olan, sanatlarda muzafferiyet sevincinden veya güzellikten hiç anlamayan bu kavruk kız “Daha iyi ya işte, onlardan birçok yapınız!” dedi. “Satılanla artık uğraşmayın, satılacak yeni şeyler yapınız. Bu Samson şeytanına, çalışma ve zamandan başka, iki yüz frank para harcadınız. Saatinizin yapılması da size iki bin franktan fazlaya mal olacaktır. Eğer beni dinlerseniz peygamber çiçekli küçük kızı taçlandıran o iki oğlanı bitirmeye çalışınız; bu, Parislileri teshir edecektir! Ben, Mösyö Crevel’in evine gitmeden önce Terzi Mösyö Graff’a uğrayacağım. Odanıza çıkınız, müsaade ediniz ben de giyineyim.”
Madam Marneffe için çıldıran Baron, ertesi gün Kuzin Bette’i görmeye gitti. İhtiyar kız, karşısında Baron’u görünce epey şaşırdı çünkü Baron’un onu ziyarete geldiği görülmüş şey değildi. Kuzin Bette kendi kendine şöyle söylendi: “Acaba Hortense’ın âşığımda gözü mü var?” Çünkü bir gün önce Crevel’in evinde, kral sarayı müşaviri ile evlenmenin bozulduğunu öğrenmişti.
“Kuzinim, siz burada ha? Hayatınızda ilk defa beni görmeye geliyorsunuz; herhâlde ziyaretiniz, kara gözlerim için olmayacak?”
“Güzel, doğru.” diye Baron karşılık verdi. “Senin gözlerin kadar güzelini sahiden görmedim.”
“Niçin geliyorsunuz? Sizi böyle bir mezbelede kabul ettiğim için yüzüm kızarıyor.”
Kuzin Bette’in apartmanındaki iki odadan birincisi hem salon hem yemek odası hem mutfak hem de atölye olarak kullanılıyordu. Mobilyalar vakti hâli yerinde amele evlerindeki mobilyalardandı; hasır, koyu cevizden birkaç sandalye, cevizden küçük bir yemek masası, bir çalışma masası, tahtaları kararmış çerçeveler içinde nakışlı gravürler, pencerelerde muslinden küçük perdeler, büyük bir ceviz dolap, iyi silinmiş, pırıl pırıl bir döşeme… Bütün bu eşyada bir toz bile yoktur ama evvelce mavimsi imiş de şimdi keten rengine dönmüş bir kâğıdın verdiği kurşuni rengine varıncaya kadar hakiki bir Terborg tablosuna yakışan soğuk renklerle dolu odaya gelince buraya katiyen kimse ayak basmamıştır.
Baron bütün bunları bir bakışta kavradı, dökme demir sobadan kap kacağa kadar her şeydeki fukaralık damgasını gördü. Kendi kendine “Bu mu fazilet?” derken de midesi bulandı.
“Niçin mi geldim?” diye yüksek sesle karşılık verdi. “Sen bunu keşfedecek kadar kurnaz bir kızsındır.” Otururken katlı muslin perdeyi aralayarak avluya bakarken “En iyisi bunu sana söylemeli.” diye bağırdı. “Bu evde çok güzel bir kadın var.”
Her şeyi anlayarak “Madam Marneffe! Şimdi ayağım suya erdi!” dedi ihtiyar kız. “Ya Josépha?”
“Heyhat, kuzinim, artık Josépha yok… Bir uşak gibi kapı dışarı edildim.”
Namuslu geçinen ve vaktinden evvel hiddetlenen bir kadın vakarıyla Baron’a bakarak kuzin sordu:
“Peki, istediğiniz?”
“Madam Marneffe nazik bir kadın, bir memur karısı olduğundan, sen de kendini lekelemeden onu görebileceğin için…” diye Baron devam etti. “Onunla bir komşu gibi görüşmeni isteyecektim. Oh! Sakin ol, Müdür Beyefendi’nin kuzini hakkında büyük bir saygı besleyecektir o.”
Bu anda merdivende, iyi cinsten uzun konçlu ayakkabı giymiş bir kadının ayak sesleriyle birlikte bir elbise hışırtısı işitildi. Gürültü merdiven sahanlığında kesildi. Kapıya iki defa vurulduktan sonra, Madam Marneffe göründü.
“Matmazel, habersizce evinize geldiğim için affınızı dilerim. Dün sizi ziyarete geldiğim zaman evde bulamamıştım, komşuyuz. Eğer Devlet Müşaviri hazretlerinin kuzini olduğunuzu bilmiş olsaydım, çoktan onun nezdinde aracılığınızı rica ederdim. Müdür Beyefendi’nin buraya girdiğini gördüm de gelmek serbestliğini gösterdim çünkü Mösyö Baron, kocam bana yarın nazıra arz edilecek memurin kadrosundan bahsetti.”
Heyecanlanmış, çarpıntılı bir hâli vardı ama merdiveni çıkmıştı da ondandı.
“Güzel hanım, sizin yorulmanıza lüzum yoktu.” diye Baron karşılık verdi. “Sizi görmek lütfunu istemek bana düşerdi.”
“Çok güzel, matmazel bunu uygun bulursa buyurunuz?” dedi Madam Marneffe.
İhtiyatlı bir eda ile Kuzin Bette, “Haydi kuzinim, siz gidin; ben de geliyorum.” dedi.
Parisli kadın Müdür Bey’in ziyaretine, zekâsına o kadar güveniyordu ki böyle bir buluş için yalnız kendi tuvaletine değil, dairesinin tertibine de ehemmiyet vermişti. Sabahtan beri borca alınmış çiçeklerle evi süslemişti. Marneffe her şeyi sabunlayarak, fırçalayarak, tozunu alarak mobilyaları temizlemek, en küçük eşyayı bile parlatmak için karısına yardım etmişti. Valérie, Müdür Bey’i memnun etmek için taptaze bir hava içinde bulunmak istiyordu. Bu memnun ediş, merhametsiz davranmak hakkını kazanmak için yeni terbiye kaynaklarından faydalanarak bir çocuğa yapıldığı gibi kendini ağır satmak için lazımdı. Hulot hakkında tam bir kanaat edinmişti. Müşkül vaziyette Parisli kadına yirmi dört saat mühlet veriniz, bütün bir nezareti altüst eder.
İmparatorluk devrinin usullerine alışık bu imparatorluk adamı zamane aşkının adap ve erkânını katiyen bilemezdi. Yeni kuruntular, 1830’dan beri icat edilmiş türlü konuşmalar… Bu devirde zavallı, zayıf kadın kendini, âşığının arzularına kurban gibi, yaraları saran bir hemşire gibi, kendini feda eden melek gibi görmeye başladı. Bu, yeni “sevmek sanatı” şeytan işinde melek sözleri harcar, ihtiras bir kurbandır. İdeale, sonsuzluğa büyük hasret duyuluyor her iki taraf da aşkla insanların en iyisi olmak istiyor. Bütün o güzel cümleler, fiiliyatta daha fazla ateşlilik, sükûtlara daha büyük bir ihtiras karıştırmak için bahanedir. Zamanımızın ayırıcı vasfı olan bu mürailik, hovardalığı hasta etmiştir. İki taraf da birer melektir ama ellerinden gelse bir iblis gibi hareket edecekler. Aşkın iki sefer arasında kendi kendini tahlil etmeye vakti yoktu; 1809’da aşk, imparatorluk kadar süratle zaferden zafere koşuyordu. Restorasyon Devri’nde güzel Hu-lot tekrar hovardalığa başlayınca önce siyaset âleminde sönen yıldızlar gibi, o zamanlar düşkün birkaç eski dostla gönlünü eğlendirmiş, ihtiyarlayınca da Jenny Cadinelere, Joséphalara gönül vermişti.
Kocasının kalemden öğrendiklerini uzun uzadıya dinleyip Müdür Bey’in eski aşkları hakkında epey şeyler bilince Madam Marneffe tuzağını iyiden iyiye kurmuştu. Zamane komedisi Baron’un gözüne bir yenilik gibi hoş görüneceğine göre, Valérie vaziyet almış hatta bu sabah kendi kudreti hakkında yaptığı deneme, umutlarını kuvvetlendirmişti. Romanesk ve romantik olan bu his manevraları sayesinde Valérie hiçbir vaatte bulunmaksızın kocasına şef muavinliğiyle, Legion d’honneur nişanını temin etti.
Bu küçük harp tabii Rocher-de-Cancale’deki ziyafetlere, tiyatrolara gitmeden, başörtüsü, eşarp, elbise, mücevher gibi birçok hediyelere konmadan olmadı. Doyenné Sokağı’ndaki apartman göze hoş görünmüyordu; Baron, Vanneau Sokağı’nda şirin, yeni bir evi mükellef bir şekilde döşemeye kalkıştı.
Mösyö Marneffe memleketindeki işlerini yoluna koymak için bir ay sonra kullanılmak üzere on beş gün izinle, bir de ikramiye kopardı. Kendi kendine, cinsilatifi incelemek için İsviçre’ye küçük bir seyahat yapmayı kurdu.
Baron Hulot himaye ettiği kadınla uğraşmakla beraber, himaye ettiği adamı da unutmadı. Ticaret Nazırı Kont Popinot sanatı severdi. Samson eserinin bir nüshasına, ortada kendi Samson’u ile Matmazel Hulot’nunkinden başkası kalmaması için kalıbı kırılmak şartıyla iki bin frank verdi. Saat modelini gören bir prens modele hayran oldu, kendisine bir tane ısmarladı lakin modelin bir tek olması şarttı, otuz bin frank da verdi. Aralarında Stidmann da bulunan, fikirleri sorulan sanatkârlar bu iki eserin müellifinin heykel yapabileceğini söylediler. Harbiye Nazırı ve Mareşal Montcornet abidesi için açılan, İane Defteri Komitesi Başkanı Mareşal Prens Wissembourg’un çıkarttığı bir kararla, heykelin yapılması Steinbock’a havale edildi. O zaman portföysüz nazır muavini olan Kont de Rastignac, şöhreti rakiplerinin alkışları arasında yükselen sanatkârdan bir eser istedi. Steinbock’tan küçük bir kızı taçlandıran iki küçük oğlan eserini aldı, sanatkâra Gros-Caillou’daki devlet mermer deposunda bir atölye vereceğine söz verdi.
Bu, Paris’te eşine rastlandığı gibi bir muvaffakiyet, yani çılgınca bir muvaffakiyet, onu taşımaya gücü yetmeyen omuzları, belleri olmayan kimseleri ezecek bir muvaffakiyetti. Gazetelerde, mecmualarda Kont Wenceslas Steinbock’tan bahsediliyordu. Oysaki ne onun ne de Matmatzel Fischer’in bunlardan haberi vardı. Her gün, Matmazel Fischer akşam yemeği için evden çıkar çıkmaz Wenceslas, Baron’un evine giderdi. Yalnız Bette, kuzini Hulot’ya geldiği gün hariç, orada bir iki saat kalırdı. Bu hâl, böylece birkaç gün devam etti.
Kont Steinbock’ın kıymetlerinden, hüviyetinden emin olan Baron; sanatkârın karakterinden, tabiatından çok hoşlanan Barones; anasının, babasının aşkını tasvip etmelerinden, sevgisinin büyük şöhretinden gurur duyan Hortense, evlenme işini konuşmakta artık tereddüt etmemişlerdi. Nihayet sanatkâr sonsuz bir saadet içinde idi. Oysaki Madam Marneffe’in bir boşboğazlığı her şeyi berbat etti. Bakın, nasıl…
Baron Hulot’nun Madam Marneffe ile -o evde bir gözü olsun diye-dost kılmak istediği Lisbeth, kendi hesabına Hulot ailesinde bir kulağı bulunsun isteyerek ihtiyar kızı pohpohlayan Valérie’nin evinde akşam yemeğini yemişti. Valérie yerleşeceği yeni apartmanın uğurlu kademli olsun ziyafetine Matmazel Fischer’i davet etmeyi düşündü. Akşam yemeklerine gidecek bir ev daha bulmaktan bahtiyar ve Madam Marneffe tarafından elde edilen ihtiyar kız, kalbinde ona karşı bir muhabbet duymuştu. Münasebette bulunduğu insanlardan hiçbiri kendisine bu kadar yaltaklanmamıştı. Gerçekten de Kuzin Bette, Barones’in, Mösyö Rivet’nin, Crevel’in ve evlerinde yemek yediği herkes karşısında ne ise, Madam Marneffe de istediğini anlayıp yerine getirmek için gözüne baktığı Matmazel Fischer’in karşısında o idi. Marneffeler evlerindeki sıkıntıyı, darlığı -ki bunu daima güzel renklerle boyamaya çalışırlardı- göstererek bilhassa Kuzin Bette’in merhametini tahrik etmişlerdi: Minnettar ve nankör dostlar, hastalıklar, sefaletini kendisinden sakladıkları ve çok büyük fedakârlıklar sayesinde kendini daima debdebe içinde sanarak ölen bir anne, Madam Fortin, vesaire vesaire…
“Zavallı insanlar!” diyordu kuzin, Hulot’ya. “Onlarla alakadar olmakta çok haklısın, buna o kadar lakayttırlar ki çünkü ne kadar cesaretli, ne kadar iyi insanlar! Şef muavini mevkilerinin temin ettiği bin ekü ile zar zor geçinebiliyorlar çünkü Mareşal Montcornet’nin ölümünden beri borçlanmışlar. Karısı, çoluğu çocuğu olan bir memurun Paris’te iki bin dört yüz frank maaşla geçinmesini istemek devlet hesabına barbarlıktır.”
Kendisiyle dostmuş gibi hareket eden, her şeyi danışan, koltuklayan, her şeyi söyleyen, kendisini ihtiyar kızın idaresine bırakmak ister görünen bu genç kadını, az zaman zarfında eksantrik Kuzin Bette bütün akrabalarından daha fazla sevmeye başladı.
Madam Marneffe’in ağırlığına, terbiyesine ne Jenny Cadine’de ne Josépha’da ne onların arkadaşlarında gördüğü tavırlarına hayran olan Baron; bir ay içinde ona bir ihtiyar ihtirasıyla, makul gibi görünen çılgın bir ihtirasla gönül vermişti. Gerçekten bu kadında, aktriste, şarkıcı kadında bütün bahtsızlıklarına sebep olan ne alay ne işret ne çılgınca israf ne fesat ne içtimai şeyleri hor görme ne de mutlak istiklal vardı. Kumun susuzluğuna benzeyen kibar fahişe tamahkârlığından da kurtulmuştu.
Dostu, sırdaşı olduğu hâlde, Madam Marneffe kendisinden küçük bir şey kabul etmek için bile inanılmayacak derecede naz ediyordu. “Mevkiler, ikramiyeler, bizim için hükûmetten kopardığınız her şey iyi ama sevdiğinizi söylediğiniz kadının namusunu lekelemeye kalkışmayınız…” diyordu Valérie. “Yoksa size inanmayacağım.” Göz ucuyla göklere bakan Sainte Thérèsevari bir göz işaretiyle “Size inanmak isterim.” diye ilave ediyordu.
Her hediye için bir tabya zapt ediliyor, bir vicdana taarruz ediliyordu. Zavallı Baron; nihayet bir fazilete rastladığı, hülyalarını gerçekleşmiş gördüğü için kendini alkışlayarak, zaten pek pahalı, ehemmiyetsiz bir şeyi takdim etmek için bile kurnazlıklara başvuruyordu. Pek sade (Baron öyle derdi) olan bu evde Baron evindeki kadar Tanrı’ydı. Mösyö Marneffe, nezaretteki Jüpiter’in, karısına altın yağmuru yağdırmak niyetinde olduğuna inanmaktan binlerce fersah uzakta gibi görünüyor, yüksek şefine kul köle oluyordu.
Yirmi üç yaşında olup halis, kötülükten korkar bir burjuva olan, Doyenné Sokağı’nın gizli çiçeği Madam Marneffe, şimdilerde Baron’a tiksinti veren kibar fahişelik fesatlarından, ahlak bozukluklarından uzaktı. Çünkü Baron, sırıtan faziletin henüz ulu taraflarını tanımamıştı; ürkek Valérie, şu şarkıdaki gibi “bütün yol boyunca” ona bunları tattırıyordu.
Hector’la Valérie arasında işler böyle olunca büyük sanatkâr Steinbock’la Hortense arasındaki evliliğin sırrını Valérie’nin Hector’dan öğrenmiş olmasına hiç kimse şaşmayacaktır. Hakları olmayan bir aşkla, metres olmaya kolay kolay karar vermeyen bir kadın arasında, tıpkı bir idman sırasında flörenin düello kılıcının hareketlerini alışı gibi, çoğu zaman sözün düşünceyi aştığı şifahi, manevi mücadeleler geçer. En ihtiyatlı adam, o zaman Mösyö de Turenne’ı taklit eder.
Bir defasında “Kendini tamamen bize vermeyecek bir adam için günah işlemeyi aklıma getiremem!” diye bağıran Sevgili Valérie’ye karşılık olarak Baron, kızının evlenmesinin kendisine tam bir hareket serbestî vereceğini ima etmişti. Zaten Baron, yirmi beş yıldan beri Madam Hulot ile kendisi arasında her şeyin bitmiş olduğuna bin defa yemin etmişti.
“Onun ne kadar güzel olduğunu söylerler.” diye Madam Marneffe karşılık verdi. “Delilini gözümle görmeliyim.”
“Göreceksiniz…” dedi Baron. Hem Valérie’sinin kendisini tehlikeye atan bu arzusundan dolayı mesuttu.
“Peki ama nasıl? Beni hiçbir zaman ihmal etmemeniz lazım.” diye Valérie karşılık verdi. O zaman Hulot, Vanneau Sokağı için tatbike başladığı projelerini sayıp dökmeye mecbur oldu. Bu suretle, Valérie’ye gece ile gündüzün medeni insanların varlığını paylaşması gibi, kendisinin de meşru bir kadına ait hayatının bir yarısını ona ayırmak düşüncesinde olduğunu ispat edecekti. Kızını evlendirir evlendirmez karısını yalnız bırakarak, kitabına uydurarak terk edeceğinden söz açtı. O zaman, Barones vaktini Hortense ile genç Hulotların yanında geçirecekti. Baron’un, karısının itaatine güveni vardı.
“O günden tezi yok, küçük meleğim, hakiki hayatım, hakiki evim Vanneau Sokağı olacak.”
O zaman Madam Marneffe “Tanrı’m, beni avucunuzun içine alıyorsunuz demek!” dedi. “Ya kocam ne olacak?” “
“O külüstür mü?”
Kadın gülerek “Doğrusu, sizin yanınızda öyle…” diye karşılık verdi.
Madam Marneffe, Kont Steinbock’ın hikâyesini öğrendikten sonra, onu mutlaka görmek sevdasına düştü. Aynı çatı altında yaşadığı müddetçe, belki de ondan birkaç mücevher koparmak istiyordu. Bu tecessüsten Baron o kadar hoşlanmadı ki Valérie, Wenceslas’a katiyen bağlanmayacağına yemin etti. Lakin bu küçük fanteziyi terk edişini, yumuşak porselen hamuruyla yapılmış Sèvres çay takımı ile mükâfatlandırdıktan sonra, arzusunu kalbinde, bir not defterine yazılmış gibi sakladı. Kuzin Bette’e, odasında beraber kahve içmeye gelmesini rica ettiği gün, ihtiyar kızın âşığını tehlikesizce görmenin mümkün olup olmayacağını öğrenmek için ondan söz açtı.
“Şekerim!” dedi. Çünkü birbirlerine karşılıklı olarak şekerim diye hitap ederlerdi. “Niçin hâlâ bana âşığını takdim etmedin? Biliyor musun ki kısa zamanda meşhur oldu?”
“O mu? Meşhur mu oldu?”
“Herkes yalnız ondan bahsediyor!”
“Ah, bak sen!” diye Lisbeth haykırdı.
“Babamın heykelini yapacak, eserinin muvaffak olması için ona çok faydalı olabilirim. Çünkü Madam Montcornet benim ona vereceğimi veremez. Bende Wagram Seferi’nden önce 1809’da yapılmış bir şaheser olup zavallı anneme verilmiş, Sain’in elinden çıkma bir minyatür vardı, genç ve güzel bir Montcornet…”
Sain’le Augustin, imparatorluk devrinde minyatür resmin asasını ellerinde tutuyorlardı.
“Bir heykel mi yapacak dediniz, şekerim?” diye Lisbeth sordu.
“Dokuz ayak boyunda, Harbiye Nazırlığı ısmarlamış. Dünyadan haberiniz yok! Bu havadisleri ben sizden öğrenecekken… Hükûmet Kont Steinbock’a Gros-Caillou Mermer Deposu’nda bir atölye, bir de ikametgâh verecek, Polonyalınız belki de oranın müdürü olacak. İki bin franklık bir mevki, parmakta da bir yüzük!..”
Şaşkınlıktan sıyrılan Lisbeth sonunda, “Ben bilmediğim hâlde, bütün bunları siz nasıl biliyorsunuz?” dedi.
Madam Marneffe iltifatlı, zarif bir eda ile “Beni dinle, Sevgili Kuzin Bette’im.” dedi. “Ne olursa olsun, sadık bir dost olabilir misiniz? İki ahretlik gibi olalım ister misiniz? Birbirimizden gizli sırlarımız olmayacağına, senin de benim sana olduğum gibi casusum olacağına yemin eder misin? Bilhassa ne kocama ne de Mösyö Hulot’ya hiçbir zaman beni ele vermeyeceğinize yemin eder misiniz ve yine yemin eder misiniz ki hiçbir zaman ağzınızdan kaçırmamaya benim size söylediğimi?”
Madam Marneffe bu picadorlara[11 - Boğa güreşinde at üstünde boğayı mızrakla dürten kişi.] layık işte durakladı, Kuzin Bette onu korkuttu. Lorenlinin çehresi korkunçlaşmıştı. Kara, delici gözlerinde, kaplan gözlerinin sabitliği vardı. Yüzü büyücülerin yüzünü andırıyordu, birbirine çarpmasın diye dişlerini sıkıyordu, her tarafı korkunç bir ihtilaçla tir tir titriyordu. Çengel gibi eliyle takkesini ve saçlarını kavramış, ağırlaşan başını tutuyordu; başı biber gibi yanıyordu. Onu kasıp kavuran yangının dumanı, bir volkanın indifasıyla hasıl olmuş çatlaklara benzeyen buruşuklardan geçmiş gibiydi. Bu, görülecek yüce bir manzara idi.
“Eee, niye lafı yarıda bıraktınız?” dedi boğuk bir sesle. “Onun için ne isem, sizin için de o olacağım. Oh! Ona bütün kanımı vermek isterdim…”
“Demek onu seviyorsunuz?”
“Çocuğum gibi!”
Madam Marneffe rahat bir nefes alarak “Peki, mademki onu böyle seviyorsunuz…” dedi. “O hâlde çok mesut olacaksınız, onun mesut olmasını istersiniz elbet?”
Lisbeth, bir delinin süratli baş işaretiyle karşılık verdi.
“Bir aya varmaz küçük kuzininizle evlenecek.”
İhtiyar kız alnına vurup ayağa kalkarak “Hortense’la mı?” diye haykırdı.
“Ya, öyle mi? Demek siz bu delikanlıyı seviyorsunuz?” diye Madam Marneffe sordu.
“Şekerim, sizinle aramızdaki şey ömürlük.” dedi Matmazel Fischer. “Evet, şayet sizin ilişkileriniz olsaydı bunlar da benim için mukaddes olurdu. Nihayet, sizin kötü huylarınız bana göre fazilet olurdu çünkü benim bunlara, kötü huylarınıza ihtiyacım var!”
“Onunla birlikte yaşıyordunuz, demek?” diye Valérie bağırdı.
“Hayır, onun annesi olmak istiyordum…”
“Ah, bu sözlerden hiçbir şey anlamıyorum.” dedi Valérie. “Çünkü ne size bir oyun oynanmış ne de aldatılmışsınız. Onun bu güzel evliliğini görecek olduğunuz için bahtlı olmanız lazımdı. Zaten yolunu tuttu. Siz akşam yemeğine çıkar çıkmaz sanatkârımız, her Tanrı’nın günü Madam Hulot’ya gidiyor.”
“Adeline!” diye Lisbeth kendi kendine söylendi. “Oh, Adeline! Bunu yanına bırakmayacağım, seni kendimden daha kötü hâle düşüreceğim!..”
“Niçin böyle ölü gibi sarardınız?” diye Valérie sordu. “Demek işin içinde bir şeyler var… Ah! Ne budalayım! Ana kızın, işi sizden gizlediklerine bakılırsa sizin bu aşka güçlükler çıkaracağınızdan kuşkulanmış olacaklar.” diye Madam Marneffe bağırdı. “Bu delikanlı ile şayet birlikte yaşamıyorsanız, bütün bunlar, şekerim, benim için kocamın gönlü kadar esrarlı şeyler…”
“Oh! Bilmezsiniz siz.” diye konuştu Lisbeth. “Siz bu dolapların ne olduğunu bilmezsiniz! Bu, son öldürücü darbedir! İçim kan ağlıyor! Kendimi bildim bileli Adeline’e feda edilmişimdir, bunu bilmezsiniz! Beni döverler, onu okşarlardı! Bir hizmetçi gibi partal giyinirdim, o bir hanım gibi giydirilirdi. Ben bahçe kazardım, sebze ayıklardım; onun parmakları şifon düzeltmek için kıpırdardı. Baron’la evlendi, İmparator’un sarayında herkesin gözünü kamaştırdı; ben ise 1809’a kadar dört yıl bir kısmet çıkacak diye köyümde kaldım. Beni köyden aldılar ama beni bir işçi kadın yapmak, kapıcılara benzeyen memurlarla, yüzbaşılarla baş göz etmek için!.. Yirmi altı yıl onların artıklarıyla geçindim. Tevrat’ta söylendiği gibi; fukarayı sevindirecek kendi malı bir kuzusu vardır, sürülere sahip zengin ise fukaranın kuzusuna göz diker, onu elinden almak ister!.. Hem de hiç sormadan, danışmadan… Adeline saadetimi çalıyor! Adeline!.. Adeline!.. Senin çamurlarda, benden daha aşağı olarak yuvarlandığını göreceğim! O kadar sevdiğim Hortense beni aldattı… Ya Baron? Hayır, bu imkânsız. Haydi bakalım, bu söyledikleriniz arasında doğru olabilecekleri bir kere daha tekrarlayınız!”
“Sakin olunuz, şekerim…”
Bu garip kız otururken “Valérie, meleğim, sakin olacağım.” diye karşılık verdi. “Bir tek şey aklımı başıma getirebilir: Bana bir delil gösteriniz.”
“Kuzininiz Hortense; litografyası bir mecmua tarafından neşredilen Samson eserine sahip bulunuyor, bu esere biriktirdiği paraları verdi. Müstakbel damadının menfaati için de Baron onu meydana çıkardı, her şeyi temin etti.”
Lisbeth litografyaya bakıp altında da “Matmazel Hulot d’Ervy’ye ait heykel”i okuyunca “Biraz su, biraz su!..” dedi. “Biraz su! Başım tutuşuyor, çıldırıyorum!..”
Madam Marneffe su getirdi. İhtiyar kız takkesini çıkardı, siyah saçlarını çözdü, yeni dostunun tuttuğu leğene başını uzattı; birkaç defa alnını ıslattı, başının tutuşmasını durdurdu. Su ile başını ıslattıktan sonra tamamen kendine geldi.
Alnını kurularken Madam Marneffe’e “Artık bunları istemiyorum.” dedi. “Bir tek kelime istemiyorum. Görüyorsunuz ya, sakinim, hepsini de unuttum, başka şeyler düşünüyorum!”
Madam Marneffe, Lorenliye bakarak kendi kendine “Yarın tımarhanede soluğu alır muhakkak.” dedi.
“Ne etmeli?” diye sordu Lisbeth. “Görüyorsunuz sevgili meleğim, susmak, başını eğmek, suyun doğruca nehre aktığı gibi mezara gitmek lazım. Ne mi yapacağım? Elimde olsa bütün dünyayı, Adeline’i, kızını, Baron’u yok etmek isterdim. Ama fakir bir ailenin zengin bir aileye karşı elinden ne gelir? Bu, toprak saksının demir saksıya karşı gelmesi hikâyesine benzer.”
“Evet, hakkınız var.” diye Valérie karşılık verdi. “Eline fırsat geçince ambarı doldurmak! İşte, Paris’te hayat budur.”
“Hem…” dedi Lisbeth. “Her zaman kendisine bir ana gibi hizmet edeceğimi sandığım, kendisiyle bütün hayatımca beraber yaşamayı kurduğum bu çocuğu kaybedersem artık çok yaşamam.”
Gözleri yaşla doldu, sustu. Bu barut, bu ateş kızdaki hassasiyet Madam Marneffe’in tüylerini ürpertti.
Valérie’nin elini yakalayarak “Neyse ki…” dedi. “Bu büyük kederde sizinle teselli buluyorum. Birbirimizi çok seveceğiz, birbirimizi niçin terk edelim? Hiçbir zaman sizinle rekabete girişecek değilim. Hiç kimse beni sevmez! Zaten beni isteyenlerin hepsi de kuzinimden himaye görmek için benimle evlenecek değiller miydi? İnsanda cennete tırmanmak kudreti olsun, sonra da bu kudreti ekmek, su, paçavra, bir tavan arası temin etmek için kullansın! Ah, şekerim, bu bir kurban hâli! Kupkuru kaldım.”
Birden sustu. Madam Marneffe’in mavi gözlerine öyle kara bir bakışla baktı ki sanki bu bakış, kalbine bir hançer saplanmış gibi bu güzel kadının ruhunu delip geçti.
Kendi kendini ayıplayarak, “Söylemek neye yarar?” diye bağırdı. Lisbeth. “Hiçbir zaman bu kadar laf etmemiştim, neyse!..” Biraz durduktan sonra, çocuk dilince “Mızıklanan cezasını bulur!” diye ilave etti. “Şu söylediğiniz akıllıca bir laf: Dişlerimizi bileyelim, elimize fırsat geçince her şeyi yapalım.”
Bu buhrandan korkmuş olan, bu kibar kelamı söylediğini hiç hatırlamayan Madam Marneffe:
“Hakkınız var.” dedi. “Size inanıyorum, şekerim. Haydi canım, hayat o kadar uzun değildir. İnsan ondan iyice nasibini almalı, başkalarını kendi arzusuna hizmet ettirmeli. Gençken bu benim kafama dank etti! Şımarık bir çocuk olarak büyütülmüştüm; babam beni taparcasına sevdikten, bir kraliçe kızı gibi büyüttükten sonra tamaha kapılarak evlendi; beni unutuverdi! Beni çok güzel hülyalarla besleyen anneciğim, bir kürek mahkûmu gibi her kötülüğe alışmış, tıpkı sizi bir servet vasıtası telakki edişleri gibi, beni de bir servet vasıtasından başka bir şey telakki etmeyen otuz dokuz yaşında ihtiyar ve soğuk bir hovarda ile, bin iki yüz frank geliri olan küçük bir memurla evlendiğimi görünce kederinden öldü. Neyse, sonunda gördüm ki bu alçak adam kocaların en iyisidir. Köşe başındaki şırfıntı kadınları bana tercih ederek beni kendi hâlime bırakıyor, bütün maaşını kendisine harcıyor ama hiçbir zaman bana nasıl para kazandığımın hesabını da sormuyor.”
Sır söyleme heyecanıyla sürüklendiğini hisseden bir kadın gibi, Lisbeth’in de kendisini nasıl dikkatle dinlediğini görerek sustu; son sırlarını söylemeden önce ondan emin olmak lüzumunu hissetti.
“Görüyorsunuz ya, şekerim, ne kadar güvenim var sana.” diye Madam Marneffe devam etti. Lisbeth de pek kuvvetle temin eden bir işaretle karşılık verdi.
Çoğu zaman gözlerimizle, bir baş işaretiyle cinayet mahkemesindekinden daha fazla bir haşmetle yemin ederiz.
Madam Marneffe, sanki Lisbeth’in de inanmasını istermiş gibi elini onun elinin üstüne koyarak “Namuslu bir insandan neyim eksik?” dedi. “Evli bir kadınım, kendi başıma buyruk bir kadınım. O kadar ki sabahleyin işe giderken Marneffe’in aklına esip de bana Allah’a ısmarladık diyecek olsa kapımın kapalı olduğunu gördü mü usulcacık çıkar gider. Çocuğunu, benim Tuileries’deki iki ırmak başında oynayan mermerden çocuklardan birini sevdiğim kadar bile sevmez. Akşam yemeğine gelmezsem hizmetçi ile pekâlâ yemeğini yer çünkü hizmetçi mösyönün emrindedir. Marneffe akşamları, yemekten sonra çıkar; ta gece yarısı veya saat birde gelir. Maalesef bir yıldır oda hizmetçim yok demek istiyorum ki bir yıldır dulum. Biricik ihtirasım, bir saadetim vardı… O da zengin bir Brezilyalı idi, gideli bir yıl oluyor; bu, benim kendi hatamdır! Fransa’da yerleşmek için mallarını satmaya, işlerini yoluna koymaya gitmişti. Gelince Valérie’sinin yerinde ne bulacak? Bir aptal! Bak! Bu, onun hatası, benim değil; gelmekte ne diye gecikti? Tanrı bilir, belki o da benim namusum gibi boğulup gitmiştir.”
“Allah’a ısmarladık şekerim.” dedi Lisbeth birdenbire. “Birbirimizden hiçbir zaman ayrılmayacağız. Sizi seviyorum, takdir ediyorum, sizinim! Kuzinim, Vanneau Sokağı’ndaki müstakbel evinizde oturayım diye beni zorluyor, bunu istemiyorum! Çünkü bu yeni iyiliğin sebebini iyice anladım.”
“Bana nezaret etmek için olacak, bunu biliyorum.” dedi Madam Marneffe.
“Cömertliğinin sebebi de budur.” dedi Lisbeth. “Paris’te iyiliklerin yarısı dalaveredir, nasıl ki nankörlüklerin yarısı da intikamsa! Fakir bir aileye, önüne bir parça domuz yağı atılmış farelere yapılanı yaparlar. Baron’un teklifini kabul edeceğim çünkü bu evden iğreniyorum. Demek ki bize zarar verecek şey karşısında susacak, söylenmesi lazım şeyi söyleyecek kadar ikimizin de aklı varmış. Neyse, boşboğazlık etmeyelim, bir dostluk ki…”
Hürmet edilecek bir insanı, sırlarını söyleyeceği bir kimseyi, iyi kalpli teyze gibi bir şey bulduğu için mesut olan Madam Marneffe neşe ile “Her şeyin üstünde…” diye haykırdı. “Dinleyiniz! Baron, Vanneau Sokağı’ndaki tesisatta cimrilik etmiyor.”
“Zannederim…” diye karşılık verdi Lisbette. “Otuz bin frank harcadı! Bu parayı nereden buldu, bilmiyorum. Çünkü Josépha, şu şarkıcı kadın, onu kuru hasır üstünde bırakmıştı. Oh! Siz iyiye kondunuz.” diye ilave etti. “Baron, kalbini beyaz ve sizinkiler gibi yumuşak iki küçük elin içinde tutan kadın için çalar da çırpar da.”
Madam Marneffe kadınların kayıtsızlığından başka bir şey olmayan bir cömertlikle “Her neyse, şekerim.” diye karşılık verdi. “Haydi, bu evden yeni eviniz için size ne lazımsa alınız. Şu komodini, şu aynalı dolabı, bu halıyı, şu perdeyi…”
Lisbeth’in gözleri delice bir sevinçle büyüdü, bu türlü bir hediyeye inanamıyordu.
“Siz bir anda bana, zengin ailemin otuz yılda yaptıklarından fazlasını yapıyorsunuz!..” diye bağırdı. “Hiçbir zaman bana mobilyam var mı, yok mu sormadılar! Birkaç hafta evvel, evime ilk gelişinde Baron sefaletimi görünce yüzünü ekşitti… Neyse, teşekkür ederim şekerim, size misliyle karşılıkta bulunacağım; nasıl olduğunu sonra göreceksiniz.”
Valérie, Kuzin Bette’i merdiven başına kadar geçirdi; iki kadın orada öpüştüler.
Güzel kadın yalnız kalınca kendi kendine, “Tıpkı teke gibi kokuyor!..” dedi. “Kuzinimi her zaman öpmeyeceğim. Bununla beraber, tetik davranmalı, onu idare etmeli. Bana çok faydası dokunacak, beni servet sahibi edecek.”
Gerçek bir Parisli melez olarak Madam Marneffe çalışmaktan nefret ederdi; onda zaruretin zoruyla koşan, atılan kedilerin tembelliği vardı. Ona göre, hayat hep zevkli olmalı, zevk de zorlanmadan olmalıydı. Çiçekleri severdi lakin evine getirtmek şartıyla. Tiyatroyu, operayı kendisine ayrılmış iyi bir locası, oraya gitmek için arabası olmak şartıyla aklı alırdı. Valérie’nin bu kibar fahişe zevkleri, Paris’te oturdukları zaman General Montcornet tarafından her arzusu yerine getirilmiş, yirmi yıl herkesi önünde eğilir görmüş, programı Napolyon’un düşmesiyle kaybolmuş debdebeli bir hayat içinde elindekini sağa sola savurmuş, her şeyi yemiş müsrif annesinden kalmıştı ona. İmparatorluğun kodamanları, çılgınlıkları içinde, bir vakitlerki büyük beyzadelerle boy ölçüşmüşlerdir. Restorasyon Devri’nde kibar sınıf ezildiğini, hakkı gasp edildiğini daima hatırlamıştır; iki üç istisna bir tarafa bırakılırsa muktesit, akıllı uslu, ileriyi gören, nihayet burjuva, büyüksüzlük olmuştur. O zamandan beri 1830, 1793’ün eserini harcamıştır. Fransa’da bundan böyle büyük isimler bulunacak lakin büyük aileler olmayacak, meğerki şimdiden tahmini güç birtakım siyasi değişiklikler olsun. Her şey şahsiyetinin damgasını alıyor. En akıllı usluların serveti kaydıhayat şartıyladır. Aileyi bu mahvetti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/onore-de-balzak/kuzin-bette-69429355/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Dört tekerlekli bir tür kiralık binek arabası.
2
Tartuffe, Moliere’in meşhur eserinin adı. Burada, başkahramanla Elmire’in durumuna gönderme yapılıyor.
3
Régence, XV. Louis’nin çocukluk devridir ki Orléans Dukası Philippe bu devirde Régent adıyla hükûmeti naip olarak idare etmiştir. Oeil-de-Boeuf ise Versailles Sarayı’nda kralın yatak odasına bitişik olan salondur ki bekleme salonu olarak kullanılırdı.
4
Gilbert Louis Duprez, Fransız tenor.
5
“Théatre Italien” de denir. Paris’in eski tiyatrolarından biridir.
6
Tek kadın.
7
Latince, bir eseri yapan anlamına gelir.
8
İşte mesele bu!
9
Polonya bitti!
10
Majorat: Asalet unvanına eklenen ve onunla birlikte vârise (genellikle en büyük oğul) aktarılan devredilemez mülk.
11
Boğa güreşinde at üstünde boğayı mızrakla dürten kişi.