Kızıl Damga
Nathaniel Hawthorne
17. yüzyılın New England eyaletinde yaşlı kocasından iki yıldır ayrı olan çok genç bir kadındır Hester Pryanne. Eşinin yokluğu sırasında kimliğini sakladığı birisiyle yaşadığı ilişki nedeniyle cezalandırılır. İşlenen bu günahın cezası olarak kadın, ömür boyu göğsünde kızıl bir damgayla yaşayacak ve öldükten sonra da bu damga mezar taşına işlenecektir. Katı kuralları ve muhafazakâr anlayışa sahip olan püritenliğin, taviz vermeyen kurallarının insanlar üzerinde ne kadar trajik etkiler bıraktığını “Kızıl Harf” romanında Hawthorne eleştirel bir şekilde gözler önüne seriyor. Öyle bir kural sistemi ki, insanlar bu dünyada çektiği cezalarla kalmıyor öldükten sonra bile onların üzerinde bu cezanın devam etmesi sağlanıyor. “Bırakın damgasını istediği gibi kapatsın, sonuç olarak onun acısını her zaman yüreğinde taşıyacak.”
Nathaniel Hawthorne
Kızıl Damga
Meral Harzem, 1975’te Balıkesir’de doğdu. 1982-1995 yılları arasında Almanya’da yaşadı ve eğitimine burada devam etti. Geilenkirchen, Höhere Handelsschule (Ticaret Yüksekokulu), İktisat bölümünden mezun oldu. Çeşitli firmaların ithalat ve ihracat departmanlarında çalıştı. 2010 yılından bu yana kitap çevirileri yapıyor.
Türkçeye kazandırdığı eserlerden bazıları, Amok Koşucusu, Mecburiyet, Yakıcı Sır (S. Zweig), Babaya Mektup (F. Kafka), Ay’a Yolculuk (J. Verne), Yahudi Devleti (T. Herzl), Ah Virginia (M. Kumpfmüller), Çıkmaz (C. Hau).
Nathaniel Hawthorne Hayatı ve Eserleri
Nathaniel Hawthorne (1804-1864). 4 Temmuz’da Massachusetts, Salem’de doğan Nathaniel, Elizabeth ve Nathaniel Hathorne’nin iki çocuğundan biri ve tek oğluydu. Nathaniel, Hathornes ailesinin Salem’de yaşayan beşinci kuşak üyesiydi. Atalarının en ünlülerinden ikisi William Hawthorne ve oğlu John’du. William, Quakerlara[1 - 17. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkmış Hristiyanlık mezhebi. Dostların Dinî Derneği olarak da bilinir. (e.n.)] karşı fazlasıyla zalim davranan bir Püriten liderdi. Ann Coleman adında bir Quaker’ı halkın önünde kırbaç cezasına çarptırmış ve kadın bu sert cezalandırma sırasında hayatını kaybetmişti. John ise, Salem Büyücülük Davaları sırasında duruşmaları yürüten bir yargıçtı. Genç bir delikanlı olduğu dönemde, Nathaniel soyadına bir “w” harfi ilave ettirdi. Bazıları onun bu değişikliği, kendini hoşgörüsüz Püriten atalarından uzaklaştırmak için yaptığını düşünüyordu.
Nathaniel’in babası sarıhumma hastalığına yakalanan bir denizciydi ve 1808’de Surinam’da (Hollanda Guyanası) öldü. Nathaniel odönemde daha dört yaşındaydı. Kaptan olan eş, karısını çok az parayla geride bırakmıştı, bu yüzden Elizabeth Hathorne eşinin ölümünden sonra evini sattı ve ailesiyle birlikte daha zengin olan erkek kardeşlerinin, Manningslerin yanına taşındı.
Nathaniel, dokuz yaşındayken bacağından yaralandı ve neredeyse iki yıl boyunca okula gidemedi; ancak kendi çabalarıyla okumayı iyice ilerletti. Hawthorne, özellikle John Bunyan’ın Hacıların İlerlemesi ve Edmund Spenser’ın Peri Kraliçesi gibi eserlerindeki alegori ve sembolizmden ve aynı zamanda Sör Walter Scott’ın tarihsel romantizminden ve Henry Fielding ve Tobias Smollet gibi on sekizinci yüzyıl romancılarının eserlerinden etkilenmişti.
Eylül 1821’de Hawthorne; Henry Wadsworth Longfellow,[2 - Amerikalı ünlü şair. (1807-1882) (e.n.)] Franklin Pierce[3 - Amerika Birleşik Devletleri’nin on dördüncü başkanı. (e.n.)] ve Horaito Bridge ile arkadaş olduğu Bowdoin Kolejine girdi. Kolejde, Hawthorne kapsamlı okumalarına devam etti, Maine’de açık havada dolaşmaktan büyük keyif aldı ve yazı tekniğini mükemmelleştirdi. Hawthorne, 1825 yılında Bowdoin’den mezun oldu ve Salem’e geri döndü. Bu dönemden sonra, on iki yıl boyunca saygın bir yazar olarak kendini göstermek için çalışmaya devam etti. İlk romanı olan Fanshawe’ı tamamen kendi çabalarıyla yayınladı, ancak daha sonra kitabın tüm kopyalarını alarak, yakmaya çalıştı. Benzer şekilde, Hawthorne ilk kısa öyküler serisi olan eseri Yerli Topraklarımın Yedi Masalı kitabını da uygun bir yayıncı bulamadığından dolayı yakarak imha etti. Sonunda, 1830 senesinde The Salem Gazette’de beş öyküsü yayınlandı ve 1834’te bazı öyküleri New England Magazine’de çıktı. 1836’da Hawthorne, Boston merkezli American Magazine of Useful and Entertaining Knowledge dergisinde editörlük yaptı. 1837’de, nihayet onun tanınmasını sağlayan bir hikâye koleksiyonu olan Twice-Told Tales eseri yayınlandı. Hawthorne, bu eserini yayınlattığı sırada, kolejden arkadaşı olan Horatio Bridge’ın yayınevi ile görüştüğünün ve eserin başarısız olması durumunda mali garanti vermiş olduğunun farkında değildi. Aynı yıl Hathorne, gelecekteki eşi olan Sophia Amelia Peabody ile tanıştı ve 1838’de onunla nişanlandı. Hawthorne evliliği için para biriktirmeye karar vererek, Boston Custom House’da tuz ve kömür ölçümcüsü olarak çalışmaya başladı ve burada geleceğini planlayarak evlendikten sonra Sophia ile yaşamak istediği, ütopik bir Transandantalist[4 - Transandantalizm: Edebiyat okulu veya hareketi. 19. yüzyıl başlarından itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin New England bölgesinde edebiyat, din, kültür ve felsefe alanında ortaya çıkan ve Tanrı’nın birliğine olan temel bir inanca dayanan akım. (e.n.)] topluluk olan Brook Çiftliği’nden hisse satın aldı. Ancak, topluluk Hawthorne ile aynı fikirde değildi bu nedenle kısa süre sonra hisse senedinin iadesini istediler.
Hawthorne ve Sophia 9 Temmuz 1842’de evlendiler ve Concord’da, Ralph Waldo Emerson’dan kiraladıkları bir ev olan Old Manse’ye taşındılar. Concord’da Hawthorne; Emerson, Henry David Thoreau ve Bronson Aclott gibi Transandantalist yazarlar ve düşünürlerle arkadaşlıklar kurdu. 1845’te Hawthorne ailesi Salem’e geri döndü ve ertesi yıl Hawthorne, eleştirel beğeni toplayan ancak çok az finansal başarı getiren bir eser olan Old Manse’den Mosses’i yayınladı. Hawthorne’un mali sıkıntıları, ancak Başkan James K. Polk onu Salem Gümrük Dairesi araştırmacısı yaptığında geçici olarak çözüldü. Hawthorne, Gümrük Dairesinde çalıştığı dönemde çok az yazı yazabildi. 1849’da bir Whig (Britanya’da politik bir parti) olan Zachary Taylor başkan oldu ve bir demokrat olan Hawthorne bu yüzden işini kaybetti. Eylül ayında, Hawthorne, Kızıl Damga ve Salem Gümrük Dairesi, memurları ve onu işinden mahrum eden Whigleri eleştiren eseri Gümrük Dairesi üzerine çalışmaya başladı. Hawthorne başlangıçta Gümrük Dairesi, Kızıl Damga ve Eski Zaman Efsaneleri adlı eserlerini, eskizleri, deneysel çalışmaları ve ideallerini içeren diğer eserleriyle bir araya getirdi. Hawthorne 1850’de, Kızıl Damga ve 1851’de Yedi Çatılı Ev eserini yayınladı. O dönemde, kendisi, karısı ve çocukları Lenox-Massachusetts’ten, Hawthorne’un ikinci kızının doğduğu Massachusetts-Batı Newton’a taşındı. Hawthorne ailesi 1852’de Concord’a geri döndü.
1853’te Başkan Franklin Pierce, Hawthorne’u İngiltere’nin Liverpool kentindeki Amerikan konsolosluğuna atadı ve Hawthorne, ailesini İtalya’ya taşımadan önce bu pozisyonda dört yıl boyunca çalıştı. Hawthorne ve ailesi 1860’da tekrar Concord’a geri döndüler ve 1863’te Eski Evimiz başlığı altında bir dizi İngilizce eskizler yayınladı. Nathaniel Hawthorne, 1864’te öldü ve geriye bitmemiş birkaç eserini bıraktı.
Hawthorne’un Hayatının Zaman Çizgisi
4 Temmuz 1804 Nathaniel Hawthorne, Massachusetts, Salem’de; Elizabeth Clarke Manning ve Nathaniel Hathorne’un oğlu olarak dünyaya geldi.
1808 Nathaniel Hathorne’un babası sarıhummaya yakalandı ve kaptan olarak çalıştığı Surinam’da (Hollanda Guyanası) vefat etti. Elizabeth Hawthorne eşinin vefatından sonra Nathaniel ve iki kız kardeşini de alarak Manning ailesinin evine taşındı.
Nisan 1813 Ayağına çarpan bir top yüzünden Nathaniel sakatlandı. Bu sakatlanmadan sonra neredeyse iki yıl boyunca okula devam edemedi, eğitimini kendi çabalarıyla devam ettirdi.
1818 Hathorne’un ailesi, onun sürekli olarak dolaştığı, avlandığı ve balık tuttuğu Raymond-Main’e taşındı.
1819 Hathorne koleje devam edebilmek için Salem’e geri döndü.
1821 Hawthorne, Raymond yakınlarındaki Brunswick, Bowdoin Kolejine başladı. Orada Henry Wadsworth Longfellow, Horatio Bridge ve Franklin Pierce ile tanıştı. Kısa bir süre sonra, Hathorne soyadına bir “w” ekledi.
1825 Hawthorne üniversiteden mezun oldu ve ailesi ile birlikte Salem’de yaşamaya başladı.
1828 Hawthorne, bir üniversitede geçen ilk romanı Fanshawe’ı tamamen kendi çabasıyla yayınladı, ancak daha sonra bulabileceği tüm kopyaları toplayarak hepsini yakmaya çalıştı.
1830 Hawthorne, The Salem Gazette’de beş öykü yayınladı.
1832 Hawthorne, The Story Teller adlı bir koleksiyon planlar.
1834 Hawthorne’un The Story Teller’a eklemeyi planladığı bazı hikâyeler New England Magazine’de yayınlandı.
1836 Hawthorne, The American Magazine of Useful and Entertaining Knowledge adlı bir dergide editör olarak çalışmak için kısa süreliğine Boston’a taşındı.
1837 Hawthorne, Twice-Told Tales isimli ilk hikâye kitabını yayınladı. Hawthorne, gelecekteki karısı Sophia Amelia Peabody ile tanıştı.
1838 Hawthorne, Sophia Peabody ile nişanlandı.
1839-1840 Hawthorne, evliliği için para biriktirmek üzere Boston Gümrük Binasında tuz ve kömür ölçümcüsü olarak çalıştı.
1841 Hawthorne, Brook Farm topluluğunda ortak yaşamı denedi.
1842 Hawthorne ve Sophia Peabody evlenip Massachusetts Concord’daki Ralph Waldo Emerson’dan kiraladıkları bir ev olan Eski Manse’ye taşındılar.
1844 Hawthorne’nun ilk kızı, Una doğdu.
1845 Hawthorne, karısı ve kızıyla Salem’e taşındı.
1846 Hawthorne’un Eski Manse’nin Yosunları isimli ikinci hikâye kitabını yayınlandı ve büyük beğeni topladı. Hawthorne, Başkan James K. Polk tarafından Salem Gümrük Dairesine atandı. Hawthorne’un ilk oğlu Julian doğdu.
1849 Bir Whig olan Zachary Taylor başkan seçildikten sonra Hawthorne görevden alındı. Kızıl Damga ve Gümrük Dairesi eserlerini yazmaya başladı.
1850 Kızıl Damga yayınlandı. Hawthorne, Herman Melville ile tanıştığı Berkshire’deki, Massachusetts Lenox’a taşındı.
1851 Yedi Çatılı Ev isimli romanı yayınlandı. Hawthornes, West Newton, Massachusetts’e taşındı. Hawthorne’un ikinci kızı ve üçüncü çocuğu Rose doğdu.
1852 Blithedale Romance yayınlandı. Hawthorne, Concord’da “The Wayside” adını verdiği bir ev satın aldı. Cumhurbaşkanı adayı ve eski sınıf arkadaşı Franklin Pierce’ın kampanya biyografisini yazdı.
1853 Başkan Pierce, Liverpool, İngiltere’ye Hawthorne’u Amerikan Konsolosu olarak atadı. Hawthorne ve ailesi İngiltere’ye taşındı. Hawthorne, yurt dışındaki deneyimleriyle ilgili notlar almaya başladı.
1857 Hawthorne konsolosluk görevinden ayrıldı.
1858 Hawthorne ve ailesi Roma’ya gitti ve orada bir süre kalıp daha sonra Floransa’da ikamet ettiler. İtalya’daki gözlemlerine dayanarak romanlarını yazmaya başladı.
1859 Hawthorne İngiltere’ye döndü ve İtalyan romanını yazmaya devam etti.
1860 Marble Fawn isimli son romanı yayınlandı. Hawthorne ailesi ile Concord’daki The Wayside’a geri döndü.
1863 Hawthorne’un İngilizce kısa hikâyeleri Eski Evimiz başlığı altında yayınlandı.
1864 Hawthorne, Pierce ile birlikte seyahat ederken Plymouth, New Hampshire’da öldü.
Kızıl Damga Eserinin Tarihî İçeriği
Protestan Reformu ve Püritenlik
Yaklaşık on iki yüz yıl boyunca, Avrupa’nın en büyük mezhebi Katoliklikti. On altıncı yüzyılda, Martin Luther adında bir Alman keşiş, Katolik Kilisesi’nin gücünü zayıflatmak amacıyla Hristiyan Avrupa’yı Katolik ve Protestanlar olmak üzere iki ana gruba ayıracak bir hareket başlattı. 1517’de Luther, Katolik Kilisesi’nin merkezî inançlarına ve uygulamalarına itirazlarını bir liste hâlinde, Wittenburg, Almanya’daki bir kilisenin kapısına çiviledi. Bir rahip olarak görevlendirilmeye hazırlanırken Luther almayı düşündüğü kutsal ayinlerin değersizliğiyle şaşkına döndü. Âdem’in Cennet Bahçesi’ndeki ilk günahından dolayı insanların temelde günahkâr olduklarını ve eserleri aracılığıyla Kutsal Cemaat ve Kutsal Emirler gibi ayinleri almaya layık olamayacağına inanıyordu. Bunun yerine, Luther’e göre, insanlar günahkârlıklarına rağmen kendilerine uzanan Tanrı’nın lütfuna bağlı olmak zorundaydılar. Luther ayrıca kilisenin dağıttığı hoşgörüye ya da günah çıkarma uygulamalarına da itiraz ediyordu. Dinî anlamda genel olarak papaz ve kilisenin otoritesine meydan okuyordu ve dinin, kişi ile Tanrı arasında, aracılık edecek bir papaz olmadan bireysel bir vicdan meselesi olduğunu iddia ediyordu. Bu inanç, matbaanın icad edilmesiyle ve İncil’in Latince ve Yunancadan günlük Avrupa dillerine çevrilerek sıradan erkekler ve kadınlar için Kutsal Yazıların okunmasının mümkün olmasıyla hayata geçmiş oldu.
Luther’in fikirleri Avrupa’ya yayıldı ve Protestan Reformu olarak bilinen Katolik otoriteye karşı yaygın, genellikle kanlı bir isyana yol açtı. İngiltere’de Kral VIII. Henry, Katolik Kilisesi boşanmasına izin vermediği için Katoliklikten ayrıldı ve İngiltere Kilisesi’ni ya da kafasında bir Protestan mezhebi olan Anglikan Kilisesi’ni kurdu.
Luther’ın ilk günah hakkındaki fikirlerini bir adım daha ileri götüren, tüm olayların Tanrı tarafından önceden öngörüldüğünü, Tanrı’nın başlangıçta insanların (seçilmiş olanların) kurtarılacağını veya lanetleneceğini belirlemiş olduğunu öğreten, Protestan Reformu’nda merkezî bir isim olan İsviçreli John Calvin oldu. Öncelik olarak bilinen bu Kalvinist doktrin, İngiltere’de ve İngiliz kolonilerinde gelişecek olan Püriten Hareketi’nin merkezî inancı oldu.
Yeni İngiltere’de Püritenlik
İngiltere’deki bazı Protestanlar Anglikan Kilisesi’ni kabul etmediler, ancak hizmetleri basitleştirerek ve daha katı ahlaki kodlar uygulayarak kiliselerini “arındırmak” istediler. İngiltere’de zulümle karşı karşıya kalan bu Püritenlerin bir kısmı, muhaliflerinin dediği gibi, dinî prensiplere dayalı koloniler kurmayı umdukları Amerika’ya kaçtılar. 1620’de kurulan Plymouth Kolonisi ve 1630’da kurulan Massachusetts Körfezi Kolonisi, her ikisi de Yeni İngiltere’de Püritenlerin yerleşim yeri oldu. Yeni İngiltere sömürgecileri büyük zorluklara katlandılar ve Yerli Amerikalıların hayatta kalmasına yardım ettiler. Sık sık “Hacı” olarak adlandırılan Plymouth kolonistlerinin çekirdek grubu, “Popish” veya Katolik eğilimleri nedeniyle resmî olarak Anglikan Kilisesi’nden ayrıldıkları için “Ayrılıkçı Püritenler” olarak anıldılar. Dinî zulümden kaçmak için İngiltere’den Hollanda’ya taşındıktan sonra, Hacılar 1620’de Mayflower’a[5 - Mayflower: İlk İngiliz Püritenleri Plymouth, İngiltere’den Kuzey Amerika’ya taşıyan geminin adı. (e.n.)] binerek Kuzey Amerika’ya doğru yola çıktılar. Cape Codd’a indiler ve burada Mayflower Compact Kolonisi’ni kurdular, kurmuş oldukları bu koloni Plymouth, Massachusetts’in bir kasabası olarak varlığını sürdürdü. Zorlu bir kış mevsiminden sonra, sömürgeciler yerli halklardan sert iklimde yetişecek bitkileri nasıl ekeceklerini öğrendiler. Koloni, Vali William Bradford yönetiminde gelişimini sürdürdü.
1691’de Plymouth çok daha büyük bir Püriten yerleşimi olan Massachusetts Körfezi Kolonisi ile birleşti. Bu grup, tamamen Anglikan Kilisesi’nden ayrılmayan ve içeriden yeniden düzenlenebileceğine inanan cemaatçi Püritenlerden oluşuyordu. Eylemlerinin ilahi olarak yönlendirildiğine inanarak Amerika’daki yeni yaşamlarının zorluklarıyla yüzleşmek için cesaret buldular. Valileri John Winthrop, “Hristiyan Bağış Modeli” adlı çalışmasında, Yeni Ahit’te anlatıldığı gibi, yeni arazide bir “tepe üzerinde bulunan şehir” olarak inşa edildiklerini yazdı. Hawthorne’un Kızıl Damga eseri de 1640’ların başındaki Massachusetts Körfez Kolonisi’nde geçiyordu.
Püriten İnançlar
Yeni İngiltere’deki Püritenler birkaç temel dinî ve sosyal inancı paylaştılar. İlk olarak, topluluğun bir bütün olarak önemine kuvvetle inandılar. Büyük bir tarihsel ve dinî görevde oldukları fikri, onlara ortak bir amaç veriyordu. Oluşturdukları toplumlar katı dinî ilkelerle yönetilen teokrasilerdi. İkinci olarak, ilk günah konusunda kesin bir inançları olduğu için, insanların temelde kötü olduğunu ve sadece lütufla kurtarılabileceği fikrini kabul ettiler. İnsanların kötülüğüne olan bu inanç tarzı, Püritenleri katı yasalar ve cezalar çıkartmaya yöneltti. Üçüncü olarak, Püritenler bir bütün olarak Tanrı tarafından özel bir görev için seçildiklerine inandıkları hâlde, aralarındaki tüm insanların seçildiğine inanmıyorlardı. John Calvin’in, Tanrı’nın bazı insanları kurtarmak için ve bazılarını da lanetlemek için seçtiğine dair öngörü teorisini benimsemişlerdi. Bu öngörüyü, bireysel kaderlerini doğrudan irade ile değiştiremeyecekleri anlamına geldiğini düşünerek, kabullenmişlerdi. Ancak hiçbir zaman insanın yaradılışından itibaren Tanrı tarafından kurtuluş için seçilmişler arasında bulunduklarından emin olamadıklarından ötürü, bu konuda bulabilecekleri herhangi bir kanıt da olmadığı için düzenli ve mütevazı bir yaşam tarzını benimsediler. Son olarak, Püritenler, maddi ve sosyal başarının Tanrı’nın hizmetinin işaretleri olduğunu ve böyle bir çalışmanın kurtuluş kazanmak için yeterli olmasa da yine de kurtuluşun bir işareti olduğunu düşünerek sıkı çalışmaya olan inancını paylaştılar. Bu tarz sıkı ahlaki yaşam tarzı ve sıkı çalışma şekline bağlı karmaşık inanca bugün Püriten ahlakı denmektedir.
Politika, Toplum ve Ortodoksluk
Püritenlerin ortak inançlarına rağmen, toplumları tamamen çatışma veya muhalefetten uzak değildi. Genç yaştaki Püriten liderler, dinî veya politik herhangi bir muhalefete büyük ölçüde tahammülsüzdüler. Roger Williams, 1635’te Yerli Amerikalıların çeşitliliğine ve kötü muameleye karşı hoşgörüsüzlüğüne dair itirazlarını dile getirdiğinde, Massachusetts Körfezi Kolonisi’nden sürüldü. Rhode Island’ın kolonisini bulmaya ve dinî özgürlük çağrısı yapmaya devam etti. 1637’de Anne Hutchinson resmî kiliseyi atladığında ve diğer kadınlar ve kocalarıyla birlikte evde İncil sınıflarında kendi teorilerini öğretmeye başladığında, yerleşik dini tehdit etmek ve “bir eşten daha büyük bir koca” olmakla suçlandı. O da aynı şekilde Massachusetts Körfezi Kolonisi’nden sürüldü. Diğer muhalifler açısından da durum pek parlak olmadı. Püriten cezalar son derece sert olabiliyor ve halkın alayını içerebiliyordu. Kazıklara germe, hapsetme, kırbaçlama, boğulma, asılı kalma ve taşların altında ezilme bu cezaların bazılarına örnek olarak verilebilir.
Yeni İngiltere’deki ilerici unsurlardan gelen baskılar, 1662’de eski kuralları gevşeten ve daha fazla insanın kiliseye doğrudan üye olmasını sağlayan yeni bir yasa olan Half-Way Covenant çıkarılmasına yol açtı. Ancak gerginlikler devam etti. Bazıları Ortodoksluğun rahatlamasını bir zayıflık işareti olarak gördü ve endişeleri şeytanın Salem kasabasına ve yakın topluluklara sızdığı inancında dramatik bir şekilde ortaya çıktı. 1692’de başlayan Salem Cadı Davaları, yirmi kişinin infaz edilmesine ve daha fazlasının hapsedilmesine ve işkence edilmesine neden oldu. Nathaniel Hawthorne, kendi atalarının bu davalara katılımının farkındaydı ve bundan utanç duyuyordu. Hawthorne, günah, ceza ve kurtuluş konularını mevzu bahis ettiği büyük romanı Kızıl Damga’da bu konudaki endişelerine de yer verdi.
Kızıl Damga’daki Karakterler
Ana Karakterler
Hester Prynne: Hester, yaşlı bir bilgin olan kocası Roger Prynne tarafından Amerikan kolonilerinde yaşamaya gönderilen bir İngiliz kadınıdır. Prynne, çiftin yaşadığı Amsterdam’daki iş sorunlarını çözdükten sonra ona katılmayı planlamaktadır. Roman başladığında, Hester hiç gelmeyecek olan kocası olmadan iki yıldır Boston’da yaşamaktadır. Hester, toplum tarafından babası bilinmeyen bir çocuk doğurduğu için, zina günahından suçlu bulunmuştur. Ceza olarak, her zaman elbisesinde kırmızı bir “A” harfi taşımak zorundadır ve topluluğun alayına ve hor görmelerine maruz kalarak kamuya açık bir iskele üzerinde üç saat boyunca durmak zorunda kalmıştır.
Rahip Arthur Dimmesdale: Evli olmayan Arthur Dimmesdale, Hester cemaatinin papazı ve Hester’in bebeği Pearl’ün babasıdır. Hester onu çocuğunun babası olarak adlandırmayı reddetmiş, ancak roman boyunca Dimmesdale’in vicdanı bu suçun yükü ve acısıyla yanıp kavrulmuştur.
Pearl: Pearl, Hester Prynne ve Rahip Arthur Dimmesdale’in kızıdır. Hester’in günahının yaşayan sembolüdür ve her şeyi kızıl “A”
harfi ile etiketlenmiştir. Pearl’ün güçlü ve öngörülemeyen bir kişiliği vardır ve Hester, Pearl’ün kendisinden alınacağından endişelenmektedir.
Roger Chillingworth: Roger Chillingworth, Hester’in kocasının Amerika’ya geldikten sonra aldığı isimdir. Yerli Amerikalılar onu yakalamış ve sömürgeye gelişini geciktirmiştir. Romanın başlangıcında Hester, kocası kamuya açık iskeleye çıkarıldığı anda, olduğu yerden tanımıştır. Daha sonra, yasal kocası olduğunu söyleyerek isminden vazgeçmemesini ister. Chillingworth, Dimmesdale’in arkasından intikam almak için koşmayı takıntılı hâle getirmiştir.
Yan Karakterler
Vali Richard Bellinham: 1641, 1654 ve 1665’te Boston’da vali olarak görev yapan gerçek bir tarihsel figür olan bu karakter, Hester’in halka açık iskele üzerindeki cezasına tanıklık etmiştir. Romanın ilerleyen bölümlerinde Hester, Pearl’ün evinden aldırılmamasını istemek için onu ziyaret etmek zorunda kalacaktır.
Muallime Hibbins: Bir başka gerçek tarihsel figür olan bu karakter, Vali Bellingham’ın kız kardeşidir ve söylentilere göre şeytanla anlaşma yapmıştır. Hester ve Dimmesdale’i günahın daha da içine batırmaya çalışır. Gerçek Muallime Hibbins büyücülükten idam edilmiştir.
John Wilson: Bu karakter Dimmesdale’e çocuğunun babasının kim olduğunu Hester’dan öğrenmeye çalışmasını tavsiye etmiştir. Hester bu bilgiyi açıklamayı reddettiğinde Wilson, Hester’i iskele üzerinde seyreden kalabalığa zina hakkında bir vaaz vermiştir.
Usta Brackett: Usta Brackett, Hester hapishanedeyken görmesi için Chillingworth’u ona getiren gardiyandır.
Zangoç: Dimmesdale, bir gece Hester ve Pearl’ün bulunduğu halk iskelesinde onların yanında kalır ve kilisenin bir çalışanı olan zangoç, o gittikten sonra Rahip Dimmesdale’in eldivenini orada bulur ve ona geri verir. Zangoç, Dimmesdale’e o gece gökyüzünde görünen kızıl “A” harfinin ne olduğunu sorar. Zangoç, bu “A” harfinin “melek” anlamına geldiğine inanmaktadır. Dimmesdale gökyüzünde herhangi bir harf gördüğünü reddeder.
Gemi Kaptanı: Bu karakter, Hester, Pearl ve Dimmesdale’in Boston’dan ayrılmayı umduğu geminin kaptanıdır. Gemi müdürü, Roger Chillingworth’un da gemide olmayı planladığını söylemiştir.
Gümrük Dairesi
“Kızıl Damga”ya Giriş
Kendimi ve başımdan geçen olayları şöminenin başında yakın arkadaşlarımla bile konuşmaktan çekinmeme rağmen, hayatımda iki kez topluma hitap ettiğim sırada otobiyografik bir dürtünün bana hâkim olması biraz dikkat çekicidir. İlki, bundan üç dört yıl önce, Eski Papaz Evi’nin derin sessizliğinde sürdürdüğüm yaşam tarzımı, kayıtsız şartsız ve dünyevi nedenlerden ötürü hoşgörülü bir okuyucu ya da müdahaleci bir yazarın varlığı olmaksızın, tasavvur ettiğim hayatımı okuyucunun beğenisine sunmamla gerçekleşmişti. Şimdi ise; kurak çöllerimin susuzluğundan çıktıktan ve bir vesileyle kendime bir iki dinleyici bulmuş olmanın verdiği mutlulukla, bir gümrük dairesinde yaşamış olduğum üç yıllık deneyimimden bahsediyorum. Ünlü “P. P., Bu Mıntıkanın Papazları”[6 - Bu Mıntıkanın Papazları: Hawthorne, okuduğu hicivsel bir biyografiden bahsediyor.] asla bundan daha sadakatle takip edilemezdi. Gerçek şu ki, yazar burada tamamen yazdığı sayfaları rüzgâra bırakacak olsa, kitabın cildini bir kenara fırlatacak ya da onu yerden asla almaya yeltenmeyecek birçok kişiye değil, onu tüm okul arkadaşlarından ya da yakın dostlarından çok daha iyi anlayabilecek birkaç kişiye seslenmektedir. Bazı yazarlar gerçekten bundan çok daha fazlasını yaparak münhasıran mükemmel sempatinin tek kalbine ve zihnine tam olarak hitap edebilecek şekilde kendilerini gizli vahiy derinliklerine kaptırırlar; sanki geniş dünyaya savurup attığı basılı kitap, yazarın kendi doğasının parçasını bulacağından ve onu diğer parçalarla bir araya getirerek varoluş çemberini tamamladığından emindir. Bununla birlikte, kişisel olarak kendimizden bahsetmesek bile, her şeyi konuşmak hiç de kolay değildir. Ancak, konuşmacının dinleyicileri ile arasında gerçek bir ilişki olmadığı sürece, düşünceleri donuk ve soğuk kalacağından, en yakın arkadaşımız olmasa bile, bir arkadaşımızın nazik ve anlayışlı bir şekilde konuştuklarımızı dinlediğini hayal etmemiz mantıklı olabilir; sonra, bu güler yüzlü bilinç tarafından buzları çözülen her zamanki dikkatli benliğimiz, en derinlerimizdeki “ben”i maskelerin arkasında tutarak etrafımızda olan bitenden ve hatta kendimiz hakkında en özel şeylerden bile bahsetmeye girişebilir. Bu kapsamda ve bu sınırlar dâhilinde bir yazar, okuyucunun haklarını veya kendi haklarını ihlal etmeden kendi hayatından bahsedilebilir.
Benzer şekilde, bu Gümrük Dairesi taslağının da, aşağıdaki sayfalarının büyük bir bölümünün nasıl elime geçtiğini açıklamak ve bu kitabın gerçekliğinin kanıtlarını sunmak gibi, edebiyatta her zaman tanınan belirli bir özelliğe sahip olduğu da anlatılan içerikten anlaşılacaktır. Bu aslında; kendimi tam olarak okuyucuyla bağdaştırarak, onlara anlatmak istediğim öykümün bu bölümünü[7 - Hawthorne aslında bu eserin orijinalinde, Gümrük Dairesi, Kızıl Damga ve diğer farklı taslaklarını tek bir ciltte toparlamak istemiştir.] bir editörün dilinden değil de, doğrudan kendi sesimle ifade etme ve okuyucumla birebir ilişki kurma isteğimden başka bir şey değildi. Bu noktada, ana amacı yerine getirirken, birkaç ekstra dokunuşla, daha önce tarif edilmeyen bir yaşam biçiminin, içinde yazarı da dâhil olmak üzere, içsel olarak hareket eden bazı karakterlerin hafif bir temsilini vermekten de çekinmedim.
Doğduğum kasaba olan Salem’de, yarım yüzyıl önce, eski Kral Derby’nin[8 - Kral Derby: Namı diğer Hasket Derby (1739-1799), tüccar ve gemi sahibi.] döneminde fazlasıyla hareketli ve kalabalık bir limanımız vardı; ancak şimdilerde bu liman çürümüş ahşap depolarla kaplıdır ve üzerinde ticari hayatın olduğuna dair neredeyse hiçbir belirti yoktur. Tek istisna olarak, hayvan derilerinden oluşan yükünü boşaltmak için limana yanaşan bir tekne ya da melankolik uzunluktaki rıhtımın sadece bir kısmını kaplayan bir barka, bir brik[9 - Bir tür tekne.] ya da yakacak odundan oluşan yükünü karaya çıkartmaya çalışan bir Nova Scotia guletinden başka bir şey görmek mümkün değildir. Gelgitten dolayı sık sık sular altında kalan ve etrafında bulunan, üzerinde durgun geçen yılların izlerini taşıyan, her tarafını kalın ot tabakasının kapladığı bir dizi binanın bulunduğu, bu harap rıhtımın baş kısmında, ön pencerelerinden bu iç karartıcı manzaranın yanı sıra, bütün limanı gören, tuğladan inşa edilmiş geniş bir yapı durmaktadır. Çatısının en güzel noktasına, her öğleden önce tam üç buçuk saat boyunca cumhuriyetin sancağı dikilir, bayrak o günün hava şartlarına göre ya rüzgârla dalgalanır ya da sakin bir şekilde direğinde asılı kalır; ancak bu binanın özellikle Sam Amca’nın hükûmetinin askerî değil, sivil amaçlı kurulan bir görev noktası olduğunu belirtmek için, bayrağın on üç yatay çizgisi, dikey olarak görülecek şekilde ters asılır. Binanın ön yüzü, yarım düzine ahşap sütunlu revakla[10 - Sundurma ya da kapalı yürüyüş alanı.] süslenmiş olan bir balkona ve balkonun altında caddeye kadar inen geniş mermer merdivenlere sahipti. Girişin hemen üzerinde, yanlış hatırlamıyorsam her pençesi bir dizi iç içe geçmiş şimşekler ve dikenli oklarla süslenmiş, göğsünü bir kalkan gibi şişirmiş, kanatlarını geniş bir şekilde açmış Amerikan kartalının muazzam bir örneği asılıydı. Bu mutsuz görünümlü kuşun, karakterize ettiği geleneksel öfkenin hâkim olduğu ateşli gözleri, tehditkâr gagası ve genel anlamda sergilediği saldırgan tutumu, hiç kimseyi rahatsız etmeyen bu topluluğa zarar vermekle tehdit ediyor gibi görünmektedir; özellikle de kendi güvenliklerine çok dikkat eden tüm vatandaşlarını, sanki kanatlarının gölgesi altına aldığı binaya izinsiz girmemeleri için uyarmaktadır. Yine de, o ne kadar saldırgan görünürse görünsün birçok insan, konuştuğumuz şu anda bile sanırım bu büyük kuşun göğsünün kuş tüyü kadar yumuşak bir yastık rahatlığına sahip olduğunu hayal ettikleri için, federal devleti temsil eden bu kartalın kanatları altında kendilerine sığınacak bir yer bulmaya çalışmaktadır. Ancak bu kartal, en iyi ruh hâlinde olduğu günlerinde bile kimseye karşı büyük bir hassasiyet göstermez, onun göğsüne sığınanları ya pençesinin bir darbesiyle, ya gagasının vuruşuyla ya da dikenli oklarıyla er ya da geç -genellikle de çok geç olmadan- kapanmayan yaralar açarak bir kenara fırlatır atar.
Yukarıda anlatılan yapıya ilişkin yapmış olduğum tarifi daha fazla uzatmadan, etrafını çevreleyen çatlak kaldırım taşları üzerinde, mekânın eski günlerindeki görkemli ticari çalışmalarından uzak olduğunu bariz şekilde anlatan kalın ot tabakasıyla kaplı bu binanın aynı zamanda limanın Gümrük Dairesi olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte, yılın bazı aylarında kimi zaman işlerin çok daha canlı ilerlediği sabahlar olduğu da gözlemlenmektedir. Bu tür durumlar, şimdiki dönemin yaşlı vatandaşlarına Salem’in son savaştan[11 - 1812 senesindeki savaşa atıfta bulunuluyor.] önce İngiltere’nin en görkemli limanlarından biri olduğu; rıhtımlarının harap olarak parçalanmasına izin veren girişimlerini New York ya da Boston’daki güçlü ticaret selini gereksiz yere ya da fark edilmez bir şekilde yükseltmeye sebep olan kendi tüccarları ve gemi sahipleri tarafından terk edilmediği, bu tüccarlar tarafından küçümsenmediği dönemlerini hatırlatabilirdi. Genellikle Afrika ya da Güney Amerika’dan aynı anda limana yanaşan üç ya da dört geminin olduğu sabahlarda, gelişleri ya da limandan ayrılacakları zamanlarda binanın önündeki mermer merdivenlerin üzerinde kalabalık insan gruplarının telaşlı ayak seslerini duymak mümkün olurdu. Burada, bir teneke kutunun içine koymuş olduğu gemi evraklarını koltuğunun altına sıkıştırmış, karaya henüz ayak basmış, deniz havasından teni kavrulmuş, daha yıkanmaya bile fırsat bulamamış bir kaptanı, karısından önce selamlama fırsatı bulabilirdiniz. Aynı zamanda, yolculuğunu tamamlamış bir geminin indireceği yüklerin arasından kolayca altına, paraya ya da mala dönecek eşyaların mı, yoksa kimsenin elinden almak istemeyeceği döküntülerle mi dolu olduğunu limanda dolaşan gemi sahibinin yüzündeki neşeli, kasvetli, mutlu ya da somurtkan yüz ifadesinden çıkarabilirdiniz. Aynı zamanda, bir kurt yavrusunun kanın tadını alması gibi, buradaki yoğun keyfi almış olan, bir değirmen deresinde oyuncak kayıklarını yüzdürme çağındayken, ustasının elinden tutarak gemilerinde maceralı yolculuklara yelken açmasını sağladığı delikanlı -geleceğin kırışık yüzlü, boz sakallı, tüccarların işlerinden bitap düşecek olan- kâtip de buradaydı. Sahnedeki bir başka figür de, denize açılmak için izin belgesi peşinde olan ya da yakın zamanda hastaneye kaldırılması gerektiğinden izin kâğıdı arayan solgun ve zayıf bir tayfadır. Elbette bu arada, Yankeelerin uyanık yönlerini taşıyan, ancak çürüyen ticaretimize bulundukları hiç de önemsiz sayılamayacak katkıları sayesinde varlıklarını gösteren, İngiliz şehirlerinden yakacak odun getiren paslı küçük gemilerin kaba görünümlü kaptanlarını da unutmamalıyız.
Aslında tüm bu bireyleri, daha önceden yaşamış bazı gruplarla çeşitlendirerek, diğer muhalif kişilerle birlikte kümeleştirecek olursanız, bir süreliğine de olsa Gümrük Dairesi heyecan verici ve hareketli bir yer hâline dönüşebilirdi. Bununla birlikte, merdivenleri çıktığınızda daha sıklıkla göreceğiniz şey -yaz mevsimindeyken girişte ya da kışları veya sert havalarda uygun odalarda- arka ayakları duvara yaslanmış eski moda sandalyelerde oturan bir dizi saygıdeğer şahıs olacaktır. Bu şahısların çoğu genellikle uyurlardı, ancak bazen de onların bir nevi konuşma ile horlama arası sesleriyle, bakım evlerinde kalan ve geçimlerini sadakalarla sağlayan ya da kendi tekellerinde tuttukları ya da bağımsız çabaları neticesinde hayat mücadelesi vererek para kazanmak zorunda kalan insanların bitap ses tonlarıyla birbirleriyle sohbet ederlerdi. Bu yaşlı beyefendiler -tıpkı Aziz Matthew[12 - Aziz Matthew 9: 9’a atıf: “İsa bundan sonra geçerken, Matthew adında bir geleneğin alındığı sırada oturan bir adam gördü. Ona, ‘Beni takip et.’ dedi. Ayağa kalktı ve onu takip etti.”] gibi, dairenin tahsilat veznelerine kurulan, ancak onun gibi kutsal amaçlar uğruna çok sorumluluk almaları mümkün olmayan-Gümrük Dairesi memurlarıydı.
Ayrıca, ön kapıdan girildiğinde sol tarafta, kemerli pencerelerinden ikisi, daha önce yukarıda bahsettiğim harap rıhtım manzarasına ve üçüncüsü dar bir sokak boyunca Derby Caddesi’nin bir kısmına bakan, yaklaşık kırk beş metre kare genişliğinde ve yüksek tavanlı bir oda ya da ofis vardı. Her üç pencereden dışarıya baktığınızda da genellikle kapılarının önlerinde gülüşerek dedikodu yapan, eski kulağı kesikleri ve tıpkı Wapping[13 - Wapping: Londra’nın farklı bir liman bölgesi.] limanlarında olduğu gibi, rıhtımları işgal eden farelerle dolu diğer bakkal dükkânlarını, takozcuları, kumanyacıları ve denizcilik malzemeleri satan mekânları görebilirdiniz. Oda örümcek ağlarıyla doluydu ve duvarları yıpranmış boyasından dolayı oldukça pisti; zemini artık çok uzun süredir kullanılmayan, eski moda gri kumla kaplıydı ve odanın genel anlamdaki pisliğinden, temizlikçi kadınların sihirli süpürge ve paspaslarıyla bu odaya erişim sağlamalarına pek izin verilmediği sonucuna varmak, kolayca mümkündü. Mobilya olarak bakıldığında ise içeride; oldukça hacimli, geniş bacalı eski bir soba, yanında üç ayaklı taburesi olan çam ağacından yapılma eski bir masa; aşırı derecede yıpranmış ve ayakları çarpılmış iki ya da üç ahşap oturaklı sandalye vardı; ayrıca bazı raflarında Kongre Yasalarının bir ya da iki cildini ve Gelir Yasalarının büyük bir özetini içeren kitapların bulunduğu köşedeki kütüphaneyi de unutmamak gerekir. Tavana doğru çıkan bir teneke boru sayesinde binanın diğer bölümleriyle sesli bir iletişim ortamı sağlanabiliyordu. Ve buraya sevgili okurlar, yaklaşık altı ay önce gelmiş olsaydınız -odayı bir köşeden diğer köşesine kadar arşınlayan, uzun bacaklı taburesine rahatça oturarak, dirseğini masanın üzerine dayayıp, gözleri sabah gazetesinin sütunlarını bir aşağı, bir yukarı dolaşan- Eski Papaz Evi’nin batı tarafındaki söğüt dallarının arasından gün ışığının çok hoş bir şekilde parladığı, bu neşeli küçük çalışma odasında sizi karşılayan kişiyle tanışma onuruna da erişebilirdiniz. Ama şimdi, onu görmek için oraya gidecek olursanız, Locofoco[14 - Locofoco: Demokrat Parti’nin üyeleri için kullanılan aşağılayıcı bir terim.] müfettişini boşu boşuna sormuş olursunuz. Reformun çalı süpürgesi onu ofisinden süpürüp atmış, görevden alınmasına neden olmuştu ve şimdi onun yerini devralan değerli halefi, onun kılığına bürünerek, onun hakkı olan maaşını cebine indiriyordu.
Doğduğum yer olan, ancak hem çocukluk hem de olgunluk yıllarında ondan çok uzak kaldığım, bu eski Salem kasabasının yüreğimde orada kaldığım mevsimler boyunca gücünü hiç fark etmediğim bir yeri vardır ya da olmuştur. Aslında, fiziksel yönü söz konusu olduğunda, kasabanın neredeyse hiçbir mimari güzelliği olmayan ahşap evlerle kaplı düz, renksiz ve değişmeyen yüzeye sahip; ne etkileyici ne de tuhaf ama sadece uysal bir düzensizliği vardı. Yarımadanın neredeyse tamamı boyunca uzanan, bir ucunda Gallows Tepesi ve Yeni Gine’nin[15 - Gallows Hill, Salem büyücülük histerisi sırasında asılarak idamların gerçekleştirildiği yerdir. Yeni Gine, Güney Avrupa’dan gelen göçmenlerin ilk yerleştiği Salem’in bir parçasıdır.] bulunduğu, diğer ucunda ise bakım evinin göründüğü uzun ve fazlasıyla tenha bir caddeye sahip olan kasabamın bu özelliklerine rağmen, ona karşı duyduğum bu bağlılık ancak düzensiz bir dama tahtasına duyabileceğim bağlılık kadar makul olabilirdi. Ve yine de başka yerlerde daha mutlu yaşamış olmama rağmen, içten içe bu sevgili, yaşlı Salem’e karşı bundan çok daha iyi bir kelime bulamadığım için, neredeyse şefkat diyebileceğim bir duygu beslediğimi söyleyebilirim. Bu duygularım, muhtemelen ailemin bu topraklara salmış olduğu derin ve sağlam köklerinden kaynaklanıyor olabilirdi. Soyadımı taşıyan en eski göçmenlerden olan ilk Britanyalının, o zamandan bu yana bir şehir hâline gelen bu vahşi ve ormanlarla kaplı yerleşim alanında ortaya çıkmasının üzerinden neredeyse iki tam ve bir çeyrek yüzyıl geçmişti. Ve onun torunları burada doğmuş, burada ölmüş ve dünyevi bedenleri burada toprağa karışmıştı; bu durum ancak benim naçiz bedenim de bir süreliğine de olsa sokaklarında yürüyeceğim bu topraklar üzerinde tamamen kaybolana kadar devam edecekti. Kısacası, bu bahsettiğim durum sadece toprağın toprağa karışacak olmasından kaynaklı olarak hissedilen duygusal bağlılıktan başka bir şey değildi. Hissettiğim bu duyguların manasını ancak çok az sayıda vatandaşım anlayabilir aslında; belki de köklerinin yerini sürekli değiştirenler, aileleri hakkında daha faydalı olacağını düşündükleri için bunu öğrenmek dahi istemeyebilirlerdi.
Ancak bu duygu durumunun aynı şekilde manevi bir tarafı da vardı. Aile gelenekleri tarafından loş ve gölgeler içinde büyük bir ihtişamla ayakta duran atalarıma ait bu ilk figür, çocukluğuma dair hatırladığım ilk hayallerimin arasındaydı. Kasabanın şu anki görünüşünün içimde uyandırdığı aidiyet duygusu da işte bu yüzden geçmişe dair özlemlerimi canlandırıyordu. O zamanlar çok daha görkemli bir limana sahip olan bu toprakların sokaklarında dolaşan, elinde kılıcı ve İncil’i ile gelip buralarda büyük bir ün salan bu savaş ve barış adamından, bu güçlü yapılı, sakallı, samur pelerinli ve sivri şapkalı atamdan dolayı, burada yaşamak için kendimde çok daha güçlü, büyük bir hak iddia edebilirim gibi görünüyordu. O tam bir asker, yasa koyucu ve yargıçtı; kilisenin ileri gelenlerindendi; iyi ve kötü anlamda tüm Püriten özelliklerini karakterinde barındırıyordu. Aynı zamanda aşırı derece zalim bir adamdı da tarihte Quakersların da tanıklık ettikleri gibi, onların mezheplerine ait bir kadına karşı uygulamış olduğu şiddet uzun süre konuşulmuş, o dönemin halkı onun şiddet dolu eylemlerinden her zaman korkmuştu. Oğlu[16 - John Hathorne: (1641-1717), Quakerlara zulmetmiştir.] dahi zalimlik ruhunu babasından miras almıştı; cadıların infaz edilmesinde[17 - 150 kişinin hapsedildiği ve 20 kişinin infaz edildiği 1692 tarihli Salem Cadı Davaları.] uyguladığı zulümler öylesine dikkat çekiciydi ki ellerinin onların kanıyla lekelendiği söyleniyorsa kimse haksız sayılmaz. Atalarımın arkalarında bıraktıkları leke öylesine derindir ki Charter Caddesi’nde gömülü olan tüm cadıların kemikleri şayet bugüne kadar toza dönüşmediyse bu leke kesinlikle hâlâ üzerlerinde duruyor olmalıdır! Atalarım yapmış oldukları zulümlerden dolayı daha sonra tövbe edip etmediklerini, bundan dolayı Tanrı’dan af dileyip dilemediklerini ya da öteki tarafta bu yaptıklarının vicdan azabı ve büyük yüküyle inleyip inlemediklerini bilmiyorum. Her ne olursa olsun, onların bugünkü temsilcileri olan ve bu satırları yazan ben, kendi adıma onların işlemiş oldukları günahlarından dolayı utanıyorum. Başkalarından duyduğum, uzun yıllar boyunca soyumun üzerine yapışıp kalmış kasvetli ve utanç verici koşulların bir lanet gibi soyumla birlikte devam ettiğine inandığım için, her gün Tanrı’ya atalarımın üzerine çekmiş olduğu laneti ortadan kaldırması için yalvarıyorum.
Yine de bu sert ve zalim Püritenlerden ikisi, etrafı yosun bağlamış yaşlı soyağacımızın en tepesinde bulunan atalarımın, üzerinden geçen uzun yılların ardından soylarında benim gibi avare bir dalın çıkmış olmasını, işledikleri günahların karşılığında verilmiş olabilecek en büyük ceza olarak göreceklerinden hiç şüphem yoktu. Bugüne kadar peşinden koştuğum hiçbir amacımı övgüye değer olarak kabul edeceklerini sanmıyordum; hatta ve hatta içsel olarak yaşadığım kısıtlı hayatımda etrafımı aydınlatacak kadar büyük bir başarı yakalayacak olsam dahi, belki bu başarımdan utanç duymayacak olsalar da tamamen değersiz olduğunu düşüneceklerinden hiç şüphem yoktu. “Ne yapar ki o?” diye mırıldanacaktı atalarımın gri hayaletlerinden biri, diğerine. “Bir hikâye kitabı yazarı! Nasıl bir iştir ki -Tanrı’yı yüceltme ya da onun gün ve kuşağında insanlığa hizmet edebilme tarzı- bu olabilir mi acaba? Bu yozlaşmış adam neden doğrudan bir dolandırıcı olmamış ki!” Atalarımın muhtemelen zamanın diğer ucundan bana göndermiş olacağı iltifatlar bunlar olabilirdi! Ancak yine de bırakın beni istedikleri gibi küçümsesinler, sonuç olarak doğalarının güçlü özellikleri aramızda kopmayacak tek ortak bağdır.
Kasabanın ilk doğduğu ve büyüdüğü dönemlerinde yaşamış olan bu iki ciddi ve enerjik adam tarafından atılan tohumlarımızın üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, her zaman büyük saygı görmüş olan şerefli geçmişimiz, günümüze kadar hiçbir aile üyemiz tarafından lekelenmemiştir; ancak ilk iki kuşaktan sonra akılda kalıcı herhangi bir iş yapan ya da insanların hafızalarına kazınacak kadar büyük bir olaya sebebiyet verebilecek neredeyse hiçbir aile üyemiz de olmamıştır. Yavaş yavaş, zaman ilerledikçe sokakların orasında ya da burasında duran, yeni biriken topraklar yüzünden saçaklarının yarısına kadar gömülen eski evler gibi, atalarım da neredeyse gözden kaybolmuşlardır. Babadan oğula süregelen bir gelenek olarak yüz yıldan fazla süredir denizlere açılmışlardı. Her nesilde güvertesinden ayrılıp çiftliğine geri dönen ak saçlı bir kaptanın arkasından, on dört yaşındaki oğlunun kalıtsal olarak tuzlu sularla ve sayısız fırtınalarla boğuşmuş, büyükbabalarından miras kalan gemilerinin güvertesinde babalarından devraldığı kaptanlık görevini yerine getirdiği gözlemleniyordu. İşte bu çocuk da zaman içerisinde güvertede geçirdiği zorlu mücadelelerinin ardından, kaptanlık kamarasına geçerek fırtınalı bir erkeklik dönemi geçiriyor, dünyayı dolaşarak yolculuklarını tamamlayıp yaşlandıktan sonra da tıpkı ataları gibi, ölmek için küllerin küllere, toprağın toprağa karışacağı kendi topraklarına geri dönüyordu. Bir ailenin uzun yıllara dayanan geçmişinin olduğu, doğduğu ve öleceği belli bir yer arasındaki bağlantısı, onunla çevresindeki manzara ya da ahlaki koşulların cazibesini asla bozamayacağı bir bağ yaratır. Bu sevgi değil, tamamen bir içgüdüdür. Yeni bölge sakinleri, daha doğrusu kendisi, babası ya da büyükbabası yabancı bir ülkeden gelmiş ve buraya yerleşmiş birisinin kendisini Salemli olarak adlandırmaya hakkı yoktur; çünkü böyle birisi, tıpkı bir istiridyenin kayalara yapışması gibi, nesillerdir buraya tutunmuş olan, neredeyse üçüncü yüzyılını dolduran eski bir yerleşimcinin azim duygusundan yoksundur. Bu toprakların yerlisi olan birisi; eski ahşap evlerinden, çamurlu ve tozlu çevresinden, ölü toprağı serpilmiş gibi soğukluğundan, neşesiz ve soğuk doğu rüzgârından ve ondan çok daha soğuk olan sosyal ortamından asla yakınmaz; onun açısından tüm bunların, her ne olursa olsun gördüğü ya da hayal edebileceği hiçbir kusurun bir önemi yoktur. Bu kişi için doğduğu ve hayatını geçirdiği bu yer sanki dünyanın cennetten bir köşesiymiş gibi onu güçlü bir şekilde büyülemektedir. İşte bu yüzden, benim durumum da öyleydi. Salem’e yerleşmemin neredeyse kaderim olduğunu hissetmiştim; her yerli ailenin bir temsilcisi mezarına konduğunda, bir diğerinin ana caddelerde onun yerine dolaşma görevini devraldığı, bana tamamen aşina olan bu eski kasabamda ömrümün son günlerini yaşamak istiyorsam bunu yapmam gerekiyordu. Bununla birlikte, bu bahsettiğim duygu, sağlıksız bir hâle gelen bağın da sonunda kesilmesi gerektiğinin bir kanıtıdır. İnsan doğası gereği, aynı yıpranmış toprağa çok uzun bir dizi nesil boyunca ekilir ve yeniden ekilirse, bir patatesten daha fazla gelişmeyecektir. Çocuklarım farklı topraklarda doğmuştu ve onların kaderlerini kontrolüm dâhilinde tutabildiğim sürece de köklerini yeni topraklara salacaklardı.
Eski Papaz Evi’nden çıktıktan sonra, başka bir yere gitmek yerine beni yeniden kasabanın içine, bu tuğladan yapılma eski Sam Amca’nın binasına getiren asıl neden, yine doğduğum bu kasabaya duyduğum garip, saçma ve körü körüne bağlanma duygusuydu. Kıyametim çok yakınımdaydı. Bu, sonuç olarak sürekli gitmeye niyetlenerek sonrasında tıpkı sahte bir yarım kuruş gibi geri dönüşümün ya da sanki Salem benim için evrenin kaçınılmaz merkeziymiş gibi düşünmemin ne ilk ne de ikinci seferiydi. Böylece, güzel bir sabah, cebimde başkanın inisiyatifiyle imzalanmış (Başkan James Polk, Hawthorne’u memur olarak atadı) atama belgesiyle merdivenlerden çıktım ve Gümrük Dairesi müdürü olarak bana verilmiş olan ağır sorumluluğumda yardımcı olacak beyefendilere takdim edildim.
Amerika Birleşik Devletleri’nin sivil ya da askerî, hatta ve hatta herhangi bir kamu görevlisinin emri altında benimkiler kadar ataerkil bir gaziler topluluğunun olduğunu hiç sanmıyordum. Onlara baktığım anda, kasabanın en eski yerleşimcilerinin görünüşünün nasıl olduğu zihnimde tam olarak oturmuştu. Bu dönemden yirmi yıl önce, Tahsildarın bağımsız pozisyonu Salem Gümrük Dairesini siyasi zaferin girdaplarından uzak tutmuş ve bu da görev süresinin genel olarak çok kırılgan olmasını sağlamıştır. Bir asker; New England’ın en seçkin askerî, cesur hizmetlerinin kaidesinde dimdik duruyordu ve bu tahsildar, makamını görev yaptığı ardışık idarelerin bilgece liberalizminin ona verdiği güvencesiyle, birçok tehlikeli ve sarsıntılı dönemlerde astlarının da güvencesi olmuştu. General Miller aşırı derecede muhafazakârdı; kendine aşina olan yüzlere güçlü bir şekilde bağlanan ve değişikliklerin tartışılmaz bir iyileşme getirdiğini görmesine rağmen, iyiliksever karakterinin kendisi üzerinde fazlasıyla etkisi olduğu için değişimleri çok zor kabullenen bir adamdı. İşte bu nedenlerle, bölümümün sorumluluğunu üstlendiğimde neredeyse hepsi yaşlı olan adamlarla çalışmak zorunda kaldım. Onların çoğu, genellikle azgın denizlerle mücadele etmiş ve hayatın fırtınalı patlamalarına karşı sağlam bir şekilde ayakta durmayı başararak nihayetinde sessiz bir köşeye sürüklenen eski kaptanlardı; başkanlık seçimlerinin dönemsel sarsıntıları dışında, onları rahatsız edecek çok az şeyle birlikte, burada hepsi yaşam sürelerini biraz daha uzatacak yeni bir kira sözleşmesi imzalamışlardı. Hepsi birbirinden yaşlı ve düşkünlük açısından belli hastalıklara sahip olmalarına rağmen, belli ki sığınmış oldukları bu rıhtımın, ölümü onlardan uzak tutan bir tılsımı vardı. Gördüklerim arasında, iki ya da üçünün gut ve romatizmalı hastalıkları vardı, hatta bazılarının yılın büyük bir bölümünde Gümrük Dairesinde görünebileceğini bile hiç sanmıyordum; ancak boğuk geçen bir kışın ardından, mayıs veya haziran ayının sıcak güneşi ışığını almaya başladıklarında, hepsi tembelce görev dedikleri şeyi yapmak için dışarı çıkarak, kendilerini eğlendiriyorlar ve rahatlıkla istedikleri zaman yataklarına çekiliyorlardı. Bu noktada, cumhuriyetin bu saygıdeğer hizmetkârlarının birden fazlasının resmî olarak memuriyet hayatlarını kısalttığım suçlamalarını kabul edebilirim. Benim görev aldığım dönemde, gerçekten buna yürekten de inandığım üzere, sanki tek yaşam amaçları ülkelerine tüm gayretleriyle hizmet etmek olan bu saygıdeğer adamların zorlu işlerden geri çekilmelerine ve dinlenmelerine izin verilmişti ve bu yaşlı adamların bazıları kısa bir süre çok daha iyi bir dünyaya göç etmişlerdi. Müdahalem sayesinde, elbette her Gümrük Dairesi memurunun gerçekleştirmesi gereken şeytani ve yozlaşmış uygulamalarından tövbe etmeleri için yeteri kadar zaman tanınmış olması, benim açımdan da dindar bir teselli olmuştu. Gümrük Dairesinin ne önü ne de arka girişi, cennete giden yola açılmazdı.
Memurlarımın büyük bir kısmı Whigs idi. Saygıdeğer birliktelikleri açısından, amirlerinin bir politikacı olmaması ve prensipte sadık bir demokrat olmasına rağmen, makamını siyasi hizmetlere herhangi bir atıfta bulunmadan elde etmiş olması, bir avantajdı. Aksi takdirde; Gümrük Dairesine adım atmasından en fazla bir ay sonra, tıpkı bir cehennem meleği gibi, aktif bir politikacı bu etkili göreve yerleştirilmiş olsaydı, Whig tahsildarın uygulamalarına kafa tutarak hastalık ve yaşlılıktan dolayı görevlerini tam olarak yerine getiremeyen bu adamlara, memuriyet hayatlarının son nefesini verdirmiş olurdu. Bu tür konularda alışılageldiği üzere, bir siyasetçi için bu beyaz kafaların her birini giyotin bıçağının altına yatırmak mutlak bir görev olarak görülebilirdi. Bulunduğum koşullarda da, bu yaşlı dostlarımın onlara karşı böyle bir hamlede bulunmamdan korktuklarını yeterince açık bir şekilde fark edebiliyordum. Atlatmış oldukları yarım asırlık fırtınaların oluşturduğu kırışmış yanaklarının, benim gibi zararsız birisini gördükleri anda kül gibi solgunlaşmasını görmek, göreve başladığımı öğrendikten sonra onların yaşamış olduğu korkuyu izlemek, benim açımdan hem acı verici hem de eğlendiriciydi. Uzun zaman önce başkalarına seslerini duyurmak için bir mikrofon gibi ağızlarına dayadıkları huniyle Boreas’ı[18 - Boreas: Yunan tanrısı, kuzey rüzgârının kişileşmesi.] bile korkutmaya yetecek kadar gür sesleriyle bağırmayı âdet edinmiş olan bu insanların sesleri benim önümde birden titremeye başlıyordu. Bu mükemmel yaşlı insanlar, tüm yerleşik kurallara göre -ki bazıları artık ellerinden iş gelmediğinin ve verimsiz olduklarının farkındaydı- ortak amacımıza hizmet edebilmemiz için yerlerini, siyasette daha Ortodoks ve kendilerinden tamamen daha zinde ve genç erkeklere bırakmaları gerektiğini biliyorlardı. Bunu elbette ben de gayet iyi biliyordum ama yüreğim bunu onlara söylemeye el vermiyordu. Bu yüzden de zararını görevime duyduğum vicdani sorumluluklarım üzerine, konu hakkındaki büyük yükün günahını yüreğime hapsederek bu yaşlı adamların benim görev sürem boyunca Gümrük Dairesinde avare bir şekilde bir aşağı, bir yukarı dolaşmasına göz yumdum. Sandalyeleri duvara yaslanmış olarak alışılmış köşelerinde uyurken de çok zaman geçirdiler; bununla birlikte sadece bazı akşamüstleri, binlerce kez tekrarladıkları eski deniz maceralarını anlatmak ve kendi aralarında bir parola gibi belirledikleri bayat esprilerini söylemek için kalkıyorlardı.
Gözlemlerim sonucunda, yeni amirlerinden onlara herhangi bir zarar gelmeyeceğini kısa sürede anlamış olduklarını fark etmiştim. Böylece, ferahlamış yürekleri ve yararlı bir şekilde istihdam edilmenin mutlu bilinciyle -sevgili ülkemiz için olmasa bile- bu iyi yürekli yaşlı beyefendiler ofisin çeşitli formalite işlerini halletme girişiminde bulundular. Burunlarının üzerine yerleştirmiş oldukları gözlükleriyle, gemilerin ambarlarını kontrol eden gözleri mutlulukla parlıyordu! Bazı küçük meselelerde ortalıkta büyük şamata koparmalarına rağmen, kalın kafalılıkları yüzünden kimi büyük sorunların parmaklarının arasından kayıp gitmesine izin vermeleri gerçekten inanılmazdı! Buna karşılık, ne zaman böyle bir yanlışlık olsa -örneğin bir vagon dolusu kıymetli mal gündüz vakti burunlarının ucundan kaçak olarak karaya çıkarılacak olsa- hiçbir şey bu kaçakçılık olayının öğrenilmesinden sonra el koyulan geminin tüm giriş ve çıkış yollarının kilitlenmesi, dikkatlice mühürlenmesi ve bu konuda gösterdikleri uyanıklıkları karşısında onlarla yarışamazdı. İşte bu sayede de önceki ihmallerinden dolayı kınanacakları yerde, işlenen suçun ardından gösterdikleri takdire şayan dikkatleri yüzünden övülecekleri gibi ve tüm işlemlerin sona ermesinden sonra da gösterdikleri büyük çabadan dolayı minnettarlıkla anılmayı hak ediyorlarmış gibi bir intiba bırakıyorlardı!
İnsanlara genel anlamda geçimsiz olmadıkları sürece, her zaman nezaketle yaklaşma gibi aptalca bir alışkanlığım vardı. Etrafımdaki yoldaşlarımı, şayet varsa genellikle karakterlerinin daha iyi yönlerine bakarak değerlendirir, kendi açımdan karakterlerinin üstünlüğünü özelliklerine göre sınıflandırırdım. Bu eski Gümrük Dairesindeki memurların da çoğunun iyi özellikleri bulunduğundan ve üstleri olarak onlara babacan ve koruyucu bir tavır takınmama gayet elverişli insanlar olduklarından kısa sürede hepsini sevmeye başlamıştım. Yaz sabahlarında, bu kasabada yaşayan insanların geri kalanını neredeyse eritecek kadar sıcak zamanlarda, onların yarı uyuşmuş bünyelerinin hafiften ısınmaya başladığını, ayrıca onların arka girişte bir sıra hâlinde dizilerek sırtlarını her zamanki gibi duvara yaslayarak kendi aralarında sohbet ettiklerini duymak ve kahkahalar atmaya başladıklarını görmek gayet hoştu. Dışarıdan bakıldığında, bu yaşlı erkeklerin neşeli kahkahalarının, çocukların şen cıvıltılarıyla oldukça fazla ortak noktası vardı; derin mizah anlayışı olan neşeli insanların görüntüsünde zekâ ışıltısı yoktur; her ikisinin yüzeyine de yeşil dallara benzer şekilde güneşli ve neşeli bir görünüm, yaşlı ağaç gövdelerinden onları ayıran bir parıltı yansırdı. Bununla birlikte, çocuklarda gerçek güneş ışığının, diğerlerinde ise çürümekte olan ağaçların fosforlu parıltısını görebilirdiniz.
Ancak bu noktada okuyucu şunu da anlamalıdır, burada takdim ettiğim tüm mükemmel yaşlı dostlarımı sanki hepsi birer bunakmış gibi anlatmam da büyük haksızlık olurdu. Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, yardımcılarımın hepsi de yaşlı değillerdi; aralarında güçlü, genç, belirgin yetenekleri ve enerjileri olan, bu kötü kaderin onları sürüklemiş olduğu bu bitkin ve bağımlı yaşam tarzından çok daha fazlasını hak eden adamlar da vardı. Dahası, bu erkeklerin erken yaşta beyazlamış olan uzun kır saçları, tıpkı dışarıdaki ucuz ancak fazlasıyla eski evlerin sazdan yapılma çatıları gibi görünürdü. Saygı duyduğum bu gazilerim hakkında konuştuğumda, onları genel olarak çeşitli yaşam deneyimlerinden korunmaya değecek hiçbir şey elde edememiş bir dizi yorgun, yaşlı ruh olarak karakterize edecek olursam, haksızlık etmemiş olurum. Ellerindeki bilgelik adına büyük bir nimet olan yaşam deneyimlerinin tüm altın tohumlarını etrafa savurmuş ve sanki bütün değerli anılarını bu tohumların arasındaki en değersiz kabukların içine saklamış gibi görünüyorlardı. Sabah kahvaltıları ya da dünün, bugünün ya da yarının akşam yemeğinden bahsederken kırk ya da elli yıl önceki gemi enkazından ve genç gözleriyle tanık oldukları tüm dünya harikalarından bahsettiklerinden çok daha fazla heyecan duyuyor ve neşeleniyorlardı.
Gümrük Dairesinin babası olan kişinin -sadece bu küçük resmî kadronun değil, Amerika Birleşik Devletleri’nin dört bir yanındaki gelgit bekçilerinin saygın reisi- kesinlikle daimi müfettişi olduğunu iddia etmeye cüret ediyorum. Gerçekten de onu hakiki ya da daha ziyade doğuştan bu yana vergi sisteminin meşru çocuğu olarak adlandırabilirdiniz; sonuç olarak devrimci bir albay ve limanın daha önceki tahsildarı olan babası, ona özel bir ofis yaratmış ve onu şimdilerde o zamanları hatırlayacak çok az kişinin kaldığı bu mekândaki yerini doldurması için buraya atamıştı. Bu müfettiş, onunla ilk tanıştığım zaman, seksen dört yaşındaydı ve kesinlikle hayatınız boyunca arayıp bulamayacağınız, kış mevsiminde bile muazzam yeşilliğini yitirmeyen bitkilerin en harikası gibiydi. Al basmış yanakları, sağlam bedenine sımsıkı oturan parlak düğmeli şık ceketi, tempolu ve dinç adımları ve cana yakın tavırlarıyla genç biri gibi değil, aslında doğanın bir mucizesi olarak yaşlılık ve hastalığın ona hiç yaklaşamayacağı bir insan şeklinde karşımızda duruyordu. Sürekli olarak Gümrük Dairesinde çınlayan sesi ve kahkahasında kesinlikle yaşlı bir adamın titrek ve hırıltılı ses tonundan eser yoktu; gülmeye başladığı anda kahkahaları ciğerlerinden gür sesli bir horoz ya da güçlü bir borazanın ötüşü gibi patlayarak çıkıyordu. Onu karşınızda sadece bir hayvan olarak değerlendirecek olursanız -zaten bakacak çok az şeyi vardı- bünyesinin tam olarak sağlıklı ve dinç oluşundan ve aşırı derecede ilerlemiş yaşına rağmen, tadını çıkarmak istediği her zevkten büyük haz alabilmesiyle, daha önce hedeflediği ve tasarladığı becerileriyle mükemmel bir yaratık olduğunu düşünebilirdiniz. Gümrük Dairesinde, neredeyse hiç çıkarılma korkusu yaşamadan, düzenli bir gelirle çalışıyor ve hayatını bu sayede rahat sürdürebiliyor olmasının da yılların onu yıpratmaması konusunda büyük bir katkısı vardı. Bununla birlikte, orijinal ve daha güçlü nedenler, hayvani doğasının nadir mükemmeliyetinde, kararında zekâsında, ahlaki ve manevi içeriklerin çok heyecan verici karışımında yatmaktaydı; işte bu ikincil nitelikler, aslında yaşlı beyefendinin dört ayak üzerinde yürümesini engelleyecek ölçüdeydi. Karakter olarak genel anlamda ne düşünce gücü, ne duygu derinliği ne de aklını kurcalayan hassasiyetleri yoktu; kısacası fiziksel zindeliğiyle desteklenen neşeli yapısı ve kalbinin sesini dinlemek yerine her zaman işe yarayan sıradan içgüdülerinin haricinde hiçbir şeye sahip değildi. Her biri uzun süre önce vefat etmiş olan üç eşe kocalık yapmıştı; çoğu çocukluk ya da olgunluk döneminde olan farklı yaşlarda, aynı şekilde toprağa karışmış yirmi çocuğun babasıydı. Bu noktada, kişi her ne kadar güneş gibi parlayan bir neşeye sahip olsa da yüreğinde sakladığı bazı kederleri olduğu düşünülebilirdi. Ancak, yaşlı müfettişimiz için bu durum kesinlikle geçerli değildi! Sadece kısa bir iç çekiş, bu kasvetli anıların tüm yükünü üzerinden atması için yeterli oluyordu. Bir sonraki anda ise daha henüz pantolon giyecek yaşa gelmemiş bir çocuk kadar eğlenmeye hazır hâle gelebiliyordu; hatta kimi zaman yanında işi öğrenmeye çalışan henüz on dokuz yaşındaki kâtibinden bile daha hevesli olabiliyordu.
Bu ataerkil şahsiyeti, orada bulunanlardan farklı olarak, insanlığı diğer tüm formlarından daha canlı bir merakla izler ve incelerdim. Gerçekten de nadir görülen bir olaydı; bir bakımdan tamamen mükemmeldi; ancak bir taraftan da fazlasıyla sığ, çok aldatıcı, çok elverişsiz ve kesinlikle mutlak bir hiçlik içindeydi. Onun kesinlikle ruhsuz, kalbi ve aklı olmayan birisi olduğu sonucuna vardım; daha önce de söylediğim gibi hiçbir suretle içgüdülerinden daha fazlası değildi ve yine de karakterinin çok az sayıdaki özelliklerini öylesine mantıklı bir şekilde bir araya getirmişti ki, eksikliklerinden dolayı ona üzülmek yerine, onda bulduğum tüm özellikler beni bütünüyle memnun etmeye yetmişti. Böylesine dünyevi ve görünüş olarak dünyanın her türlü zevkinden keyif alan biri gibi görünen kişinin, öbür dünyada nasıl bir varlığa sahip olacağını tahmin edebilmek gerçekten çok zordu; ancak elbette ki buradaki varlığını son nefesine kadar cömert bir şekilde şımartacağı da ortadaydı; üzerine yüklenmiş olan ahlaki sorumlulukları tarla hayvanlarından çok da yüksek olmamasına rağmen, bu hayvanların yaşlılığının getirdiği kasvetli ve karanlık içsel sıkıntılılarına karşı kutsal bir bağışıklık geliştirmeyi başararak zevküsefa kapsamını geliştirmişti.
Dört ayaklı kardeşlerine karşı bir noktada büyük bir avantaja sahipti, o da hayatının mutluluk açısından en büyük parçası olan akşam yemeklerinin lezzetlerini gayet iyi hatırlayabiliyor olma yeteneğiydi. Gerçek bir gurme olması son derece hoş bir özelliğiydi; ve onu kızartılmış bir dana etinden bahsederken dinlemek, tam anlamıyla bir turşu ya da istiridyeden bahsetmesi kadar iştah açıcıydı. Daha yüksek bir niteliği olmadığından ve tüm enerjisini ve ustalıklarını boğazının zevki ve yararına adamış bir adam olduğundan, bununla birlikte hiçbir suretle Tanrı’nın ona armağan etmiş olduğu manevi sermayesini feda etmediğinden, onu balık, kümes hayvanları, kasaptan alınan etler ve bunları sofra için hazırlamanın en uygun yöntemleri hakkında detaylıca konuşurken dinlemek, bana her zaman ayrı bir zevk vermiş ve beni çok mutlu etmişti. Gerçek ziyafet çok gerilerde kalmış olmasına rağmen, katılmış olduğu sofralardaki domuz ya da hindi etinin lezzetini öylesine iyi bir şekilde tasvir ederdi ki, o anlatırken bu yemeklerin kokusu çoktan burun deliklerinizi doldururdu. Damağında, neredeyse altmış ya da yetmiş yıldan daha uzun süredir kalan ve hâlâ kahvaltıda yemiş olduğu koyun eti kadar tazeliğini koruyan tatlar vardı. Kendisi hariç diğerlerinin çoktan solucanlara yem olduğunu, akşam yemeklerinde ağzını şapırdattığını duymuşluğum vardı. Geçmiş zamanlardaki yemeklerin hayaletlerinin sürekli gözlerinin önünde; öfke ya da intikam için değil, sanki eskiden tatlarına vardığı için minnet duyarak ve sonsuz bir keyif serisini aynı anda gölgeli ve şehvetli bir şekilde yeniden yaşamak istermiş gibi yükseldiğini gözlemlemek harikaydı. Irkımızın başına gelebilecek deneyimler ve bireysel kariyerini aydınlatan ya da karartan tüm olaylar, hafif bir esinti gibi aklında çok az kalıcı bir etki bırakarak geçerken bir dana bonfile, çeyrek bir dana budu, sade pişmiş domuz kaburgası ya da ziyafet sofrasında Adamsların en ileri gelenlerinin döneminde masalarını süslemiş olan bir tavuk ya da takdire şayan bir hindi yemeğini gayet net hatırlardı. Anlayabildiğim kadarıyla, bu yaşlı adamın hayatının en trajik olayı, yirmi ya da kırk yıl önce yaşayıp ölen bir kazla yaşadığı talihsiz bir aksilikti; masaya geldiğinde muazzam bir görsele sahip olan ancak servis yapılacağı zaman bırakın bir oymacılık bıçağını, belki bir balta ya da el testeresi ile kesilmek zorunda kalacak kadar sert ete sahip olan bir kazın yaşattığı talihsizlikti.
Sanırım artık bu beyefendiye dair yapmış olduğum tarifi bitirmemin zamanı geldi; bununla birlikte onun hakkında aslında sizlere çok daha fazlasını anlatmak isterdim, çünkü bu beyefendi, bu güne kadar Gümrük Dairesi memuru olarak çalışabilecek en uygun adamlardan biriydi. Çoğu insan, izah edemeyeceğim bazı nedenlerden dolayı, bu tuhaf yaşam biçiminden ötürü ahlaki olarak büyük çöküntü yaşamıştır. Ancak bu yaşlı Müfettiş, kesinlikle böyle aciz bir duruma düşecek adamlardan değildi, hayatının sonuna kadar bu görevde kalmış olsaydı dahi, yine aynı bu tavırda yaşamaya devam eder, aynı büyük iştahla akşam yemeklerini yerdi.
Gümrük Dairesi portrelerimden oluşturduğum galerimin kesinlikle onsuz eksik kalacağını düşündüğüm, ancak kendisini gözlemleme açısından çok az fırsat bulabildiğim ve sadece ana hatlarıyla onu tarif edebileceğim bir kişi daha vardı. Bahsettiğim kişi, şerefli bir askerî hizmetin ve Batı’da vahşi bir bölgeyi büyük bir başarıyla idare etmesinin ardından, hayatının inişe geçtiği döneminde, bundan yirmi yıl önce buraya gelen, yaşlı generalimiz, tahsildarımızın portresidir. Bu cesur asker neredeyse yetmiş beş yaşının sonuna gelmiş ve ruhunu karıştıran anılarının, girmiş olduğu savaşlarda dinlemiş olduğu savaş marşlarının bile acılarını hafifletemeyeceği hastalıkları yüzünden, artık vadesini doldurmuş olduğunu net bir şekilde hissettiği dünyevi hayatının son dönemlerini yaşıyordu. Zamanında en amansız savaş alanlarında, her zaman en önde yer almayı alışkanlık hâline getirmiş olan yaşlı adamın çevik ayaklarına felç inmişti. Gümrük Dairesine sadece bir hizmetçisinin yardımıyla ve bir eliyle demir korkulukları kavrayıp bütün ağırlığını korkuluklara vererek yavaş ve acı dolu adımlarla gelebiliyor, alışkın olduğu şöminenin yanındaki her zamanki yerine ulaşması bile büyük çabaların sonucunda mümkün olabiliyordu. Kâğıtların hışırtısı, yemin törenleri, işlere dair tartışmalar ve ofisin gündelik karmaşası arasında; tüm sesler ve etrafındaki koşulları sanki duyularına belli belirsiz etki ediyormuşçasına kabullenip orada öylece oturur ve gelen giden insanları belli bir huzurla, boş gözlerle izlerdi. Oradaki sessiz mevcudiyetinin görüntüsü iyiliksever ve yumuşak başlıydı. Eğer birileri ondan bilgi isteyecek olsa içinde hâlâ parlayan bir ışık olduğunu ve bu ışığı dışarıya iletmesinde tek engel olan entelektüel zekâ lambasının zayıflamış olduğunu kanıtlayan nezaket ve ilgi dolu bir ifade yüzüne yansırdı. Zihnin özüne ne kadar yaklaşırsanız, açıklamaları o kadar mantıklı olurdu. Artık herhangi bir iş konusunda, kendisinin çok çaba sarf etmesine neden olan konuşması ya da dinlemesine ihtiyaç duyulmadığında, yüzü hemen eski neşesiz sessizliğine bürünürdü. Her ne kadar boş ifadesi olsa da ilerlemiş yaşın beraberinde getireceği akıl tutulmasına sahip olmadığı için, onun bu görünümüne seyirci kalmak acı verici olmuyordu. Başlangıçta gayet güçlü ve sağlam olan yapısı, henüz bir harabeye dönüşmemişti.
Bununla birlikte, karakterini bu tür dezavantajları gözlemleyerek, tanımlamak, Ticonderoga[19 - New York’taki kale, 1759’da İngilizler ve 1775’te Amerikalılar tarafından ele geçirildi.] gibi eski bir kalenin gri, yıkık dökük harabelerine bakarak, hayal gücünüzü kullanarak yeni eskizini çıkartmak için gözünüzde canlandırmaktan çok daha zor bir işti. Orada ve burada, binanın duvarları neredeyse tamamen aynı kalmış olabilirdi; ancak başka yerlerde geçirmiş olduğu uzun ömrün sonucunda bakımsızlıktan her tarafını yabani otların kapladığını, gücünün fazlasıyla hantallaştığını, şekilsiz büyük tümseklerin oluştuğunu görmek mümkündü.
Aramızdaki iletişim gibi, ona karşı olan hislerim, onu tanıyan tüm iki ayaklı ve dört ayaklı hayvanların ona karşı hisleri kadar hafif olduğundan, durumunu tek bir kelimeyle ifade etmek çok mümkün olmasa da karşımdaki bu yaşlı savaşçıya şefkatle baktığım zaman yine de portresinin ana noktalarını fark edebiliyordum. Sunmaya çalıştığım bu portre, seçkin isminin hakkını sadece tesadüfen değil, zamanında elde etmiş olduğu asil ve kahramanca niteliklerden dolayı kazandığını açıkça gösteriyordu. Onun ruhu, asla tasavvur edemediğim, rahatsız edici bir faaliyetle karakterize edilemezdi; hayatının herhangi bir döneminde onu harekete geçirmek için her zaman itici bir dürtüye ihtiyaç duymuş olabilirdi; ancak üstesinden gelebileceği bir engel ve elde edebileceği uygun bir hedef karşısında bir kez konularak gerekli desteği aldığında, bu adam kesinlikle pes etmeyecek ya da başarısız olmayacak bir yapıya sahipti. İçinde her zaman büyütmeyi başardığı, eskiden bütün benliğini saran ve hâlâ tamamen tükenmemiş olan ateş, bir anda yanıp sönen, tek bir kıvılcımdan titreyen bir kor değil, aksine bir fırının içindeki demir parçasının koyu kızıl kor parıldayışı gibiydi. Ağırbaşlılık, sağlamlık, ciddiyet; bahsettiğim dönemlerde üzerine zamansız bir şekilde çöken çürüme içinde olmasına rağmen onun sakin yüzüne yansıyan en önemli ifadelerdi. Ancak şu hâliyle bile, bilincine derinlemesine girmesi gereken bir durum söz konusu olduğunda; henüz ölmeyip, sadece derin bir uyku hâlindeki bilincinin tüm enerjisini uyandırmaya yetecek kadar yüksek sesle çalınacak bir savaş borazanın onu heyecanlandırarak bir anda ayağa kaldırabileceğini, üzerindeki tüm takatsizliğini hasta bir adamın üzerindeki geceliği fırlatıp atması gibi atabileceğini, bir savaş kılıcını ele geçirdiğinde ise yaşlılıktan dolayı elinde tuttuğu değneği fırlatıp atarak, tıpkı güçlü bir savaşçı gibi dimdik bir taarruza hazır hâle gelebileceğini hayal edebiliyordum. Bununla birlikte, böylesine yoğun duygular içine girecek olsa bile, onun bu sakin tavrını yine de koruyacağını biliyordum. Ancak böylesi bir görüntü sonuç olarak artık sadece hayal edilebilirdi; gerçek olması ne beklenebilirdi ne de arzu edilebilirdi. Onda içsel olarak, az önce açıkça benzetmesini yaptığım eski Ticonderoga kalesinin yıkılmaz surları gibi gördüğüm özellikleri; daha önceki günlerinde dik başlılığa yol açabilecek inatçı ve ağır dayanıklılığının özellikleriydi; diğer doğuştan gelen yetenekleri gibi, çok daha ağır bir kütleye sahip olan ve işlemesi ve yönetilmesi bir ton demir cevheri kadar zor olan dürüstlük anlayışı ise şiddetli bir şekilde Chippewa veya Fort Erie’deki süngülere vahşice liderlik etmişse de çağımızın tüm tartışmalı hayırseverlerinin hareketleri kadar samimi gördüğüm iyilikseverliğe sahip olduğunu gösteriyordu. Duyduğum kadarıyla kendi elleriyle adamları katletmişti; ruhunun muzaffer enerjisini aktararak, gerçekleştirdiği tüm taarruzlarda, karşısına çıkan düşmanların hepsi tırpanın üzerinden geçmesiyle yerlere yıkılan uzun ince otlar gibi devrilmişlerdi; bu durumdayken bile, kalbinde asla bir kelebeğin kanadına dokunarak ona zarar verebilecek en küçük bir zalimlik duygusu barındırmamıştı. Ayrıca, bugüne kadar doğuştan gelen iyilikseverliğine karşı, büyük bir inanç ve güvenle tanıklık edebileceğim başka bir kişi daha tanımıyordum.
Genel anlamda, aralarında bu taslağa benzerlik kazandırmak için çok fazla katkıda bulunanların sahip olduğu birçok özellik, ben henüz generalle tanışmadan önce ya ortadan kalkmış ya da gizlenmiş olmalıydı. Tüm zarif özellikler genellikle hafızalardan en kolay şekilde silinenlerdi; doğa, her insan harabesini, tıpkı Ticonderoga kalesinin duvarları üzerine tohumlarını atmış olan çiçekler gibi, kökleri ve sadece çürümüşlükleri duvarları kaplayarak, çatakların arasında uygun beslenmeye sahip olamayan yeni güzel çiçeklerin serpilmesine izin vermezdi. Yine de zarafet ve güzellik açısından bile, kayda değer noktaları vardı. Bir mizah ışını, arada sırada loş tıkanıklığın perdesinden geçerek yüzlerimizde hoş bir şekilde parıldardı. Çocukluktan ya da gençlikten sonra gelen erkeksi karakterde nadiren görülen doğal bir zarafet özelliği, generalin çiçek görüntüleri ve kokusuna olan düşkünlüğüyle kendini gösteriyordu. Eski bir askerin, her zaman için sadece alnına takılmış kanlı defne tacına değer vereceği düşünülebilirdi; ancak burada, tam karşımda çiçeklere bir genç kız kadar değer verdiğini gördüğüm bir adam duruyordu.
Orada, cesur, yaşlı general şöminenin yanında oturduğu sırada; müfettiş, nadiren de olsa onunla sohbet etmeye çalışmak gibi zor bir işe girişmediği zamanlarda, uzak bir konumda durarak, adamın sessiz ve neredeyse uykulu yüzünü izlemekten çok hoşlanırdı. Her ne kadar biz onu birkaç metre ilerimizde görüyor olsak da o düşüncelere dalmış hâliyle bizden çok uzaklarda gibi görünürdü; sandalyesinin yanından geçsek, elimizi uzatıp ona dokunabilecek kadar yakınında olsak bile, o yine de bizim için sanki erişilmez gibi dururdu. Kim bilir, belki de tahsildarın ofisinin uygun olmayan ortamından ziyade, düşüncelerinin içinde daha gerçek bir yaşam sürüyor olabilirdi. Muhtemelen geçit töreninin ilerleyişini ve savaşın büyük karmaşasını, otuz yıl öncesinden duymuş olduğu eski, kahramanca bir müziğin çalınışını, sahneler ve sesler hâlinde zihninde tüm canlılıklarıyla koruyor olmalıydı. Bu arada, tüccarlar ve gemi kaptanları, kibar kâtipleri ve görgüsüz denizciler içeri girip çıkıyor; Gümrük Dairesinin ticari faaliyetleri onun etrafında küçük mırıltılar ve telaşlı koşuşturmalarla sürüp giderken ne içeri girip çıkan adamlar, ne de içeride sürüp giden faaliyetler generalin hiç ilgisini çekmiyordu. Tahsildar yardımcısının masasında duran mürekkep hokkası, evrak kalabalığı ve maun cetveller arasında duran, bir zamanlar savaşın ön saflarında yerini almış bir cengâverin sahip olduğu, belli yerlerinde demiri hâlâ parlak ışıltılar saçan, eski bir kılıç kadar buraya ait olmayan bir görüntü sergiliyordu.
Gerçek ve saf enerjinin adamı olan Niagara sınırının cesur askerini burada yeniden zihnimde canlandırarak tasvir etmemde bana çok yardımcı olan başka bir şey daha vardı. Bu da kesinlikle, ümitsiz ve kahramanca bir girişimin eşiğindeyken “Deneyeceğim, efendim!” diyerek New England Savaşı’nın cesur ruhunu ciğerlerinin en derinlerine kadar soluyan, tüm tehlikelerin farkında olmasına rağmen, asla geri adım atmayan bu adamın bütün sorunlarla yüzleşmesi esnasında sarf etmiş olduğu unutulmaz sözlerinin aklıma gelişiydi. Ülkemiz topraklarında şayet gösterilmiş olan bu yiğitlik, şerefli kraliyet armasıyla ödüllendirilmiş olsaydı, söylemesi bu kadar kolay görünen ancak sadece çok tehlikeli ve şeref dolu bir görev dururken, generalin konuştuğu bu tek bir cümle, hanedanlığın armasına işlenebilecek en uygun slogan olurdu.
Aslında, uğraşlarına çok az önem veren, tutkularını paylaşmayan ve beceriksiz olmalarına rağmen karşısındaki insanlar için yeteneklerinden ödün vermek ve kendisinden farklı bireylerle arkadaşlık etmek zorunda kalan bir adam, bu sayede ahlaki ve zihinsel sağlığına büyük katkıda bulunurdu. İşte hayatımdaki tesadüfler de bana bu avantajı sağlamıştır; ancak hiçbiri asla ofiste çalıştığım dönemdeki kadar doygunluk ve çeşitlilik sunmamıştır. Bu süre zarfında özellikle karakterini gözlemlemiş olduğum bir adam vardı ki, bana yetenek denen kavram konusunda gerçekten yeni fikirler vermişti. Yetenekleri kesinlikle başarılı bir iş adamına özgüydü; dakik, aktif, açık fikirli biriydi; tüm insan kafasını bulandıran durumları hızlıca fark edebilen bir göze sahipti ve tıpkı bir büyücünün asasını sallamasıyla meseleleri bir hamlede düzene sokabilen planlama yeteneği vardı. Delikanlılık döneminden bu yana, Gümrük Dairesinde çekirdekten yetişme birisi olduğundan, burası onun açısından en uygun faaliyet alanıydı; bu yüzden de dışarıdan bakan birisi için buradaki işlerin karmaşıklığı, ona göre mükemmel derecede çözülmüş bir sistemin düzenliliği olarak görülürdü. Benim açımdan ise sınıfının en ideal örneğini temsil ediyordu. Gerçekten de Gümrük Dairesinin kendi içinde ya da her durumda onun çeşitli şekillerde dönen çarklarını bir arada tutan ana zembereği gibiydi; zira bu tür kurumlarda, memurların yerine getirmek zorunda olduğu görevlere uygunlukları göz önünde bulundurulmadan, kişiler üstleri tarafından sadece kendi menfaatlerine hizmet etmek üzere atandıkları için, kendilerinde bulamadıkları maharetleri başka yerlerde aramak zorunda kalıyorlardı. Bu yüzden de kaçınılmaz bir zorunlulukla, bir mıknatısın çelik tozlarını kendisine çekmesi gibi, bu iş adamımız da herkesin karşılaştığı zorlukları kendine çekiyordu. Uysal bir lütufkârlıkla ve muhtemelen onun akıl düzenine göre az ya da çok suç gibi görünen aptallığımıza karşı, nazik bir hoşgörü ile sabır göstererek karmaşık ve anlaşılmaz olan şeylerin üzerine parmağının ucuyla bir kez dokunup ortamı güneş gibi aydınlatırdı. Tüccarlar da ona en az ezoterik arkadaşları olan bizler kadar değer verirdi. Dürüstlüğü mükemmeldi; bu durum onun açısından bir seçim ya da prensipten ziyade doğanın bir kanunuydu; bununla birlikte onun kadar eşsiz berraklığa ve doğru akla sahip olan bir kişi için, bulunduğu konumda görevlerini dürüst ve düzenli bir şekilde yerine getirmesinden başka türlüsü de düşünülemezdi. Mesleğinin sorumluluğuna giren herhangi bir mevzuda, vicdanına sürülecek bir leke, böyle bir adam için hesap dengesinde bir hata ya da kayıt defterinin tertemiz sayfasının üzerine dökülen büyük bir mürekkep lekesi kadar rahatsız edici olabilirdi. Hayatımda böylesine bir örnekle çok nadir karşılaşmışımdır, ancak burada tek kelimeyle konumuna tam olarak adapte olmuş bir kişiyle tanışmış olduğumu söyleyebilirim.
Artık belli bir ilişki içerisinde olmam gereken insanlardan bazıları böyleydi işte. Yaradan’ın ilahi adaleti sayesinde, geçmiş alışkanlıklarımla bu denli az bağlantısı olan bir konuma getirilmiş olmamı bana sunulmuş bir lütuf olarak kabullendim ve büyük bir ciddiyetle görevim gereği elde edeceğim kazançları sağlamaya başladım. Brook Çiftliği’ndeki[20 - Brook Çiftliği: Hawthorne’un katıldığı ortak yaşamda idealist deney.] kardeşlerle birlikte girişmiş olduğum zahmetli ve gerçekçi olmayan birtakım planları kurduktan; Emerson[21 - Emerson: Tanınmış Amerikalı Ralph Waldo Emerson (1803-1882) deneme yazarı ve Hawthorne tarafından beğenilen şair.] gibi bir aklın keskin etkisi altında üç yıl yaşadıktan; Assabeth’deki o vahşi, özgür günlerde, Ellery Channing[22 - Ellery Channing: William Ellery Channing (1780-1842), sosyal konularda çok etkili olan Amerikalı din adamı.] ile etraftan topladığımız çalı çırpıyla yakmış olduğumuz ateşin etrafında oturup delice spekülasyonlar hakkında sohbet ettikten; Thoreau[23 - Thoreau: Henry David Thoreau (1817-1862), kısa bir süre Walden Pond’da bir kulübede yaşayan Amerikalı deneme yazarı.] ile çam ağaçları ve Kızılderili ayinleri hakkında konuştuktan; Hillard’ın[24 - Hillard: George Stillman Hillard (1808-1879), Thoreau’ya yardım eden Bostonlı avukat.] kültürünün klasik inceliğine sempati duyarak titizleştikten ve Longfellow’un[25 - Longfellow: Henry Wadsworth Longfellow (1807-1882), yazar, Hawthorne’un arkadaşı ve Bowdoin Kolejinden sınıf arkadaşı.] ocağındaki şiirsel duygularla dolup taşmamdan sonra, karakterimin diğer yönlerini harekete geçirmiş ve şimdiye kadar iştahımı çok açmayan yiyeceklerle beslenmem gerektiğine karar vermiştim. Yaşlı müfettiş bile, diyet değişikliği olarak Alcott’u[26 - Alcott: Amos Bronson Alcott (1799-1888), Hawthorne’un orada kaldığı sırada Concord’da yaşayan idealist Transandantalist.] tanıyan biri için arzu edilen biri olarak görülebilirdi. Bunu, hafızamda gerçekten önemli yer edinmiş böylesine dostlardan sonra, tamamen farklı niteliklere sahip insanlarla kaynaşabilmemin ve değişimden asla rahatsızlık duymayan bazı ölçülerde, doğal olarak iyi dengelenmiş ve kapsamlı bir örgütün önemli bir parçası eksik olmayan bir sistemin kanıtı olarak görüyordum.
Edebiyat, onunla ilgili tüm çabalar ve amaçlar artık benim zihnimde çok az yere sahipti. Bu dönemde kitapların yüzüne bile bakmadım; çok uzak geliyorlardı bana. İnsan doğası dışında, yeryüzünde ve gökyüzünde gelişip yetişen bir anlamda benden gizli olan doğa ve tüm yaratıcı zevklerin ruhsallaştırıldığı her şey aklımdan çıkmıştı. Bir yetenek, bir lütuf şayet benden tamamen çekip gitmediyse içimde askıya alınmış ve cansız kalmıştı. Bütün bunlar, gerçek anlamda geçmişte kalan değerli olduklarını bildiğim anılarımı hatırlayabilmemin kendi isteğime bağlı olduğunun bilincinde olmasam, benim açımdan üzücü, tarif edemeyeceğim kadar kederli şeyler olurdu. Gerçekten de bunun bedeli ödenmeden çok uzun süre yaşanamayacak bir hayat olduğu doğru olabilirdi; aksi takdirde beni sonsuza kadar, almaya değer görmeyeceğim herhangi bir şekle dönüştürmeden, olduğum hâlimden başka bir şey hâline getirebilirdi. Ancak bunu asla geçici bir yaşam döngüsünden başka bir şey olarak görmedim. İçimdeki kâhin içgüdüsü, her zaman düşük bir sesle, uzun bir süre geçmeden, benim yararıma olacak bir zaman döngüsünde alışkanlıklarımda bir değişim olacağını kulağıma fısıldıyordu.
Bu arada, artık bir Gümrük Müfettişi olmuştum ve anlayabildiğim kadarıyla olması gerektiği kadar da iyi bir müfettiştim. Düşünce, hayal gücü ve duyarlılık sahibi bir adam olarak -bu nitelikleri bir müfettişe oranla on katı olmasına rağmen- her zaman, sadece karşısına çıkacak sorunların cefasını çekmeye razı olan birisi, bir iş adamı olabilirdi. Memurlarım ve resmî görevimle bağlantılı olarak benimle iletişime geçen tüccarlar ve deniz kaptanları bana başka bakış açısıyla bakmıyor ve muhtemelen benim başka yönlerimi de bilmiyorlardı. Sanırım hiçbiri, bugüne kadar yazmış olduklarımın tek sayfasını bile okumamışlardı; ancak okumuş olsalar bile muhtemelen bana bundan daha fazla önem vermeyeceklerdi; aynı kâr amacı gütmeyen sayfalar, her biri kendi döneminde benim gibi gümrük memuru olan Burns[27 - Burns: İskoç şair ve söz yazarı Robert Burns (1759-1796), 1791’de Dumfries’teki Gümrük Dairesinde görev almıştı.] veya Chaucer[28 - Chaucer: Geoffrey Chaucer (c. 1342-1400), İngiliz şair, 1374’te Londra’ya Gümrük Kontrolörü olarak atandı.] tarafından kaleme alınmış olsalardı bile durum değişmezdi. Edebî yönden şöhrete ulaşmayı ve bu yolla dünyada ileri gelenler arasında kendisine yer edinmeyi hayal eden bir adam için, yazdıklarının talep gördüğü kısıtlı çemberinden çıktığında, elde ettiği ve hedeflediği her şeyin o çemberin dışında tamamen önemsiz olduğunu fark etmesi genellikle üstesinden gelmesi çok ağır ama gayet iyi bir derstir. Ne uyarı olarak ne de azarlama şeklinde böyle bir derse özellikle ihtiyacım olup olmadığını bilmiyorum; ama her hâlükârda bu dersi gayet iyi öğrenmiştim; bununla birlikte, böyle bir dersin gerçeğini kavramak bana acı mı çektirecek yoksa bir iç çekerek üzerimden atmayı başarıp başaramadığımı mı sorgulatacak diye düşünmek bile iç karartıcıydı. Edebî konularda sohbetler açısından, benimle birlikte göreve gelen ve benden sadece biraz sonra ofisten ayrılan, mükemmel bir adam olan Deniz Kuvvetleri subayı ile sık sık en sevdiği konulardan olan Napolyon[29 - Napolyon: Napolyon Bonapart (1769–1784), Fransız askerî lideri ve imparatoru.] ya da Shakespeare[30 - Shakespeare: William Shakespeare (1564-1616), İngiliz oyun yazarı, aktör ve şair.] hakkında konuştuğumuz doğrudur. Ayrıca yine ofisimizde bulunan, kimi zaman Sam Amca’nın mektuplarını şiirsel sözlerle değiştirdiği söylenen tahsildarın genç kâtibi de sanki çok iyi biliyormuşum gibi bu kitaplardan bahsederdi. Kelimelerle bütün ilişkim sadece bu kadardı ve bu kadarı bile tüm ihtiyaçlarımı karşılamak için yeterliydi.
Artık ismimin kitapların kapaklarını süslemesini istemeyen ya da umursamayan birisi olarak şimdi başka türlü bir itibar gördüğümü düşünerek gülümsüyordum. Gümrük Dairesinin mührü malların gümrük vergisinin ödendiğini ibraz edecek şekilde, bir şablon ve siyah boyayla, tüm biber çuvallarının, anatto[31 - Tropik bir meyve.] sepetlerinin, puro kutularının ve her türlü değerli malın balyaları üzerine basılıyor ve bu şekilde malların nizama uygun şekilde ofisimizden geçtiği kanıtlanmış oluyordu. Böylesi tuhaf bir şöhret aracı sayesinde, bir isim varlığı ne kadar aktarabilirse, varlığım hakkında bilgiler daha önce hiç olmadığım ve umarım bir daha da asla gitmeyeceğim yerlere ulaşıyordu.
Ancak geçmiş ölmemişti. Çok kısa bir süre sonra, fazlasıyla hayati ve çok aktif görünmesine rağmen, sessizce uzun bir uykuya dalmış olan derin düşünceler, dinlenmiş olarak yeniden canlanacaktı. Geçmişimde kalan günlerdeki alışkanlıklarım içimde uyanmaya başladığında, en dikkat çeken olaylardan biri, şimdi yazmakta olduğum hikâyeyi edebî kurallar çerçevesinde halka sunmama imkân tanıması olmuştur.
Gümrük Dairesinin ikinci katında, tuğla duvarları ve hiçbir zaman ahşap ve sıvayla kaplanmamış, çıplak kirişleri olan büyük bir oda vardı. Yapı, orijinal olarak aslında limanın eski ticari hacmine göre uyarlanmış bir ölçekte, asla gerçekleştirilemeyecek bir refah fikri öngörüsüyle, sakinlerinin ne yapacağını bildiğinden çok daha fazla alan içerecek şekilde inşa edilmişti. Bu nedenle, tahsildarın ofislerinin üzerinde bulunan bu havadar toplantı salonu bugüne kadar hiç tamamlanmamıştır ve uzun yılların etkisiyle bakımsız kirişlerini süsleyen yoğun örümcek ağlarına rağmen, sanki her an gelebilecek bir marangoz ya da duvar işçisini bekler gibi görünmektedir. Bu geniş odanın bir ucundaki boş alanda, resmî belge demetlerini içeren birbiri üzerine yığılmış birkaç dolap bulunmaktaydı. Zeminde de büyük miktarlarda benzer türden çöp yığınları vardı. Şu anda artık yeryüzünde sadece boşu boşuna yer kaplayan ve insan gözüyle bir daha asla görülmemek üzere bir köşeye atılarak küflenmeye bırakılmış bu kâğıt yığınlarının, geçmişte kaç gün, hafta, ay ya da yıllarca boşa harcanan emeğin kanıtları olduğunu görmek üzücüydü. Fakat resmî formalitelerin donukluğu ile değil, yaratıcı beyinler ve derin kalplerin zengin füzyonu ile aynı şekilde doldurulan kim bilir kaç deste kâğıt benzer şekilde unutulmaya bırakılmıştı; bunu yaparken de kendi dönemlerinde Gümrük Dairesinin kâtiplerinin bir geçim kaynağı olarak görevlerini yerine getirmek için kaleme almış oldukları bütün bu kâğıt yığınlarının, bir çöp yığıntısı olarak kenara atılmış olduğunu görmek çok üzücüydü! Yine de belki yerel tarihin materyalleri olarak tamamen değersiz de değillerdi. Çünkü hiç kuşkusuz ki, burada zamanın eski Salem ticaretinin istatistiklerinin yanı sıra, ilk tüccarlarından olan yaşlı Kral Derby, Billy Gray ve Simon Forrester gibi, henüz dağ gibi servetleri erimeye başlamamış, şimdilerde pudralı başları belki de çoktan mezarlarında dinlenen, odönemin birçok zengininin dilekçeleri de bulunuyordu. Bu belgelerin sunduğu bilgiler sayesinde, aslında Salem’in aristokrasisini oluşturan ailelerin büyük bir bölümünün kurucularının, genel olarak devrimi takip eden dönemlerdeki küçük ve mütevazı başlangıçlarından, çocuklarının kötü konumlar olarak gördükleri noktalara kadar gelişlerini takip etmesi mümkündü.
Gümrük Dairesinin önceki belgeleri ve arşivleri muhtemelen kralın tüm memurlarının İngiliz ordusuna eşlik ettiği, Boston’dan kaçtıkları süreçte Halifax’a taşınmıştı,[32 - 1776’da General George Washington tarafından kuşatılan İngiliz birlikleri Boston’dan çekildi ve Nova Scotia, Halifax’a taşındı.] bu yüzden de devrim öncesine dair kayıtlarda sıkıntı vardı. Belki de bu belgeler, Gümrük Dairesinin eski günlerine geri dönebilmek için unutulmuş ya da hâlâ hatırlanabilen adamlarına ve eski geleneklere karşı birçok referans içeriyor olabilirdi ve şayet onları elde etme fırsatı bulabilseydim, tıpkı Eski Papaz Evi yakınlarındaki tarlalardan Kızılderili oklarının uçlarını topladığım zamanki zevkli vakitleri bana yaşatabilirlerdi; böylesi bir fırsattan yoksun olmaktan dolayı gerçekten büyük bir üzüntü yaşıyordum.
Ancak, keyfe keder dolaştığım yağmurlu bir günde, şans eseri küçük bir keşif yapma olanağı bulmuştum. Önüme çıkan belgeleri açarak ve uzun zaman önce denizlerde batmış ya da rıhtımlara demir atarak çürümeye bırakılmış gemilerin ve isimleri artık ne kambiyoda ne de yosun tutmuş mezar taşları üzerinde kolayca okunamayan tüccarların adlarını okuyarak bir köşeye yığılmış çöpleri karıştırıp eşeleyerek; vefat edenlerin cesetlerine gösterdiğimiz kederli, yorgun, yarı isteksiz ilgiyle bu tür konulara bakarak bu kurumuş kemiklerden Hindistan’ın yeni bir bölge olduğu dönemlerde, oraya ulaşmanın sadece Salem yolu ile mümkün olduğunun bilindiği, eski kasabanın daha parlak yönünün bir tasvirini hayal gücümle zihnimde canlandırmaya çalıştığım sırada, tesadüfen dikkatlice sarmalanmış içinde eski sarı bir parşömen kâğıdın bulunduğu paketi fark ettim. Bu pakette, kâtiplerin şu andakinden daha önemli materyaller üzerine soğuk ve resmî yazışmalar yaptıklarını gösteren, çok eski bir zamana ait resmî kayıt havası vardı. Bu konuda, içgüdüsel olarak içimde merak uyandıran ve sanki burada bir hazinenin ortaya çıkmasını sağlayacakmışım gibi bir hisle, paketi bağlayan solgun kızıl kurdeleyi açtıran yoğun duygulara sahiptim. Parşömen kâğıdının sert kıvrımlarını açtığım zaman, Vali Shirley’in imzası ve mührü altında, Jonathan Pue[33 - Jonathan Pue: Hawthorne büyük ihtimalle Joseph Felt’in Salem Kroniklerinden Pue’ye aşinadır ve Pue’nun 1752’de göreve başladığını ve 1760’da öldüğünü öğrenir.] adlı birinin, majestelerinin emriyle Massachusetts Körfez Eyaleti’ndeki Salem limanına Gümrük Müfettişi olarak atandığına dair resmî evrakı olduğunu gördüm. Bundan yaklaşık seksen yıl önce, Saygıdeğer Müfettiş Pue’nun -muhtemelen Felt’in Kronikleri- vefat ilanı ve benzer şekilde son zamanların bir gazetesinde, bu yapının yenilenmesi sırasında St. Peter Kilisesi’nin küçük mezarlığındaki kalıntılarının çıkarılmasına dair yapılan açıklamaları okuduğum aklıma geldi. Şayet yanlış hatırlamıyorsam, saygıdeğer selefimden geriye tamamen parçalara ayrılmış bir iskeletten, bazı kıyafet parçalarından ve bir zamanlar süslediği başının aksine görkemli duruşunu hâlâ koruyan kıvırcık peruğundan başka hiçbir şey elde edememişlerdi. Ancak, parşömen kâğıdının içine ilave edilmiş olan diğer evrakları incelediğim zaman, Saygıdeğer Pue’nun zihinsel nitelikleri ve kafasının içindeki düşüncelerinin kıvırcık peruğunun gösterdiğinden çok daha fazla izlere sahip olduğunu fark ettim.
Kısacası, bunlar resmî olmayan, ancak özel nitelikte ya da en azından şahsi yapısına dair kendi el yazısıyla yazılmış olan belgelerdi. Gümrük Dairesindeki çöp yığınının arasında kalmış olmasını ise ancak, Bay Pue’nun ölümünün aniden olduğu gerçeğiyle açıklayabilirim; muhtemelen onun ölümünden sonra masasındaki resmî evrakların hepsi varislerinin bilgisine sunulmamış ya da vergi işlemleriyle alakalı görülmediği için toplanarak bir köşeye istiflenmişti. Arşivlerin Halifax’a taşınması sırasında da kamusal devlet işleriyle ilgisi olmadığı düşünülerek bu paket geride bırakılmış ve o zamandan bu yana da hiç açılmamıştı.
Eski müfettiş, sanırım o günlerde dairesine ulaştırılan işlerle çok fazla meşgul edilmediğinden, boş zamanlarının bir kısmını yerel bir antikacı olarak araştırmalara ve benzer nitelikteki diğer sorgulamalara adamış gibi görünüyordu. Bunlar, farklı uğraşları olmadığı takdirde paslanmaya yüz tutacak bir zihne küçük aktiviteler sunabilecek malzemeler temin ediyordu. Toparlamış olduğu gerçeklerin bir kısmı, bu ciltte yer alan Ana Sokak başlıklı makalemi hazırlarken fazlasıyla işime yaramıştı. Geri kalan kısmı ise bundan böyle büyük oranda aynı derecede değerli amaçlara uygulanabilirdi; bununla birlikte doğduğum bu topraklara duyduğum saygı, şayet beni bir gün böylesine münzevi bir göreve getirecek olursa, Salem’in düzenli bir tarihçesinin yazılmasında tüm bu bilgilerin kullanılması imkânsız olmayacaktı. Bu süre boyunca da beni kâr amacı gütmeyen böylesine zahmetli bir işten kurtaracak ve konusunda gayet yetkin her beyefendinin emrinde olacaklardı. Zamanı geldiğinde onu elimden çıkarmam gerektiğinde ise tüm bu belgeleri Essex Tarih Derneğine bağışlamayı düşünüyordum.
Ama ele geçirmiş olduğum bu gizemli paketimde en çok dikkatimi çeken nesne, çok yıpranmış ve solmuş iyi cinsten, kırmızı, ince bir kumaş parçası olmuştu. Bu kumaş parçasının çevresinde, büyük ölçüde yıpranmış ve tahrif edilmiş altın işlemelerin izleri vardı, yüzeyi fazlasıyla harap olduğundan eski parıltısından geriye pek az bir şey kalmıştı. Kolayca anlaşılacağı üzere, harika bir nakış işçiliğiyle işlenmişti ve dikişleri -bu tip konuları iyi bilen bayanlar beni onaylayacaktır- iplikleri tek tek ayıklanacak olsa bile yeniden canlandırılması mümkün olmayacak, şimdilerde unutulmuş bir sanatın kanıtlarını sunuyordu. Bu kırmızı kumaş parçası; zamanın onu yıpratması ve aşınmalara maruz kalmasından dolayı resmen bir paçavraya dönmüş olmasına karşın, dikkatlice incelendiğinde bir harf şeklini alıyordu. Bu tam anlamıyla büyük bir “A” harfiydi. Doğru bir ölçümle, harfin her bir ayağının tam olarak sekiz santimetre olduğu ortaya çıkıyordu. Hiç kuşkusuz ki, bir elbise süsü olarak düşünülmüştü; ancak nasıl giyileceği ya da geçmiş zamanlarda hangi rütbe, onur ve saygınlık işareti -bu ayrıntılarda dünyanın modası çok değişkendi- onun tarafından ifade ediliyordu, tam anlamıyla çözülmesi gereken bir bilmeceydi. Yine de garip bir şekilde ilgimi çekmişti. Gözlerim bu eski kırmızı harfe takılıp kalmış ve başka bir yöne çevrilmeyi reddediyorlardı. İçinde derin bir anlam yattığına dair hiç şüphem yoktu, kesinlikle onu yorumlamak için girişilecek her türlü çabayı hak ediyordu ve mistik sembolden duyularıma hassas bir şekilde akarak düşüncelerimi tetikleyen onu çözme dürtüsünden bir türlü kaçamıyordum.
Bu şekilde düşüncelerim karmakarışık hâldeyken ve diğer hipotezlerin yanı sıra, bir taraftan da bu harfin, zamanın beyaz adamlarının Kızılderililerin gözlerini boyamak için kullandıkları nişanlardan biri olup olmadığını düşündüğüm sırada, onu göğsümün üzerine yerleştirdim. Belki okuyucularım şimdi söyleyeceklerime alaycı bir gülüş atacaktır, ancak ifade edeceklerimden kesinlikle şüphe duyulmamalıdır. O harfi göğsümün üzerine koyduğumda, sanki o anda tam olarak fiziksel olmasa da kızıl harf kırmızı bir kumaştan bir parça değil de kor hâlinde sıcak demirden bir parçaymış gibi yakıcı bir duygu hissetmiştim. Bir anda irkilerek titremiş ve istemsizce onu yere düşürmüştüm.
Kızıl harfin emici tefekküründe kendimi kaybetmiş hâldeyken, harfin çevresini saran küçük, pis bir kâğıt rulosunu incelemeyi ihmal etmiştim. Yaşadığım tuhaf duygunun ardından, bu ruloyu açtığım anda, eski müfettiş tarafından bütün meselenin makul ve eksiksiz bir şekilde kendi el yazısıyla açıklanmış olduğunu görünce büyük bir mutluluk yaşadım. Açmış olduğum bu rulonun içinden, atalarımız açısından oldukça dikkate değer bir şahsiyet gibi görünen Hester Prynne adlı kişinin hayatı ve konuşmalarıyla ilgili birçok ayrıntıyı içeren birkaç dosya kâğıdı çıkmıştı. Massachusetts’in ilk kurulduğu dönem ile on yedinci yüzyılın sonları arasındaki dönemde yaşanmıştı. Bay Müfettiş Pue zamanında yaşayan ve bu öyküyü kaleme aldığı dönemde sözlü tanıklıklarından destek aldığı yaşlı kişiler, gençliklerinde bu kadının fazlasıyla yıpranmış, güzel ve hüzünlü bir yapısı olduğunu hatırladıklarını ifade etmişlerdi. Neredeyse hatırlanamayacak eski bir tarihten bu yana ülkeyi gönüllü bir hemşire olarak dolaşmış ve elinden geldiğince her türlü iyiliği yapmayı alışkanlık hâline getirmiş; aynı şekilde, tüm konularda, özellikle de gönül meselelerinde etrafındakilere tavsiyelerde bulunmuş; bu şekilde de, genel olarak bu durumlarda her zaman söz konusu olduğu gibi, kimileri için bir melek olarak saygınlık görmüş, kimileri için ise davetsiz bir misafir, burnunu her şeye sokarak rahatsızlık veren biri olarak görülerek sorun yaratan kişi ilan edilmişti.
El yazmasını çok daha büyük bir merakla incelemeye devam ettiğimde, bu eşsiz kadının yaptığı diğer işlerin ve acılarının da, okuyucuların Kızıl Damga başlıklı hikâyede okuyacakları şekliyle kaydını da bulmuştum; şu durum özellikle unutulmamalıdır ki, o hikâyede anlatacağım tüm ana gerçekler Bay Müfettiş Pue’nun bıraktığı belge tarafından doğrulanmıştır. Bu gerçekten çok ilginç hikâyesi olan kızıl harfe dair orijinal yazıların tüm kanıtları hâlâ elimdedir ve anlatılanlardan etkilenerek onları görmek isteyecek herkese açıkça gösterilecektir. Hikâyemi belli açıdan kurgulayarak süslemeye çalıştığımda ve içinde geçen karakterleri etkileyen motifleri ve tutku biçimlerini hayal ederken kendimi her zaman eski müfettişin yarım düzine dosya kâğıdının sınırları içinde tutmadığımı da belirtmek isterim. Aksine, bu noktalara gelince, gerçekleri sanki tamamen kendim kurgulamışım gibi rahat davrandım. Bu konuda iddia edebileceğim tek unsur ise hikâyenin ana hatlarının gerçeğe uygun olmasıdır.
Bu olay zihnimi bir dereceye kadar eski çalışma yöntemime çevirdi. Burada gerçekten bir hikâyenin temeli önümde duruyormuş gibiydi. Bu gerçekten etkileyiciydi, sanki o dönemin eski müfettişi, üzerinde yüz yıllık kıyafeti ve onunla birlikte gömülmüş, daha sonra mezarından çıkarılmış görkemli peruğu kafasında, Gümrük Dairesindeki odasında tam karşımda duruyor gibiydi. Üzerinde, majestelerinin yetkisini tam anlamıyla üstlenmiş ve bu nedenle de tahtın etrafına yaydığı göz kamaştırıcı ihtişamdan payını almış vakur ifadesiyle odasını aydınlatıyordu. Ne kötü, çok yazık! Halkın hizmetkârı olarak kendini efendilerinin gözünde en aşağılık, en değersiz ve önemsiz hisseden, yüzünde tasması takılı, boyun eğmiş köpek ifadesiyle duran cumhuriyetçi bir memur görmek ne büyük çelişkiydi. Belli belirsiz görülebilen, ancak yine de görkemli bir figüre sahip olan kişi, bana bu kırmızı sembolü ve açıklayıcı el yazmasının bulunduğu küçük ruloyu kendi hayalet elleriyle vermişti. Halkın gözünden bakılacak olursa kendini makul bir şekilde benim atam olarak kabul eden bu saygıdeğer adam, küf kokulu ve güveler tarafından harap edilmiş bu değerli eserini halkın gözlerinin önüne sermem, ona karşı olan evlatlık görevimi yerine getirmem ve gereken saygıyı görmesini sağlamam için, kendi hayalet sesiyle beni teşvik etmişti. “Bunu yap.” diyordu Bay Müfettiş Pue’nun unutulmaz peruğu içinde öylesine heybetli görünen başını söylediklerini vurgularmışçasına sallayan hayaleti. “Bunu yap ve elde edeceğin bütün kâr senin olsun! Kısa süre içinde buna ihtiyacın olacak; çünkü senin yaşadığın dönem, benim dönemimdeki gibi hayatın boyunca bir ofiste memur olarak çalışabileceğin bir dönem değil. Ama senden, yaşlı Muallime Prynne meselesinde, atalarının anısına hakkı olan itibarı vermekle yükümlendiriyorum!” Ve ben de Bay Müfettiş Pue’nun hayaletine, “Bunu yapacağım!” diye cevap veriyorum.
İşte bu yüzden, Hester Prynne’in hikâyesi üzerine çok uzun süre düşündüm. Odamda bir ileri bir geri yürüdüğüm zamanlarda ya da Gümrük Dairesinin ön kapısıyla yan girişi arasında boylu boyunca uzanan uzun koridorda geçirdiğim saatler boyunca, derin düşüncelerimin ana konusu bu olmuştu. Yaşlı müfettişin ve sürekli olarak bir ileri, bir geri yürürken ayaklarımın çıkardığı acımasızca gürültüden dolayı uykuları bölünen yorgun kantarcı ve tartıcıların bıkkınlıkları ve rahatsızlıkları büyüktü. Kendi eski alışkanlıklarını hatırlayarak “Müfettiş güvertede volta atıyor.” diye söyleniyorlardı. Muhtemelen böyle yaparak tek amacımın akşam yemeğinden önce iştahımı açmaya çalışmak olduğunu; çünkü onlara göre gerçekten de aklı başında bir adamın bu şekilde sürekli hareket ederek elde etmeyi düşündüğü tek fayda bu olabilirdi. Doğruyu söylemek gerekirse, genellikle yürüdüğüm geçit boyunca esen şiddetli doğu rüzgârının açtığı iştah, bu kadar yorgunluk nedir bilmez egzersizin ardından elde edilen tek değerli sonuçtu. Gümrük Dairesinin boğucu atmosferi, hayal gücü ve hassasiyetin nazik hasadına öylesine uygun olmayan bir mekândı ki, orada on başkanlık dönemi boyunca kalmış dahi olsaydım, Kızıl Damga hikâyesini gerçek anlamda halkın beğenisine sunabilir miydim, kestiremiyordum. Hayal gücüm resmen kararmış bir aynaydı. Elimden gelenin en iyisini yaparak içlerini doldurmaya çalıştığım karakterleri yansıtmıyor, bunu yapmayı başarsam da ancak çok sefil bir boyutta gerçekleşmesine neden oluyordu. Hikâyenin ana karakterleri, entelektüel açıdan zihnimdeki demirci ocağında yeterince dövülerek şekil verilecek ısıya ulaşamıyordu. Ne tutkunun ışıltısını ne de duyarlılığın hassasiyetini taşıyorlardı, ancak ölü bedenlerin tüm sertliğini koruyarak korkunç ve sabitlenmiş bir sırıtışla yüzüme bakarak sanki bana meydan okuyorlardı. “Bizimle ne işin var?” der gibi bir ifade vardı yüzlerinde. “Gerçek olmayan varlıklar üzerinde bir zamanlar sahip olduğun o güç, çoktan gitti! Sen onu, bir miktar devlet altınıyla takas ettin. O zaman git ve maaşını kazan!” Kısacası, kendi hayal gücümün yarattığı neredeyse cansız sayılabilecek yaratıklar, bu konudaki aptallığımı tokat gibi yüzüme vuruyorlardı ve haksız da sayılmazlardı.
Günlük hayatımda sadece Sam Amca’nın payı olduğunu iddia ettiği bu üç buçuk saatlik süre boyunca, içimde bu sefil uyuşukluğu uyandıran duygular tüm benliğime sahip oluyordu. Deniz kıyısında yürüdüğümde ve kasabanın içinde dolaştığımda, Eski Papaz Evi’nden dışarı adım atar atmaz, her zaman bana böylesine zindelik ve zihinsel hareketlilik sağlayan doğa, nadiren ve isteksizce de olsa düşüncelerimi güçlendirecek büyüsünü aradığımda, kendimi zorladığım zaman peşimi bırakmış oluyordu. Entelektüel çabalarımın kapasitesiyle de bağlantısı olan aynı uyuşukluk, eve dönüş yolumda da bana eşlik ediyor ve saçma görünmesine rağmen, çalışma odam olarak tanımladığım odaya girdiğim anda bütün ağırlığını üzerime bırakıyordu. Gece geç saatlere kadar, şöminenin kömür ateşi ve dışarıdaki ay tarafından romantik bir şekilde aydınlatılmış ıssız salonumda oturduğumda bile, ertesi gün renkli parıltılar saçarak tasvirlerinden fırlayacak hayali sahneleri gözümde canlandırmaya çalışırken bile bu uyuşukluk peşimi bırakmıyordu.
Şayet hayal gücü, böylesine güzel saatlerde bile harekete geçmeyi reddediyorsa, durum gerçekten umutsuz bir dava olarak kabul edilebilirdi. Her şeyine tam anlamıyla aşina olduğunuz bir odada, halının üzerine bembeyaz düşen ve tüm şekilleri çok belirgin gösteren, her nesneyi sabah ya da akşam olduğunda farklı bir açıyla görünür kılan ay ışığı, bir roman yazarı açısından aldatıcı misafirleriyle tanışması için en uygun ortamı sunar. Alışık olduğumuz dairemizin iç görünüşünde sahip olduğumuz çok az mobilyamız vardı; her biri ayrı bir kişiliğe sahip sandalyeler; odanın tam ortasında duran, üzerine bir örgü sepeti, sönmüş bir lamba ve bir ya da iki kalın kitabın bulunduğu masa; koltuk; kitaplık ve duvardaki resim; tamamen net bir şekilde görülebilen tüm bu detaylar, olağan dışı ışık sayesinde öylesine ruhani bir hâle geliyordu ki, gerçeklik maddi yönlerini kaybedip zihinlerimizde nesneler hâline geliyorlardı. Hiçbir şey bu değişime uğrayarak böyle bir vesileyle asalet kazanamayacak kadar fazla küçük ya da zahmetsiz olmazdı. Bir çocuk ayakkabısı; küçük hasırdan yapılma bir bebek arabasının içinde oturan oyuncak bebek; sallanan bir at; yani gün içerisinde kullanılmış ya da oynanmış bütün eşyalar, karşınızda gün ışığının altındaki hâlleriyle durmalarına rağmen, ay ışığının altında artık tuhaf ve sizden çok uzaktaymış gibi puslu görünmeye başlarlardı. Bu nedenle, alışkın olduğumuz odamızın zemini, gerçek dünya ile masal dünyasının arasında bir yerlerde tarafsız bir bölge hâline gelerek gerçeklik ve hayalin özlerinin birbirine karıştığı tarifi mümkün olmayan bir alana dönüşürdü. Hayaletler ise buraya bizi kesinlikle rahatsız etmeden girebilirdi. İşte böylesine büyülü bir ortam içerisinde, etrafımıza baktığımızda sevdiğimiz ancak bu dünyadan çoktan ayrılmış olan birisini o loş ay ışığının altında gördüğümüzde, acaba geçmişten geri mi geldi, yoksa şöminenin başında uzun zamandır sessizce oturuyor muydu diye kuşkulara kapılarak izlediğimizde, heyecandan şaşkına dönmemiz abartı olmazdı.
Ortama loş bir hava veren kömür ateşinin de tarif ettiğim etkiyi yaratmada önemli bir katkısı vardı. Duvarlara ve tavana hafif bir kızıllık veriyor ve cilalı mobilyaların üzerine yansıyan ışıltılı parıltılar odayı göze batmayacak rengiyle boyuyordu. Bu çok daha sıcak ışık huzmesi, ay ışığının soğuk ruhaniyetiyle birleşiyor ve hayal gücümüzün yarattığı formlara bir kalp ve insani hassasiyetle dolu duyarlılık kazandırıyordu. Onları sadece donuk ruhani görüntülerinden çıkarıp gerçek kadın ve erkeklere dönüştürüyordu. Aynaya baktığınızda, sihirli çerçevenin derinliklerinde yarı sönmüş kömürün için için yanan ışıltısını, zemindeki bembeyaz ay ışığının huzmelerini ve sonrasında gözünüzde canlandırdığınız o resmin içerdiği tüm parıltılı gölgelerin gerçeklikten daha uzak, yaratıcısına daha yakın olan tekrarını görebilirdiniz. Sonra, tek başına oturmuş bir adam, böyle bir saatte ve böylesine muazzam bir sahneyle karşı karşıya kaldığında eğer tuhaf şeyleri hayal edip onları gerçeğe dönüştüremiyorsa asla bir roman yazmaya çalışmamalıdır.
Ancak, benim açımdan tüm Gümrük Dairesi deneyimim boyunca, ay ışığı da güneş ışığı da şöminedeki kömür ateşinin parlaması da birbirine benziyordu ve hiçbiri üzerimde don yağından yapılma bir mumun parıltısından biraz daha fazla etki yaratmıyordu. Bütün bu duyarlılık sınıfı ve onlarla bağlantılı olan, büyük bir zenginlik ya da değere sahip olmasa da elimdekilerin en iyisi olan yeteneğim beni terk etmişti.
Ancak inanıyorum ki, farklı bir kompozisyon düzeni denemiş olsaydım, maharetlerim hiç bu kadar anlamsız ve verimsiz bulunamayacaktı. Farzımuhal, çalıştığım dönemde Gümrük Dairesinde muazzam hikâye anlatma yeteneğiyle beni her gün güldürmeyi başaran ve kendisine hayran bırakan, hikâyelerinden bahsetmeyecek olursam büyük nankörlük edeceğim, müfettişlerden biri olan eski bir kaptanın anılarını kaleme almakla yetinebilirdim. Eğer onun resimsi tarzının gücünü, canlı üslubunu ve doğanın ona bahşetmiş olduğu benzetmeler konusundaki mizahi renklendirme yeteneğini koruyabilseydim, dürüstçe söylemem gerekirse alacağım sonuç, kesinlikle edebiyat dünyasında yeni bir çığır açabilirdi. Ya da kendime çok daha kolayca yeni bir iş bulmamı sağlayabilirdi. Bu gündelik yaşamın sıradanlığı üzerime böylesine büyük baskı uygularken kendimi başka bir dönemin havasına sokmaya çalışmak ya da sabun köpüğünün kaçınılmaz güzelliği, bazı gerçek durumların kaba dokunuşuyla her geçen dakika yerle bir olurken hiçlikten yaratılacak olan farklı bir dünyanın görüntüsünü ortaya çıkarmakta ısrarcı olmak büyük bir aptallıktı. Bu konuda yapılacak olan en akıllıca girişim, günümüzün saydam özü vasıtasıyla düşüncenin ve hayal gücünün ışığını yaymak ve böylece onu parlak bir şeffaflığa dönüştürmek; çok ağır olmasından dolayı artık taşımakta güçlük çekmeye başladığım yükü ruhanileştirmek ve kararlı bir şekilde, şu anda etrafımı çevreleyen küçük ve önemsiz olayları ve sıradan karakterlerin içlerinde gizli kalan gerçek ve yıkılmaz değerlerini aramak olurdu. Sorun bendeydi. Sadece ben daha derinlerde yatan önemini kavrayamadığım için, önüme yayılan yaşam sayfası böyle sıkıcı ve sıradan görünüyordu. Tam orada, kendini bana sayfa sayfa sunan, tıpkı hızla uçup giden zamanın gerçekliği tarafından yazılmış, hayatım boyunca yazamayacağım kadar iyi bir kitap duruyordu ve sadece benim zihnim onu yazıya dökecek yeterli öngörüye ve kurnazlığa sahip olmadığı için, yazıldıkları hâliyle hızla ortadan kayboluyordu. Kim bilir, belki de gelecekte bir gün, birkaç kırık dökük kısmını ya da bölük pörçük bir paragrafı hatırlayıp yazıya dökebilir ve sayfanın üzerindeki harflerin altına dönüştüğünü görebilirdim.
Bütün bunları çok geç kavramıştım. O anda bilincinde olduğum tek şey, bir zamanlar zevk verecek şeyin, şimdi umutsuz bir çaba olduğuydu. Bu durumda oturup ağıtlar yakmamın hiçbir anlamı yoktu. Sonuç olarak tahammül edilebilir derece kötü bazı hikâyelerin ve denemelerin yazarı olmayı bırakmış, hoşgörülü ve iyiliksever bir Gümrük Müfettişi olmuştum. Hepsi buydu. Ancak, yine de bir kişinin zekâsının gittikçe azaldığına dair bir kuşkuya kapılması kabul edilebilir bir şey değildi ya da bilinçsizce küçük bir şişede duran eter gibi, siz hiç farkına varmadan uçan ve her baktığınızda daha azalan uçucu kalıntıyı göreceğiniz şüphesiyle yaşamak hoş bir duygu değildi. Aslında, bu gerçek şüphe götürmezdi; kendimi ve başkalarını incelerken memuriyetin bir kişinin karakteri üzerindeki etkisi ile ilgili, söz konusu yaşam tarzına pek elverişli olmayan sonuçlara varmıştım. Belki başka bir zaman size bu etkileri daha fazla geliştirerek anlatabilirim. Bu noktada, uzun süredir görevine devam eden bir Gümrük Dairesi memurunun pek çok nedenden ötürü takdire şayan ya da şahsiyetli bir kişiliğe sahip olmasının çok zor olduğunu söylemem yeterli olacaktır; bunlardan birisi, görev yerini elinde tuttuğu süre, diğeri ise dürüstlük niteliğinden kesinlikle emin olmama rağmen, mesleğin doğasının, insanlığın ortak çabasını paylaşmayan türden bir yapıya sahip olmasıdır.
Bu pozisyonu elinde tutan her bireyde az çok gözlemlenebilir olduğuna inandığım başka bir etki de cumhuriyetin güçlü kollarına yaslandığı süre boyunca, kendi içinde barındığı gerçek gücünün ondan ayrılmasıdır. Bu kişi, orijinal doğasının zayıflığı ya da gücüyle orantılı olarak kendi kendine ayakta durabilme yeteneğini kaybeder. Ve bu kişi ancak, doğuştan alışılmadık ölçüde bir enerjiye sahipse ya da bu mekânın büyüsünün etkisinde çok uzun süre kalmadıysa, kaybettiği güçlerini geri alabilir. Savaşan bir dünyanın içerisine mücadele etmesi için kötü bir şekilde itilen bir memur, ancak işten çıkarıldıktan sonra kendine gelebilir ve bir zamanlar sahip olduğu kendi benliğine dönebilir. Ancak bu da çok nadiren gerçekleşebilir. Çünkü bu kişi genellikle konumunu, tamamen harap olana yetecek kadar uzun süre elinde tutar ve daha sonra tüm gevşemiş olan kaslarıyla, hayatın zor patikaları boyunca elinden gelenin en iyisini yapmak için dışarı fırlatır. Kendi zayıflığının tam anlamıyla bilincinde olarak -çelik gibi sertliğini ve esnekliğini tamamen kaybetmiş hâlde- dıştan gelecek herhangi bir destek arayışı içinde, sonsuza dek özlemle etrafına bakar. Onun takıntılı hâle gelen ve sürekli devam eden umudu -her geçen gün tüm cesaretinin kırılmasına ve imkânsızlıkların ışığını yaratan bir halüsinasyon görmesine rağmen, yaşadığı süre boyunca ona musallat olan ve tıpkı koleranın yol açtığı çırpınmaları gibi ona kısa süreliğine işkence ederek ölüme götüren-nihayet ve uzun bir süre sonunda bazı yaşanılan mutlu tesadüfler sayesinde görevine iade edileceğidir. Bu inanç ise her şeyden çok üstlenmeyi hayal edebileceği herhangi bir girişimin özüne ve ulaşılabilirliğine zarar verir. Bir süre sonra amcasının güçlü kolları onu düşmüş olduğu yerden kaldırıp, destekleyecekse bu adam kendini çamurdan çıkarmak için neden bu kadar perişan etsin ki? Neden böyle bir adam, kısa bir süre sonra amcasının cebinden çıkacak bir miktar parıltılı madenî parayla mutlu olacakken yaşamını idame ettirmek için burada çalışsın ya da Kaliforniya’da altın aramaya gitsin ki? Ne yazık ki, böylesine zavallı birinin bu tür bir hastalığı kapması için memuriyeti bu kadar süreliğine de olsa tatmasının yeterli olduğunu gözlemlemek üzücüydü. Sam Amca’nın altınının -yani burada saygıdeğer yaşlı bir beyefendiye elbette saygısızlık etmek istemem ama- bu bağlamda, şeytanın payına düşen büyülü etkiye sahip olduğu yadsınamazdı. Kim ona dokunursa kendine çok iyi bakmalıydı, yoksa ruhuna olmasa bile, daha iyi niteliklerinin çoğunu içeren, sağlam gücü, cesareti, sebatlığı, dürüstlüğü, kendine güvenmesi ve sahip olduğu erkeksi tüm özelliklerinin üzerine bu şeytanın yapacağı pazarlığın aleyhine sonuçlandığını açıkça görecekti.
Beni gerçekten de nasıl iyi bir gelecek bekliyordu böyle! Elbette müfettişin, bu durumdan ders çıkarmasında ya da ne göreve devam etmesi ne de işten ayrılmak yoluyla her şeyi tamamen geri alabileceğini kabullenmesinden değildi bu. Yine de benim düşüncelerim çok rahatlatıcı değildi. Sürekli olarak zihnimde hangi zavallı özelliklerimin gittiğini ve geri kalanının da çoktan ne derece zarar verdiğini keşfetmek için düşüncelerle boğuştuğumdan melankolikleşmeye ve huzursuzlaşmaya başlamıştım. Gümrük Dairesinde daha ne kadar süre kalabilirsem, hayatımı bir insan gibi ne kadar sürdürebileceğimi hesaplamaya çalışıyordum. Gerçeği itiraf etmek, benim en büyük endişemdi; çünkü benim gibi sessiz bir bireyi işten çıkarmak gibi bir politika gütmeyeceklerinin farkındaydım ve istifa etmek de bir kamu görevlisinin doğasına kesinlikle ters olduğu ve bugüne kadar hiç yapılmadığı için, müfettişlik yaparak saçlarım ağarıp yaşlanana kadar, tıpkı eski müfettiş gibi başka bir hayvana dönüşme ihtimalim yüksekti. Benden önceki o çok saygıdeğer dostumun kaderi gibi, memuriyet hayatının sıradanlığında uzun yıllar çalışarak akşam yemeği saatini günün merkezine yerleştirerek ve günün geri kalanında tıpkı o yaşlı köpek gibi güneş altında ya da gölgede uyuklayarak ben de aynı kaderi mi paylaşacaktım? Bütün yeteneklerini ve duyarlılıklarını kullanarak yaşamanın, mutluluğun en iyi tanımı olduğunu hisseden bir adam için nasıl kasvetli bir bakış açısıydı bu! Ancak bütün bunlar sırasında kendime çok gereksiz tehlike sinyalleri vermiştim. Çünkü vilayet benim için hayal edebileceğimden çok daha iyi şeyler düşünmüştü.
Kendi namıma konuşmam gerekire, müfettişliğimin üçüncü yılının kayda değer en önemli olaylarından biri General Taylor’ın[34 - Zachary Taylor (1784-1850), 1848’de başkan seçildi.] başkan seçilmesiydi. Memuriyet yaşamının avantajlarına ilişkin tam bir tahmin oluşturmak için, konumunu işgal eden kişiyi düşmanca bir yönetimin başa geldiği zaman görmek gerekir. İşte o zaman onun pozisyonu her sefil faninin meşgul edeceği en sıkıcı ve her ihtimalde hiç olmayan bir konum hâline gelirdi; bu durumda başına gelebilecek en kötü olay, o zaman ona muhtemelen en iyi seçenek olarak görünürdü. Ancak gururun ve duyarlılığın canlı temsili olarak görünen bir adam için, çıkarlarının onu ne seven ne de anlayan ve bunlardan birine olsun ihtiyaç duymasından dolayı, onlardan birine borçlu kalmaktansa, başına gelebileceklere katlanmayı kabullenen bireylerin kontrolünde olduğunu bilmek, yaralayıcı olsa da garip bir deneyimdir. Yarışma boyunca sakinliğini koruyan biri için, zafer saatinde geliştirilen kana susamışlığı gözlemlemek ve kendi benliğinin de bu kana susamışlığın kurbanları arasında olduğunun bilincinde olmak da garipti! İnsan doğasında, komşularından daha kötü olmayan, sadece zarar verme gücüne sahip oldukları için zalimce büyüyen, tanık olduğum bu eğilimden çok daha çirkin özellikleri olan kişiler de vardır. Şayet makam sahiplerinin giyotine gönderilmesi bir metafordan ziyade tam anlamıyla uygulanan bir gerçek olsaydı, samimi inancıma göre, muzaffer partinin aktif üyeleri, hepimizin kafalarını kesmek için fırsat kollarlardı ve bu şekilde kendilerine fırsat tanındığı için de Tanrı’ya şükrederlerdi! Bana öyle geliyor ki -yenilgi anında olduğu gibi zafer anında da sakin ve serinkanlı bir gözlemci olarak kalmayı başaran benim gibi birisi için- bu kötü ve acı dolu intikam ruhu, kendi partimin şu anki Whigslerin yaptığı gibi birçok zaferini asla ayırt etmemiştir. Demokratlar, genel bir kural olarak memuriyetlere el koyarlar, çünkü onlara ihtiyaç duyarlar ve uzun yılların pratiği onları farklı bir sistem ilan edilmedikçe, tersini yapmanın mırıldanılacak bir zayıflık ve korkaklık olarak görüleceği bir kanun hâline getirmiştir. Ancak uzun zafer alışkanlıkları onları fazlasıyla cömert kılmıştır. Onlar fırsat buldukları her vesileyle, ne zaman bağış yapacaklarını bilirler ve hücuma giriştiklerinde her ne kadar baltaları keskin olsa da ağızları nadiren kötü niyetle zehirlenmektedir ve daha kısa süre önce uçurmuş oldukları kelleyi büyük bir hevesle tekmeleme peşinde de değillerdir.
Kısacası, talihim her ne kadar bulunduğum en iyi koşullarda tatsız olsa da benliğimi muzaffer olandan ziyade kaybeden tarafta tutmayı başardığımdan dolayı, kendimi tebrik etmek için birçok nedenim olduğunu görüyordum. Şimdiye kadar, partizanların en ateşlilerinden biri olmasam da artık bu tehlike ve sıkıntı mevsiminde, tercihlerimin hangi partide yattığı konusunda oldukça hassas olmaya başlamıştım; makul bir şans hesaplamasına göre, memuriyetimi elimde tutma ihtimalimin demokrat kardeşleriminkinden çok daha fazla olduğunu görmek bile pişmanlık ve utanç duymama engel olmuyordu. Peki, ama burnunun sadece birkaç metre ilerisindeki geleceği kim görebilirdi ki? Benim başım, kellesi ilk uçurulacakların arasında olacaktı!
Bir adamın kellesinin uçtuğu anın, hiçbir zaman hayatının tam olarak en hoş anlarından biri olmayacağını düşünmeye meyilliyim. Yine de talihsizliklerimizin büyük bir kısmı gibi, o kadar ciddi olmasa bile başına gelebilecek kazanın en kötüsünde bile, bu kişi kendini teselli etmek için elinden gelenin en iyisini yapacaktır. Benim bu özel durumumda, teselli edici konular elimin altındaydı ve gerçekten de onları kullanmak için gerekli olan kadar zihnimin en derinlerine hatırı sayılır bir süre boyunca kalacak şekilde kazınmışlardı. Memuriyet hayatımdan önceki yorgunluğum ve belirsizlik içinde ele aldığım istifa düşüncelerim göz önünde bulundurulduğunda, kaderim bir şekilde intihar etme fikrini kafasında enine boyuna düşünen ve hiç beklemediği bir şekilde cinayete kurban giden bir adamın şansına benziyordu. Gümrük Dairesinde, tıpkı Eski Papaz Evi’nde olduğu gibi üç yıl geçirdim; yorgun bir beyni dinlendirecek kadar uzun bir süreç; eski entelektüel alışkanlıklarından kurtulmak ve yenilere yer açmak için de yeterince uzun bir zaman; doğal olmayan bir durumda yaşamak, herhangi bir insana gerçekten hiçbir avantajı ya da neşesi olmayan şeyi yapmak ve kendimi en azından içimde hâlâ rahatsız edici bir dürtüyü sakinleştirecek bir çabaya girişmekten alıkoymak için yeterince uzun bir dönem. Daha da ileri gidecek olursam, işten atılmasıyla ilgili olarak eski müfettiş de Whigsler tarafından bir düşman olarak görülmekten tam anlamıyla memnun değildi; çünkü siyasal meselelere karşı hareketsizliği, aynı hane halkının kardeşlerinin birbirinden ayrılması gereken dar yollarla sınırlanması yerine, tüm insanlığın buluşabileceği geniş ve sessiz bir alanda istediği gibi dolaşma eğilimi, demokrat arkadaşları tarafından da dost olup olmadığı konusunda kimi zaman sorgulanmasına neden olmuştur. Şimdi, artık şehitlik tacını kazandıktan sonra -artık onu takacağı bir başı olmasa da- bu noktaya, üzerinde uzlaşmaya varılmış gözüyle bakılabilirdi. Sonunda, tıpkı küçük bir kahraman gibi, katılmaktan memnun olduğu partinin çöküşü esnasında, kendisinden çok daha değerli adamlar konumlarını kaybediyorken tek başına zavallı bir hastalıklı olarak sonunda düşmanca bir yönetimin merhametinde dört yıl geçirdikten sonra, pozisyonunu yeniden tanımlamak zorunda kalacak ve o zaman dostane bir yönetimin daha aşağılayıcı merhametini talep etmeye mecbur bırakılmaktansa mahvolması daha uygun görünecekti.
Bu arada, basın benim meselemi de ele aldı ve bir iki hafta boyunca, beni tıpkı Irving’in başsız süvarisi[35 - Washington Irving’in “Sleepy Hollow Efsanesi”ndeki doğaüstü karakter.] gibi kellem uçurulmuş hâlde gazetelerin halka açık sütunlarında, korkunç ve acımasız biçimde, politik açıdan ölü biri olarak gömülmeyi arzulayan bir adamı haber konusu yaptı. Mecazi anlamda kendi politik kişiliğimden bu kadar bahsetmem yeterli olacaktır. Tüm bu süre boyunca, başı omuzlarında güvenli bir şekilde duran gerçek insan, aslında böylesinin her şeyin daha iyi olacağına dair rahatlatıcı bir sonuca varmış; mürekkep, kâğıt ve çelik kalem uçlarına yatırım yaparak, uzun süredir kullanılmayan yazı masasını açmış ve yine bir edebiyat adamı hâline dönmüştü.
İşte şimdi, çok uzun zaman önce yaşamış, eski selefim olan Bay Müfettiş Pue’nun muazzam bir çabayla ortaya çıkardığı eseri devreye giriyordu. Herhangi bir derecede tatmin edici bir etki yaratabilmek adına, uzun zamandır kullanılmadığından pasifleşmiş olan, zihnî mekanizmamın hikâye üzerinde yeniden çalışmaya başlayabilmesi için biraz zamana ihtiyacı vardı. Yine de düşüncelerim sonuçta üstlenmiş olduğum görevden dolayı çok fazla yoğunlaşmış olsa da önümdeki iş gözüme güler yüzlü güneş ışığından hiç memnun olmayan, doğanın ve gerçek yaşamın neredeyse her sahnesini yumuşatan, sevecen ve samimi etkiler tarafından çok az rahatlamış sıkıntılı ve kasvetli bir havaya bürünüyordu. Bu büyüleyici etki, belki de çok başarılı bir devrim döneminden ve hikâyenin kendisini şekillendirdiği kargaşadan kaynaklanıyordu. Bununla birlikte, bu durum yazarın zihninde herhangi bir neşe eksikliğinin bir göstergesi de değildir; çünkü o bugüne kadar, Eski Papaz Evi’nden ayrıldığından beri hiç bu güneşsiz hayallerin kasvetinde gezinirken olduğu kadar mutlu olmamıştır. Bu hacimli kitabı oluşturmama katkıda bulunan bazı kısa makalelerim de aynı şekilde kamusal yaşamın onurlu ve zor koşullarından istemsiz olarak çekilmemden sonra yazılmıştır ve geri kalanı da vadesini çok uzun zaman önce doldurmuş, belki de artık yeni sayılabilecek kadar eski yıllık ve dergilerindeki yazılarımdan bir araya getirilmiştir. Siyasi giyotinin metaforuna devam edecek olursak, bunlar “idam edilmiş bir müfettişin ölümünden sonraki yazıları” olarak düşünülebilirdi ve şimdi sona erdirmek üzere olduğum bu kısa hikâye şayet mütevazı bir insanın yaşamı boyunca yayınlayamayacak kadar otobiyografik olması hâlinde, mezarın ötesinden yazan bir beyefendiye ait olduğu için kolayca mazur görülecektir. Tüm dünyaya huzur dilerim! Dostlarıma dualarımı havale ediyorum! Düşmanlarımı affediyorum! Çünkü ben artık huzur âlemindeyim!
Gümrük Dairesinin yaşanmışlığı artık bir rüya gibi gerilerde kaldı. Hoşça kal dediğim için pişmanlık duyduğum, aksi hâlde kesinlikle sonsuza kadar yaşayacağını düşündüğüm, bir süre önce attan düşerek vefat ettiğini öğrendiğim eski müfettiş ve gümrük gişesinde onunla birlikte oturan diğer saygıdeğer şahsiyetler artık gözümde gölgelerden, hayal gücümün eskiden süslediği ve şimdi sonsuza dek kenara atdığı akbaşlı ve kırışık görüntülerden ibaretti. Altı ay öncesine kadar duymaya fazlasıyla aşina olduğum; tüccarlar, Pingree, Phillips, Shepar, Upton, Kimball, Bertram, Hunt gibi birçok isim -bu çok önemli pozisyonları işgal eden dünyanın önde gelen iş adamları- sadece günlük hayatımdan değil, aynı zamanda hafızamdan da tamamen silinmek için ne kadar az zamana ihtiyaç duymuştu! Bu saymış olduğum isimlerin sadece çok azının simalarını hatırlar hâle gelmiştim. Kısa süre sonra, aynı şekilde doğduğum eski kasabam da çevresinde dolaşan bir sis tabakasının altında zihnimde silinmeye başlayarak hayal gibi görünmeye başlayacaktı; sanki gerçek dünyanın bir parçası değil de bulutlar âleminden bir anda ortaya çıkmış, ahşap evlerinde sadece hayali insanların yaşayıp sade sokaklarının ve ana caddesinin canlılıktan uzak sıradanlığında yürüdükleri bir kasaba gibi, her tarafı pusla kaplı olacaktı. Bundan böyle, hayatımın bir gerçeği olmaktan çıkacaktı. Ben bundan sonra artık başka bir yerin vatandaşı olacaktım. İyi yürekli kasaba halkım bana bu yüzden dolayı kırılmayacaktır; çünkü edebî çabalarımla gözlerinde bir öneme sahip olmak için ve atalarımın yaşadığı, öldüğü bu mesken ve mezarda kendime hoş bir anı kazanmak, çok istesem de bir edebiyat adamının düşüncelerini toparlayabilmesi için ihtiyaç duyabileceği güler yüzlü atmosfer burada hiç oluşmamıştı. Diğer yüzler arasında daha iyisini yapabileceğime emindim ve ayrıca bu tanıdık yüzler, bunu söylemesi gerçekten zor ama bensiz de gayet iyi idare edebilirlerdi.
Bununla birlikte, mevcut ırkın büyük büyük torunları, Antik Çağ’ın merakıyla kasabanın tarihinde unutulmaz izler bırakan, Şehir Tulumbası’nı[36 - Şehir Tulumbası: 1835’te Hawthorne, Salem’in izlenimlerini sunan Town-Pump’tan Bir Rill adlı bir taslak yayınladı.] işaret edip çok eski günlerde yaşamış bu zavallı yazar parçasını belki de iyi düşüncelerle anarlar! Ah Yüce Tanrı’m, ne muazzam, ne zafer dolu bir düşünce!
I
Hapishane Kapısı
Bazıları sivri uçlu şapkalı, diğerleri ise başları açık hâlde kadınların da aralarında bulunduğu, kasvetli renkli giysiler ve başlarında gri renkte yüksek tepelikli şapkaları olan gür sakallı adamlardan oluşan büyük bir kalabalık, kapısı kalın meşeden yapılma, etrafı kalın demir çivilerle desteklenmiş ahşap bir yapının önünde duruyordu.
Yeni bir koloninin kurucuları, zihinlerinde başlangıç olarak nasıl erdemli ve mutluluk dolu ütopya olursa olsun, her zaman bakir toprağın bir bölümünün mezarlığa, bir kısmının ise belli gerekliliklerden dolayı hapishaneye ayrılması gerektiğini kabul etmiştir. Bu kurala uygun olarak Bostonlu atalarının ilk hapishaneyi, ilk mezarlığın neredeyse Isaac Johnson’ın[37 - Isaac Johnson: (1601-1630) New England’a geldikten birkaç ay sonra ölen bir kolonistti.] arazisinde ve daha sonra, onun bu olayı takip eden yıllar içerisinde Kral Şapeli’nin eski kilise bahçesindeki tüm cemaatin defnedildiği mezarlığın merkezinde duracak olan mezarının etrafına kurdukları gibi, Cornhill yakınlarında uygun bir yere kurmuş olduklarını söyleyebilirim. Görünüşe göre, kasabanın kuruluşundan on beş ya da yirmi yıl sonra yapılmış olan bu ahşap hapishanenin her tarafı kötü hava şartlarının bıraktığı izlerle böcekler ve çatlamalar gibi eskime belirtileriyle kaplanmış ve olduğundan çok daha karanlık ve kasvetli görünmeye başlamıştı. Meşe kapısının üzerine monte edilmiş, bir zamanlar göz alıcı parlaklığa sahip olduğu açıkça fark edilen paslı çiviler bile, yeni dünyada her şeyden çok daha eski görünüyordu. Suçla ilgili olan her şey gibi, sanki o da hiçbir zaman bir gençlik dönemi geçirmemiş gibiydi. Bu çirkin yapının önünde ve binayla sokaktaki tekerlek izleri arasında, uygar bir toplumun ilk kara çiçeği olan bu hapishaneyi çepeçevre azgınca saran dulavrat otları, domuz otları, alıç otları ve toprakta doğal olarak yetişen tüm vahşi ve çirkin bitki örtüsü bulunuyordu. Bununla birlikte, ana girişin bir tarafına da, neredeyse eşiğe kadar uzanan yabani bir gül ağacı köklerini salmıştı, bu haziran ayında üzerini sanki içeri yeni giren ve cezası bitip hapishaneden ayrılan mahkûmlara doğanın kalbinin derinlerinden gelen sevecenliğini ve hassasiyetini gösterebileceğini ifade edermişçesine, güzel kokulu ve narin güzelliklerini sunan ender bulunan güzellikteki gül goncaları kaplamıştı.
Garip bir şans eseri, bu gül ağacı bugüne kadar canlı kalabilmişti; ancak çok uzun zaman önce üzerine gölgesini sunan devasa çam ve meşe ağaçlarının çoktan yıkılıp yerlerini boş bırakmalarına rağmen, doğanın sert koşullarına karşı ayakta durmayı mı becermişti, yoksa güvenilir oldukları kesin olan kişiler tarafından doğrulandığı gibi, hapishane kapısından içeri girerken Azize Ann Hutchinson’un[38 - Hutchinson: (1591-1643) İnançlarından dolayı Massachusetts Körfezi Kolonisi’nden sürülen dinî bir liderdi. Bkz. Kızıl Damga Tarihsel Bağlamı sayfa x.] ayaklarının ucunda mı bitmişti, belirlemeye çalışmayacağız. Şimdi, tam olarak bu uğursuz giriş kapısında başlamak üzere olan hikâyemizin eşiğinde, doğrudan karşımıza çıkmış olmasından dolayı, çiçeklerinden birini koparıp, okuyucuya sunmaktan başka bir şey yapamayız. Umarım, yol boyunca karşımıza çıkacak tatlı bir ahlaki çiçeklenmeyi sembolize edebilir ya da insana has kırılganlıklar ve üzüntülerle ilgili hikâyelerinin karanlık sonunu bir nebze olsun aydınlatabiliriz.
II
Pazar Yeri
Bundan en az iki yüz yıl önce, belirli bir yaz sabahında hapishanenin önündeki Prison Lane Sokağı’nın çayırlığı, gözleri demir kelepçeli meşe kapıya dikkatlice sabitlenmiş, çok sayıda Boston sakiniyle doluydu. Başka herhangi bir nüfusun söz konusu olması durumunda ya da New England tarihinin bir sonraki döneminde, bu iyi insanların sakallı yüzlerini taşlaştıran korkunç sertlik gözlemlendiğinde, çok ciddi bir şeyin gerçekleşeceği düşünülebilirdi. Bu genellikle, yargılaması mahkeme tarafından sonuçlandırılmış ve suçu kanıtlanmış bir caninin infazına dair halkın verilen kararı onaylaması için toplandıkları sırada, insanların gösterdiği tepkiyi ifade ederdi. Ancak, Püriten karakterinin o ilk dönemlerdeki şiddeti düşünüldüğünde, bu tür bir çıkarıma bu denli kesin ulaşılamazdı. Mesela o sırada, ailesinin sivil otoritelere teslim ettiği hayırsız bir evlat ya da düzgün çalışmayan bir hizmetkâr, kamçı direğinde cezasını çekmek üzere bağlanmış da olabilirdi. Belki de bir Antinomiyen,[39 - Antinomiyen: Püritenin ahlaki veya dinî hukukuna uymayan insanlar.] bir Quaker ya da başka bir sapkın mezhebin üyesi kamçılanarak kasabadan atılacak ya da beyaz adamın ateş suyu yüzünden, kasabanın sokaklarında olaylar çıkaran ve halkın ayaklanmasına neden olan, sersem bir Kızılderili kamçı cezasına çarptırıldıktan sonra, saf dışı bırakılana kadar ormanın karanlığına sürülecek olabilirdi. Aynı zamanda, sulh yargıcının aksi huylu dul eşi yaşlı Muallime Hibbins[40 - Muallime Hibbins: Tanınmış bir Boston tüccarının dul eşi, bir cadı olarak yargılanmış, kınanmış ve 1656’da asılmıştır.] gibi bir cadının da darağacında infazı gayet mümkündü. Her hâlükârda seyircilerin yüzünde; aralarında din ve yasaların neredeyse aynı anlama sahip olduğu, en hafif ve en şiddetli suç eyleminin aynı derecede algılanmasını sağlayacak şekilde her ikisinin de bu insanların karakterlerinde ayrılmaz bir biçimde birbirine karışmış olduğu, aynı ciddiyet ifadesi vardı. Bir suçlu ya da bir günahkâr, darağacının etrafına toplanmış olan bu seyirci grubundan anlayış bekleyebilirdi, ancak alabileceği tek karşılık soğuk ve acımasız bir merhamet olabilirdi. Öte yandan, günümüzde bir dereceye kadar aşağılayıcı, hakaret dolu, alaycı ya da küçük düşürücü bir ceza yöntemi, o dönemlerde neredeyse ölüm cezası kadar onur kırıcı sayılabiliyordu.
Hikâyemizin gidişatının başladığı yaz sabahı, tuhaf bir şekilde dikkat çekici olan başka bir şey de kalabalığın içinde sayıları fazla olan kadınların, infazı gerçekleşecek olan cezaya karşı aşırı ilgi gösteriyor olmalarıydı. O dönemlerde, iç etekleri ve jüpon giyen kadınların, pek de zarif olmayan bedenleriyle kalabalığın içine umursamazca girerek, infazın gerçekleşeceği darağacına en yakın konuma sokulmak için etraflarındaki insanları sıkıştırmaktan alıkoyan bir kibarlık anlayışı henüz gelişmemişti. Hem manevi hem de maddi olarak odönemin eski İngiliz kadınları ve kızları, kendilerinden altı ya da yedi kuşak sonra gelen torunlardan çok daha kaba kumaştan yapılmışlardı; çünkü bu soy zinciri boyunca, birbirini izleyen her anne çocuğuna, kendisinden daha az güçlü ve daha zayıf bir karakter olmasa da daha soluk bir tazelik, daha narin ve daha kısa ömürlü bir fiziksel çerçeve iletmiştir. Şimdi hapishane kapısında duran kadınların dönemiyle, hemcinslerinin hiç de tam anlamıyla uygunsuz bir temsilcisi sayılamayacak erkeksi Elizabeth’in[41 - Elizabeth: 1558’den 1603’e İngiltere kraliçesi.] dönemi arasında yarım yüzyıldan fazla bir zaman bile yoktu. Tüm bu kadınlar onun yurttaşlarıydı ve kendi topraklarının sığır etleri ve biralarıyla birlikte, daha rafine olmayan ahlaki perhizleri, vücut yapılarını belirlemekte büyük ölçüde etkili olmuştu. Bu nedenle de, parlak sabah güneşi, geniş omuzların, iyi gelişmiş göğüslerinin ve uzak adalarda olgunlaşmış ve New England atmosferinde neredeyse hiç solmamış ya da incelmemiş yuvarlak ve kıpkırmızı yanaklarının üzerine vuruyordu. Dahası, çoğunun evli olduğu gözlemlenebilen bu olgun kadınların konuşmalarında hem söylenenlerin anlamı hem de ses tonlarının kalınlığı açısından bizi korkutacak bir cesurluk ve doygunluk vardı.
“Hanımlar!” dedi elli kişilik grubun içinden sert hatlara sahip bir kadın. “Size aklımdan geçenleri söyleyeceğim. Şayet bu Hester Prynne’ı, bizler gibi olgun yaşta ve kilise üyesi iyi bir üne sahip kadınların eline vermiş olsalardı, bu gerçekten halkın çok büyük yararına olurdu. Buna siz ne dersiniz, hanımlar? Eğer bu işveli kadın, yargılanmak için bizim gibi beş kadının önüne getirilmiş olsaydı, sizce saygıdeğer sulh yargıcının vermiş olduğu cezayla yakasını kurtarabilir miydi? Yüce Meryem adına, hiç sanmıyorum!”
“İnsanlar diyor ki…” dedi bir diğeri aralarından. “Cemaatin başına böylesine büyük bir skandal geldiği için Tanrı’nın kutsal papazı Rahip Efendi Dimmesdale’in yüreği kan ağlıyormuş.”
“Sulh yargıçları yüreklerinde Tanrı korkusu olan adamlar, ama hepsi çok merhametli… Bu bir gerçek.” diye ekledi ömrünün sonbaharında olan, yaşlı üçüncü bir kadın. “En azından Hester Prynne’in alnını sıcak bir demirle dağlamalıydılar. Madam Hester kesinlikle dehşete düşerdi, bundan eminim. Ama o, işe yaramaz pislik elbisesinin korsesine ne koyduklarını bile umursamayacaktır. Göreceksiniz, üzerini gayet rahat bir şekilde, bir broşla ya da tam bir günahkâr gibi herhangi bir takıyla kapatıp, eskiden olduğu gibi cesurca sokaklarda yürüyecektir.”
“Ah, ama!” diye, diğerlerinden daha yumuşak ses tonuyla konuşan, çocuğunun elinden tutmuş genç bir kadın araya girerek. “Bırakın damgasını istediği gibi kapatsın, sonuç olarak onun acısını her zaman yüreğinde taşıyacak.”
“Hangi damgadan ve işaretten bahsediyoruz ki, ister elbisesinin korsesinde, isterse alnında olsun, ne fark edecek?” diye haykırdı, bu kendi kendilerini yargıç olarak atamış kadınların arasında en acımasız olduğu gibi en çirkin olanı. “Bu kadın hepimiz adına utanç getirdi ve ölmeli. Bunun için bir yasa yok mu? Kesinlikle var, gerçekten de hem Kutsal Kitap’ta hem de kanun kitabında var. O zaman, bu konuda etkisi olmayan sulh yargıçları, kendi eşleri ve kızları da yanlış yola sapacak olursa bunu kendilerinden bilsinler!”
“Tanrı bize merhamet etsin, hanımlar!” diye bağırdı kalabalığın içinden bir adam. “Darağacında infaz edilmesinden onu kurtaracak, hiçbir erdemi yok mu bu kadının? Bu, şu ana kadar söylenmiş en ağır kelamdır! Şimdi, sessiz olun, hanımlar; çünkü hapishane kapısının kilidi açılıyor ve işte Bayan Prynne geliyor.”
Hapishanenin kapısı içeriden açıldıktan sonra, ilk olarak güneş ışığına, yanında kılıcı ve elinde görevini tanımlayan asasıyla, tıpkı karanlık bir gölge gibi, kasabanın korkunç ve en ürkütücü varlığı olan kasaba mübaşiri çıkmıştı. Bu şahsın görevi, Püriten hukukunun kurallarına göre, suçluya son kez ve kesinlikle koşullara uygun olarak eşlik etmekti ve bu kişi de bahsi geçen yasaların tüm sıkıcı katılığını üzerinde taşıyarak bu katılığı eksiksiz bir şekilde temsil ediyordu. Sol elini, tuttuğu resmî asayı öne doğru uzatmak, sağ elini ise genç bir kadının omzuna koyup hapishanenin kapısından doğuştan gelen haysiyet ve karakter gücüyle, sanki tamamen kendi özgür iradesiyle dışarı çıkıyormuş gibi bir hareketle adamın elini silkeleyen kadının yürümesini desteklemek adına arkasından itmek için kullanıyordu. Kadın kucağında, sanki bugüne kadar sadece zindan ya da hapishanenin karanlık odalarının gri alaca karanlığından farklı bir ışık yüzü görmemiş gibi, güneş ışığı yüzüne düşünce gözlerini kırpıştıran ve küçük yüzünü yumuk ellerinin arkasına saklamaya çalışan, neredeyse üç aylık bir bebek taşıyordu.
Bu çocuğun annesi olan genç kadın dürtüsel olarak, kalabalığın önünde tamamen açığa çıktığında, ilk tepkisi bebeğini sıkıca göğsüne bastırmak oldu; bu tepki elbette ki anne sevgisinden değil, elbisesinin üzerine işlenmiş ya da tutturulmuş olan belli bir simgeyi gizlemek içindi. Bununla birlikte, bir anda, düşüncelerini toparlamayı başarıp utancının bir simgesinin bir diğerini gizlemeye yetmeyeceğini idrak ederek bebeğini kollarına aldı ve yanakları kıpkırmızı olmasına rağmen, yüzünde tamamen kibirli bir gülümseme ve gözlerinde her şeye meydan okuyan bir ifadeyle kasaba halkına ve komşularına baktı.
Elbisesinin göğüs kısmında, oldukça kaliteli kırmızı kumaştan, altın rengi ipliklerle etrafı nakışlarla işlenmiş ve muazzam süslemelerle çevrili büyük bir “A” harfi duruyordu. Öylesine sanatsal ve öylesine bereketli, muhteşem bir yaratıcılıkla yapılmıştı ki, üzerine giydiği kıyafete son derece uygun, bu çağın modasına göre ihtişamlı, ancak koloninin koyduğu düzenlemelere aşırı derecede aykırı düşen, kıyafeti tamamlayan bir süsmüş gibi duruyordu.
Genç kadın, uzun boylu ve neredeyse mükemmel denebilecek kadar zarif bir yapıya sahipti. Koyu ve gür saçları öylesine parlaktı ki, üzerine düşen güneş ışığıyla etrafına ışıltılar saçıyordu; özellikle düzgün yüz hatları ve cildinin sağlıklı görünmesinin yanı sıra, kalın kaşları ve derin simsiyah gözleri yüzüne fazlasıyla etkileyici bir hava veriyordu. Günümüzün kaybolan ve tarif edilemez narin zarafetinden ziyade, kendini belirli bir duruş ve haysiyetle karakterize eden, o günlerin kadınsı narinliğine uygun, hanımefendilere yakışan muazzam bir yönü vardı. Kelimenin tam anlamıyla, geleneksel anlamıyla, Hester Prynne, hiçbir zaman hapishaneden çıkarıldığında olduğu kadar hanımefendi görünmemişti. Onu daha önceden tanıyan ve bir felaket bulutunun altında güzelliğinin kararmasını ve gölgelenmesini bekleyenler, güzelliğinin nasıl parlayarak çevresini saran felaket ve rezilliği nurlu bir aydınlanmaya dönüştürdüğünü görerek şaşkına dönmüş ve oldukları yerde irkilmişlerdi. Hassas bir gözlemcinin, onun görünümünde aslında zarif bir şekilde çok acı verici bir şeyler olduğunu fark edebileceği doğru olabilir. Gerçekten de, özellikle bugün için hapishanede hazırlamış olduğu, büyük bir itinayla diktiği ve kendi düşüncelerine göre tasarladığı elbisesi, ruhunun bu olaylara dair tutumunu, ruh hâlindeki umutsuz umursamazlığını alışılmamış biçim renkliliğiyle ifade ediyor gibiydi. Ancak tüm gözleri üzerine çeken ve böylece Hester Prynne’ı daha önceden yakından tanıyan tüm kadınları ve erkekleri şimdi onu sanki ilk kez görüyorlarmış gibi etkileyecek kadar değiştiren şey, fevkalade şekilde işlenmiş ve göğsünde parlayan kızıl harfti. Bu kızıl harf, onu insanlık ile olağan ilişkilerden soyutlayan ve tek başına kendi alanı içine hapseden bir büyü etkisine sahipti.
“Dikiş konusunda yetenekli, bu kesin.” dedi kadın seyircilerden biri. “Ama bu yüzsüzden önce hiçbir kadın yeteneğini bu şekilde göstermeyi aklına getirmemişti! Hanımlar sizce de bu, kutsal yargıçlarımızın yüzlerine gülmek ve bu değerli beylerin ceza diye kastettiklerinden gurur duymaktan başka nedir ki?”
“Aslında…” diye mırıldandı, yaşlı kadınların arasında en katı yüz hatlarına sahip olan kişi. “Madam Hester’in muazzam kıyafetini zarif omuzlarından çekip çıkarırsak çok iyi olur ve o büyük itinayla diktiği kızıl harfe gelince, daha uygun bir tane dikmesi için ona, eski romatizma atletlerimden bir bez parçasını vereceğim!”
“Ah, susun, komşular… Susun!” diye fısıldadı en gençleri. “Sizi duymasına izin vermeyin! İşlediği o harfin her bir telinin acısını yüreğinin en derinlerinden hissettiğine eminim.”
Tam bu sırada, korkunç görünümlü acımasız mübaşir asasıyla bir hareket yapmıştı.
“Yol açın, iyi insanlar, yol açın, kralın adıyla yol açın!” diye bağırdı. “Geçebileceğimiz bir yol açın ve size söz veriyorum, Bayan Prynne, şu andan itibaren gün ortasını bir saat geçinceye kadar, her erkeğin, kadının ve çocukların cüretkâr kıyafetini rahatça görebilecekleri bir yere yerleştirilecektir. Tanrı, güneş ışığı altında ortaya çıkarılan bu günahtan erdemli Massachusetts Kolonisi’ni korusun! Buraya gelin Madam Hester ve kızıl harfinizi pazar yerindeki herkese gösterin!”
Seyirci kalabalığının arasından derhâl bir geçit açılmıştı. Hemen önünde mübaşir, çevresinde çatık kaşlı adamlar ve küstah bakışlarla onu süzen kadınlardan oluşan düzensiz bir kalabalık ile birlikte, Hester Prynne, cezasını çekmek için ayarlanmış olan uygun yere gitmek için yola çıkmıştı. Etraflarında olup bitenin pek farkında olmayan, sadece yarım günlük bir tatil elde etmenin heves ve merakıyla dolu öğrencilerden oluşan bir grup, sürekli olarak onun yüzünü, kollarının arasında gözlerini kırpıştırarak etrafına bakınan bebeği ve göğsündeki utanç verici harfi görebilmek için kalabalığın arasından koşarak ilerliyordu. O günlerde hapishane kapısından, pazar yerine kadar çok büyük bir mesafe yoktu. Ancak, mahkûmun bu mesafeyi nasıl geçtiği göz önünde bulundurulacak olursa, bu yolculuğun onun açısından pek de kısa olmadığı tahmin edilebilirdi; çünkü tavırları her ne kadar kibirli ifadesini korusa da kendisini görmek için toplanmış kalabalığın her adımı, sanki kalbi herkesin üzerine çıkması ve ayaklarının altında onu çiğnemesi için atılıyormuş gibi, içten içe büyük acı duymasına neden oluyordu. Bununla birlikte, doğamız gereği, acı çeken kişinin katlandıklarını, yoğunluğunu asla oanki acısından değil, ancak esas olarak bunu takip eden iç sızısından anlayabilmesi gibi, muazzam merhametli korunma yapısına sahibizdir. Bu yüzden de neredeyse sakin denilebilecek bir duruş ile Hester Prynne, bu sınavın üstesinden gelmeyi başarmış ve pazar yerinin batı ucuna kurulmuş olan darağacına ulaşmıştı. Artık, Boston’un neredeyse en eski kilisesinin saçaklarının hemen altında duruyor ve oranın bir demirbaşı gibi görünüyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/nataniel-gotorn-8595898/kizil-damga-69429202/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
17. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkmış Hristiyanlık mezhebi. Dostların Dinî Derneği olarak da bilinir. (e.n.)
2
Amerikalı ünlü şair. (1807-1882) (e.n.)
3
Amerika Birleşik Devletleri’nin on dördüncü başkanı. (e.n.)
4
Transandantalizm: Edebiyat okulu veya hareketi. 19. yüzyıl başlarından itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin New England bölgesinde edebiyat, din, kültür ve felsefe alanında ortaya çıkan ve Tanrı’nın birliğine olan temel bir inanca dayanan akım. (e.n.)
5
Mayflower: İlk İngiliz Püritenleri Plymouth, İngiltere’den Kuzey Amerika’ya taşıyan geminin adı. (e.n.)
6
Bu Mıntıkanın Papazları: Hawthorne, okuduğu hicivsel bir biyografiden bahsediyor.
7
Hawthorne aslında bu eserin orijinalinde, Gümrük Dairesi, Kızıl Damga ve diğer farklı taslaklarını tek bir ciltte toparlamak istemiştir.
8
Kral Derby: Namı diğer Hasket Derby (1739-1799), tüccar ve gemi sahibi.
9
Bir tür tekne.
10
Sundurma ya da kapalı yürüyüş alanı.
11
1812 senesindeki savaşa atıfta bulunuluyor.
12
Aziz Matthew 9: 9’a atıf: “İsa bundan sonra geçerken, Matthew adında bir geleneğin alındığı sırada oturan bir adam gördü. Ona, ‘Beni takip et.’ dedi. Ayağa kalktı ve onu takip etti.”
13
Wapping: Londra’nın farklı bir liman bölgesi.
14
Locofoco: Demokrat Parti’nin üyeleri için kullanılan aşağılayıcı bir terim.
15
Gallows Hill, Salem büyücülük histerisi sırasında asılarak idamların gerçekleştirildiği yerdir. Yeni Gine, Güney Avrupa’dan gelen göçmenlerin ilk yerleştiği Salem’in bir parçasıdır.
16
John Hathorne: (1641-1717), Quakerlara zulmetmiştir.
17
150 kişinin hapsedildiği ve 20 kişinin infaz edildiği 1692 tarihli Salem Cadı Davaları.
18
Boreas: Yunan tanrısı, kuzey rüzgârının kişileşmesi.
19
New York’taki kale, 1759’da İngilizler ve 1775’te Amerikalılar tarafından ele geçirildi.
20
Brook Çiftliği: Hawthorne’un katıldığı ortak yaşamda idealist deney.
21
Emerson: Tanınmış Amerikalı Ralph Waldo Emerson (1803-1882) deneme yazarı ve Hawthorne tarafından beğenilen şair.
22
Ellery Channing: William Ellery Channing (1780-1842), sosyal konularda çok etkili olan Amerikalı din adamı.
23
Thoreau: Henry David Thoreau (1817-1862), kısa bir süre Walden Pond’da bir kulübede yaşayan Amerikalı deneme yazarı.
24
Hillard: George Stillman Hillard (1808-1879), Thoreau’ya yardım eden Bostonlı avukat.
25
Longfellow: Henry Wadsworth Longfellow (1807-1882), yazar, Hawthorne’un arkadaşı ve Bowdoin Kolejinden sınıf arkadaşı.
26
Alcott: Amos Bronson Alcott (1799-1888), Hawthorne’un orada kaldığı sırada Concord’da yaşayan idealist Transandantalist.
27
Burns: İskoç şair ve söz yazarı Robert Burns (1759-1796), 1791’de Dumfries’teki Gümrük Dairesinde görev almıştı.
28
Chaucer: Geoffrey Chaucer (c. 1342-1400), İngiliz şair, 1374’te Londra’ya Gümrük Kontrolörü olarak atandı.
29
Napolyon: Napolyon Bonapart (1769–1784), Fransız askerî lideri ve imparatoru.
30
Shakespeare: William Shakespeare (1564-1616), İngiliz oyun yazarı, aktör ve şair.
31
Tropik bir meyve.
32
1776’da General George Washington tarafından kuşatılan İngiliz birlikleri Boston’dan çekildi ve Nova Scotia, Halifax’a taşındı.
33
Jonathan Pue: Hawthorne büyük ihtimalle Joseph Felt’in Salem Kroniklerinden Pue’ye aşinadır ve Pue’nun 1752’de göreve başladığını ve 1760’da öldüğünü öğrenir.
34
Zachary Taylor (1784-1850), 1848’de başkan seçildi.
35
Washington Irving’in “Sleepy Hollow Efsanesi”ndeki doğaüstü karakter.
36
Şehir Tulumbası: 1835’te Hawthorne, Salem’in izlenimlerini sunan Town-Pump’tan Bir Rill adlı bir taslak yayınladı.
37
Isaac Johnson: (1601-1630) New England’a geldikten birkaç ay sonra ölen bir kolonistti.
38
Hutchinson: (1591-1643) İnançlarından dolayı Massachusetts Körfezi Kolonisi’nden sürülen dinî bir liderdi. Bkz. Kızıl Damga Tarihsel Bağlamı sayfa x.
39
Antinomiyen: Püritenin ahlaki veya dinî hukukuna uymayan insanlar.
40
Muallime Hibbins: Tanınmış bir Boston tüccarının dul eşi, bir cadı olarak yargılanmış, kınanmış ve 1656’da asılmıştır.
41
Elizabeth: 1558’den 1603’e İngiltere kraliçesi.