Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt

Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt
Xueqin Cao
Cao Xuequin tarafından 18. yüzyılın ortalarında yazılan Kızıl Odanın Rüyası, Çin’in dört büyük klasik eserinden biri olarak kabul ediliyor. İlk kez 1792’de yayımlanan ve yarı otobiyografik nitelikler de taşıyan romanın, Çing (Mançu) Hanedanlığı’na tekabül eden dönemi anlattığı kabul ediliyor. Yan yana konaklarda yaşayan Jia sülalesinin iki kolunun günlük yaşamlarının ayrıntılarıyla anlatıldığı, yüzlerce karakterin yer aldığı sayfalar, âdeta büyülü bir masal tadı bırakıyor okuyucuda. Çin feodal toplumunu çok iyi analiz etmiş olan Cao Xuequin, üst ve alt sınıftan karakterler aracılığıyla feodalizmin açmazlarını, zalimliğini, ikiyüzlülüğünü ve ahlaki durumlarını da cesaretle gözler önüne seriyor. Bunu da zaafları, acziyeti ve yüceliği ile insan doğasını muazzam yansıtarak ve hayaller, rüyalar, şiirler, şarkılar eşliğinde yaptığı için hem kadim Çin medeniyeti ve sanatıyla yakından tanışıyoruz hem de düzen eleştirisi havada ve gerçeklikten kopuk kalmıyor. “Gerçek, kurgudan daha tuhaftır.” der Mark Twain. Kim bilir, Kızıl Odanın Rüyası’nın yüzlerce yıldır ayakta kalmasının bir sebebi de budur… Bir gün ölümsüz Taocu Saygıdeğer Hükümsüz, tekrar Mavi Bayır Zirvesi’nden geçerken, gökyüzünün tamirinde kullanılmayan taşı gördü; önceki gibi üzerindeki yazılarla orada hareketsiz duruyordu. Bir kere daha dikkatle okuyunca, şiire yeni bir bölüm eklenerek tamamlandığını fark etti. Bu yeni ifadeler birkaç akıbeti ortaya koyuyor ve olaylarda eksik kalan parçaları birleştirip, orijinal hikâyenin altında yatan kader örgüsünü tamamlıyordu.

Cao Xueqin
Kızıl Odanın Rüyası. II. Cilt

Cao Xueqin (Ts’ao Hsueh-Ch’in), Çing Hanedanlığı döneminde, çeşitli kaynaklara göre 1715, 1724-1763 ya da 1764 yıllarında yaşayan Çinli yazardır. Çin edebiyatının dört büyük klasik romanından biri olarak kabul edilen Kızıl Odanın Rüyası ile tanınır.
1610’ların sonlarında, Mançu Hükümdarlığı’nın özel hizmetindeki bir Han sülalesinde doğmuştur. Ataları, Sekiz Sancak’ın Beyaz Sancak birliklerindeki askerî hizmetleriyle kendilerini göstermişler; ardından saygınlık ve zenginlik kazandıkları resmî görevlere gelmişlerdir.
İmparator Kangxi döneminde sülalenin prestiji ve gücü zirveye ulaşmıştır. Cao Xueqin’in büyükbabası Cao Yin, Kangxi’nin çocukluk arkadaşı annesi Sun Hanım, Kangxi’nin sütannesidir. Kangxi, hükümdarlığının ikinci yılında, Cao Xueqin’in büyük büyükbabası Cao Xi’yi Nanking’de İmparatorluk Tekstil Müdürü olarak atamıştır. Cao Xi 1684 yılında ölünce, Cao Yin görevi devralmıştır. Cao Yin dönemin en önde gelen ediplerinden biri ve meraklı bir kitap koleksiyoncusudur.
1712 yılında Cao Yin ölünce, Kangxi görevi Cao Yin’in tek oğlu Cao Yong’a vermiş; o da 1715 yılında ölünce, Kangxi ailenin baba tarafından yeğeni Cao Fu’yu evlat edinmelerine izin vermiş ve bu görevi o sürdürmüştür. Böylece sülale üç kuşak boyunca İmparatorluk Tekstil Müdürlüğü’nü üstlenmiştir.
Ailenin talihi, Kangxi’nin ölümünden sonra İmparator Yongzheng’ın tahta geçişine kadar devam etmiştir. Yongzheng aileye karşı ciddi şekilde saldırıya geçmiş, mülküne el koymuş, Cao Fu hapse atılmıştır. Bir yıl sonra Cao serbest bırakılınca, iyiden iyiye fakirleşen aile Pekin’e taşınmak zorunda kalmıştır. Cao Xueqin, küçük bir çocukken yoksulluk içinde yaşamıştır.
Cao Xueqin’in çocukluğuna ve yetişkinliğine dair hemen hemen hiç kayıt yoktur. Redoloji âlimleri Cao’nun doğum tarihini hâlâ tartışmakta, öldüğünde kırklı yaşlarında olduğunu düşünmektedirler. Cao’nun, Cao Fu’nun mu, yoksa Cao, Yong’un mu oğlu olduğu bilinmemekle beraber, Cao Yong’un tek oğlunun 1715 yılında doğduğu kesin olarak bilinmektedir; bazı redoloji âlimleri bu çocuğun Cao Xueqin olduğuna inanırlar. Aile kayıtlarında Cao Yong’un tek oğlu Cao Tianyou olarak geçer. Kayıtlarda ne Cao Zhan ne de Cao Xueqin’in izine rastlanır.
Cao Xueqin hakkında tüm bilinenler, çağdaşları ve arkadaşlarından edinilen bilgilerdir. Cao, Pekin’in batı kırsalında, resimlerini satarak, yoksulluk içinde yaşamıştır. Alkoliktir; arkadaş ve tanıdıkları zeki ve yetenekli biri olduğunu; on yıl, bir kitap -muhtemelen Kızıl Odanın Rüyası– üzerinde sebatla çalıştığını söylerler. Özellikle tepe ve kayalık resimleri ve şiir konusundaki yaratıcılığı övgü almıştır. Cao, romanını tamamlanmaya yakın bir noktadayken 1763 ya da 1764 yılında ölmüştür. Romanının, en azından taslağı tamamlanmış el yazmalarının bazı sayfaları dost ve akrabaları arasında dolaşırken kaybolmuştur. Cao sağken bir oğlunu kaybetmiş, karısı kendisinden sonra ölmüştür.
Çocukluğundaki lüks yaşam, onu soylu ailelerin ve yönetici sınıfın yaşam tarzlarıyla tanıştırmış; ileri yaşındaki yoksulluk, hayatı daha açık ve etkili bir şekilde gözlemlemesini sağlamıştır. Kendi hayat anlayışı, yenilikçi fikirleri, ciddi tutumu ve büyük ustalığıyla birleşince, Çin klasik romanının zirvesi olarak kabul edilen Kızıl Odanın Rüyası ortaya çıkmıştır.
Hayatının eseri, ölümünden sonra ün kazanır. Bir yorumcunun dediği gibi, “kan ve gözyaşı” içinde yazılan bu eser, şöhretli bir ailenin zirveye çıktıktan sonra düşüşünü bütün canlılığıyla ortaya koyar. Cao’nun, muhtemelen oğlunu kaybetmenin acısına dayanamayarak aniden öldüğü dönemde, ailesi ve arkadaşları el yazmalarını temize çekiyorlardı. 80 bölümlük bu çalışma, Cao’nun ölümünden sonra Pekin’de elden ele dolaşmaya başlamış ve kısa sürede koleksiyoncuların gözdesi olmuştur. 1791 yılında Cao’nun çalışmalarına ulaştıklarını iddia eden Cheng Weiyuan ve Gao E. 120 bölümlük “tamamlanmış” versiyonunu düzenleyip basarlar. Pek çok modern âlim, son 40 bölümün Cao Xueqin tarafından tamamlanıp tamamlanmadığını sorgulamaktadır.
Serpil Demirci, Ankara’da doğdu. Hacettepe Üniversitesinde İngiliz Dil Bilimi okudu. Reklam sektöründe çalıştı. Edebiyat ve edebiyat dışı çevirileri var.
Çevirilerinden Bazıları: Kızıl Şefin Fidyesi (O’Henry), Başaran Akıl (J. Brown), Bütün Pazarlamacılar Yalancıdır (S. Godin), Gece Dönencesi (M. Gruber), Lanetli Kadın (D. Lindsay). Ben-Hur: Bir İsa Hikâyesi (L. Wallace).

GİRİŞ
Kızıl Odanın Rüyası (Hóng Lóu Mèng) ya da Taşın Hikâyesi olarak adlandırılan ve Çin’in dört büyük klasik romanından biri olarak kabul edilen, bir şaheser niteliğindeki bu kitap, Cao Xueqin tarafından 18. yüzyılın ortalarında yazılmış, ilk kez 1792 yılında yayımlanmıştır.
Dört yüzü aşkın karakterin yer aldığı roman, yan yana konaklarda yaşayan iki koluyla Jia sülalesinin altın çağını, günlük ilişkilerini, hayal kırıklıklarını, ümitlerini, ümitsizliklerini ve çöküşünü anlatır.
İlk bakışta sayısız karakter ve olayın esrarengiz bir karmaşası izlenimi veren roman, muhteşem bir psikolojik derinlik, felsefi yaklaşım ve çok katmanlı yapısıyla, zengin bir aile destanını, trajik bir aşk üçgenini, aşamalı bir uyanışı ve arınmayı, gayet yalın bir şekilde ortaya koyar.
Dil açısından, her biri bir mesaj iletmek üzere incelikle seçilmiş, iki, hatta üç anlam taşıyan eş sesli kelimelerle dolu olan ve yazarın, yer yer kader ve reenkarnasyon göndermelerine yer verdiği eserde, 120 bölüm boyunca, hayal ile gerçeğin iç içe geçtiği, kesintisiz bir diyalog sürüp gider.
Roman bir taraftan, maddi dünyanın (kızıl toz) hayalî ve geçici doğası üzerine Budist bir yaklaşım; diğer taraftan, soylu ve büyük bir ailenin zenginlik, şan şeref ve kendi kendisini yok ediş hikâyesidir.
Roman, yazarı Cao Xueqin’in kendi ailesi ve buna bağlı olarak Çing (Mançu) Hanedanlığı’nın yükselişi ve çöküşünü yansıtan, yarı otobiyografik bir eserdir. Yazar, birinci bölümde ifade ettiği gibi, “Bu hareketli ve tozlu dünyada, hiçbir şey başaramamış biri olarak, birden geçmişte tanıdığı bütün genç kızları hatırlamış… Ve onların unutulup gitmelerine izin vermek istememiş.” Bunu yaparken de zamanın Çin kültürünü, şiirler, bilmeceler, hayaller, rüyalar ve masallar eşliğinde muhteşem bir şekilde gözler önüne sermiştir. Esaslı bir aile destanını, pek çok hayatın birbirine geçmiş dokusuyla örerken, 18. yüzyıl Çin toplumuna ilişkin protokol, toplumsal yapı, aile yapısı, eğitim, yeme içme şekli, çay kültürü, festivaller, atasözleri, tiyatro, müzik, mimari, cenaze âdetleri, gelenekler, batıl inançlar gibi unsurları ayrıntısıyla sunmuştur.
Romanda, idealist ile gelenekselin, aşk ile kaderde yazılı evliliğin, Konfüçyüsçü bir baba ile asi oğlunun, fâni ile ruhani dünyanın, gerçek ile hayalin çatışması da sergilenir.
Yazar, kitabın tam da kalbinde yer alan trajik aşk hikâyesini yüzeysel olarak anlatmak yerine, karakterlerin zihinlerinin ve aralarındaki girift ilişkilerin derinliklerine inerek, feodalizmin ikiyüzlülüğünü ve zalimliğini, üst sınıfın gerileyişini ortaya sererek, trajedinin sosyal kökenine dokunur. Roman, feodalizmi, onun kokuşmuş siyasetini, evlilik sistemini, ahlaki ilişkileri eleştirir; acımasızlığını ve insaniyetsizliğini kınar. Bu yönüyle Çin’deki feodal toplumun bir analizi olarak ansiklopedi niteliğinde görülmektedir.
Kızıl Odanın Rüyası, âdeta bir karakter deryasıdır. Romanın başkahramanı Baoyu, soylu, feodal sınıfa başkaldıran, aristokrat yaşam tarzını reddeden, erkekleri hor görüp, feodal sistem tarafından baskılanan ve ezilen kadınlara ilgi gösteren bir asidir. Kadın kahramanı Daiyu de isyankâr bir karakterdir, feodal toplumdaki kadınların kötü kaderini ve baskılarına direnci temsil eder ama soylu kızlara özgü olduğu üzere, onun da zayıflığı sakin ve aşırı kırılgan yapısıdır. İkisinin tersine, diğer bir kahraman olan Baochai, feodal toplumun geleneksel bir kadını olarak resmedilir. Ayrıca söz konusu ailenin alt basamadığında, türlü türlü iyi, saf ve cesur hizmetçi kızlar vardır. Roman, özellikle insan karakterini irdeleyişi, fiziki görünüşlerini, duygu ve düşüncelerini ortaya koyuşu ve karakterleriyle mükemmel bir uyum içindeki günlük yaşantılarını ayrıntısıyla gözler önüne serişi açısından büyük bir sanatsal başarıdır.
Romana adını veren “Kızıl Oda”nın, Çin’in varlıklı ailelerinin kızlarının yaşadıkları, iç içe bölümlerden geçilerek ulaşılan, korunaklı özel odalarını ya da kitabın beşinci bölümünde, roman kahramanı Baoyu’nün rüyasında gittiği kırmızı odayı ifade ettiği düşünülmektedir.
Aynı zamanda, “Kızıl” kelimesiyle, Budist düşüncede, dünyevi ihtişam, lüks, zenginlik ve şeref gibi kavramları içeren, her şeyin bir illüzyondan ibaret olduğu maddi dünya için kullanılan “Kızıl Toz” ifadesine atıfta bulunduğu da söylenebilir.
Romanda belli bir zamandan söz edilmez ama Çing (Mançu) Hanedanlığı (1644-1912) döneminde geçtiğine dair bazı üstü kapalı göstergeler bulunmaktadır.
İlk kez 1792 yılında yayımlanan eserin ilk 80 bölümü Cao Xueqin tarafından yazılmış; Cao’nun el yazmalarına ulaştıklarını iddia eden Cheng Weiyuan ve Gao E bunları düzenlemiş ve 120 bölüm hâlinde basmıştır. Pek çok modern âlim, son 40 bölümün Cao Xueqin tarafından tamamlanıp tamamlandığını sorgulamaktadır. Cao Xueqin hayattayken, ilk 80 bölümün el yazmaları arkadaşları arasında dolaşmış ve büyük bir ilgi görmüştür.
60 yılı aşkın bir zamandır, bazı Çinli âlimler tarafından bu esere ilişkin modern eleştirel çalışmalar yürütülmektedir. Bütün bu akademik çalışmalar, Redoloji olarak adlandırılan özel bir alanın oluşmasını sağlamıştır. Redoloji’deki çalışmalar genellikle dört grupta toplanmaktadır. Birincisi, Zhou Chun, Chen Yupi, Xu Fengyi gibi âlimlerin yer aldığı, eleştirel düşünce grubu yorumcular; ikincisi Wang Mengruan ve Cai Yuanpei’nin yer aldığı alegorik düşünce grubu endeksçiler; üçüncüsü Hu Shi, Yu Pingbo ve Zhou Ruchang’ın yer aldığı araştırmacı düşünce grubu metin eleştirmenleri ve dördüncüsü de Zhou Ruchang ve Li Xifan gibi âlimlerin yer aldığı edebî düşünce grubu edebiyat eleştirmenleridir.
ÇEVİRİDE KULLANILAN KAYNAKLAR
–The Story of the Stone, or The Dream of the Red Chamber, David Hawkes, John Minford
–A Dream of Red Mansion, Glayds Yang
https://dream-of-the-red-chamber.fandom.com/wiki/Dream_ of_the_Red_Chamber_Wiki

AÇIKLAMALAR
5. Bölüm’de, Baoyu’nün gördüğü kayıtlardaki resimler ve dizeler, ilk üç kayıttaki otuz altı kızın her birini bekleyen kadere dair üstü örtülü işaretler ortaya koyar.
Baktığı ilk şey, üçüncü kaydın ilk sayfasıdır. Karanlık bir gökyüzü resmi ve Bulutsuz bir gökyüzünde / Berrak aya nadiren rastlanır, dizeleri Baoyu’nün hizmetçisi Qingwen’in (rengârenk berrak bulutlar) hüzünlü kaderine bir göndermedir. Adının anlamı üzerine küçük bir oyun yapılmıştır.
Sonra üçüncü gruptaki ikinci kızın kaydı gelir: Xiren. Resimdeki çiçek demeti, çiçek anlamındaki soyadı Hua’yı temsil eder. Benzer şekilde minder de isminin Çince anlamı Xiren’e gönderme yapar. Arkasından gelen talihten iltimaslı aktör, onun sonunda evlendiği Jiang Yuhan’dır.
Baoyu, daha sonra İkinci Kayıt dolabına gider, bunlar ikinci gruptaki kızlarla ilgilidir. Bu sefer, Xiangling’i anlatan ilk resme bakar. Resim Xiangling’i değil de küçük bir kızken, kaçırılmadan önceki adı Yinglian’i (lotus) ifade eder. Xiangling hayatı boyunca çok zulüm görmüş; Xue Pan’in, adı osmantus anlamına gelen, korkunç karısı Xia Jingui’den de çok çekmiştir. Keşişin söylediği sözlerdeki gizemli “eriyen kar” ifadesi, soyadı Çincede kar ile eş sesli olan Xue Pan’i belirtir.
Baoyu, Birinci Kayıt dolabına döner. Burası birinci gruptaki on iki kızın kaderiyle ilgilidir. Sıralaması, kendisi için söylenen Altın Günlerin Rüyası şarkılarınınkiyle aynıdır:
Bir ve İki: Lin Daiyu ve Xue Baochai
Resim basit bir işareti ortaya koyar. İki ağaç Lin’in (ağaç, orman) Çince karşılığını, “yeşimden kemer” ise Daiyu’yü ifade eder. Daiyu’nün ismindeki dai “kemer” kelimesiyle eş seslidir; yu da “yeşim taşı” demektir. Kar yığını, Baochai’in soyadını, yani Çince kar kelimesiyle eş sesli olan Xue’yi; altın toka da, “değerli saç tokası” anlamındaki ismi Baochai’i ifade eder.
Birinci şarkıda, Varsın yakıştırsın onlar birbirlerine / Altın ile yeşim taşını dizeleri Baochai (altın) ile Baoyu’nün (yeşim taşı) evliliğini ifade eder. Malum taş ve çiçek Baoyu ile Daiyu’nün sembolleridir. “Kristal kar” Baochai’in soyadı Xue’yi, “ormandaki yapayalnız peri” Daiyu’nün soyadı Lin’i anlatır.
İkinci şarkı zaten kendi kendisini açıklar.
Üç: Yuanchun
Yuan anlamındaki “ağaç kavunu” Yuanchun’e gönderme yapar. “Üç bahar” Yingchun, Tanchun ve Xichun’dür. “Tavşan” ile “kaplan” Çin yıllarına isim veren astrolojik işaretlerdir. Yuanchun, tavşan yılından hemen önceki kaplan yılında ölür.
Dört: Tanchun
Roman boyunca Tanchun uçurtmayla ilişkilendirilir. Bu onun ana motifidir. Bu nedenle 22. Bölüm’de Büyükanne Jia’nın partisinde, Tanchun’ün sorduğu bilmecenin cevabı uçurtmadır.
Tanchun üç baharın içindeki en yetenekli ve en zeki olanıdır. Kaderinde uzak bir vilayette görev yapan genç bir delikanlıyla evlenip gitmek vardır ve ailesini belki de bir daha hiç göremeyecektir. Dördüncü Şarkı, gözyaşları içindeki gelini evlilik sürgününe götüren tekneye gönderme yapar.
Beş: Shi Xiangyun
Xiang, Hunan vilayetinde kuzeye doğru, Dongting Gölü’ne akan nehirdir. Yun “bulut” demektir. Shi Xiangyun, Büyükanne Jia’nın ağabeyinin torunudur. Çocukluğunda öksüz kalıp sevgisiz ve sert bir amca ve yenge tarafından büyütülmüştür. Onun kaderinde de mutlu bir evlilik yapmak ama kısa bir süre sonra kocasını kaybetmek vardır.
Beşinci şarkıdaki Gaotang üzerindeki bulutlar ve Xiang Nehri’nin suları, bir kere daha Xiangyun’ü ima eder.
Altı: Miaoyu
Miaoyu’nün Çincedeki anlamı yeşimdir. Bu nedenle resimde yeşim taşı vardır. On iki kız arasında Jia ailesiyle akrabalığı olmayan tek kişi o olsa da birkaç yıl Baoyu ve diğerleriyle Manzara Bahçesi’nde yaşamıştır. Temizliğe hastalıklı bir düşkünlüğü ve saflığa takıntısı vardır ama sonu kaçırılmak ve tecavüze uğramak olur.
Yedi: Yingchun
Yingchun üç baharın en büyüğüdür; diğer herkesin karşı çıkmasına rağmen duygusuz ailesi tarafından kendisine çok kötü davranan, sarhoş, kumarbaz, ahlaksız ve korkunç Sun Shaozu ile evlendirilir. Çin’deki çok eski bir fablda, Dongguo Bey ve kurt Zhongshan arasında geçen bir olay anlatılır. Çok okuyan, âlim Dongguo Bey, kurdu avcılardan kurtarır ama avcılar gittikten sonra çok aç olan kurt onu yemeye niyetlenir. Bu nedenle Kurt Zhongshan yalnızca gaddarlığın değil, aynı zamanda nankörlüğün de sembolü olmuştur. Sun ve ailesinin bir şekilde Jialara borçlu oldukları ima edilir.
Sekiz: Xichun
Üç baharın en gencidir. Tıpkı kuzeni Baoyu gibi sonunda dünyadan elini eteğini çekip, kendisini dine adar.
Dokuz: Wang Xifeng
Xifeng’ın adı Zümrüdüanka anlamına gelir. Buz dağı belki de ailenin çöküşünden sonra Xifeng’ın yaşadıklarına gönderme olabilir.
Dokuzuncu şarkı daha açık ve anlaşılırdır.
On: Qiaojie
Xifeng’ın kızıdır. Bu isim Xifeng’ın ricası üzerine Liu nine tarafından verilmiştir ve Çin mitolojisine göre Dokumacı Kız’la ilişkilendirilen bir festivalle aynı adı taşır. Odalık olarak satılmaya kalkışılınca Liu nine tarafından köye götürülerek kurtarılır.
On Bir: Li Wan
Li soyadı erik demektir. Li Wan, Baoyu’nün küçük yeğeni Jia Lan’ın annesidir; onun adı orkide anlamındadır. Jia Lan, ailenin talihinin enkazından yüksek bir memur olmak üzere çıkar ve törenlerde annesine saray kıyafetleri giymeye hak kazandırır.
On İki: Qin Keqing
Görünüşe göre, çok güzel ve cilveli bir kadındır ve 7. Bölüm’de Jiao Da’nın iddia ettiği gibi kayınpederi ile ilişkisi vardır.
Yatak odası, şehvet düşkünü bir kadına yakışır paha biçilmez eserlerle doludur. Baoyu, onun yatağında uyurken rüyasında Büyük Boşluk Hayalî Diyarı’na gider ve hem Xue Baochai hem de Lin Daiyu’yü temsil eden, Keqing ile beraber olur.
Ölüm nedeni belirgin bir şekilde ifade edilemese de intihar ettiği ima edilir.
Öte yandan, Ningguo Konağı’ndaki şaşkınlık doğuran olayların asıl suçlusu, ailenin reisi olarak sorumluluk üstlenmeyi reddeden Jia Jing’dir.








30. BÖLÜM
Baochai bir yelpaze meselesinde alaycılara laf dokundurur.
Lingguan yere yazı yazar, aptal bir gencin de aklı karışır.
Anlattığımız gibi Daiyu, Baoyu ile tartışmasının hemen ardından pişmanlık duydu ama arkasından gidip bunu ona söylemek için makul bir bahane olmayınca, bütün günü ve geceyi tam bir bunalım içinde geçirdi; sanki bir parçasını kaybetmiş gibi hissediyordu. Zijuan onun neler hissettiğini tahmin ederek onu ikna etmeye çalıştı.
“Bence önceki gün biraz aceleci davrandın, küçük hanım. Efendi Bao’nın hangi konularda hassas olduğunu herkesten iyi bizim bilmemiz lazım. Geçmişte o taş yüzünden yapılan kavgalara bir baksana!”
“Hıh!” dedi Daiyu, küçümseyerek. “Sen de onun tarafını tutup beni suçluyorsun demek. Hiç de aceleci davranmadım.”
“Öyle mi? O zaman neden durduk yere kordonu kestin? Suçun onda üçü Baoyu’nünse, yedisi de senin. Benim gördüğüm kadarıyla, sen izin verdiğin sürece sana karşı gayet iyi; sen ona huysuzluk edip sözlerini çarpıtmaya çalıştığında, öfkeleniyor.”
Daiyu ters bir cevap verecekti ama avlu kapısında birisinin içeri girmek istediğini duydular. Zijuan sese kulak verdi.
“Baoyu bu.” dedi. “Özür dilemeye geldi bence.”
“Sakın içeri alma!” dedi Daiyu.
“Bak yine başladın!” dedi Zijuan. “Böyle bir günde, kavurucu sıcakta onu dışarıda mı bekleteceksin? Bu çok yanlış.”
Hanımının uyarısına aldırmadan dışarı çıktı. Gelen Baoyu’ydü. Dostça bir gülümsemeyle kapıyı açıp onu içeri aldı.
“Efendi Bao! Ben de artık bizi görmeye gelmeyeceğinizi düşünmeye başlamıştım. Sizi burada görmeyi hiç beklemiyordum.”
“Ah, sen de pireyi deve yapıyorsun.” dedi Baoyu, gülümsemesine karşılık vererek. “Neden gelmeyeyim? Ölsem bile, hayaletim günde yüz kere buraya uğrar. Kuzenim nasıl? Daha iyi mi?”
“Fiziksel olarak iyi ama hâlâ keyfi yok.”
“Ah evet, üzgün olduğunu biliyorum.”
Böyle konuşarak avludan geçtiler. Sonra Baoyu odaya girdi. Daiyu gözyaşları içinde yatağında oturuyordu. Aslında ağlamıyordu ama Baoyu’nün geldiğini duyunca buruk bir sızı gözyaşlarının dökülmesine neden oldu. Baoyu yatağın yanına gidip kıza gülümsedi.
“Nasılsın, kuzen? Daha iyi misin?”
Daiyu cevap vermeden gözlerini silerken, yatağın kenarına, kızın yanına oturdu.
“Bana gerçekten kızmadığını biliyorum.” dedi. “Eğer herkes benim buraya gelmediğimi fark ederse, tekrar kavga ettiğimizi sanır. Sanki iki yabancıymışız gibi aramızı düzeltmeye kalkarlar. En iyisi istediğin kadar bana vur, bağır çağır ve bu meseleyi bitir ama ne olur beni görmezden gelme. Sevgili kuzen, canım kuzen!”
Bu iki kelimeyi aynı yakarış tonuyla belki yirmi kere tekrarladı. Aslında Daiyu onu yok sayacaktı ama başkalarının aralarına girmeleri konusunda söyledikleri, onun kendisini diğerlerinden daha yakın gördüğünü kanıtlıyordu ve sessizliğini daha fazla sürdüremedi.
“Bana çocuk gibi davranmana gerek yok.” dedi gözünde yaşlarla. “Bundan sonra senden hiçbir talebim olmayacak. Artık ben gitmişim gibi davranabilirsin.”
“Gitmek mi?” dedi Baoyu gülerek. “Nereye gideceksin?”
“Eve.”
“Ben de gelirim.”
“Ya ölürsem?”
“Sen ölürsen, ben rahip olurum.”
“Ne aptalca bir laf!” dedi Daiyu, kaşlarını çatarak. “Saçmalık! Kardeşlerini ve bütün kuzenlerini bir düşün. Onlar ölse, kaç kere rahip olacaksın? Bakalım insanlar duyunca buna ne diyecekler.”
Baoyu yine onu kırdığını fark etti ama kelimeler ağzından çıkmıştı bir kere. Kıpkırmızı oldu ve sessizce başını önüne eğdi. Neyse ki o anda odada onu görecek başka kimse yoktu. Daiyu bir süre ona baktı, konuşamayacak kadar sinirli olduğu belliydi; homurtuyla iç çekme arasında bir ses çıkardı ama bir şey söylemedi. Sonra Baoyu’nün içine attığı duygularla mosmor olduğunu görünce dişlerini sıkıp parmağını ona doğru uzattı ve alnına bastırdı.
“Sen…”
Ama her ne diyecekse söylenmeden kaldı. Sadece içini çekip mendiliyle gözlerini kuruladı. Baoyu buraya geldiğinde zaten çok duygusal bir hâldeydi; gelir gelmez onu istemeden kırdığı için daha da üzüldü. Daiyu’nün bu öfkeli hareketi, demek istediği şeyi söylemeyip içini çekmesi ve ağlaması Baoyu’yü o kadar etkiledi ki o da ağlamaya başladı. Mendile ihtiyaç duyup bulamayınca koluyla sildi gözyaşlarını. Daiyu de ağlıyordu ama Baoyu’nün mendil yerine yepyeni, leylak rengi, yazlık gömleğinin koluyla gözlerini silmesi dikkatinden kaçmadı. Bir eliyle kendi gözlerini silerken, diğer eliyle de katlanıp yatağın ucuna konmuş ipek mendile uzandı. Onu alıp hiçbir şey söylemeden Baoyu’ye attı, sonra yine yüzünü mendiline kapatıp ağlamaya devam etti. Baoyu attığı mendili aldı, hemen gözyaşlarını sildi, sonra Daiyu’ye yaklaşıp, nazikçe gülümseyerek elini avucuna aldı.
“Neden ağlıyorsun, anlamıyorum.” dedi. “Sanki yüreğim parçalanıyormuş gibi hissediyorum. Hadi, beraber büyükanneye gidelim.”
Daiyu elini hızla çekti.
“Dokunma bana! Artık çocuk değiliz. Beni sürekli böyle hırpalamaya devam edemezsin. Hiçbir şey anladığın yok! Kendine gel…”
“Bravo!”
Lafını kesen bu sesle ikisi de irkildi. Başlarını çevirip baktıklarında, yüzünde gülücüklerle Xifeng’ın içeriye girdiğini gördüler.
“Büyükanne verip veriştiriyor.” dedi. “İkiniz de iyi misiniz diye bakmam için gönderdi beni. ‘Gerek yok, biz araya girmeden de barışır onlar.’ dedim. Ama beni tembellikle suçladı. Ben de geldim. Tabii aynen dediğim gibi olmuş. İkinizi hiç anlamıyorum. Tartışacak ne buluyorsunuz? Üç gün arkadaşsanız, iki gün kavga ediyorsunuz. Gerçekten çocuktan betersiniz. Büyüdükçe daha da kötü oldunuz. Hâlinize bir bakın! El ele tutuşmuş ağlıyorsunuz. İki gün önce dövüşen horozlar gibi bakıyordunuz birbirinize. Haydi! Büyükanneye gidelim. Kadıncağız rahatlasın.”
Böyle diyerek Daiyu’nün elinden tutup çekti. Ama kız geri dönüp hizmetçisine seslendi; cevap alamadı.
“Onu niye çağırıyorsun?” dedi Xifeng. “Ben varım ya!”
Daiyu’nün elinden tutup yürümeye devam etti. Baoyu de arkalarından geliyordu. Bahçe’den çıkıp Büyükanne Jia’nın dairesine gittiler.
“Kendi hâllerine bırakılırlarsa barışacaklarını, endişelenmene gerek olmadığını söylemiştim sana.” dedi Xifeng büyükanneye. “Ama bana inanmadın. İlla ara buluculuk yapayım diye ısrar ettin. Gittim ki ne göreyim? Birbirlerinden özür diliyorlardı. Pençesini şahine atmış kartal gibi kenetlenmişlerdi. Yardıma ihtiyaçları yoktu.”
Odada bir kahkaha koptu. Baochai de oradaydı ama Daiyu ona hiçbir şey demeden gidip Büyükanne Jia’nın yanına oturdu. Baoyu ne diyeceğini bilemeden Baochai’e döndü.
“Ağabeyinin yaş gününde biraz keyifsizdim; bu yüzden ne hediye gönderebildim ne de tebrik etmeye gidebildim. Hasta olduğumu fark etmeyip bahane uydurduğumu sanmasından korkuyorum. Onu gördüğünde, benim adıma bir açıklama yapar mısın, kuzen?”
Baochai çok şaşırdı.
“Fazla titizlik gösteriyorsun.” dedi. “Gelseydin bile seni sıkıntıya sokmak istemezdik, değil ki hasta olduğunda! Birbirlerini sık sık gören kuzenler arasında böyle önemsiz meselelerin lafı bile olmaz.”
Baoyu gülümsedi.
“Sen anlayış gösterdiğin sürece sorun yok. Peki, neden oyunları seyretmiyorsun?”
“Sıcağa dayanamadım.” dedi Baochai. “İki oyun seyrettim, o kadar sıcaktı ki daha fazla kalamadım. Ama misafirlerden hiçbiri gitmeye kalkışmadığı için, ben hasta numarası yapıp kaçtım.”
Baoyu bu sözlerden biraz rahatsızlık duydu, sanki kendisini kastediyor gibiydi. Utanarak aptal aptal güldü.
“Seni Yang Guifei’ye benzetmelerine şaşmamak lazım, kuzen. O da tombul ve sıcağa karşı çok duyarlı.”
Baochai’in yüzünün rengi değişti. Ters bir cevap dilinin ucuna kadar geldi ama herkesin içinde söyleyemedi, kendini tuttu. Bu şaka içine o kadar dert oldu ki burun kıvırıp gülerek; “Ben bazı açılardan Yang Guifei’ye benzeyebilirim ama siz genç beylerin arasında Yang Xuanzong’un rolünü üstlenmeye uygun kimse yok.” dedi.
Tam o anda, yelpazesini kaybeden Dianer adındaki hizmetçisi araya girdi.
“Siz sakladınız, değil mi küçük hanım?” dedi neşeyle. “Geri verin lütfen.”
“Kendine gel!” dedi Baochai alışılmadık bir ses tonuyla ve kıza parmağını sallayarak. “Sana hiç böyle oyunlar yaptım mı ki şimdi benden şüpheleniyorsun? Seninle şakalaşma alışkanlığı olan hanımlara sorsan daha iyi edersin.”
Bu paylama Dianer’ı korkutarak kaçırdı.
Baoyu yine düşüncesizce konuşarak gaf yaptığını anladı; hem de bu sefer bir sürü insanın önünde olduğu için utancı daha da büyük oldu. Başını çevirip başkalarıyla sohbete başladı.
Baoyu’nün Baochai’e karşı kabalığı Daiyu’yü içten içe memnun etti. Tam Dianer yelpazesini sormaya geldiğinde, kendisi de Baochai’e bir şaka yapmak üzereydi ama Baochai’in patlaması hazırladığı şakadan vazgeçmesine neden oldu, onun yerine hangi iki oyunu seyrettiğini sordu.
Baoyu’nün lafı üzerine bozuntuya uğramasına Daiyu’nün sevinmesi Baochai’in dikkatinden kaçmadı. Sorusuna gülerek verdiği cevap biraz iğneleyici oldu.
“ ‘Li Kui, Song Jiang’a Hakaret Eder, Sonra da Af Diler’ oyununu seyrettim.” dedi.
Baoyu kahkaha attı.
“Çok isabetli! Eski ve modern edebiyat konusundaki bilginle o oyunun asıl adının Korkunç Bir Özür olduğunu biliyorsundur.”
“Korkunç Bir Özür mü?” dedi Baochai. “Şüphesiz sizin gibi zeki insanlar korkunç bir özrün ne olduğunu bilirler. Ne yazık ki bu benim bilmediğim bir şey.”
Bu sözler Baoyu ile Daiyu’nün hassas noktasına dokundu; ikisi de utançtan kıpkırmızı oldular.
Xifeng bütün bunları anlayacak kadar eğitimli değildi ama konuşanların yüz ifadelerini görünce neden söz ettikleri konusunda bir fikir edindi.
“Çiğ zencefil yemek için oldukça sıcak bir hava, değil mi?” diye sordu.
Oradaki hiç kimse ne demek istediğini anlamadı.
“Çiğ zencefil yiyen yok ki!” dediler.
Xifeng çok şaşırarak iki elini yanaklarına koydu.
“Madem yemediniz, o zaman neden bu kadar kızardınız?”
Bu sözler Baoyu ile Daiyu’yü daha da rahatsız edip utandırdı. Baochai de bir şey ekleyecekti ama Baoyu’nün yüzündeki kötü ifadeyi görünce gülüp dilini tuttu. Odada bulunan diğer hiç kimse dördünün neden söz ettiğini anlamadı ve tüm bunlara şaka gözüyle baktı.
Kısa bir süre sonra Baochai ve Xifeng odadan çıktılar.
“Görüyor musun?” dedi Daiyu Baoyu’ye. “Benden daha sivri dilli birisine çattın. Eğer ben ağzı var dili yok ve basit biri olmasaydım, bu kadar sık benimle uğraşamazdın, dostum.”
Baoyu hâlâ Baochai’in kırgınlığının etkisindeydi. Şimdi de Daiyu’nün üstüne gelmesi bardağı taşıran son damla oldu. Ama cevap vermek istemesine rağmen Daiyu’nün ne kadar kolay alındığını bildiğinden, kendine hâkim olmak için çaba gösterdi. Çok keyifsiz bir şekilde oradan çıkıp kendi odasına gitti. Günün en sıcak saatiydi. Öğle yemeği çoktan bitmişti ve her dairede hanımlar ve hizmetçileri bitkinliklerine yenik düşmüşlerdi. Ellerini arkasında kenetleyip, aylak aylak dolaşırken gittiği her yerde öğlenin soluksuz sessizliği hâkimdi. Büyük Hanımefendi Jia’nın dairesinin arkasında Xifeng’ın avlusundaki duvara kadar uzanan geçitten geçti. Kapı kapalıydı. Xifeng’ın hava sıcak olduğu zamanlar, gün ortasında iki saat kestirme âdeti olduğunu hatırlayarak içeri girmemenin daha iyi olacağını düşündü. Bunun üzerine kendi ailesinin avlusuna açılan köşe kapısından geçti.
Annesinin dairesine girince, birkaç hizmetçinin ellerinde nakışlarıyla uyuyakaldıklarını gördü. Wang Hanım da iç odadaki yazlık yatağında uzanmış uyuyordu. Yanında oturup bacaklarına masaj yapan hizmetçisi Jinchuan’ın da gözleri kapanmış, başı önüne düşmüştü. Baoyu parmak uçlarına basarak yanına gitti ve hafifçe küpesini çekti. Kız gözlerini açıp Baoyu olduğunu gördü.
“Seni uykucu!” diye fısıldadı Baoyu gülerek.
Jinchuan dudaklarını büzüp gülümsedi, eliyle gitmesini işaret etti, sonra tekrar gözlerini kapattı. Ama Baoyu oyalanmaya devam etti. Sessizce uzanıp annesinin gözleri kapalı mı diye kontrol ettikten sonra, belindeki işlemeli keseden naneli pastil çıkarıp Jinchuan’ın ağzına tıkıverdi. Kız gözlerini açmadan pastili alıp çiğnemeye başladı. Bunun üzerine Baoyu yanına sokulup elini tuttu.
“Hanımından senin için izin alacağım, böylece beraber olabiliriz.” diye fısıldadı, şakayla karışık.
Jinchuan cevap vermedi.
“Uyandığında onunla bu konuyu konuşacağım.” dedi Baoyu.
Jinchuan gözlerini açıp Baoyu’yü hafifçe itti.
“Acelen ne? ‘Altın tokan kuyuya düşse bile, senin olan şey senindir.’ demişler. Bu sözü bilmiyor musun? Canın eğlenmek istiyorsa, ben sana yapacağın şeyi söyleyeyim. Doğu avlusuna git de kardeşin Huan ile Caiyun ne yapıyorlar gör.”
“Onlardan bana ne?” dedi Baoyu. “Biz kendimizden söz edelim!”
O anda Wang Hanım doğrulup oturdu ve Jinchuan’ın suratına bir tokat attı.
“Utanmaz kaltak!” diye payladı öfkeyle. “Senin gibi alçak yaratıklar genç efendileri baştan çıkarıyorlar.”
Annesi kalkar kalkmaz Baoyu duman gibi sessizce ortadan kayboldu. Jinchuan’ın yanağı ateş gibi yanıyordu ama sesini çıkaramadı. Hanımlarının sesini duyan diğer hizmetçiler hızla içeri girdiler.
“Yuchuan!” dedi Wang Hanım. “Gidip anneni çağır hemen. Gelsin kardeşini alsın!”
Jinchuan ağlayarak kendisini yere attı.
“Hayır, hanımefendi, lütfen! İstediğiniz kadar dövün, sövün ama lütfen göndermeyin beni. Neredeyse on yıldır yanınızdayım. Beni kovarsanız, insanların yüzüne nasıl bakarım?”
Wang Hanım genel olarak hizmetçileri dövmeyecek kadar iyi kalpli ve uysal biriydi; her zaman yumuşak bir hanım olmuştu. Aslında hayatında ilk kez bir hizmetçiye vuruyordu. Ama kendi fikrince Jinchuan’ın yaptığı bu utanmazlık her zaman en nefret ettiği şeydi. Bu nedenle bu kadar öfkelenip tokat atmış ve hakaret etmişti. Şimdi Jinchuan ne kadar yalvarıp yakarsa da vazgeçmedi. Annesi yaşlı Bayan Bai geldiğinde, zavallı kızcağız utançtan yerin dibine girerek gitmek zorunda kaldı. Bu konuyu burada bırakalım.
***
Annesi uyanınca çok utanan Baoyu hızla Bahçe’ye kaçmıştı. Yakıcı güneş en tepedeydi ve kısalan gölgeler ağaçların arkasında yoğunlaşmıştı. Öğlen saatinin sükûneti ağustos böceklerinin tiz çığlıklarıyla dolmuştu ama hiç insan sesi yoktu. Gül çardağına yaklaştığında, sanki içeriden bastırılmış hıçkırık sesleri duyar gibi oldu. Bunun ne olduğunu bilemedi ve durup kulak kabarttı. İçeride birisinin olduğuna hiç şüphe yoktu. Yılın beşinci ayı olduğundan, sarmaşık gülleri açmıştı. Bütün çardağı kaplayan gül demetlerinin arasından içeri bakınca, bir kızın yere çömelmiş, kızların saçlarını topladıkları uzun bir tokayla yeri kazıdığını gördü.
“Bu da Daiyu gibi çiçekleri gömmeye gelen budala bir hizmetçi olabilir mi?” diye düşündü.
Güzeller güzeli Xi Shi’nin çirkin komşusu Dong Shi’nin hikâyesini hatırladı. Xi Shi’yi o kadar çekici yapan küçük kaş çatma ifadesini taklit etme çabaları o kadar korkunç bir görüntü oluşturuyordu ki insanlar dehşet içinde kaçışıyorlardı. Bu aklına gelince gülümsedi.
“Yaptığı gerçekten de buysa, ‘Taklitçi Kaş Çatan’ denir buna. Sadece sahte değil, aynı zamanda da iğrenç!” diye düşündü.
“Bayan Lin’i taklit etme!” diye bağıracaktı ama kızın yüzünü görünce onun hizmetçilerden biri olmadığını fark etti. Armut Ağacı Avlusu’ndaki on iki küçük oyuncudan biriydi. Ama sahnede onları makyajlı olarak gördüğü için hangisi olduğunu çıkaramadı. Yüzünü ekşiterek dilini çıkardı ve eliyle ağzını kapattı.
“İyi ki dilimi tutmuşum!” dedi kendi kendine. “Patavatsızlığımla Daiyu ve Baochai’in duygularını incittikten sonra, bugün yine başım derde girecekti az kalsın. Bir on iki oyuncuyu üzmediğim kalmıştı!”
Kızı tanımaya çalışırken ona daha da yaklaştı. Daiyu’nün taklitçisi olduğunu düşünmesi çok ilginçti; kız ince ve narin yüz hatları, zayıf bedeni, kavisli kaşları, sonbaharın durgun göllerini andıran berrak gözleriyle gerçekten de Daiyu’ye çok benziyordu. Hatta Daiyu’nün efsanedeki Xi Shi’yi akla getiren kaş çatışı bile aynıydı. Ayrılıp gidemiyordu bir türlü. Büyülenmiş bir şekilde kızı seyretti. Seyrederken de aslında çiçekleri gömmek için çukur kazmadığını, yazı yazdığını gördü. Elinin hareketlerini izledi, yaptığı her dikey ve yatay darbeyi, her nokta ve kıvrımı kendisi de parmağıyla avucunun içinde tekrarladı. Toplam on sekiz darbeydi. Bir an düşündü. Avucuna yazdığı kelime, çardağı kaplayan çiçeklerin adıydı: Japon gülleri.
“Demek güllerin görüntüsü ona şiir yazma ilhamı verdi.” diye düşündü. “Belki iyi bir beyit geldi aklına, unutmadan yazmak istedi; belki de zaten yazdı; şimdi üzerinde biraz daha çalışıyor. Bakalım başka ne yazacak.”
Kız yazmaya devam ederken, Baoyu de deminki gibi el hareketlerini izledi. Yine Japon gülü yazdı, sonra bir daha, bir daha. Sanki bir büyünün etkisi altında gibiydi. Birini bitirip diğerini yazıyordu. Arka arkaya onlarca kere yazmış olabilirdi. Tıpkı kız gibi Baoyu de çardağın öbür tarafında sanki aynı büyüye kapılmış gibiydi çünkü artık hangi hareketi yapacağını iyi bildiği hâlde gözlerini ayırmadan tokayı seyretmeye devam ediyordu.
“Böyle davranması için aklında kimselere söyleyemediği bir şeyler olmalı.” diye düşündü. “Dışarıdan davranışlarını gören, içten içe neler çektiğini anlar. Çok kırılgan görünüyor. Acı çekmek için fazla kırılgan. Ah keşke birazını senin yerine ben taşısam, canım!”
Yazın bunaltıcı günlerinde hava önceden tahmin edilemiyordu; berrakken birden bulanıveriyor, küçük bir bulut bazen bir sağanağın habercisi oluyordu. Baoyu kızı seyrederken, aniden serin bir rüzgâr esti, hemen arkasından tıslayan bir yağmur indirdi. Kızın saçlarından suların süzüldüğünü ve giysilerinin sırılsıklam olduğunu görüyordu.
“Yağmur yağıyor! Bu narin bedeniyle böyle bir sağanakta kalmamalı!” diye düşündü endişeyle. “Yazmayı bırak artık! Bak, ıslanıyorsun!” diye seslendi istemeye istemeye.
Kız sesi duyunca irkilip başını kaldırdı. Güllerin arkasında birisi olduğunu görebiliyordu ama kısmen Baoyu kız gibi güzel yüz hatlarına sahip olduğundan, kısmen de yüzünün ancak bir kısmını görebildiğinden onu hizmetçi sandı. Bu yüzden de Baoyu olduğunu bilseydi yapacağı gibi ondan kaçmak yerine, minnetle gülümsedi.
“Hatırlattığın için teşekkür ederim. Ya sen? Sen de ıslanmıyor musun?”
“Ay!” diye bağırdı Baoyu. Kızın bu sözleriyle bütün vücudunun buz gibi olduğunu fark etti. Islanmıştı da. “Olacak şey değil!” dedi.
Kızıl Neşe Avlusu’na doğru fırladı ama aklı yağmurda saklanacak yeri olmayan kızda kaldı.
***
Ertesi gün Dragon Teknesi Festivali olduğundan, Baoyu’nün yazı yazarken seyrettiği kız da dâhil, on iki oyuncu için tatil başlamış ve eğlenmek amacıyla Bahçe’ye gitmişlerdi. İçlerinden ikisi, genç delikanlıları canlandıran Baoguan ile genç hanımları canlandıran Yuguan, yağmur başladığında Xiren ile birlikte Kızıl Neşe Avlusu’nda neşeli zaman geçiriyorlardı. Hizmetçilerle beraber olukları tıkayıp, suyu avluda toplayarak eğleniyorlardı. Yeterince su birikince, yeşil başlı yaban ördeklerini, sunaları, mandarin ördeklerini ve diğer su kuşlarını yakalayıp kanatlarını bağladılar, sonra avlu kapısını kapatıp hayvanları yüzsünler diye suya bıraktılar. Hepsi verandada durmuş onları seyrederken, Baoyu geri gelip kapının kapalı olduğunu gördü ve birisi gelip açsın diye kapıya vurdu. Kızlar o kadar yüksek perdeden gülüyorlardı ki bu sesi duymalarına imkân yoktu. Baoyu birkaç dakika bağırıp, kapıyı sarsacak derecede yumruklamak zorunda kaldı ancak o zaman içeriden duydular. Xiren onun bu kadar erken dönmesini beklemiyordu.
“Acaba bu saatte kim geldi?” dedi. “Birisi gidip kapıyı açar mı?”
“Benim!” diye bağırdı Baoyu.
“Bayan Baochai mi o?” dedi Sheyue.
“Yok canım!” dedi Qingwen. “O bu saatte gelmez.”
“Şu aralıktan bir bakayım.” dedi Xiren. “Uygun görürsem alırım içeri. Bu yağmurda kimseyi geri çevirmek istemeyiz.”
Üstü kapalı koridordan kapıya doğru yürüdü, iki kapı arasındaki aralıktan bakıp Baoyu’nün üzerinden sular damlayarak, perişan bir tavuk gibi orada durduğunu görünce hem dehşete kapıldı hem de gülmeden edemedi. Hemen kapıyı açtı ve ellerini çırparak gülmekten iki büklüm oldu.
“Efendi Bao! Senin olduğun hiç aklıma gelmedi! Bu yağmurda neden geldin?”
Baoyu çok sinirliydi ve kapıyı açan kim olursa olsun haddini bildirmeye kararlıydı. Kapı açılır açılmaz, kim diye bakmadan tekmeyi savuruverdi. Kapıyı genç hizmetçilerden birinin açacağını sanmıştı. Xiren kaburgalarına gelen tekmeyle acı içinde çığlık attı.
“Alçak yaratıklar!” diye bağırdı Baoyu. “Size hep iyi davrandığım için her şeyi yapabileceğinizi sanıyor, saygı duygusunu kaybediyorsunuz! İyice maskaranız oldum!”
O anda başını eğip bakınca, ağlayan Xiren’i gördü ve yanlış kişiyi tekmelediğini anladı.
“Ay! Sen miydin? Nerene vurdum?”
O ana kadar Xiren, Baoyu’den hiç böyle kötü sözler duymamıştı. Yediği tekme ve onca insanın içinde işittiği azar yüzünden hissettiği utanç, öfke ve acı karışımı duygu katlanılacak gibi değildi. Yine de dayanmaya çalıştı çünkü yaygara koparmak, Baoyu’nün kendisine vurmak istediğini kabullenmek demekti; hâlbuki durumun kesinlikle öyle olmadığını biliyordu.
“Vurmadın. Bana isabet etmedi.” dedi. “Gel içeri de üstünü değiştir.”
Baoyu içeri girip kıyafetlerini çıkarırken, “Bunca yıldır ilk kez birisine öfkeyle vuruyorum. Bunun da sana rastlamış olması çok kötü!” dedi şakayla karışık.
Xiren dayanmak için çaba gösterdiği acısına rağmen Baoyu’nün üstünü değiştirmesine yardım ediyordu. Onun bu sözleri üzerine güldü.
“Her şeyi yapmaya hep benimle başlıyorsun zaten.” dedi. “Büyük ya da küçük, hoş ya da nahoş her şeyi ilk önce bende denemen çok doğal. Ama bu seferki farklı, umarım bundan sonra herkesi tekmeleyerek dolaşmazsın.”
“Biliyorsun sana vurmak istemedim!” dedi Baoyu.
“İstedin diyen oldu mu?” dedi Xiren. “Normalde kapıyı daha küçükler açıyor ama son zamanlarda o kadar küstahlaştılar ki herkesi çileden çıkarıyorlar. Onlardan birini tekmeleyip içlerine Tanrı korkusu soksaydın, çok iyi olurdu. Ama yok, hata bende. Kendim açacağıma onlara açtırmalıydım kapıyı.”
Onlar konuşurlarken yağmur durdu. Baoguan ve Yuguan gittiler. Xiren’in yan tarafındaki acı o kadar fazlaydı ki midesi bulandığından akşam yemeği yiyemedi. Yatma zamanı geldiğinde üstünü çıkarınca, göğsünün yan tarafına yayılan tas büyüklüğünde bir morluk gördü. Çok korktu ama kendine hâkim olup bağırmadı. Yattıktan sonra da acısı devam etti ve uykusunda inledi. Baoyu onu bilerek tekmelememişti ama Xiren’in hareket ederken ne kadar acı çektiğini görünce rahatsızlık duydu; çok sert vurduğunun farkındaydı. Yatağından kalktı, parmak uçlarına basarak bir lamba alıp bakmak istedi. Yatağının ayakucuna geldiğinde Xiren’in iki kere öksürdüğünü ve balgam tükürdüğünü gördü. Kız nefesi kesilerek gözlerini açınca Baoyu’yü karşısında buldu.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu, irkilerek.
“Uykunda inliyordun. Canını çok yaktım galiba. Bir bakayım.”
“Başım dönüyor.” dedi Xiren. “Ağzımda acı bir tat var. Yere bir baksana.”
Baoyu lambayı yere doğru tuttu. Yatağın yanında, Xiren’in tükürdüğü yerde parlak kırmızı kan lekesi görünce dehşete kapıldı.
“Ne korkunç!” diye bağırdı.
Xiren de baktı ve kanı görünce içi fena oldu.
Sonra olanlar gelecek bölümde.

31. BÖLÜM
Parçalanan bir yelpaze gümüş bir kahkaha değerindedir.
Kayıp bir Tekboynuz mutlu bir evliliğin işaretidir.
Kanı göre Xiren fenalaştı çünkü hep insanların, “Gençken kan tükürürsen, erken ölürsün ya da hayatını hastalıklı olarak geçirirsin.” dediklerini duyardı. Şimdi bunu hatırlayıp geleceğe dair bütün parlak ve tutkulu umutlarının boşa gittiğini hissetti. Acı acı gözyaşı döktü. Bunu gören Baoyu’nün de yüreği sızladı.
“Ne oldu?” diye sordu.
“Yok bir şey.” dedi Xiren zoraki gülümseyerek. “İyiyim.”
Baoyu hizmetçilerden birini çağırıp biraz pirinç şarabı ısıtmasını ve keçi kanı hapı getirmesini isteyecekti ama Xiren gözyaşlarının arasından gülümseyerek elini tutup onu durdurdu.
“Eğer velvele koparırsan, herkes buraya doluşur ve caka satıyorum diye beni suçlar. Hem zaten kimse bir şeyin farkında değilken, dikkatleri üzerimize çekmemiz ikimiz için de iyi olmaz. Yapacağın en mantıklı şey, yarın çocuklardan birini Dr. Wang’a gönderip ilaç aldırman. Kimse anlamadan, birkaç dozdan sonra iyileşirim herhâlde. En iyisi bu, değil mi?”
Baoyu ona hak verdi ve başkalarını ayağa kaldırma fikrinden vazgeçti. Masanın üzerindeki çaydanlıktan bir fincan çay koyup, ağzını çalkalaması için Xiren’e verdi. Xiren efendisinin başında beklemesinden rahatsız oldu ama yardımını geri çevirirse herkesi ayaklandıracağından korkarak, yatağına yatıp delikanlının üzerine titremesine izin verdi.
Ertesi gün, şafak sökerken, Baoyu kıyafetlerini üstüne geçirdi, yıkanıp taranmayı bile beklemeden Bahçe’den çıktı, konağın ön tarafındaki çalışma odasına gitti. Doktor Wang Jiren’i çağırtıp soru yağmuruna tuttu. Doktor söz konusu kanamanın tekmeden kaynaklandığını öğrenince, durumu fazla ciddiye almadı; sadece bazı hapların adını verip lapanın içine katılmasını söyledi. Baoyu onun talimatlarını not etti ve yerine getirmek için Bahçe’ye döndü. Ama burası bizim hikâyemizin bir parçası değil.
***
Festival günü gelmişti. Eğir otları ve pelinler kapılara asılmış, herkes giysisine kaplan muskası takmıştı. Öğlen Wang Hanım küçük bir parti verdi, Xue teyze ve Baochai de davetliler arasındaydı. Baoyu kızın tavırlarının buz gibi olduğunu ve kendisiyle gönülsüz konuştuğunu görünce önceki gün ona karşı patavatsızlığı yüzünden olduğunu anladı. Wang Hanım da Baoyu’nün keyifsizliğini önceki gün Jinchuan ile yaşananlara atfedip ona aldırış bile etmedi. Baoyu’nün somurtkanlığını gören Daiyu ise Baochai’i gücendirdiği için böyle olduğunu düşünüp, bu konuya böylesine önem vermesine içerleyip kendisi de surat astı. Önceki gece Baoyu ile Jinchuan arasında olanları Wang Hanım’dan öğrenen Xifeng’a gelince, yengesinin hoşnutsuzluğunu düşünerek neşesi kaçtı, her zamanki gibi gülüp şakalaşmadı; böylelikle atmosfer daha da soğudu. Herkesin son derece keyifsiz olduğunu gören Yingchun, Tanchun ve Xichun de rahatsız oldular. Sonunda, çok kısa bir süre daha oturmaya devam eden grup dağıldı.
Daiyu normalde yalnızlığı toplantılara tercih ederdi. Bunun nedeni olarak da “Bir araya gelmenin kaçınılmaz sonucu ayrılmaktır ve insanlar birlikteliklerden ne kadar keyif alırlarsa, ayrıldıklarında kendilerini o kadar yalnız ve mutsuz hissederler. O zaman en başından bir araya gelmemek daha iyi. Aynı şey çiçekler için de geçerli. Açtıkları zaman insanları sevindirirler ama solduklarını görmek ekstra hüzün getirir; o zaman hiç açmasınlar daha iyi.” derdi.
Öte yandan Baoyu bunun tamamen tersini düşünüyordu. Partilerin sonsuza kadar devam etmesini, çiçeklerin de sürekli açmalarını isterdi. Sonunda partiler bittiğinde ve çiçekler solduğunda, tabii ki çok üzülürdü ama bunun bir çaresi yoktu.
Bugün de herkes kasvetli bir şekilde partiden ayrılınca, Daiyu bundan hiç etkilenmedi. Baoyu ise moral bozukluğu içinde, iç çekerek ve kendi kendine söylenerek odasına döndü. Maalesef üstünü değiştirmesine yardım etmek için Qingwen gelmişti. Can sıkacak derecedeki savrukluğu yüzünden bir yelpazeyi yere düşürüp, sonra da üstüne basarak kırdı. “Sakar!” diye azarladı Baoyu. “Kendi evin olduğunda da bu kadar dikkatsiz mi olacaksın?”
Qingwen alaycı bir şekilde burun kıvırdı.
“Son zamanlarda ne kadar huysuz oldunuz, Efendi Bao.” dedi. “Nereye dönsek ters bir bakışınızla karşılaşıyoruz. Dün Xiren bile payını aldı. Bugün de bende kusur buldunuz. Ben de tekme bekleyeyim mi? Vurun! Bir yelpazeye basıp kırmanın bu kadar korkunç bir şey olduğunu sanmıyorum. Geçmişte sayısız kâse ve fincan kırıldı ama kılınızı kıpırdatmadınız. O zaman şimdi bu yaygara niye? Benim hizmetimden memnun değilseniz, kovun ve daha iyisini alın. Lafı dolandırmaya lüzum yok.”
Onu dinlerken Baoyu o kadar sinirlendi ki tir tir titriyordu.
“Merak etme, yakında gideceksin zaten!” diye bağırdı.
Yan odadan bu konuşmaya kulak misafiri olan Xiren hemen içeri girdi.
“Yine ne oldu?” diye sordu, Baoyu’ye dönerek. “Arkamı döner dönmez bir sorun çıkıyor demiştim ben sana.”
“Bunu biliyordun madem, biraz daha erken gelip bu krizi önleseydin ne iyi olurdu!” dedi Qingwen. “Ona en iyi hizmet eden tek kişinin sen olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama hiçbirimiz bunu nasıl başardığını anlayamıyoruz. Sanırım bu işi o kadar iyi becerdiğin için dün kaburgalarına tekmeyi yedin. Bu kötü hizmetimin karşılığında beni neler bekliyor kim bilir!”
Xiren, duyduğu öfke ve utançla ters bir cevap verecekti ama Baoyu’nün sinirden mosmor kesilen yüzünü görünce kendini tuttu.
“Hadi şimdi iyi bir kız ol ve gidip dışarıda oyalan! Suçlu olan biziz.”
Qingwen, doğal olarak “biz” diyerek Baoyu ile kendisini kastettiğini düşündü ve kıskançlıktan kudurdu.
“Biz de ne demek?” diye sordu, alaycı bir şekilde gülerek. “Sizin adınıza ben utanıyorum. Bu şeytanca oyunlarınızla beni kandıramazsınız! Kimse görmediği zaman, aranızda neler olduğunu biliyorum. Biz diyerek neyin peşinde olduğunun da farkındayım. Ama daha odalık seviyesine bile gelemedin. Yani hiçbirimizden tek bir farkın yok. ‘Biz’ olma durumunu nereden çıkarıyorsun bilmem.”
Xiren onun bu patavatsızlığı karşısında kıpkırmızı kesildi. Dilinin sürçtüğünü çok geç anladı. Aslında “biz” demekle kendisiyle Qingwen’i kastetmişti, onun düşündüğü gibi Baoyu ile kendisini değil. Ama yanlış anlaşılmaya yol açmıştı.
Ters cevap veren Baoyu oldu.
“Eğer endişelendiğin şey buysa, sırf sana nispet olsun diye, yarın onu terfi ettirip odalığım yapacağım. Kıskançlığını buna sakla!” dedi Baoyu öfkeyle.
Xiren onu zapt etmek için elinden tuttu.
“Aptal bir kızla neden tartışıyorsun? Geçmişte bundan çok daha beter şeylere bile aldırış etmedin. Şimdi ne oldu?”
Qingwen cırtlak bir kahkaha attı.
“Evet ya! Ben sizinle konuşamayacak kadar aptalın tekiyim! Köleden başka bir şey değilim zaten.”
“Benimle mi tartışıyorsunuz, küçük hanım, yoksa Efendi Bao ile mi?” diye sordu Xiren. “Eğer garezin banaysa, benimle başka bir yerde konuşabilirsin. Efendi Bao’nın önünde kavga etmene gerek yok. Eğer Efendi Bao ile tartışmak istiyorsan, o zaman en azından biraz daha sakin olabilir, kimseye duyurmazsın. Ben herkesin iyiliği için, durumu yatıştırmak ve huzuru sağlamak üzere içeri geldim. Neden bana saldırıp kusurlarımı çıkarmaya başladığını anlayamadım. Bana mı, yoksa Efendi Bao’ya mı kızdığına kendin de karar veremiyor gibisin. Bir oraya, bir buraya saldırıyorsun. Neyse, başka bir şey demeyeceğim. Ben gidiyorum, artık meseleyi kendin hallet.”
Böyle söyleyip dışarı çıktı.
“Bu kadar öfkelenecek bir şey yoktu.” dedi Baoyu, Qingwen’e. “Senin canını sıkan şeyin ne olduğunu biliyorum. Artık eve gönderilmen gereken yaşa geldiğini söyleyeceğim anneme. Senin asıl istediğin bu, değil mi?”
“Ben gitmek istemiyorum. Neden isteyeyim ki?” dedi Qingwen, gözünde yaşlarla. “Benden kurtulmak için uyduruyorsunuz bunları, değil mi çünkü yolunuza çıkıyorum. Ama kolay kurtulamayacaksınız!”
“Bak, daha önce hiç böyle bir şeye katlanmak zorunda kalmamıştım.” dedi Baoyu. “Gitmeyi aklına koymuşsun sen. En iyisi gidip annemden bu meseleyi halletmesini isteyeyim.”
Gitmek üzere kapıdan çıkarken Xiren gelip yolunu tıkadı.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu gülerek.
“Anneme anlatmaya.”
“Ne saçma!” dedi Xiren. “Hiç utanmayacak mısın? Qingwen gerçekten gitmek istiyorsa bile, bunu hanımefendiye söylemek için uygun çok zaman olacak; herkes biraz yatışsın, sen de sakinleş ve toparlan. Şu hâlinle koşup gidersen, hanımefendi bir şeylerden şüphelenir.”
“Hiçbir şeyden şüphelenmez.” dedi Baoyu. “Qingwen’in gitmek için can attığını açık açık söyleyeceğim.”
“Ne zaman can attım ki?” dedi Qingwen, hıçkırarak. “Çok öfkeli olduğunuzdan, beni alt etmek için lafımı çarpıtıyorsunuz. Gidin, söyleyin! Beynimi patlatsalar bu odadan çıkmam!”
“Gerçekten çok tuhaf!” dedi Baoyu. “Gitmek istemiyorsun ama sesini de kesmiyorsun. Bu iyi bir şey değil. Ben böyle tartışmalara gelemem. Anneme anlatıp konuyu halledeceğim.”
Bu sefer gitmeye çok kararlı görünüyordu. Onu durduramayacağını anlayan Xiren dizlerinin üzerine çöktü. Her zamankinden daha büyük bir kavga çıkacağının farkında olan Bihen, Qiuwen ve Sheyue dışarıda nefeslerini tutmuş bekliyorlardı. Xiren’in diz çöküp Qingwen için yalvardığını anlayınca, sessizce içeri girip onun arkasında diz çöktüler. Baoyu Xiren’i ayağa kaldırdı, içini çekip yatağının kenarına oturdu, diğerlerine de kalkıp dışarı çıkmalarını söyledi.
“Ne yapmamı istiyorsun?” diye sordu Xiren’e. “Kalbim paramparça oldu, kimsenin umurunda değil.”
Gözlerine dolan yaşlar yanaklarından aşağıya süzüldü. Bunu gören Xiren de ağlamaya başladı. Ağlayarak yanlarında dikilen Qingwen bir şey diyecekti ama tam o anda Daiyu içeri girince kaçıp gitti.
“Bu festival gününde böyle ağlamak da ne?” diye sordu Daiyu alaycılıkla, ağlayan ikiliye bakıp. “Yoksa zongzi[1 - Farklı şeylerle doldurulmuş ve bambu yapraklarına sarılmış, yapışkan pirinçten yapılan geleneksel Çin pirinç yemeği. Geleneksel olarak Dragon Teknesi Festivali’nde yenir. (ç.n.)] için mi kavga ediyordunuz?”
Baoyu ve Xiren bir kahkaha attılar.
“Eğer Kuzen Bao söylemezse sen söylersin. Hadi!” diye devam etti Daiyu, Xiren’in omuzuna dostça vurarak. “Her şeyi anlat. Belli ki ikiniz bir şey için kavga ediyordunuz. Ne için olduğunu söyle bana da aranızı düzelteyim.”
“Aman küçük hanım! Şaka mı yapıyorsun?” dedi Xiren, onu koluyla hafifçe iterek. “Ben sadece bir hizmetçiyim. Böyle şeyler söyleme bana!”
“Sen kendine hizmetçi diyebilirsin ama ben seni yengem olarak kabul ediyorum.”
“Neden insanların dalga geçecekleri isimler takıyorsun ona?” diye karşı çıktı Baoyu. “Zaten insanlar yeterince dedikodu yapıyorlar. Bir de sen eklenirsen nasıl başa çıkacak?”
“Neler hissettiğimi bilmiyorsun, küçük hanım.” dedi Xiren. “Ölmeden bana huzur yok.”
“Sen ölürsen başkaları ne yapar bilmem ama ben üzüntüden ölürdüm!” dedi Daiyu.
“Ben de rahip olurdum.” dedi Baoyu.
“Biraz daha ciddi olun.” dedi Xiren. “İkiniz de benimle dalga geçiyorsunuz.”
Daiyu iki parmağını havaya kaldırıp, muzip bir ifadeyle Baoyu’ye baktı.
“Rahip oluşun iki etti. Bundan sonra hesap tutacağım.”
Baoyu önceki gün söylediği şeyi ima ettiğini biliyordu ve konuyu gülerek geçiştirdi. Kısa bir süre sonra Daiyu gitti. Hemen onun ardından birisi Xue Pan’den bir davet haberi getirdi. Baoyu bu defa gitmesinin iyi olacağını düşündü. Bu seferkinde sadece içki vardı ama Xue Pan parti bitene kadar onu bırakmadı. Akşam bayağı sarhoş hâlde döndü eve.
Sallanarak avlusuna girdiğinde, birisinin serinlemek için yatağını dışarıya çıkarıp uyuduğunu gördü. Xiren olduğunu düşünerek yatağın kenarına oturup onu dürttü.
“Ağrın geçti mi?”
“Beni rahat bırakır mısınız?” dedi yataktaki kişi doğrulup oturarak.
Xiren değil de Qingwen olduğunu gören Baoyu kızın elinden tutup yanına çekti.
“Giderek daha da inatçı oluyorsun.” dedi gülerek. “Bu sabah yelpazeyi kırdığında sadece birkaç zararsız söz söyledim ama sen veryansın ettin! Sonra Xiren bütün iyi niyetiyle seni ikna etmeye çalışırken, ona saldırdın! Gerçekten bunun yersiz olduğunu düşünmüyor musun?”
“Hava çok sıcak, ellerinizi üzerimden çekin.” dedi Qingwen. “İnsanlar görseler ne derler? Sizinle burada böyle oturmam doğru değil.”
“Madem burada oturmanın doğru olmadığını biliyorsun, neden yatıyorsun?” diye takıldı Baoyu. Bir cevap veremeyen kız kıkırdadı.
“Siz burada yokken sorun değil. Bunu yanlış yapan şey sizin burada olmanız. Şimdi izin verin de kalkıp banyo yapayım. Xiren ile Sheyue yıkandılar, onları size göndereyim.”
“Çok içtim, bana da yıkanmak iyi gelir. Sen de yıkanmadığına göre küveti doldur da beraber yıkanalım.”
Qingwen gülerek bu teklifi reddetti.
“Yok olmaz! Buna cesaret edemem. Bihen yıkanmanıza yardım ederken neler olduğunu unutmadım. İki üç saat sürmüştü de hepimiz çok endişelenmiştik. Siz orada olduğunuz için içeri de girmek istemedik, sonradan girip baktık ki her yer su içinde kalmıştı, yatağın ayakları göl olmuş, hatta üzerine bile suç sıçramıştı. Kim bilir nasıl yıkanıyordunuz! Günlerce buna güldük. Benim o kadar suyu temizleyecek zamanım yok, o nedenle sizinle yıkanamam. Hem zaten hava serinledi, yıkanacağımı hiç sanmıyorum. Size bir tas su getireyim, yüzünüzü yıkayıp saçınızı tarayın. Yuanyang bir sürü meyve gönderdi, büyük bir kâse buzlu suyun içine koyduk. Size getirmelerini söyleyeyim.”
“Peki o zaman!” dedi Baoyu. “Sen yıkanmıyorsan, ben de sadece ellerimi yıkarım. Biraz meyve gönderebilirsin.”
Qingwen güldü.
“Daha bugün bana sakar olduğumu söylediniz. Yelpazeyi bile kırmadan taşıyamıyorum. Meyve nasıl getireyim? Ya tabağı kırarsam? Bunun sonucunu düşünemiyorum bile!”
“Ne istersen yap!” dedi Baoyu. “Bu eşyalar bizim kullanmamız için var. Nasıl kullanacağımız kişisel tercihimize kalmış. Örneğin, yelpazeler serinlemek içindir ama eğer sen onları parçalamaktan zevk alıyorsan, bunu yapmaman için bir neden yok. Yapmaman gereken şey, öfkeni onlardan çıkarmak. Tabaklar ve fincanlar için de aynı şey geçerli. Onlar yiyecek ve içecekleri koymak içindir. Ama eğer sen sırf çıkan sesi seviyorsun diye onları kırmak istersen, bunu yapabilirsin. Yeter ki hırsa kapılıp sinirini onlardan çıkarma! Altın kural bu.”
“Peki o zaman.” dedi Qingwen, sinsi bir gülüşle. “Yelpazenizi verin de parçalayayım. Yırtılan yelpaze sesine bayılıyorum.”
Baoyu çıkarıp verdi. Kız hevesle alıp ’çıt’ diye ikiye ayırdı. Sonra tekrar ve tekrar. Baoyu takdir eden bir izleyici olarak gülerek teşvik etti.
“Aferin! Daha çok ses çıkar!”
Tam o sırada Sheyue geldi. İkisine de öfkeyle baktı.
“Yapmasana!” dedi. “Eşyaları böyle ziyan etmek çok kötü bir şey!”
Ama Baoyu ayağa fırlayıp onun yelpazesini de elinden aldı ve Qingwen’e verdi. Kız hemen paramparça etti. Bunun üzerine ikisi bir kahkaha kopardılar.
“Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?” dedi Sheyue. “Kırdığınız benim yelpazemdi. Eğlence anlayışınız bu mu?”
“Eski bir yelpazeydi zaten!” dedi Baoyu. “Yelpaze kutusundan başka bir tane al kendine.”
“En iyisi kutuyu buraya getirin de hepsini kırsın!”
“Tamam. Hadi git, getir.” dedi Baoyu.
“Böyle bir saçmalık yapmam! Bileğini kırmadı ya, o gidip getirsin.”
“Yoruldum ben.” dedi Qingwen, kendini beğenmiş bir şekilde yatağa uzanarak. “Birazını da yarın parçalarım.”
Baoyu güldü.
“Eskiler ne der bilirsin.” dedi Baoyu. “Bin parça altın bile güzel bir kadının gülümsemesini satın alamaz. Birkaç yelpazenin lafı mı olur?”
Sonra Xiren’e seslendi. Üzerine temiz kıyafetlerini giyen Xiren dışarı gelip, onlara katıldı. Küçük Jia Hui kırılan yelpaze parçalarını temizledi. Sonra hepsi bir süre oturup serinliğin tadını çıkardılar. Ama hikâyemiz bu akşama dair başka bir ayrıntı vermiyor.
***
Ertesi gün öğlen Wang Hanım, Baochai, Daiyu ve kızlar Büyük Hanımefendi Jia’nın salonunda otururlarken, birisi Shi Xiangyun’ün geldiğini haber verdi. Kısa bir süre sonra bir grup yaşlı kadın ve genç hizmetçi eşliğinde Shi Xiangyun avluya girdi. Baochai, Daiyu ve diğerleri onu karşılamak için dışarı koştular. Bir aydır birbirlerini görmeyen genç kızlar için tekrar kavuşmak sevgi göstermek için bir fırsattı. Karşılıklı olarak duyguların ifade edilmesinden sonra hepsi içeri girince, selamlaşmalar, hatır sormalar tamamlandı ve Büyükanne Jia, hava çok sıcak olduğundan Xiangyun’e üstünü çıkarmasını önerdi. Kız hevesle ayağa kalktı ve üst üste giydiği iki parça kıyafetini çıkardı.
“Hayret çocuğum!” dedi Wang Hanım, şaşkınlık içinde. “Ne kadar çok şey giymişsin! Hiç bu kadar sıkı giyinen birini görmemiştim.”
“Shi teyzem giydirdi hepsini.” dedi Xiangyun. “Mecbur kalmasam asla giymezdim!”
“Sen Xiangyun’ü bilmezsin, teyze.” diye araya girdi Baochai, gülerek. “Başkalarının kıyafetlerini giymeye bayılır. En çok da erkeklerinkini. Geçen yıl üçüncü ya da dördüncü ayda buraya geldiği zaman, Baoyu’nün kürklerinden birini ve çizmelerini giymiş, beline de kemerlerinden birini takmıştı. İlk bakışta Kuzen Bao’ya benziyordu. Sadece küpeleri onu ele veriyordu. Şu sandalyenin arkasında durunca, Büyükanne Jia bile aldanıp, ‘Baoyu, gel buraya! Dikkatli olmazsan o lambanın püsküllerinden gözüne toz kaçacak!’ demişti. Ama Xiangyun sadece gülmüş ve yerinden kıpırdamamıştı. Sonunda insanlar daha fazla dayanamayıp gülünce, büyükanne de kim olduğunu anlayıp gülmüş; çok yakışıklı bir delikanlı olduğunu söylemişti.”
“Bu bir şey mi?” dedi Daiyu. “Ya geçen yıl, birinci ayda iki günlüğüne bize kalmaya geldiğinde, kar yağdığı zaman olanlar? Büyükanne ve Wang teyze bir yerden yeni gelmişlerdi, galiba atalarımızın resimlerine saygılarını sunup dönmüşlerdi. Xiangyun büyükannenin yeni kırmızı yün pelerinini görünce kaptığı gibi üstüne geçirmiş, ona çok büyük ve uzun geldiğinden bir mendille belinden bağlayıp öyle dışarı çıkmış, hizmetçilerle beraber kardan adam yapmıştı. Sonra su oluğunun üstüne düşmüştü de her tarafı çamur olmuştu.”
Diğerleri de bu olayı hatırlayıp güldüler.
Baochai, Xiangyun’ün dadısı Bayan Zhou’ya, Xiangyun’ün hâlâ eskisi kadar erkeksi olup olmadığını sordu. Dadı Zhou hiçbir şey söylemeden güldü.
“Ben muzipliklerine pek aldırmıyorum da keşke bu kadar geveze olmasaydı.” dedi Yingchun. “İnanmazsınız, gece yatağında bile konuşmaya devam ediyor, sonra gülüyor ve tekrar konuşuyor, tekrar gülüyor. Anlattığı saçmalıkları hayatınızda duymamışsınızdır. Nereden buluyor bunları, bilmem!”
“Belki de artık düzelmiştir.” dedi Wang Hanım. “Geçen gün birisinin bir nişan meselesinden söz ettiğini duydum; belki de yakında kayınvalidesiyle beraber oturacak. O zaman bu kadar erkeksi olamaz, kendisine çekidüzen vermesi gerekir.”
“Bu sefer kalıyor musun, yoksa dönecek misin?” diye sordu Büyükanne Jia.
“Hanımefendi getirdiğimiz kıyafetleri görmedi.” diye cevap verdi Dadı Zhou. “Bir iki gün kalmak istiyoruz.”
“Bao evde yok mu?” diye sordu Xiangyun.
“Şuna bakın!” dedi Baochai. “Aklı fikri Kuzen Bao’da. İkisi de yaramazlığa düşkün olduğundan çok iyi anlaşıyorlar. Demek ki muziplikleri henüz geçmemiş.”
“Artık yeterince büyüdünüz, birbirinize bebeklik isimlerinizle hitap etmeseniz iyi olur.” dedi Büyükanne Jia, nişandan söz edilince artık bebeklerinin hızla birer yetişkin olduklarını hatırlayarak.
O sırada Baoyu geldi.
“Ah! Merhaba, Yun!” diye bağırdı. “Geçen seni davet ettiğimizde neden gelmedin?”
“Büyükanne daha demin artık birbirinize bebeklik isimlerinizle hitap etmemenizi söyledi.” dedi Wang Hanım. “Sanırım bu iyi bir başlangıç olmadı.”
“Kuzenimiz sana güzel bir şey verecek.” dedi Daiyu, Xiangyun’e.
“Öyle mi? Neymiş?” dedi Xiangyun.
“İnanma sen ona!” dedi Baoyu, gülerek. “Tanrı’m! Geçen kısa zaman içinde ne kadar da uzamışsın!”
Xiangyun güldü.
“Xiren nasıl?”
“Çok iyi, teşekkürler.”
“Onun için bir şey getirdim.” dedi Xiangyun. Düğüm yapılmış, ipek bir mendil çıkardı.
“O da ne?” diye sordu Baoyu. “Neden geçen gün gönderdiklerin gibi bir çift kırmızı, akik küpe getirmedin?”
“Bunların ne olduğunu sanıyorsun?” dedi Xiangyun ve gülerek mendili açıp öncekilere benzeyen dört küpe çıkardı.
“Şu kıza bir bakın!” diye bağırdı Daiyu. “Bunlar geçen gün uşağınla gönderdiklerinin aynısı. O zaman bunları da ekleyip zahmetten kurtulsaydın ya! Ben de mendile sarıp kendin getirince, daha nadir bulunan bir şey olduğunu sandım. Aynısından birkaç tane daha! Ne aptalsın!”
“Sensin aptal!” dedi Xiangyun. “Niyetimi anlattığım zaman, buradakiler hangimizin daha aptal olduğuna karar verirler. Sana ve kızlara bir şeyler gönderdiğimde, uşağın bir şey söylemesine gerek kalmadan sizin için olduğunu anlayacağınızı düşünüyorum ama eğer hizmetçilerden birine bir şey gönderiyorsam, uşağa kimin için olduğunu iyice açıklıyorum. Eğer uşak akıllı biriyse, sorun yok ama pek de parlak bir zekâya sahip biri değilse ve isimleri hatırlamakta zorluk çekerse, sizinkiler de dâhil her şeyi birbirine karıştırabilir. Eğer gönderdiğim kişi kadınsa, durum o kadar kötü olmaz ama geçen günkü erkekti ve onların kız isimleri konusunda ne kadar umutsuz vaka olduklarını bilirsiniz. Yani, hizmetçilerin hediyelerini kendim getirirsem çok daha iyi olur diye düşündüm. İşte!” Küpeleri birer birer masaya koydu.
“Biri Xiren’e; biri Yuanyang’a, biri Jinchuan’a, biri de Pinger’ya. Bir uşak bu isimleri doğru hatırlayabilir mi sence?”
Herkes güldü.
“Zekice!” dediler.
“Ne güzel konuştun!” diye bağırdı Baoyu. “Her zaman ne yapacağını iyi bilir!”
“O kadar güzel konuşmasaydı, o altın Tekboynuz’u hak etmezdi.” dedi Daiyu, öfkeyle ayağa kalkıp salondan çıkarak.
Neyse ki dediklerini sadece Baoyu ve Baochai duydu. Baochai yüzünü ekşiterek güldü; Baoyu de yine yersiz konuştuğu için pişmanlık duydu ama Baochai’in yüz ifadesini görünce kendisi de güldü. Sonra Baochai ayağa fırlayıp Daiyu’ye takılmaya gitti.
“Çayını içip dinlendikten sonra, gidip evli kuzenlerini görebilirsin. Kızlarla Bahçe’de gezinirsin. Çok güzel ve serindir orası.” dedi Büyükanne Jia.
Xiangyun teşekkür etti. Küpeleri tekrar mendile sardı; dadılarının ve hizmetçilerinin eşliğinde Xifeng’a uğradı; bir süre onunla sohbet ettikten sonra Bahçe’ye gidip Li Wan’i gördü; onunla da kısa bir süre oturup Xiren’i bulmak için Kızıl Neşe Avlusu’na gitti.
“Hepinizin benimle gelmesine gerek yok.” dedi dadılarına ve hizmetçilerine. “Siz de gidip dost ve akrabalarınızı görebilirsiniz. Sadece Cuilu kalsın yeter.”
Diğerleri teşekkür edip dağıldılar. Xiangyun Cuilu ile kaldı.
“Neden lotuslar açmamış?” diye sordu Cuilu.
“Henüz zamanı gelmedi.” dedi Xiangyun.
“Bak, onlar da bizim havuzdakiler gibi çift çiçekli olacak.” dedi Cuilu.
“Bizimkiler daha güzel.” dedi Xiangyun.
“Nar ağaçlarına bak! Dört beş dal üst üste birleşmiş. Pek kolay bir şey değil! Nasıl olmuş acaba?”
“Bitkiler de insanlar gibidir.” dedi Xiangyun. “Yapıları ne kadar sağlıklı olursa, o kadar iyi büyürler.”
“Buna inanmıyorum ben!” dedi Cuilu, başını sallayarak. “Madem insanlarla bitkiler aynı, neden başının üstünde bir baş daha olan kimse görmüyoruz?”
Xiangyun kızın saflığı karşısında kahkahasını tutamadı.
“Sana daha önce de söyledim, çok konuşuyorsun!” dedi. “Şimdi sana bunu nasıl açıklayacağıma bir bakalım. Dünyadaki her şey Yin ve Yang denilen ikili prensiple şekillenir. Yani iyi ya da kötü, tuhaf ya da harika olsun meydana gelen her şey, bu iki gücün olumlu ya da olumsuz etkisine bağlıdır. Kimsenin daha önce görmediği en nadir, en tuhaf şeyler için de bu geçerlidir.”
“Dediğine göre, dünyanın başlangıcından bugüne kadar var olan her şey Yin ve Yang’dı.”
“Hayır, aptal!” dedi Xiangyun. “Konuştukça saçmalıyorsun! O kadar çok Yin ve Yang olabilir mi? Aslına bakarsan Yin ve Yang tek ve aynı şeydir. Birisinin bittiği yerde diğeri başlar. Ama biri sona erince öbürü yoktan var olur anlamına gelmiyor.”
“Bu benim için fazla karışık!” dedi Cuilu. “Ne biçim şey bu Yin ve Yang? Bir biçimleri var mı? Hiç gören olmuş mu? Sadece bunu söyle. Neye benziyorlar?”
“Yin ve Yang bir tür doğal kuvvet.” dedi Xiangyun. “Her şeye kendi ayırt edici biçimini verir. Örneğin, gökyüzü Yang, yeryüzü Yin’dir; su Yin, ateş Yang’dır; güneş Yang, ay Yin’dir.”
“Ah evet! Şimdi anladım.” dedi Cuilu, sevinçle. “Demek bu yüzden yıldız falcıları güneşe ‘Yang yıldızı,’ aya da ‘Yin yıldızı’ diyorlar.”
“Buda’ya şükür! Sonunda anladın!”
“O kadar zor değilmiş! Peki, ya sivrisinek, pire, tatarcık, bitki, çiçek, tuğla, kiremit gibi şeyler? Onlar için de Yin ve Yang var mı?”
“Var tabii! Örneğin yaprak. Yin ve Yang diye ikiye ayrılıyor. Gökyüzüne doğru bakan, üst kısmı Yang, yere bakan, alt kısmı Yin.”
“Anlıyorum. Evet.” diyerek başıyla onayladı Cuilu. “Peki, elimizdeki yelpazeler? Herhâlde onlar için Yin ve Yang yoktur?”
“Var. Ön tarafı Yang; arka tarafı Yin.”
Cuilu tatmin olup başını salladı yine. Soracağı başka nesneler düşündü ama o anda aklına gelmeyince ilham almak için etrafına baktı. O sırada hanımının kuşağına takılı olan altın Tekboynuz gözüne takıldı.
“Peki, hanımım.” dedi eliyle işaret ederek. “Şunun için de Yin ve Yang olduğunu söylemeyeceksin herhâlde?”
“Elbette. Kuşlar ve hayvanlarda erkekler Yang, dişiler Yin’dir.”
“O zaman bu Yang mı, yoksa Yin mi?”
“Yine başlama, aptal kız!” diye bağırdı Xiangyun.
“Tamam, boş ver! Ama her şey için Yin ve Yang varsa, ya biz insanlar?”
“Git şuradan seni sefil şey!” diye bağırdı Xiangyun, tükürerek. “Artık çok ileri gidiyorsun!”
“Neden söylemiyorsun? Neyse, ben biliyorum. Bana bu kadar kötü davranmana gerek yok.”
Xiangyun gülmemek için kendisini tuttu.
“Ne biliyormuşsun bakalım?”
“Sen Yang’sın, ben Yin.” dedi Cuilu.
Xiangyun mendilini ağzına kapatıp kahkaha attı.
“Doğru, değil mi?” diye ısrar etti Cuilu. “Nesi komik?”
“Evet, evet!” dedi Xiangyun. “Çok doğru.”
“Hep öyle demezler mi?” dedi Cuilu. “Efendi Yang’dır; hizmetçi Yin. Ben bile bu kuralı biliyorum.”
“Bildiğinden eminim! Çok güzel.”
Onlar böyle konuşurlarken, gül çardağının kenarında parlayan bir şey Xiangyun’ün gözüne takıldı. Parmağıyla Cuilu’ya işaret etti.
“Gidip baksana, neymiş.” dedi.
Cuilu hemen gidip aldı.
“Ha, ha!” dedi, elindeki nesneyi inceleyerek. “Yang mı, yoksa Yin mi şimdi göreceğiz.”
Böyle dedikten sonra Xiangyun’ün kuşağındaki Tekboynuz’u alıp yakından baktı. Xiangyun elindekini görmek istedi ama Cuilu izin vermedi.
“Gösteremem, hanımım, benim definem.” dedi gülerek. “Ne komik! Nereden geldi acaba? Burada böyle bir şey takan kimse görmedim.”
“Hadi! Göstersene!” dedi Xiangyun.
“İşte!” dedi Cuilu, avucunu açarak.
Xiangyun baktı. Çok güzel, ışıl ışıl, altın bir Tekboynuz’du, kendisininkinden daha büyük ve süslüydü. Uzanıp elinden aldı, avucunun içine koyup bir süre sessizce baktı. Her ne düşündüyse, Baoyu’nün ani gelişiyle yok olup gitti.
“Bu kavurucu güneşin altında durmuş ne yapıyorsunuz?” diye sordu Baoyu. “Neden Xiren’i görmeye gitmedin?”
“Gidiyorduk.” dedi Xiangyun, hemen altın Tekboynuz’u saklayarak.
Üçü beraber Kızıl Neşe Avlusu’na girdiler. Xiren, giriş merdivenlerinin altındaki verandanın parmaklıklarına dayanmış, hava alıyordu. Xiangyun’ü görür görmez, karşılamaya gitti. Onu elinden tutup eve doğru yöneltti. Giderken, neşeyle görüşmeyeli neler yaptıklarını konuştular.
“Daha önce gelmeliydiniz.” dedi Baoyu, içeri girip oturdukları zaman. “Burada senin için sakladığım güzel bir şey var, vermek için gelmeni bekliyordum.”
Bunu söylerken ceplerini karıştırıyordu. Aradığı şeyi bulamayınca, çok şaşırdı.
“Hayret!” Sonra Xiren’e döndü. “Başka bir yere mi kaldırdın?”
“Neyi?” diye sordu Xiren.
“Geçen gün aldığım altın Tekboynuz’u.”
“Her yere yanında götürüyordun. Neden bana soruyorsun?” dedi Xiren.
Baoyu üzüntüyle ellerini kenetledi. “Ah, kaybettim! Şimdi nereden bulacağım?”
Çıkıp aramak için ayağa kalktı. O anda Xiangyun biraz önce dışarıda buldukları o Tekboynuz’u Baoyu’nün düşürdüğünü anladı.
“Ne zamandan beri sendeydi?” diye sordu.
“Birkaç gün oluyor. Tüh! Bir daha onun gibisini bulamam. Asıl sorun, ne zaman kaybettiğimi bilmemem. Ah! Ne aptalım!”
“Bir süs eşyası için mi bu kadar üzülüyorsun?” diye sordu Xiangyun. “Neyse ki daha önemli bir şey değilmiş!” Sonra avucunu açtı. “Bak! Bu mu yoksa?”
Baoyu görünce çok sevindi.
Devamı gelecek bölümde anlatılıyor.

32. BÖLÜM
Baoyu yanlış kişiye itirafta bulununca şaşkına döner.
Utanç Jinchuan’ı intihara sürükler.
Altın Tekboynuz’u gören Baoyu’nün çok sevindiğini söylemiştik. Uzanıp Xiangyun’den hevesle aldı.
“Senin bulmam şaşılacak şey! Neredeydi?”
“Neyse ki kaybettiğin şey buymuş. Bir gün resmî mührünü kaybedersen, o zaman ne olacak?”
“Ah, resmî mühür de bir şey mi?” dedi Baoyu. “Böyle bir şeyi kaybetmek çok daha önemli.”
Bu arada Xiren çayları koyuyordu.
“Önceki gün güzel haberlerini duydum.” dedi Xiangyun’e çayını verirken. “Tebrikler!”
Xiangyun kızardığını göstermemek için fincanının üzerine eğildi ve cevap vermedi.
“Utanacak ne var?” dedi Xiren. “Yıllar önce Büyükanne Jia’nın dairesindeki küçük oyukta beraber yattığımız bir gece bana söylediklerini unuttun mu? O zamanlar utanmıyordun. Şimdi birdenbire ne oldu?”
Xiangyun’ün yüzü daha da kızardı. Zoraki bir şekilde gülümsedi.
“Hâlâ onu mu söylüyorsun?” diye karşı çıktı. “O zamanlar ne kadar yakındık. Sonra amcamın ilk karısı ölünce, ben eve dönmek zorunda kaldım; seni de Kuzen Bao’ya verdiler. Neden bilmem ama ondan sonra ne zaman buraya gelsem, seni bana karşı değişmiş buluyorum.”
Şimdi kızarıp itiraz etme sırası Xiren’e gelmişti.
“Asla!” dedi Xiren. “Burada yaşamak için ilk geldiğinde hep bana ‘kardeşim,’ ‘sevgili kardeşim’ derdin. Saçını taramamı ya da yüzünü yıkamamı istediğinde tatlı dille söylerdin. Ama şimdi her şey değişti. Artık genç bir hanım oldun, değil mi? Hem bana bir hanım gibi davranıp hem de aynı samimiyette olmamı bekleyemezsin.”
“Buda aşkına! Bu haksızlık!” dedi Xiangyun, gerçekten içerleyerek. “Sana hanım gibi davranmaktansa ölmeyi tercih ederim. Bu korkunç sıcakta buraya kadar geldim ve ilk görmek istediğim kişi sen oldun. Bana inanmıyorsan Cuilu’ya sor. O sana söylesin. Evde hep seni ne kadar özlediğimi söylüyorum.”
Xiren ve Baoyu güldüler.
“Üzme kendini, şaka yaptım! Ne telaşelisin.”
“Söylediğin şeyin ne kadar yaralayıcı olduğunu kabul etmeyip bir de bana telaşeli mi diyorsun?”
Bunu söylerken ipek mendilin düğümünü açıp küpelerden birini çıkardı. Xiren’e verince genç kadın çok duygulandı.
“Aslında benim aynısından vardı.” dedi. “Geçen gün küçük hanımlara gönderdiğinde bana vermişlerdi. Ama özellikle buraya kadar getirdiğin için çok düşüncelisin! Demek beni unutmadın! Böyle küçük şeyler bile nasıl biri olduğunu gösteriyor. Çok büyük bir değeri olmadığını biliyorum. Önemli olan ardındaki düşünce.”
“Gönderdiğimi sana kim verdi?” diye sordu Xiangyun.
“Bayan Baochai.” dedi Xiren.
“Ah!” dedi Xiangyun. “Demek Bayan Bao’ymış, ben de Bayan Lin olduğunu sanmıştım. Evdeyken Baochai’in bütün kuzenlerimin içinde en iyisi olduğunu düşünürdüm. Aynı anneden doğmamamız ne üzücü! Kardeş olsaydık, o zaman yetim olmak o kadar kötü bir şey sayılmazdı.”
Bunları söylerken, göz kapakları kızardı, neredeyse ağlayacaktı.
“Tamam, tamam!” diye bağırdı Baoyu. “Böyle konuşma!”
“Niye ki?” dedi Xiangyun. “Ben senin derdini biliyorum. Kuzen Lin duyar, Kuzen Bao’yı övdüğüm için yine bana kızar diye korkuyorsun. Bu yüzden endişeleniyorsun, değil mi?”
“Ah Bayan Yun! Hâlâ eskisi gibi dobrasın!” dedi Xiren, gülerek.
“Hep söylerim, siz kızlarla konuşmak ne kadar da zor!” dedi Baoyu. “Haklıymışım!”
“Böyle konuşup da beni kızdırma, kuzen. Bizimle dilediğin şekilde konuşabilirsin ama Kuzen Lin’e karşı dikkatli olmalısın.”
“Boş ver bunu şimdi!” dedi Xiren. “Senden bir şey isteyeceğim.”
“Nedir o?” dedi Xiangyun.
“Bir çift terlik yapmaya başlamıştım ama son bir iki gündür pek iyi olmadığımdan bitiremedim. Senin yapacak zamanın var mı?”
“Ne tuhaf bir istek!” dedi Xiangyun. “Onca becerikli hizmetçinin haricinde, bu evde tüm gün çalışan terzileriniz ve nakışçılarınız var. Neden benden istiyorsun? Onlar seni geri çevirmezler ki?”
“Ne diyorsun sen?” dedi Xiren. “Bu dairedeki dikiş işlerinin hiçbiri terziler tarafından yapılmıyor. Bunu biliyor olmalısın.”
Xiangyun bu terliklerin Baoyu için olduğu sonucunu çıkardı.
“Peki.” dedi. “O zaman senin için ben yaparım. Ama bir şartla: Eğer sen giyeceksen. Başkası içinse yapamam.”
“Yok artık!” dedi Xiren. “Senden kendim için terlik isteyecek değilim ya! Dürüstçe söylemek gerekirse benim için değil ama kim için olduğunu da sorma. Bana bir iyilik yaptığını düşün.”
“Mesele o değil.” dedi Xiangyun. Geçmişte senin için bir sürü şey yaptım. Bu sefer neden yapmak istemediğimi bilmen gerekir.”
“Üzgünüm ama bilmiyorum.” dedi Xiren.
“Senin için yaptığım yelpaze kılıfını kendisininkiyle karşılaştırılınca öfke nöbeti geçirip, makasla paramparça eden birisini duydum. Her şeyi biliyorum, o yüzden bana karşı çıkma sakın! Durum böyle olunca, benden bunu yapmamı bekliyorsan, bana köle muamelesi yapıyorsun demektir.”
“Ben o zaman kılıfı yapanın sen olduğunu bilmiyordum.” diye araya girdi Baoyu hemen.
“Gerçekten bilmiyordu.” dedi Xiren. “Çok ince ve orijinal iğne işi yapabilen birisini bulduğumuzu ve o yelpaze kılıfını da deneme olarak ona yaptırdığımızı söylemiştim. Dediğime inandı ve herkese göstererek dolaştı. Maalesef bu, bildiğin o kişiyi rahatsız etti ve makası alıp parçaladı. Sonra Baoyu aynı kişinin başka bir tane daha yapmasını isteyince, senin yaptığını söyledim. O zaman çok üzüldü.”
“Yine de bence çok tuhaf bir istek bu!” dedi Xiangyun. “Madem Bayan Lin bir şeyleri kesebiliyor, o zaman senin için dikebilir de. Neden ondan istemiyorsun?”
“Ah, yapmaz ki!” dedi Xiren. “Hem o yapsa bile, Büyükanne Jia yorulur diye izin vermez. Doktorlar sakin bir şekilde dinlenmesini söylediler. Bu işle onu sıkıntıya sokmak istemem. Küçücük bir cüzdanı işlemesi tam bir yıl sürmüştü. Son altı aydır eline iğne aldığını görmedim.”
Bir haberle gelen bir hizmetkâr konuşmalarını böldü.
“Refah Sokağı’ndan Bay Jia geldi. Beyefendi, küçük beyin onu karşılamasını istiyor.”
Söz konusu Bay Jia’nın Jia Yucun olduğunu anlayan Baoyu biraz huzursuz oldu ve gitmek istemedi. Ama Xiren hemen kıyafetlerini getirmek için fırladı. Baoyu oturup çizmelerini giyerken homurdandı.
“Babamın ona eşlik etmesi yeterdi. Neden her seferinde beni görmek istiyor?”
Xiangyun onun memnuniyetsizliğine güldü.
“İnsanları ağırlamakta çok iyi olduğundan eminim.” dedi. “Bu yüzden Beyefendi Zheng seni istiyor.”
“Bu mesaj babamdan gelmedi.” dedi Baoyu. “Kendisi uydurdu.”
“ ‘Ev sahibi kibar olunca misafir eksik olmazmış.’ ” dedi Xiangyun. “Demek ki seni görmekten memnun oluyor, yoksa istemezdi.”
“Pek kibar sayılmam, yine de teşekkürler.” dedi Baoyu. “Pisliğin tekiyim. Ayrıca böyle insanlarla bir arada olmak da istemiyorum.”
“Hiç değişmedin.” diyerek iç çekti Xiangyun. “Artık büyüyorsun, böyle mevki sahibi ve idareci insanlarla olabildiğince çok görüşmen lazım. Kendin memuriyet imtihanlarına girip idareci olmak istemesen bile, İmparatorluk’un nasıl ve kimler tarafından yönetildiği konusunda bu insanlarla konuşmakla, ileride kendi işlerini idare ederken ve toplumda yerini aldığında çok işine yarayacak bir sürü şey öğrenirsin. Bu şekilde bir iki tane düzgün ve saygıdeğer arkadaş bile edinirsin. Bütün zamanını biz kızlarla geçirerek hiçbir yere varamazsın.”
Baoyu bu konuşmadan hiç hoşlanmadı.
“Sen de gidip başka birinin yanında otur, küçük hanım.” dedi. “Senin gibi düzgün ve saygıdeğer birisinin burada kirlenmesini istemem.”
“Onu ikna etmeye çalışma, küçük hanım.” dedi Xiren. “Geçen sefer Bayan Bao da denedi, duygularına bile aldırmadan, ona da böyle kaba davrandı. Kızın daha lafı bile bitmeden kalkıp odadan çıktı. Zavallı Bayan Bao! Utancından kıpkırmızı oldu. Ne diyeceğini bilemedi. Neyse ki Bayan Lin değildi. Yoksa ağlamalar, meseleyi uzatmalar, neler neler olurdu! Bu gibi durumlarda Bayan Bao’nın tavrına gerçekten hayranım. Bir süre durup kendisini toparladı, sonra sessizce odadan çıktı. Ben kırıldığını düşünüp çok üzüldüm. Ama sonra hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Tam bir hanımefendi, iyi huylu ve hoşgörülü. İşin komik tarafı, o zamandan beri küçük bey ondan uzak duruyor. Hâlbuki her zaman tepeden bakan ve onu hiçe sayan Bayan Lin olsaydı, etrafında dolanıp özür üstüne özür dilerdi.”
“Sen hiç Bayan Lin’in böyle saçma sapan şeyler söylediğini duydun mu?” dedi Baoyu. “Yapsaydı, onunla olan ilişkimi çoktan keserdim.”
Xiren ve Xiangyun başlarını sallayarak güldüler.
“Demek ‘saçma sapan’ öyle mi?” dediler.
***
Daiyu, Xiangyun geldiğine göre, Baoyu’nün hiç zaman kaybetmeden ona altın Tekboynuz’dan söz edeceğini tahmin etti. Bu onu birtakım düşüncelere soktu. Son zamanlarda Baoyu’nün anlattığı ve kendisinin de hevesli bir müşterisi olduğu aşk hikâyelerinde, kahramanları bir araya getiren şey, her zaman ya bir süs eşyası ya küçük bir giysi ya bir çift muhabbetkuşu veya Zümrüdüanka takısı, bir yüzük, altın bir toka, ipek bir mendil ya da işlemeli bir kuşak oluyordu. Bu talihli kişilerin kaderi ve ilerideki mutluluğu bu tür ıvır zıvıra bağlı olduğundan, Baoyu’deki altın Tekboynuz’un da kendisinden ani bir şekilde kopup, Xiangyun ile birlikteliğinin başlangıcı için bir vesile olabileceğini sanması doğaldı. Baoyu ve Xiangyun de okuduğu o aşk hikâyelerindeki bütün güzel şeyleri yapacaklardı. Bu endişeler içinde gizlice Kızıl Neşe Avlusu’na doğru gitti; ikisinin birbirlerine nasıl davrandıklarını görmek ve kendi hareketlerini ona göre şekillendirmek niyetindeydi. Tam içeri girmek üzereyken, Xiangyun’ün Baoyu’ye toplumsal zorunluluklar üzerine verdiği dersi ve Baoyu’nün de ona “Kuzen Lin böyle saçma sapan şeyler söylemez; yapsaydı, onunla olan ilişkimi çoktan keserdim.” dediğini duydu. Mutluluk, dehşet, üzüntü ve pişmanlık karışımı duygular sardı her yanını.
Mutlu oldu çünkü demek ki onun hakkındaki düşüncelerinde yanılmamıştı. Onu her zaman gerçek dostu olarak görmüş ve haklı çıkmıştı.
Dehşete kapıldı çünkü eğer kendisini başkalarının yanında böyle açık açık övüyorsa, içtenliği ve sevgisi önünde sonunda şüphe uyandırıp, yanlış anlaşılacaktı.
Pişmanlık duydu çünkü eğer kendisinin gerçek dostuysa, o zaman kendisi de onun gerçek dostuydu ve ikisi mükemmel bir uyum oluşturuyorlardı. Madem öyle, neden hep “altın ve yeşim taşı” lafları ediliyordu? Bütün bu konuşmalar olmak zorundaysa, neden altın kolye Baochai yerine kendisinde değildi?
Üzgündü çünkü annesi ve babası çok erken yaşta ölmüştü ve kalbine gömdüğü duyguları konusunda danışabileceği hiç kimsesi yoktu. Ayrıca son zamanlarda başı dönüp duruyordu ve hastalığı onu giderek daha çok etkiliyordu; doktorlar zayıflığının ve kansızlığının bir verem başlangıcı olabileceğini söylüyorlardı. Dolayısıyla Baoyu’nün gerçek aşkı olsa bile, onu bekleyemeyeceğinden korkuyordu. Birlikte olsalar da Baoyu onun kaderini değiştiremezdi.
Böyle düşünürken yaşlar yanaklarından aşağı süzülmeye başladı. İçeri girecek hâlde olmadığını hissederek, geri döndü.
Baoyu üstünü değiştirmiş, evden çıkıyordu. Daiyu’nün önünde ağır ağır yürüdüğünü görünce hareketlerinden gözyaşlarını sildiğini anlayıp hızla ona yetişti.
“Nereye gidiyorsun, kuzen? Yine mi ağlıyorsun? Bu sefer kim canını sıktı?”
Daiyu dönüp bakınca Baoyu olduğunu gördü.
“Çok iyiyim.” dedi zoraki gülümseyerek. “Niye ağlayayım ki?”
“Baksana hâline! Yüzün hâlâ ıslak. Neden yalan söylüyorsun?”
Gözyaşlarını silmek için içgüdüsel olarak elini uzattı. Daiyu birkaç adım geriledi.
“Delirdin mi sen? Kafanı kopartırlar! Ellerine hâkim ol!” dedi.
“Affedersin. Duygularıma kapıldım. Kafam hiç aklıma gelmedi!” dedi Baoyu, gülerek.
“Unutmuşum.” dedi Daiyu. “Kafanı kaybetmen bir şey değil. Asıl önemli olan altın kolyeyi ve Tekboynuz’u kaybetmemek!”
Bu sözler Baoyu’yü deli etti. İyice yanına yaklaştı.
“Beni lanetlemek için mi böyle konuşuyorsun? Yoksa kızdırmak mı istiyorsun?”
Son kavgalarını hatırlayan Daiyu düşüncesizce bu konuyu yeniden açtığına pişman olup, kendisini affettirmeye çalıştı.
“Tamam, sinirlenme. Öyle söylememeliydim, o kadar önemli değil! Şu hâline bak! Alnındaki damarlar şişmiş, yüzün ter içinde.”
Böyle diyerek uzanıp terini sildi. Baoyu bir an hiç kıpırdamadan ona baktı.
“Merak etme!” dedi sonra.
Daiyu de bir süre sessizce ona baktı.
“Neden merak edeyim?” dedi sonunda. “Seni hiç anlamıyorum. Ne demek istediğini açıklar mısın?”
Baoyu iç çekti.
“Gerçekten anlamıyor musun? Bunca zamandır sana karşı olan duygularımda yanılmış olabilir miyim? Ben de senin duygularına giremediysem, sürekli olarak bana kızıp durmana şaşmamak gerekir.”
“Ama ‘merak etme’ diyerek neyi kastettiğini gerçekten anlamıyorum.” dedi Daiyu.
Baoyu tekrar içini çekip başını salladı.
“Dalga geçme, sevgili kuzen! Benim ne dediğimi anlamadıysan, sadece sana olan duygularımda yanılmakla kalmam, senin duyguların da boşa gitmiş demektir. Öyle çok endişeleniyorsun ki kendini hasta ediyorsun. Her şeyi bu kadar ciddiye almasan, hastalığın da gün geçtikçe kötüleşmezdi.”
Daiyu yıldırım çarpmışa döndü. Âdeta zihnini okumuştu; iç organlarını çıkarıp önüne koysaydı, ancak bu kadar iyi görebilirdi. Şimdi ona söylemek istediği bin tane şey vardı ama çok istese de tek kelime bile edemiyor; sessizce yüzüne bakıp ahmak gibi dikiliyordu.
Baoyu’nün de söyleyeceği binlerce şey vardı ama o da sesini çıkarmadan Daiyu’ye bakıyor, nereden başlayacağını bilemiyordu. İkisi böyle birbirine bir süre baktıktan sonra, Daiyu derin bir iç geçirdi. Gözlerinden yaşlar süzüldü ve arkasını dönüp yürüdü. Baoyu arkasından koşup elbisesinden yakaladı.
“Kuzen, dur bir dakika! Bir şey söylememe izin ver.”
Daiyu bir eliyle gözlerini silerken, diğeriyle de Baoyu’yü itti.
“Söyleyecek bir şey yok. Ne diyeceğini biliyorum zaten.”
Böyle dedikten sonra hızla dönüp gitti; arkasına bile bakmadı. Baoyu hayretle ona bakarak, olduğu yerde kalakaldı.
Evden aceleyle çıktığı için yelpazesini almayı unutmuştu. Xiren o olmadan çok bunalacağını düşünerek, hemen arkasından fırladı ama biraz ileride Daiyu ile konuştuğunu görünce durdu. Kısa bir süre sonra Daiyu yürüyüp gitti, Baoyu ise olduğu yerde hareketsiz duruyordu. Xiren de yanına gidip konuşmak için o anı seçti.
“Yelpazeni almadan çıkmışsın.” dedi. “İyi ki fark ettim. Al. Sana vermek için koştum, geldim.”
Hâlâ şaşkın bir hâlde orada duran Baoyu, Xiren’in kendisiyle konuştuğunu gördü ama kim olduğunu algılayamadı. Gözlerinde yine aynı bakışla konuşmaya başladı.
“Sevgili kuzen! Sana karşı hislerimi daha önce söylemeye cüret edemedim. Şimdi bütün cesaretimi toplayıp söylüyorum, sonra ne olursa olsun. Senin yüzünden ben de kendimi hasta ettim; kimselere söyleyemedim, sessizce katlanmak zorunda kaldım. Sen iyileştiğin gün ben de iyileşeceğim, buna inanıyorum. Gece gündüz, uyurken ve uyanıkken, hep aklımdasın.”
Xiren bu itirafı şaşkınlık içinde dinledi.
“Merhametli Buda, beni koru!” diye bağırdı. “Bu beni öldürecek!” Baoyu’yü sarstı. “Neler diyorsun sen? Büyü mü yaptılar sana? Acele etsen iyi olur!”
Baoyu kendisine gelince, konuştuğu kişinin Xiren olduğunu gördü. Utançtan kıpkırmızı oldu ve yelpazeyi elinden kapıp kaçtı.
***
Baoyu gittikten sonra, Xiren az önce söylediklerini düşündü ve Daiyu için olduğunu anladı. Eğer ikisinin arasında olanlar Baoyu’nün sözlerinin ifade ettiği gibiyse, çirkin bir skandal çıkmasının muhtemel olduğunu hissetti ve bunu önlemek için ne yapabileceğini merak etti. Tıpkı Baoyu gibi, o da hiçbir şey görmeden ve kıpırdamadan durmuş düşünüyordu. O anda gelen Baochai onu bu hâlde buldu.
“Bu kızgın güneş altında durmuş ne düşünüyorsun?” diye sordu, gülerek.
Xiren de güldü.
“İki serçe kavga ediyordu. Öyle komiklerdi ki durup onları seyrettim.” dedi.
“Kuzen Bao sokak kıyafetlerini giymiş, hızla nereye gidiyordu?” diye sordu Baochai. “Seslenip soracaktım ama son zamanlarda o kadar aksi ki soramadım.”
“Beyefendi çağırmış.” dedi Xiren.
“Ya! Bu sıcakta neden acaba? Umarım bir şeye sinirlenip onu cezalandırmak için çağırmamıştır.”
“Yok, ondan değil. Sanırım bir misafir gelmiş.”
“Galiba düşüncesiz bir misafir.” dedi Baochai. “Böyle kavurucu bir günde, evinde kalıp serinleyeceğine gelip insanları rahatsız ettiğine göre.”
“Bunu ona söyle bakalım!” dedi Xiren, gülerek.
“Xiangyun senin orada ne yapıyordu?” diye sordu Baochai, konuyu değiştirerek.
“Biraz sohbet ettik.” dedi Xiren. “Benim yaptığım terlikleri biliyorsun, dikip tamamlamasını rica ettim ondan.”
“Sen akıllı bir kadınsın.” dedi Baochai, sağına soluna bakıp kimse olmadığından emin olunca. “Birkaç dakika onu rahat bırakacak kadar düşünceli olmanı beklerdim. Son zamanlarda Yun’ün hâline ve etraftan duyduklarıma bakılırsa, evde artık bir hanım gibi değilmiş. Ailesi masrafları kısmak için terzi çalıştırmıyormuş, bütün dikiş işlerini kendileri yapıyorlarmış. Eminim bu yüzden, son ziyaretlerinde benimle yalnız kaldığında, evde ne kadar yorulduğundan söz edip duruyordu. Onu konuşturmak için sıkıştırdığımda, gözleri yaşarıyor, kaçamak cevaplar veriyordu; söylemek istiyor ama cesaret edemiyordu. Bu kadar genç yaşta anne ve babasını kaybetmek çok zor olmalı. Bu kadar sömürülmesine çok üzülüyorum.”
“Anlıyorum!” dedi Xiren ellerini kavuşturarak. “Geçen ay on tane kelebek fiyongu yapmasını istediğim zaman, neden o kadar geç gönderdiği şimdi anlaşılıyor. Sadece şöyle bir tutturduğunu, işe yarayacağını umduğunu, yoksa kalmaya geldiğinde daha iyisini yapacağını söylemişti. Demek bundanmış. Ben rica edince reddedemedi ama sanırım zavallıcık onları yapmak için gece geç saatlere kadar uğraşmak zorunda kaldı. Ah, ne aptalım! Bilseydim hiç istemezdim.”
“Geçen sefer geldiğinde, gece yarılarına kadar oturup dikiş dikmesinin normal olduğunu söyledi.” dedi Baochai. “Eğer evdeki kadınlar onun başkaları için dikiş diktiğini görürlerse kızıyorlarmış.”
“Ama öyle aksi ve inatçı bir küçük beyimiz var ki kendi dikişlerinin evdeki terziler tarafından yapılmasını istemiyor. Büyük ya da küçük, her türlü iş illa ki kendi odasında yapılacak, ben hepsiyle başa çıkamıyorum.”
Baochai güldü.
“Neden onu dikkate alıyorsun ki? Ona söylemeden terzilere yaptırabilirsin, senin yaptığını söylersin.”
“Onu kandırmak o kadar kolay mı?” dedi Xiren. “Farkı hemen anlar. Hiç kaçış yok. Kendim yavaş yavaş yapmaya devam edeceğim.”
“Bir dakika!” dedi Baochai. “Bu konuda bir çare düşünelim. Ben sana yardım edeyim.”
“Gerçekten mi?” dedi Xiren. “Yaparsan çok memnun olurum. O zaman bu akşam getiririm.”
Onlar konuşurken yaşlı bir hizmetçi büyük bir heyecan içinde koşarak geldi.
“Korkunç bir şey!” dedi. “Jinchuan durduk yere kuyuya atlayıp boğulmuş!”
“Hangi Jinchuan?” dedi Xiren, irkilerek.
“Burada kaç tane Jinchuan var ki? Hanımefendiye hizmet eden Jinchuan tabii ki; önceki gün işten kovulmuştu. Evde ağlayıp durmuş ama kimse umursamamıştı. Sonra birden ortadan kaybolmuş. Şimdi birisi güneydoğudaki kuyudan su çekmeye gidince, kuyuda birini görmüş, hemen yardım çağırmış; çıkardıklarında Jinchuan olduğunu görmüşler. Onu kurtarmak için çok uğraşmışlar ama çok geçmiş. Ölmüş!”
“Ne tuhaf!” dedi Baochai.
Xiren başını sallayıp içini çekti. Yanaklarından yaşlar süzüldü. Jinchuan’la ikisi kardeş gibiydiler. O Kızıl Neşe Avlusu’na dönerken, Baochai de Wang Hanım’a başsağlığı dilemeye gitti.
***
Wang Hanım’ın dairesi tuhaf derecede sessizdi; hanımefendi de kendi odasında yalnız başına oturmuş ağlıyordu. Baochai ziyaret nedenini söylemek için uygun bir zaman olmadığını düşünerek, sessizce yanına oturdu.
“Nereden geliyorsun?” diye sordu Wang Hanım.
“Bahçe’den.”
“Bahçe’den demek. Kuzenin Baoyu’yü gördün mü?”
“Giyinmiş gidiyordu ama nereye olduğunu bilmiyorum.”
Wang Hanım başını sallayıp iç çekti.
“Bilmem duydun mu; bugün çok tuhaf bir şey oldu. Jinchuan kuyuya atlayıp intihar etti.”
“Çok şaşırtıcı!” dedi Baochai. “Neden böyle bir şey yaptı ki?”
“Önceki gün benim bir şeyimi kırmıştı; ben de bir anlık öfkeyle ona vurdum ve kovdum. Sadece bir iki gün cezalandırmak istemiştim. Sonra tekrar geri alacaktım. Kendisini kuyuya atacak kadar bana kızdığı hiç aklıma gelmedi. Benim suçum!”
“Senin gibi iyi yürekli birisinin böyle hissetmesi gayet doğal, teyze.” dedi Baochai. “Ama bence Jinchuan öfke yüzünden intihar etmedi. Muhtemelen kuyunun yanında oynuyordu ve kazayla kayıp içine düştü. Burada çalışırken istediğini yapamıyordu, dışarıdaki ilk günlerinde etrafta gezinmesi normal. İntihar edecek kadar sana kızmış olması için makul bir neden yok. Eğer öyleyse, o zaman aptalın teki olduğunu ve onun için üzülmene değmeyeceğini söyleyebilirim!”
Wang Hanım iç çekti ve şüpheyle başını salladı.
“Belki dediğin gibidir ama yine de içim rahat değil.”
“Bunun için bir neden yok, teyze!” dedi Baochai. “Eğer o kadar çok üzülüyorsan, cenazesi için ailesine fazladan birkaç tael verirsin. Böylelikle hanımı olarak manevi yükümlülüklerinden fazlasını yerine getirmiş olursun.”
“Annesine elli tael verdim zaten.” dedi Wang Hanım. “Kızların dolabından iki yeni kıyafet de vermek istemiştim ama kuzenin Lin’den başka hiçbirinin yeni bir şeyi yoktu. Ona yaş günü için iki yeni takım yaptırmıştık ama öyle hassas bir çocuk ve hayatında öyle hastalıklar, öyle talihsizlikler oldu ki onun yaş günü için dikilen bir kıyafetin bir ölüye giydirilmesinden batıl inanca kapılabilir diye korktum; onun için terzilerden hemen yeni bir şey dikmelerini istedim. Tabii başka bir hizmetçi olsaydı, annesine birkaç tael verir, konuyu kapatırdım. Ama Jinchuan sadece bir hizmetçi değildi, o kadar uzun zamandır benimleydi ki neredeyse kızım gibiydi.”
Böyle söylerken tekrar ağlamaya başladı.
“Terzileri acele ettirmeye gerek yok.” dedi Baochai. “Benim kendim için diktiğim iki kıyafetim var. Neden onları verip bu sıkıntıdan kurtulmuyorsun? Jinchuan geçmişte benim bir iki eski elbisemi giymişti, onun için bunlar ona tam gelir.”
“Çok düşüncelisin ama batıl inancın yok mu?” dedi Wang Hanım.
Baochai güldü.
“Merak etme, teyze. Böyle şeylere hiç aldırmam.”
Bunun üzerine kalktı ve kıyafetleri getirmeye gitti. Wang Hanım iki hizmetçisini peşinden gönderdi. Baochai geri gelince, Baoyu’yü annesinin yanında oturmuş ağlarken buldu. Belli ki Wang Hanım bir şey için onu azarlıyordu ama Baochai gelir gelmez susmuştu. Gördüğü manzara ve duyduğu bir iki kelimeden neler olduğu konusunda bir fikir sahibi oldu. Kıyafetleri Wang Hanım’a verdi, o da gelip alsın diye Jinchuan’ın annesini çağırttı.
Bundan sonra olanlar gelecek bölümde.

33. BÖLÜM
Kıskanç bir erkek kardeş kötü niyetli sözler söyler.
Hayırsız bir oğul korkunç bir dayak yer.
Hikâyemiz en son, Baochai’in cenaze için getirdiği kıyafetleri alsın diye Jinchuan’ın annesinin çağrıldığından söz etmişti. Kadıncağız gelince Wang Hanım onu içeri odaya aldı, fazladan bazı mücevherler de hediye ettikten sonra, merhum kızın ruhunu kurtarmak için sutra okumak üzere Budist rahipler getirtmeyi teklif etti. Jinchuan’ın annesi secde ederek teşekkürlerini sundu ve hediyeleri alıp gitti.
Baoyu, Jia Yucun’la görüşüp geri dönerken, Jinchuan’ın utançtan dolayı intihar ettiği haberi kulağına geldi. Büyük bir şok içinde annesinin yanına gittiğinde, kadının suçlamalarına ve azarlamalarına maruz kaldı; hiçbir şey diyemedi. Baochai’in gelişi sessizce oradan kaçması için bir fırsat yarattı. Hâlâ şaşkınlık içinde, nereye gittiğini bilmeden, ellerini arkasında kenetleyip, başı önünde, iç çekerek dolaşıp durdu. Sonra kendisini ana kabul salonunun önünde buldu; konağın girişini kapatan ruh perdesini dönünce, karşı taraftan gelen birisine çarptı.
“Dur bakalım!” dedi karşısındaki kişi, sert bir şekilde.
Baoyu kafasını kaldırıp bakınca, babasını gördü. Elinde olmadan korkuya kapılıp, elleri yanına düştü, hemen saygı duruşuna geçti.
“Evet.” dedi Jia Zheng. “Bu iç geçirmelerin, sıkkın ve perişan hâllerin ne anlama geldiğini açıkla bakalım. Yucun seni çağırdığında gelmen çok zaman aldı; sonunda lütfedip boy gösterdiğinde de neşeli tek kelime etmeden, cansız ve moralin bozuk bir hâlde durdun. Şimdi de iç çekiyorsun. Yüzünden düşen bin parça. Ne demek oluyor bunlar? Memnun olmadığın ne var? Gel, otur! Neden böylesin anlat.”
Baoyu normalde hazırcevaptı ama Jinchuan için duyduğu keder zihnini o kadar esir almıştı ki (o anda seve seve onunla yer değiştirebilirdi) babasının sözlerini duyduğu hâlde, anlamlarını kavrayamadı ve aptal aptal bakakaldı. Onun bu sersemlemiş sessizliği ve her zamanki çevikliğiyle cevap vermemesi, başta kızgın olmayan Jia Zheng’ı çok sinirlendirdi. Tam ters bir şey söylemek üzereyken, dış kapıdan bir hizmetkâr Zhongshun Prensi’nin başkâhyasının geldiğini haber verdi.
Jia Zheng çok şaşırdı.
“Zhongshun Prensi mi?” diye düşündü. “Onunla hiçbir ilgim yok ki. Neden şimdi bana birini gönderdi acaba?”
Sonra hemen kabul salonuna alınmasını söyleyip hızla üzerini değiştirmeye gitti. Salona girdiğinde, prensin sarayındaki başkâhya olduğunu gördü. Karşılıklı selamlaştıktan sonra, iki adam oturdular, çay servisi yapıldı. Başkâhya geleneksel incelikleri kısa kesip doğrudan konuya girdi.
“Soylu bir âlimi evinde böyle rahatsız ettiğim için cüretimi bağışlayın ama ziyaret amacıyla değil, Ekselanslarının emri üzerine geldim. Eğer lütfederseniz, sadece Ekselansları memnun olmakla kalmayacak, ben ve meslektaşlarım da size minnettar olacağız.”
Bu adamın neden gelmiş olabileceğini düşünemeyen Jia Zheng daha çok şaşırdı; Prens için saygıyla ayağa kalkıp kibarca gülümsedi.
“Benim için Ekselansları’ndan emir getirdiniz yani? Açıklayacak olursanız, yerine getirmekten memnuniyet duyarım.”
“Yerine getirilecek bir şey değil, Lordum.” dedi adam. “Sizden beklediğimiz sadece birkaç kelime. Sarayda kadın rolleri oynayan Qiguan adında genç bir aktör vardı; daha önce herhangi bir sorun çıkarmamıştı ama birkaç gün önce ortadan kayboldu. Aklımıza gelen her yere bakmamıza rağmen nerede olduğunu bulamadık. Şehrin içinde ve dışında geniş çaplı bir araştırma yapınca, konuştuğumuz insanların onda sekizi, son zamanlarda onun, ağzında değerli bir taşla doğan genç beyefendiyle çok yakın olduğunu söyledi. Tabii ki başka birisinin evine girdiğimiz gibi buraya gelip araştırma yapamazdık. Dönüp Ekselansları’na konuyu bildirdik. Ekselansları, yüz sıradan aktörün kaybolmasını sükûnetle karşılasa da bu Qiguan, kendisinin arzularını tahmin etme konusunda çok becerikli ve iç huzuru için çok gerekli olduğundan, ondan vazgeçmesinin mümkün olmadığını söyledi. Bu yüzden oğlunuzdan Qiguan’ın dönmesine izin vermesini istemeniz için geldim. Böylelikle sadece Prens’in sonsuz minnetini kazanmakla kalmayıp, beni ve meslektaşlarımı da yorucu ve nafile bir araştırmadan kurtarmış olacak.”
Başkâhya eğilip selam vererek konuşmasını bitirdi.
Duyduklarına çok şaşıran ve öfkelenen Jia Zheng hemen Baoyu’yü çağırttı. Nedenini bilmeyen Baoyu aceleyle geldi.
“Seni sefil serseri!” diye gürledi babası. “Evdeyken çalışmalarını aksattığın yetmedi, dışarıda da kabahatlerine devam ediyorsun demek. Sürekli adını duyduğum bu Qiguan meğer Zhong-shun Prensi’nin hizmetindeymiş. Sen nasıl oluyor da korkunç bir arsızlıkla onu ayartıp, beni kabahatlerinin sonuçlarına muhatap ediyorsun?”
Baoyu bu soru karşısında afalladı.
“Bu konuda hiçbir bilgim yok gerçekten.” dedi ve ağlamaya başladı. “Onu ayartmak bir yana, kim olduğunu bile bilmiyorum.”
Jia Zheng konuşmaya devam edemeden, başkâhya alaycı bir gülümsemeyle atıldı.
“Gizlemeye gerek yok, genç beyefendi. Onu burada saklamıyorsanız bile, nerede olduğunu bildiğinizden eminiz. Her iki durumda da doğrudan söylemeniz ve bizi dertten kurtarmanız çok iyi olur. Size minnettar olurum.”
“Gerçekten bilmiyorum.” dedi Baoyu. “Yanlış bilgi almış olmalısınız.”
Başkâhya yine alaycılıkla güldü.
“Elbette ki söylediklerim konusunda kanıtlarım var ve beni babanızın önünde bunlardan söz etmeye zorlamakla iyi etmiyorsunuz. Qiguan’ı tanımadığınızı söylüyorsunuz. Çok güzel. O zaman söyler misiniz ona ait olan belinizdeki bu kırmızı kuşak buraya nasıl geldi?”
Baoyu ağzı açık adama bakakaldı, cevap veremeyecek kadar şaşkındı.
“Böyle özel bir konuyu bile biliyorsa, onu kandırma ihtimalim hiç yok demektir. En iyisi başka bir şey daha söylemeden, mümkün olduğunca çabuk ondan kurtulmak.” diye düşündü.
“Onun hakkında bu kadar çok şey bulmayı başardığınıza göre, ev almak gibi önemli bir şeyi kaçırmanıza çok şaşırdım.” dedi, dili çözülerek. “Duyduğuma göre, şehrin on kilometre doğusunda, Kızılağaç Kalesi denilen yerde bir ev ve birkaç dönüm arsa satın almış. Herhâlde oradadır.”
Başkâhyanın yüzü aydınlandı.
“Eğer öyle diyorsanız, o zaman kendisini orada bulacağımıza hiç şüphe yok. Hemen gidip bakacağım. Bulursam, bir daha karşınıza çıkmam ama eğer bulamazsam, gelip daha derin bir araştırma yapacağım.”
Böyle dedikten sonra dönüp hızla yürüdü.
Gözleri alev saçan, ağzı öfkeden yamulan Jia Zheng, onu geçirmek için arkasından gitti. Salondan çıkarken de Baoyu’ye dönüp, “Burada bekle! Dönünce seninle görüşeceğiz.” dedi.
Başkâhyayı yolcu ettikten sonra geri dönerken, Jia Huan iki üç hizmetkârıyla beraber karşısına çıktı. Zaten öfkeli olan adam, “Dövün şunu!” diye emretti adamlarına.
Babasını görünce korkudan pelte gibi titreyen Jia Huan zaten hemen durup başını önüne eğmişti.
“Bu da ne demek oluyor?” diye gürledi Jia Zheng. “Sana göz kulak olması gereken onca insan nerede? Sen etrafta koşuştururken onlar eğlenmeye mi gittiler?”
Okula giderken Huan’a eşlik eden hizmetkârlara seslenirken, Jia Huan babasının öfkesini kendi kötü niyeti için kullandı.
“Öncelikle bir yere koşuşturmuyorum, baba; intihar eden hizmetçinin cesedini gördüğüm kuyuya geri gidiyordum. Kafası kocaman olmuş, bütün vücudu sudan şişmişti. O kadar korkunçtu ki dayanamayıp kaçtım.”
Jia Zheng dehşete kapıldı.
“Ne diyorsun sen? Kim intihar etti? Ailemizde hiç görülmemiş bir şey bu! Ailemiz çalışanlarına karşı her zaman hoşgörülü ve nazik davranmıştır. Bu bizim geleneğimizdir. Galiba son yıllarda ev meseleleriyle ilgilenmeyi ihmal ettiğim için oluyor bunlar. Sorumluluğu olanlar yetkilerini kötüye kullanma cüreti gösteriyorlar ve sonunda böyle korkunç bir şey meydana geliyor, masum biri canından oluyor. Bu bir duyulsa, atalarımız için ne büyük bir utanç olur!” Sonra Jia Lian, Lai Da ve Lai Xing’i çağırdı.
Birkaç hizmetkâr onları getirmeye giderken, Huan ileri atılıp diz çöktü, babasının ceketinin eteklerine yapıştı.
“Bana kızma, baba!” diye yalvardı. “Wang Hanım’ın odasındaki hizmetçilerden başka kimsenin haberi yok. Annem dedi ki…”
Sustu ve etrafına baktı; Jia Zheng hemen anladı ve bir işaretiyle etraftaki hizmetkârları gönderdi. Jia Huan neredeyse fısıltıyla sözlerine devam etti.
“Annem, önceki gün Wang Hanım’ın odasında ağabeyim Baoyu’nün hanımefendinin Jinchuan adlı hizmetçisine tecavüz etmeye kalktığını söyledi. Kız izin vermeyince, Baoyu onu dövmüş. Jinchuan o kadar üzülmüş ki kendisini kuyuya atıp boğulmuş…”
Öfkeden yüzü korkunç bir altın varak rengine dönen Jia Zheng, Huan daha cümlesini bitiremeden haykırdı.
“Baoyu’yü getirin! Hemen!”
Çalışma odasına doğru giderken karşısına çıkan herkese bağırdı.
“Eğer bu sefer de biri beni durdurmaya kalkarsa, evimi, mülkümü, bakanlıktaki görevimi ve sahip olduğum her şeyi ona ve Baoyu’ye devredeceğim! Bundan sonra bu çocuktan ben sorumlu değilim! Bütün bu endişelerden ve perişanlıktan geriye kalan azıcık saçımı da kazıtıp, bir manastıra çekilecek ve ömrümün sonuna kadar orada kalacağım. Belki o zaman böyle canavar bir evlat yetiştirip atalarımı utandırmanın sorumluluğundan kurtulabilirim!”
Onu çalışma odasında bekleyen sekreterleri ve kıdemli uşakları, yine Baoyu’ye öfkelendiğini anlayıp yüzlerini ekşiterek, parmaklarını ısırarak ya da dillerini dışarı çıkararak birbirlerine baktılar, odadan çıktılar. Jia Zheng hışımla içeri girip bir sandalyeye dimdik oturdu. Hızlı hızlı nefes alıp veriyordu, yüzü yaşla ıslanmıştı. Nefesi tekrar düzene girince, bağırarak emirlerini sıraladı.
“Baoyu’yü buraya getirin! Bir de bambu sopa bulun. Onu bağlamak için ip getirin. Avlu kapılarını kapatın. İçeriye haber götüren olursa vurun!”
Uşaklar emirlerini yerine getirmek için koşuştular. Birkaç hizmetkâr da Baoyu’nün yanına gitti.
Başkâhyayı geçirmeye giderken Jia Zheng’ın “Burada bekle!” deyişinin hayra alamet olmadığını bilen Baoyu, başına bir şeylerin geleceğini tahmin ediyordu ama Jia Huan’ın kötü niyetli müdahalesinin sonucunda bunun ne kadar büyük olacağını bilmediğinden, babasının onu bıraktığı yerde bekliyor; içerideki hanımlara haber göndermek için oralardan geçen birilerini görmeyi umuyordu. Ama gelen giden yoktu. Her zaman, her yerde olan Mingyan bile ortalarda görünmüyordu. Sonra birden dualarının karşılığını aldı ve yaşlı bir dadı çıkageldi. Ne sevgili, ne değerli bir kadıncağızdı bu ya da ona öyle görünmüştü. Hemen fırlayıp kadına yapıştı.
“Çabuk!” dedi. “İçeridekilere Beyefendi Zheng’ın beni döveceğini söyle! Çabuk! Çabuk! Git, ihtar et! Git!”
Kısmen heyecandan lafları ağzında gevelediğinden, kısmen de yaşlı kadın çok az duyduğundan söylediği hemen hiçbir şey anlaşılmadı; sadece “ihtar” sözünü “intihar” diye anlayan kadın, gülümseyerek onayladı.
“Bunu kendisi istedi, küçük bey.” dedi onu yatıştırmak ister gibi. “Siz bunun için kendinizi üzmeyin!”
Bir de sağırlıkla başa çıkması gerektiğini fark eden Baoyu deliye döndü.
“GİT VE HİZMETKÂRLARIMI ÇAĞIR!” diye bağırdı.
“Bitti artık. Hanımefendi hem gümüş hem de kıyafet verdi. Siz canınızı sıkmayın.” dedi kadın.
Baoyu sabırsızlıkla ayaklarını yere vurup duruyordu. Ona derdini nasıl anlatacağını kara kara düşünürken, Jia Zheng’ın adamları gelip onu zorla çalışma odasına götürdüler.
Odaya girince Jia Zheng alev saçan ve kan çanağı gibi gözlerini ona çevirdi. Dışarılarda sorumsuzca gezip, bir tiyatro oyuncusuyla hediye alışverişi yapmasını, evde derslerini ihmal edip annesinin hizmetçisine tecavüze kalkışmasını ve söyleyeceği diğer bir sürü şeyi unutan ve ona kendisini savunma fırsatı bile vermeyen Jia Zheng adamlarından iki şey istedi.
“Ağzına bir şey tıkayın! Öldüresiye dövün!”
Hizmetkârlar itaat etmemeyi göze alamazlardı. İkisi Baoyu’yü kanepeye yüzüstü yatırdı, üçüncüsü de bambu sopayla poposuna vurmaya başladı. Yaklaşık bir düzine darbeden sonra Jia Zheng, infazcının yeterince sert vurmadığına kanaat getirip, onu sabırsızca tekmeleyerek kenara itti, elinden sopayı alıp dişlerini sıkarak, zaten daha önce vurulmuş olan yerlere sopayı acımasızca indirmeye başladı.
O anda sekreterleri Baoyu’nün hayatının ciddi şekilde tehlikede olduğunu hissederek müdahale etmeye geldiler ama Jia Zheng onlara kulak asmadı.
“Sorun bakalım, yaptığı şey affedilebilir miymiş?” dedi. “Zaten sizin gibilerin verdiği cesaretle bu hâle geldi. İşler bu noktaya gelince araya giriyorsunuz. Bizi de öldürmesini beklememi istiyorsunuz herhâlde. O zaman da araya girecek misiniz?”
Verdiği cevaptan kendinde olmadığını anladılar. Konuşarak zaman kaybetmek yerine geri dönüp, içeriye haber gönderecek birilerini aradılar.
Wang Hanım durumu öğrenince kayınvalidesine söylemeye cesaret edemedi. Hemen üzerine bir şey aldı ve tek bir hizmetçiyle beraber dışarı fırladı; erkeklerin onu göreceğine aldırmadan çalışma odasına daldı; bu öyle ani bir dalıştı ki sekreterler ve orada bulunan diğer erkekler kenara bile çekilemediler.
Karısının gelişi Jia Zheng’ı daha da öfkelendirdi. Bambu Baoyu’nün perişan hâldeki vücuduna daha hızlı ve sert inmeye başladı. Belli ki Baoyu kendini kaybetmişti çünkü onu tutan hizmetkârlar hanımefendi içeri girince ellerini çekip kaçıştılar; zaten uzun zamandır kıpırdamıyordu. O zaman bile Jia Zheng vurmaya devam edecekti ama Wang Hanım sopayı elinden alıp ona engel oldu.
“Tamam!” dedi Jia Zheng. “Bugün hepiniz beni delirtmeye kararlısınız.”
“Baoyu’nün dayağı hak ettiğine hiç şüphe yok.” dedi Wang Hanım, gözyaşları içinde. “Ama bu kadar heyecanlanman iyi bir şey değil. Ayrıca Büyük Hanımefendi Jia’yı da düşünmelisin. Bu korkunç sıcakta kendisini iyi hissetmiyor. Baoyu’yü öldürmek senin için önemli olmayabilir ama onu nasıl etkileyeceğini bir düşün.”
“Bana böyle şeyler söyleme!” dedi Jia Zheng, küçümsercesine. “Zaten böyle bir canavara babalık etmekle hain bir evlat olduğumu kanıtladım ama geçmişte onu terbiye etmeye çalıştığımda, hepiniz onu korumak için bana karşı plan yapıyordunuz. Sonunda fırsatını yakalamışken, başladığım şeyi bitirip haşere gibi ezeyim onu, bir daha sorun çıkaramasın!”
Böyle diyerek tehdidini gerçekleştirmek için eline bir ip alınca Wang Hanım ona engel olmak için kollarını bedenine doladı.
“Oğlunu terbiye edebilirsin tabii ki.” dedi ağlayarak. “Ama senin bir de karın var, Beyefendi Zheng, bunu unutma. Neredeyse elli yaşıma geldim, bu sefil çocuk benim tek oğlum. Onu ibret olsun diye cezalandırmak istiyorsan sana engel olmam. Ama onu öldürürsen beni çocuksuz bırakırsın. Ondan önce beni öldür o zaman. İkimiz de ölelim. En azından öteki dünyada birbirimize destek oluruz.”
Bu sözlerle kendisini Baoyu’nün üzerine attı ve daha yüksek sesle ağlamaya başladı. Jia Zheng iç geçirerek bir sandalyeye çöktü ve o da ağlama nöbetine girdi.
Wang Hanım sıkı sıkı kenetlendiği bedeni incelemeye başladı. Baoyu’nün yüzü kül gibiydi, nefesi zor duyuluyordu. Yeşil ipekten, ince pantolonu o kadar kana bulanmıştı ki artık rengi ayırt edilmiyordu. Annesi hızla kuşağını çözüp pantolonunu çıkarınca, poposundan baldırlarına kadar her yerin ya kanlı açık yara ya da mosmor çürük içinde olduğunu gördü. Bir santim sağlam yer kalmamıştı. Bu manzara onu daha da fenalaştırdı.
“Ah benim oğlum! Talihsiz oğlum!”
Bir kere daha kontrol edilemez bir ağlama nöbetine girdi. Kendi sözleri ona kaybettiği oğlunu hatırlattı ve daha büyük bir acıyla onu çağırmaya başladı.
“Ah, Zhu! Zhu! Keşke hayatta olsaydın, yüz oğul kaybetsem aldırmazdım!”
Wang Hanım’ın gidişi iç dairelerdeki diğer sakinleri de ayağa kaldırdı; Li Wan, Xifeng, Yingchun, Tanchun ve Xichun yanına geldiler. Jia Zhu’nun adının anılması diğerleri için çok acı verici olmasa da onu duyan dul karısı Li Wan hıçkırarak ağlamaya başladı. Jia Zheng da derinden etkilendi ve koca koca gözyaşları yanaklarından süzüldü. Sanki hepsi beraber orada sonsuza kadar ağlayacak gibi görünüyorlardı; kimse yerinden kıpırdamıyordu. Ama tam o sırada hizmetçilerden biri “Büyük hanımefendi!” diye bağırdı ve dışarıdan titrek bir ses araya girdi.
“Önce beni öldür! Kökten temizlik olur!”
Annesinin gelişiyle olduğu kadar sözleriyle de rahatsız olan Jia Zheng onu karşılamak için dışarı çıktı. Yaşlı kadın küçük bir hizmetçinin omuzuna yaslanmış, koşmaya çalışırken nefes nefese kalmış başı bir o yana bir bu yana sallanıyordu.
Jia Zheng yüzünde eğreti bir gülümsemeyle kadının önünde eğildi.
“Böyle bir havada buraya kadar gelmene gerek yoktu, anne. Eğer bir emrin varsa, beni çağırtsaydın, gelirdim.”
Büyükanne Jia onun sesini duyunca durdu, bir süre nefesi düzelene kadar bekledi. Konuşmaya başladığında, sesinde alışılmadık bir tizlik vardı.
“Ah! Bana mı diyorsun? Evet, aslına bakarsan dediğin gibi bazı emirlerim var ama ne yazık ki bana hiç aldırmayan bir oğlum olduğundan, bunları söyleyecek kimsem yok!”
En hassas noktasından vurulan Jia Zheng annesinin önünde diz çöktü. Gözyaşlarıyla kesilen bir sesle cevap verdi.
“Böyle konuşmana nasıl dayanayım, anne? Ailemizin şerefi için oğlumu terbiye etmeye çalışıyorum.”
Büyükanne Jia nefretle tükürdü.
“Tek bir sert sözüme bile dayanamıyor, sızlanmaya başlıyorsun. Peki, Baoyu senin acımasız dayağına nasıl dayansın? Ailemizin şerefi için cezalandırıyorsun ama baban seni hiç böyle cezalandırdı mı, söyle bana. Tabii ki hayır.”
Şimdi kadıncağız da ağlıyordu.
“Üzme kendini, anne.” dedi Jia Zheng, zoraki bir gülümsemeyle. “Sinirlerime hâkim olamadım. Eğer öyle istiyorsan, bundan sonra onu asla dövmeyeceğim.”
“Sinirini benim üstümde denemeye kalkma!” dedi Büyükanne Jia. “O senin oğlun. Dövmek istersen bu sana kalmış. Eğer biz kadınlar sana engel oluyorsak, yolundan çekilir, seni rahat bırakırız.” Sonra refakatçilerine döndü. “Arabamı çağırın. Hanımınız, ben ve Baoyu hemen Nanking’e dönüyoruz.”
Hizmetkârlar hemen harekete geçer gibi yaptılar. Sonra yaşlı kadın gelinine döndü.
“Artık ağlamana gerek yok!” dedi. “Şimdi daha genç olduğu için Baoyu’yü seviyorsun ama büyüyüp de önemli bir mevkiye geldiğinde senin annesi olduğunu unutacak. En iyisi onu sevmemek için kendini zorla da daha sonra acı çekmekten kurtul.”
Jia Zheng yüzüstü yere kapaklandı.
“Öyle söyleme, anne! Kendi oğlunu reddetme!” dedi.
“Tam tersi.” dedi Büyükanne Jia. “Asıl sen beni reddettin. Ama merak etme. Nanking’e döndüğüm zaman, burada sana engel olacak kimse kalmayacak. O zaman istediğin kişiyi dövebilirsin.” Sonra refakatçilerine döndü.
“Hadi, çabuk toplanın! Arabayı ve atları hazırlayın da bir an önce yola çıkalım!”
Jia Zheng kendini yerlere atıp secde ederek af diledi. Ama oğlunu azarlarken yaşlı kadının aklı torunundaydı; bu yüzden de oğluna hiç aldırmadan içeri girdi.
Gördüğü manzaradan bunun hiç de sıradan bir dayak olmadığını anladı. Mağdura karşı büyük bir acı, bunu yapana karşı da yeniden korkunç bir öfke duydu. Uzunca bir süre çocuğu sımsıkı kucaklayıp ağladı, sonra Wang Hanım, Xifeng ve Li Wan’in beraber teselli etme çabalarıyla biraz toparlandı. O sırada birkaç hizmetçi ve yaşlı kadın gelip Baoyu’yü ayağa kaldırmaya çalıştılar.
“Aptallar!” dedi Xifeng. “Gözünüz kör mü? Yürüyecek hâlde olmadığını görmüyor musunuz? Gidip içeriden yazlık, hasır yatağı getirin, onunla taşıyın.”
Dediği gibi yaptılar ve Hint kamışından örülmüş, uzun ve dar bir yatağı getirip Baoyu’yü üzerine yerleştirdiler. Sonra Büyükanne Jia, Wang Hanım ve diğerleri önden giderek, delikanlıyı Büyükanne Jia’nın dairesine taşıdılar. Annesinin kendisine çok öfkelendiğini iyi bilen Jia Zheng bir türlü yatışmamıştı ve her şeyi olduğu gibi bırakmak istemediğinden, grubun peşinden içeri gitti. Gözleri, şimdi gerçekten çok korkunç dövüldüğünü gördüğü Baoyu’den Wang Hanım’a yöneldi. Kadıncağız acı acı ağlıyordu, hıçkırıklarının arasına, “Ah çocuğum benim!”, “Oğlum!” nidaları karışıyordu. Sonra bu sözleri kesip, üzüntüsünün kaynağına çıkışmaya başladı.
“Neden Zhu yerine sen ölmedin? Zhu senin gibi babasını kızdırmazdı, ben de bu bitmeyen endişeden kurtulmuş olurdum. Sen de beni bırakıp gidersen, ne hâle gelirim ben?” Ardından “Ah zavallı çocuğum!” çığlığı atarak tekrar ağlamaya başladı.
Jia Zheng bunu duyunca yüreği yumuşadı, çocuğu bu kadar vahşice dövdüğüne pişman oldu. Yaşlı annesini teselli edecek sözler bulmaya çalıştı ama kadın gözünde yaşlarla ona saldırdı.
“Bir baba yanlış bir şey yapan oğlunu cezalandırabilir ama böyle değil! Neden gitmiyorsun? Öldüğünü gözünle görmeden için rahat etmeyecek mi?”
Jia Zheng saygıyla çekilmek zorunda kaldı.
O zamana kadar Xue teyze, Baochai, Xiren, Xiangling ve Xiangyun de gelmişlerdi. Xiren o kadar üzgündü ki herkesin içinde duygularını ifade edemiyordu. Herkes Baoyu’nün etrafına toplanmış, kimisi yelpaze sallıyor, kimisi su içmeye zorluyordu; onun yapabileceği bir şey yoktu. Kendisini gereksiz hissedip oradan ayrıldı, iç kapıdan çıkınca, hizmetkârlardan Mingyan’i bulmalarını istedi; neler olduğunu soracaktı ona.
“Beyefendi onu neden böyle dövdü?” dedi delikanlı gelince. “Kötü bir şey yapmıyordu ki. Neden zamanında bizi uyarmadın?”
Mingyan içerledi.
“Bu olurken ben orada değildim ki! Duyduğumda zaten dayak yemişti. Nedenini öğrenmek için elimden geleni yaptım. Beyefendiyi sinirlendiren iki konu var gibi görünüyor. Birisi, Qiguan ile ilgili, diğeri de Jinchuan ile.”
“Beyefendi bunları nasıl öğrendi?” diye sordu Xiren.
“Qiguan meselesinin arkasında Bay Xue var herhâlde.” dedi Mingyan. “Bay Xue onu öyle kıskanıyordu ki başka birini araya sokup beyefendiye anlatılmasını sağlamış olabilir. İşte o zaman kıyamet koptu! Jinchuan meselesine gelince, onu da Efendi Huan’dan duydu; en azından beyefendinin kendi hizmetkârları bana öyle söylediler.”
Mingyan’in ileri sürdüğü iki neden Xiren’in kendi gözlemleriyle uyuşuyordu. Dolayısıyla aklı yattı. Olanların böyle meydana geldiği konusunda kendinden emin bir şekilde tekrar içeri döndü. Herkes Baoyu için bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Yapılacak fazla bir şey kalmayınca, Büyükanne Jia onu itinayla kendi odasına götürmelerini emretti. Bir bağırtı ve telaş içinde bütün eller yatağını taşımak için uzandı. Sonra önceki gibi Büyükanne Jia, Wang Hanım ve diğerlerinin öncülüğünde onu Bahçe’ye, Kızıl Neşe Avlusu’na götürüp yatağına yatırdılar. Biraz daha telaştan sonra yavaş yavaş herkes çekildi; sonunda Xiren, Baoyu ile yalnız kaldı.
Baoyu’nün onun sorularına ne cevaplar verdiği gelecek bölümde.

34. BÖLÜM
Daiyu’nün Baoyu’ye duyduğu büyük sevgi diğer kuzenini öfkelendirir.
Asılsız bir suçlama hak edilmemiş bir paylamaya yol açar.
Herkes çıkınca, Xiren, Baoyu’nün yatağının kenarına oturdu ve gözyaşları içinde neden böyle dayak yediğini sordu. Baoyu içini çekti
“Her zamanki şeyler. Soruyor musun? Vücudumun aşağısı çok acıyor, kırık falan var mı, bir baksana.” dedi.
Xiren nazikçe pantolonunu çıkarmaya çalıştı ama en ufak bir hareket bile Baoyu’nün dişlerini sıkıp inlemesine neden oluyordu; bu yüzden Xiren hemen vazgeçmek zorunda kaldı. Üç dört denemeden sonra çıkarmayı başardı. Gördüğü manzara karşısında kendisi de dişlerini sıktı. Kalçaları dört parmak genişliğinde siyahlık ve morluklarla doluydu.
“Ah anneciğim!” diye bağırdı Xiren. “Nasıl bu kadar acımasız olabildi? Çok fena vurmuş! Beni birazcık dinlemiş olsaydın, başına bunlar gelmeyecekti. Ömür boyu sakat kalabilirdin! Düşüncesi bile korkunç!”
Tam o sırada Baochai’in geldiğini haber verdiler. Baoyu’ye tekrar pantolonunu giydirecek zaman olmadığından, Xiren hafif bir örtü kapıp üzerine örttü. Baochai elinde büyükçe bir hapla içeri girdi.
“Bu akşam bu hapı şarapta eritip yaralarına sür.” dedi Xiren’e. “Çürüklerin kötü kanını dağıtıp iltihabı keser. Ondan sonra da hızla iyileşir.”
Sonra Baoyu’ye döndü.
“Şimdi biraz daha iyi misin?” diye sordu.
Baoyu teşekkür etti. Biraz daha iyi hissettiğini söyleyip yanına oturmasını istedi. Baochai onu gözleri açık ve yeniden konuşurken görünce çok rahatladı. Üzüntüyle başını salladı.
“Dediklerimize kulak verseydin, bunlar olmayacaktı.” diyerek içini çekti. “Yalnızca Büyükanne Jia ve Wang Hanım değil, herkes çok üzüldü, biliyorsun. Hatta…”
Duygularına kapıldığına pişman olup birden sustu, kızararak başını önüne eğdi. Baoyu onun içten ses tonundaki gizli duyguları hissetti; birden şaşkınlık içinde bocalayıp kızarınca ve başını eğip kuşağıyla oynayınca öyle dokunaklı göründü ki delikanlı sevinçten acısını bile unuttu.
“Birkaç bambu darbesi aldıysam ne olmuş?” diye düşündü. “Ama benim için nasıl da endişelenip üzüldüler! Ne kadar tatlı, sevimli, şirin ve asil kızlar! Ölsem kim bilir nasıl acı duyacaklar. Bunu görmek için bile ölmeye değer! İnsanın hayatının tutkularını kaybetmesi çok küçük bir bedel. Bu tatlı yaratıklar benim için üzüldüklerinde gurur ve mutluluk duymamak için nankör bir hortlak olmak gerekir!”
Baochai’in Xiren’e sorduğu soruyla kendisine geldi.
“Babasının aniden bu kadar öfkelenip onu dövmesinin sebebi ne?”
Xiren, Mingyan’den öğrendiklerini alçak sesle anlatırken, Baoyu de bu talihsizliğinde Jia Huan’ın rolünün olduğunu ilk kez öğrendi. Xiren, Xue Pan’in de işe karıştığından söz edince, Baochai mahcup olabilir diye endişelenerek hemen araya girip daha fazlasını anlatmasını engelledi.
“Kuzen Xue öyle bir şey yapmaz!” dedi çabucak. “Böyle korkunç iddialarda bulunmak ahmaklık!”
Baochai, kendi duygularını incitmekten korktuğu için Xiren’i susturduğunu anladı ve bu kadar düşünceli olmasına şaşırdı.
“Ne incelik!” diye düşündü. “Bu korkunç dayaktan sonra bütün acılarına rağmen başka birisinin kırılabileceğinden endişeleniyor! Bu hassasiyetinin hiç olmazsa bir kısmını hayattaki daha önemli şeyler için göstersen keşke, dostum, o zaman eniştem ne kadar mutlu olurdu! Hem o zaman belki de böyle korkunç şeyler yaşanmazdı. Tüm bu olanlardan sonra benim için bu hassasiyetin boşuna. Onun ne kadar kontrolsüz ve vahşi bir mizacı olduğunu bilmediğimi mi düşünüyorsun gerçekten? Pan’in isteklerinin önünde hiçbir şey duramaz! Qin Zhong için başına açtığı o korkunç belayı düşünsene! Üzerinden çok zaman geçti, eminim ki o zamandan beri daha da beter oldu!”
Böyle düşünüyordu ama sadece, “Etrafta suçlayacak birini aramaya gerek yok! Bana sorarsan, Kuzen Bao’nın böyle arkadaşlar edinmesi bile kendi başına eniştemi kızdırmaya yetiyor. Ağabeyim çok düşüncesiz olabilir ve sohbet esnasında ağzından Kuzen Bao ile ilgili bir şeyler kaçırmıştır ama bilerek sorun çıkarmadığından eminim. Öncelikle, Kuzen Bao’nın o aktörle dolaştığı konusunda söyledikleri doğru. İkincisi, ağabeyim ağzı sıkı biri değildir. Sen hayatın boyunca Kuzen Bao gibi hassas ve düşünceli biriyle yaşadın, Xiren. Ağabeyim gibi, sonuçlarına aldırmadan aklına geleni söyleyiveren, nezaketsiz ve patavatsız biriyle muhatap olmadın hiç.” dedi.
Baoyu, Xue Pan hakkındaki sözlerini kestiğinde, Xiren düşüncesizliğini hemen fark etti ve Baochai gücenmediği için şükretti. Baochai’in bu sözleri ise onu utandırdı, hiçbir şey diyemedi. Öte yandan Baochai’in dile getirdiklerini dinleyen Baoyu’nün, kısmen bu sözler çok yüce gönüllü ve asil olduğu, kısmen de yanlış düşünceleri kafasından attığı için, ruhu ve yüreği her zamankinden daha büyük bir heyecanla titredi. Tam bir şeyler söylemek üzereyken, Baochai gitmek üzere ayağa kalktı.
“Yarın yine seni görmeye gelirim. Şimdi dinlen ve iyileşmek için kendine fırsat ver. Xiren’e losyon yapması için bir şey verdim. Akşam yaralarına sürsün. İyileşmeni hızlandıracağına eminim.” dedi, kapıya doğru ilerlerken.
O çıkınca, Xiren yolcu etmek üzere arkasından koştu ve zahmet edip geldiği için teşekkür etti.
“Baoyu iyileşir iyileşmez, bizzat gelip teşekkür eder, küçük hanım.” dedi.
“Teşekkürlük bir şey yok.” dedi Baochai ve gülümseyip arkasını döndü. “İyice dinlenmesini ve hiçbir şey düşünmemesini söyle. İstediği bir şey olursa, bana gelebilirsin. Büyük Hanımefendi Jia, Wang Hanım ya da başka birine gitme, eniştem duyabilir. Şimdi bir sorun olmasa da başka bir zaman olabilir.”
Böyle deyip gitti ve Xiren, Baochai’in zarifliği karşısında yüreği minnetle dolu bir şekilde geri döndü. Baoyu’nün odasına girince, onun sessizce uzanıp düşüncelere daldığını gördü. Görünüşe bakılırsa, neredeyse uyumak üzereydi. Parmak uçlarına basarak, saçını yıkamak için çıktı.
Ama Baoyu için uzun süre sakin sakin yatmak çok zordu. Kalçaları sanki şişler ya da iğneler batıyor veya bıçak sokuluyor gibi sızlıyor; ateşte közleniyormuş gibi yanıyor; en küçük bir hareket acıyla bağırmasına yol açıyordu. Akşam oluyordu. Xiren gitmişti ama iki üç hizmetçi hâlâ kendisine refakat ediyordu. Onun için yapabilecekleri bir şey olmadığından, gidip gece hazırlıklarını yapabileceklerini söyleyip gönderdi onları. İstediği bir şey olursa seslenecekti. Bunun üzerine kızlar çıkıp onu yalnız bıraktılar.
Sonra uyuyakaldı. Rüyasında puslar içindeki Qiguan, Zhong-shun Prensi’nin başkâhyasının gelip kendisini yakaladığını söyledi, hemen ardından Jinchuan gözyaşları içinde nasıl boğulduğunu anlattı. Bu yarı uykulu, yarı uyanık hâl içinde, ne söylediklerine tam olarak dikkatini veremiyordu; o sırada birden birisinin kendisini ittiğini hissetti ve kulağının dibinde belli belirsiz bir ağlama sesi fark etti. İrkildi. Uyanıp gözlerini açtı. Lin Daiyu’ydü. Rüya olup olmadığından emin olmak için başını kaldırıp baktı. Şeftali gibi şişmiş bir çift göz ve yaşla ıslanmış bir yüzle karşı karşıya geldi. Daiyu olduğuna hiç şüphe yoktu. Biraz daha bakabilirdi ama doğrulma baskısı öyle şiddetli bir acıya neden oldu ki iniltiler içinde geriye doğru düştü.
“Gelmemeliydin.” dedi. “Güneş daha yeni battı, yerler hâlâ sıcaktır. Günün bu saatinde sıcak seni çarpabilir. Yediğim dayağa rağmen çok ağrım yok. Herkesi kandırmak için numaradan yaygara yapıyorum. Babam duysun diye ne kadar kötü olduğum konusunda dışarıya haber yaymalarını umuyorum. Gerçekten numara. Benim için endişelenme.”
Daiyu’nün hıçkırıkları artık duyulmaz olmuştu ama gözyaşlarını sessizce içine atmaktan boğulacak hâle gelmişti. Baoyu’ye söylemek istediği binlerce şey vardı ama bir süre mücadele ettikten sonra hıçkırıkların arasından sadece, “Artık değişirsin sanırım.” diyebildi.
“Merak etme, değişmem.” dedi Baoyu derin bir iç çekerek. “Böyle insanların uğruna can verilir. Beni öldürseler bile değişmem!”
Bu sözler ağzından çıktığı anda avluda birisinin sesini duydular.
“Bayan Lian geldi.”
Daiyu, Xifeng’ı görmek istemedi ve hemen ayağa fırladı.
Baoyu onu elinden yakaladı.
“Bu çok tuhaf! Şimdi durduk yere ondan niye çekiniyorsun?”
Kız sabırsızlıkla ayaklarını yere vurdu.
“Gözlerimin hâline baksana!” dedi. “Yine benimle dalga geçmelerini istemiyorum.”
Baoyu hemen elini bıraktı; Daiyu yatağın etrafından dolanıp arka avluya çıkarken, Xifeng ön kapıdan girdi.
“Biraz daha iyi misin?” diye sordu. “Yemek istediğin bir şey var mı? Varsa gelip benden almalarını söyle.”
Xifeng gider gitmez Xue teyze geldi, onun arkasından büyükannesi nasıl olduğunu öğrenmek için birisini gönderdi. Işıkların yakılma zamanı gelince, Baoyu birkaç kaşık çorba içtikten sonra bölük pörçük bir uykuya daldı.
Tam o sırada, Zhou Rui’in karısı, Wu Xindeng’in karısı, Zheng Haoshi’nin karısı ve geçmişte Baoyu ile çok ilgilenen konağın diğer kadın personeli, dayak yediğini duyup nasıl olduğunu görmeye geldiler. Xiren gülerek verandaya çıkıp onları karşıladı.
“Biraz geç kaldınız, hanımlar.” dedi onlara alçak sesle. “Yeni uykuya daldı.”
Onları dış odaya alıp çay ikram etti. Birkaç dakika orada sessizce oturduktan sonra, Xiren’den Baoyu uyanınca onu merak edip geldiklerini söylemesini rica edip kalktılar. Xiren ileteceğine söz verdi ve onları geçirdi. Tekrar içeri girmek üzereyken, Wang Hanım’ın gönderdiği bir kadın, hanımefendinin Baoyu’nün hizmetçilerinden birini görmek istediğini haber verdi. Xiren bir an düşündükten sonra eve girip Qingwen, Sheyue, Tanyun ve Qiuwen’i çağırdı.
“Hanımefendi birisini istemiş, ben gidiyorum. Burada kalıp yokluğumda etrafa göz kulak olun. Çok geç kalmam.” dedi.
Yaşlı kadının peşinden Bahçe’den çıktı ve Wang Hanım’ın avlunun ortasındaki dairesine gitti. Kanepenin üzerinde oturmuş palmiye yaprağından bir yelpazeyle serinlerken buldu onu. Hanımefendi gelenin Xiren olmasından pek memnun olmamış gibi görünüyordu.
“Diğerlerinden birini gönderseydin.” dedi. “Onu yalnız bırakıp gelmene gerek yoktu.”
Xiren rahatlatıcı bir şekilde gülümsedi.
“Efendi Bao uykuya daldı, hanımefendi. Bir şey isteyecek olursa, diğer kızlar ona bakabilecek durumdalar. Endişelenmenize hiç gerek yok. Belki söyleyeceğiniz önemli bir şey vardır diye başkasını göndermeyip bizzat gelmek istedim. Kızlardan birini gönderseydim, ne istediğinizi anlayamaz diye korktum.”
“Sana özel olarak söyleyeceğim bir şey yok.” dedi Wang Hanım. “Oğlumu sormak istemiştim. Ağrıları ne durumda?”
“Bayan Baochai’in getirdiği ilacı sürdükten sonra çok daha iyi oldu.” dedi Xiren. “Ondan önce o kadar kötüydü ki yatamıyordu ama şimdi mışıl mışıl uyuyabiliyor. İyileşmeye başladığını söyleyebiliriz.”
“Bir şey yedi mi?” dedi Wang Hanım.
“Büyük hanımefendinin gönderdiği çorbadan birkaç kaşık içti, o kadar. Susuzluktan kavrulduğundan şikâyetçi, biraz ekşi erik suyu istedi. Ama bunun kan durdurucu olduğunu düşündüm. Dayak yediği ve bağırmasına izin verilmediği için, bir sürü sıcak kan ve sıcak zehir iç organlarına doğru yürümüştür ve hâlâ kalbinin etrafında toplanmış olabilir. Eğer erik suyu içerse, bunları hareketlendirip onu daha ciddi hasta edebilir. Bunu ona anlatıp vazgeçirdim. Onun yerine gül şurubu içmeye ikna ettim, biraz su katıp verdim ancak yarım kâse içtikten sonra tadının iğrenç olduğunu söyleyip bitirmedi.”
“Ah canım, keşke bana daha önce söyleseydin.” dedi Wang Hanım. “Geçen gün birisi bize kokulu çiçek suyu göndermişti. Aslında birazını size gönderecektim ama ziyan olur diye düşündüm, göndermedim. Madem gül şurubunu beğenmedi, sana biraz ondan vereyim de götür. Bir fincan suya bir çay kaşığı katacaksın. Çok lezzetli.” Sonra Caiyun’e dönüp, “Geçen gün gönderilen çiçek suyu şişelerini getir.” dedi.
“İki tane yeter.” dedi Xiren. “Yoksa ziyan olur. Biterse gelip biraz daha alırım.”
Caiyun hemen gidip uzun bir süre gelmedi. Sonunda her biri yaklaşık sekiz santim uzunluğunda iki cam şişeyle geri döndü, Xiren’e verdi. Vidalı kapakları ve sarı etiketleri vardı. Birisinin üzerinde ‘Saf Osmantus Suyu,’ diğerinde de ‘Saf Gül Suyu’ yazıyordu.
“Ne kadar küçükmüş şişeler!” dedi Xiren. “İçindekiler azıcıktır. Herhâlde çok değerli.”
“İmparator için özel yapılmış.” dedi Wang Hanım. “Sarı etiketlerin anlamı bu. Daha önce hiç görmedin mi? Dikkatli kullan, ziyan etme.”
Xiren öyle yapacağına söz verdi ve gitmek üzere harekete geçti.
“Bir dakika!” dedi Wang Hanım. “Sana sormak istediğim bir şey daha var.”
Xiren döndü. Wang Hanım etrafına bakınıp odada kimse olmadığından emin olduktan sonra, “Bugün Huan’ın Beyefendi Zheng’a söylediği bir şeyden dolayı Baoyu’nün dayak yediği konuşuluyordu. Sen böyle bir şey duydun mu? Duyduysan ne olduğunu bana söyle. Bunun için velvele yapmam. Senden öğrendiğimi kimse bilmeyecek.” dedi.
“Hayır, duymadım.” dedi Xiren. “Benim duyduğuma göre Efendi Bao bir prensin sarayındaki bir aktörü alıkoymuş, onlar da gelip beyefendiye anlatmışlar.”
“Evet, nedenlerden biri buymuş. Ama bir sebebi daha varmış.”
“Diğerini ben bilmiyorum, hanımefendi.” dedi Xiren. Başını önüne eğdi ve gitmek için bir an tereddüt etti. “Acaba hanımefendiye açıkça bir şey söyleme cüretini gösterebilir miyim?” dedi biraz bocalayarak.
“Lütfen söyle.”
“Umarım bunu küstahlık olarak görüp bana kızmazsınız.” dedi sinsi bir gülümsemeyle.
“Tabii ki hayır! Ne demek istiyorsan söyle?”
“Şey, aslında, Efendi Bao’nın cezalandırılması gerekiyordu. Eğer beyefendi onu terbiye etmezse, gelecekte neler olur kim bilir.”
Wang Hanım bunu duyunca ellerini kenetleyip, pek nadir görülen bir sıcaklıkla, “Buda aşkına! Sevgili çocuğum, tamamen aynı fikirdeyim. Senin de anladığına çok memnun oldum. Elbette Baoyu’nün disipline ihtiyacı olduğunu çok iyi biliyorum. Efendi Zhu’ya karşı ne kadar sert olduğumu görenler bunun farkındadırlar. Ama şimdiki hoşgörüm için bazı nedenlerim var. Elli yaşında bir kadın artık başka bir çocuk sahibi olmayı bekleyemez, Baoyu de benim tek oğlum. Çok güçlü bir çocuk değil ve Büyükanne Jia ona çok düşkün. Ben de sert olmayı göze alamıyorum. Bir oğul daha kaybetmeyi de! Büyük hanımefendiyi kızdırmayı ve bütün ev halkını üzmeyi de! Bu yüzden şımardı. Onu azarlıyorum, yalvarıyorum, kızıyorum, gözyaşı döküyorum ama kısa bir süre düzeliyor, sonra yine eski hâline dönüyor. Ona ulaşmayı başaramadığımı biliyorum. Öğrenmeden önce biraz sıkıntı çekmesi gerektiğinin farkındayım ama bu da çok aşırı! Ya bu dayağı atlatamasaydı, ne olacaktı? Benim hiçbir dayanağım kalmaz.” dedi ve ağlamaya başladı.
Hanımının bu hâli Xiren’e dokundu, onun da gözyaşları süzüldü.
“O sizin oğlunuz, elbette üzülürsünüz.” dedi. “Onunla birkaç yıldır beraber olan biz hizmetçiler bile endişeleniyoruz. Elimizden gelen tek şey, görevimizi yapmak ve olabildiğince sorunsuz idare etmek ama böyle şeyler yaptığında bu bile mümkün olmuyor. Artık değişmesi gerektiğini hep söylüyorum ona. Her gün, her saat konuşuyorum. Ama faydası yok. Dinlemiyor. Tabii bu insanlar ona bu kadar yaltaklanınca, onlarla gezip dolaştığı için onu çok da suçlamamak lazım. Biz onu ikna etmeye çalıştıkça sabrı taşıyor. Şimdi siz konuyu açınca, sizin tavsiyelerinizi almak istediğim, uzun süredir beni endişelendiren bir konu aklıma geldi. Ama yanlış anlamanızdan korkuyorum çünkü o zaman sadece boşuna konuşmuş olmakla kalmayıp, yatacak mezar da bulamayacağım…”
Wang Hanım bunun ardında önemli bir şeyler olduğunu anladı.
“Ne söylemeye çalışıyorsun, çocuğum?” dedi yumuşak bir tonda. “Son zamanlarda birçok kişi senden övgüyle söz ediyor. Bence bunun nedeninin Baoyu’ye iyi bakmaya ve herkese karşı nazik olmaya özel olarak itina göstermen. Ufak tefek düşüncesizlikler önemli değil. Zaten bu yüzden sana yaşlı dadılardan biriymişsin gibi davranıyorum. Şimdi bazı prensiplerin olduğunu da görüyorum, fikirlerin de benimkilere uyuyor. Eğer bana söyleyecek bir şeyin varsa duymak isterim. Ama başka kimseyle bu konuyu konuşmamalısın!”
“Sormak istediğim şey, Efendi Bao’nın ileride tekrar Bahçe’den taşınmasını sağlamak için bana ne tavsiye edersiniz?”
Wang Hanım irkildi ve dehşet içinde Xiren’in eline yapıştı.
“Umarım Baoyu kızlardan birine korkunç bir şey yapmıyordur!” dedi.
“Yo, hanımefendi, hayır! Beni yanlış anlamayın sakın!” dedi Xiren çabucak. “Onu kastetmedim. İzninizle söyleyeyim, Efendi Bao ve küçük hanımlar artık yetişkin oluyorlar ve her ne kadar kuzen olsalar bile, cinsiyetleri farklı. Böyle iç içe yaşamaları, özellikle de farklı sülalelerden olan Bayan Lin ve Bayan Bao için, bazen biraz uygunsuz olabiliyor. İnsan ister istemez rahatsızlık duyuyor. Hatta dışarıdan bakan birisine çok tuhaf bir aile izlenimi veriyor. Ne derler bilirsiniz: ‘En kötüsü için hazırlıklı olmak en iyisi.’ Düşünmeden yaptığımız bazı masum şeyler, başka birinin hayal âleminde yanlış anlaşılıp korkunç bir şey olarak anlatıldığı zaman, sayısız aksilikler baş gösterir. Böyle şeylerin olmaması için tetikte olmak zorundayız; hele de Efendi Bao gibi farklı karakteri olan biri bütün zamanını kızlarla geçirirken. Etrafta bu kadar insan varken ve bazıları da olmaları gerektiği kadar iyi niyetli değilken, tedbirsiz bir anımızda, kötü olsun ya da olmasın, en ufacık bir şey yapması bir skandala neden olur. Bazı insanlar nasıldır bilirsiniz. İnsanlar iyi niyetliyse sizi yere göğe sığdıramazlar ama değillerse o zaman vay hâlinize! İnsanlar Efendi Bao hakkında iyi şeyler söylüyorlarsa, kendimizi şanslı sayabiliriz. Ama yaptığı en ufak bir şey insanların kötü konuşmalarına meydan verirse, Efendi Bao’nın bedeninin lime lime ve kemiklerinin un ufak edilmesi bir yana, ömür boyu itibarı mahvolur ve hem sizin hem de Beyefendi Zheng’ın bunca fedakârlığı ve çabası boşa gider. ‘Mükemmel bir insan önceden tedbir alır.’ derler. Şimdiden gerekli adımları atmamız, bizi böyle şeylere karşı korumuş olmaz mı? Elbette ki siz çok meşgul olduğunuzdan her şeyi düşünmeniz beklenemez; benim de hiç aklıma gelmeyebilirdi ama madem geldi size söylememek hata olurdu. Son zamanlarda gece gündüz aklımdan çıkmıyor. Kimselere anlatamıyorum. Size daha önce söylemememin sebebi, bana kızacağınızdan korkmamdı.”
Xiren’in yanlış anlamalar ve skandallar hakkında söyledikleri, Jinchuan olayında olanlara o kadar uyuyordu ki Wang Hanım yıldırım çarpmışa döndü. Ama düşününce, kendisi adına bu kadar endişelenen bu kızcağıza karşı sevgi ve minnet duydu.
“Sezgilerin ne kadar da kuvvetli, canım, her şeyi bu kadar ince düşünmüşsün!” dedi. “Bu mesele benim de aklıma geldi tabii ama başka şeyler çıkınca unutmuştum, şimdi bana hatırlattın. İtibarımızı düşünmene çok memnun oldum. Çok iyi bir kızsın sen. Şimdi gidebilirsin. Sanırım artık ne yapacağımı biliyorum. Ama gitmeden önce bir şey daha var. Benimle bunları konuştuğuna göre, artık Baoyu’yü tamamen senin ellerine bırakıyorum. Ona çok dikkat et, olur mu? Onun için yapacağın her şeyi benim için de yaptığını unutma. Sana ne kadar minnettar olduğumu göreceksin.”
Xiren bu sözlerin ağırlığını tartarak bir süre başını eğip durdu.
“Hanımefendinin benden istediklerini yerine getirmek için elimden geleni yapacağım.” dedi.
Odadan ayrılıp düşünceler içinde Kızıl Neşe Avlusu’na döndü. Gittiğinde Baoyu yeni uyanmıştı. Xiren ona çiçek suyundan söz edince çok sevinip hemen biraz hazırlamasını istedi. Çok lezzetliydi. Sürekli Daiyu’yü düşünüyor, birini göndermek istiyordu ama Xiren’in karşı çıkmasından korkuyordu. Onu ekarte etmek için Baochai’den kitap almaya gönderdi. O gider gitmez, Qingwen’i çağırdı.
“Git, bak bakalım Bayan Lin ne yapıyor?” dedi. “Beni sorarsa daha iyi olduğumu söyle.”
“Bir bahane olmadan oraya gidemem ki. Söylemek istediğiniz bir şey yok mu?”
“Yok.” dedi Baoyu.
“O zaman götüreceğim bir şey verin. Ya da soracağım bir şey düşünün. Yoksa onu görünce ne diyeceğim?”
Baoyu biraz düşündükten sonra uzanıp eski mendillerinden ikisini aldı, gülümseyerek kıza fırlattı.
“Tamam. Bunları ona gönderdiğimi söyle.”
“Ne acayip bir hediye!” dedi Qingwen. “Sizin eski mendillerinizi ne yapsın? Onunla dalga geçtiğinizi sanıp yine üzülecek.”
“Hayır, üzülmez.” dedi Baoyu. “ O anlar.”
Qingwen tartışmanın gereksiz olduğunu düşünüp mendillerle beraber Bambu Evi’ne doğru gitti. Orada Chunxian’yi veranda parmaklıklarına ıslak mendilleri asarken buldu. Kız onun avluya girdiğini görünce eliyle gitmesini işaret etti.
“Uyuyor.”
Qingwen ona aldırmayıp içeri girdi. Lambalar yakılmadığı için oda karanlıktı. Yatakta uyanık olarak uzanan Daiyu’nün sesi geldi.
“Kim o?”
“Qingwen.”
“Ne istiyorsun?”
“Efendi Bao size mendil gönderdi, küçük hanım.”
Daiyu afalladı. Bu hediyeyi biraz şaşırtıcı bulup ne anlama geldiğini merak etti.
“Herhâlde çok güzeller.” dedi. “Ona biri vermiş olmalı. Söyle ona, başka birisine versin. Şu anda bana lazım değil.”
Qingwen güldü.
“Yeni değiller, küçük hanım. Her gün kullandıklarından.”
Bu daha da şaşırtıcıydı. Daiyu bir süre düşündü. Sonra birden anladı.
“Koy bir yere. Sonra da gidebilirsin.” dedi.
Qingwen mendilleri bırakıp çıktı. Kızıl Neşe Avlusu’na giderken yolda olanlara bir anlam vermeye çalıştı ama başaramadı.
Bu arada Qingwen’in anlayamadığı mesaj Daiyu’yü çelişkili duygular içine soktu.
“Çok mutluyum.” diye düşündü. “Kendi dertlerinin arasında benim sıkıntılarımın nedenini bile anlıyor. Aynı zamanda üzgünüm çünkü sıkıntılarımın nasıl sona ereceğini bilmiyorum. İki kullanılmış mendil hediyesiyle benim duygularımı tatmin etmeye çalışıyor olmalı, yoksa çok saçma olurdu! Ama yine de gizlice bana hediye göndermesi beni korkutuyor. Sürekli gözyaşı döküp durmamın boşuna olduğunu düşündükçe utanıyorum.”
Böyle düşünüp dururken, içindeki heyecan ateşi dile getirilmek için çırpındı. Hizmetçilerin ne düşüneceklerine aldırmadan, bir lamba istedi ve masasına oturup biraz mürekkep öğüttü, fırçasını yumuşattı ve mendillerin üzerine şunları yazdı:
Bu yersiz gözyaşlarımı görünce,
Sorarsın kim için akıyor gizlice.
İpek mendiller ne zarif hediye,
Derinleştirir kasvetimi sadece.
Gün boyu hüzünle inci yaşlar dökerim,
Ya da gece yatağımda uykusuz dönerim;
Yastığımı lekelemesin diye yaşlarım,
Bu hediyelerin üzerine yağdırırım.
Hiçbir ipek ipliğe dizilmez gözyaşlarım,
Her bir tuzlu iz silinir geçtikçe yıllarım.
Binlerce bambu büyür penceremin önünde,
Gözyaşımın izleri mi görünen üzerinde?
İkinci mendilin yarısına kadar yazmıştı ve bir başka dörtlüğe hazırlanıyordu ama bütün vücudunun ateşler içinde olduğunu ve yüzünün yandığını fark etti. Makyaj masasına gidip aynanın ipek örtüsünü kaldırdı. Yanaklarının şeftali çiçeklerinden daha kırmızı olduğunu gördü ama bunun ciddi bir hastalığın ilk belirtileri olduğunu fark etmeden, elinde mendillerle yatağına gidip rüyalarda kayboldu.
***
Daiyu ve mendillerinden Xiren’e dönelim. Hatırlanacağı gibi kitap almak üzere Baochai’e gönderilmişti. Oraya vardığında, Baochai Bahçe’de değildi, annesine gitmişti. Eli boş dönmek istemediğinden geri gelmesini bekledi. Kız birinci saatin başında geldi. Ağabeyini gayet iyi tanıyan Baochai, daha hiçbir şey duymadan da Baoyu’nün başına gelenlerde onun parmağı olduğundan şüphelenmişti. Xiren’in söyledikleri de zaten var olan şüpheyi doğrulamıştı. Ama Xiren, Mingyan’den duyduklarını aktarmıştı; Mingyan hiçbir kanıtı olmadan sadece tahminlerini söylemişti. Herkesin kafasında şüphe olarak başlayan şey kesinliğe dönüşmüştü. İşin tuhafı, geçmişte yaptıklarıyla ondan şüphelenmelerine neden olan kötü ününe rağmen bu sefer gerçekten tamamen masumdu ama herkes onun suçlu olduğuna sarsılmaz şekilde inanıyordu.
Bu yanlış anlamanın muhatabı olan Xue Pan, o gece dışarıda âlem yaptıktan sonra, eve sarhoş döndü. Annesini selamladı, kız kardeşinin de orada olduğunu görünce ona da tutarsız bir şeyler söyledi. Sonra birden aklına bir şey geldi.
“Baoyu’nün başı derde girmiş.” dedi. “Ne oldu?”
Bu kadarı Xue teyze için çok fazlaydı. Zaten için için kaynayan kadın öfkeyle patladı.
“Utanmaz hain! Ne yüzle bunu sorabiliyorsun? Senin başının altından çıktığını bal gibi biliyorsun.”
Xue Pan hayretler içinde kadına bakakaldı.
“Ne demek istiyorsun?”
“Masum numarası yapma bana!” dedi annesi. “Herkes senin söylediğini biliyor.”
“Ah, demek herkes benim birisini öldürdüğümü söylese, ona da inanacaksın.”
“Kardeşin bile senin yaptığını biliyor. Herhâlde ona da yalancı demeyeceksin.”
Baochai hemen lafa karıştı.
“İkiniz de bağırmayın! Biraz daha sakin olursanız, doğruya varma şansınız olur.” dedi ve ağabeyine döndü. “Senin suçun olsa da olmasa da her şey yaşandı, bitti. Şimdi bağrışmanın bir yararı yok. Benim sana tavsiyem, bundan sonra haylazlık yapma ve başkalarının işlerine karışma. Sen böyle yaptıkça bir gün bir şeylerin olacağı kesin. Öyle düşüncesiz bir yaratıksın ki bir şey olduğunda, masum da olsan insanlar hemen senden şüpheleniyorlar. Ben bile!”
Xue Pan bütün hatalarına rağmen içten ve dobra bir adamdı; bir meseleden devekuşu gibi kaçmaya alışkın değildi. Baochai’in haylazlık konusundaki eleştirisi ve kendi patavatsızlığı yüzünden Baoyu’nün dayak yediği konusunda annesinin ısrarı sabrını taşırdı. Heyecanla fırlayıp, masum olduğuna dair en ciddi ve büyük yeminler ederek karşı çıktı.
“Hakkımda bu hikâyeleri uyduranı bir elime geçirirsem!” diye bağırdı. “Suratını dağıtacağım! Baoyu’ye yaranmak için beni şamar oğlanı olarak kullandıkları çok açık. Kim ki o? Deva Kral mı? Ne zaman babası birkaç fiske vursa, bütün ev halkı günlerce ortalığı velveleye veriyor. Bir keresinde Zheng Enişte yaptığı bir şey yüzünden onu dövdüğünde, Büyük Hanımefendi Jia bunun altında Kuzen Zhen’in olduğuna hükmetmişti. Zavallı adamı apar topar karşısına getirtip azarlamıştı. Bu sefer de beni bu işe karıştırmak istiyorsunuz. Peki o zaman, umurumda bile değil! Gidip onu geberteyim, sonra bana ne istiyorsanız onu yapın!”
Böyle haykırarak kapının demirini kapıp tehdidini gerçekleştirmek için harekete geçti. Ama çılgına dönen annesi onu yakalayıp gitmesine engel oldu.
“Seni aptal yaratık!” dedi. “Kimi öldürmeye kalkıyorsun? Birini öldüreceksen benden başla!”
Xue Pan’in öfkesi öyle bir noktaya geldi ki gözleri yuvalarından fırladı.
“Ne saçma!” diye kükredi. “Hem gidip işini bitirmeme izin vermiyorsun hem de bu yalanları uydurarak beni kışkırtmaktan vazgeçmiyorsun. Bu çocuğun yaşamaya devam ettiği her gün benim dırdırlara ve yalanlara bir gün daha katlanmam demektir. En iyisi ikimiz de ölelim ve buna bir son verelim!”
“Biraz kendine hâkim ol!” dedi Baochai, annesinin onu zapt etme çabalarına katılarak. “Zavallı annemin ne kadar üzüldüğünü görmüyor musun? Her şeyi daha da berbat edeceğine onu sakinleştirmeye çalışman lazım.”
“Ah evet! Şimdi böyle söylüyorsun ama ona anlatıp bütün bunları başlatan sensin, değil mi?”
“Sen anca beni suçlarsın!” dedi Baochai. “Bu kadar düşüncesiz olduğun için senin hiç mi suçun yok, boşboğaz?”
“Düşüncesiz mi?” dedi Xue Pan. “Ya sorun çıkarıp duran Baoyu? Bir örnek vereyim sana. Önceki gün Qiguan ile aralarında olanı anlatayım. Belki onunla on kere karşılaşmışımdır ama bir kere bile bana yaranmaya çalıştığını görmedim. Ama Baoyu o gün onu ilk kez görmesine rağmen Qiguan ona kuşağını verdi. Bu da mı benim kabahatim?”
Annesi ve kardeşi çok öfkelendiler.
“Ne güzel bir örnek! İşte bu yüzden dayak yedi zaten. Şimdi söyleyenin sen olduğun anlaşılıyor.”
“Bu kadarı insanı deli etmeye yeter!” dedi Xue Pan. “Haksız yere suçlanmak değil beni çıldırtan, Baoyu için bu kadar kıyamet koparmanız!”
“Kıyamet koparan kim?” dedi Baochai. “Demiri kapıp gitmeye kalkışan sensin, şimdi bize mi diyorsun?”
Xue Pan, Baochai’in kendince haklılığını ve onu çürütmenin annesinden daha zor olduğunu görebiliyordu. Bu yüzden de onu susturacak bir şeyler bulmaya çalıştı; böylece itiraz edilmeden istediğini söyleyebilecekti. Bu, ağzından çıkanların ciddiyetini tartamayacağı kadar büyük bir öfkeyle birleşince, bağışlanamaz bir kinayeye yol açtı.
“Peki, kardeşim.” dedi. “Benimle tartışmana hiç gerek yok. Ben senin derdini iyi biliyorum. Annem, Bay Doğru’nun ağzındaki değerli taşla senin altın kolyenin çok uygun olduğunu bana çok önceleri söylemişti; tabii hâliyle şimdi sen Baoyu’nün boynunda taşıdığı o lanet şeyi görünce onu savunmak için elinden geleni yapıyorsun.”
Baochai önce öfkeden konuşamadı. Sonra annesine sarılıp ağlamaya başladı.
“Dediklerini duyuyor musun, anne?”
Kardeşinin gözyaşlarını gören Xue Pan çok ileri gittiğini fark ederek asık suratla kendi odasına çekilip yattı.
Kendisi de sinirden titreyen Xue teyze kızını yatıştırmaya çalıştı.
“Biliyorsun, bu canavar hep saçmalayıp durur.” dedi. “Yarın senden özür dilemesini söylerim.”
Baochai, annesini üzme korkusuyla dile getiremediği bir kırgınlık ve öfke içinde kalakaldı. Gözyaşları içinde iyi geceler dileyip Bahçe’deki odasına gitti ve bütün geceyi ağlayarak geçirdi.
Ertesi gün erkenden kalktı. Sabah bakımını yapamayacak kadar keyifsiz bir hâlde, sadece kendisine biraz çekidüzen verip annesine doğru yola koyuldu. Giderken, çiçek açmış bir ağacın altında kendi başına duran Daiyu’yü gördü.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Daiyu.
“Anneme.” diye cevap verdi, yoluna devam ederken.
Daiyu onun ne kadar keyifsiz olduğunu ve bütün gece ağlamış gibi gözlerinin şiştiğini fark etti.
“Kendine iyi bak, kuzen! Hasta olma!” diye seslendi arkasından, neşeyle. “İki fıçı gözyaşı döksen bile, o dayağın acısını geçiremezsin!”
Baochai’in verdiği cevap için bir sonraki bölümü okumalısın.

35. BÖLÜM
Yuchuan lotus yaprağı çorbasını tadar.
Yinger erik çiçeklerinden ustalıkla file örer.
Baochai, Daiyu’nün iğnelemesini gayet açık bir şekilde duydu ama zihni kendi aile meseleleriyle öylesine meşguldü ki hiç dikkate almayıp arkasına bile bakmadan yoluna devam etti.
Daiyu gölgesinde durduğu çiçekli ağacın altından uzaktaki Kızıl Neşe Avlusu’na bakarken, Li Wan, Yingchun, Tanchun ve Xichun’ün hizmetçileriyle birlikte kapıdan içeri girdiklerini gördü. Onları seyretmeye devam edince, girdikleri gibi teker teker kapıdan çıkıp kendi yollarına gittiklerini fark etti. Xifeng’ın aralarında olmayışına şaşırdı.
“Neden Baoyu’yü görmeye gelmedi acaba?” diye düşündü. “İşi bile olsa, insan büyük hanımefendi ve Wang Hanım’ı memnun etmek için ne yapıp edip boy göstermesini bekliyor. Gelmemesi için çok önemli bir neden olmalı.”
Tam o sırada düşüncelerinden sıyrılıp kafasını kaldırınca, avluya girmek üzere olan rengârenk giysiler içinde bir grup gördü. Daha dikkatle bakınca, bunların Büyükanne Jia’nın koluna girmiş gelen Xifeng, Xing Hanım, Wang Hanım, arkalarında da Odalık Zhou ve kalabalık bir hizmetçi topluluğu olduğunu fark etti. Hep beraber avluya girdiler. Daiyu gıptayla başını sallayarak bir aileye sahip olmanın ne kadar hoş bir şey olduğunu düşündü; yüzü yine gözyaşlarıyla ıslandı. O sırada Xue teyze ile Baochai de geldiler. Çok geçmeden Zijuan arkasında beliriverdi.
“Su soğumadan gelip ilacınızı için, küçük hanım.” dedi.
“Senin derdin ne?” dedi Daiyu. “Sürekli acele ettirip duruyorsun! İçerim içmem, sana ne?”
Zijuan neşeyle güldü.
“Hazır öksürüğünüz iyileşmeye başlamışken ilacı kesemezsiniz. Beşinci aya geldik, hava sıcak olabilir ama yine de dikkatli olmanız lazım. Sabahın neminde yeterince dışarıda kaldınız. Artık içeri girip biraz dinlenin.” dedi.
Zijuan’in sözleri üzerine gerçekten de bacaklarının yorulduğunu fark etti. Kısa bir tereddütten sonra Zijuan’in koluna girip ağır ağır Bambu Evi’ne doğru yöneldi. Avluya girerlerken, çiyle ışıldayan yosunların üzerine vuran kafes kafes bambu gölgesi ona Batı Odası’nda okuduğu satırları hatırlattı.
Adımların değmediği ücra bir yerde,
Çiyler ışıldıyor ayak basılmamış çimlerde.
“Ne güzel!” diye düşündü iç geçirerek, kitabın kahramanı kız için. “Ying-ying talihsiz olabilir ama en azından dul bir annesi ve küçük bir erkek kardeşi var. Benim kimsem yok. Eskiler ‘Bütün güzeller bahtsız olur.’ derler. Ben güzel de değilim, neden talihim bu kadar kötü?”
Yine tam ağlamak üzereyken, verandanın saçağında tüneyen papağan, hanımının geldiğini görünce birden viyaklayarak aşağıya inip, onu yerinden sıçrattı.
“Seni musibet!” diye bağırdı Daiyu, irkilerek. “Başımı toz içinde bıraktın!”
Papağan tekrar yerine döndü.
“Perdeyi kaldır, Xueyan. Küçük hanım geldi.” diye bağırdı ciyak ciyak.
Daiyu papağanın önünde durup tüneğine dokundu.
“Yemini ve suyunu verdiler mi, Polly?” diye sordu.
Papağan tıpkı Daiyu gibi uzun bir iç geçirdi ve kendine özgü sesiyle şu dizeleri söyledi:
Bırak gülsün herkes çiçekleri gömmeme,
Acaba kim gömecek beni ölünce?
Daiyu ve Zijuan bir kahkaha kopardılar.
“Sizin sürekli tekrarladığınız dizeler, küçük hanım.” dedi Zijuan. “Hatırlaması şaşılacak şey!”
Daiyu papağanın tüneğini saçaktan indirtip odasındaki yuvarlak pencerenin dışına asılmasını istedi. Kendisi de içeri girip pencerenin kenarına oturdu; ilacını içti. Bambuların arasından süzülen ışık pencerenin tülünden geçip, içeriye yeşil bir loşluk dolduruyor, yere ve değdiği mobilyalara soğuk bir görüntü veriyordu. Bu neşesiz ortamda biraz olsun keyiflenmek için pencerenin dışındaki papağanla oynayıp, ona sevdiği şiirleri öğretmeye çalıştı.
Şimdi onu burada bırakıp Baochai’e dönelim.
***
Baochai annesinin dairesine gittiğinde kadını saçlarını tararken buldu.
“Sabahın bu saatinde burada ne arıyorsun?” diye sordu Xue teyze.
“Nasılsın diye bakmaya geldim, anne. Ben çıktıktan sonra tekrar gelip sorun çıkardı mı?”
Annesinin yanına oturup ağlamaya başladı. Kızının gözyaşlarını gören Xue teyze de kendisini tutamadı ama onu teselli etmek için de elinden geleni yaptı.
“Tamam, tamam, çocuğum! Üzülme! Ben ona dersini vereceğim, göreceksin! Kızıma bir şey olursa ben ne yaparım sonra? Kime güvenirim?”
Bu sözlere kulak misafiri olan Xue Pan koşarak içeri girdi. Pişmanlığının göstergesi olarak ellerini kavuşturup aşağı yukarı ve sağa sola salladı.
“Affet beni, sevgili kardeşim.” dedi. “Dün gece çok içtim, sonra eve gelirken bir arkadaşıma rastladım. Geldiğimde daha ayılmamıştım. Neler söylediğimi hiç bilmiyorum ama aptalca saçmaladığımın farkındayım. Bana kızmana hiç şaşırmadım.”
Ağabeyinin özür dileyişindeki beceriksizlik Baochai’i güldürdü. Yüzünü mendilinden kaldırıp alaycı bir şekilde buruşturdu.
“Numara yapma!” dedi, nefretle tükürerek. “Asıl amacının ne olduğunu çok iyi biliyorum. Etrafında kadınların olmasını istemiyorsun ve bizden kurtulmanın bir yolunu arıyorsun; böylece burası sana kalacak.”
“Bu fikre nereden kapıldın bilmem, kardeşim.” dedi gülerek. “Bu kadar şüpheci ve kötü olmak sana hiç yakışmıyor.”
“Sen ona kötü mü diyorsun?” diye araya girdi annesi, öfkeyle. “Dün akşam senin kardeşine söylediklerin çok mu güzeldi sanki? Aklını kaçırmış olmalısın!”
“Kızma, anne!” dedi Xue Pan. “Sen de üzülme, kardeşim. Bir daha içmeyeceğime ve o serserilerle aylaklık etmeyeceğime söz veriyorum. Tamam mı?”
“Sonunda aklın başına geldi!” dedi Baochai gülerek.
“Sen bu sözünü tutarsan, dragonlar bile yumurtlar.” diye alay etti annesi.
“Tamam o zaman.” dedi Xue Pan. “Bir daha onlarla içtiğimi duyarsan, yüzüme tükür, bana hayvan, işe yaramaz serseri de! Bir daha benim yüzümden endişelenmenizi istemiyorum! Seni kızdırmak bile yetiyor, anne; bir de zavallı kardeşimi üzüyorum! İnsan değilim ben! Babam ölünce sana evlat, kardeşime de iyi bir ağabey olacağıma, ikinizi de üzüyorum. Gerçekten hayvanın tekiyim!”
Koca ahmak ağlamaya başladı. Annelerinin üzüldüğünü gören Baochai zoraki bir neşeyle araya girmek zorunda kaldı.
“Yaptıkların yetmedi mi ki bir de annemi ağlatıyorsun?”
“Ağlattığımı kim söyledi?” dedi Xue Pan, gözyaşlarına hâkim olup sırıtarak. “Tamam o zaman. Bu konuyu kapatalım ve bir daha konuşmayalım. Xiangling’i çağırayım da size güzel bir çay yapsın.”
“Çay falan istemem, teşekkürler.” dedi Baochai. “Annem hazır olduğunda Bahçe’ye gideceğiz.”
“Şu kolyene bir bakayım. Parlatılması gerekiyor sanırım.”
“Gerek yok. Hâlâ yeni gibi parıldıyor.”
“Yeni giysiler almanın zamanı gelmedi mi?” dedi Xue Pan. “Hangi renk ve desen istediğini söyle bana.”
“Daha bütün kıyafetlerimi giymedim bile. Yenisine ne gerek var?”
Bu sözlerden kısa bir süre sonra Xue teyze üstünü değiştirip geldi, Baochai’in elinden tutup Bahçe’ye götürdü, Xue Pan de kendi yoluna gitti.
Anne kız Baoyu’ye bakmak için Kızıl Neşe Avlusu’na geldiklerinde, büyük bir hizmetçi kalabalığının dışarıdaki verandada ve içerideki girişte beklediğini görüp, Büyükanne Jia ve diğer hanımların orada olduklarını anladılar. İçeri girip hanımlarla selamlaştıktan sonra Baoyu’nün yattığı sedirin yanına giderek kendisini nasıl hissettiğini sordular. Baoyu, Xue teyzeyi görünce doğrulmaya çalıştı.
“Teşekkür ederim.” dedi. “Biraz daha iyiyim. Ne çok sıkıntıya neden oldum! Sırf beni görmek için gelmenizden çok utanıyorum!”
Xue teyze onu tekrar yatırdı. “İstediğin bir şey olursa bana haber ver.”
“Tabii, teşekkürler.” dedi Baoyu neşeyle.
“Yemek istediğin bir şey var mı?” diye sordu annesi. “Dönünce hemen yaptıralım.”
“Aç değilim aslında ama bir keresinde küçük lotus yaprakları ve tohumlarıyla yaptığın çorbadan isterim.”
Konuşmaları dinleyen Xifeng bir kahkaha attı.
“Şuna bir bakın! Ne kadar basit zevkleri var. O kösele gibi şey nereden aklına geldi?” dedi.
“Yaptırın! Yaptırın!” dedi Büyükanne Jia, coşkulu bir şekilde. “Yesin çocuk!”
“O kadar acele etme, büyükanne!” dedi Xifeng, gülerek. “O küçük şekilleri vermek için kalıpların nerede olduğunu hatırlamaya çalışıyorum.”
Sonra kendilerine eşlik eden yaşlı hizmetçilerden birine dönüp, başaşçıya sormasını söyledi ama kadın uzunca bir süre sonra eli boş döndü.
“Aşçı, uzun zaman önce sizin talimatınızla dört kalıbın verildiğini söylüyor.”
Xifeng bir süre düşündü.
“Kime gönderdiğimi hiç hatırlamıyorum.” dedi. “Muhtemelen kilerdedir.”
Sonra birisini kiler sorumlusuna gönderdi ama orada da yoktu. Sonunda altın ve gümüşlerle ilgilenen görevlide olduğu ortaya çıktı. Getirtilen kalıpları ilk inceleyen Xue teyze oldu. Bir kutunun içine oturtulmuş dört gümüş kalıptı. Yaklaşık otuz santim uzunluğunda, iki buçuk santim genişliğindeydi. Her birinin üzerinde bir fasulye tanesi büyüklüğünde otuz kırk şekil oyulmuştu. Birinde kasımpatılar, birinde erik çiçekleri, birinde lotus yaprakları ve tohumları, birinde de su kestanesi şekilleri vardı.
Xue teyze neşeyle Büyükanne Jia ve Wang Hanım’a döndü.
“Her şeyi ayrıntısıyla düşünüyorsunuz! Bütün bunlar bir kâse çorba için mi! Siz demeseniz bunların ne işe yaradıklarını tahmin bile edemezdim.” dedi.
Xifeng yaşlı hanımlardan önce atılıp araya girdi;
“Bilemezdin zaten, halacığım. Geçen yıl Majesteleri’nin ziyareti sırasında buldukları bir şey bu. Bunlarla, nasıl yapıldığını tam olarak bilmediğim bazı özel hamurlara şekil verdiler ve çorbanın içine kattılar. Sonbahar lotusuyla tatlandırılmış olabilir ama pek belli olmuyordu. Sık sık yemek isteyebileceğin türden bir şey değildi. Aslında ilk kez o ziyarette yemiştik. Hâlâ hatırladığına bile şaşırdım.”
Kalıpları hizmetçilerden birine verdi.
“Mutfaktakilere söyle on kâse çorba pişirecek kadar tavuk kesip malzemeleri hazırlasınlar. Çok çabuk olsun!” dedi.
“Neden o kadar çok?” diye sordu Wang Hanım.
“Geçerli bir nedenim var.” dedi Xifeng. “İnsanın her gün yediği bir şey değil bu. Şimdi Kuzen Bao sözünü edince, sadece onun için yaptırıp da Büyükanne Jia, sen ve Xue halanın tatmaması aptallık olur. Madem yapıyoruz, herkese yetecek kadar olsun.” Muzipçe gülümsedi. “Ben bile tatmak istiyorum.”
Büyükanne Jia güldü.
“Seni küçük maymun! Halkın parasını özel eğlencelere harcamak denir buna!”
Ötekiler de güldüler. Hiç umursamayan Xifeng lafa girdi.
“Hiç sorun değil. Böyle küçük bir ikramı ben karşılayabilirim.” Refakatçi kadına döndü. “Mutfaktakilere söyle, her şeyi bolca kullanıp benim hesabıma yazsınlar.”
Kadın bir şeyler mırıldanıp emri yerine getirmek için çıktı. Baochai bu konuşmaları keyifle dinliyordu. “Kuzen Feng çok zeki bir kadın olabilir ama burada olduğum yıllar boyunca büyük hanımefendiyi alt edebildiğini hiç görmedim.” dedi.
“Ah sevgili çocuğum, artık çok yaşlandım, bu yaşımda bende zekâ ne arar? Feng’ın yaşındayken onu gölgede bırakırdım. O zamanlar benim olduğum kadar keskin zekâlı olmasa da hiç fena sayılmazdı. Wang teyzenden daha iyi olduğu kesin. Zavallı teyzeciğin kendisini savunmak için bir odun parçasından daha fazla konuşmaz. Asla Feng gibi kendisini ortaya koymaz! Feng sivri dillidir. Zaten bu yüzden yaşlı büyükannen ona çok düşkün!”
Baoyu kıkırdadı.
“Yani çok konuşmayanları pek sevmediğini mi söylüyorsun, büyükanne?”
“Yok canım!” dedi Büyükanne Jia. “Sessizlerin de kendilerine özgü erdemleri var, tıpkı dilbazların kusurları olduğu gibi. İnsanın kendisi hakkında çok fazla konuşmaması en iyisi! Bazen dilbazlar çok yorucu oluyor, o zaman sessizleri tercih ediyorum.”
“Çok doğru.” dedi Baoyu. “Yengem Li Wan de çok konuşmaz ama onu da en az Feng kadar sevdiğinden eminim. Önemli olan tek şey dilbazlık olsaydı, ailede en çok Kuzen Feng ile Kuzen Lin’i severdin.”
“Eğer bir kıyaslama yapıyorsak, Xue teyzene iltifat olsun diye söylemiyorum ama doğrusu bu ailedeki bütün kızların içinde en çok Baochai’i seviyorum.” dedi Büyükanne Jia.
“Öyle söylemeyin. Bunu demek istemediğinizden eminim.” diye itiraz etti Xue teyze gülerek.
“Yok, yok, aynen öyle!” diye araya girdi Wang Hanım. “Biz yalnızken de büyük hanım Baochai’den övgüyle söz eder.”
Baoyu, Büyükanne Jia Daiyu hakkında güzel bir şeyler söylesin diye araya girmişti ama onun yerine yaşlı kadının Baochai’i övmesine çok şaşırdı. Baochai’e bakıp gülümsedi ama kız hemen başını çevirip Xiren ile konuşmaya başladı.
O sırada bir hizmetkâr gelip yemeğin hazır olduğunu bildirdi. Büyükanne Jia ayağa kalktı. Önce Baoyu’ye iyice dinlenip bir an önce iyileşmesini tembihledikten sonra Xue teyzeyi önüne katıp, Xifeng’ın koluna yaslanarak kapıya yöneldi. Odadan çıkarlarken çorbanın hazır olup olmadığını sordu. Sonra Xue teyzeye dönüp özellikle yemek istediği bir şey var mı diye öğrenmek istedi.
“Varsa haberim olsun.” dedi. “Feng’a nasıl yaptıracağımı bilirim ben.”
Xue teyze güldü.
“Ona takılmayı nasıl da seviyorsunuz! Sizin için hep güzel şeyler hazırlatıyor ama siz pek bir şey yemiyorsunuz.” dedi.
“Bakma sen ona halacığım!” diye karşı çıktı Xifeng. “Büyük hanım ne yiyeceğini iyi bilir. İnsan etinin ekşi olduğunu düşünmese çoktan beni bile yemişti!”
Bu sözler herkesi güldürdü. Baoyu de canının yanmasına rağmen içeriden onlara katıldı.
Yatağının yanında duran Xiren de gülmeden duramadı.
“Bayan Lian de ne kadar sivri dilli!”
Baoyu elinden tutup çekerek onu yanına oturttu.
“Gel! Saatlerdir ayakta durmaktan yorulmuşsundur!”
“Ah, az kalsın unutuyordum!” diye bağırdı Xiren. “Bayan Baochai henüz avludayken, bize birkaç file örmesi için Yinger’ı göndermesini isteyecektim.”
“İyi ki hatırlattın.” dedi Baoyu. Kafasını kaldırıp pencereye doğru seslendi.
“Kuzen Bao! Yemekten sonra Yinger’ı bana gönderir misin? Birkaç tane file örmesini istiyorum.”
“Tabii ki.” dedi Baochai, geri dönerek. “Hemen gönderiyorum.”
Büyükanne Jia ve diğer hanımlar da durup dinlediler. Doğru dürüst duyamayan yaşlı kadın ne olduğunu sorunca, Baochai açıklama yaptı.
“Tamam, yavrucuğum, gönder! Onun yerine birine ihtiyaç duyarsanız, bomboş oturan bir sürü kız var benim orada. Onlardan birini çağırtabilirsiniz.”
“Yinger olmadan da idare ederiz biz.” diyerek onu ikna etti Xue teyze ve Baochai. “Yapacak fazla bir işi yok, aylaklık etmemesi için bir şeyler yapması lazımdı zaten.”
Konuşarak yollarına devam ederlerken, Xiangyun, Pinger ve Xiangling’e rastladılar. Yapay bir dağın kenarında pelesenk topluyorlardı. Büyükanne Jia ve diğerlerinin geldiklerini görünce çiçekleri bırakıp onlara katıldılar. Kısa süre içinde grup Bahçe’den çıkmıştı. Büyükanne Jia’nın yorulmuş olmasından endişelenen Wang Hanım biraz durup kendi dairesinde dinlenmesini teklif etti. Gerçekten de yaşlı kadının ayakları sıkıntı vermeye başlamıştı, başını sallayarak kabul etti. Wang Hanım önden bir hizmetçi gönderip hazırlık yapılmasını istedi.
Odalık Zhao hastalık bahanesiyle ortalarda görünmediğinden, iki odalıktan sadece Bayan Zhou dairenin yaşlı kadınları ve hizmetçi kızlarıyla beraber Büyükanne Jia’yı karşılamak için çıktı. İçeri girmesi için kapının perdesini kaldırıp, sedirin üzerindeki yastıkları düzeltti. Xifeng’ın kolunda sedire doğru giden yaşlı kadın Xue teyzeyle birlikte şeref konuğu yerine oturdu. Baochai ve Xiangyun daha alçaktaki oturaklara oturdular. Wang Hanım fincanı gayet resmî bir şekilde iki eliyle tutarak kayınvalidesine bizzat çay servisi yaptı, Li Wan de Xue teyzeye.
“Bırak da gençler hizmet etsinler.” dedi Büyükanne Jia, Wang Hanım’a. “Sen otur da sohbet edelim.”
Wang Hanım itaatle sedirin yanındaki tabureye oturdu ve vekâletini Xifeng’a bıraktı.
“Büyük hanımefendinin yemeğini buraya getirmelerini söyle.” dedi ona. “Bir iki porsiyon daha eklesinler.”
Xifeng hemen çıkıp Wang Hanım’ın hizmetçileriyle büyük hanımefendinin hizmetçilerine haber gönderdi. Oradaki yaşlı kadınlar da bu emri hizmetçi kızlara iletince, büyük bir hizmetkâr ordusu Wang Hanım’ın dairesine koşuşturdu. Wang Hanım da diğer küçük hanımların davet edilmesini emretti ama uzun bir süre beklemelerine rağmen Tanchun ve Xichun’den başka kimse gelmedi. Yingchun pek iyi değildi, canı bir şey yemek istemiyordu. Daiyu de on öğünden yalnızca beşini yediğinden, onun yokluğunu fark eden olmadı. Kısa süre içinde yemekler getirildi. Sedirin üzerine alçak bir masa kuruldu. Xifeng elinde havluya sarılmış bir demet fildişi çubukla hazır bekliyordu.
“Büyük hanımefendi ve Xue hala, resmiyeti bir tarafa bırakıp rahat davranın lütfen, her şeyi bana bırakın!” dedi.
Büyükanne Jia, Xue teyzeye dönüp, “Biz de öyle yaparız!” dedi.
“Evet tabii.” dedi Xue teyze, gülümseyerek.
Xifeng atılıp Büyükanne Jia ve Xue teyze için iki çift, Baochai ve Xiangyun için de birer çift çubuğu masaya yerleştirdi. Wang Hanım ve Li Wan de yemeklerin servisini denetliyorlardı. Xifeng bir kişilik daha servis getirtip, elinde çubuklarla tabaklar arasında dolaşarak Baoyu için yemek seçimi yaptı. Birkaç dakika sonra lotus yaprağı çorbası getirildi ve Büyükanne Jia’nın incelemesi için sunuldu. Wang Hanım hızla etrafına bakınınca Yuchuan’in hemen yakınında hazır beklediğini gördü; bir kâse çorba ile Xifeng’ın seçtiği yemekleri Baoyu’ye götürmesini emretti. Xifeng hepsini tek kişinin taşıyamayacağını söyledi. Tam o sırada Yinger ve Xier içeri girince, Baochai onların yemeklerini bitirdiklerini bildiğinden Yinger’ın yardım etmesini önerdi.
“Efendi Bao gidip onun için file örmeni istemişti. Sen de Yuchuan’le birlikte gidip o işi de halledersin.”
“Tabii küçük hanım.” dedi Yinger ve tabaklardan bazılarını alıp Yuchuan ile çıktı. İkisi yalnız kaldıklarında, “Bu tabaklar çok sıcak. Onca yolu nasıl gideceğiz?” dedi.
“Merak etme sen!” dedi Yuchuan. “Ben ne yapacağımızı biliyorum.”
Yaşlı kadınlardan birine kapaklı bir sepet getirtti. Çorba kâsesi ve diğer tabakları içine yerleştirip taşıması için kadına verdi. Yinger ile ikisi ellerini kollarını sallayarak Kızıl Neşe Avlusu’na doğru yollarına devam ederken, her şeyi taşıyan yaşlı kadın arkalarından geliyordu. Avlunun kapısına geldiklerinde Yuchuan kadından sepeti aldı, iki kız eve doğru ilerledi. Xiren, Sheyue ve Qiuwen’i iç odada Baoyu’yle eğlenirken buldular. Üçü gülerek ayağa kalkıp onları selamladı. Xiren onların kendi dairelerinden geldiklerini düşünerek, nasıl aynı anda geldiklerini sordu, sepeti alırken. Yuchuan kendisini bir tabureye bırakıverdi; Yinger ise o kadar cüretkâr değildi. Xiren tabure getirdiği hâlde oturmak istemedi.
Baoyu Yinger’ın gelmesine çok memnun olmuş ama Yuchuan’i görünce ablası Jinchuan’ı hatırlayıp utanç ve üzüntü karışımı bir sancı duymuştu. Bu yüzden Yinger’ı boş verip sadece ona ilgisini yöneltti. Xiren bunu fark edince Yinger’ın alınmasından korktu. Kısmen bu nedenle kısmen de Yinger ayakta çok rahatsız göründüğünden ve belli ki Baoyu’nün yanında oturmak istemediğinden, elinden tutup onu yan odaya götürdü, çay ikram edip sohbete başladı. Bu arada Sheyue ve diğer kızlar Baoyu’nün yemeğini ve çubuklarını getirdiler. Ama Baoyu yemeğine başlayacağına, Yuchuan’le ilgilenmeye devam etti.
“Annen nasıl?” diye sordu.
Somurtan ve Baoyu’ye bakmaktan kaçınan Yuchuan, uzunca bir süre sesini çıkarmayıp sonunda “İyi.” diye mırıldandı. Baoyu’nün canı sıkıldı ama nazik olmak için elinden geleni yaptı.
“Yemeğimi getirmenizi kim söyledi?” diye sordu.
“Tabii ki hanımefendiler.”
Baoyu onun yüzündeki üzüntüyü görebiliyor ve Jinchuan nedeniyle bu hâlde olduğunu biliyordu. Onun gönlünü almanın yollarını aradı ama ötekilerin yanında kendisini küçük düşürmek istemedi ve çeşitli bahanelerle onlardan kurtulmaya çalıştı. Bunu başarınca, bütün cazibesini kızın üzerinde denedi. Yuchuan önce onun sorduğu soruları duymazdan gelmeye çalıştı ama Baoyu o kadar sabırlı ve ısrarcıydı, kızın dirençli katılığını öyle bir sıcaklık ve zarafetle karşıladı ki sonunda yüreği yumuşadı ve hafif bir memnuniyet ifadesi yüzüne yerleşmeye başladı. Baoyu artık yemeğini isteme zamanının geldiğine hükmedince, “Çorbamı verir misin, sevgili kardeşim. Bir bakalım nasılmış.” dedi gülerek.
“Ben kimseye yemek yediremem.” dedi Yuchuan. “Hiç yapmadım. Diğerlerinin gelmesini beklemeniz lazım.”
“Ben yedirmeni istemedim ki.” dedi Baoyu. “Sadece bana getirmeni istiyorum çünkü yürüyemiyorum. Sonra çıkıp onlara görevini tamamladığını söyleyerek kendi yemeğini yiyebilirsin. Seni yemeğinden alıkoymak istemem. Açlıktan ölüyorsundur. Tabii getirmek istemiyorsan, ben acılara katlanıp kendim de alabilirim!”
Yatağından kalkmaya yeltendi ama bu çabası acı dolu çığlıklarına neden oldu. Bu duruma daha fazla dayanamayan kız hemen ayağa kalktı.
“Tamam. Yatın siz!” dedi. “Daha önceki yaşamınızda ne günahlar işlediyseniz şimdi böyle acı çekiyorsunuz! Cezanızı çekmek için çok beklemek zorunda kalmadınız. Size acımamı beklemeyin!”
Birden bir kahkaha attı ve çorbayı getirdi.
“Sevgili Yuchuan, eğer hâlâ öfke duyuyorsan, şimdi burada duyabilirsin.” dedi Baoyu. “Hanımefendilerin yanında sinirlerine hâkim ol. Onlarla beraberken de böyle yaparsan başın derde girer.”
“Çorbanızı için siz! Beni bu tatlı sözlerle kandıramazsınız. Her şeyin farkındayım.”
Baoyu onun ısrarı üzerine birkaç kaşık çorba içti ama sonra beğenmemiş gibi yaparak bıraktı.
“Güzel değil.”
“Değil mi?” dedi Yuchuan, yüzünde bir tiksinti ifadesiyle. “Kutsal Buda! Bunu beğenmiyorsanız başka neyi beğenirsiniz acaba?”
“Hiçbir lezzeti yok!” dedi Baoyu. “Bana inanmıyorsan kendin dene de gör!”
Yuchuan numarasını yuttu ve kaşığı alıp ağzına götürdü. Baoyu kahkahayı bastı.
“Şimdi lezzeti yerine gelmiştir!”
Yuchuan çorbayı içirmek için kendisini kandırdığını anladı.
“Daha demin beğenmemiştiniz, şimdi isteseniz de vermiyorum.”
Baoyu gülerek yalvardıysa da geri vermedi ve öteki hizmetçileri içeri çağırıp yemeğinin devamını vermelerini söyledi. O anda Bay Fu’nun iki yaşlı dadısının Efendi Bao’yı ziyarete geldiği haberi geldi.
Baoyu bu ‘Bay Fu’nun, bir zamanlar babasının himayesinde olan ve onun şöhreti sayesinde bir yer edinen Vali Yardımcısı Sekreteri Fu Shi olduğunu anladı. Jia Zheng onu takdir eder, himayesindeki pek çok gencin en akıllısı olduğunu düşünürdü; Fu Shi de bağlantıyı koparmamak için sürekli olarak konağa mesajlarını ve saygılarını gönderip dururdu. Baoyu’nün bu hayatta katlanamadığı iki tip insan varsa, o da aptal, yaşlı kadınlar ve sırnaşık gençlerdi. Bu yüzden de Fu Shi’nin gönderdiği bu iki yaşlı dadının hasta odasına hemen kabul edilmeleri çok tuhaftı. Tabii ki bunun bir nedeni vardı. Baoyu, Fu Shi’nin Fu Qiufang adında bir kız kardeşi olduğunu duymuştu. Muhteşem bir mücevher gibi güzel olduğu söylenen bu kız aynı zamanda çok da marifetliydi. Onu hiç görmemiş olsa da onu hayalinde canlandırıp, uzaktan uzağa hayranlık beslemişti. Yaşlı kadınları kabul etmemek onun gözünde Fu Qiufang’a karşı kabalık etmek demekti. Bu yüzden hemen içeri davet etti.
Fu Shi kız kardeşinin bu özelliklerinden yararlanarak, onu güçlü ve aristokrat bir aileye gelin olarak verip kendi pozisyonunu sağlamlaştırma ümidi besliyordu. Bu hırsı onun diğer önemsiz tekliflere yüz çevirmesine neden olduğundan, Fu Qiufang yirmi iki yaşına geldiği hâlde daha nişanlı bile değildi. Mesele şuydu ki akraba olmak istediği güçlü ve aristokrat aileler, Fu Shi’yi hem soy hem de yetiştirilme açısından yetersiz, fakir bir kâtip olarak küçümsüyorlar ve kız kardeşini gelin olarak alma konusunda en ufak bir eğilim göstermiyorlardı. Doğal olarak Fu Shi’nin Jia ailesine yaranmak için haklı nedenleri vardı. Aileyle yakınlığını ilerletmeye çalışıyor, tutkusunu gerçekleştirmek için umudunu kesmiyordu.
Baoyu’yü ziyaret için gönderilen iki yaşlı dadı pek sersemdi. Kabul edildiklerini duyduklarında, odaya girip Baoyu’nün sağlığını soran bir ya da iki cümle ettiler, sonra aptal bir sessizliğe büründüler. Yabancıların gelişiyle beraber Yuchuan Baoyu’ye yüklenmeyi bırakıp elinde çorba kâsesiyle sessizce dikilerek konuşmaları dinlemeye başladı. Artık iki yaşlı dadıya ne söylenebilirse tüm konuşmayı yapmak, bir yandan da yemeğine devam eden Baoyu’ye kalmıştı. Birden çorba için elini uzattığında Yuchuan de karşılık verince, ikisi de gözlerini misafirlerden ayırmadığı için bir çarpışma yaşandı. Kâse devrildi ve Baoyu’nün eline sıcak çorba döküldü. Kendisine bir şey olmamasına rağmen Yuchuan irkilip çığlık attı.
“Şu yaptığınıza bakın!”
Diğer hizmetçiler kâseyi almak için ileri atıldılar. Kendi acısına aldırmayan Baoyu, Yuchuan için endişelendi.
“Neren yandı? Canın acıyor mu?”
Yuchuan ve diğer kızlar güldüler.
“Asıl yanan sizsiniz. Neden bana soruyorsunuz?” dedi Yuchuan.
Ancak o zaman Baoyu kendi elinin yandığını fark etti. Hizmetçiler çabucak elini temizlediler. Artık yemeğine devam etmek istemeyen Baoyu ellerini yıkayıp çayını içti ve yaşlı kadınlarla biraz daha konuştu. Sonra kadınlar izin istediler. Qingwen ve diğer hizmetçiler köprüye kadar onlara eşlik ettiler. Kadınlar yalnız kaldıklarında, ziyaretleri hakkında konuşarak yollarına devam ettiler.
“İnsanlar Baoyu için kötü bir meyve gibi diyorlardı, görünüşü güzel ama içi çürük.” dedi biri, gülerek. “Hiç şaşırmadım. Biraz budala görünüyor. Kendi elini yakıyor, sonra başkasına neresi acıyor diye soruyor! Ahmak galiba! Ha, ha, ha!”
“Gerçekten de öyle!” dedi diğeri. “En son buraya geldiğimde bana demişlerdi zaten. Bir keresinde sağanak yağmurda sırılsıklam olmuş da başkasına ‘Yağmur yağıyor, dışarı çıkma.’ demiş. Budala değil de ne? Ha, ha, ha! Yalnızken ağlar ya da kahkaha atarmış. Kırlangıç görse onunla konuşur, nehirde balık görse onunla sohbet eder diyorlar. Ay ve yıldız gördüğünde de iç geçirir, inler, deli gibi kendi kendisine mırıldanırmış. Bir bebek kadar safmış. Küçük hizmetçiler bile her istediklerini yaparlarmış ona. Canı tasarruf etmek istediğinde bir parça ip için bile yaygara koparırken, başka bir zaman milyonları savururmuş.”
Böyle konuşarak Bahçe’den çıkıp evlerine doğru yol aldılar. Onları burada bırakıyoruz.
Xiren’e dönecek olursak, iki misafir gidince Yinger’ı içeri çağırıp Baoyu’ye nasıl bir file istediğini sordu.
“Konuşmaya dalıp seni unutmuşum.” dedi Baoyu gülerek. “Benim için file yap diye çağırdım seni buraya.”
“Ne için?” diye sordu Yinger.
“Orasını boş ver.” dedi Baoyu, neşeyle. “Her türlüsünden yap.”
Yinger ellerini çırparak güldü.
“Ne! Bu on yılımı alır!”
“Sevgili küçük hanım, bütün zamanlar senin olsun.” dedi Baoyu, gayet hoş bir havayla. “Eminim daha kısa süre içinde halledeceksin.”
“Herhâlde bir oturuşta yapmasını beklemiyorsun?” dedi Xiren. “En iyisi en çok istediğin birkaç tanesini seç, önce onları yapsın.”
“Çeşitlerinden söz ediyorsanız sadece üç türü var: Yelpazeler, kokulu keseler ya da kuşaklar için.”
“Tamam.” dedi Baoyu. “Kuşak için olsun.”
“Kuşak ne renk?”
“Kırmızı.”
“Siyah ya da lacivert kırmızıya yakışır.” dedi Yinger. “Daha açık bir renkle kırmızı çok baskın durur.”
“Açık yeşile ne yakışır peki?” dedi Baoyu.
“Şeftali pembesi.”
“Çok şatafatlı görünür. Biraz daha gösterişsiz bir şey olsa?”
“Açık yeşil ve yeşilimsi sarıya ne dersiniz?” diye sordu Yinger. “Çok uyumlu bir karışım.”
“Peki, üç tane yap o zaman, bir siyah, bir şeftali pembesi, bir de açık yeşil.”
“Ne deseni istersiniz?”
“Ne desenler biliyorsun?” dedi Baoyu.
“Çubuk, merdiven, elmas, çift elmas, zincir, erik çiçeği, söğüt yaprağı…”
“Geçen gün Tanchun için hangisini yapmıştın?”
“Ortaları dolu erik çiçeği deseniydi.”
“Ondan istiyorum.”
Bu arada Baoyu Xiren’den ipleri getirmesini istedi. Geri döndüğünde pencereden bir hizmetçi seslendi.
“Yemeğiniz hazır, hanımefendi.”
“Gidip yemeğini ye!” dedi Baoyu. “Bitirince hemen gel.”
“Burada misafirimiz varken nasıl giderim?” dedi Xiren, gülümseyerek.
“Saçmalama!” dedi Yinger, ipleri seçerken. “Git haydi.”
Xiren güldü ve ikisini yalnız bırakıp çıktı; sadece ihtiyaç olur belki diye çok genç iki hizmetçiyi bıraktı.
Baoyu uzanıp Yinger’ın file örüşünü seyrederken havadan sudan sohbet etmeye başladı.
“Kaç yaşındasın?”
Yinger işinden başını kaldırmadan cevap verdi.
“On altı.”
“Soyadın ne?”
“Huang.”
“Huang mı? ‘Sarı’ demek. Adınla çok uyumlu. Huang Yinger! Sarıasma Kuşu derler, değil mi?”
“Aslında adım Jinying’di ama küçük hanım söylemesini zor bulup Yinger olsun dedi. Şimdi herkes böyle çağırıyor.”
“Bayan Bao seni çok seviyor herhâlde.” dedi Baoyu. “Evlendiği zaman da seni yanında götürmek isteyecektir.”
Yinger burun kıvırıp güldü.
“Ben her zaman Xiren’e söylerim, hanımını ve seni alacak erkek çok şanslı.” dedi Baoyu.
“Bayan Bao sizin düşündüğünüzden çok daha iyi bir insan.” dedi Yinger. “Güzelliğinin yanı sıra bu dünyada pek çok kişide bulamayacağınız harika özellikleri var. Güzellikten çok daha önemli şeyler.”
Baoyu Yinger’ın yumuşacık sesinden, yapmacıklıktan uzak, sade konuşma şeklinden ve gülüşünden çok etkilendi. Hanımı hakkında bu şekilde konuşmasını dinlemek ona keyif verdi.
“Ne gibi şeyler?” diye sordu. “Söylesene bana.”
“Söylerim ama ona bundan söz etmeyin.”
“Elbette etmem.”
O anda dışarıdan gelen bir ses araya girdi.
“Hiç sesiniz çıkmıyor!”
Aynı anda ikisi de dönüp bakınca Baochai’in odaya girdiğini gördüler. Baoyu hemen onu buyur etti. Kız oturunca Yinger’ın nasıl bir file yaptığını sordu ve eğilip inceledi.
“Bunun ilginç bir tarafı yok ki. Ne için istiyorsun?” diye sordu daha yarısı tamamlanan fileyi görünce. “Neden değerli taşı için bir şey yapmıyorsun?”
Baoyu sevinçle ellerini çırptı. En başında Yinger’dan kendisi için bir şey yapmasını isteyecekti ama unutmuştu.
“Zeki kuzen! Söylediğin çok iyi oldu! Unuttum gitti. Peki, ne renk olsun?”
“Bir bakalım.” dedi Baochai. “Parlak renkler kesinlikle olmaz. Kırmızı yakışmaz. Sarı yeterince zıtlık taşımıyor. Siyah da çok kasvetli. Bak ne diyeceğim. Altın rengi bir ipi çok ince bir siyah iple birleştirip yaparsan çok güzel olur.”
Baoyu bu teklifi çok beğendi ve Xiren’e birkaç kez seslenerek altın rengi ip getirmesini istedi. O da tam o sırada iki tabak yemekle içeri giriyordu.
“Çok tuhaf!” dedi. “Büyük hanımefendi iki tabak göndermiş.”
“Ah demek çok fazla yemekleri varmış ki paylaşmanız için size göndermiş.” dedi Baoyu.
“Hayır.” dedi Xiren. “Bunlar özel olarak benim içinmiş ama gidip teşekkür etmeme gerek yokmuş. Çok tuhaf!”
Baochai güldü.
“Senin içinse gidip ye! Nedenini niçinini sorma!” dedi.
“Ama daha önce hiç böyle bir şey olmadı. Çok utandım.”
Baochai alaycılıkla dudaklarını buruşturdu.
“Bunda utanılacak ne var? Bir gün daha utanç verici şeyler gelecek başına.”
Xiren bu lafların arkasında başka şeyler olduğunu hissetti. Baochai’in iğneleyici sözler edecek biri olmadığını iyi biliyordu. Önceki gün görüştüklerinde Wang Hanım’ın da üstü kapalı sözler ettiğini hatırlayınca konuyu kapattı.
“Bunları yiyeyim o zaman, ellerimi yıkayınca ipi getiririm.” dedi Baoyu’ye tabakları göstererek.
Ardından aceleyle dışarı çıktı. Daha sonra yemeğini bitirip iple beraber geri geldiğinde, ağabeyinin çağırması üzerine Baochai gitmişti.
Baoyu tekrar uzanıp Yinger’ı seyretmeye koyuldu ama bu sefer de Xing Hanım’ın gönderdiği iki hizmetçi araya girdi. İki çeşit meyve ve hanımlarından bir mesaj getirmişlerdi.
“Hanımefendi, eğer yürüyecek durumda olursanız, yarın yanına gidip biraz oyalanmanızı söyledi. Sizi görmek istiyormuş.”
“Yürüyebildiğim zaman gidip saygılarımı sunacağımı ilet kendisine. Sancılarım biraz daha hafifledi, merak etmesin.”
Kızların oturmasını istedi, Qiuwen’i çağırıp meyvelerin yarısını Daiyu’ye götürmesini söyledi ama kız tam gitmek üzereyken avludan Daiyu’nün sesi geldi. Baoyu Qiuwen’den hemen gidip onu içeri davet etmesini istedi.
Ayrıntılar için gelecek bölümü okumaya devam et.

36. BÖLÜM
Baochai Kızıl Neşe Avlusu’nu ziyareti sırasında, uykuda sayıklanan tuhaf sözleri duyar.
Baoyu Armut Ağacı Avlusu’nu ziyaret eder ve bir oyuncudan gerçekleri öğrenir.
Büyükanne Jia, Wang Hanım’la yemek yedikten sonra dairesine geri dönünce Baoyu’nün bu kadar çabuk ilerleme göstermesine çok memnun oldu ama bu sefer de iyice iyileştiğinde, Jia Zheng yine onu sormaya başladığı zaman ne olacak diye endişelenmeye başladı. Bu ihtimale karşı tedbirli olmak için Jia Zheng’ın bütün işlerini gören başuşağına bizzat talimat vermek üzere çağırttı.
“Bundan sonra, efendin misafir ağırlarken ya da biriyle görüşürken Baoyu’yü çağırırsa, bana haber vermeye gerek bile duymadan, hemen Efendi Bao’nın yediği dayaktan dolayı çok ciddi şekilde yaralandığını ve tekrar yürüyebilmesi için birkaç ay dinlenmesi gerektiğini söyleyeceksin. Sonra da yıldız haritasındaki şansız bir birleşme nedeniyle yıldız muhafızına adak adanırken, yabancıları görmesine ya da kapıdan dışarı adım atmasına izin verilmediğini bildireceksin.” dedi.
Uşak gittikten sonra Dadı Li ile Xiren’i çağırttı ve aynı şeyi Baoyu’ye de anlatmalarını söyledi; böylece iyileşmesinde herhangi bir yavaşlama olmayacaktı.
Baoyu, âlimler sınıfından beylerle bir araya gelip sohbet etmekten hiç hoşlanmaz, tebrik, başsağlığı ve o sınıfın üyelerinin zamanlarının çoğunu adadıkları diğer resmî ziyaretler gibi, giyinip kuşanmayı gerektiren bütün ortamlardan nefret ederdi. Bu yüzden de büyükannesinin kararı onu çok memnun etti; bunu ziyarete gelen dost ve akrabalarla görüşmeyi kesmek için bahane olarak kullandı. Hatta aile büyüklerine yapılan geleneksel sabah ve akşam ziyaretlerini bile savsakladı. Her günü Bahçe’de oyalanarak ve dinlenerek geçiriyor, sabahın erken saatlerinde büyükannesini ve annesini kısa ziyareti dışında, bütün gün boyunca hizmetçilerinin gönüllü tutsağı oluyor, onları memnun edecek ufak tefek şeyler yapıyordu. Böyle eğlenceli bir miskinlik içinde birkaç hafta su gibi akıp geçti. Zaman zaman fırsat oldukça, Baochai ya da bir başkası onu bu durumundan dolayı kınayacak olursa, öfkelenerek karşı çıkıyordu.
“Neden senin gibi saf ve tatlı bir kız, kafasını ‘şöhret’ ve ‘itibar’ gibi saçmalıklara takıp fırsatçı ve mevki peşindeki iğrenç insanları taklit etmek ister ki? Tekrarlayıp durduğunuz bütün bu fikirler, eski zamanlardaki işgüzar yaşlılar tarafından, kendilerinden sonra gelen budalaların akıllarını çelmek için uydurulmuş. Güzel ve hassas kızların bu ahmaklıklarla kirletildikleri bir dönemde yaşamak zorunda olmak ne korkunç bir şey! Size doğuştan bahşedilen tüm güzel niteliklere bir hakarettir bu!”
Hatta eskilere karşı öfkesini daha da ileri vardırıp Dört Kitap hariç sahip olduğu bütün Konfüçyüsçü klasikleri yaktı. Onun bu sert tavırları karşısında itirazcıları, aklını kaçırdığı sonucuna vararak onunla ciddi konuları konuşmamaya karar verdiler. Sadece Daiyu, çocukluklarından beri bir kere bile ona resmî bir mevki ya da şöhret edinmesi konusunda tek bir söz söylememişti. Ona bu kadar hayranlık duymasının nedeni de buydu.
***
Şimdi hikâyemize dönelim.
Jinchuan’ın ölümünden bir süre sonra Xifeng, evin bazı kıdemli çalışanlarından hediyeler, nezaket ziyaretleri ve iltifatlar almaya başladı. Bu davranışların ardında neyin yattığını tahmin edemese de şüpheleri artmaya başladı ve yine böyle hediyeler aldığı bir gün, Pinger ile yalnız kaldıklarında, gülerek bu konuyu açtı.
“Daha önce bu insanların benimle pek ilgileri yoktu. Şimdi niye böyle şeyler yapıyorlar?”
“Tahmin edememenize çok şaşırdım!” dedi Pinger, biraz küçümseyerek. “Dikkat edecek olursanız hepsinin Wang Hanım için çalışan kızları olduğunu görürsünüz. Dairesindeki dört baş hizmetçisi ayda bir tael alırken, diğerleri sadece birkaç yüz nakit kazanıyor. Şimdi Jinchuan öldüğüne göre, ayda bir taellik bir pozisyon boşalmış oldu. Bence bu insanlar kızları için bu pozisyonun peşine düştüler.”
“Tabii ya!” dedi Xifeng, gülerek. “Kesinlikle! Haklısın. Bazı insanların aç gözlerini doyurmak imkânsız. Oldukça iyi para kazanıyorlar, işleri de ağır değil, kendilerine ilave gelir getiren kızları da var. Bu pozisyona da göz dikmeleri bence biraz fazla oluyor. Bana böyle hediyeler gönderecek durumda olmadıklarını sanıyordum. Kendileri bilir! Hür iradeleriyle yapıyorlar bunu, bana da gönderdiklerini kabul etmek düşer! Ama kararımda bir değişiklik olmayacak, yine bildiğimi okumaya devam edeceğim.”
Bu politikasını uygularken hizmetkârları kararı için bekletti ve hediyelerin yığılmasını seyretti; sonra artık arkası kesilince konuyu Wang Hanım’a açmak için fırsat kolladı. Bir gün öğlene doğru Xue teyze, Baochai ve Daiyu, Wang Hanım’ın dairesinde karpuz yerlerken bu fırsatı yakaladı.
“Jinchuan öldüğüne göre hizmetçi eksiğin var, halacığım.” dedi. “Aklında birisi var mı? Bize de söyle ki gelecek ayın maaşlarını ne yapacağımızı bilelim.”
Wang Hanım bir süre düşündü.
“Neden belli sayıda hizmetçim olması gerekiyor? Yeterince olduğuna göre bir tane daha istemiyorum.”
Xifeng güldü.
“Aslında haklısın, hala ama bu tür konularda geleneklerimiz var. Odalıklar bile hizmetçi sayısını artırmak için yaygara koparırlarken, senin azaltman doğru olmaz. Hem zaten ayda sadece bir tael tasarruf olur, buna değmez!”
Wang Hanım yine biraz düşündü.
“Pekâlâ.” dedi sonunda. “Sen aylıkları dağıtmaya devam et ama benim için başka bir hizmetçi arama. Bir taeli Yuchuan’e veririz. Zavallı Jinchuan bu hazin sona varmadan önce uzun süre bana hizmet etti. Kardeşinin iki maaş alması daha adil olur.”
Öyle yapacağına söz veren Xifeng gülerek Yuchuan’e dönüp tebrik etti. Kız ileri atılıp Wang Hanım’ın önünde minnetle secde etti.
“Odalık Zhao ve Zhou’nun her ay ne kadar ödenek aldıkları aklıma takıldı şimdi.” dedi Wang Hanım.
“Sabit miktar her biri için ayda iki tael ama Zhao, Huan için ilaveten iki tael daha alıyor, dolayısıyla dört tael ediyor. Ayrıca her biri hizmetçileri için ayda iki dizi sikke alıyor.”
“Her ay tam ödeme mi yapılıyor?” diye sordu Wang Hanım.
“Elbette. Neden olmasın?” dedi Xifeng biraz şaşırarak.
“Geçen gün sanki birisinin bir dizi eksik aldığı konusunda şikâyet ettiğini duydum. Bu nasıl olur?”
Xifeng rahatlatıcı bir havayla güldü.
“Eskiden onların hizmetçilerinin ödemeleri ayda birer dizi sikkeydi ama geçen yıl muhasebe dairesindeki beyler yarıya indirdiler, her biri için beş yüz sikke oldu. İkişer hizmetçileri olduğuna göre ödemeleri bir dizi azalmış oluyor. Bu tamamen benim kontrolüm dışında bir şey. Elimde olsa daha fazla ödemek isterdim ama kesintiyi muhasebeciler yaptı; ben sadece bana verileni dağıtıyorum. Kararı ben vermedim. Aslında konuyu bir iki kere dile getirdim, eski ödeme şekline dönmelerini söyledim ama böyle karar verildiğini, başka yapılacak bir şey olmadığını belirttiler. En azından paralarını zamanında ödüyorum, eskiden muhasebedeki insanlar onları bekletirdi. Daha önce paralarını böyle düzenli alamıyorlar ve borca giriyorlardı.”
Kısa bir sessizlik oldu. Belli ki Wang Hanım düşünüyordu.
“Büyük hanımefendinin kaç hizmetçisi ayda bir tael alıyor?” diye sordu sonunda.
“Yedi. Xiren’i de sayarsan sekiz aslında.”
“Anlıyorum.” dedi Wang Hanım. “Baoyu’nün ayda bir tael alan hizmetçisi yok tabii. Xiren hâlâ Büyük Hanımefendi Jia’nın hizmetçisi sayılır.”
“Evet. Hâlâ büyükannenin hizmetçisi.” dedi Xifeng. “Baoyu’nün hizmetine verdi ama maaşını hâlâ kendisi ödüyor. Baoyu için çalışıyor diye maaşını kesmek söz konusu olamaz. Eğer bunu yapmayı düşünüyorsan, önce büyükanne için başka bir hizmetçi bulman gerekir. Bu durumda, Xiren’e Baoyu’nün hizmetçisi olarak ödeme yapılmasını istersen, adil olmak için Huan’a da başka bir hizmetçi bulman gerekir. Aslında, Büyükanne Jia’nın kişisel talimatları üzerine Qingwen ve Sheyue gibi Baoyu’nün kıdemli hizmetçileri birer dizi, Jiahui gibi küçükler de beş yüzer sikke alıyorlar. Bu nedenle hiç kimsenin bu konuda yaygara çıkaracak durumda olduğunu düşünmüyorum.”
Xue teyze güldü.
“Xifeng’ı dinlemek, tıpkı bir arabadan cevizlerin boşaltılmasına benziyor. Her şey gayet adilane ve hakkıyla hesaplanıyor!” dedi.
“Yanlış bir şey mi söyledim, halacığım?”
“Tabii ki hayır! Biraz daha yavaş konuşup nefesini boşa tüketmesen iyi olur.” dedi Xue teyze.
Xifeng gülmemek için kendisini zor tutarak öteki halasının talimatlarını bekledi. Wang Hanım açıklama yapmadan önce bir süre düşündü.
“Büyük Hanımefendi Jia için Xiren’in yerine birisini bul.” dedi sonunda. “Parasını büyük hanımın cebinden ödemeyi kes. Benim yirmi taellik kişisel bütçemden aylık iki tael ve bir dizi sikke ödeme yaparsın. İleride Zhao ve Zhou’nun ödeneklerinde ne değişiklik yapılırsa Xiren’e de aynısını ödersin, tabii benim bütçemden. Muhasebecilerin bu konuya karışmalarını istemiyorum.”
Bu talimatları aynen yerine getireceğine söz veren Xifeng Bayan Xue’yi hafifçe dürttü.
“Duydun mu, halacığım? Ne demiştim ben sana? Aynen çıktı.”
“Bunun çoktan yapılması lazımdı.” dedi Xue teyze. “Çok hoş bir kız o. Sadece görünüşünden söz etmiyorum. Çok hanımefendi, kibar ve sıcakkanlı. Güçlü bir iradesi ve kararlılığı var. Tam bir hazine.”
“Çok düzgün bir çocuk.” dedi Wang Hanım. “İyi niteliklerinin yarısını bile bilmiyorsunuz. Baoyu’den on kat daha iyi, orası kesin! Eğer Baoyu onu sürekli yanında tutmayı başarırsa onun için büyük bir şans olur.”
“O zaman, neden bütün gereklerini yerine getirip onu açık açık Baoyu’nün odalığı yapmıyorsun?”
“Hayır, olmaz.” dedi Wang Hanım. “Her şeyden önce Baoyu daha çok genç; ikincisi Zheng Bey bunu asla kabul etmez. Üçüncüsü de bir parça yakınlaşmalarına izin versek bile, onu hâlâ hizmetçisi olarak gördüğü için söylediklerini dinleme ihtimali var ama odalığı olursa, aptalca şeyler yaptığında kızcağız ne düşündüğünü söylemeye yeltenemez. En iyisi şimdilik her şeyi olduğu gibi muallakta bırakalım. İki üç yıl sonra kesin bir düzenleme yaparız.”
Xifeng, Wang Hanım’ın başka bir şey söylemeyeceğinden emin olmak için bir süre daha bekledikten sonra çıktı. Bir grup hizmetkâr karısı, ev işleriyle ilgili rapor vermek için arka taraftaki dar geçitte onu bekliyordu. Onu görünce gülümsediler ve içlerinden biri ziyaretinin uzunluğu konusunda ona takıldı.
“Bugün içeride çok kaldınız, hanımım. Bu kadar uzun süre sizi tutan şey neydi? Sıcakta çok konuşmaktan bunalmadınız umarım.”
Xifeng kollarını sıvayıp bir ayağı eşikte, kapıda durdu.
“Burada hoş bir esinti var, biraz durup serinleyeyim.” dedi. “İçeride uzun süre kaldığımı söylüyorsunuz ya. Bu hiç de şaşılacak bir şey değil. Bugün hanımefendi geçen iki yüzyıldır olup biten her şeyi sordu. Hepsine tek tek cevap verdim.” Sonra sesindeki şakacı ton birden sertleşti. “Artık bundan sonra ne kadar gaddar olabileceğimi göstereceğim! Hanımefendiye şikâyet etmesi umurumda bile değil. Kuş beyinli, ağzı bozuk, sümüklü, rezil kaltak! Sonu hiç iyi olmayacak! Yakında her şeyini kaybedince sızlanacak bir şeyi olacak. Hizmetçisinin parası kesilince beni suçluyor ha! Kim olduğunu sanıyor? Hizmetçi onun neyine!”
Bu şekilde söylenmeye devam ederek büyük hanımefendi için yeni bir hizmetçi bulmaya gitti. Onu bu hâlde bırakıyoruz.
***
Xue teyze ve iki kız karpuzlarını yedikten sonra birkaç dakika daha Wang Hanım ile sohbet edip ayrıldılar. Xue teyze kendi dairesine, Baochai ve Daiyu de Bahçe’ye döndü. Baochai Daiyu’ye beraber Xichun’e uğramayı teklif etti ama Daiyu banyo yapacağını söyleyip ondan ayrıldı. Baochai yolda Kızıl Neşe Avlusu’ndan geçerken biraz sohbet etmek için Baoyu’ye uğrayıp, öğlen mahmurluğunu atmayı düşündü. İçeri girdiğinde avlu çok sessizdi. Kuş cıvıltısı dahi yoktu. Leylekler bile bitkilerin gölgesinde kıvrılmış uyuyordu. Üstü kapalı geçidin altından eve doğru yürüdü. Dış odada hizmetçiler her yere yayılmış uyuyorlardı. Uzun aynanın ve incelikle oyulmuş paravanın yanından süzülüp Baoyu’nün yattığı odaya girdi. O da cibinliğin içinde mışıl mışıl uyuyordu. Xiren yatağının kenarında oturmuş nakış işliyordu, hemen yanında sapı beyaz gergedan boynuzundan, at kılı bir sineklik duruyordu. Baochai parmak uçlarına basarak yanına gitti.
“Biraz fazla tedbirlisin galiba.” diye fısıldadı yumuşak bir gülüşle. “Bu sineklik de ne? Buraya hiçbir sinek giremez!”
Xiren irkilerek başını kaldırdı, nakışını bırakıp ayağa fırladı.
“Ah, Bayan Bao! Sizi beklemiyordum.” diye fısıldadı. “Beni korkuttunuz. Sinek falan olmadığını biliyorum ama minicik bir böcek var, filenin deliklerinden bile geçiyor. O kadar ufacık ki fark edilmiyor. Uyurken çok fena ısırıyor insanı. Karınca ısırığı gibi.”
“Bunda şaşılacak bir şey yok!” dedi Baochai. “Arkanda su var; dışarıda da şeker kokulu bir sürü çiçek; içerisi parfüm kokuyor. Bu tür böcekler çiçeklerin içine yavrularlar ve kokulu her şeyi severler. Onun için içeri giriyorlar.”
Konuşurken Baochai’in gözü Xiren’in nakışına takıldı. Çocukların taktığı türden bir önlüktü, göğüslüğü de vardı. Kenarları kırmızı ipek biyeli, beyaz satendendi. Xiren üzerine lotuslarla oynayan Mandarin ördekleri işliyordu. Ördekler gökkuşağı renklerindeydi, lotusların da kırmızı çiçekleri ve yeşil yaprakları vardı.
“Ne kadar güzel!” diye bağırdı Baochai. “Kimin için? Bu kadar ince işlemeyi hak edecek kadar özel biri olmalı.”
Xiren başını çevirip dudaklarını yatakta uyuyan kişiye doğru uzattı.
“Onun için mi? Böyle bir şeyi takmak için biraz büyük değil mi?”
“O da öyle diyerek takmak istemedi.” dedi Xiren gülerek. “Bu yüzden taksın diye cazip hâle getirmeye çalışıyorum. Bu sıcakta uyurken üstünü açıyor, bunu takarsa akşamın serinliğinde üşütmez. Bu işlemeleri çok buluyorsanız bir de üzerindekini görün.”
“Böyle sabırlı olman ne güzel!” dedi Baochai.
“Bugün o kadar çok işledim ki eğilmekten boynum tutuldu. Bize bir iyilik yapar mısınız, küçük hanım? Siz biraz benim yerime oturun, ben de dışarı çıkıp bacaklarımı esneteyim. Hemen dönerim.” dedi yalvarırcasına.
Böyle söyledikten sonra cevabını beklemeden sessizce süzülerek dışarıya çıktı. Baochai işlemeye öylesine dalmıştı ki farkına bile varmadan Xiren’in kalktığı sandalyeye oturuverdi. Gerçekten de muhteşem bir nakıştı. Dayanamayıp iğneyi eline aldı ve Xiren’in bıraktığı yerden işlemeye devam etti.
Bu arada Daiyu banyo yapmaya giderken yolda Xiangyun ile karşılaştı ve onun Xiren’i terfisi için tebrik etme teklifini kabul etti. Kızıl Neşe Avlusu’na girdiklerinde tam bir sessizlikle karşılandılar. Xiangyun, Xiren’i aramak için hizmetçi odalarına doğru yöneldi. Daiyu ana binaya gidip pencerenin tülünden Baoyu’nün yatak odasına göz attı. Delikanlı üzerinde gül rengi keten bir gömlekle yatağında uyuyor, Baochai de kenarında oturmuş, nakış işliyordu. Yanında da sineklik duruyordu. Bir süre bu dokunaklı manzaraya şaşkınlık içinde bakakaldı; sonra bu görüntüyü bozmaktan korkarak eliyle ağzını kapatıp kahkahasını bastırdı. Biraz yatışınca eliyle Xiangyun’ü çağırdı. Onu bu hâle getirecek ne görmüş olabileceğini merak eden Xiangyun hemen geldi. O da içerideki manzarayı komik buldu; bir kahkaha kopartacaktı ama Baochai her zaman ona karşı çok nazik olduğundan kendisini tuttu. Daiyu’nün nüktelerinin ne kadar acımasız olduğunu bildiği için elinden tutup çekiştirerek oradan uzaklaştırdı. Bunu yaparken de Xiren’in öğlen gölde çamaşır yıkamaya gideceğini hatırladığını söyledi.
“Kesin oradadır!” dedi. “Gidip bakalım.”
Daiyu bu numarayı yutmadı ve alaycı gülüşüyle belli etti. Yine de onun peşinden gitti.
Bu arada Baochai nakış işlemeye devam ediyordu. İkinci yaprağını tamamlamış, hatta üçüncüye başlamıştı ki rüya gören Baoyu uykusunda öfkeyle bağırdı.
“Bu yaşlı rahiplerin ve Taocuların söylediklerine ne diye güveneyim? Altın ve yeşim taşının evliliğine inanmıyorum ki. Taşla çiçeğin evliliğine inanıyorum ben.”
Baochai bu sözlerle afalladı. Duyduklarının şokunu daha atlatamadan Xiren geldi.
“Uyanmadı mı hâlâ?” diye sordu.
Baochai kafasını salladı.
“Bayan Lin ve Bayan Shi’yle karşılaştım. Sanırım buraya gelmediler, değil mi?”
“Hayır, hiç görmedim. Sana bir şey söylediler mi?” dedi Baochai, muzip bir gülümsemeyle Xiren’e bakarak.
Xiren kızardı.
“Her zamanki gibi bir sürü saçmalık! Şaka yapıyorlar!”
“Yapmıyorlar.” dedi Baochai. “Bu sefer değil. Ben de sana söyleyecektim ama fırsatını bulamadan sen çıkıp gittin.”
O anda bir hizmetçi gelip Xifeng’ın Xiren’i çağırdığını söyledi.
“Gördün mü? Sana ima ettikleri konuyla ilgili olmalı.” dedi Baochai gülerek.
Xiren uyuyan hizmetçilerden ikisini kaldırıp iç odaya geçmelerini söyledi. Sonra Baochai ile beraber Kızıl Neşe Avlusu’ndan çıktılar. Dışarıda birbirlerinden ayrıldılar; Xiren, Xifeng’ın dairesine yöneldi. Oraya vardığında, aynen Baochai’in tahmin ettiği gibi, maaşı ve mevkisi ile ilgili Wang Hanım’ın getirdiği yeni düzenlemeler konusunda resmî olarak bilgilendirildi. Wang Hanım’a gidip teşekkür etmesi söylendi ama Büyükanne Jia’yı görmesine gerek yoktu.
Xifeng ile görüşürken çok mahcup oldu. Wang Hanım’a da uğradıktan sonra geri döndüğünde Baoyu uyanmıştı. Nereden geldiğini sorunca kaçamak bir cevap verdi. Gayriresmî bir şekilde Baoyu’nün yatağına terfi ettiği haberini ancak akşam karanlığı çöküp, el ayak çekilince verebildi. Baoyu buna çok sevindi.
“Umarım artık beni bırakıp gitmekten söz etmezsin!” dedi, ağzı kulaklarında. “Aileni ziyarete gidip döndüğünde, ağabeyinin seni buradan almak istediğini, artık senin için burada bir gelecek ya da kalman için bir neden olmadığını ve daha bir sürü acımasız sözler söyleyerek beni nasıl korkutmaya çalıştığını hatırlıyor musun? Şimdi kim seni benden almaya cüret edecek görelim!”
“Hıh!” diyerek burun kıvırdı Xiren. “Durum hiç de öyle değil. Artık ben hanımefendiye aitim. Eğer seni bırakmak istersem seninle konuşmama gerek yok. Hanımefendiden izin alıp gidebilirim!”
Baoyu güldü.
“Diyelim ki ben bir kabahat işledim, sen de hanımefendiden ayrılmak için izin istedin. Benim hatam yüzünden buradan ayrıldığın ortaya çıktığında, bundan en ufak bir rahatsızlık duymaz mısın?”
“Neden duyayım?” dedi Xiren gülerek. “Eğer haydudun teki olursan neden seninle kalayım? Her zaman başka bir yolu vardır. Her zaman canıma kıyabilirim. Hepimiz bir gün öleceğiz nasılsa, sadece zamanı belli değil. Nefesin kesilecek o kadar. Hiçbir şey görmeyip duymayınca her şey bitmiş olur.”
“Kes şunu! Sus!” dedi Baoyu eliyle kızın ağzını kapatarak. “Böyle şeyler söyleme!”
Xiren onun zaaflarını iyi biliyordu. Samimiyetten uzak iltifatları sahte ve boş bularak sinirlenirken, doğrular söylendiğinde de üzülüp somurturdu. Xiren hiç düşünmeden içini açtığı için çok pişman oldu ve lafı hoşuna gideceğini bildiği konulara, doğanın güzelliklerine ve hoş kızlara yöneltti. Ama nasıl olduysa konu yine dönüp dolaşıp kızların ölmesine geldi. Tam kendisi konuşurken birden bunu fark eden Xiren, bocaladı. Büyülenmiş bir şekilde onu dinleyen Baoyu bu ani sessizliği karşısında güldü.
“Senin de dediğin gibi bir gün hepimiz öleceğiz. Önemli olan nasıl öleceğimiz. O budalaların göklere çıkardıkları şey, bir âlimin imparatoru protesto ederken, bir askerin de savaş alanında ölerek ebedî bir ün kazanmasıdır. Hâlbuki ölmeseler daha iyi olmaz mı? Ama düşünüldüğünde, protesto etmenin tek geçerli zamanı hükümdar yanlış yönlendirildiğinde; dövüşmenin tek geçerli zamanı da ülke savaşta olduğundadır. Eğer âlimler şehit olmaya o kadar heves edip ilk fırsatta canlarını ortaya koyarlarsa, yanlış yönlendirilen zavallı hükümdar tavsiye alacak insanları nereden bulacak? Eğer bir asker kahramanca bir ölümün özlemini çekip daha ilk karşılaşmada kendisini öldürtürse, savaşta çarpışacak askeri olmayan ülkenin hâli ne olacak?”
“Ama hiç şüphe yok ki eski günlerdeki o ünlü insanlar mecbur oldukları için canlarını ortaya koydular.” diye araya girdi Xiren.
“Saçmalık!” dedi Baoyu. “Gözü kara bir generalin strateji geliştirmeden kendisini ölüme atması mı gerekli olan? Memurların hâli daha da beter. Onlar kitaplardan birkaç paragraf ezberliyorlar, hükûmetin en ufak bir hatası olduğunda, sırf ün kazanmak adına rastgele protesto ediyorlar. Bir öfkeye kapılıp ölümüne susamak mı gerekli olan? Hâlbuki bir hükümdarın gücünü göklerden aldığını bilmeleri gerekir. Gökler böyle dev bir sorumluluğu değersiz birinin omuzlarına yükler mi? Şerefleri için ölen, çok önemsediğiniz o insanların hepsi sadece kendi ünlerinin ve zaferlerinin peşindedir aslında, asil ilkelerin değil.
“Benim şanlı ölüm düşüncem, şimdi siz hepiniz yanımdayken ölmektir. Gözyaşlarınız birleşip büyük bir nehir oluşturur, cesedim üzerinde yüzerek kuş uçmaz, kervan geçmez, uzak yerlere gider; orada rüzgâr kemiklerimi alıp götürür, bir daha asla insan olarak tekrar dünyaya gelmem. İşte o zaman bu güzel bir ölüm olur!”
Xiren böylesine delice konuşmaları kısa kesmek için yorgun olduğunu söyleyerek cevap vermeyi bıraktı. Baoyu de gözlerini kapatıp hemen uykuya daldı.
Ertesi sabah bu konu tamamen unutulmuştu.
***
O gün Baoyu artık Bahçe’den sıkılmış gibi görünüyordu; sanki bütün cazibesi onu bıktırmaya başlamıştı. Ruhun Dönüşü’nden bazı şarkılar hatırladı ve iki kere söylemesine rağmen tatmin olmadı. Ona, Armut Ağacı Avlusu’ndaki on iki küçük sanatçı arasında en iyi şarkı söyleyenin genç hizmetçileri canlandıran Lingguan olduğunu söylemişlerdi. Gidip onu bulmaya karar verdi; kendisi için aryalar söylemesini isteyecekti. Avluda rastladığı Baoguan ve Yuguan onu sevinçle selamlayıp içeri davet ettiler.
“Lingguan nerede?” diye sordu.
Kızlar koro hâlinde, “Odasında.” dediler.
Baoyu hemen gösterdikleri odaya gitti. Lingguan odada yalnızdı; yatağına uzanmıştı. Baoyu’nün girdiğini görünce hiç istifini bozmadı. Pes etmeyen Baoyu yanına oturdu; kızlarla birlikteyken alışkın olduğu gibi, gayet samimi bir şekilde gülümseyerek kendisi için Ruhun Dönüşü’nden bahçeyi ziyaret konulu bölümü okumasını istedi. Ama Lingguan beklendiği şekilde karşılık vermedi. Hemen doğrulup yanından kalktı. Şarkı söyleme ricasına karşı soğuk ve somurtkan bir ifadeyle sesinin kısıldığını söyledi.
“Ses tellerim gerildi. Geçen Majesteleri bizi çağırttığında da söyleyememiştim. Hâlâ dinlendiriyorum.”
Bunları söylerken Baoyu’nün karşısında oturdu. Delikanlı yüzünü tam olarak görebiliyordu. Dikkatle bakınca onu daha önce nerede gördüğünü hatırladı. O gün sarmaşık güllerle kaplı çardakta yeri kazıyan kızdı. Şimdi kendisinin orada olmasından hiç hoşlanmamış gibi davranıyordu. Hayatında daha önce hiç böyle ani bir reddedilişle karşılaşmamıştı. Kıpkırmızı kesilip, daha fazla orada kalmanın anlamı olmadığından, utanç içinde bir şeyler mırıldanarak çıktı.
Bu kadar kısa süre içinde dışarı çıktığını görenler şaşırıp, nedenini sordular. Olanları anlattı.
“Bay Qiang’ın gelmesini bekleyin.” dedi Baoguan, gülerek. “O isterse reddedemez, söyler.”
Baoyu bundan ne anlam çıkaracağını bilemedi.
“Qiang mı?” dedi. “Nerede peki?”
“Birkaç dakika önce çıktı. Herhâlde Lingguan bir şey istedi, onu almaya gitti.”
Baoyu çok şaşırdı ve biraz daha kalıp neler olacağını görmek istedi. Jia Qiang biraz sonra elinde bir kafesle geri döndü. İçinde de bir kuş vardı. Kafesin üst kısmına minyatür bir sahne oturtulmuştu. Jia Qiang hâlinden gayet hoşnut bir şekilde Lingguan’ı görmek için içeri girerken, Baoyu’yü fark edip durdu.
“Ne kuşu o?” diye sordu Baoyu.
“Yeşil tepeli sarıasma kuşu.” dedi Jia Qiang gülerek. “Gagasında bayrak taşıyıp sahnede yürüyebiliyor.”
“Kaç para verdin ona?”
“Bir tael, yirmi beş gram gümüş.”
Baoyu’yü buyur edip kendisi Lingguan’ı görmeye gitti. Baoyu Lingguan’dan şarkı istediğini tamamen unutmuş, Jia Qiang ile aralarında ne olduğunu öğrenme hevesine kapılmıştı. Kapıda dikilip içeriye bakan kızların arasına karıştı.
“Bak! Sana ne getirdim.” dedi Jia Qiang, gülücükler saçarak.
“Nedir o?”
Lingguan yine yatağında uzanıyordu ama delikanlı içeri girince doğruldu.
“Canın sıkılmasın diye sana eşlik etmesi için bir kuş. Seyret bak, sana numaralar yapacak!”
Cebinden birkaç tahıl tanesi çıkarıp kuşu sahnenin üzerine doğru çekti. Kuş gagasıyla minicik bir maske ve bayrak alıp sanki bir oyunda savaşçı rolünü oynuyormuş gibi kurumlu bir şekilde yürümeye başladı. Bütün kızlar sevinçle gülüp, çok tatlı bir şey olduğunu söylediler. Lingguan hariç. O sadece küçümseyerek dudak büküp “Hıh!” dedi ve nefret içinde tekrar yatağına uzandı.
Jia Qiang neredeyse yalvarırcasına gülümseyerek, “Nasıl buldun?” diye sordu.
“Sen ve ailen yok mu!” dedi Lingguan acı acı. “Kızları evlerinden koparıp bütün gün berbat bir opera öğrensinler diye buraya tıkmanız yetmedi; şimdi bir de kuş getirmişsin. Herhâlde perişanlığımı hatırlatmak istiyorsun. Bir de ‘Nasıl buldun?’ diye soruyorsun küstahça.”
Kızın sözleri Jia Qiang’ı deliye döndürmüş gibi görünüyordu çünkü büyük yeminler ederek karşılık verdi.
“Ne kadar aptalım ben, bunu düşünmem gerekirdi! Seni neşelendireceğini zannederek bütün paramı buna verdim. Böyle düşüneceğin hiç aklıma gelmedi. Tamam, bırakalım o zaman! Canlıları serbest bırakmak erdemdir, en azından sana faydası olur. Sonraki yaşamında sana yardım eder ya da bu dünyada hastalıklardan korur!”
Böyle söyleyerek kuşu serbest bıraktı, hayvan derhâl uçup gitti. Delikanlı da ayağıyla vura vura kafesi parçaladı.
“Belki kuşlar insanlar kadar önemli değildir.” dedi Lingguan. “Ama onların da anne-babaları var. İnsanları eğlendirsinler diye onları yuvalarından koparıp almak ne zalimce bir şey görmüyor musun? Bugün iki kere ağız dolusu kan tükürdüm. Hanımefendi birini gönderip seni sordu. Ne olduğunu öğrenelim diye beni doktora göstermeni istedi ama sen alay eder gibi doktor yerine bunu getirdin. Bakacak kimsem yokken hasta olmam ne büyük şanssızlık!”
Ağlamaya başladı.
“Dün akşam doktorla görüştüm, çok ciddi bir şey olmadığını söyledi.” dedi Jia Qiang. “ ‘O ilaçtan iki doz alsın, iki gün içinde gelip görürüm.’ dedi. Ama kan tükürdüğünü bilmiyordum. Gidip hemen çağırsam iyi olacak.”
Tam giderken Lingguan seslendi.
“Dur gitme! Güneş ortalığı kavuruyor. Sinirlendiğin için gidiyorsun. Artık getirsen de ona görünmem!”
Genç adam bu sözler üzerine durakladı.
Baoyu bu sahneyi hayranlıktan ağzı açık bir hâlde izliyordu. Sonunda yere kazılarak yazılan o kelimelerin gerçek anlamını kavradı. Burada yeri olmadığı çok açıktı, sessizce çekildi. Jia Qi-ang kendisini Lingguan’a öyle bir kaptırmıştı ki Baoyu’nün gittiğini fark etmedi bile. Onu uğurlamak genç oyunculara kalmıştı.
Düşünceler içinde Kızıl Neşe Avlusu’na doğru yürüyen Baoyu öyle şaşkındı ki nereye gittiğinin farkında bile değildi. Oraya vardığında Daiyu, Xiren ile oturmuş sohbet ediyordu. Delikanlı doğru Xiren’in yanına gitti.
“Dün akşam söylediklerim doğru değildi.” dedi iç geçirerek. “Babam bana kendini beğenmiş cahil demekte haklıymış. Anladım ki ben ölünce hepinizin gözyaşlarının nehir olması mümkün değil. Hepimizin payına düştüğü kadar gözyaşımız var ve sahip olduklarımızla yetinmemiz lazım.”
Xiren bu konuyu tekrar açmasına çok şaşırdı. O akşam söylediklerinin şaka olduğunu ve çoktan unuttuğunu sanmıştı. Güldü.
“Biliyor musun, bazen gerçekten biraz çatlak olduğunu düşünüyorum!”
Baoyu sesini çıkarmadı. Bütün aşkların yazgı olduğundan ve herkesin kendi payına düşeni yaşadığından emin bir şekilde, ölünce kimin kendisi için gözyaşı dökeceğini merak ediyordu. Ama aklından geçen her şeyi tahmin etmeye kalkışmayacağız.
Daiyu onun bu tuhaf davranışlarını görünce bir şeyler olduğunu anladı ama sorgulamanın kendisine düşmediğine karar verdi. Konuyu bambaşka bir tarafa çevirdi.
“Demin annenin yanındaydım, bana yarın Xue teyzenin doğum günü olduğunu söyledi. Gitmek isteyip istemediğini sordu. Bir karar verdiğinde birini gönderip kendisine haber vermeni istiyor.”
“Geçen sefer She amcamın doğum gününe de gitmedim.” dedi Baoyu. “Şimdi gidersem ve She amcamınkilerden biriyle karşılaşırsam hiç hoş olmaz. Artık doğum günlerine katılmaktan tamamen vazgeçsem daha iyi olacak galiba. Hem bu sıcakta giyinip kuşanmak zorunda kalacağım. Gitmezsem teyzemin üzüleceğini sanmam.”
“O da ne demek!” dedi Xiren. “Amcan başka, o başka! Uzak bir yerde değilsin ki. Hem annenin kardeşi. Gitmezsen nedenini çok merak edeceğinden eminim. Sıcaktan korkuyorsan, sabah erkenden, hava serinken gidersin. Saygılarını sunar, bir fincan çay içip gelirsin. Böylesi daha iyi olur.”
“Tabii ki gitmen lazım!” dedi Daiyu, daha Baoyu cevap veremeden. “Seni sivrisineklerden koruyan kişiye bir ziyaret borçlusun!”
“Ne sivrisineği?” dedi Baoyu, afallamış bir şekilde. “Ne diyorsun sen?”
Xiren, o uyurken Baochai’in yanında sineklikle yatağının kenarında oturduğunu anlattı.
“Ne korkunç bir şey!” dedi Baoyu çok bozularak. “Onun yanında uyumam ne büyük kabalık! Neredeyse çıplaktım. Çok iğrenç!”
Bunun üzerine söylenecek bir şey yoktu. Kesinlikle Xue teyzenin doğum gününe gidecekti. Üçü böyle konuşurken, Xiangyun giyinip kuşanmış bir hâlde içeri girdi. Amcası onu aldırmak için adamlarını göndermişti, veda etmeye gelmişti. Baoyu ve Daiyu ayağa kalkıp onu buyur ettiler ama uzun kalamayacağını söyleyince kapıya kadar geçirdiler. Xiangyun gözyaşlarına hâkim olmaya çalışıyor; amcasının adamlarının yanında üzüntüsünü göstermek istemiyordu. Birkaç dakika sonra sevgili Baochai’in aceleyle onu yolcu etmeye gelişi, gidişini çok daha dayanılmaz bir hâle getirdi. Neyse ki her zaman diğerlerinden daha anlayışlı olan Baochai, onu almaya gelen adamlar eve döndükleri zaman halasına ağladığını söylerlerse başının derde gireceğini fark edip gidişini hızlandırmak için elinden geleni yaptı.
İki kız ve Baoyu Xiangyun’ü iç kapıya kadar geçirdiler. Baoyu daha da ileri gidecekti ama Xiangyun ona engel oldu. Arabasına doğru birkaç adım attıktan sonra vazgeçip geri döndü. Baoyu’yü yanına çağırdı.
“Büyük hanımefendiye beni sık sık hatırlat da unutmasın. O zaman belki birisini gönderip yine beni aldırır.” diye fısıldadı kulağına.
Baoyu öyle yapacağına söz verdi.
Arabasına binişini seyrettikten sonra hep beraber içeri girdiler.
Sonra olanları öğrenmek için gelecek bölümü okumalısın.

37. BÖLÜM
Bir gün güzel bir ilham sayesinde Tanchun Sonbahar
Tazeliği Stüdyosu’nda Begonya Kulübü’nü kurar.
Bir akşam Alpinia Parkı’nda kasımpatılar şiir teması olarak seçilir.
Hikâyemize devam edelim.
Shi Xiangyun gittikten sonra Baoyu ve diğer kızlar eskiden olduğu gibi zamanlarını Bahçe’de gezinerek ve şiirler mırıldanarak geçirdiler. Neler yaptıkları konusunda fazla ayrıntıya girmeden Jia Zheng’a dönelim.
İmparator Eşi’nin evine yaptığı ziyaretten sonra Jia Zheng, İmparator’un kendisine gösterdiği lütfun karşılığını verebilmek için resmî görevlerini daha büyük bir hevesle gerçekleştirmeye başladı. Düzgün tavırları ve lekesiz şöhreti Majestelerinin gözünden kaçmadı ve gerçek yeteneğini ortaya çıkarmak için onu vilayetlerden birinin Eğitim Müfettişi olarak atadı. Meslek hayatına kamu imtihanlarından geçerek başlamamıştı ama ne de olsa kuşaklardır edebiyata tutkun bir aileden geliyordu. Jia Zheng bu atama kararını alınca, yola çıkmak için sekizinci ayın yirmisini seçti. Yolculuk günü geldiğinde, aile tapınağında büyükleriyle vedalaştı; annesinin önünde secde etti. Baoyu ve ailenin diğer genç erkekleri ona ilk durağı olan Acıklı Ayrılık Hanı’na kadar eşlik ettiler. Evden ayrıldıktan sonra Jia Zheng’ın yaptıkları hikâyemizde yer almıyor.
Onun gidişiyle Baoyu herhangi bir kısıtlama ve ceza korkusu olmadan, Bahçe’de gönlünce aylaklık etme ve oynama özgürlüğüne kavuştu. Zamanını boşa geçirip, yıllarına verimsiz günler ve aylar ekledi.
Bir gün kendisini çok keyifsiz hissediyordu. Annesine ve büyükannesine formalite icabı olan sabah ziyaretlerini yapıp dönmüş ve üzerini henüz değiştirmişti ki Tanchun’ün hizmetçisi Cuimo ona hanımından bir mektup getirdi.
“Geldiğin iyi oldu.” dedi Baoyu, mektubu alırken. “Bu sabah hanımını ziyaret etmeye niyetliydim ama unutmuşum. Nasıl? Daha iyi mi?”
“Evet, gayet iyi.” dedi Cuimo. “Bugün ilacı bıraktı. Hafif bir soğuk algınlığı kaldı sadece.”
Baoyu zarif desenli mektubu açıp okudu.
Sevgili kardeşim,
Geçen gece, yağmurun ardından ay tüm berraklığıyla çıkınca, sanki bütün Bahçe’yi ışığıyla yıkadı. Böyle nadir bir manzara karşısında uyumak düşünülemezdi. Gece yarısını geçtiği hâlde ben hâlâ pavlonyaların altında geziniyordum, canım içeri girmek istemiyordu. Ama sonunda aldatıcı gece havası yapacağını yaptı ve sabah hastalandım. Dün gelip hasta yatağımda beni ziyaret etmen büyük incelikti! Hemen ardından hizmetçilerinle o lezzetli liçileri ve Yan Zhenqing’in kaligrafisini gönderip sağlığımı soracak kadar da düşüncelisin! Yalnız başıma yatağımda sessizce yatarken, eski günlerde hayatları para ve şöhret elde etmek için işin gücün velvelesi içinde geçen insanların bile, minik bir dağ ya da nehir kenarında dinlenecekleri sakin bir yerleri olduğunu; tatlı dil dökerek uzak ya da yakın dostlarını bir araya toplayıp neşelerini paylaştıklarını, şiir kulüpleri ya da edebiyat forumları kurduklarını düşündüm. Böylelikle aylak bir saatin geçici ilhamı ölümsüz şiir şaheserine dönüşebiliyordu. Bu toplantıların şöhreti yüzyıllar sonra bize kadar geldi.
Benim şairlik yönüm olmasa da kayalıklar ve dereler içinde, Baochai ve Daiyu gibi şiir yeteneği bahşedilmiş insanlar arasında yaşama ayrıcalığına sahibim. Bahçe’mizin romantik avlu ve kamelyalarının, bir araya toplanmış şairlerin neşeli âlemleriyle yankılanmaması, çiçekli korularının ve nehir kıyılarının şarap ve şarkı diyarı olmaması ne acı! Neden şiir kulüpleri kurmak sadece erkeklere özgü olsun; kadın şairler ancak saygın birisi uygun görüp davet ettiği zaman seslerini duyurabilsin? Eğer lütfedip gelirsen, yollarını temizleyip seni dört gözle bekliyorum.

    Saygılarımla,
    Ablan Tanchun
Baoyu okumayı bitirince sevinçle ellerini çırptı.
“Sevgili Tanchun! Ne kadar da şairane bir ruhu var! Hemen gidip onunla bu konuyu görüşmeliyim!”
Peşinde Cuimo ile fırlayıp gitti. Ama daha İçe İşleyen Koku Kameriyesi’ne yeni gelmişti ki Bahçe’nin arka kapısında yaşlı dadılardan birini elinde bir notla hızla girerken gördü. Kadın Baoyu’yü görünce yanına gelip notu ona verdi.
“Efendi Yun’den, küçük bey. Arka kapıda bekliyor. Selamlarını iletip bu notu size vermemi istedi.”
Baoyu notu açıp okudu.
Sevgili Babacığım,
Saygılarımı sunarak size sonsuz bir mutluluk ve sağlık diliyorum. Büyük bir lütufta bulunup beni oğlunuz olarak kabul ettiğiniz günden beri, minnetimi göstermenin bir yolunu aradım durdum ama şu ana kadar hiç fırsat bulamadım. Geçenlerde bana çiçek satın alma görevi verildi ve sizin sayenizde pek çok bahçıvanla tanışma ve ünlü bahçeleri ziyaret etme fırsatım oldu. Bu bağlantılar sayesinde nadir bulunan beyaz bir begonya türü keşfettim ve büyük zorluklarla sadece iki saksı edinebildim. Umarım beni gerçek bir oğul olarak kabul edip bu çiçekleri reddetmezsiniz.
Hava çok sıcak olduğundan Bahçe’deki genç hanımları rahatsız etme korkusuyla bizzat gelmeye yeltenmedim.
Naçizane saygılarımı sunar, sağlık dilerim,

    Sadık oğlunuz
    Jia Yun
Okumayı bitiren Baoyu güldü.
“Yalnız mıydı?” diye sordu yaşlı kadına. “Yoksa yanında biri mi vardı?”
“Saksı taşıyan iki delikanlı vardı.”
“Peki. Gidip benim adıma teşekkür et. Mektubunu okuduğumu ve düşünceliliğini takdir ettiğimi söyle. Saksıları odama gönder.”
Bu talimatlardan sonra Cuimo ile beraber Sonbahar Tazeliği Stüdyosu’na doğru yoluna devam etti. Oraya vardığında Baochai, Daiyu, Yingchun ve Xichun’ün kendisinden önce geldiklerini gördü. Kızlar onu görünce “İşte biri daha geldi!” diye heyecanla bağrışarak güldüler.
“Birden aklıma geliveren bu fikir pek de fena değilmiş! Bu kadar sevildiğimi bilmiyordum. Bakalım ne olacak diyerek öylesine birkaç davetiye yazmıştım. Sadece bir öneriydi. Herkesin hemen karşılık vereceği hiç aklıma gelmemişti.” dedi Tanchun.
“Keşke daha önce akıl etseydin.” dedi Baoyu. “Böyle bir kulübü çoktan kurmamız gerekirdi.”
“Geç değil!” dedi Daiyu. “Hepiniz bu kadar hevesliyseniz şiir kulübünüzü hemen kurun ama beni bu işe karıştırmayın, lütfen. Ben yokum.”
“Sen yoksan kim olacak?” dedi Yingchun gülerek.
“Tevazu göstermenin sırası değil.” dedi Baoyu. “Bu hepimizin hevesli olduğu ciddi bir iş. Birbirimizi cesaretlendirmeliyiz. Beraber tartışacağımız fikirlere ihtiyacımız var. Haydi, Bao! Önce seni dinliyoruz, belki sonra Kuzen Lin bir şeyler söyler.”
“Bu ne acele?” dedi Baochai. “Henüz herkes gelmedi ki.”
Lafını bitirir bitirmez Li Wan girdi içeri.
“Vay! Ne kadar da şiir severmişiz!” dedi gülerek. “Eğer bir şiir kulübü kuracaksanız başkanı ben olabilir miyim? Bu yılın başında bu fikir benim de aklıma gelmişti ama kendim şiir yazamadığım için teklifin benden gelmesi küstahlık olur diye düşündüm, sesimi çıkarmadım. Şimdi şairane Tanchun kardeşim aynı şeyi düşündüğüne göre ben de elimden geleni yaparım.”
“Eğer bir şiir kulübü kuracaksak, o zaman bu kulübün üyeleri olarak hepimiz eşit durumda ve şair olmalıyız. Artık birbirimize ‘kuzen,’ ‘kardeş’ ya da benzer şekilde hitap etmeyelim.” dedi Daiyu.
“Kesinlikle katılıyorum.” dedi Li Wan. “Kendimize güzel takma adlar bulalım; şiirleri bu adlarla yazar, birbirimize de öyle hitap ederiz. Benim adım Çeltik Çiftçisi olsun. Herhâlde başka hiç kimse istemez.”
“Benimki de Sonbahar Tazeliği Efendisi.” diye bağırdı Tanchun.
“ ‘Efendi’ ifadesinde sahte ve tuhaf bir şey var.” diye karşı çıktı Baoyu. “Etrafında bu kadar pavlonya ve muz ağacı varken neden onları kullanmıyorsun?”
“Peki o zaman.” dedi Tanchun. “Muz ağaçlarımı çok seviyorum, Muzların Altındaki Yabancı olsun.”
Herkes bunu daha orijinal bularak onayladı. Sadece Daiyu gülerek dalga geçti.
“Haydi canım!” dedi. “Tencereye koyup pişirin onu! Şarabımızla av eti iyi gider.”
Diğerleri şaşkın şaşkın bakınca gülerek açıklama yaptı. “Eski bir Taocu hikâyede, bir oduncu öldürdüğü geyiği muz ağacının altına saklar. Bu isim de o geyiği hatırlatıyor. Kuzen Tan kendine bu adı alınca kulüp üyelerine av eti olarak kendisini sunmuş oluyor.”
Herkes gülerken Tanchun araya girdi.
“Pekâlâ Bayan Zekâ! O zaman ‘Muz Düşkünü’ olsun. Ama dur sen! Seninle işim bitmedi.” dedi ve ötekilere dönerek devam etti. “Onun için de harika bir isim buldum. İmparator Shun öldüğünde iki karısı Xiang Nehri kıyısına gidip onu aramış. Efsaneye göre, iki kadın nehir tanrıçasına dönüşmüş ve gözyaşları nehir kıyısında büyüyen bambuların benekleri olmuş. Bu nedenle benekli bambulara onların adı verilmiş. O da Bambu Evi’nde yaşadığına ve sürekli ağladığına göre, bir gün avlusundaki bambular beneklenirse hiç şaşırmam. Bu durumda bence onun için en uygun takma ad ‘Nehir Kraliçesi’ olur.”
Ötekiler alkışlayarak bu adın Daiyu’ye çok uyduğunu onayladılar. Daiyu hiç sesini çıkarmadan başını önüne eğdi.
“Ben de Kuzen Baochai için bir isim buldum.” dedi Li Wan. “Daiyu’nünki gibi kraliyete ait değil ama soylu bir isim.”
“Neymiş?” diye sordu Xichun ve Yingchun.
“Alpinia Hanımefendisi’ne ne dersiniz?”
“Çok yakışır bence.” dedi Tanchun.
“Ya ben?” dedi Baoyu. “Kimse bana bir isim bulmayacak mı?”
“Sen mi!” dedi Baochai. “Senin zaten bir adın var. Boşa Telaşçı! Çünkü her zaman hiçbir şey yapmadan telaş içindesin.”
“Eski adını kullanabilirsin.” dedi Li Wan. “Çiçeklerin Prensi.”
“Gençlik patavatsızlıklarımı hatırlatarak beni utandırman şart mıydı?” dedi Baoyu, gülerek.
“Senin bir sürü takma adın var zaten.” dedi Tanchun. “Neden yeni bir tane istiyorsun? Beğendiğimiz bir tanesini kullanırız.”
“Yok, senin adını ben seçeyim.” dedi Baochai. “Aslında bir tane buldum. Belki biraz sıradan gelebilir ama bence sana çok uyar. Çok şanslı birisin sen; çok güzel bir ortamda, lüks içinde yaşıyorsun, bir sürü boş zamanın var. Üçüne birden sahip olacak kadar şanslı başka birileri olduğunu sanmam. Bu yüzden de ‘Şanslı Aylak’ senin için en uygun isim olur.”
“İltifat ediyorsun! En iyisi herkes benim için hangi adı uygun buluyorsa onu kullansın.” dedi Baoyu gülerek.
“Hayır, olmaz!” dedi Daiyu. “Kızıl Neşe Avlusu’nda yaşadığına göre neden ‘Kızıl Neşe Prensi demiyoruz?”
“Tamam!” dediler diğerleri. “Güzel.”
“Şimdi Kuzen Ying ve Kuzen Xi’ye ne diyeceğiz?” dedi Li Wan.
“İkimiz de şiir konusunda iyi değiliz.” dedi Yingchun. “Takma isim kullanmamızın bir anlamı yok.”
“Öyle bile olsa takma adlarınız olmalı.” dedi Tanchun.
“Yingchun Nergis Adası’nda yaşadığı için adı ‘Nergis Adalı’ olabilir. Xichun de Kokulu Lotus Köşkü’nde yaşadığına göre onun adı da ‘Lotus Sakini’ olsun.” dedi Baochai. “En basit çözüm buymuş gibi görünüyor.”
“Güzel.” dedi Li Wan. “Bu isimler çok yakıştı. Şimdi en büyüğünüz ben olduğuma göre, hepinizin kabul etmesini istediğim bazı şartlar teklif edeceğim. Ne olduğunu duyduğunuzda kabul etmekte zorlanmayacaksınız bence. İlki şu, bu kulübü kuran yedi kişi içinden üçü, yani Kuzen Ying, Kuzen Xi ve ben, şiir konusunda pek iyi olmadığımızdan, bizi şiir yazmaktan muaf tutmanızı ve kulübün memurları olarak görev yapmamıza izin vermenizi öneriyorum.”
“Kuzen Ying ve Kuzen Xi mi!” dedi Tanchun. “Kullanmayacaksanız takma isim bulmanın ne anlamı var peki? Bence bundan sonra bu isimleri kullanmamanın cezası olsun.”
“Her şeyin bir sırası var.” dedi Li Wan. “Önce kulübü bir kuralım da cezaları sonra konuşuruz. Kulüp toplantıları benim dairemde yapılsın çünkü en geniş oda bende. Ben şiir yazamam ama cahil birinin ev sahibiniz olmasına itiraz etmezseniz, sizin etkinizle zamanla ben de daha şairane ve incelikli biri olurum. Diğer bir şartım, beni başkan yapmanız. Bütün resmî işleri kendi başıma yürütemeyeceğim için iki başkan yardımcısı seçmem gerekir. Nergis Adalı ve Lotus Sakini’ni yardımcılarım olarak tayin ediyorum. Birisi temaları ve kafiyeleri belirleyecek, diğeri de gözetmen ve yazman olacak. Son olarak, biz üç memur şiir yazmak zorunda olmasak bile, istediğimiz zaman denememize engel olmayacaksınız. Tabii diğer dört kişinin şiir yazmaktan başka seçeneği yok. İşte benim şartlarım bunlar. Eğer kabul ederseniz, kulübü kurmanıza yardımcı olmaktan memnuniyet duyarım. Kabul etmezseniz, aranızda olmamın bir anlamı kalmaz ve bu güzel topluluktan çekilirim.”
Bu öneriler Yingchun ve Xichun için oldukça uygundu çünkü ikisi de şiir yazmak için hevesli değillerdi; Baochai ve Daiyu gibi ustalarla rekabete hiç niyetleri yoktu. Hemen kabul ettiler. Yingchun ile Xichun’ün memnuniyetle rıza gösterdiğini gören diğerleri de itiraz etmeyip razı oldular. Ama Tanchun aslında bu fikrin kendisine ait olduğunu ve gelinen noktada diğer üçünün sorumluluğu aldığını söylemeden edemedi.
“Tamam.” dedi Baoyu. “Her şey ayarlandı. Şimdi Çeltik Kokan Köy’e gidebiliriz.”
“Hep acele edersin.” dedi Li Wan. “Bugünkü toplantı hazırlıklar için yapıldı. Artık size davet göndermemi beklemeniz lazım.”
“Her şeyden önce ne sıklıkta toplanacağımıza karar verelim.” dedi Baochai.
“Umarım çok sık olmaz.” dedi Tanchun. “Aksi hâlde keyif olmaktan çıkar. Ayda iki ya da üçten fazla olmasın.”
“Ayda iki yeterli bence.” dedi Baochai başıyla onaylayarak. “Hangi günler olacağını belirlersek, hava nasıl olursa olsun mutlaka toplanırız. Ayrıca birisi isterse belirlenen günlerin dışında da toplantıya davet edebilmeli. Biraz esneklik sağlarsak çok daha keyifli olur.”
Diğerleri bu fikri beğenip onayladı.
“Şiir kulübü benim fikrimdi.” dedi Tanchun. “Bari ilk toplantısına benim ev sahipliği yapmama izin verin.”
“Tamam.” dedi Li Wan. “Yarın bir toplantı yapacağız ve bizi sen ağırlayacaksın.”
“Neden yarını bekliyoruz ki?” dedi Tanchun. “Şu andan daha iyisi yoktur. Bir başlık seçin, Nergis Adalı kafiyeleri belirlesin; Lotus Sakini de şiirlerimizi yazarken bizi denetlesin.”
“Bana sorarsanız, her zaman aynı iki kişinin temayı seçip kafiyeyi belirlemesindense kura çekelim.”
“Ben buraya gelirken birilerinin iki saksı beyaz begonya taşıdığını gördüm. Çok güzeldi. Tema bu olsun mu?” dedi Li Wan.
“Hepimiz görmedik ki.” dedi Yingchun. “Görmediğimiz şey hakkında nasıl şiir yazalım?”
“Hepimiz beyaz begonya nasıl olur biliyoruz.” dedi Baochai. “Hakkında şiir yazmak için neden görmemiz gereksin? Eskiler şiirsel bir temayı, o anda ifade etmek istedikleri duygularına bir araç olarak kullanırlarmış. Hakkında şiir yazacakları şeyleri görmeyi bekleselerdi asla şiir falan yazılamazdı.”
“Peki o hâlde, kafiyeyi belirliyorum.” dedi Yingchun.
Raftan bir şiir kitabı aldı, rastgele bir sayfa açtı ve diğerlerine gösterdi.
“İşte böyle sekiz dizelik şiirler yazacaksınız.” dedi.
Kitabı kapatıp, kapı eşiğinde durarak onları seyreden hizmetçiye döndü.
“Bize bir kelime söyle.” dedi. “Herhangi bir kelime.”
“Kapı.” dedi kız.
“Demek oluyor ki ilk dize ‘kapı’ kelimesiyle bitecek.” dedi Yingchun. Tekrar aynı kıza döndü. “Bir tane daha söyle.” dedi.
“Saksı.” dedi kız.
“Tamam, ‘saksı.’ ” dedi Yingchun.
Sonra kafiye kartlarının saklandığı kutuyu aldı, on üçüncü çekmeceyi açıp hizmetçi kızın rastgele iki tane kart seçmesini istedi. ‘Ruh’ ve ‘leke’ kelimeleri çıktı.
“Şimdi, herhangi bir çekmeceden istediğin kartı seç. Sadece bir tane.” dedi kıza.
Kızın seçtiği kartta ‘gün’ yazıyordu.
“Tamam.” dedi Yingchun. “Demek oluyor ki ilk dizeniz ‘kapı’ ile bitecek, ikincisi ‘saksı,’ dördüncüsü ‘ruh,’ altıncısı ‘leke’ ve sekizincisi ‘gün.’ ”
“Saksı ile kapı birbirine kolay kolay uymaz.” dedi Baoyu.
Tanchun’ün hizmetçisi Daishu yarışmacılar için dörder takım kâğıt ve kalem hazırladı. Daiyu hariç hepsi sessizce ne yazacaklarını düşünmeye başladı. Daiyu dışarıda dolaşıyor, pavlonya ağacının kabuklarıyla oynuyor, sonbaharın Bahçe’deki belirtilerini hayran hayran seyrediyordu. Arada bir hizmetçilerle şakalaşıyor, şiiri kafasına takmış gibi görünmüyordu. Yingchun hizmetçilerden birine Tatlı Rüya çubuğu yakmasını söyledi. Bu, yaklaşık sekiz santim uzunluğunda ve lamba fitili genişliğindeydi. Çabucak yanacak bir şeydi. Yarışmacılara şiirlerini bitirmek için çubuk yanıp bitene kadar zamanları olduğunu, aksi hâlde ceza alacaklarını söyledi.
İlk bitiren Tanchun oldu. Eline bir fırça alıp yazdıktan sonra tekrar üzerinden geçip birkaç düzeltme yaptı ve Yingchun’e teslim etti.
“Nasıl gidiyor, Alpinia Hanımefendisi? Şiirini düşündün mü?” diye sordu Baochai’e.
“Evet, bir şeyler düşündüm.” dedi Baochai. “Ama pek hoşuma gitmedi.”
Bu arada Baoyu ellerini arkasında kavuşturmuş koridorda bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Konuşmaları duyunca Daiyu ile konuşmak için durdu.
“Duydun mu?” dedi. “İkisi neredeyse şiirlerini bitirmişler.”
“Sen kendi işine baksana.” dedi Daiyu.
Baoyu içeriye bir göz attı ve Baochai’in şiiriyle meşgul olduğunu gördü.
“Vay canına!” diye bağırdı. “Çubuğun iki santimi kaldı ama ben anca dört dize yazabildim.” Sonra Daiyu’ye döndü.
“Çubuk neredeyse bitiyor. Hâlâ o ıslak çimenlerin üzerinde çömelmiş ne yapıyorsun?”
Daiyu ona aldırmadı.
“Şimdi seni düşünecek hâlim yok.” dedi Baoyu. “Ne kadar kötü olursa olsun şiirimi tamamlamam lazım.” Böyle söyleyerek içeri girip masaya doğru gitti.
“Artık şiirleri görme zamanı geldi.” dedi Li Wan. “Hepsini okuyana kadar şiirini teslim etmeyen olursa cezasını öder.”
“Çeltik Çiftçisi kendi güzel şiir yazamasa da değerlendirme konusunda çok iyidir. Çok adaletli bir eleştirmendir. Hepimizin onun kararlarını kabul etmeye hazır olduğumuzdan eminim.” dedi Baoyu.
Diğerleri de onayladılar. Li Wan Tanchun’ün kâğıdını aldı, ötekiler de etrafından toplandılar.
Kış güneşi vuruyor asma kaplı kapıya,
Duruyor altında yağmurdan yosun tutmuş saksı.
Nazik bedeni kar kadar büyüleyici,
Yeşimi gölgede bırakır saf ruhu.
Mis kokulu kırılganlığı korkutuyor rüzgârı,
Işıl ışıl beyazlığı dolunay kadar lekesiz!
Beyaz çiçek perisi ipek kanatlarını silkele!
İlahiyi benimle söyle ölmekte olan güne.
Hepsi Tanchun’ün şiirini çok beğendi. Sonra Baochai’inkini okudular.
Tatlı koku duruyor ardında örtük avlu kapısının,
Sulamaya gidiyorum yosun kaplı saksıyı.
Kızıllara bürünmüş yaz kardeşleri,
Kar kadar, buz kadar saftır ruhu.
Yalnız saf beyazlık göz kamaştırır;
Ve yalnız beyaz yeşimde bulunmaz leke.
Sanki dua ediyor sonbaharın beyaz tanrısına
Güzelim çiçekler sessizce, biterken gün.
Li Wan gülümsedi.
“İşte Alpinia Hanımefendisi kendini gayet isabetli bir şekilde ifade etti.” dedi.
Sonra Baoyu’nün şiirine sıra geldi.
Beyaz sonbaharın kız kardeşi durur kapıda,
Kar gibidir çiçekleri, büyür saksıda.
Yang Hanım çıkar banyodan, buz gibi saf,
Yeşim kadar temiz Xi Shi’nin yaslı ruhu.
Hiçbir sabah esintisi kurutamaz inci gözyaşlarını,
Yağmur geceye ekler taze lekeler.
Dalgın ve vakur çiçekleri salınır nazikçe,
Hüzünlü bir flüt yas tutar solan güne!
Herkes okuduktan sonra Baoyu üçünün içinde en çok Tanchun’ün şiirini beğendiğini söyledi ama Li Wan Baochai’inkinin harika olduğu konusunda ısrar etti. Tam Daiyu’ye elini çabuk tutmasını söyleyecekti ki kız içeri girdi.
“Hepiniz bitirdiniz mi?” diye sordu.
Hemen fırçasını çıkarıp eline ilk gelen kâğıda hiç duraklamadan zihninde tamamladığı sekiz dizeyi karaladı ve masaya attı. Li Wan ve diğerleri okumaya başladılar.
Yarı açık bambu perde, yarı kapalı kapı,
Kırık buza benziyor kalıbın, yeşim gibi saksın.
Daha ilk iki dizeyi henüz okumuşlardı ki Baoyu övgüler yağdırmaya başladı.
“Mükemmel! Nereden buldun bu fikirleri?”
Armut çiçeklerinden çalmışsın beyazı,
Erik çiçeğinden ödünç almışsın ruhunu.
Hepsi bu dizelerden büyülendi.
“Çok güzel. Orijinal. Diğer üçünden çok farklı.”
Ay tanrıçası beyaz bir elbise diker,
Sonbahar hüznüne kapılmış kızlar siler gözyaşı lekelerini.
Sessiz ve mahcup, tek kelime şikâyet etmez,
Dayanır sonbahar esintisine biterken gün.
“Evet, en mükemmeli bu.” dediler. “Dördü içinde en şahanesi!”
“İncelik ve orijinallik açısından öyle.” dedi Li Wan. “Ama nitelik ve dil sadeliği bakımından Alpinia Hanımefendisi’ninkini tercih ederim.”
“Bence de doğru bir karar!” dedi Tanchun. “Nehir Kraliçesi ikinciliği almalı.”
“Kızıl Neşe Prensi de sonuncu olur.” dedi Li Wan. “Kabul mü?”
“Evet, tabii.” dedi Baoyu gülerek. “Çok adil bir karar. Benim şiirim pek iyi değildi. Ama Alpinia Hanımefendisi ile Nehir Kraliçesi’ninkini yeniden değerlendirmelisiniz bence.”
“Karar mercii benim. Uymayı kabul etmiştiniz.” dedi Li Wan. “Sizin bu konuda söz hakkınız yok. Eğer birisi benim kararımı sorgulayacak olursa, ceza öder.”
Baoyu konuyu kapatmak zorunda kaldı.
“Toplantılarımızın her ayın ikisinde ve on altısında yapılmasını teklif ediyorum.” dedi Li Wan. “Bu toplantılarda konuyu ve kafiyeyi ben seçeceğim. Bu tarihler arasında başka bir toplantı daha yapmak isteyen olursa, buna bir engel yok. Aslında isterseniz her gün yaparız. Bu tamamen size kalmış. Ayın ikisinde ve on altısında hepiniz benim daireme geleceksiniz ve bu iki tarihteki toplantılar benim sorumluluğumda olacak.”
“Kulüp için bir isim bulmamız lazım.” dedi Baoyu.
“Sıradan bir şey olmasın.” dedi Tanchun. “Ama öyle tuhaf ve fazla modern bir şey de istemeyiz. İlk şiirimize begonya ile başladığımıza göre, neden Begonya Kulübü demiyoruz? Biraz sıradan gibi görünebilir ama bizim için öyle olmaz çünkü kuruluş toplantımızın anısını taşır.”
Tanchun’ün teklifi genel bir tartışmaya yol açtı. İkram ettiği yiyecek ve içecekleri paylaştıktan sonra ayrıldılar. Kimisi kendi dairesine döndü; kimisi de Büyükanne Jia ve Wang Hanım’ın dairelerine. Hikâyemiz onları bu noktada bırakıyor.
***
Baoyu Tanchun’ün mektubunu aldığı zaman Xiren de oradaydı ve okur okumaz Cuimo ile beraber heyecanla fırlayıp gittiğini görmüş ama bu heyecanın sebebinin ne olabileceğini kestirememişti. O gittikten kısa bir süre sonra, iki yaşlı kadın ellerinde begonya saksılarıyla arka kapıdan girdi. Xiren çiçekleri kimin gönderdiğini sordu; kadınlar açıklayınca saksıları koymaları için yer gösterdi. Sonra onları hizmetçi odasına buyur edip kendisi para getirmek için Baoyu’nün odasına gitti. On sekiz gram gümüş tartıp paketledi, ilaveten üç yüz bakır sikke alıp kadınların yanına döndü.
“Gümüş, çiçekleri getiren çocuklar için.” dedi. “Para da sizin, içecek bir şeyler alırsınız.”
İki kadın yüzleri ışıldayarak kalktı. Defalarca teşekkür ederek istemiyormuş gibi yaptılar ama Xiren’in ısrarı üzerine kabul ettiler.
“Kapıda görevli kimse var mı?” diye sordu Xiren.
“Tabii, Bahçe’deki siz genç hanımlar dışarıdan bir şey istersiniz diye orada her zaman dört kişi olur.” dediler. “Yapılmasını istediğiniz bir şey varsa, söyleyin, yaptıralım.”
“Benim ne haddime, kendim için değil.” dedi Xiren gülerek. “Efendi Bao, Bayan Shi için Zhongjing Markisi’nin evine bir şeyler göndermek istiyordu. Şimdi siz burada olduğunuza göre, sakıncası yoksa giderken kapıdaki çocuklara benim için bir araba bulmalarını söyler misiniz? Araba gelince de buraya gelip parasını alırsınız. Kapıdakileri bununla uğraştırmayalım.”
Kadınlar bu işi halletmek için çıkınca, Xiren içeri gidip Xiangyun’e göndermeyi planladığı şeyleri koymak için tabak aradı. Ama dolabı açıp baktığında tabak rafını bomboş buldu. Arkasını dönüp nakış işleyen Qingwen, Qiuwen ve Sheyue’ye baktı.
“Buradaki helezon desenli, beyaz akik tabağa ne oldu?” diye sordu.
Kızlar birbirlerine boş gözlerle bakarak hatırlamaya çalıştılar. Biraz sonra Qingwen’in yüzünde bir gülümseme belirdi.
“Hatırladım. Ben onunla Bayan Tanchun’e liçi götürdüm. Geri göndermediler.”
“Kullanacağın başka bir sürü günlük tabak varken neden onunla götürdün?” diye sordu Xiren.
“Ben de aynı şeyi düşündüm. Ama beyaz tabak koyu renk liçilere o kadar yakıştı ki Bayan Tanchun bile ne kadar hoş olduğunu söyledi ve meyvelerin tabakta kalmasını istedi. Bu yüzden tabağı geri getiremedim. Dolabın üzerinde duran iki vazo da geri gelmedi.”
“Vazo deyince aklıma çok komik bir şey geldi.” dedi Qiuwen. “Bilirsiniz Efendi Bao aklına koyduğu hiçbir şeyi yarım yamalak yapmaz. Geçen gün aniden bir sorumluluk duygusuna kapıldı. Bahçe’deki kokulu osmantusların çiçek açtığını görünce iki tanesini koparıp vazoya koyarken, birden fikrini değiştirdi. ‘Bu çiçekler bizim Bahçe’mizde ilk defa açıyor. Keyfini yalnız başına sürmek olmaz.’ dedi. O iki vazoyu alıp su doldurdu, içine çiçekleri yerleştirip Büyükanne Jia ve Wang Hanım’a gönderdi. İşin güzel tarafı, vazoyu taşıyan kişi için de şans oldu, o da bendim. Büyük hanımefendi çiçeği görünce ne kadar sevindi, anlatamam. ‘Ah, şuna bak! Ne kadar iyi bir çocuk! Yaşlı büyükannesini düşünmeden çiçek bile koklamıyor! Bir de ona çok düşkün olduğum için insanlar söyleniyorlar.’ dedi. Bilirsiniz büyük hanımefendi normalde benimle pek ilgilenmez, neden bilmem ama sanki bende hoşuna gitmeyen bir şey var. Bu olayda bana yüz sikke verdi. ‘Ah zavallıcık! Zavallı minik şey! Ne kadar da hastalıklı görünüyor.’ dedi. Böyle bir şans aklıma bile gelmemişti! Yani yüz sikke bir şey değil ama o şeref! Hem de herkesin içinde! Wang Hanım’ın dairesine gittiğimde, hanımefendi Bayan Lian ve Odalık Zhao ile beraber sandıkları karıştırıp, birisine vermek için gençken giydiği bazı giysileri arıyordu. Kime verecekti bilmem. Neyse, çiçekleri görünce işini bıraktı. Tabii Bayan Lian de ona yaranmak için Efendi Bao’nın ne kadar hayırlı ve düşünceli bir evlat olduğu, şöyle mükemmel, böyle harika olduğu konusunda övgüler yağdırdı. Bir araba dolusu laf söyledi, yarısını bile hatırlamıyorum. Wang Hanım oğlunun herkesin içinde övülmesinden büyük bir memnuniyet duydu. Onun dedikodusunu yapanlar ağızlarını bile açamayacaklardı. O kadar sevindi ki hemen bana iki elbise verdi. Bize zaten her yıl iki yeni elbise veriliyor, bunları vermesi çok muhteşem bir şey sayılmaz ama ya şeref!”
“Aman canım! Ne aptalsın! Ne çabuk memnun oluyorsun! Başka birisine verilecek kadar iyi olmadıklarını düşünmüştür. Ben bunda şeref duyacak bir taraf görmüyorum.” dedi Qingwen.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/suecin-cao/kizil-odanin-ruyasi-ii-cilt-69429313/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Farklı şeylerle doldurulmuş ve bambu yapraklarına sarılmış, yapışkan pirinçten yapılan geleneksel Çin pirinç yemeği. Geleneksel olarak Dragon Teknesi Festivali’nde yenir. (ç.n.)
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt Цао Сюэцинь
Kızıl Odanın Rüyası II. Cilt

Цао Сюэцинь

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Cao Xuequin tarafından 18. yüzyılın ortalarında yazılan Kızıl Odanın Rüyası, Çin’in dört büyük klasik eserinden biri olarak kabul ediliyor. İlk kez 1792’de yayımlanan ve yarı otobiyografik nitelikler de taşıyan romanın, Çing (Mançu) Hanedanlığı’na tekabül eden dönemi anlattığı kabul ediliyor. Yan yana konaklarda yaşayan Jia sülalesinin iki kolunun günlük yaşamlarının ayrıntılarıyla anlatıldığı, yüzlerce karakterin yer aldığı sayfalar, âdeta büyülü bir masal tadı bırakıyor okuyucuda. Çin feodal toplumunu çok iyi analiz etmiş olan Cao Xuequin, üst ve alt sınıftan karakterler aracılığıyla feodalizmin açmazlarını, zalimliğini, ikiyüzlülüğünü ve ahlaki durumlarını da cesaretle gözler önüne seriyor. Bunu da zaafları, acziyeti ve yüceliği ile insan doğasını muazzam yansıtarak ve hayaller, rüyalar, şiirler, şarkılar eşliğinde yaptığı için hem kadim Çin medeniyeti ve sanatıyla yakından tanışıyoruz hem de düzen eleştirisi havada ve gerçeklikten kopuk kalmıyor. “Gerçek, kurgudan daha tuhaftır.” der Mark Twain. Kim bilir, Kızıl Odanın Rüyası’nın yüzlerce yıldır ayakta kalmasının bir sebebi de budur… Bir gün ölümsüz Taocu Saygıdeğer Hükümsüz, tekrar Mavi Bayır Zirvesi’nden geçerken, gökyüzünün tamirinde kullanılmayan taşı gördü; önceki gibi üzerindeki yazılarla orada hareketsiz duruyordu. Bir kere daha dikkatle okuyunca, şiire yeni bir bölüm eklenerek tamamlandığını fark etti. Bu yeni ifadeler birkaç akıbeti ortaya koyuyor ve olaylarda eksik kalan parçaları birleştirip, orijinal hikâyenin altında yatan kader örgüsünü tamamlıyordu.

  • Добавить отзыв