Seyahatü'l Kübra
Karçınzade Süleyman Şükrü
Kâh yürüyerek kâh eşek ve at sırtında, kâh trene binerek ve kâh nehirler, denizler ve okyanuslardaki vapurların yardımıyla şehirler, ülkeler ve kıtalar üzerinde altı yıl süren aralıksız bir yolculuğun doyumsuz bir meyvesi olan bu seyahatname, yazıldığı yirminci yüzyılın arifesindeki girdapların ve gelgitlerin arasında kalmaktan mütevellit hak ettiği yeri henüz elde edememiş çok değerli bir kitaptır. Bu meyanda saklı bir hazineden çıkarılmış paha biçilmez bir eser kıymetindedir. Seyyah Süleyman Şükrü, kendi şahsi hayatından kesitlerle başlayarak deneyimlerini ve olayları bir roman kıvamında anlattığı bu seyahatnamesinde, uğradığı her yerin sosyolojisi, siyaseti, iklimi ve doğasının resmini çizmekle kalmamış okumalarından elde ettiği entelektüel birikimle de geçmişten geleceğe çok farklı konularda yorumlarını ekleyerek okuyucuya konuları daha anlaşılır kılabilme çabası içindedir. Kitabı okurken sadece mekânlar ve olaylarla dolu bir serüven görmeyecek aynı zamanda portre analizleri, dönemin siyasetine dair bugün hâlen daha etkisi devam eden sosyo-politik müzakereler ile Aliya İzzetbegoviç’in tabiriyle “Doğu-Batı arasında İslam” tartışmalarına tanık olacaksınız. Osmanlı’nın son dönemindeki iç ve dış politik kavgaların Avrupa’da, Afrika’da ve Asya’da görülen izlerini sürerken tarihte karanlık kalan bazı sorulara cevap bulacaksınız. Son dönemin politik ve bürokratik çalkantılarına getirdiği eleştirilerin bugüne ne çok ışık tuttuğuna şahit olacaksınız. Hilafet kavramının, Müslüman coğrafyalardaki siyasal anlamını irdelerken bir yandan da Asya ve Afrika’daki İngiliz ağının nasıl örüldüğünü detayları ile okuyacaksınız. Yazar, kalemiyle sizi kitabının içine öyle çekecek ki faklı milletlere, inançlara, mezheplere ve kültürlere sanki bizzat kendiniz dokunmuşsunuz gibi hissedeceksiniz. Sizi götürdüğü şehirlerin mimarisini anlatırken kendinizi, elinizde fotoğraf makineniz Boğaz’ı, Eyfel’i, Piramitleri, Lal Kıla’yı, Şah Cihan Cami’yi Çin Seddi’ni ve diğer sayısız tarihî mekânı ve tabiat güzelliklerini çekerken bulacaksınız. Diğer yandan ansiklopedileri karıştırıyormuşsunuz gibi seyyahın rotası üzerindeki ülkelerle alakalı olarak bugün birçok kaynakta elde edemeyeceğiniz demografik bilgiler, kentsel gelişmişlikler, ekonomik veriler, doğa ve iklim tanımlamaları, tarımsal ürünler ve gözlemler, sınırlar ve mesafeler, kütüphaneler, taşınır ve taşınmaz tarihî eserler, kitaplar ve kültürel ögeler ile yerel portrelere ulaşacaksınız. Kendisini insanlığa bir eser bırakma misyonuna adadığını söyleyen seyyah, bu kitabı sanki kendi ifadesiyle mecburi bir seyahat nedeniyle değil de gittiği yerlerin her bir detayını raporlayarak çağdaşlarına ve geleceğe bir armağan sunmak amacıyla yazdığı aşikârdır.
Karçınzade Süleyman Şükrü
Seyahatü’l Kübra
SUNUŞ
Yayıncılık hayatının önde gelen isimlerinden Sayın Yasin Topaloğlu böylesi heyecan verici bir projeyi teklif ederken aslında bana yirminci yüzyılın kapısı henüz açılmışken Evliya Çelebiliğe kendini adayan Süleyman Şükrü’ye yol arkadaşlığı yapmamı teklif ettiğini anlamıştım. Daha başlar başlamaz seyyahımızın attığı her adımı görebiliyor, yazdığı her harfin mürekkep kokusunu alabiliyor ve kıtalardan kıtalara, ülkelerden ülkelere, milletlerden milletlere, inançlardan inançlara, kültürlerden kültürlere yaptığı yolculuktaki her deneyimin doyumsuz lezzeti ile mütelezziz oluyordum. “Ne olur Allah’ım, bitmesin bu serüven!” demekten kendimi alamıyor ve bir sonraki durağı heyecanla bekliyordum.
Süleyman Şükrü, kendi topraklarındaki insanların gerçek manada dikkatine henüz mazhar olmamış olsa da onun bu toprakların yetiştirdiği nadide seyyahlardan biri olduğundan şüphe yok. Çok gezen mi çok okuyan mı bilir meselinin çok gezen tarafını tecessüm ettirmiş olsa da gittiği her yerin kütüphanelerini kendine mesken ederek seyyahlığını entelektüel merakıyla da taçlandırmış bir gezgindir. Kâh yürüyerek kâh eşek ve at sırtında, kâh trene binerek ve kâh nehirler, denizler ve okyanuslardaki vapurların yardımıyla şehirler, ülkeler ve kıtalar üzerinde altı yıl süren aralıksız bir yolculuğun doyumsuz bir meyvesi olan bu seyahatname, yazıldığı yirminci yüzyılın arifesindeki girdapların ve gelgitlerin arasında kalmaktan mütevellit hak ettiği yeri henüz elde edememiş çok değerli bir kitaptır. Bu meyanda saklı bir hazineden çıkarılmış paha biçilmez bir eser kıymetindedir. Seyyah Süleyman Şükrü, kendi şahsi hayatından kesitlerle başlayarak deneyimlerini ve olayları bir roman kıvamında anlattığı bu seyahatnamesinde, uğradığı her yerin sosyolojisi, siyaseti, iklimi ve doğasının resmini çizmekle kalmamış, okumalarından elde ettiği entelektüel birikimle de geçmişten geleceğe çok farklı konularda yorumlarını ekleyerek okuyucuya konuları daha anlaşılır kılabilmeyi amaçlamıştır.
Kitabı okurken sadece mekânlar ve olaylarla dolu bir serüven görmeyecek aynı zamanda portre analizleri, dönemin siyasetine dair bugün hâlen daha etkisi devam eden sosyo-politik müzakereler ile Aliya İzzetbegoviç’in tabiriyle “Doğu-Batı Arasında İslam” tartışmalarına tanık olacaksınız. Osmanlı’nın son dönemindeki iç ve dış politik kavgaların Avrupa’da, Afrika’da ve Asya’da görülen izlerini sürerken tarihte karanlık kalan bazı sorulara cevap bulacaksınız. Son dönemin politik ve bürokratik çalkantılarına getirdiği eleştirilerin bugüne ne çok ışık tuttuğuna şahit olacaksınız. Hilafet kavramının Müslüman coğrafyalardaki siyasal anlamını irdelerken bir yandan da Asya ve Afrika’daki İngiliz ağının nasıl örüldüğünü detayları ile okuyacaksınız. Yazar, kalemiyle sizi kitabının içine öyle çekecek ki farklı milletlere, inançlara, mezheplere ve kültürlere sanki bizzat kendiniz dokunmuşsunuz gibi hissedeceksiniz. Sizi götürdüğü şehirlerin mimarisini anlatırken kendinizi, elinizde fotoğraf makineniz Boğazı, Eyfel’i, Piramitleri, Lal Kıla’yı, Şah Cihan Cami’yi Çin Seddi’ni ve diğer sayısız tarihî mekânı ve tabiat güzelliklerini çekerken bulacaksınız. Diğer yandan ansiklopedileri karıştırıyormuşsunuz gibi seyyahın rotası üzerindeki ülkelerle alakalı olarak bugün birçok kaynakta elde edemeyeceğiniz demografik bilgiler, kentsel gelişmişlikler, ekonomik veriler, doğa ve iklim tanımlamaları, tarımsal ürünler ve gözlemler, sınırlar ve mesafeler, kütüphaneler, taşınır ve taşınmaz tarihî eserler, kitaplar ve kültürel ögeler ile yerel portrelere ulaşacaksınız. Kendisini insanlığa bir eser bırakma misyonuna adadığını söyleyen seyyahın bu kitabı, sanki kendi ifadesiyle mecburi bir seyahat nedeniyle değil de gittiği yerlerin her bir detayını raporlayarak çağdaşlarına ve geleceğe bir armağan sunmak amacıyla yazdığı aşikârdır.
Bu seyahatname ayrıca bir Osmanlı bürokratının otobiyografik bilgisini de ihtiva etmektedir. Burdur’daki çocukluk ve gençlik döneminden başlamak üzere hatıralarını ve babasından ve atalarından duyduklarını, memuriyete geçişini, sonraki süreçte yaşadığı deneyimlerini ve gözlemlerini teferruatlı bir şekilde kaleme almıştır. Diğer yandan fikrî hayatı ile ilgili çok sayıda yazıya eserde yer vermiştir. Bu bağlamda Meşrutiyet Dönemi düşünce dünyasının kendisine has bir portresini resmetmektedir.
Seyyahımız muhatap olduğu ya da gördüğü farklı karakterler ve topluluklar üzerinde farklı fikirleri tartışmaktan ve irdelemekten çekinmemiştir. Mesela Bedri karakteri üzerinden Osmanlı devleti bürokrasisi içindeki çalkantılara yer vermekte ama devletin azametli yöneticilerinin bunları çözecek akıl ve yetenekte olduğunu da samimiyetle vurgulamaktadır. Kendisi her ne kadar Bedri karakteri üzerinden bu çalkantılarla gittiği her yerde mücadele etse de kendi ifadesiyle ne yazık ki her hainin bir gafil koruyucusu bulunmaktadır. Fikirlerini dile getirme özgürlüğünden hiç ödün vermeyen yazar kişi ve yerler hakkındaki yorumlarını hiç çekinmeden ve otosansürsüz dile getirmektedir. Bu konuda saltanat ve hilafete olan saygı ve hürmeti saklı kalmak kaydıyla Osmanlı yönetim eliti hakkındaki tüm gözlemlerini de çekinmeden dile getirmektedir. Bu anlamda Azeri iş adamıyla saltanat sistemi ve İran üzerine yaptıkları uzunca fikrî münazara bugün hâlen daha süregelen tartışmaların izlerini taşımaktadır. Yazar tutkulu bir Osmanlı hayranıdır. Bundan mütevellit, gittiği birçok yeri köhne olarak görürken Osmanlı’yı yüceltmekten kendini alamaz. Fakat bu bağlılık, sorgulamalarına engel teşkil etmez.
Seyyah, şehirlerin mimarisini ve coğrafyasını anlatırken insana dair sosyolojik ve kültürel değerlendirmeler yapmaktan da geri kalmaz. Bu bakımdan kitabın en güzel özelliklerinden biri, şehirleri anlatırken insan sosyolojisi ile yapıların tasvirlerini iç içe anlatmasıdır. Bunu sadece Tahran’da değil, Paris’te de görürsünüz, Kahire’de de Haydarabad’da da… Ama gittiği hiçbir yerde vatan sevgisi peşini bırakmaz. Bunu bazen vatan hasretliye bazen de gerçek bir inanmışlıkla dile getirir. Paris’in güzelliklerini anlatırken bir anda millî duygulara yenik düşüp tekrardan İstanbul ve saltanat övgülerine başvurur. Bunu sadece dönemin milliyetçi akımlarından esinlenmiş millî bir heyecan olarak görmemek gerekir. Bu aslında yazarın keyifle başvurduğu bir karşılaştırma metodudur. Hangi şehrin güzelliğini anlatsa tekrar İstanbul’a döner, onun kendisinde uyandırdığı yüce duygulardan bahsettikten sonra anlatmakta olduğu şehri onun karşısında mağlup ettirir.
Seyahatname her hâliyle doyurucu bir bilgi ve deneyim şöleni sunmakta mahir bir kalemdir. Ekseriyetle bir memlekete gitmeden önce ora hakkında sözlü ve yazılı bilgiler edinir. Gittikten sonra da oranın resmî kaynakları ve kütüphanelerine başvurarak kitabını zenginleştirir. Öyle ki verdiği bilgiler bugün o ülke üzerine çalışanlar için hâlen daha çok kıymetlidir. Bu anlamda ziyaretlerinin hiç de plansız ve tesadüfi olmadığı ve bir amaç taşıdığı izlenimi vermektedir. Diğer yandan seyyahın gittiği her yerde resmî makamlara kolayca ulaşabilmesi, elinde bir padişah fermanı varmış gibi her ortamda hürmet görmesi ve karşılanıp ağırlanması da dikkat çekicidir.
Böylesi bilgi ve tecrübe açısından her sayfası sürükleyici olan bu seyahatnameyi yayına hazırlayıp sadeleştirmek, benim için büyük bir onur vesilesidir. Orijinal nüsha üzerinden yapılan bu sadeleştirme çalışmasında sadece Arapça ve Farsça kelimeler günümüz Türkçesine uyarlanarak yapılmamıştır. Anlam ve muhtevaya zarar vermeden bazen uzun cümleler bölünmüş bazen de bir paragraf birkaç paragrafa ayrılmıştır. Nadiren bir paragraf içerisindeki bir bölüm anlam bütünlüğü çerçevesinde bir sonraki paragrafa dâhil edilmiştir. Ayrıca kitaba asıl nüshasında olmayan bazı başlıklar eklenmiştir. Bu başlıklar, özellikle kitabı bölümlere ayırmada ya da uzunca bahsedilen ama başlık konulmayan şehir ya da bölgeleri adlandırma amacıyla konulmuştur.
Diğer yandan, parantez içerisinde birtakım açıklamalar eklenmiştir. Seyyah, hem Hicri hem de Rumi takvim kullanmıştır. Tarafımca söz konusu tarihlerin Miladi takvim uyarlamaları parantez ile eklenmiştir. Ayrıca yine kitapta yazarın takip ettiği tüm rotalar, haritalar yardımıyla teyit edilmiştir. Gidilen yerler hakkında okumalar yapılmış ve buraların isimleri sonradan değişmiş ise bugünkü güncel adları ansiklopedik kaynaklardan da yararlanılarak parantez ile eklenmiştir. Son olarak kitapta geçen isimler ve bazı kavramların güncel hâlleri parantez içinde sunulmuştur. Tüm bunlara ilişkin bazı dipnotlar da eklenmiş ve yazarın dipnotları ile karıştırılmaması amacıyla bu açıklamaların sonuna çevirenin notu (ç.n.) ibaresi konulmuştur.
Bu sadeleştirme çalışmasında Seyahatü’l-Kübra’nın 1907 Petersburg nüshası dikkate alınmıştı. Eser üzerine daha önce yapılan iki kitap çalışması bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Salih Şapçı tarafından sadeleştirme yapılarak transkripsiyon şeklinde 2005 yılında hazırlanan ve Eğirdir Belediyesi Yayınlarından çıkan Seyahatü’l-Kübra/Büyük Seyahat adlı eserdir. Diğeri ise Hasan Mert tarafından birebir transkripsiyon olarak 2013 yılında hazırlanan ve TTK Yayınlarından çıkan Seyatü’l-KübraArmağan-ı Süleymani Be-Bargah-ı Sultani adlı çalışmadır. Yine seyahatnamenin tümü ya da bir bölümü üzerine çok sayıda akademik çalışma ortaya konulmuştur. Şüphesiz, sadeleştirme öncesi bu çalışmalar da incelenmiştir.
Kitapta çok sayıda Arapça ve Farsça şiir bulunmaktadır. Bu şiirlerin geneli yazarın gittiği yerlerde kütüphanelerde elde ettiği arkaik ya da bölgesel Arapça ve Farsça metinlerdir. Bu nedenle çevirisi yapılan bu metinlerin yalnızca özetleri eklenmiştir. Şiirlerde ise okunan şiirin anlam ve muhtevasına göre bir çeviri tercih edilmiştir.
Kitap titiz bir çalışmanın ürünüdür. Çalışmada, günümüz seyyahlarına, bilgi ve irfan meraklılarına ve kitabın kapsadığı konuları çalışan araştırmacılara yardımcı olması amacıyla çok boyutlu bir sadeleştirme amaçlanmıştır. Umulur ki bu çalışma, hem Osmanlı’nın son Evliya Çelebisi olan Süleyman Şükrü’nün gerçek manada tanınıp anlaşılmasına bir katkı sunar hem de tarih, coğrafya, siyaset ve kültür meraklılarına yeni bir merak kapısı aralar.
İnsan ne yaptı ki eksiği olmasın. Eksikliklerimizin hoş görülmesi temennisiyle…
Bekir Akçelik
Ankara-2021
YAZARIN ÖN SÖZÜ
Cenabı Allah’ın birliğini ve kudretinin büyüklüğünü onun yaratmasındaki kusursuzluğu sayesinde idrak eden insanoğlu, geleceğin neler getireceğinden habersizdir. Bu nedenle geçmişten ders almaya mecburdur. Bu amaçla geçmişteki olayları araştırıp incelemekten başka da bir imkânı ve yetkisi bulunmamakta ve merakını gidermek yolunda bunu yapmaktan da kendisini alamamaktadır. Çünkü tarihin akışı tıpkı elektrik bataryasının bir ucundan geçip diğer ucuna gelen elektrik sisteminde olduğu gibi gözle görülmeyen iki güç arasındaki iletken maddeye benzemektedir. Geçmiş ile karşılaştırılan düşüncenin yararlandığı ışık kaynağı da geleceğin bilinmezliğindeki vakaları meydana gelmeden önce görmeye ya da tahmin etmeye başlayana kadar insanlık için delil ve ışık olacaktır. Diğer bir ifadeyle geçmişteki olaylar manzumesi insanoğlunun gelecekteki olayları kavramasına sürekli imkân sağlayacaktır.
İnsanoğlunun bazı konulara gereğinden fazla yönelmesi sonucu düşüncesi durgunlaşır. Bunu aşmaya hevesli olan insan, yaratılışın verdiği dürtüyle hayatı boyunca yaşadığı deneyimlerden yararlanır ve neticesinde elde ettiği bilim ve anlayışla güçlenir. Bu sayede kalbinde ve ruhunda da ferahlık duygusuna ulaşır ve bu manevi lezzetle kendinden geçer. Geçmişin gizli derinliklerinden ortaya çıkardığı gerçekliğin ışığıyla aydınlanamadıkça akıl gözle görülen sınırlı dünyayı kavramaya daha fazla çabalamaya çalışır. Geçmişin tercümanı olan tarihin her geçen gün yenisi eklenen sayfalarında biriken olayları eline alarak ihtiyacına göre araştırır. Bunun sonucunda ortaya çıkaracağı doğru sonuçları kendi geleceğine rehber yapar.
Ne manaya geldiğini idrak edemeyenlerin boş söz dediği, akla yol gösteren tarihin yorumu olan seyahatnameler, tarihçiler ile coğrafyacıların yardım ve bilgi kaynakları arasındadır. Medeni milletler seyahatname okurlar, seyahate ilgi duyarlar, seyyahlara dost ve yardımcıdırlar. Seyahatnameler, medeniyetin temeli, yol gösterici, ilim kaynağı, fen bilimlerinde ilerlemeyi teşvik edici, bilimin sebebi, milletler arasındaki ilişkileri düzenleyici, doğru yolun göstericisi, her iki cihanda mutluluk sebebidir. Hz. Muhammed’e tabi İslam ümmetinden her erkek, maddi ve manevi yönden yahut farklı sebeplerden seyahate gücü yetmese de seyahatnameleri gözden geçirmeye dinen mecburdur. Diğer yandan felsefi gelişim açısından da bu bir ihtiyaçtır.
Bir ferdi olarak gurur duyduğum soylu Osmanlılar, aslen medeniyet yolunda ilerleyen ilim sahibi milletlerdendir. Fakat ne acıdır ki içimizden vatandaşları ikaz azmiyle seyahat zorluklarına katlanacak gezginler çıkartıp kütüphanemize detaylı seyahatnameler bırakılamamıştır. Batı dillerini bilen yazarlarımızın yabancı eserlerden tercüme yoluyla faydalanmak üzere ortaya koydukları tekil çalışmalarda ise İslam dünyasıyla ilişkili önemli maddeler yoktur. Belki de bu saklanmaya çalışılmıştır. Kütüphanelerimizdeki bu eksiklikten dolayı, dünya memleketlerinin bugünkü toplumsal, coğrafi ve siyasal durumlarını ve detaylarını inceleme ve onlar hakkında bilgi sahibi olma imkânım olmadı. Bu eksikliği gidermek için ben de kısmen dolaşarak bunca edebiyatçılara rağmen kaleme almaya cesaretlendiğim “Seyâhat-ül Kübra” adlı bu seyahatnamede görülen kusurlarımın iyi niyetime bağışlanarak hatalarımın düzeltileceğinden, eksiklerinin tamamlanacağından hiç şüphem yoktur.
Din ve devletine doğru bir şekilde sadakat duyanların dostlarına da yardımcı Rabb’imizden bu çabamda yardım diler, erdemli kişilerden af beklerim.
Karçınzade Süleyman Şükrü
GİRİŞ
Fetihçilik arzusundan kurtulamayarak hükmünü ortaya koymaya cesaretlendikçe acı tecrübelere uğrayan nice devlet ve hükümdarların[1 - Saltanatın Mimarı Gazi Sultan Osman Han hazretlerinin Bursa’yı fethinden, Cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u kuşatmasına kadar Doğu Roma İmparatorluğu tahtında oturan kayserleri, Trabzon Rum İmparatorluğu, Karakoyunlulardan Uzun Hasan, Karamanoğulları ve bunlar gibi türediler, Bulgar, Sırp, Ulah, Rus ve Nemse kralları, Varna’da Kosova, sırasıyla ortadan kaldırılan Avrupa güçlerini geneli, diğer yandan Ramazanoğulları, Dulkadiroğulları, Mısırda kurulan Çerkes Devleti, İran’da kaftan giyine Safevilerden Şah İsmail, Şah Tahmasab ve halefleri, zorbalardan Nadir Şah, Yemende korku ile yöneten Mutahhiroğulları, Tunus ve Cezayir topraklarında zulüm yapan İspanya vahşileri, bir dönemin İngiltere’si sayılan Venedikliler, Mora Yarımadası’nı işgal eden İtalyanlar, Kanuni devrinde var olan Macaristan Bohemya ve Hersek Kralları, Fransa Kralı Fransuva Josef, Almanya İmparatoru XVI. Şarlken ve bütün Avrupa, Hindistan’da Portekizliler, Sudan ile Haraar’ın fethinde Habeş Neçeşileri, bir dönem Prut Nehri kenarında Baltacı Mehmed Paşa’ya aman diyen Rusya İmparatoru Büyük Petro ve İmparatoriçe Katerina ve diğerleri…] yüzyıllarca önünde diz çöktüğü kudretli Osmanlı Devleti’ne ve İskender gibi büyük padişahlarına karşı var olan tutku ile birlikte izzet ve saygınlıkla kıymetlenmiş kudretli bir sıfatın, muhteşem bir hilafetin, herkesi birleştirme kudretine sahip bir saltanatın ve ilahi bir gücün gölgesi olarak vasıflandırılan bir zatın mevcudiyetinden kaynaklanan baskın arzu ile (bu seyahate başladım). Asya ve Avrupa kıtalarını ve Avustralya sınırları içinde bulunan Sumatra, Cava, Brunei, Sri Lanka, Maldiv, Malezya, Polonezya, Hebrit, Kaledonya, Maryan, Karolin gibi okyanus sularının zengin ada devletlerini (boydan boya gezdim). (Bu seyahatime) Avrupa’nın yarısını tamamıyla elinde tutan, şerefli hükümranlığının altına olmakla iftihar duyan, canını feda etmek adına o kudretli makamın sadece şanlı bir fermanını bekleyen İslam âleminin her baştan kuşatan ve 89 milyon kilometre toprağındaki bu geniş toprağı ve bir milyar yüz yetmiş beş milyon nüfusu ile saltanatı altında bulundurmayı başaran sahip şevketli ve güçlü Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkış noktası olması münasebetiyle manevi varlığından hiçbir şüphe bulunmayan mübarek Anadolu toprağının güneyinde bulunan Konya Vilayet’ne bağlı Hamidâbad Sancağı sınırlarındaki Eğirdir’den başladım. Burası, benim yaşadığım şehir olduğu için başlangıç noktası olarak seçildi.
Şanlı bir mazisi bulunan Eğirdir şu an itibariyle üçüncü sınıf bir kaza merkezi olsa da konumunun güzelliği ve tarihi önemi dikkate değerdir. MÖ 22. yüzyılda Irak’tan Anadolu’ya gelen Lid kavminin kalıntılarından müteşekkil bu kadim şehir, Selçuklu sultanlarından Alparslan’ın fetihleri döneminde Romalılardan alınarak İslam topraklarına dâhil edilmiştir. Bu aşılması zor engeli ortadan kaldırdıktan sonra Batı Asya fetihlerini İzmir Körfezi’ne doğru kolaylıkla genişleten bu kıymetli komutan, İslam güneşini daha da aydınlatma azmiyle Çin’e doğru ilerlerken Azerbaycan yakınlarına ulaştıkları esnada yokluğundan istifade edilme ihtimaline karşılık askerlerinin başından bizzat bulunuyorlardı. O esnada ansızın sınırı geçmeye cesaret gösteren Roma İmparatoru Romanos (Romanos Diogenes) ile onun müttefiki Rus kralının tüm güçlerinin Ahlât ve Malazgirt ovalarından karşılayıp sel gibi saldırıya geçen bu düşman bölüklerini yirmi dört saat içerisinde mahvetti. Kurtulanları ise ahdine bağlılık gösteremeyen hükümdarları ile birlikte esir ederek dünyaya korku salmıştı.
Böylesi bir cesaret ve aslan heykeli bir sultanın soyundan gelmesine rağmen dönüş yollarının güvenliğini sağlamaktan âciz olma, bunun yanı sıra yeteri miktarda mühimmat ve yiyecekleri olmadan tedbirsiz bir şekilde üzerine gelen dört buçuk Tatar’ı dahi karşılamaya cesaret edemeyen, selefinin zafer şükranı olarak tacını ve tahtını bırakmak kaydıyla esaretten azat ettiği Rum kayserinin (Bizans) ailesinin huzuruna çıkmaya can atan Sultan Alaattin bin Keykubat’ın korkaklığı nedeniyle Konya İslam saltanatı düşmüştür.
Bu devrin ardından Allah’ın bir nimeti olarak gün yüzüne çıkan kıymetli Osmanlı Hanedanı bir güneş gibi açmış ve gücün ve azametin göstergesi padişahımız Gazi Hüdavendigar Efendimiz hazretleri, hükmünü ortaya koymaya başlamıştı. İşte o saadet döneminde Hamidoğlu namındaki derebeyi, padişahın kudretli kapısına yüz sürmeyi ve geniş topraklarını teslim etmeye gelmiştir. Padişahımız lütuf göstermiş ve huzurlarına kabul edilmişti. Bu kabul sonrası Padişah tarafından ihsan edilen yüksek bir tutar ile bu bölge satın alınmıştır. Neticede, uzun zamandır bu şanlı hâkimiyetin altına girmeyi arzu eden bölge sakinleri o zorbaların elinden bir merhamet gösterisi olarak kurtarılmıştı. Böylece bu güçlü kale, yeniden şevketli bir padişahın kıtaları aşan hükümranlığı altından bulunmaya başlamış ve şereflenmiştir.
Rimpapa’nın (Roma Papası) teşvikiyle Avrupa’nın her tarafından ortaya çıkıp önlerinde yürüttükleri bir aptalı rehber olarak kabul eden Haçlılar, İslam şehirlerine doğru korku salan bir sel gibi olanca şiddet ve hızla durmaksızın saldırdılar. İşte Eğirdir, sadece bu serserilerin yayılabildikleri yerlerde sebep oldukları facia ve vahşetlere sahne olmamış. Bana göre Timurlenk’in Küçük Asya’yı boydan boya görülmemiş kötülük ve korkuya maruz bıraktığı o hazin günlerdir bu dönemden daha kötüdür. İşte Eğirdir bu saldırılara mertçe karşı koyarak bu hunharca akımların hiçbirisine teslim olmamıştır. Burası din ve devletin onuru için çaba gösteren yiğitlerin toplanma yeridir. Bununla birlikte, İslam ordusunun en önemli mühimmat merkezi konumunda olmuştur.
Benzeri görülmemiş bir kalabalıkla akın akın gelen Haçlıların ortadan kaldırılması uğrunda savaşan Selçuklu Hükümdarı Kılıçaslan istihkâmlarının gücüne güvenmediği Konya’daki hanedanlarını ve hazinelerini aldırıp Eğirdir’e naklettirdi. Bu durum, buranın Anadolu’nun savunma ve stratejik konum anlamından en önemli yerlerinden biri olduğunu göstermeye yetmektedir. Kâfirler haşeratının temsilcisi Haçlılar adındaki zavallıların iki milyon kadarı, onları karşılayan Müslüman yiğitlerin keskin kılıçlarıyla güzelce param parça edilmişti. Birçoğu aç ve susuz bir hâlde geberdiler. Bu çatışmalardan kurtulabilenler ağızlarının payını alarak perişan bir vaziyette çekildiler. Olaylar yatışana değin bir müddet kendi aileleri ile burada kalmışlardır. Şehirde yıllarca bulundukları bilinmektedir.
Selçukluların yıkılışından Osmanlı Devleti’nin yükselişine kadar Küçük Asya’nın büyük kısmı Romalıların elinde bulunuyordu. Bu nedenle bu memleket Güney Anadolu’nun asırlarca gözetleme noktası, İslam toprağının en meşhur sancağı ve şanlı sınır boyu olmuştur.
Orhan Gazi hazretlerinin devrinde ortaya çıkan temiz süt emmemiş Karamanoğlu, Sultan Süleyman hazretlerine değin siyasi oyunlar yapmaya devam etmiştir. Bununla da kalmayıp Köprülüzade’nin vezirliği döneminde yeniden sahneye çıkmıştır. İstanbul’un fethinden Avrupa’ya yönelik devam eden savaş ve zaferler esnasında meşguliyetlerimizden yaralanmaya çalışmıştır. Papa ve İtalyanların kışkırtması ve yardımıyla fırsat buldukça her tarafa hücum etmeye çabalamışlar fakat Eğirdir Kalesi’nin yakınına dahi uğrayamamışlardır.
Vatanın korunmasına asırlarca göğüs geren bu aslan toprağının geçmişini bilinmezlikten kurtarmak benim için bir görevdir. Bunun için ilk başta İslam öncesi durumunu açıklamak ve Güney Asya’nın geçmişine odaklanmak gerekmektedir.
Güney Asya’nın tarihi sürecine ve önceki siyasetine dair bilgilerim özet olarak şunlardan bahsedilebilir.
OSMANLI ASYASI
Geniş topraklara sahip olan şevketli Osmanlı Devleti’nin yalnızca tarih boyunca en kıymetli yerlerden biri olan Asya topraklarında değil kuzeyde Karadeniz ve Marmara Denizi, doğuda Kafkasya ile Acemistan ve İran Körfezi, batıda Adalar Denizi (Ege Denizi) ve güneyde Kızıl Deniz ile Umman Denizi’ne kadar sınırları uzanmaktadır. Genişliği 4 milyon 500 bin kilometre alanı kapsamaktadır. Bu şekliyle tahminen bütün Avrupa’nın yarısı kadardır. İçerisinde barındırdığı farklı tabaka ve topluluklar nedeniyle coğrafi olarak yedi iklim şeklinde sınıflandırılmıştır: Anadolu, Kürdüstan, Erzincan havalisi, Irak, al-Cîre, Şam, Arap şehirleri. Bu geniş toprakların kendine has bir yeri olan Anadolu ise 130 bin kilometre alan içerisindedir. Yarımadanın denize yüksekliği ise 1.000 metredir.
ANADOLU
Anadolu topraklarının Tufan’dan önceki durumu konusu çok net bilinmiyor. Tufan olayı cereyan ettikten sonra yaklaşık yüz elli yıl boyunca buraya hiçbir topluluk ayak basmamıştı. Bu tarihten sonra ilk gelerek burayı vatanlaştıran kişi Samoğullarından Lidyun’dur. Bu topluluk en eski kavimlerden biridir. Bunlar, kadim Irak topraklarında bulunan Kalde ve Resulayn taraflarından gelmişlerdir. Geliş tarihleri milattan 2200 sene öncesine takrip etmektedir. Önceki vatanlarından ayrılıp buraya göç ettiren liderleri ise Namarde’dir. Onun liderliği altında medeniyet ve bilgi alanından ilerleme kaydettiler. Eski Keldani Saltanatı olarak niteleyebileceğimiz bu devletlerini, Azerbaycan tarafından üzerlerine gelen Yafesoğulları’nın yıkıcı hücumlarına karşı korumak ve onlara bağlı kalmaktan kaçınmak istiyorlardı.
Lid Kavmi yeni vatanlarını kurmakla ve özgür bir şekilde yaşamaya başladılar. Bu sürede Irak hükümdarlarından önde gelenlerini ortadan kaldırarak Babil diyarından Midya Devleti adından yeni bir devlet kurdular. Bundan kısa bir süre sonra Yafesoğulları Anadolu’nun doğu ve kuzeyini tamamen ele geçirerek sınırlarını Kızılırmak’a kadar uzatmıştı.
Orta ve Güney Asya’da hüküm süren Yafesoğulları’nın batı toplulukları üzerine yürüdükleri dönem malum Tufan’dan sonra eski milletler için yeni bir tufan olarak nitelenebilir. Bu olay kavimleri göçünden biraz evvel olsa da bu zaman farkı çok fazla değildir.
TUFAN’DAN SONRA ANADOLU’YA YERLEŞEN KAVİMLERİN KÖKEN VE KOLLARI
Anadolu’nun bu şekilde ilk yerleşiği olan Lid Kavmi, köken olarak kökeni Asurlular ve sonradan buraya gelerek doğu ve kuzeye yerleşen Midyon/Yafesoğulları ile aynı kökendendir. Diğer bir ifadeyle bu kavim köken olarak ilk Türklerdendir.
Türklerin dünyayı sarsmaya başladıkları bu tarihte Atina ve Mora bölgelerinde kimseler yaşamıyordu. Buralar sahipsiz birer araziydiler. Öyle ki Yunanlıların adını kimse duymuş dahi değildi.
Anadolu’nun imarından bir asır sonra Türk akıncılardan Balasic kavmi Asya’dan Mora Yarımadası’na geçerek altı asır boyunca bu bölgede hem ikamet etmiş hem de burayı yönetmiştir. Durum böyle ise de zaman içerisinde aralarında çıkan anlaşmazlık ve güvensizlik nedeniyle kavimlerinin buradaki varlığı nihayete ermiştir. Nihayetinden hâkimiyetleri tarumar olmuş ve toplulukları yok olup gitmişlerdir.
Balasicler sanat ve ticaret bakımından kendi çağlarının çokça ilerisinde etkili ve gelişmiş bir kavim idi. Mora çevresini düzgün bir şekilde imar etmelerinin yanı sıra Anadolu ve İtalya taraflarında dahi önemli topraklar inşa etmişlerdir. Bunun yanı sıra Fransa’nın en önemli iskelesi olan Marsilya şehrini kurmuş ve işletmişlerdir.
Anadolu’nun zengin ve korunaklı yerlerinden olan ve şimdilerde meşhur ve ören yeri olarak tabir ettiğimiz harabelerin çoğunluğu onların eserleri ve kalıntılarıdır.
Yunanistan’da bulunan Gemikente, Yerniste, Arğos, Sıkyonte ve Orhumenite kasabaları dahi bu kavimden mirastır.
Midilli adasının eski milletlerden beri bilinen ve tarihî yollara kadim ismi aslında bu kavmin adından kaynaklı olarak Belasicya’dır (Pelasgia).
Bunların ihtişamları ortadan kalktıktan çok zaman sonra Helenliler, diğer bir ifadeyle Yunanlılar, Tuna vadisinden harekete geçip Mora taraflarını ele geçişmişlerdir.
Leh tarafından geldikleri dönemde ciddi anlamda cehalet ve görgüsüzlük içerisindeydiler. Eski Yunan’da sonraları görülen üstünlüğün sebebi, ele geçirdikleri bölgelerde ilk Türkler diyebileceğimiz Belasiclerden (Pelasgian) kalan mirası değerlendirip tecrübe edinmeleridir.
Bu sırada Ege Denizi’nde bulunan adalar Fenikelilerin; Eğriboz ve Atina bölgeleri ise Mısır göçmenlerinin ellerindeydi.
Yunanlılar, Türklere, Araplara, Fenikelilere ve Kıptilere karşı kendilerini kadim bir medeniyetin kurucusu olarak göstermek ve hatta Anadolu’nun ilk sahibi görüntüsü vermek istemektedir. Fakat kendileri daha gün yüzüne çıkmamıştı ki Mısır muhacirlerinin lideri Şikrup MÖ 1556 yılında Atina şehrini kurmuştu. Bu adam, Mısır’ın Tuna yönetimine tabi Kefreziyat kasabasına üç saat mesafede bulunan Salhicr köyündedir.
İlk Türkler ile Keldanilerin, Kıptilerin ve Fenikelilerin medeniyet göstergelerini yaymaya ve bilgilerini yaymaya ve şehirlerini imar etmeye çabaladıkları bu parlak yüzyıllarda Yunanlılar isim ve varlıktan tamamen mahrumdular. Söz konusu bu dönemlerde onlar rutubetli Lehistan’ın kirli mağaralarına sokularak vahşi bir hayat yaşıyorlardı.
Halk arasında Ceneviz olarak bilinen Belasic kavmi bir zaman sonra kendisini toparlayarak Anadolu’ya giriş yaptı. Bu tarih, Herakli’nin Truva Savaşı sonrasına denk gelmektedir. Yaklaşık tarih olarak ise bu gelişme Türklerin bu kıtaya yerleşmelerinden 906 yıl sonrasına yani MÖ 1184’e denk gelmektedir. Bu tarihten 678 yıl sonra, yani MÖ 506’da ise bu topraklarda Costanoğlu I. Daray ve 324’de II. Daray’ı mağlup eden II. Filip’in oğlu III. İskender’in seferleri gerçekleşti. Sonra ise 178’de Romalar sahneye çıktılar. İşte bu gelişmelerin yaşandığı Anadolu toprakları uzun süreli yoğun bir hareket alanına maruz kaldı ve harap bir hâle dönüştü.
Romalıların düşüşe geçtiği dönemlerde Cahiliye Dönemi Arapları olan Maveraünnehir ve Tedmür (Palmira) bölgelerinde bedevi bir hâlde yaşayan kabileler dahi bu bahtsız topraklara ikide bir saldırmışlardır. Romalıların gelmelerinden 698 yıl sonra İslamiyet güneşi doğmuştur. Bu güneşin ışıkları doğuda Çin’e kuzeyde Sibirya sahralarına, batıda Fas’a ve oradan Pirene Dağlarının kuzeyine doğru hızlı bir şekilde ilerlemeye başlamıştır. Emevi ve Mervani İslam orduları ve Abbasi hilafeti bu topraklardan geçerek Üsküdar’a kadar ulaşmışlardır. Daha sonraları Moğollar, Selçuklular ve bunların ardından Osmanlılar kendilerinden 3400 yıl önceye denk gelen MÖ 2200’de bu topraklara gelmiş ve yerleşmiş kadim ecdatları olan Yafesoğulları Midyon’un bir zamanlar hükmettikleri bu toprakları ele geçirmişlerdir.
Yaratılıştan Hicri yedinci yüzyıla kadar Anadolu Doğu ile Batı kavimlerinin başlıca savaş alanı olmuştur. Şerefli Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkıp istikrar sağlamasına kadar istila, katliam ve yağmacı felaketlerden hiçbir zaman kurtulamamıştır.
Anadolu’nun altı yüzyıldır kavuştuğu güven ve emniyet önce Allah’ın ihsanı ve sonra da Osmanlı Devleti’nin gayretiyle gelmiştir.
ANADOLU’NUN ESKİ SİYASİ TAKSİMATI VE ÖNCEKİ TOPLULUKLARIN YAŞADIĞI BÖLGELER
Anadolu’nun doğudan batıya uzanan uzunluğu 600 mil ve kuzeyden güneye genişliği ise 400 mildir. Bugün Hüdavendigar, Kastamonu, Trabzon, Sivas, Ankara, Konya, Adana, Aydın, Akdeniz adaları, Sisam, İzmit, Biga adlarında büyük dokuz vilayet, bir emirlik, iki bağımsız sancağa bölünmüştür. Önceki zamanlarda bilinen idari ve siyasi taksimatı ise şu şekildedir:
Lidya ya da Lisya (Likya): Teke sancağı ve Elmalı bölgeleri.
Pamfilya: Alaiye, Silinti ve Ermenek ve çevresi.
Itşil: Anadolu’nun güneydoğusu. Yani Sis’ten Divriğ’e kadar uzanan bölge.
Mizya: Balıkesir sancağı.
Hilispon (Helespond): Biga sancağı ve çevesi.
Afriçya (Fricya ya da Frigya): Konya, Aksaray, Eğirdir, Kütahya, Afyonkarahisar bölgeleri.
Besinya (Bitinya): Tahminen Trabzon, Ünye, Niksar, Erbaa, Tokat, Şarkikarahisar, Amasya ve Kocaeli bölgeleri.
Baflacunya (Paflagonya) : Kastamonu, Taşköprü, Sinop, Samsun, Gangırı (Çankırı) bölgeleri.
Kapadosya (Kapadokya): Karaman, Niğde, Kayseri ve Sivas bölgeleri.
Silisya (Kilikya): Adana, Tarsus, Mersin ve Silifke bölgeleri.
ANADOLU’NUN SİYASİ BÖLÜMLERİ VE BURALARDAKİ KADİM TOPLULUKLAR
Lidya ya da Likya, Pamfilya, Kilikya ve Frigya’yı içine alan bölgelerinde ilk olarak buraya göçen ve Lut kavmi olarak tarif edebileceğimiz Lidyalılar yaşamaktaydı. Bunlar Anadolu’nun ilk sakinleridirler. Göç sonrası kurdukları Lidya devletini ile burada yönetimi ele aldılar. Besinya, Paflagonya ve Kapadosya ve Kapadokya bölgelerinde Lidyalılardan bir dönem sonra ise ilk Türkler olarak bahsedebileceğimiz Midya kavmi bulunuyordu. Kalde’yi Asurlulardan alarak buraya yerleştiler. Bu dönemde, Musul şehri ile karşı karşıya olan Ninova’da Midya devletini kurup özgür bir şekilde yaşadılar.
Itşil, Mizya, Helespond (Çanakkale Boğazı), Likya, İyonya, İyulide ve Doride bölgeleri ile Adalar Denizi’nde (Ege Denizi) bulunan Limnos, Lispos (Midilli), Şiyu, Samos, Kos ve İsporat Adaları (On İki Ada) bölgelerinde önceleri Fenikeliler yerleştiler. Mora’da altı yüz yıl hüküm süren Balasic kavminin yıkılmasının ardından da bu bölgede Yunanlılar tarih sahnesine çıkıp yerleşmeye başladırlar.
LİDYA YÖNETİMİ
Lid kavmi, Tufan’dan yüz kırk yıl sonra Anadolu’ya göçmüştür. O esnada bölgede yerleşik kimsenin olmaması nedeniyle kendi arzularına göre güneye doğru ilerleyip yerleştiler. Burada kurdukları devlet on dört yüzyıl boyunca ilkel bir yönetim tarzından da olsa devam etmiştir. Zaman içinde medeniyet ve bilgi alanında ilerleme kaydederek önemli bir merhale aşmışlardır. Bu uyanışı sayesinde varlığını devam ettirmeyi başarmıştır. MÖ VIII. yüzyıl başlarından itibaren şöhretini artırarak ilerleme sağlamaya başlamıştır. İzmir’in elli mil uzağında bulunan ‘Eski Sardis’[2 - Salihli yakınındadır.]harabesi bir dönemler büyük bir şehir olarak bu devletin başkentiydi.
LİD KAVMİ’NİN ANADOLU’YA GELİŞLERİNDE GERÇEKLEŞTİRDİKLERİ İLK GİRİŞİMLER
Lid kavmi, Anadolu’nun Tufan’dan sonraki ilk sahibi ve yerleşikleri olma unvanına sahiptir. Varışları esnasında topluluk anlamından göçebe bir hâldeydiler. Bu bağlamda tarımdan ziyade otlakçılık yapmaktaydılar.
Bu topraklara nisan ayı başlarından ayak bastıklarında hemen yerleşmeyi düşünmeyip koyun ve hayvanlarının dört mevsim boyunca barınabilecekleri uygun bir bölge bulmak için altı ay süresince keşif yaptılar.
Bölgenin doğu, kuzey ve batı taraflarının güven ve emniyetini tespit ettikten sonra kasım ayı başlarında Anadolu’nun güney taraflarına yerleşmenin en doğru karar olacağı düşüncesiyle bu bölgede yaşam alanları kurmaya karar verdiler.
Yaz günlerini geçirmek için Frigya ikliminde bulunan Yukarı Gökdere, Cire ve Havutlu yaylalarıyla Eğirdir’in batısında bulunan Camiliyayla’yı kullanmaya karar verdiler. Kışlık olarak seçtikleri bölgeler ise Aydın ve Manisa ovalarıyla Aşağı Gökdere ve Antalya vadileri olmuştur. Söz konusu bu bölgelerde görülen kalıntı eserler bunun en bariz göstergeleridir. Birbirine ciddi manada yakın ve bitişik olan bu cennet gibi yaylalarda yaz dönemlerini topluca geçirmekteydiler. Kış günlerinde ise Aydın ve Antalya taraflarına çekilmek durumunda kaldıklarından hâlihazırdaki güçleri ikiye bölünüyordu. Uzun zamandır akıllarını tırmalayan söz konusu bu engeli aşma, diğer bir ifadeyle iki tarafı birleştirerek zaaf ve tehlikelerden kurtulma çareleri aramaktaydılar. Bu dönem zarfında Mid kavminin de Anadolu’ya geldiğini öğrendiler. Onları dehşete düşüren bu haberi aldıktan sonra kışlak ve yaylalarının ortasında bulunan Eğirdir tarafına acilen bir kale inşa ederek burayı kendilerine merkez yaptılar.
Lidlerin burada yaptıkları ilk kale olan ‘Eskihisar’, kabristanın ve çevresini, kuzeyde Karadede’nin üst taraflarını, Doğuda Tekye mektebinden Hacı Şeyh Mahallesi’nin yarısına kadar uzanan bölgeyi, güneyde Yelli-Belen ve Hızır İlyas olarak bilinen mağaraya kadar genişleyerek İnekdenizi bölgesini tamamıyla içine almaktadır. Lidler, kendilerini bu şekilde bir merkez yerleşip güçlerini takviye ettiler. Ardından da peşlerinde olan Mid kavmini geldikleri yeni vatanlarından kovmak amacıyla onların karşılarına çıktılar. Fakat hâlihazırdaki güçlerinin yetersiz olduğunu o an anlayıp çarpışmaya cesaret edemediler. Anadolu’nun çoğunluğunu onlara devredip Kızılırmak’ı sınır yapma politikasıyla sorunu çözmeye karar vererek bu çatışmadan fazlasıyla zararlı çıkmadan sorunu çözüme kavuşturmayı başarmışlardır.
Bu barışın ardından iki kavim arasında varılan anlaşma yüzyıllar boyu devam etmiştir. Bu barış döneminde iki tarafın nüfus miktarları ciddi manada artış göstermiştir. Öyle ki bu sayı, bir noktadan sonra arazilerinin kaldırabileceği miktarı aşmıştır.
Lidlerin Anadolu’ya geldikleri dönemdeki nüfusları, Frigya bölgesinde bulunan çok sayıdaki yaylaların bir kaçını dahi dolduramayacak miktardaydı. Sayılarının zaman içerisinde artması üzerine kısa zaman içerisinde batıda Aydın, güneyde Elmalı ve Antalya bölgelerine kadar bölgelere tamamıyla uzandılar. Bunun dışında Ankara’dan başlamak üzere Sivrihisar ve Akşehir bölgeleri ile Beyşehir’in batı ve Eğirdir Gölü’nün doğusundan itibaren Teke ve İçel sancakları dâhil, Adana, Kayseri, Darende, Divriği başta olmak üzere Erzurum topraklarına kadar uzanan Torosları da boydan boya ellerinde tutmuşlardır.
Lidlerin göçebe bir hâlde iken gerektiğinde kendilerini korumak maksadıyla İnek Denizi’ne inşa ettikleri ilk kalenin içerisinde kale muhafızlarına özgü yapılan kulübeler dışında herhangi bir yapı mevcut değildi. Göçebelikten yerleşik hayata geçmelerinden sonra başlarına geçen ilk yönetici olan Huvardis, kendisinin inşa ettirdiği Eğirdir, o dönemde Eğirdir Gölü’nün bulunduğu yerde Felekabad adında büyük bir şehirdi.
Geçen bu kadar yüzyıldan beri sular altında kalan bu şehrin kalıntıları hâlen mevcuttur. Bu kalıntılar kuraklık olduğu zamanlar gemiciler gölün derinliğine dikkatlice bakmaları durumunda görülebilmektedir. Bu şehrin su altında kalmasının sebebi MÖ 1184 senesinde Midlerle dokuz yıl boyunca devam eden Truva savaşını kazanarak Anadolu’nun batısına yerleşen Yunanlılardır.
Yunanlıların hile yoluyla elde ettikleri Çanakkale taraflarındaki Truva’da sekiz yüzyıl boyunca mahsur kalmışlardır. Bu zaman zarfında topraklarını genişletme imkânı bulamamışlardır. Buna karşın bir dönem sonra güç kazanan Asurluların Midler üzerine yürümeleri neticesinde güçsüz kalmalarını fırsat bilerek MÖ 3. asrın ortalarında korumasız hâldeki Konya bölgesine geldiler. Burada, bölgenin etrafındaki bataklıkların kurutulması çalışması için bilimsel bir meclis meydana getirdiler. Bu kurul bataklığın ne şekilde çekilmesinin gerektiği konusunda açık ve net bir çalışma yaptıktan sonra kesin bir karara varacaktı. Bu esnada söz konusu meclise dâhil olup hazır bulunan meşhur Eflatun’un (Platon) “Çukurova elden gitti!” diye bağırdığı bilinmektedir.
Bu filozofun söylediği Çukurova, Felekabad şehrinin bulunduğu ve Eğirdir Gölü’nü şimdi şekliyle kapsayan bölgedir. Bahsedilen bu olay MÖ 3. asrın ortalarında gerçekleşmiştir. Gölü teşkil eden suyun kaynak sorununu olay ortaya çıkmadan önce keşfetme becerisini gösteren bu filozofun adına nispeten şu an dahi Eflatun Suyu olarak adlandırılmaktadır.
Bahsedilen bu felaketin tarihî bağlamda doğrulayan birçok gösterge mevcuttur. Bu bağlamda Konya’nın tarihte Nisa adıyla anılması, etrafının bu gölün suyuyla çevrili olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü adanın Rumcası Nis’dir. Eski Yunanlı meşhur şair Omiros (Homeros) ve tarihçi Herodotos (Herodot) Lidya yönetimi topraklarına seyyah olarak giderek Anadolu’nun büyük bir bölümünü gözlemlemişler ve bu bölgenin ilk haritasını çıkarmışlardır. Bu esnada Konya bölgesinin eski hâlinde etrafının suyla çevrili olması nedeniyle bu bölgeyi kendi dillerinde Nis olarak tanımlamışlardır. Buranın evvelki ismi ise İnkiyom’dur (İkonium). Daha sonra Larende ve en son olarak da Konya denilmeye başlanmıştır.
EĞİRDİR
EĞİRDİR GÖLÜ’NÜN MEVCUT DURUMU
Kuzeyde Afşar Ovası, güneyde doğu Boğazova, doğuda Toroslar, batıda Elmadağlar ile çevrilmiştir. Tüm çevresi 180 kilometre ve derinliği 10 ziradır.
Başlıca kaynağı Eflatun suyu ve ana kaynağı ise güneydoğusunda bulunan Köprübaşı adındaki bölgeden taşarak, Boğazova’yı batı taraftan Mücevre, Cire ve Tasmacı üzerinden aşarak Tepeli çayırının en son olarak döküldüğü Kovada Gölü’nü oluşturan ırmaktır.
Âcizane çizip kitaba eklediğim haritada gösterildiği üzere güneydoğudan kuzeye doğru uzanan güzel bir yarımadadır. Bunun ilerisinde yaklaşık 100 metre mesafede ve doğuya doğru Can Adası ve bununla birlikte aynı taraf ve mesafede diğer bir ada olan Nis mevcuttur.
Gölün Karabağlar bölgesindeki doğu sahili ile sonunda mevcut bulunan Nis adası arasındaki mesafe yaklaşık olarak 500 metredir. Aralarından eşit mesafe olan bu adalar ile yarımada, kuzeydoğuya doğru gölün ortalarına uzanarak güzel bir hilal şeklini almaktadır. Bu durumdan dolayı Lodos ve Poyraz adları altından iki kısım şeklinde tanımlanan gölün kuzey ucunda Hoyran adında geniş bir parçası daha vardır.
Suyu gerçek manada güzel ve tatlı olan bu gölde çapak, siraz, taraklık, kelten, kavine, şişek ve eğrez adlarında yedi cins balıktan bolca miktarda bulunmaktadır. Bunlar içerisinde taraklık balığı, çapağın ve kelten balığı da sirazın küçük boyutlu olanlarıdır. Bu nedenle aslında beş cins balık bulunmaktadır. Gölün her tarafında bulunabilen bu balıkların asıl avlanma yeri gölün güney tarafıdır. Büyük cinslerine mart ayı ortasından mayıs sonuna kadar köprübaşı olarak bilinen bölgede sahilden güneye akan ırmağın baş tarafında avlanılabilir. Kavinne ve eğrez olarak bilinen ufak cinlere ise kasım ayı başından itibaren başlayıp şubat sonuna değin kasabanın doğusundaki sahillerinden dökme, serpme ve basma olarak tarif edilen farklı şekillerdeki ağlar ile yakalanmaktadırlar. Bu şekilde tonlarca kilo av yakalanabilmektedir. Kavinnenin büyüğü ve uskumrunun benzeri olan şişek cinsinin avı gölün Sarıkamış adındaki kısmına özeldir.
EĞİRDİR GÖLÜ BALIKLARI
KÜÇÜK BALIKLAR
Çapak-Taraklı
Bu balıkları açık mavi ve koyu sarı renklerde ve pulludurlar. Gayet lezzetli ve hazımları kolaydır.
Siraz-Kelten
Bu balıkların ebatça büyük olanları demir renginde, küçükleri ise sarıya çalmaktadır. Pulları küçük ve hafiftir. Ciddi manada yağlı oldukları için hazımları kolay değildir. Bu balıkların karınları yarıldığı zaman kaz yumurtasına şeklinde bembeyaz ve toparlak yağ ortaya çıkmaktadır.
BALIKLARIN BÜYÜKLERİ
Kavinne
Çiroz cinsi bir balıktır. Rengi açık mavi ve beyazdır. Pulsuz olan bu balık son derece lezzetlidir.
Eğrez
Beyaz ve açık sarı renkte olan bu balığın muhtelif renklileri mevcuttur. Hafif pulludur ve hazım olarak diğer balıkların en iyisidir.
Şişek
Uskumrunun renk ve büyüklüğündedir. Nadir olarak bulunan bu balık pulsuzdur. Tüm çeşitleri çok nadir ve kıymetlidir.
Çapak ve sirazın on beş kilolu olanına bazen rastlanılmaktadır. Bazı rivayetlere göre otuz kilolusuna dahi rastlayan olmuştur. Ama sürekli çıkarılanlar ise üç, beş ve yedi kilo arasında değişmektedir. Büyük balıkların ava ilk takılanı keltendir.
Bu balık, kış avcılığının son günlerinde küçük balıklar arasında ortaya çıkmaya başlar. Bunlar ise dünyanın en lezzetli balıklarındadır.
Büyük bir kısmını dolaştığım dünyanın birçok hâlini gözetleme imkânı buldum. Japonya’dan Londra’ya buzlanmış hâlde balıkların sevk olunduğunu bizzat gözlerimle gördüm.
Civarımızda bulunan İzmir’de ucuz balıkların kilosu beş kuruştan aşağı düşmemektedir. Bunun başlıca sebebi gemilerin çok uğraması ve denizcilerin çok fazla tüketmeleridir. Kar ve buzun yoğun olduğu Eğirdir’de balıkçılık yapanlar bu incelikleri düşünemeyip balıkları tuttukları yerde okkasını az bir meteliğe[3 - Çeyrek kuruş, on para değerinde demir para.] satmak gibi bir gaflet içerisinde çabalarını israf etmektedirler.
Hatta Isparta ve Burdur’a sevk ettikleri balıkları dahi buz içinde göndermeyip gönderim esnasında kokutmakta ve balığın kıymeti ve namını öldürmektedirler.
Ticari girişkenlik denilen güzel bir karakter bu değerli Osmanlı toplumuna ne zaman ulaşacak? Peygamberimizin ağzından çıkmış olan “El elkâsibu habibullah” (Çalışıp kazanan Allah’ın sevdiğidir.) övgüsüne sahip olmaktan kıyamete kadar nasipsiz mi olacağız? Böylesi tembellik içerisinde süregiden hayatımızı boşa geçirmekteyiz. Her bir taşına bin baş feda ettiğimiz mukaddes vatanımızdan yabancılar faydalanmaktadır. Mülk ve emeğimizin en önemli ticaret pazarlarına bizlerin yokluğunda yabancılar kolay bir şekilde yerleşmekte ve hiçbir zahmete katlanmadan gasbederek millî servetimizi kullanarak refah içerisinde hayat sürmektedirler. Daldığımız bu keskin uykudan uyanarak sanatımızı ilerletip, ticaretimizi bu istilacıların elinden kurtarmaz isek memuriyet, ziraat ve çobanlık gibi uğraşların bütün kazançlarının yabancılara fayda sağladığını anlamalıyız. Zira bu gibi uğraşlardan cebimizde kalacak millî servetimize katkı olacak ve refahımızı yükseltecek kazançların dışarıya akmaması için elde edilmesi gereken en doğru vasıta sanat ve ticarettir.
Emeğin semeresinin kendinde kalmasını düşünüp bu hassas kazançları elinde tutamaman, bir milletin can damarlarını keserek vücudundan dışarı akıttığı kan selini umarsızca izlemekten başka bir şey yapmayan mecnunlar gibi hayatının sonunu bekleyenler gibidir.
GÖLÜN FARKLI DURUMLARI
Bazı yıllar gölün donduğu görülmektedir. Bu dönemlerde kışa özel balıkçılık yapılamamaktadır. Çünkü kırk gün devam eden bu kara kış içerisinde buz bazen yetmiş gün kalmaktadır. Bu şekilde baştan başa don olduğu zamanlarda gök gürültüsü ve şimşeği andırır dehşetli sesler ile gölün birden nefes alıp yükselmesiyle sahillerde bulunan setler, çatmaları ve hatta dağlardan yuvarlanarak kenarlarına ulaşan kaya parçalarını bile yerlerinden oynatmaktadır. Gölün bu doğası gereği sahillerinde set ve rıhtım tutturmak imkânsızdır.
Göl baştan başa donduğu zamanlarda gerek Adalılar ve gerekse de şehir halkı iskemle biçiminde kare şeklinde tahtaların altına iki adet uzun kemik bağlayarak buz atı olarak adlandırdıkları araçların üstüne binerler. Uçlarındaki mızrağa benzer ve mizmile diye tabir edilen demir parçaya bağlı olan 1 metre uzunluğunda iki tane değneği de ellerine alarak buzdan güç alarak hareket ederler. Bu şekilde buzun üzerinde tren hızında istekleri yere gitmekle kalmayıp kayarak eğlenirler de. Gemilerin seyahat edemediği bu sıkıntılı dönemlerde odun ve zahire nakliyesinde, kızakların da kullanıldığı görülmektedir. Paris’in Buvad Bulan ormanındaki (Boulogne Parkı) havuzlar kış günleri su doldurularak oluşturulan buzlar, çok geniş olmasa da Fransızlar akşamlara kadar üzerlerinde kaymaktaydılar. Sahra kadar geniş Eğirdir Gölü’nün cam gibi düz ve parlak bir şekilde donduğunu görseler güzelliğine hayran kalır, sevinçten çıldırırlar.
Yağmur mevsiminin son günlerinde kenarları 1 metre kadar çekildiği zaman kuzey tarafındaki bölümünün ortasına doğru yarım mil içerisinde ve Kuş Kayası adında küçük bir dağ karşımıza çıkmaktadır. Kırk günlük kara kış içinde (erbain) buraya gelen martı ve balıkçıl, meki ve karabulak kuşları İstanbul’un Sarayburnu’nda ve Kız Kulesi açıklarında yaptıkları ruha ferahlık veren nağmelerin, izlenmeye doyum olmaz birlikte kanatlanmaları ve kulağa hoş gelen avazlarının daha güzelini bu gölde icra etmekteler.
EĞİRDİR’İN KONUM BAKIMINDAN GÖRÜNÜMÜ VE SONRAKİ DURUMLARI
Eğirdir’in doğu ve kuzeyi adıyla nam kazanmış gölün güneybatısında zümrüt gibi yeşil büyük Oluklacı Dağı ile üstünde bulunan Sivri adındaki eski bir volkan bulunmaktadır.
Adından da anlaşılacağı gibi adı geçen bu dağ şeker kellesi şeklinde ve tepesi hâlihazırda çukurdur. Şehrin güneybatısındaki bulunduğu yerden başlamak üzere Antalya ve Elmalı arazisinin kuzeyini ve Dolamar kazasının doğusunu dolaşarak biri Muğla, diğeri Denizli’de sonlanmaktadır. Bu şekilde iki kola ayrılarak sıradağlar şeklinde oluşumun ortaya çıkmasına sebep olan şiddetli volkanların en sonuncusudur. Volkanik faaliyetlerinin zamanı konusunda kesin bir bilgi olmayan bu ateş püsküren dağın lav ve dumanlarını gökyüzüne saldığı dönemlerde ağzından savurduğu kayraklar (kaygan toprak) ve kızgınlığının son zamanlarında kustuğu madenî maddeler ve sıcak çamurlar, kasabanın batısında bulunan Yazla ve güneyinde bulunan Yumrutaş taraflarına bakan eteklerini tamamen kaplamaktadır.
Lid kavminin MÖ 22. yüzyılda bu bölgede yaşamaya başlamaları dikkate alınırsa bu dağın söz konusu volkanik durumunun Tufan’dan çok zaman önce sona erdiği anlaşılmaktadır.
Şehir, bu dağın etekleri içerisinde bulunan İnekdenizi ve Yellibelen adındaki güzel bayırların güneyi doğru ve kuzey tarafları ile güneybatısından kuzeydoğusuna doğru uzanan yarımada ve sonrasındaki adanın üzerlerine kuruludur. On iki mahalle şeklinde yerleşme sağlanmıştır. Şehrin sakinlerinin tamamı Müslümandırlar.
Yarımadanın sonundan 100 metre mesafedeki Can Ada yerleşime uygun değildir. Yüksekliği az ve dar olduğu için içerisinde düzensiz ama birçok çeşitte ağaçlar bulunan güzel bir bahçeye benzemektedir. Bu adanın benzer mesafede ilerisinde bulunan Nis Adası’nda büyükçe bir Müslüman mahallesi ve beraberinde yedi sekiz evden müteşekkil bir Rum mahallesi mevcuttur.
İbni Batuta’nın Rihletnamesi’nde (Seyahatname) Cıyan Ada olarak ifade edilen ada aslında Can Ada’dır. Bu adanın o dönemde bu isim ile adlandırılmış olmasının sebebi muhtemelen ya havasının berraklığından ya da her tarafını donatmış olan ağaçlar ve güzel sesli kuşlar olması ve içerisinde insanların olmamasından dolayı yılan ve çıyan gibi canlılardan eksik olmaması yani çok fazla doğal hayatın yaşam alan bulmasıdır. Zorda kalmış ve miskinlerin ihtiyaçlarını gidermek amacıyla bir dönemler Eğirdir’in her bir yanına hayır sahipler tarafından birer dergâh ve imaret yaptırılmışsa bu hizmetlerin vakıfları sonradan kaybolmuş ve hâlihazırda mevcut değildir. İnsanları tembelliğe sevk eden bu gibi kurumların ortadan kalkmış olması sevindiricidir. Lidya saltanatının son hükümdarı Krezüs (Kroisos) tarafından MÖ 564’de yaptırılan ve tamamlanmasının ardından Midya kralı Kiriş tarafından ele geçirilerek istila edilen İç Kale yarımadanın uç tarafındadır. Bu nedenle üç tarafı göl ve güneybatısı sert bir uçurumdur. Şehir, Büyük İskender’in ele geçirilip istila edilmesinden sonra Rumların eline geçtiği dönem Demirkapı Mahallesi’nin olduğu konuma kadar bir dış kale daha yapılmış ve sonradan Romalıların eline geçtiğinde Eskihisar adında çok eski bir kale ile birleştirilerek İnekdenizi tarafları da bu kaleye dâhil edilmiştir. Bir müddet Roma saltanatı hâkimiyetinde kalan bu kale daha sonra Emevilerin eline geçmiştir. Bunun takiben de sırasıyla Abbasilere ve ardından Selçuklular geçtiği devirlerde bu kale Kabasakal dergâhına kadar ilerlemiştir. Dördüncü kata ulaşan kale büyük Osmanlı Hanedanlığına intikal ettiğinde genişletilerek Kapılar Mahallesi’ne kadar olan araziyi içine almıştır.
Bu şehirde haftada bir defa olmak üzere haftanın ilk günü mükemmel bir pazar kurulur. Doğusu ve batısı göl ile ve güneybatısı da dağ ile kaplı olduğu için tarlaları mülhakatta olması nedeniyle şehir halkı tarımdan değil çoğunlukla sanatkârlıktan geçimini sağlamaktadır. Kasabanın gıda ihtiyaçlarını yelken açan kayıkçılar vasıtasıyla denizden, Afşar tarafından ve yakın köylerden temin edilmektedir. Şehrin ihtiyaçlarını alarak pazara dökülen köylüler sattıkları yağ, yoğurt, yumurta, bal, tavuk, koyun, un ve zahireler ile çeşitli hububat ve her türlü kereste gibi mallara karşılık olarak pazardan alaca bez, ayakkabı, bakır kaplar, dokuma mamulleri ve sanayi ürünlerinden ihtiyaçları olanları alır ve köylerine geri dönerler. Bu bakımdan pazar çok canlı ve işlevseldir. Haftanın ilk günü olan pazar günleri Hamidabad, Burdur ve çevresinden çok sayıda tüccar buraya gelir. Eski tarz kalelerin kaldırılmasından iki yüz elle sene önce Eğirdir’in pazar yeri gölün güneybatı sahilinde ve şehre yarım saat uzaklıktaydı. Bu konuya ilişkin olarak Kervansaray olarak adlandırılan yerin vakfiyelerinden bazı kayıtlar mevcuttur. O dönemlerde pazar bölgesinin bu kadar uzak yerde konumlandırılması alışveriş yapmak bahanesiyle uzaklardan gelmesi muhtemel bir kısım yabancı kimselerin kale ve şehir içine sokmamak amacını barındırdığından şüphe yoktur.
Osmanlı Devleti kudret ve ezici gücü Umman Denizi’nden Viyana ve Saksonya bölgelerine ve Fas’tan Acemistan’ın (İran) merkezinde bulunan Zencan şehrine kadar geniş bir sahayı elinde tutmaktadır. Kudretinin parlak ışığı gözleri kamaştırmaktadır. Heybeti cihanı titrettiği çağlarda hâkimiyeti altında tebessüm ve neşe içinde Anadolu içinden hiçbir korku ve tedirginlik söz konusu olmadığı gibi bu gibi meseleler için tedbir almaya da hiçbir zaman ihtiyaç duymamışlardır. Bu nedenle ahaliye kolaylık olması için pazar yeri Kervansaray’dan alınarak şehrin kenarında Ağa Mahallesi’nde bulunan Dernek[4 - Dernek] çeşmesinin bulunduğu yere taşınmıştır. İki yüzyıldan fazla zaman bu bölgede kurulan pazar yeri ardından tekrar yeri değiştirilerek Ulu Cami’nin yakınlarına getirilmiştir. Bu pazara ait bir bölüm olan Dükkanönü yakın zamana kadar duruyordu. Hâlihazırda bu kısımdan sadece berber varlığını devam ettirmektedir.
Eğirdir, Murat Hüdavendigar Gazi Hazretleri’nin ortaya koyduğu irade ile Osmanlı topraklarına katıldığı dönem bu bölgenin korunması için şehzade Yıldırım Bayezid Han Hazretleri görevlendirilmişti. Ardından Seydim Paşa, Mesihi Paşa ve bunlar gibi yüksek rütbeli devlet adamları bu vazifeye getirilmiştir. Bahsedilen bu durum şehrin önemini anlatmak için yeterlidir. Seydim Paşa’nın adı verilmiş olan mahallede kendi yaptırdığı cami ile Mesihi Paşa’nın Kubbeli Mahallesi’nde yaptırdığı İbtidaiye Okulu (ilkokul) adları geçen bu merhumların isimleriyle anılır ve şu an dahi hizmettedirler.
Selçuklu Devleti, İzmir Körfezi’nden Çin sınırına kadar uzanan büyük şehirlerde hükmünü icra eden bir saltanat iken köhne dünyanın tarihin her devrinde gösterdiği değişimlerin elinden kurtulamayıp, parçalanmış ve toprakları küçülerek Anadolu’nun güneyinde bir toprak parçası ile sınırlı kalmıştır. Haçlıların saldırıları neticesinde tamamıyla zayıflayan devlet nihayetinde parçalandığı dönemde toprakları, Alaiye taraflarından Karamanlılardan Yusuf Bey; Antalya çevresi Hamidoğullarından Yunus Beyzade Hızır Bey; Eğirdir, Yalvaç, Karaağaç, Isparta ve Burdur çevresi Dindar Beyzade İshak Bey; Afyonkarahisar çevresi Ebu İshak Bey’in kardeşi Mehmet Çelebi; Lâdik tarafları İnanç Bey; Milas tarafları Menteşeoğullarından Şecaattin, Larende kazası Karamanlılardan Bedreddin; Birgi tarafları Aydınoğullarından Mehmet Bey; Balıkesir sancağı Timur Han, Kastamonu bölgesi Süleyman Bey’in ellerindeydi. Fetret Dönemi’nde Eskişehir ve Bursa bölgesi de saltanatın kurucusu Gazi Sultan Osman Han Hazretleri’nin hükmü altındaydı.
Hicri 726 yılında memleketinden yola çıkarak başlatmış olduğu seyahatinde Anadolu’yu da ziyaret eden İbn Batuta’ya ait “Rıhlet-i İbn Batuta” adındaki Arapça seyahatnamesi Hindistan’dan Degân Haydarabad şehrinde iken Vezir Kütüphanesi’ni (Kütübhane-i Asefi) görmeye gittiğimde kütüphaneci tarafından verilen kitap isimleri arasında dikkatimi çekince talep edip okuma fırsatım oldu. Bu meşhur seyyah kitabında H 738 yılında Eğirdir’e geldiğini yazmaktadır. Geldiği zaman, Taşmedrese’de müderris olan Hacı Müslahiddin adındaki faziletli bir zatın yanında misafir olmuş. Bu şehri kendi hükümranlığına merkez edinen sultan ile görüşüp kendisinden memleketin o dönemki ahlak ve durumu hakkında bilgiler edinerek bunları kayda geçirdiğini yazmaktadır. Bahsettiği dönemde doğudan Cengiz, kuzeyden Hülagü, batıdan Haçlı hücumları birbirlerini takip etmektedir. Ayrıca Batı Asya’daki büyük devletler yıkılarak dünyanın dengesi tarumar olmuştur. Bu nedenle toprakların emniyet ve güvenliği sarsılmış ve vahşetler içinde fetretli dönemler senelerce devam etmiştir. Böylesi bir dönemde her kasaba kendisi sultan ilan eden zorbaların eline düşmüştü. Tarihçilerin Tavaifül Mülük olarak bahsettikleri ve özel bir fasıl olarak işaret ettikleri zulmün baş gösterdiği bu zaman diliminde Hamidâbad ve Burdur taraflarını elinde tutan Dündar Beyzade Ebu İshak Bey de kendisine sultan süsü vererek Eğirdir’i kendisine başkent yapmıştır. Diğer yandan İbn Batuta’nın yazdıklarına göre bu kişi gayet dindar ve mübarek kimsedir. Bu seyyahın Eğirdir’i ziyaretinden yirmi yıl sonra bu şehir Osmanlı Devleti’nin eline geçiyor.
IBN BATUTA’NIN EĞİRDİR HAKKINDAKİ YAZISI
Oradan Eğirdir’e yollandık. Kalabalık mı kalabalık bir şehir. Çarşıları şirin ve zengin. Şehrin çevresi ağaçlıktır. Her yanı bahçe. Orada suyu tatlı bir göl bulunuyor. Bu gölde dolaşan teknelerle iki günde Akşehir, Beyşehir gibi köy ve kasabalara gitmek mümkündür. Eğirdir’de Ulu Cami karşısındaki medreseye indik. Burada hocalık yapan Muslihiddîn, Mısır ve Suriye’de eğitim görmüş bir mollaydı. Bir süre de Irak’ta kalan Muslihiddîn gayet güzel ve akıcı Arapça konuşurdu. Zamanının önde gelen erdemli, nükteli ve bilgin insanlarındandı. Bize çok iltifat etti, mükemmel bir ev sahibiydi. Bu şehre hâkim olan Dündâr Beyin oğlu Ebû İshâk Bey, Anadolu’nun önde gelen hükümdarlarındandır. Babası hayattayken bir süre Mısır’da kalmış, hacca gitmiştir. Bu adam temiz kalpli, iyi huylu biridir. Âdeti üzere ikindi namazını her gün Ulu Cami’de kılardı. Namazdan sonra sırtını kıble yönündeki duvara dayar, önünde yüksek tahta bir peykeye kurulmuş hafızları dinlerdi. Hafızlar Mülk, Fetih ve Amme surelerini öyle güzel okurlardı ki onları dinlerken gönüller coşar, tüyler diken diken olur, gözlerden yaşlar boşalırdı. Sonra sarayına dönerdi hükümdar. Bu yılın ramazan ayını onun yanında geçirdik. Ramazan gecelerinde üzerinde minder veya döşek bulunmayan bir kilime oturur, büyücek bir yastığa yaslanırdı. Yanında fıkıh bilgini Muslihiddîn yer almaktaydı. Ben fıkıh bilgininin biraz ötesinde oturmaktaydım. Daha ötede ise beyliğin ileri gelen memur ve kumandanları oturmaktaydılar. Biz böyle otururken yemek getirilirdi; küçük tabaklara konmuş, şeker ve yağla ezilmiş, mercimekten yapılma tirit ilk servisti. Onlar “uğurlu olur” diyerek oruçlarını tiritle açarlar. Bu iftarlığın Peygamberimiz – Allah’ın selâmı ve rahmeti onu kuşatsın– tarafından diğer yemeklere tercih edildiğini ileri sürerek şöyle diyorlar: “Biz onun güzel âdetine uyarak yemeğe tiritle başlıyoruz!” Bunun arkasından öteki yemeklere geçerler. Ramazan ayının bütün geceleri böyledir. Yine ramazan günlerinden biriydi. Beyin çocuklarından biri öldü. Buralılar, Mısır ve Suriye ahalisinin yaptığı gibi ölüye feryadu figan etmezler, hele Lûr halkının hükümdar çocukları öldükten sonra yaptıkları işlerin hiçbirini yapmazlar. Bunu daha önce açıklamıştık. Cenaze gömüldükten sonra sultan ve medresedeki öğrenciler üç gün arka arkaya sabah namazını müteakiben mezarı ziyaret ettiler. İkinci gün halkla birlikte ben de merasime katılmıştım. Sultan beni yaya görünce hemen bir at gönderdi, özür diledi! Tören dönüşü medreseye varınca atı geri yolladım ama kabul etmedi. Şöyle dedi: “Onu sana emanet olarak vermedim, hediye verdim!” Bunun dışında bir kat elbise ve para verdi. Oradan Gölhisar’a yöneldik. Burası dört yanı suyla çevrili küçük bir kasabadır. Gölde bol miktarda kamış bulunuyor. Kasabanın tek bir yolu vardır; kamışlık ile suların arasında uzanır. Sadece bir atlının geçebileceği köprü gibi bir geçit! Kasaba, suyun ortasında yükselen bir tepe üzerine kurulmuş; ele geçirilmesi güç, sağlam bir kale görüntüsünde… Burada ahi yiğitlerinden birinin tekkesinde konakladık.[5 - Kitapta orijinalinde alıntı yapılarak verilen bu bölümün tercümesi ve tamamı için bk. A. Sait Aykut, Ekrîdûr (Eğridir) Şehri İbn Battuta Seyahatnamesi: Çeviri, İnceleme ve Notlar (2 Cilt), İstanbul, 2000, Yapı Kredi Yayınları, 1. Cilt, s. 406-7. (ç.n.)]
İbn Batuta’nın, tamamıyla gördüklerini kâğıda aktararak yaptığı bu açıklamalar da bize göstermektedir ki bir dönemler gayet varlıklı ve büyük bir ticari kapasitesi olması nedeniyle bu şehre Küçük Mısır denilmeye başlanmış. Fakat gafil halkımızın yabancı mallara rağbet etmeye başlamasından itibaren eski parlaklığı ve ününü hızlı bir şekilde kaybetmiştir. Mevcut hâlinde yüzün üzerinde ev ile üç bine yakın nüfusuyla dahi gayet refah içerisinde ve güzeldir.
Gölün sahilinden itibaren tatlı bir hâl içerisinde yükselen sevimli bayırların ve düzlükte bulunan yarımadanın üzerine kurulu mahallelerde büyük üç adet cami, iki minare, on iki mescit, iki medrese, kayıtlarında iki yüz on altı adet itibarlı kitap bulunan zengin bir kütüphane, altı ilkokul (İptidaiye), bir ortaokul (Rüştiye), bir hükûmet binası, bir posta ve telgrafhane, bir Mevlevi dergâhı, beş han, üç hamam, iki yüz yirmi beş dükkân, on iki çeşme ve biraz aralı olan “yazla” adında ruha ferahlık katan bir Askerî Hastane (Debboy-u Hümayun), ayrıca bir Ulu Cami, bir minare, bir şadırvan ve birçok çeşme, bir dergâh, çok güzel üç türbe, çeşit çeşit bahçeler ve göl tarafındaki aşağı yazlada eski dönemlerden kalma kâgir bir yapıda ve tasvir edilmesi çok zor değerli bir hangah, dört güzel türbe, kullanılmayan bir hamam mevcuttur. Yine birçok bağ ve bahçeler gibi zümrüt gibi yeşillikler içerisinde nezih gezinti alanları ve bu yerler ile şehri arasında bulunan Baba Sultan Veli Hazretleri’nin gönülleri süsleyen türbesiyle ile aynı bölgede bir dergâh, bir mescit ve durumu daha sonra açıklanacak ‘sakahane’ mevcuttur. Bunlarla birlikte Nis Adası’nda biri Müslüman, diğer Rum olmak üzere iki mahalle bulunmaktadır. Burada yaklaşık seksen hane, iki ulu cami, bir minare, bir mescit, bir türbe vardır. Ayrıca biri Müslümanlar diğeri gayrimüslimler için olmak üzere iki adet ilkokul vardır. Bir hamam olan bu yerde biri yeni yapılmış diğeri putperestlik döneminden kalma iki kilise bulunmaktadır. Barla ve Bavullu adlarında iki büyük nahiye ve otuz üç köyden ibarettir.
Mahsullerinden yaptıkları başlıca ihracat ürünleri şunlardır: hububat çeşitleri, tadı ve yiyimi güzel olan bal, tereyağının yüksek kalitede bir çeşidi, afyon, bal mumu, mazı, palamut, kitre, cehri, sumak, çam sakızı, çıra, her türlü kereste ve ahşap malzemeden yapılmış ziraat malzemeleri, kürek, tekne, çıkrık, şimşir kaşık ve kepçe, keçi kılı, yün, tiftik, çeşitli türde av derileri ile ham deriler, keçi, koyun, sığır, dayanıklı at, eşek ve bunlar gibi büyükbaş hayvanlar, demir ziraat aletleri, bakır ürünler, sahtiyan, kundura, çizme gibi ayakkabı ürünleri, saraç mamulleri ile her renk ve çeşitte alaca, sağlam bez ve yün (kıl) dokumalardır.
Başlıca ithalat ürünleri ise şunlardır: Demir, bakır, kalay, nişadır, çivid, topan ipliği[6 - Fabrikada bükülen güçlü ve düzenli ipliğe denir. (ç.n.)], pamuk, urgan, sicim, kahve, şeker, petrol gazı, sabun, kösele, parlak deri (sahtiyan), baharat ve attar ürünleri yanında inşaatlarda kullanılan her boyda çivi, Avrupa malı kırılacak cinste kap çanaklar (vayvay çanakları) ile dayanıksız ve göz kamaştırıcı süs eşyaları (kalp mamulatı).
İçerisinde barındırdığı gayet derecede gür ve geniş ormanlarındaki ağaç türleri şunlardır: Çam, ardıç, katran, kavak, meşe, karaağaç, şimşir, pınar, gürgen, çitlembik, kızılcık, mayhoş urumdutu ve akdut, ahlat, yabani armut, tepsi olarak tarif edilen güzel çiçekleri olan günlük ağacı ile çalı, tavşancıl, mersin ve dağ elması gibi birçok tür ve isimde ağaçlar mevcuttur.
Bu şehirde, doğuda bilinen otuz iki kısım küçük boyutlu sanayinin her sınıfına bağlı çok sayıda mahir usta ve eleman bulmak mümkündür. Dışarıya gönderilen kaliteli kereste ve hububat için kullanılan ana iskele Antalya iskelesiydi. Bu nedenle Afşar bölgesine kayıklarla getirilerek depolanan zahireleri bu iskeleye nakletme işinde kullanılmak için getirilen kafileler hâlindeki iri cüsseli Yörük develeri etrafı kaplar. Bu zamanlarda şehrin sokakları yürünülmesi imkânsız bir hâl alır. Bu sevkiyat işi kasım ortasından başlayarak mart sonuna kadar ciddi bir yoğunlukla devam etmektedir. Kereste sevkiyatı ise bahar aylarında Çiyil içerisinden hareketle Antalya Körfezi’ne dökülen Aksu Nehri üzerinden yapılır. Dokuma sanayinin evvelden beri ileri düzeyde olduğu bu şehirde ithal kumaşlara hiçbir zaman ihtiyaç duyulmaz. Fakat yerlilik anlayışı ve ülke menfaati ahlakından nasipsiz tüccarlarımız üç ayda bir İzmir’e giderler ve kazandıklarını oralardaki yabancı mağazalarda satılan çürük kumaşlara harcayarak bunları kumaşçı esnafın başına bela ederler. Yıllara meydan okuyarak eskimeyen ve solmayan yerli kumaşların piyasada dolaşımına engel olmaya devam etmektedirler.
Bu gafil tüccarlar, varlığı sayesinden geçimlerini sağlayıp kazanç elde ettikleri diyarın fakirliğe ve zillete uğraması gibi, yaşadığı bölgenin zararına yabancı tüccarlara hizmetkârlığı kendilerine iş zannetmektedirler. Bunlar, yabancı malları kullanma konusunda böylesi çok istekli olduklarından topladıkları paçavraları çaresiz fukaralara ulaştırmak amacıyla “Çiftçi iflah olursa âlem iflah olur.” atasözünü papağan gibi ağızlarına sakız edip sürekli söylüyorlar. Bilgiçlik tasladıkları ve kafa şişirdikleri zaman dahi “Sanat erbabı şerrinizden hele bir kurtulsun o zaman görürsünüz.” diye cevabını vererek bunları susturan kimse ortaya çıkmıyor. Fakat bunlardan yalnızca çiftçiler ürün almaz. Milletin bunca çaba ve mesai harcayarak ortaya çıkardıkları yerli servetimizi vatanda kıymetlendirecek olan diğer sınıfların ferahlığa ermesinden niçin faydalanmayı tercih etmiyorlar? Zarara uğramayı menfaat zanneden bu sersem tüccarlarımız yabancılara ait mağazalarda Avrupa mahsulü olduğunu bilseler dahi kendi çiftçimize dair iyi niyetli bir bakış açısından mahrum olduklarından sadece ellerindeki yabancı ürünleri satmaya odaklandıkları için çiftçimiz hakkında yarım ağızla söyledikleri bu teveccühün bir karşılığı olmadığından hiçbir şüphemiz olmasın. Yurduna ve milletine karşı erdem duygusunu yitirmenin bu derecesini yapmaktan utanmayan ahmaklara diğer milletler içinde bu zaman kadar şahit olunmamıştır.
Zahire, koyun, yağ, koyunyünü, bal ve bal mumu çok kârlı işler olmaması nedeniyle piyasanın durgunluğundan şikâyetçi olan köylümüzde bu durumun sebebinin yüklendikleri yabancı ürünler olduğunu, yerli malını kullanmadıkları için millette ticaret, memlekette servet ve esnafta güç kalmadığını akıl ederek gerçek değerini bilmedikleri değersiz yabancı mallara para harcamaktan kendileri alamamaktadır. Daha açık ifadeyle ticaretimizin mahvolmasına sebep olan bu o musibetleri yüksek fiyatlara almaktan asla vazgeçmezler. Esnafımız ve çiftçimizin hamiyetsizliği tüccarımızınkinden az değildir. Emeğimizi ve var olan tüm birikimlerimizi yabancıların eline veren bu iki sınıfın düşüncesizliğine memleketin önde gelenleri, varlıklı kişileri ve memurları da destek olmaktadırlar. Cenabıhak bizleri bu basiretsizlikten kurtarsın. Uyarı ve nasihatimizi merhametiyle uygulamaya konmasına imkân vererek huzur nasip etsin. Bu illetin ortadan kaldırılması için bir noktaya kadar çareler bulunabilir ve bu çareler de mevcuttur. Fakat kötü bir alışkanlığın terk edilmesi ve böylesi bir hastalığın çare bulması ancak hidayet ile mümkündür.
Her taraftan lezzetli suların fışkırdığı sık ormanlı dağlar, yeşillik ve çiçeklerle kaplı geniş meralar ve çok bereketli bölgenin ihtiyaçlarından ziyade geniş mezralar etrafında bol miktarda mevcuttur. En yakını en az bir buçuk saat sürmesi nedeniyle oralara yerleşim yapamayınca tarım yapmak, koyun beslemek ve hayvan beslemek bu kasabada mümkün değildir. Böyle olunca da burada yaşamayı talep edince burada sanatsız yaşama imkânı bulunmamaktadır. Meğerki elinde çiftliği ve kasabada ticarethanesi mevcut olsun.
Sahip olduğu harikulade güzelliğinden uzak duramadıkları için bu bölgenin doğasındaki baskınlık şehir halkını birer sanat sahibi olmaya itmiştir. Bu nedenle aralarında yeteneksiz ve sanatsız biri bulmak mümkün değildir. Sanatkârların çoğunluğu dokumacı, derici, demirci ve ayakkabıcı esnafını teşkil etmektedir. Her esnaf grubunun hususi bir yiğitbaşısı ve geneline bakan bir esnaf şeyhi vardır. Esnaflık düzeninin devamlılığı için bu reislere saygı göstermek, verdikleri emirleri yerine getirmek ve gerektiğinde verdikleri cezalara itiraz etmemek gereklidir. Nüfusunun yüzde doksanı sanatkâr olan bu şanslı memleketin tamamıyla bir fabrika görüntüsü vermektedir. Sanayi ile meşgul olan hiçbir sanatkâr gerek olmadıkça tezgâhını terk etmez. Umumi işler düzen içerisinde devam eder. Öyle ki şehrin kadınları dahi bir saat bile boş durmazlar ve tembel bir şekilde hayatlarını sürdürmeyi tercih etmezler. Dokumacılık ile uğraşan aileler icra ettikleri sanatın işlerini bir düzen içinde yürütmek için destek olurlar. Diğer işlere mensup olan kadınlar da gündelik işlerinden arta kalan zamanda çıkrık eğirmek olarak tarif ettikleri pamuktan ham iplik bükme ya da tentene, mendil ve çorap gibi işleri yaparak destek olurlar. İşlerin tatmin edici şekilde yolunda gittiği bahsettiğimiz bu rutin işler esnasında eskiden beri yılda birkaç gün ara vererek ferahlamak niyetiyle topluca gezintiye çıkmaktadırlar. Mukaddes bir görev olarak gördükleri işlerinin başından ancak önemli bir mesele olması durumunda ayrılırlar. Çalışma saatlerine sımsıkı sarılı olarak saniyelerini dahi heba etmezler. Her esnaf çırak[7 - Öğrenci, şakird.] olarak aldığı çocuğu derece derece sanatını öğreterek kalfa[8 - Öğretmen ve usta.] hâline getirdikten sonra ustalık ruhsatını vermek ve kendi ifadeleriyle peştamal kuşatmak için her yıl ilkbaharda yaptıkları yukarıda bahsedilen tatil esnasında kasabaya yarım saat mesafede çok güzel bir yer olan Sekibağ’daki gezinti yerinde (teferrücgâh) bir araya gelinir. Eskiden beri sanayisi çeşitli sınıflarına mensup kişilerin bu esnaf birliğine eksiksiz olarak üye olmaları şarttır. Birlik üyelerini ağırlamak maksadıyla gezinti yerinde kurulan büyük kazanlar içinde pişirilen yemekler et, pilav ve helvadan oluşur. Usul olarak bunların dışında bir yemek hazırlanmaz. Bu hizmet için harcanan tüm masrafları mezuniyet sonrası birer usta olarak mensup oldukları sanatı temsil edecek olan mezunlar karşılar.
İçlerinde maddi olarak durumları yeterli olamayanların paylarına düşen masrafları pir unvanıyla ruhsat vermekle onurlanan tarafından bereket olması maksadıyla karşılanarak temin edilir.
Esnaf teşkilatının mezuniyet törenlerinde kuşandıkları kıyafetleri çok ağırbaşlıdır. Bu faydalı insanlar diyanet, hamiyet, kanaat, sabır ve zindelik olarak ifade edilen seçkin huylarla kişiliklerini ve sıfatlarını süslerler. Bir araya gelerek şereflendirdikleri o ruhlara ferahlık veren sahrada ikindi namazını cemaatle kılarlar. Ardından heybetli ve gösterişli bir meclis kurarlar. Esnaf şeyhi olan ile sahip olduğu takva hasebiyle dua yapmak için özellikle davet edilen âlim zat en başta dururlar. Bunların sağ ve sollarından her sınıfın yiğitbaşları sıralanır. Ustalar da işlerinin cins ve mezhep gözetilmeksizin mezuniyet tarihleri ve sahip oldukları kıdem derecelerine göre bir tertip içerisinde sıra gibi kurdukları saflarda kendi yerlerini alırlar. Mükemmel bir düzende hepsi bir sükûnet ve saygı içerisinde diz üstü dururlar. Çoğunluğu münevver kalpli ihtiyarlar olan eli yüzü düzgün bu insanlar temiz kalpleri ve iyi niyetleri ile kurdukları bu meclisin mahiyetinin ne büyük derecede huzur verici ve kutsi olduğunu ancak tasavvuf nimetinden nasiplenmiş kişiler anlayabilir. Birbirlerine karşı besledikleri saygıyı, yücelik duygusunu, samimi derin muhabbeti, olağanüstü ve ruhani ulvi duyguyu harika bir sükûnet ve asillik ile sürdürmeyi bilen bu topluluk, başta oturan zatların tesirli cümlelerini idrak ederek ve kalplerinde hissederek dinlerler. Atalardan kalma belagatli sözleri dile getiren esnaf şeyhi ruhsat almaya hak kazananların isimlerini “Bu toplantıya vesile olanlar kimlerdir?” sorusunu yiğitbaşılarına sorarlar. Onlar da bu sual ardından sırayla ayağa kalkarak kendi sanatlarına mensup olup bu yıl mezuniyete hak kazananların isimlerini sırayla söylerler.
Bu sual ve cevabın ardından üzerine yine yiğitbaşılar tarafından yapılan işaret neticesinde ruhsat verecek ustaların ilk başta en kıdemlisi kalkıp yerinden hareket ederek meclisin konumlandığı meydanın ortasına geldikten sonra büyük bir saygı içerisinde beklemeye durur. Bu esnada elinde ipek bir peştamal bulunur. Ustanın sağ tarafında ona üç adım geride beklemekte olan esnaf çavuşu ruhsat alacak kalfayı ismi ile çağırır. Çağrılan bu kalfa çağımız medeniyetinin en mühim davranış tarzına uygun olarak makbul bir vaziyette meclisin hale gibi etrafını çevirdiği meydana girer. Burada ustasının karşısında eli göğsünde büyük bir hürmetle nezaketli bir şekilde ayakta bekler. Bu esnada ustası sesli bir şekilde söze başlayarak şöyle konuşur: “Sanatında tam olarak beceri elde edip kendi başına tezgâh açmak ve ustalık yapmak ruhsatını almaya hak kanmış olan filan kişinin bendesi bu kişidir.” Bu sözü duyan esnaf da hep bir ağızdan tek kelime olarak “Maşallah” duasını (gülbankını) tebrik olarak seslendirirler. Ardından mezun olan kişinin mensup olduğu sanatta ustalıklarıyla bilinen eski üstatlardan bir kaçı güya imtihan yapıyormuş gibi bazı sorular sorarlar. Cevaben aldıkları doğru yanıtlar sonucunda kendisine aferin, ustasına da övücü cümlelerle mukabelede bulunurlar.
Kendisine gösterilen bu teveccühten kaynaklı mutluluk ve gurur ile koltuğuna karpuz sığmayan usta, sağ tarafında üç adım ileride hürmet içerisinde bekleyen esnaf çavuşunun el üstünde tuttuğu peştamalı büyük bir hürmet ve ağırbaşlılık ile eline alır. Ardından “Esenler, evliyalar, pirler, şehitler ruhuna, peygamberler canına, salavat diyelim Muhammed’e.” cümlesini üç defa tekrarlar. Orada hazır bulunanlar da salavat ve selam nidalarını havada yankılatarak icra ederler. Bu esnada yapılan birçok manevi dua neticesinde sevincinden ağzı kulakların erişen kalfanın beline ustası besmele ile peştamal bağlar. Her taraftan “Mübarek olsun!” sedaları yükselir. Bu mezun kalfa öncelikle ustasının, sonrasında da esnaf şeyhinden başlayarak orada buluna âlim zat ile bütün ustaların ellerini öper ve karşılığında her birisinden “Berhurdar olasın!” cevabını alır. Bu fasıl nihayetinde arkasını dönmeden geriden geriye meclisten çekilerek en aşağıda diz üstüne oturur.
Bundan sonra ise duacı efendi tarafından Fatiha suresi okunur. Akabinde ise tafsilatlı bir dua yapıldıktan sonra mezuniyet töreni tamamlanmış olur. Bu şekilde bir tören ile mezun olmayanların bağımsız bir şekilde dükkân açıp tezgâh kuramaz, ancak başka bir ustanın yanında kalfalık yapabilirler. Babaları vefat etmiş olan usta çocukları ise miras kalan dükkân ve tezgâh kapanmasın diye isabetli bir düşünceye dayanarak bu konuda bir istisnaları söz konusudur. Ruhsat alma masraflarını karşılayamayan güçsüz durumdaki kalfaların izinleri bazı durumlarda bu gibi cemiyetler arasında gerçekleştirilir. Bu ağır durumu utanılacak bir şey olarak kabul etmelerinden dolayı çok az sayıda kalfa bunu kabul eder. Bu şekilde yapılan merasim tamamlandıktan sonra çimenliklere sarılan sofralar üzerinde hazırlanan yemekler yenir. Genç ve orta yaşlı olanlar ihtiyarlardan müsaade alarak bir sevinç gösterisi olarak eğlenceli faaliyetler yaparlar. Yaşları ileri olan ihtiyar kesim ise kendi aralarında ufak meclis halkaları kurup muhabbet ederler. Bu kutlama gece yarısına kadar devam ettirilir. Çünkü bu gibi merasimleri güneşin doğuşuna kadar sürdürmek bir eskiden beri devam ettirdikleri âdetlerindendir.
Mezuniyete dair yaptıkları toplantılarda esnaf dışına birilerinin bulunması kabul ettikleri kuralarla aykırı ise de şahsım memnuniyetle bir defasında tesadüfen katılıp şu güzel uygulamalarını hayranlıkla izleme fırsatı buldum. Evlerinde gece gündüz uğraş veren kadınlar da güldürümü, çıtlak ve seyir adıyla etkinlik yaparlar. İki defa Yazla adı verilen yere giderler; haziran sonunda daha önce bahsedilen Sekibeğ kırlığında toplanırlar ve eylül ayı içerisinde de Çiçeklikaya, Irmakkenarı ve Pınarpazarı adlı gezintilere çıkarlar. Böylelikle bu mevsimlerinin yalnız birer gününü çok güzel bir şekilde değerlendirirler.
Bu seyirlerin gerçekleştirildiği günlerde o yerlere hiçbir erkek uğrayamaz. Zira bu bölgenin etrafı yönetim ve ahali tarafından birlikte gönderilen yaşı ileri emin muhafızlar ile birkaç mil uzaktan gözetim altında tutulur.
Yılın bütün günlerini evinde meşgul geçirip ara sıra gerçekleşen düğünlerden başka birbirleriyle bir araya gelmeye imkân bulamayan bu zavallı kadınlar genel olarak buluştukları şenlikli günleri bu bahsedilen etkinliklerden ibarettir.
Kasabanın bağlarından 1 kilometre mesafedeki gölün güneydoğusunda Boğazova adlı güzel bölge bulunmaktadır. Kasaba halkının geneli ve hatta yönetim Rumi yılın 10 Eylül’ünde bağlara göçerler. Burada çok miktarda elde edilen üzümlerden pekmez, pestil, bandırma ve hevenk yaparlar. Ardından 7 Ekim’de de geri dönerler. Yönetim tarafından resmen ilan edilmedikçe ne bağa göçülebilir ne de şehre dönülebilir. Bu mevsimde kasabada bekçiler dışında kimse kalmaz. Nis adasından yaşayanların bağları gölün doğu sahilinde bulunan Eğerim Beli yakınındaki Karabağlar olarak adlandırılan ayrı bir bölgededir. Kasabalılar bağlarda bulundukları zaman günlük alışverişlerini Çaybaşı adı verilen yerde, haftalık alışverişlerini de haftanın ilk günü kurulan Pınarpazarı adlı ferah yerde yaparlar.
Kasaba halkı cuma namazı için de buraya gelirler. Çünkü büyük cami buradadır. Bağlarda bulundukları dönem ahali pazar günleri kurulan Pınarpazarı dışında cumartesileri kasaba içerisinde ayrıca kurulan Dernek pazarında da alışveriş yapar. Kasım mevsiminden sonra Antalya taraflarına göçen on iki kalem yani kabile Yörük aşiretinin Eğirdir’e yakın yaylalardan kışlaklarına dönüşleri ile aynı zamana denk geldiği için pazar yerine sürüler hâlinde sayılmayacak miktarda koyun gelir. En kaliteli etin okkası, yani dört yüz dirhemi, orman kasaplarında yaklaşık on paraya satın alınır. Sözün kısası bu gösterişsiz kasabada geçinebilecek kadar servet, çok güzel feyiz ve bereket ve insanların kalbinde gayet derecede güzellik bulunmaktadır. Hepsi hâlinden memnun ve şükür içerisinde, Allah yolunda vakarla mutlu bir şekilde hayat sürmektedirler. Alın teriyle kazandıkları varlıklarını boş yere sarf etmeden ağız tadıyla tüketirler. Güçleri yettiğince hayır hasenat yaparak İslami bir hayattan asla taviz vermezler. İçlerinde sanatı hor görüp beyefendi gözükmeye yeltenen hünersizlerden başka zaruret ve sefalete düşmüş hiçbir kimse mevcut değildir.
BOĞAZOVA’NIN ÖZELLİKLERİ
Cennet bahçesinin dünyadaki timsali olan bu iç açıcı alan gölün güneydoğu sahilinde konumlanmıştır. Uzunluğu 30 kilometre ve genişliği ise en dar yeri 4, en geniş yeri de 7 kilometreye kadar uzanmaktadır. Gölden taşan suların meydana getirdiği ırmak, ovanın kuzeybatısından geçerek Mücevre ve Maltaşı dolaylarından Tasmacı bölgesine ulaştıktan sonra doğu istikametine kıvrılarak Tepeli Çayırı kenarından akarak güney ucundan bulunan Kovada Gölü’ne dökülmektedir. Bunun dışında diğer bir çay da ovanın doğusundan başlayarak bu bölgenin ortasından geçer ve Cire Köprüsü yakınında bu ırmağa dâhil olur.
Meşhur Toros Dağları’ndan gelen sel sularından ortaya çıkan bu dehşetli çay bahar mevsiminde coşarak yatağından taşacak hâle gelir. Dağlarda kış boyu biriken karların erimesi neticesinde ya da şiddetli yağmurların yağması sonucunda coşan bu çayırın gür sularının eskiden beri bu dönemlerde dehşetli şelaleler meydana getirdiği bilinmektedir. Yılgıncık belinde göle döküldüğünü ispat eden izler Göktaş[9 - Göktaş, gökçe ve gökçek taştan gelmektedir. Çünkü Göktaş mezrası mevkisinde bulunan taşlar beyaz ve sarı renklerde olup kâse kırıklarını andırırlar. Güzel manzaralı kayraklar olan bu taşlar birbirlerine dokundurulduğunda çinkonun çıkardığı sese benzer sesler verirler.] mevkisinde hâlen görülebilmektedir. Sonraki dönemlerde gerçekleşen şiddetli depremler aynı ismi taşıyan Çay köyünün yakınında buluna Havutlu Dağı’nı ikiye ayırmıştır. Jeoloji bilimiyle ilgilenenler Kabız adı verilen geçidin bu doğa olayı neticesinde oluştuğunu ilk görüşte anlayabilirler.
Doğudan batıya doğru akan ve Cire köyü karşısında ırmağa karışan Pınar Suyu adı verilen küçük akıntı ise üzüm bağlarının güney sınırını meydana getirir.
Hem çayın hem de ırmağın yatakları etrafından yetişen söğüt, karaağaç, tavşancıl ve ceviz gibi sık yapraklı ağaçların dalları arasında gizli bir hâle bürünmüştür.
Boydan boya çim ve çiçekler, rengârenk yabani güller ile sarmaş dolaş bu muhteşem ovanın göl tarafında Kuru Köprü’den Pınar Pazarı’na, ırmaktan Ağıl köyüne kadar derinlemesine bir buçuk saat, enlemesine bir saat süren kısmı verimli bir arazidir. Burası üzüm bağları, başlarını göğe doğru yaklaşmış karaağaç ve şimşir gibi asırlık ağaçlar, ferahlık veren gölgeleri olan çalılar ve her çeşit meyve ağaçları ile doludur. Çoğu güçlü sâfiyeler yani bölgenin kendi ağzı ile söylemek gerekirse kelifler mevcuttur.
Bağlar arasında farklı taraflara ayrılan yolların kenarlarında, keliflerin etrafları etrafında ve üç yol ayrımına düşen küçük meydanlarda Allah vergisi yetişen Arap sümbülü, kırmızı ve mor menekşeler ve bölge halkının ekşi olarak isimlendirdikleri mis kokulu limon otu gibi çiçekler vardır. Ağaçların dallarının kaldırmakta zorlandırdığı bollukta meyveler ortama yaydığı enfes koku etrafta geçen insanları mest etmektedir. Bülbüllerin çıkardığı melodi ve birçok sesli kuşların nağmelerini işiten insanlar doğanın bu cazibesine kendisini kaptırarak duygularını bu atmosferden saatlerce çıkaramaz.
(Nasıl ki) Soğuk mevsimde ateş gülden hoştur
(Öyle de) Vatanın dikeni de sünbül ve reyhandan hoştur
Yusuf ki Mısırda Padişahlık yapardı
Söylerdi ki Kenan’ın dilencisi olmak daha hoştur[10 - Bu ve bundan sonraki şiirler çoğunlukla Farsça şeklindedir. (ç.n.)]
Ancak kendi vatanında yaşayan insan mutludur vesselam. “Vatan sevgisi imandandır.” hadisinin hikmetini çok acı tecrübeler neticesinden uzun zaman sonra anlamış olsam da ne yazık ki fırsat elden gitti. Ah vatan!..
EĞİRDİR’İN MEVCUT TARİHİ ESELERİ
Bu şehirde, bazılarının temelleri gözle görülebilen yirmiden fazla tarihî eser mevcuttur. Tufan’dan yüz kırk sekiz yıl sonra ve Nuh Peygamber henüz hayatta iken Urfa, Resulayn ve Deyrizor arasındaki çölün ortasındaki Gökab Dağı civarından geçerek Fırat Nehri’ne dökülen Habur ve Nusaybin suları istikametinden Anadolu’ya göçüp Eğirdir’e yerleşen Lid Kavmi MÖ 22. yüzyılda burada bir kale inşa etmiştir. Tarihî kalıntıları hâlen bulunan bu ilk kalenin yıkılmasının ardından kuzey tarafına düşen kayalıklarda görülen temelleri dışında surlarından eser yoktur. Bulunduğu yerde şu an Eskihisar kabristanı bulunmaktadır. Lid Kavmi’nin dinlerinde “Zaryus-Karyus” denilen putlara kurban keserek ibadet edilmekteydi. Bu dönemde yapılan en büyük tapınak Eğirdir’in güneyinde bulunan Kervansaray olarak bilinen harabedir. Selçuklular döneminde han ve çarşı olarak kullanılmıştır. Fakat işlevi bittikten sonra duvarlarındaki süslemeler söküldüğü için şimdilerde dişlenmiş salatalık gibi delik deşik bir hâldedir. Bu devasa yapı daha evvelce bahsettiğimiz Felakabad şehrinin güçlü dönemlerinde inşa edilmişti.
Lidlerden Küçük Ferici sultanı Tantaloğlu Bilubus MÖ 1280’de kendi oğlunu bu tapınakta kurban ettikten sonra masum çocuğun etinden bir parça puta sunmuştur. Kalanını ise vahşi bir düşünce ile misafirlerine ikram etmiştir. İnekdenizi’nden Yellibelen tepesine çıkarken soldaki kare şeklindeki kayalığın üzerine Brahmanların yani din adamlarının ikamet etmeleri için yaptırılan büyük yapı tamamen ortadan yok olup gitmiştir. Bugün binadan ve parçalarından hiçbir eser kalmamış olsa da binanın temellerine dair izler mevcuttur.
Bu bölge civarındaki Hızır İlyas Mağarası’nda hâlihazırda bir put mevcut olsa da zaman içerisinde çoğu yeri yıpranmıştır. Kaleden dışarı çıkmanın tehlikeli dolduğu dönemlerde kasaba ahalisi Hızır (Hıdırellez) günlerinde bu yüksek yere gelirler. Gezinti yapmak maksadıyla gelinen hâlen o mutluluk günün adıyla anılan bu mağara aslen tapınaktır. Bunu bilmekten âciz bir kısım cahil kimselerin hâlâ ziyaret maksadıyla buraya gelmeleri; sıtmadan kurtulmak maksadıyla tapınakta asılı ipe çaput bağlamaları; tavanından damlayıp putun önünde biriken suyu mübarek zannedip içmeleri; hamilelikten yeni çıkmış kadınların sütleri gelsin diye bu sudan içmeleri ve kocakarıların eski kaşıkları toplayıp sevap diye heykelin önüne bırakmaları gibi âdetlerin hepsi aslında putperestlik döneminden kalma âdetlerin bugün hâlâ devam ettirildiğini gösteren acı verici örneklerdir.
MÖ 547 yılında Lidya kralı Krezüs’ü mağlup edip bütün topraklarını ele geçiren Midya Kralı Kiriş ya da Kariş’in tebaasının çoğunluğu öküze tapmaktaydılar.
İçerisinde bunların tapındıkları “Kay Av” adlı icl-i ibişin (komik görünümlü buzağının) daima bulunduğu insan yapımı mağara da Hızır İlyas Mağarası ve Öksürük Kayası yakınındadır. Bahsedilen öküzün Urdu ve Hintçe isminden kinaye edilerek bu bölgeye “Kay Av” adı verilmiştir. Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Eğirdir’i istilasında İran ve Belucistan tarafından getirilerek kaleye yerleştirilen muhafızların yapmış oldukları yanlış tercüme nedeniyle buraya İnekdenizi denildiği düşünülmektedir. Çünkü “kay” kelimesi (Türkçe’de inek, öküz kelimesine karşılık gelen) “gav” ve “av” tabirini de (Türkçe’de su kelimesine karşılık gelen) “ab” kelimesinin tahrif olmuş hâlleri olduğu düşünülerek “İnek suyu” şeklinde tercüme etmiş olduklarını ve bunun da zaman içerisinde “İnekdenizi” kelimesine dönüştüğüne inanılmaktadır. Böyle olsa da bu bölge Elmadağlar’ın göle doğru uzanan köşe olması hasebiyle “dağdan denize inen köşe ve çene” manasından eski şivede kullanılan “İğek Denizi” denilmekteydi ve bu kullanım zaman içerisinde dönüşerek “iğek” kelimesi “inek” kelimesine dönüşmüştür. İnekdenizinin aslının bu olduğunda hiçbir şüphe söz konusu değildir. Orta Asya’da yaşayan Moğol Türkleri çeneye iğek derler. Üstünde suya dair bir iz ve emare mevcut olmasa da Felekabad’ın sular altında kaldığı su yollarının zeminindeki ağızlardan ve yer yer görülen çukurlardan anlaşılmaktadır. İnek-denizi bayırını batı tarafından sınırlayan sırtta bulunan Hızır İlyas Mağarası yakınına eski zamanlardan beri Öksürükkayası denilir. Bu eğri büğrü taşa çok eskiden beri öksürüğe tutulanlar gelmektedir. Üzerine tükürdükleri toprağı taş parçaları ile bastırarak arkalarına bakmadan dönmek gibi hâlen daha uygulanan tuhaflıklar öküze tapan Midyun devrinin dinî âdetlerindendir.
Kasabanın batısında bulunan Oluklacı Dağı’nın güney kısmındaki tepesinde bugün Sivri olarak bilinen ve bir zamanlar eski volkandan dökülüp biriken lav artıkları asırlar boyu varlığını devam ettirmiştir. Tahminen Hicri 1297 yılı Şubat ayında aniden aşağı kayıp Yumrutaş merasındaki büyük mezarlığı kısmen kaplamıştır. Bu esnada bu yol üzerinde şehre giren Yılankırkan suyunun yatağını da bozması nedeniyle Büyük Hamam için yakınlardaki göl kenarına depo kurup su alma durumunda kalınmıştır. Hamam ile göl arasındaki yolun sahili takip eden kenarında yetişen ve poyrazın şiddetli estiği zamanlarda kütüğü dalgalar içinde kalan Ulu Çınar’ın gölge saldığı sahildeki şeffaf taşların üst kısmı bu ihtiyaç nedeniyle havuz hâline getirilmiştir. Bu çukur açma işi esnasında 1 metre derinliğe gelindiğinde ağzı kapalı eski bir çukur ortaya çıkmıştır. Ben o zamanlar on beş yaşlarındaydım. Okulun teneffüs verdiği zamanlarda abdest almak amacıyla oraya gitmiştim ve bu olaya tesadüfen tanıklık ettim. Bu olayı tamamen hatırlıyorum. Sürekli dalgalı olan böyle bir yerde böylesi bir çukurun mevcut olması oradakileri hayrete düşürdü ve hemen ölçüm yaptılar. Fakat her ne uzattılar ise bir noktaya ulaşamadılar. Bu kişiler hayret içerisinde konu ile alakalı konuşurlarken biraz ileride su kenarında balık avlayan çocukların yanlarına gidip biraz önce keşfedilen kuyunun derinliğini ölçmek için balık tutmaya yarayan iplerini istedim. Teklifimi geri çevirmediler. Mütebessim bir şekilde teslim ettikleri iplerinin hepsini birbirine bağlayıp ucuna da bir taş bağladım. Ardından içi su dolu kuyunun içine sarkıttım. İpleri birleştirilmesi sonucu 20 metreden daha fazla bir uzunlukta olmasına rağmen kuyunun dibini bulamadım. Bu gölün meydana gelmesinden önce bu bölgede yerleşik toplulukların yaptığı eserlerden olduğu ve yüksek yerlerde olsalar da olağanüstü derinliğe sahip “Han Ardı” ile “Vedireli” adlı kuyuların üçüncüsü olduğuna şüphem kalmadı. Su taşımacılığı ile uğraşanlar söz açılınca bunlardan ayrı şehrin güneyinde bulunan Yumrutaş adlı basık bayırdan gölün içine doğru yani Felekabad şehrine kadar uzayan ve harç ile sağlamlaştırılmış ve genişlikleri 4 metreyi bulan su yollarının olduğundan bahsetmektedirler. Bunları söylerken bu su mecralarının sağlamlığını vurgulayarak övgü dolu ifadeler kullanırlar.
Bu kadar su ve su yolları varken yer yer kehrizler de varlığı Felekabad şehrinin büyüklük ve zenginliği göstermektedir. Eski milletlerin inşa ettikleri bu su kanallarında biri de Demirkapı Mahallesi’nde mevcut olan Burhan Mektebinin bulunduğu mevkidedir.
Hükûmet binası yakınındaki eski Tahtapazarı bölgesine bir rüştiye yapılırken eskiden beridir metruk bir hâlde yıkık bir şekilde olan Burhan Mektebi yıkılarak kerestelerin bu inşaatta kullanılma üzere kaldırıldığı esnada bu su kanalı gün yüzüne çıkmıştır. Gündelik olarak suyunu kullandıkları göle yer altından ulaştığı eski adamlar tarafından fark edilememiş ve üzerine tuvalet yaptırıldığı görülmüştü.
Bunlar ile birlikte yarımadanın sonundaki İçkale, Lid Kavmi’nin Sivri Ardı ismini adını verdikleri alana Kelpim Sabah tarafından yaptırılmış makara Romalılardan kalma tarihî eserlerdendir. Taş-medrese ile Ulu Cami, kemer üzerindeki minare, Büyük Hamam, Yazla’daki Hangah, Baba Sultan Veli Türbesi ve Sakahanesi, şehre akan su yolları, mevcut bütün çeşmeler, mahalle mektepleri, kütüphaneler ise Selçuklu sultanları ve Osmanlı ileri gelenlerinin hayratlarıdırlar. Yukarıda harabesinden bahsettiğim Burhan Mektebi bana halk arasında hâlen daha konuşulan garip bir olayı hatırlatmaktadır. Cennetmekân Sultan Abdulaziz Han haretleri zamanında yükselip sonradan başvurduğu hile yoluyla kötü şöhreti her tarafa yayılan Maktül Hüseyin Avni Paşa tahsiline burada başlamıştır. Bununla birlikte kendisi Eğirdirli değildir. Karaağaç kazasına bağlı Afşar nahiyesinin Gelendost köyünden eşekçi Ahmed’in oğludur.[11 - Hüseyin Avni (1819 -1876) Sultan Abdülaziz dönemine denk gelen 15 Şubat 1874 – 26 Nisan 1875 tarihleri arasında sadrazamlık görevinde bulunmuştur. Resmî bir toplantı esnasında silahlı saldırıda ölmüştür. (ç.n.)]O dönemlerde ilkokuldan dahi mahrum olan ve cehalet içinde yaşayan bir köyde dünyaya ayak bastığı için babası Eğirdir’e getirip ayakkabıcı esnafından merhum Hacı Musa’ya emanet etmiş ve o zat da hayır yapıyorum düşüncesiyle çocuğu bu mektebe teslim etmiştir. Burada ilkokulu tamamladıktan sonra İstanbul’a gittiğini haber alan bazı nüktedan kişiler çok sayıda eşeği önüne katarak pazara gelen babası ile karşılaşınca “Ulan Eşekçi Ahmet, sıpayı İstanbul’a mı gönderdin?” diye söylendiklerinde bu duygusal ağa yapmacık bir tavırla tebessüm ederek “Gönderdim ya! Orada kocaman olur da acı acı zırlar ise hepinizi korkutur.” cevabında bulunduğu herkesçe bilinir.
Eşekçi Ahmet’in bu şerli halefi hakkında bir önsezi olarak ifade ettiği gibi Hüseyin Avni nankörünün katıksız zırlamasındaki uğursuzluk nihayetinde kendi sonunu getirdi.
Tren olmayan yerlerde gerçekleştirdiğim yolculukları tabiatıyla kervan vasıtasıyla yaptım. İnsaf, yiğitlik, insanlık ve nezaket denilen güzel İslami davranışlara sahip hiçbir katırcı görmedim ki şu garip rastlantı üzerine eşekçilerin de keramet ehli olabileceğine inanayım.
ULU CAMİ
Selçuklu Sultanı Alparslan tarafından yaptırılan caminin yapımı Hicri 464 tarihinde tamamlanmıştır. Genişliği ve büyüklüğü İstanbul’daki Fatih Camisi ebatlarındadır. Tavanı gayet yüksek ve süslemeleri de güzeldir. Fakat Fatih Camisi gibi yüksek kemerleri ve kubbeleri mevcut değildir. Hicri 1214 yılında şehir halkı üzüm bağlarında iken şehrin büyük kısmında yangın çıkması üzerine yerli eşraftan merhum Yılanoğlu Şeyh Ali Ağa[12 - Yılanoğulları ya da Yılanlı Oğulları, 18. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Isparta Sancağını yöneten önemli ailelerdendir. Adlarını Eğridir Kasabasınna bağlı Yılanlı köyünden almışlardır. Daha fazla bilgi için bk. Yücel Özkaya, Anadoludaki Büyük Hanedanllıklar, Ankara, 1992, TTK Belleten 56. Cilt, Sayı 2017 s. 835. (ç.n.)] tarafından gayet güçlü ve güzel bir şekilde yeniden yapılmıştır. Caminin tavanı İbradılı Mustafa Efendi adından hoppa bir kaymakamın emriyle 1295 senesinde eskisine göre çürük ve sanatsız bir değişikliğe maruz bırakılmıştır. Bu değişiklik esnasında caminin ortasında bulunan harikulade güzellikte nakışlar ile tezyin edilmiş ve genişçe olan müezzin mahfilini de ne yazık ki ortadan kaldırtarak yerine küçük ve basit bir mahfil yaptırılmış. Demirkapı Mahallesi’nde geçerken harabe yığınları görenleri hayrette bırakan Büyük Hamam da Alparslan tarafından yaptırılarak bu caminin vakfına dâhil edilmiştir. Bu gibi bir eserin neden ve hangi tarihte harabeye dönüştüğü konusu bilinmemektedir.
TAŞMEDRESE
Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Sadrazamı Tuslu meşhur Nizamülmülk’ün ilim aşkı sayesinde yapımına cami tamamlandıktan sonra Melikşah döneminde başlanmıştır. Fakat tamamlanması halefi Kılıçaslan’ın son dönemine kadar uzayan medresenin Haçlı kargaşasının ortaya çıkması nedeniyle hem tamamlanması mecburen akim kalmış hem de planlanan bazı bölümleri yapılamamıştır. Süslemeleri, genişliği ve yüksekliği ile gökkuşağına benzeyen avlusunun içe bakan kemerlerinin üzerinde ayrı bir süsleme olarak konulan yontma büyük mermerler ne yazık ki şu an binanın etrafında darmadağınık bir hâldedir. Kapıları Ulu Cami ile karşı karşıyadır. İran mimarisi örneği bu harikulade değerli yapı gayet sağlam ve desenlidir. Bir kısmı kıbleye bakan kapısını çevreleyen, bir kısmı büyük bina ile dörtgen şeklindeki çok güzel avlusunun kuzeybatısını süsleyen, bir kısmı da gökkuşağı gibi yüksek kemerin etrafında ve zeminden sol tarafa ve oradan yine zemine hale gibi uzanan son derece sanatlı bir şekilde eski usul sülüs hat ile ve gayet celi bir tarzda yazılmış ve kabartma şeklinde yontulmuş birçok tarihi tafsilat ve Farsça şiirler mevcuttur. Birinci baskısının bir kısmını Hindistan’ın Dekan Haydarabad şehrinde, diğer üçte birini Çin’in Tianjin eyaleti merkezinde ve kalanını da Rusya’nın Petersburg şehrinde yazdığım bu seyahatnameye bunları ekleme imkânım olmadı. Tarih bilimi için gerekli ve kıymetli açıklamaların ve harika eselerden biri olan bu yapının fotoğraflarını inşallah bu eserin ikinci baskısında ekleme imkânı yakalarım.
ULU CAMİ’NİN MİNARESİ
Tek şerefeli ve gayet zarif ve yüksek olan bu özgün minare Selçuklu sancak beylerinden Hızır Bey hayret ettiren eserlerindedir. Mimari usulü ile taş süslemeciliğinin son noktasını gösteren hayret verici bir tarzda yapılan Ulu Cami ile medresenin karşılıklı olarak yapılmış kapıları arasında ortaya çıkan meydandadır. Bu beyaz minare, kuzey tarafından çevrili yüksek duvarın ortasında bulunan büyük kapı üzerine kurulmuştur. Güzel sanatların en seçkin örneklerindendir.
Kale bedeni demekten başka hiçbir tabiri kabul etmeyen bu duvarın içinde camiden minareye geçilen bir yol vardır. Ayrıca bu yolu aydınlatmak ve gerektiğinde korumak amacıyla yolun iki tarafında birçok mazgal bulunmaktadır. Dâhilindeki bu boşlukla beraber üzerine bir de minare yapılmış olması eskilerin mimaride ettikleri gelişmeyi göstermektedir. Bununla birlikte bu onların estetik kabiliyetlerinin idrak ve fazilet bakımından büyüklüğünü, matematikteki kapsamlı bilgilerini ve mimarlıklarının kendi dönemlerinde ulaştığı olgunluğu anlatmakta ve ispat etmektedir.
BÜYÜK HAMAM
Yapıya, üç tarafına çevrilen yüksek kemerlerin ortaya çıkardığı yarım kubbelerin altında kalan üç adet boşluk ile bu boşlukların birleştiği noktalara yapılan kapılardan girilen geniş kapalı alanlarda beşer musluk mevcuttur. Ayrıca bu kemerlere dayalı her bir kubbenin altından da yuvarlak büyük göbek taşları bulunur. Neredeyse bir hama büyüklüğünde olan soğukluğun kapısı dışında uzunlamasına bir meydan vardır. Onun dış tarafında da binanın iki katı büyüklüğünde ve ortasında bir şadırvan bulunan düzenli bir dinlenme yeri bulunmaktadır. Buranın önünde de ayrıca bir boşluk daha bulunmaktadır. Bu hamam, Ulu Cami vakfına dâhildir. Selçuklu döneminin övgüye layık eserlerindendir.
DİĞER ESERLER
İç kale içerisinde Orta Çağ tarzında farklı şekillerde süslemeler ile yapılmış eski bir cami ile iki kısımlı küçük bir hamam vardır. Bunların dışında diğerleri şunlardır: Sonradan tamir gören Ferahiye ve Kubbeli mescitleri; kurucularının nesli yok olduğu takdirde Mekke ve Medine’ye mahsus vakıflara dâhil edilmesi kaydıyla yapılmış kâgir yapıdaki Pamuk Hanı; Mevlevi dergâhı ve vakfına dâhil olan Yukarı Hamam; Nis Adası’ndaki minare ve hamamlar; Selçuklular zamanından yaptırılmış kıymetli yapılardan olan ve hâlen kullanılan okullar; Yılanlıoğlu Medresesi ve kütüphanesi; Ağa Mahallesi’ndeki Ulu Cami ve minaresi; Yazla’da bulunan Hangâh ve civarındaki cami, minare ve görkemli türbeler ile Baba Sultan dergâhı, türbesi ve mescit. Sakahane ve şehirde bulunan bütün çeşmeler Osmanlı sancak beyleri ile bölgedeki varlıklı kişiler tarafından yaptırılmış kalıcı eserlerdir.
BABA SULTAN DERGÂHI’NIN SAKAHANESİ
Eğirdir’in batısından bulunan Oluklacı Dağı’nın kuzeyindedir. Sivri adı verilen volkanın bir zamanlar patlamasıyla oraya çıkan kaygan topraklar ile kapılı olan ve büyük katran ağaçları ile örtülü yamacın eteğindedir. Şehirden on dakika mesafede bulunan bu yer çok az güneş gören gölge bir yerdedir. Bu dergâhın sakahanesi tarihî yapılar içerisinde kendine has örneklerden biridir.
Hiçbir yerde ikinci bir örneği ile karşılaşmadığım bu ilginç soğuk yer altı odası daha önce ifade edildiği gibi Hızır İlyas Mağarası’nın yer altından bu yere kadar uzanan doğal dar bir yarığın ağız tarafına büyük bir kubbe yapılarak bina edilmiştir. İçerisine büyük küpler konulmuştur. Gölden alınarak bu küplere konulan sular bir gün sonra donacak dereceye gelir. Ne bu suyu birkaç saniye nefes almaksızın yudumlayarak içmek ne de zemheri bir soğukluk içerisinde bulunan bu mekânda ince bir kıyafet ile beş dakika durmak mümkündür. Temmuz ayında dahi bu hâldedir. Kış mevsiminde ise soba ile ısıtılan odadan dahi daha sıcaktır. Bu ilginç durumun sebebi şudur: Oluklacı Dağı’nın İnekdenizi’ne uzanan köşesinin tepesinde bulunan ve Yelli Belen tabirinden de anlaşılacağı üzere esintili bir noktada olan doğu ve kuzeyinin, gölün doğusundan kıbleye doğru devasa büyüklüğü ile uzanan Toroslar’a kadar olabildiğine açık kaya yarıklarından aşağı doğru dökülen damla ve sızıntıların ortaya çıkardığı sürekli rutubetin, Hızır İlyas Mağarası’ndan sakahane içerisine kadar, yani yarım saat diklemesine yer altından yukarı doğru boşluktan sanki bir makine gücü ile çekilircesine cereyan yapmasına imkân tanımasıdır.
KASABA’YA EĞİRDİR İSMİNİN VERİLMESİNİN SEBEBİ İLE İÇ KALENİN KURUCUSU
Lid Kavmi Saruhan Sancağı’ndan Erzurum sınırına kadar Anadolu’yu boydan boya kaplamıştı. Güçleri ve cesaretleri arttığı dönemde daha önce bahsi geçen Eski Sardis denilen şehri[13 - Salihli yakınlarından büyük bir şehirdir.] kurup başkenti Eğirdir’den buraya taşıdıkları tarihten dört asır sonra yani MÖ 550’de Lidya kralı Kresüz yarımadanın ucunda bulunan iç kaleyi yaptırmıştır. Bu kral kendi döneminin en zenginlerinden biridir. Bazı gözü doymazların ağzından “Filan adam Karun kadar zengindir.” sözünü nasıl duyuyorsak filan adam Krezüs kadar zengindir anlamına gelen “Filanun ğaniyyun Ke-Krizus” atasözü de avam insanlar tarafından kullanılmaktadır. Zenginliği bütün dünyansın dilindeydi. Servetinin sınırlarını yaptırmış olduğu kalenin büyüklüğü ve gücünden anlaşılmaktadır. Şehir bu üçüncü kurucusunun ismine nispet edilerek “Grizus” ismini almış olsa da bu isim zamanla “Eğirus”, ardından “Eğridur” ve en son olarak da “Eğirdir” hâlini almıştır.
EĞİRDİR’DE KABRİ BULUNAN DİN BÜYÜKLERİ İSİMLERİ
İlginç durumunu yukarıda bahsettiğimiz sakahane civarında kabri bulunan Zortî Baba (Sûretî Baba/Sorî Baba)[14 - Sûretî Baba, Zortî Baba veya Sorî Baba’nın Eğirdir’in meşhur yerlerinden Selçuklu eseri Baba Sultan Türbesi’nin türbedarıdır. Asıl Adı Mürsel olan Baba Sultan (ölüm 1370-1380 arası) Hacı Bektaş-i Veli’nin torunlarındandır. Bu, Eğirdir’de Bektaşiliğin bulunduğunu göstermektedir. Öyle ki Zeynîlik ve Mevlevîlik’ten daha eski olduğuna dair izler taşıdığına dair bk. Mehmet Altunmeral, Hızırnâme’de Eğirdir ve Eğirdirli Velîler, Ağustos 2013, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11, Sayı:2, s. 504-509. (ç.n.)], Yazla tarafında yatan zahitlerin eskilerindedir. Bu veli zatın türbesi yakınındaki yüksek bir kubbenin altında yatan Baba Sultan Veli hazretleri de bu mübarek şahsiyetin türbedarlığını yapmış ve vefatı sonrası buraya defnedilmiştir. Baba tabirinden de anlaşılacağı üzere bu zatlar Bektaşi tarikatı ileri gelenlerindedirler. Zortî Baba hazretleri züht anlayışındaki derinliğinden ve takvasından kaynaklı olarak kimsenin yardımını talep etmediğinden değirmen taşı yaparak geçimini sağlar, elinin emeği alnının teriyle geçinirmiş. Kendisi dost meşrep bir kişiliğe sahipmiş. Mübarek elleriyle düzleştirdikleri taşlardan birkaç tanesi türbelerinde hâlen mevcuttur.
Bu mübarek zata Zortî lafzı verilmesinin sebebi şudur: Lanetli Timur bir gün liderlik ettiği haşeratıyla sakahane önünden geçmektedir. Baba o an ayağa kalkıp selam durmuş olsa da Timur bu zata bir taş parçasıymış gibi kibirli davranarak yüzüne bakmadan gitmeye yeltenir. Bu esnada Baba, Timur’a “zort” diye hakaret edip onu küçük düşürür. Timur da bunu üzerine hiddetlenip Baba’nın kafasını deldiği taşın ortasından geçirterek onu göle attırır. Zalimliğinde köpekleşen değersiz Timur, Köprübaşı adı verilen yere geldiğinde merhum Velî, taş boğasında suyun üstünden uçarak önüne çıkar. Bunu üzerine Timur af dileyerek yalvarmaya başladığı esnada Veli ”Köprüyü yaptır da öyle geç!” der. Bu tarihten itibaren o aksak adama karşı ilk defa sarf ettiği sözle şöhret kazandığı rivayet edilmektedir.
Göldeki İri balıkların ilkbahar mevsiminde ırmağa doğu sürü hâlinde gelmesi bu zatın kerameti olarak anlatılır. Her yıl Hıdrellez günü Veli namına bu köprüde kurban kesmek, kanını ırmağa akıtmak ve türbedarına ağırlığınca balık göndermek ve bunun sabahında tutulan balıkları fukaraya ücretsiz olarak dağıtmak avcıların üzerinde hassasiyet ile durdukları eski bir âdetidir. Ağızdan ağıza rivayet olarak aktarılan aksak Timur hikâyesi tarihî kayıtlar ile örtüşmemektedir. Zira Timur akını merhum Veli’nin vefatından çok zaman sonra gerçekleşmiştir. Bununla birlikte bu haydut Eğirdir’i fethedemedi. Meymenetsiz topal ayağı bu memlekete giremedi ki Yazla yolunu geçip de Köprübaşı’na geçebilsin.
Bu rivayetteki yanılma şudur: Buradan geçenin aslında kötü karakterli Timurlenk değildir. Bu bölgeye kadar vakit ve fırsat bularak kale içine bir türlü giremeyen Osmanlı düşmanı Karamanoğlu zevzeklerine benzer bir zalimdir. Bu kişinin adı zamanla unutulmuştur. Bahsi geçin olay kötü şöhretinden kaynaklı olarak Topal Timur’a atfedilmektedir. Hayat hikâyesine dair elde ettiğim kolay anlaşılır bilgileri aktararak okuyuculara ulaştırdığım Dindar Beyzade İshak Bey de Zortî Baba hazretlerinin türbesi yakınında bulunan mescit ile sakahanenin arasındaki avlu kapısının sol tarafında yatmaktadır. Bir çukur alan içinde kalan kabri unutulup gitmiştir. Mezar taşlarından bir parçası hâlen mevcut olmasına ve üzerinde tafsilatlı bir açıklama bulunmasına rağmen gafletten gözünü açamamış şehir halkı hâlen daha bu zatın kim olduğunu fark edebilmiş değildir. Merhum İshak Bey’in babası Dindar Bey ise Eskihisar kabristanında Veli diye ziyaret edilen etrafı çevrili mezarda yatmaktadır.
DİĞERLERİ
Yukarı Yazla’da yatan Mehmet Çelebi hazretleri, kıymetli babaları ve dedeleridir. Eğirdir’de doğmuş olan bu veli şahsın babası Azerbaycan taraflarında bulunan Hovi kasabasındandır. Bir bakımdan allame olan dedeleri Horasan’dan gelerek Taşmedrese’de ilim yaymakla meşgul olmuşlardır. Zahirî ve bâtıni ilimlerde yüksek bir mertebe elde etmiştir.
Kendisi Nakşibendî şeyhidir. Kalenin topal Timur’a teslim edilmemesinde ve özellikle saltanat kesintisi esnasında Çelebi Sultan Mehmet Han hazretlerine itaatin gerekli ve zorunluluk olduğuna dair her tarafa yazı göndermiştir. Sahipsiz kalmaları nedeniyle ne yapacaklarını şaşıran halkı bu devlet adamına yönlendirip itaat etmelerini sağlayan bu âlimin son derece yararlılıkları görüldüğü için Sultan Mehmet tarafından kendisine genişçe arazi ve yardımlar verilmiştir. Öyle ki, bu zata tebrik olarak kale kumandanlarına özel verilen tuğ dahi verilmiştir. Kendisi muhafızlıkla da görevlendirildiği için bu tuğ şu an dahi kabirlerinde bulunmaktadır. Fakirlerin ve zavallıların hâlen daha karınlarının doyurulduğu dergâhlarının vakfı dâhilinde olan ve Burdur’da bulunan küçük hamamda hastalıklı bir şekilde girip yıkandıktan sonra şifa bulunduğu bizzat tecrübeyle sabittir. Çok işlek olması nedeniyle diğer hamamlara göre birkaç kat yüksek ücret ile kiralanmaktadır.
Aşağı Yazla’da kabri bulunan Tizmirat hazretleri ve etrafındaki diğer ziyaretler bu zatın talebeleridir. Tizmirat hazretlerinin türbesine bitişik büyük hangâh, Mevlevi tarzında eni yarım metre boyu 1 metre ebatlarında kesme taşlar ile yapılmış büyük bir camiye benzemektedir. Bu devasa hangâhın geniş semahanesi karşısında neyzenler özel yüksek bir mahfil vardır bunun etrafında ise çilekeşlere özel birçok oda mevcuttur. Çok geniş olan meydanının ortasında oval bir şadırvan bulunmaktadır. Yükseldikçe derece derece darlaşan kubbesi yaklaşık olarak 50 metre yüksekliğindedir. Hava ve ışık almak için şişe ağzı gibi açık bırakılan tepesindeki delik 10 metrekaredir. Bunlardan başka Beltaşı’nda yatan Karadede ile şehir içindeki Seyfi ve Bereket dedeler de Mevlevi tarikatının önde gelenleridir.
Yarımada üzerindeki iç kalenin Enderun kıyısında yatan Arap Dede hakkında yeterli bir bilgi bulunmamaktadır. İsminden dolayı Mevlevi dedelerinden olduğu anlaşılmaktadır. Diğer memleketlerdeki kale kapısında yatan ve yalnız Kesikbaş Dede namıyla bilinen şehitlerden olduğu kanaati vardır. Anadolu’da yaşayan büyük din önde gelenlerinin tamamına ayırmaksızın evliya anlamına gelen dede lafzını kullanırlar. Yumrutaş tarafında da “Eli kepçeli” namlı bir ziyaret vardır. Eğirdir’de yatan dini şahsiyetlerin en eskisi olan bu zat Emevî halifeleri döneminde her tarafı sarsan istila ordularının bıraktıkları şehitlerdendir.
Emevî sultanı Abdülmelik zamanında Hicri 69’da Eğirdir Kalesi’ni kuşatma altına alındığı gün İslam ordusunun mutfak yeri bu şehidin yattığı yermiş. Karadan kuşattıkları kaleyi dönemin harp usulü gereği topluca saldırıya geçen gaziler Yukarı Belen adı verilen mevkiye kadar ilerledikleri esnada, dağın uçurum kısmına yerleşen düşmanların sürekli yuvarladıkları iri kayalar savaş düzenini darmadağınık ederek çok sayıda dindaşımızın ölümüne sebep olmuştur. Bu nedenle gerilemeye başlandığı esnada aşçılık görevi yapan bu gayretli zat bozulan askerî düzenden cesaret alarak ilerleyen kâfirlere karşı koymak amacıyla sahibi şehit düşen bir atın üstüne çıkarak elindeki kepçe ile kızgınlıkla saldırıya geçmiştir. Bu hareketiyle saldırıyı yeniden başlattığına şahit olan cesaretli Araplar “Unzur fi yed’ulmalik” (Eli kepçeliye bakın!) sözünü şaşkınlıkla söylemeleri üzerine Eli kepçeli namını almıştır. Kendisi bu vakanın yaşandığı yerde şehit düşüp oraya defnedilmiştir. Oluklacı Dağı’nın güney kısmına düşen tepenin yamacında biriken ve daha önce bahsedilen volkanik maddeler asırlardan beri yüksek yerden korkunç çığlar şeklinde uçarak Yumrutaş merası ile Köşkler mezarlığının kapladığı zamanla bu muhterem şehidin kabrinin etrafından tepeler meydana gelir. Böyle dönemlerde dahi kabrinin üzerine bir çakıl dahi sıçramadığına şaşkınlıkla şahit olanlardan biri de benim. Nis’te yatan manevi şahsiyetlerden Şeyh Müslihiddin hazretlerinin bağlı oldukları manevi tarikatın hangisi olduğunu hatırlamıyorum. Bu zahit kişinin kabrini ziyaret ettiğimde mezarı önünde yığılı duran taşların ne olduğu Nislilere sordum.
Vaktiyle Taşmedrese’de zahirî ve bâtıni ilimleri öğreten ve çok samimi bir mümin olan bu mübarek zatın gelmesinin amacı keramet iddiasındaki rahipleri susturup onların dinlerinden dönmelerini sağlamaktı. Manevi anlamda karşılık veremeyen kâfirler onu devamlı taşlamaları üzerine keramet göstermek durumunda kalmıştır. Üzerine yağdırılan kayrakları henüz havada iken kapıp elleri ile hamur gibi sıkarak düşmanlarına doğru göndermiştir. Bunu görme bahtiyarlığına erişmekle övünen oradaki müminler bu taşları bereket olur düşüncesiyle topladıklarını ve vefatından sonra kabrinin başına koyduklarını soruma cevap olarak söylediler.
Hicri sekizinci yüzyılın ortasında Eğirdir’e de uğradığı daha önce bahsedilen seyyah İbn Batuta’yı yanında misafir eden müderris işte bu mübarek zattır. Kabri önünde şu an dahi yığılı bir hâlde bulunan taşları elime alarak dikkatli bir şekilde defalarca inceledim. Bir insan sulanmamış hamurdan yapılan meleksiyi[15 - Topu.] ya da bilinenin dışında sertleşmemiş çamurdan tasarlanan topu avuçlayıp sıktığı zaman tazyikin gücüyle parmakları arasından nasıl çıkar ise bu zatın elleri içerisinde bu taşlar da o şekilde dışarı çıkmış. Öyle ki avucunun içindeki çizgiler ve derisindeki gözeneklere kadar üzerlerine nakşolmuştur. Mevcut ziyaretlerin en bilineni ve meşhuru bunlar ile İmaret Mahallesi’nde yatan Kabasakal adındaki veli zattır.
EĞİRDİR’İN SUYU VE HAVASI
Her türlü ihtiyaçlarda kullanılan başlıca suların bir tanesi bir buçuk fersah[16 - Yaklaşık beş kilometrelik bir uzunluk ölçüsüdür. (ç.n.)] ileride Camiliyayla yakınında bulunan Akpınar köyü üstündeki kaynağından büyük yürütmeler ile getirilip bütün çeşmelere paylaştırılan meşhur Yılankıran Suyu, diğeri de her tarafı taşlık ve çakıllık olan gölün lezzetli suyudur.
İçkale’nin iç tarafı ile diğer basık yerlerde bulunan mahallelerde eski ve yeni, birçok kuyu mevcuttur. Bu suların soğuk olmaktan başka özel bir yanları yoktur.
Kasabanın güney tarafında kalan Taşlıburun ile ırmak arasındaki bataklıklar ile Kuruköprü kaldırımlarının sağ ve solundaki bataklıklar, doğusu kuzeyi güneydoğusu ufuklara kadar açık olan bu şahane manzaralı şehrin havasının güzelliğine bazen zarar vermektedir. Her ne kadar bu bataklıklar bir saat mesafe uzaklıkta olsalar da haziran ayının ortasından ağustos ayının ortasına kadar üzerlerine çöken zehirli havayı güney rüzgârının estiği zamanlarda kasabaya kadar taşmaktadır. Bu da şehrin havasının bir miktar ağırlaşmasına sebep olmaktadır.
Ortalarından geçen ırmak eğer bu bataklıkların sularını kısmen de olsa akıtmayıp suları tamamen durgun olsaydı temizliğini bozdukları havayı soluyanlar mutlaka zehirlenirdi. Gölün ortaya çıkardığı bu bataklıkların kapladıkları devasa alan Eğirdirlilerce barba adı verilen sarızambaklarla baştan başa doludur. Bu nedenle o geniş alan altın rengi sırma dallı yeşil atlas ile tefriş edilmiş sahranın âşık olunacak çok güzel bir manzarası karşımıza çıkar. Eylül ayında tamamen çekilmektedir. Öyle ki bu bataklıklarda bazı yıllar çamurdan eser kalmasa da o güzelim eşsiz yeşillikleri olduğu gibi kalmaktadır.
Burası, kuzeyi göl, güneyi üzüm bağları, doğu ve batısı zümrüt gibi dağlar ile çevrili olması nedeniyle zemini yeşil çinilerle süslenmiş ve meydan gibi üstü açık bir büyük alana altın hazinesi serpilmiş gibi görünmektedir. Bu kusursuz ovayı göz alabildiğince sımsıkı dolduran o sarıçiçekli bitkiler 1 metreden daha fazla boy saldıkları için göl tarafından hafifçe esen poyrazın sürekli kımıldatması sayesinde muntazam bir şekilde dalgalanarak insanı heyecanlandıran tabiat manzarasını meydana getirir ve sevenlerini kendisine daha da bağımlı yapar. Kuruköprü’yü güney taraftan bağlara ve kuzeyden ise deniz kıyısına bağlayan uzun kaldırımın yukarı kısmında bulunan bataklığın diğerleri arasında en zararlısı olmasının sebebi oradan toprak kaldıran çömlekçi ve kiremitçi esnafıdır. Bunların kaldırdıkları toprak kadar, dört adım uzaklıktaki göl kenarından toprak alıp getirerek o yere dökmeleri mecburiyeti enfiye içicisi belediye çalışanlarının aklına hiçbir zaman gelmez.
EĞİRDİR’DE YAŞANAN TARİHİ OLAYLARIN SONU
Ağa Mahalesi’ndeki Dernek Çeşmesi’nin olduğu Hanardı adı verilen yerde pazarın kurulduğu dönemlerde, yani III. Mustafa devrinde, Akpınarlıoğlu Mehmet Efendi bu bölgede sözüne kıymet verilen eşrafın itibarlısı idi. Bu nedenle pazar yerinde toplanan esnaf, tüccar ve ahali bu zat pazara uğramadan alışverişe başlamazlardı. Saygı gereği onun gelmesini beklerler ve teşrif ettiği zaman da uzun bir dua yapıldıktan sonra orada bulunanlar âmin deyip alışverişe öyle başlarlardı.
Pazar kurulduğu günün sabahı henüz alışverişe başlamadan önce bereket ve uğur getirmesi için dua yapılması hâlen daha Eğirdir’de uygulanan bir âdettir. Övgüyü hak eden duruşu ve saygıdeğer kişiliği sayesinde ahaliyi kendisine derin bir saygı içinde bırakan Mehmet Efendi’nin üzerinde kûfi yazı benzeri sülüs bir hat işlenmiş mezar taşı olan kabri Yukarı Yazla’da bulunmaktadır. Şeyh Mehmet Çelebi hazretlerinin güzel türbesinin yakınında bulunan şadırvanın karşısındaki küçük mezarlığa gölge veren yaşlı çıtlık (çitlembik) ağacının altındadır.
Kabrin tam ortasında büyüyen bu köhne ağacın kütüğü merhumun mezar taşına işlenmiş kavuğu ile aynı kalınlıkta ve büyüklüktedir.
Akpınar, Eğirdir’in batısında kalan Camiliyayla yolu üzerindedir. Elma Dağlarının eteklerinden sayılan Sivriardı Dağı’nın zirvesine kuruludur. Havası temiz, suyu kaliteli, konumu yüksek ve her tarafı açıktır. Eşsiz manzarası olağanüstü zengindir. Meraları çim ve çiçeklerle dolu, vadileri ormanlarla kaplı ve sahraları gül bahçesidir. En kaliteli baldan bolca bulunmaktadır. Büyük ve küçükbaş hayvan miktarı boldur. Halkı zengin ve varlıklı bir köydür. Şehir ile arasında bir buçuk fersah mesafe bulunmaktadır.
Bu güzel köyde kendi arzusuyla ikamet eden sözünü ettiğimiz Mehmet Efendi vefat ettikten sonra halk arasında sözü dinlenen etkili bir şahıs kalmamıştı. Memleketin ahlak ve yönetimi tamamen çığırından çıkmıştı. Devletimiz ise bu esnada ortaya çıkan Kırım ve Beserabya karışıklıklarından dolayı kuzeyden Rusya, batıdan Avusturya devletleri ile olduğu gibi doğuda da Nadir Şah’ın ara bozuculuğu bastırmak için savaş hâlindeydi. Hem karada hem denizde meşguldü. İç meselelerin teferruatıyla ilgilenmeye vakti bulunmamaktaydı. Bu nedenle yaz günleri eskiden beri Camiliyayla’da geçiren Serikli Aşireti köyleri ve kasabaları yağmaya koymak gibi eşkıyalık yapma cüretleri daha fazla artmıştı. Buna rağmen hâlen cezalandırılmamıştı. Bu olaya sessiz kalarak atlayıp zalimi mazlum, masumu münafık olarak işiterek aslını araştırmadan tarihe kayıt düşen tarihçi Ahmet Vasıf Efendi[17 - Ahmet Vasıf Efendi (öl. 1806) Osmanlı vakanüvisi ve devlet adamıdır. Bağdat doğumlu olup ilk eğitimini burada almıştır. Gençliğinde yazı üzerine kendini geliştirmiştir. Gittiği Halep’te şehrin valisi Gül Ahmedpaşazâde Ali Paşa ile tanışmış ve o da kendisini kütüphaneciliğine atamıştır. Bu şekilde başlayan Osmanlı memurluğu sonrası OsmanlıRuslar’ın Yenikale’yi kuşatmasında (1771) esir alınıp Petersburg’a götürülmüştür. Fakat bu esaret, onun tanınmasına ve üst düzey memuriyetlere yükselmesini sağladığı gibi o dönemde katıldığı siyasi görüşmeler de ufkunu genişletmiş ve giderek dış ilişkilerde uzmanlaşmasını sağlamıştır. Çeşitli inişli çıkış dönemlerinden sonra nihayet 4 Ağustos 1805’te reîsülküttâb tayin edildi ve böylece kariyerinin zirvesine ulaştı. En önemli eseri vakanüvislik çerçevesinde kaleme aldığı, Vâsıf Târihi olarak tanınan Mehâsinü’l-âsâr ve hakāiku’l-ahbâr’ olduğuna dair bk. Mücteba İlgürel, “Vâsıf Ahmed Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi, kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/vasif-ahmed-efendi (ç.n.)]’nin meseleye dair söyledikleri gerçekle tamamıyla zıttır ve kayıtlarının düzeltilmeye ihtiyacı vardır. Bu nedenle bu zatın söylediklerini aynen vererek gerçeği izah ediyoruz:
Olayın geçtiği yıl 1179’dur. Eğirdir ahalisinden Yılanlı Musa dahi o uygunsuz hareket içerisinde olması nedeniyle ortadan kaldırılmasına Aydın tahsildarı Vezir Abdurrahman Paşa görevlendirilmişti. Çelik Paşazade’yi üzerine göndererek ihtiyaçlarını karşılamış ve hepsini silahlandırmıştı. Çelik Paşa Eğirdir yakınında Koca Musa ile çatışmaya girdi. Aralarında savaş çıkma ihtimali artınca Çelik Paşa, Musa’nın kaleye çıkıp kapanarak karşı koyma planı olduğunu anladı. Bunun üzerine kuşatmaya başladığını Abdurrahman Paşa’ya bildirdi. Harekete geçtiğini ve karargâhını Eğirdir tarafına yönlendirdiğini haber alan bu asi, Ermenek köyüne doğru firar etti. Birkaç gün plansız dolandıktan sonra Hadım kasabasına vardı. Zahirî ve bâtıni ilimlerde üstat olan rahmetli Hadım Müftüsü Şeyh Efendi’nin evlatlarına sığındı. Onlar da Vezir Abdurrahman Paşa’dan affını talep etmişlerdi. Merhum Müftü, Vezir Abdurrahman Paşa’nın şeyhi ve ona bağlı olması nedeniyle reddedememesi nedeniyle padişahtan bunun için sürekli affını isteyeceğini bundan sonra Eğirdir kazasına dönmemesi ve Hadım’da ikamet etmesi şartıyla talebi kabul etmiş. Yılanlı Musa affa kavuşmuş. Eğirdir ahalisi de bu emre uymakla mükellef kılınmış ve bu zatın kasabalarına girmesine müsaade ettikleri takdirde dikkatleri üzerlerine çekmelerinin yanında padişahın da gazabını üzerlerine çekeceklerine dair ferman çıkarılmış.
Eski tarihçilerin padişahımız ve halifemiz hazretlerine verdikleri bilgi ve tarihe bıraktıkları güncel olayları bildiren kayıtlar eğer hep bu şekilde ise geçmişte gerçekleşen olayların hakikatini derin sırlar içinde bırakmaları nedeniyle binlerce kez esef ediyorum.
Bu şekilde aslı araştırılmadan kötülenen Koca Musa, Eğirdir’in 25 kilometre doğusunda bulunan Yılanlı köyünde yaşamaktadır. Hayvancılık yapan ve arazi sahibi biridir. Misafirperverdir ve kimsesizler ile hastalara elinden geldiğince yardımda bulunur. Kendi hâlinde çobanlıkla uğraşan bir adamdır. Tabi olduğu hükümdarına isyan edebilecek alçaklık ne fıtratında vardır ne de böyle bir gücü mevcuttur. Zavallı adam haşa isyan etmiş değildir. Şevketiyle bizi onurlandıran Osmanlı Devleti’nin namusunu koruma uğrunda çok önemli hizmetleri ve çabaları mevcuttur. Şehir halkının detayları ile hafızalarında bulunan bu olayın aslı şöyle gerçekleşmiştir.
Kışı Aydın ovasında, yazı Eğirdir’in batısındaki Camiliyayla’da geçiren Serikli aşireti Saruhan Yörüklerindedir. Yaz mevsiminde dünyayı soyarlar kışın ise Aydın tahsildarına yanaşarak ayakbastı adı altında hediyeler verirler. Tilkilikte bir eşi benzerleri yoktur. İfrit yaradılışlı kötü adamlardan gelme şeytani bir kabileydiler. Eşkıyalık dışında başka bir işleri olmayan bu hain aşiret yaylaya çıktıkları zaman güzergâhlarına düşen köylerin koyun ve diğer hayvanlarına el koyup alır giderler. Fukaranın feryadına rağmen merhametsizce sürüp götürdükleri gibi “Ekinlerinizi hayvanlarımızın önünden kaldırın” diye zavallı çiftçilere zalim bir şekilde çıkışırlar. Önlerine çıkan ekinleri tamamını hayvanlarına yedirirler. Yayladan dönüşlerinde ise harmanlara saldırıp çiftçinin hasılatı olan hububatını zorla çuvallara doldurup develerine yükler cehennem olup giderler. Haksız ve ahlaksız bir kabiledir. İmhası zorunlu herkese zarar veren bir çeteydi.
Devletin savaşta olması ve üç devlet ile karada ve denizde çarpışması hasebiyle son derece meşgul bulunmasından kaynaklı olarak Babıali buna benzer şikâyetleri inceletmeye fırsatı yoktu. Ayrıca Aydın tahsildarlarının aşirete sahip çıkmaları ve kötülemeleri nedeniyle alması gereken cezası geciken bu aşiret şımardıkça şımarmıştı. En sonunda kasabaları dahi basmaya, çarşı ve pazarda her ne görürlerse tamamını ücret ödemeksizin alıp gitmeye başladılar. Şirretlik ve başıboşlukları tahammül sınırlarını üstüne çıktı. Bu rezil âdetleri üzerine Eğirdir çarşısına tekrar baskın yapıp yağma yapmak isterlerken Yılanlı Koca Musa da tesadüfen orada bulunmaktadır. Bu olay üzerine kendisine bir gayret ve Müslümanca bir erdem hissi yükselir. Sadece devletinin ve halkının namusunu ve hukukunu korumak düşüncesiyle halka şöyle seslenir: “Siz benim kumandamı kabul ederseniz bunların uzaklaştırılması ve cezalandırılması kolaydır.” Her hafta yaşamak zorunda kaldıkları talan ve hakaret ile haysiyetlerine zarar verilen ve mallarında olmanın neticesinde ümitsizlik ve mecburiyetin son noktasına gelen pazar halkı da ağız birliğiyle “Emrine tabiyiz!” cevabını verirler.
Ahalinin bu yeminini alan o gayretli ve Koca Musa, yanında bulunan Yılanlıköy delikanlılarının bir kısmını dağlara yerleştirir. Ardından beraberinde aldığı diğer kısmı ile de bu eşkıyalara saldırı düzenler.
Halkın huzur bulması ve asayişin yeniden tesis edilmesi için bu savaşa tabiatıyla halk da dâhil olur. Bu aniden ortaya çıkan durum karşısında ne yapacaklarını bilemeyen Serikli aşireti firar etmeye mecbur kalırlar. Aşağı Belen ile Kapılar adı verilen yerlere yaklaştıkları vakit dağ uçurumlarına daha önce yerleştirilen delikanlılar, hazırlamış oldukları kayaları hiç ara vermeden bunların üzerine yuvarlarlar. Bunun üzerine eşkıyaların tamamı ortadan kaldırılır. Yollar kavuk ve cenaze yığınları ile dolup taşar.
Söz konusu aşiretin bu şekilde ortadan kaldırılması, ayakbastı adı altında her yıl bu aşiretten hediyeler almaya kendini alıştırmış Aydın eşrafı ile tahsildarlarının kişisel çıkarlarına zarar verdi. Bu nedenle iltifat edilmeyi hak eden Koca Mustafa’nın, aksine öldürülmesi emrinin çıkarılması için çaba sarfetmişlerdir.
Aydın Tahsildarı Darendeli Vezir Halil Paşa, Ahmet Vasıf Efendi’nin vasfı gibi hakşinas ve ilme aşina bir vezir olsaydı Çelik Paşazade’yi Koca Mustafa’yı ortadan kaldırmaya değil, durumu incelemeye gönderirdi. Bölgede yeniden asayişin sağlanması ve devletin onurunun teslim edilmesi uğrunda yapmış olduğu hizmetlere ve faydalara dair ona hediyeler göndermesi gerekmekle beraber mecburiyetindeydi. Şahsi menfaatleri dışında hiçbir amaçları olmayan bir kısım ahmak kimselerin kendisi aleyhinde dile getirdikleri sözlere itimat edilmesi nedeniyle tam tersi felaketlere uğramıştır. Neticesinde memleketine bir daha gelemeyerek Hadım’da vefat etmiştir. Bu mazlum adamı tarihçilerin hain sıfatıyla itham etmeye kalkışmaları merhamet ve adalete uygun düşecek bir husus değildir.
HAYAT HİKÂYEM
Dedemin dedesi Veli Ağa oğlu Süleyman oğlu Abdullah oğlu Mehmet oğlu Hamza, Bursa’ya bağlı Eskişehirlidirler. En büyük dedelerim Hamza ve Mehmet ağalar sipahi ortaları emirlerindendirler. Hafız Abdullah dedem ise âlim bir kişiymiş. Çok yaşlı olan babasından gençliğinde yetim kalması nedeniyle öğrenimini tamamlayamadan dedeleri gibi askerliği tercih eden Süleyman Ağa ise Hicri 1137 yılında bütün akrabalarını Eskişehir’den alıp Eğirdir Gölü’nün doğusundaki Sarıidris köyüne yerleştirmiş. Cennetmekân Sultan I. Mahmut hazretlerinin tımar olarak yardımda bulunarak hediye ettikleri eski ismi “Gököz” olan “Mahmatlar” bölgesinin yakınında bulunmak amacıyla Sarıidris köyüne yerleşmişlerdir. Bu köydeki cami ve ilkokul, merhumun hayratıdır.
Bu gayretli asker, yirmi beş yıl Yaş ve Kalfat bölgelerinde, yedi yıl Suriye’de ve on bir yıl da padişahın emrinde hizmet vermiştir. Nihayetinde emekliye ayrılarak ömrünün sonunu padişaha hayır dua ile geçireceği memleketine refah içerisinde gönderilmiştir. Bir gereklilik üzere göç edip henüz yerleştiği Sarıidris yakınındaki Gököz tımarına, saygı içerisinde bağımlı bulunduğu padişahının mukaddes ismine atfen “Mahmudiye” adını vermiştir. Fakat bu isim zaman içerisinde Mahmutlar’a dönüşmüştür. Merhumun ikinci vatanım dediği bu köyde tarla ve hayvancılık işlerine bakan büyük oğlu Veli Ağa, daha sonra oğulları Hüseyin, Ali ve Mahmut ağaları alarak İstanbul’a gitmiştir. Burada amcası Hamza Ağa’nın kumandasında olan ve Eyüp tepesinde bulunan otuz ikinci ortaya sipahi olarak kaydettirmiştir. Bunların arasında Hüseyin Ağa, askerlikte kazandığı beceri ve yararlılıklara mükâfat olarak Belgrat yakınlarındaki Semendire bölgesinde süvari kumandanlığına kadar yükselir. Ardından babasının kabrini ziyaret etmek ve çok uzun zamandır özlediği vatanını görmek için memleketine döner. Sarıidris’te sonradan ortaya çıkan ve ailelerine düşman kesilen Delibaş oğlu İsmail Ağa’nın çıkarttığı huzursuzluklardan bütün ailesinin rahatsız olduğunu görünce arazileri ellerinde kalmak kaydıyla hepsini Eğirdir’e nakleder. Sarıidris’te bulunan büyük harabeye şu an Karçınlar Yurdu denmektedir.
Mahmut Ağa’nın ise sipahilik mesleğinde ne kadar yükseldiği konusunda çok fazla bilgi bulunmamaktadır. Kendisi Özi savaşında şehit düşmüştür. Büyük kardeşi Ali Ağa ise Cennetmekân II. Mahmut Han hazretlerinin saltanatının ilk yıllarından binbaşılığa kadar yükselmiştir. O da iç karışıklılar döneminde şehit düşmüştür. Edirne yolu üzerinde Çorlu’da başka bir türbede yatan Karabinbaşı olarak bilinen zat bu kişidir. Eğirdir’de yaşayan sülalesi hâlihazırda Karaaliler olarak bilinmektedir.
Ailemize “Karçınzadeler” denmesinin sebebi ise şudur: Bizleri Eskişehir’den Sarıidris köyüne yerleşmek amacıyla nakleden ve yüz yedi yaşında bu dünyadan ayrılan merhum Süleyman Ağa daha önce de bahsettiğim gibi sipahi ocağı eskilerindendir. Sultan I. Mahmut’un döneminde kılıç erbabından olarak daha sonraları emekli edilmiş bir mücahittir. Arnavutluk’ta “karçın” diye tabir edilen tozluk, o dönemin resmî askerî kıyafeti olması nedeniyle sürekli giymesinden kaynaklanmaktadır.
Dedelerinin geçmişteki ahvalini araştırmaya çok meraklı olan babam bundan otuz bir yıl önce ben daha çocuk iken Eğirdirli Kabak Dayı adında otuz bir yaşında vefat eden bu yaşlı pirden ara sıra bilgi alamaya çalışırdı. Babamın bu merhumdan aldığı cevaplar ve el yazsı ile kayda geçirdiği açıklamalar şöyledir:
“Karçınoğlu Veli Ağazade Hüseyin Ağa sipahi ocağı emirlerinden idi. İri yapılı, gür sesli, yapısı güçlü, çok şişman ve yaşı ileriydi. Bununla birlikte çok çevik, at ve silah kullanmada onun gibisi bulunmaz, görünüşü çok korkutucu, kimseden korkmayan çok cesur biriydi. Hicri 1214 yılında tarihinde akrabalarını da yanına alarak göçmek maksadıyla Eğirdir’e gelmişlerdir. O zaman halk arasında Sarı Voyvoda olarak bilinen şehrin muhafızı onları karşılamış ve evinde misafir etmiştir. Kâtip Mahallesi’nde şu an yerleşik olduğumuz evin arsasını bu muhafız hediye etmiştir. Kendisinin Mehmet ve Süleyman adlarında iki oğlu varmış.” Süleyman Ağa benim dedemdir.
Kişisel hayatına dair elimizde hayli bilgi bulunan merhum Hüseyin Ağa, izni bitip memuriyet bölgesine doğru Eğirdir’den hareket ettikten sonra Kütahya’ya vardığından burada hastalanarak vefat etmişti. Bu nedenle on yaşında yetim kalan dedem Süleyman Ağa, büyük kardeşi Hacı Mehmet Ağa’nın sonradan başladığı dokumacılık esnafı birliğine katılır. Eğirdir’de Üstazgil namıyla bilinen babam Hafız Süleyman ise annesinin yardımıyla ilim tahsiline başlar. Genç yaşlarında hattatlıkta da şöhret kazanır ve kendini Kur’an-ı Kerim yazmaya adar. Bu sayede hem eğitimini hem de geçimini birlikte yürütme imkânı elde edip geleceğini mükemmel bir şekilde güvenceye alır.
Babamın annesi Fatma Hanım fazilet ve zenginliği ile tanınan merhum Emir Hüseyin’in torunudur. Bu muhterem zat Yazla mezarlığında Şeyh Mehmet Çelebi Hazretleri’nin türbesi yakınında yatmaktadır. Mezar taşında yazılı olan ölüm tarihi aklımda değildir. Bu nedenle Hindistan’ın Dekan-Haydarabad şehrinde bu kaydı düşmek mümkün olmadı. Mutlak affedici olan Allah, tüm Muhammet ümmetini geçmişleri ile birlikte cennetine yerleştirsin. Neslini belirttiğim pederim merhum Hafız Hüseyin Efendi halkımızın da tasdik ve hakkını teslim ettiği gibi âlimlerden ve doğruluktan ayrılmayan kimselerdendir. Halk nezdinde hürmet gören ve hatırı sayılır biriydi. Küçüklüğümü bu faziletli merhumun eğitimi ile geçirdim. Kur’an okumayı öğrendiğim sırada hafızlığa başladım. Bu görevi tamamlayıncaya kadar evimizden dışarı çıkamadığım gibi insanlar ile alakadarlığım ailem ile sınırlı olmuştur.
Hicri 1297’de on beş yaşındayken Allah’ın yardımıyla hafızlığımı tamamladım. Ardından Eğirdir Rüştiye Mektebi’ne kaydedildim. Halkın arasına ilk karışıp onlarla iletişim kurmam bu zaman başladı.
Lefkeli Hacı Ali Haydar Efendi hazretleri gibi fazilet ve takva sahibi çalışkan Müslüman âlimin halis niyetleri ve yardımlarıyla eğitimim olağanüstü derecede yolunda gitti. Bu feyiz kapısından birinci derecede diploma aldım. Ardından ilk başta Eğirdir Aşar Kalemi’nde (vergi dairesi), sonrasında da Posta ve Telgraf İdaresi’nde iki sene kadar staj yaptım. Bu zaman zarfından babamdan eğitim almaya devam ederek edebiyat alanında ilerleme katettim. Şeyh Ali Medresesi’nde kış sezonunda verilen Arapça eğitimine kendi arzumla başladım. Üç yıl boyunca uğraş vererek Molla Cami’nin Münada Bölümü’ne kadar göz nuru döksem de hayal ettiğim derecede istifade edemedim. Düzensiz olduğu için baş ağrısından başka bir şey vermeyen ve dedikodu ve boş kelamına tahammül edilmez açıklaması beni Hazreti Cami’ye artık elveda demek zorunda bıraktırdı.
Garip bir tarzda okunarak bu illeti tamamlayıp, keyfiyetini sürdürme saadetine kavuşmanın imkânsız olduğunu erkenden keşfettim. İnsanca bir şekilde meal değil de papağan gibi yalnız söz ezberletmeye çalışmak gibi bir beladan hızlı bir şekilde kurtulduğum için bugün hâlen daha şükrederim. Bu başarıdan sonra memur olabilmek için İstanbul’a (Dersaadet) giderek Posta ve Telgraf Nezareti’ne (Bakanlık) müracaat ettim. Neticesinde birkaç ay içinde görevlendirildim. İstanbul’da bulunduğum zamana babamın hastalığı haberini alınca Bakanlığın teklif ettiği Pozantı Merkez Memurluğu’nu kabul etmek durumunda kaldım. Bu merkez sadece kabloların kontrol edilmesi ve haberleşmenin kesilmemesi amacıyla kurulmuştu. Konum olarak dağ başında ve etrafında insan bulunmayan bir yerde olması nedeniyle yine topluma karışmaktan mahrum bir duruma düştüm. Bu nedenle melek sandığım insanların aslında dönek oldukları henüz bilmiyordum. Yürüyerek sonu gelmeyen ürkütücü bir çam ormanını ikiye bölen güzel bir nehrin kenarında bulunan Pozantı Merkezi’nde iki yıl görev yaptıktan sonra görev yerim değiştirilerek Adana’ya geçtim.
Daha yeni adım attığım hayattan ibret dersi almaya ve gözümü açmaya bu merkezde başladım. Aman ya Rabbi! Temiz kalplilikle sevgi beslediğim meslektaşlarımdan beklentimin aksine gördüğüm o vicdansızca karşılık, hayvancasına şeytani davranış, fitne ve ahlaksızlık da neydi? O dönemlerde bir keyif ve eğlence yerine dönüştürülen bu yere acaba ne günahım vardı da geldim. Çirkinlikte birbirlerine rahmet okutan bu adamların şeytanı dahi ürküten işlerinden o kadar huzursuzdum ki! Dünyaya geldiğime ve hatta insan olduğuma pişman olmuş bir şekilde insanlıktan nefret eder hâle geldim. Zira kıyafetlerine bakınca onlara da insan deniyordu. Soysuzlar ile kelam etmekten ve kötüye yakın olmaktan sakın!
KENDİ İSTEĞİMLE YAPTIĞIM YOLCULUK
Mali 1302 yılı Kasım ayının ilk haftasına rastlayan Salı günü (Kasım, 1886) sabahı merhum babam ve annemden canımdan ayrılır gibi vedalaşarak tarifi mümkün olmayan hazin bir duygunun kahredici pençesinde ezilerek Allah’ın izniyle Eğirdir’den yola çıktım. Sırasıyla Hamidabad, Ağlasun, İncirhanı, Sahraniç arası, Çubuk Boğazı ve Kırkgöz üzerinden Antalya’ya indim.
Birkaç gün sonra gelen İngiliz bayraklı “Antoni” adlı vapura bindim. Yolculuk esnasında Egenin sevimli adalarını, İzmir, Sultaniye Kalesi’ni seyrederek hilafetin saygıdeğer merkezine yirmi günde ulaştım. Daha önce herhangi bir seyahatim ve yolculuk deneyimim olmadığı için bir ön araştırma yapmadan bindiğim bu dilenci vapuru Ege Denizi’nde uğramadık iskele ve dolaşmadık ada bırakmadı. Antalya’dan İzmir’e on sekiz günde ulaşmıştım. İngilizlerin dünyayı utandıran açgözlülükleri yüzünden sabretmesi zor bu çile hayatta tattığım ilk zehirlerdendir.
HAMİDABAD
Kumsal bir ovanın kıyısında kurulu; batısı Burdur, güneydoğusu Ağlasun Dağları ile kaplıdır. Havası çok güzeldir. Manzarası keyifli, suyu bol, bağ ve bahçeleri geniştir. Zeki bir halkı olmakla beraber genellikle takı tutkunu, eğlenceye düşkündürler. Şehrin önde gelenleri dua peşinde aralıksız koşan ve zengin olmayanları ise çalışkandır. Çayırları ve tarlaları geniştir. Tarımsal faaliyetleri yolunda gitmektedir. Sanayisi ilerlemiştir. Hanları ve yapıları gayet düzenlidir. Sokak ve caddeleri de düzgündür. Gezinti alanları çim ve çilekler ile kaplıdır. Her tarafı Tebrizî denilen uzun boylu güzel ağaçlarla çevrilidir. Sancak merkezi olan mutlu ve refah içinde bir şehirdir.
Başlıca sanatları dericilik ile eski tarz ayakkabı, topuğunun altı nallı geniş ayakkabı, tabanı meşin olan sağlam mest, sarı mest ve çizmedir. Daha sonra bu mesleklere dokumacılık, dayanıklı ve süslemeli kilim, nakışlı seccade, derli toplu halı dokuması ve yetiştirdikleri gül bağlarından esans üretimi de eklenmiştir. Bu yeni sanatların üzerine iştiyakla eğilip kısa zamanda ilerleme katetmişlerdir.
Hele kadınların el işlerinde gösterdikleri doğal güzellik ve maharet sayesinde tamamen tiftik ile ördükleri kadın işi güllü çoraplardaki harika süslemeler ve zarafet çok değerlidir. Bu becerikli kadınların mahir ellerinden çıkan o güldeste çoraplar ile renk renk tomurcuklar kondurulmuş altın işi çevrelemeler, çeşitli şekillerde ve renklerde ibrişim kâseler, nadide oyalar, tezyin edilmiş danteller, gayet süslü perde saçakları, sevimli masa örtüleri… Bunlar çağımızın en meşhur sergilerine konulmaya ve iftihar edilerek sunulmaya layık sanat eserleridir. Çalışmalarının sonucu elde ettikleri yükselişi gördükçe yaşama zevkine ulaşan bu insanların kıyafet şekilleri Orta Çağ’ın son modasıdır.
Yeni modaya ve icatlara çok fazla ilgili değiller. Hatta beğenmezler. Millî kıyafetlerini giyindiklerinde kavmiyetçi taraftarlık denilen seçkin karakter vücut bulmaktadır. Bu gibi özgün bir libasa ve ziynete sahip olmanın kişiye kazandırdığı ayrı bir yücelik duygusu vardır. İşte bu insanlar bu özel inceliğin ufkuna sahiptirler. Maddi ve manevi güzelliği inkâr edilemeyecek olan millî kıyafetlerin bir intizam içerisindeki güzelliğini fark edemeyip, dışarının maskaralıktan ibaret gösteriş ve hayatını bir şey zannedip bukalemun gibi renkten renge giren ufuksuz müsrife kadınlar! Eskiye takılı kalmak ancak ilim ve fennin ilerlemesi karşısından ilgisiz kalınırsa ayıplanabilineceğini anlamalılar.
Aydın olmanın ve bilimin vasıtası ve eğitim ve kemale ermenin istikameti, ilerlemenin yolu bilginin artması ve sanatın canlandırılmasıdır. Diğer yandan da servet kazandıran ve şeref ve mutluluk getiren faydalı ve itibarlı uğraşları bazı anlamsız gösterişe, millî âdetlerimize uygun düşmeyen ve tamamıyla yabancı ve gülünç hâle dönüşüp tavus kuşuna benzer mahiyette bir övünçmüş gibi serseri bir şekilde dolaşmak, bilginin ve irfanın bir göstergesi değildir. Bu ancak görgüsüzlük eseri, utanılacak ve ayıplanacak bir sefaletin göstergesidir. Evleri çok akıllı ve bahtiyar ailelere ait olması nedeniyle mutlu olan erkeklerin giyim tarzları ise beş farklı şekildedir.
İtibarlı memurlar mülkiye kıyafeti giyinirler.
Orta hâlliler elfiye biçimi şalvar ve her türlü yerli kumaştan dikilmiş atlet (zıbın), üzerine ipekli yelek ve üstüne de yakasız kollu yelek (mintan) ve zarif bir abdestlik giyinirler. Başlarındaki fese ise hafif bir sarık sararlar.
Dükkânında ufak tefek şeyler satan ve çalıştığından başka geliri olmayan esnaf kısmı ise mavi çuha kumaştan ya da kahve veya kestane renklerinde menevrek yününden yapılmış aynı şalvar, alaca ya da çitari ve basma kumaştan dikilme zıbın ve üzerine de şayak yapımı sako giyinirler. Bellerine de Acem şalı bağlarlar. Şehrin kenarından bulunan Dere Mahallesi sakini olan ve dericilik ve mutaflık ile meşgul olan olanların kıyafetleri Aydın tarafları biçimindedir.
Rumlardan olan delikanlılar ise ağ tarafı paçasından uzun siyah pantolon, konç tarafı uzun çorap ve sivri ökçeli fotin ayakkabı; başlarına Osmanlı fesi, sırtlarına süslü zıbın ile işlemeli yelek, üzerine de kısa ceket ya da palto giyinirler.
Arazilerde yoğun bir şekilde yetişen karnıkara börülce adı verilen lobya ile fasulye, kum darı, nohut, çavdar, buğday ve arpa yetişmektedir. Sebzelerden ise bamya, patlıcan, domates, patates, pırasa ve kabak mevcuttur.
Meyvelerden de sultani kiraz, küçük boyutlu ama rengi ve kokusu çok güzel kış elması, her tür erik, armut, yemesi güzel, şırası bol ve kabuğu ince üzüm çeşitleri, tatlı ve acı iki tür sert badem, biraz kestane ve kayısı yetişmektedir. Ot cinsi olarak hayvanlara özel olarak çiçekli yonca ve birsim bulunmaktadır.
Sınırları içerisinde bulunan Bor köyünde çıkan bir tür yeşil renk armudun taneleri yüz dirhemden dört yüz dirheme kadar alıcı bulmaktadır. Bu kadar iri olmasına rağmen kabuğu incedir.
İçinde bulunan üç-dört ufak çekirdekten başka eşiği ve hatta posası bile çıkmamaktadır. Tam anlamıyla lezzetli ve kokulu şekerli sudan ibarettir. Dondurma gibi insanın ağzında erimektedir.
Tenleri beyaz ve şeffaf yanakları elma gibi kırmızı ve renkli olan Ispartalılar boy boslu yakışıklı ve güzel yüzlüdürler. Barındıkları evleri basit olsa da sağlık açısından uygun ve kullanışlı yerlerdir. Sokakları temiz, çarşı ve pazarı çok güzel ve her şey bulunabilmektedir. Çok lezzetli ve kaliteli olan suyundan dişleri karartma özelliği olduğundan herkesin dişleri siyahtır.
Kömür tozunu ya da ateşte yakılıp dövülerek un hâline getirilen kemik külünü misvak ile dişlerini sürüp devam etseler cezbedici güzelliklerini gölgeleyen bu geçici duruma zaman içinde önlem almış olacaklar.
Şehrin konumu düz, fakat arazi yüksektir. Havası serin ve kışı serttir. Bu nedenle vücudu ısıtan gıda maddelerini yemekten hiç çekinmezler.
Şehrin varlıklı olanları nefis yemeklere çok meraklıdır. Her ne kadar hazmı kolay yemek çeşitlerine alışkın iseler de fukara kısmının yediği yemek çoğunlukla lobyadır.
Dağları sarı kumdan taşlaşmış köfke olması ve orman bulunmaması nedeniyle yakacak pahalıdır. Aşçı, fırıncı ve kebapçı esnafı işlerinde çok becerikli olmakla beraber temiz giyinişli güzel adamlardır. Son derece özen göstererek pişirdikleri yemekler afiyetle yenir. Kabûne tabir edilen bir tür etli pilav ile kaymaklı kadayıf bölge aşçılarının kendilerine has yemeklerindedir.
Eski Yunanlılar döneminde Herküllülerin yaptıkları Truva savaşından sonra ve MÖ 1184’te Mora Yarımadası’nın Mesine, Sparta, Ağros ve Amanos kasabalarından Anadolu’ya göçen Rumlar içerisinde; Spartalılar bu bölgeye, Argoslular terk edilmiş Ağras köyünün bulunduğu mahalleye, Mesineliler Eğirdir yakınlarındaki Sevinçbey ovasındaki Mislinler beline ve Amanoslar da yine Eğirdir sınırlarında ve şu an Anamas Ortası olarak bilinen araziye yerleşmişlerdir. Toplulukların her biri yerleşip inşa ettikleri köylere eski topraklarından isimler koymuşlardır.
Roma tarihçilerinden Strabon’un “Afriçya toplulukları tamamıyla Avrupa kökenlidir.” diye yaptığı cahilce iddiası delil olarak sunduğu şey bu bir avuç Rum’dur. Söz konusu göçmenlerin bu bölgeye verdikleri ilk isim olan “Sprat” zaman içerisinde Anadolu insanının her kelimesi elif ile anması nedeniyle “Ispart” kelimesine dönüşmüştür. Selçuklu sancak beylerinden Hamid Bey’in hayatı boyunca bir kere ziyaret ettiği ve kasaba şeklinde olduğu için Hamid Şehri adını almıştır. Güçlü Osmanlı Devleti’ne geçmesinden sonra ve yakın döneme kadar bu isim kullanılmıştır. Şehrin sonradan elde ettiği gelişme ve bayındırlık üzerine isimi bu zatın ismine “Hamid Âbâd” adı verilmiştir. Sınırları: doğusunda 30 kilometre mesafede bulunan ve yüzyıllarca bağlı bulunduğu kadim Eğirdir ile birlikte Yalvaç, Karaağaç kasabaları ve Gönen ve Geçiborlu köyleridir.
Doğrudan kendisine bağlı on iki köy bulunmaktadır. Buna bağlı olarak 4,274 hane ve 13.152 nüfusludur. Konya’nın yaklaşık olarak 184 kilometre batısındadır. Bu ferah şehir, güneyden kuzeye doğru akan çok güzel bir akarsuyun sahiline kuruludur. Şehirde üç katlı yüksek ve süslü bir hükûmet konağı vardır. Bu yapının önünde ise Zümrüt yeşilliğinde ve genişçe bir talim yeri bulunan çok büyük bir kışla ve askerî depo bulunmaktadır. Civarında ise Posta ve Telgraf Müdürlüğü, birer Ziraat Bankası ve Osmanlı Bankası şubesi, eğitimi çok iyi derecede olan bir Rüştiye Mektebi, birkaç ilkokul, yedi medrese, altı yüz cilt Arapça kitabı bulunan bir kütüphane, mahir doktorların toplandığı bir uygulama merkezi, on cami ve mescit, sekiz Rum kilisesi, bir Ermeni kilisesi, yedi han, yedi hamam, sekiz yüz yetmiş altı dükkân ve mağaza bulunmaktadır. Şehrin kıyısından geçen akarsudan birkaç su kanalı ile alınan berrak sular sokaklara iki taraflı yapılan düzenli suyollarında çok güzel bir ahenk katarak akarlar. Ovanın en verimli köyü İslamköy, Ağras, Göndürle, her biri aşağı ve yukarı olarak ikiye ayrılan Findos ve Ali köyleri civarıdır.
AĞROS KÖYÜ (TERK EDİLMİŞ)
Ağras köyü, Toros Dağları’nın Akşehir’den ayrılarak Afyonkarahisar üzerinden Aydın topraklarına kadar uzayan Gelinci Dağı kısmı eteğinde bulunmaktadır. Kendisinden 10 kilometre uzaklıktaki il merkezine göre tarihî eser çeşitliği ve konumun güzelliği anlamında daha üstün ve muntazam bir yerdir.
Ağraslılar Samsun’dan daha kaliteli ve yılda yüz yirmi 5 bin kilo civarında içimi güzel ve kokusu hoş türün yetiştirirler. Buna rağmen kendi aralarında bir şirket kurup Mısır, Sudan, Hindistan, Siyam, Cava, Çin ve Japonya taraflarına bu ürünleri göndererek bu mütemadi işlerinin karşılığını hakkıyla almayı düşünmezler.
AĞLASUN KÖYÜ
Ağlasun kazası İncirli ile birlikte bağlı oldukları Burdur sancağının dört saat güneyi batısındadır. Isparta’nın güneyinde olup kendi adıyla anılan boğazdan geçerek üç fersah mesafedeki yeşil bir dere içerisindedir. Ağlasun yüz doksan haneli ve yedi yüz yetmiş beş nüfusludur. İncirli ile birlikte yirmi beş köy ve dokuz yüz yirmi üç hane ve üç bin beş yüz nüfusa sahiptir. “Sağlassun” (Sagalassos) adı verilen antik bir şehrin enkazı üzerine kuruludur. Bu nedenle etrafı tarihî eserlerle doludur. Bu kazanın merkezinde sağlam bir ulu cami, birkaç mescit ve iki ilkokul ve büyükçe bir hükûmet konağı mevcuttur. Eğirdir Gölü’ne akan eflatun kaynak suyunu teşkil eden Aksu Nehri’nin bir kolu bu kasabanın içinden geçmektedir. Bu nedenle her tarafı bağ ve bostanla kaplıdır. Ziraat ve ticarete çok meraklıdırlar. Çalışkan ve misafirperverdirler. Ağlasunlular Isparta, Burdur ve Antalya pazarlarına düzenli bir şekilde gidip kiralama yoluyla yer katılırlar. Son derece verimli topraklarında her çeşit hububat ile birlikte ceviz, badem, üzüm, incir gibi meyveler bolca bulunur. Halkı huzur ve refah içerisinde yaşamaktadır.
İNCİR VE SUSUZ HANLARI
Bu çifte hanlar Ağlasun kasabası sınırlarını yarısını içine alan uzun derenin Acıbadem ovasına bakan ağzındadırlar. Aralarında beş dakika mesafe bulunmaktadır. İncirli köyüne yakındır ve manzaraları çok güzeldir. Selçuklulardan bugüne kalan değerli eserlerdendirler.
1 metreye 70 santimetre ebadında kesme taşlardan yapılmıştır. Bu insanda hayret uyandıran yapıların yapımına Melikşah döneminde başlanmış ve Kılıçaslan döneminin ortasına kadar devam etmiştir. Burası bölgenin emniyet ve huzurunu sağlayan atlı bölüğüne özel yaptırılmıştır. Zaman içerisinde sularının kuruması nedeniyle adı Susuz Han olarak adlandırılan yapı tamamlanmıştır. Fakat büyük bir kısmı tamamlanan İncir Han’ın doğu tarafı Haçlıların eşkıyalıkları döneminde akim bırakılmıştır. Bu nedenle yontulmuş büyük taşlar ve kapanmak üzere olan yüksek kemerlerin çevresinde serpilmiş durumdadır. İncir Han’ın mevkisi şehir ve kasabalardan ana yolarla uzak sapa köylerin arasındadır. Bu nedenle haftada bir kere açık pazar kurulur. Çok eski dönemden beri devam eden bu pazara kimse üzerinde para ile gelemez. Değiş tokuş ile alışveriş yapılan bu açık pazara köylüler yağ, bal, yumurta, zahire, keçi, koyun, karasığır ile manda ve av derileri gibi önemli şeyler getirirler; Isparta ve Burdur’un pazarcı kumaşçıları da yerli ve yabancı ürünler ile “komşu çatlatan” olarak tabir edilen solgun renkli basmalar getiriler. Buradan bir saat uzaklıkta doğuya doğru gidilince kadim üzüm bağları ve eski ağaçlar ile kaplı toprağı güçlü bir doğa içerisinde olan akarsuyu olmasa da yağmuru bol verimli yeşil bir düzlüğe girilir. Buraya Selçuklu sultanları tarafından birkaç büyük sarnıç yaptırılmıştır. Bu nedenle buraya “Sahrinç bağ arası” denilmektedir. Bu geniş arazi geniş Çubuk Boğazı’na kadar devam etmektedir. Her tarafı sımsıkı ormanlarla kaplı bu korku veren boğazın uzunluğu Kırkgöz’e doğru yukarıdan aşağı doğru iki saatten fazla sürmektedir. Bağların bulunduğu yerdeki verimli arazinin pınarlarını toprağı altına çeken ve var olan bütün suyunu kutun bu dehşet verici boğazda da sarnıçlar mevcuttur. Bahar yağmurlarıyla birlikte bu su depolarına biriken doğru yol alarak biriken suların ağır tadı bu bölgede çok zengin kükürt madeni bulunduğunun göstergesidir. Padişahımızın destekleri ile Antalya ve Burdur arasında sonradan uzatılan şose yol (çakıllı yol) bu boğazdan geçirilmiştir. Bu sayede geliş ve gidişlerin gerçek manada kolaylaştığını yapmış olduğum ikinci yolculukta bizzat kendim tespit ettim. Cenabı Allah güçlü Padişahımız hazretlerinin ömür ve saygınlığını artırsın. Âmin.
KIRKGÖZ
Kırkgöz Köprüsü, cehennemin vebal deresine benzeyen korkunç Çubuk Boğazı’nı geçtikten sonra Antalya’ya bir saat mesafeye kadar uzayan yol boyunca etraf yabani zeytin, keçiboynuzu ve sinameki gibi faydalı bitki çeşitleri sımsıkı kaplı olan ve dereleri ve tatlı su gibi pınarları fazlasıyla bol olan bu büyük ovanın girişinde bulunmaktadır. Yaklaşık 600 metre uzunluğundadır.
Boğazın ağzından başlayıp bataklığın sonuna kadar devam eden bu kâgir köprü üzerinde yüzden fazla göz bulunmaktadır. Kemerlerinin genişliği en ve boydan 4’er metredir. Kemerler arasındaki dubaların genişliği 1 ila 3 metre arasındadır değişmektedir. Bu kadar uzun olmasına rağmen genişliği 5 metreyi geçmez. Bu uzun köprünün yaklaşık ortasında bulunan yerde çok güzel bir kontrol karakolu bulunmaktadır. Eğirdir, Isparta ve Burdur yönlerinde bulunan derin kuyular durmak bilmez iştahları ile içlerine çektikleri suları çok yüksek sesler çıkararak bu araziye pompalarlar. Bu nedenle ovayı göle dönüştürmüşler. Buraya Kırkgöz denilmesinin sebebi ya kaynakların bol olmasından ya da bu köprünün ilk hâlinin kısa ve kırk göz hâlinde yapılmış olmasından olsa gerekir.
Burada, boğazın ağzı ile köprünün başlangıcı arasında kalan yakın mesafeye beş dakika uzaklıkta düz ve bataklık bir alanda eskilerden kalma kâgir ve muntazam bir bina mevcuttur. Fakat şu an terk edilmiş bir hâldedir. Kapısının üstündeki kulelere ve gözetleme siperlerine bakılacak olursa dönemin köprü muhafızlarına özel olduğu anlaşılmaktadır. Genişliği Kırkgöz’den Antalya’ya altı saat mesafede ve uzunluğu ise Milas’tan İçel Dağları’na kadar haftalarca süren bu cennet gibi ovada kimse yaşamamaktadır. Her tarafı tamamıyla yabani zeytin ve keçiboynuzu gibi bitkilerle kaplıdır. Keçi, sığır ve deve otlatmak için dağlarda gezinen Antalya Yörüklerinin her köşesi zeytin ağaçlarıyla dolu bu eşsiz toprağın kıymetini bilmemektedirler. Bu, Gözmenleri Yerleştirme İdaresi’ne bir duyurudur.
ANTALYA
Bergaman (Pergamon) Kralı II. Attalos tarafından Antik Pamfilya limanı üzerine kurulu olan üç bin iki yüz altmış sekiz haneli ve sekiz bin nüfuslu çok güzel bir sancak merkezidir. Elmalı, Alanya, Akseki ve Kaş kazaları ile birlikte beş yüz kırk dokuz adet köy, sınırları içinde bulunmaktadır. Deniz seviyesine yetmiş beş adım yükseklikteki güçlü kalesinin surları içerisinde ve etrafında altmış üç cami ve mescit, bir Mevlevi dergâhı, elli yedi ilkokul ve medrese, bir rüştiye mektebi bir idadi mektebi, yedi Rum ve bir Ermeni kilisesi, bir de Yahudi havrası, üç hamam, yüz otuz bir ambar ve han ve altı yüz dükkân bulunmaktadır. Osmanlı’nın Mısır, Beyrut, Adana ve Akdeniz Adaları vilayetleri ile birlikte Girit ve Kıbrıs adaları ile ticari ilişkileri vardır.
İhracat ürünleri başlıca zahire, yün, afyon, ahşap, tuz, yük ve süt hayvanları ile birlikte katran, bal mumu, keçiboynuzu ve kaliteli yağ ve sahtiyan, kösele, gön ve ham derilerdir.
İthalat olarak ise sabun, şeker, kahve, halat, demir, çuha ve çit gibi malzemelerdir. İthalatı diğer iskelelere göre hamdolsun çok azdır. Bu üstünlüğün sebebi gözü açık halkının yerli kumaşlara ilgi duymasıdır. Cenabı Allah büyük Osmanlı topraklarının diğer bölgelerinde oturan vatandaşlarımızı da gafletten uyandırsın.
Antalya, Abbasi halifesi Harun Reşit dönemine denk gelen Miladi 792 ve Hicri 170 yılında Müslümanların eline geçmiştir. Haçlıların lanetine uğradığı MS 1147 yılında kendini savunacak yeterli gücü olmadığı için Fransa Kralı VII. Lui tarafından kuşatılarak ele geçirilmiştir. Rim Papa’nın kovalaması sonucu yollarda sürünen bu kral en sonunda Mısır’da esir olacağını düşünememiş ve düzensiz ordusu ile buradan gemiler üzerinde denizden Antakya’ya ulaşmıştır. Antalya kalesinin Fransızlar tarafından kuşatılacağı haberi Konya’ya ulaşır ulaşmaz derhâl buraya yeterli güç gönderilir. Aslanlar gibi mücadele neticesinde birkaç gün içinde kale geri alınan bu kalenin Osmanlı Devleti’ne dâhil edilmesi Selçuklu sonrası sancak beylerinden Hızır Bey eliyle Hicri 7. yüzyılda gerçekleşmiştir.
Başlıca ürünleri buğday, susam yağı, zeytinyağı, keçiboynuzu, şeker kamışı, çeşitli limonlar, büyük ebatlı kaliteli nar ve portakaldır. Sıcak ve ılıman iklimli topraklarda yetişen bütün meyve çeşitleri mevcuttur. Bununla birlikte kaliteli tereyağı, yün, ipek ve keten gibi dokuma ürünleri ve sahtiyan, gön ve kösele deri çeşitleri bulunmaktadır.
Şehrin doğusunda sur dışında bulunan Yenikapı tarafı şehrin en varlıklı ve güzel mahallelerinden biridir. Kalenin batıya bakan uçurumu kenarında bulunan çarşının dağ gibi yüksek duvarından Sultan Mahmud-u Adlî’nin tuğrası vardır. Buna göre yakın zamanda yenilendiği anlaşılmaktadır. Antalya’ya Cumartesi sabahı ulaştım. Ardından pazartesi ikindi vaktinden sonra gelen “Antoni” adı verilen İngiliz vapuruna binerek İstanbul’a doğru harekete geçtim. Antalya’dan geçtiğim esnada telgraf müdürü Nişli merhum Süleyman Efendi, Müfettiş Zeki Bey, Mutasarrıf Turhan Bey ve şehrin muteber şahsiyetlerinden Vapur İşletme İdaresi acentesi Abdi Bey ile yine önde gelen kişilerden Cemal Bey henüz hayattaydılar.
Bölgenin varlıklı insanları mayıs ayı ortasında yaylalarındaki çiftliklerine göçerler. Eylül ayı sonunda da geri dönerler. Cüsseli develeri ziller ile donatıp, ön devesinin üzerinde kös ve nakkareler çaldırarak yazlık evlere gidiş ve dönüş anları çok güzel seyirlik bir olaydır.
Bu memlekette ilk defa kasımın onuncu gününden son gününe kadar deve güreştirme merakına tanık oldum.
RODOS
Güneşin batışına bir saat kala Antalya limanında hareket eden gemi Adrasan Burnu’nu dört buçuk saatte geçti. Ardından Salı günü kuşluk vakti Rodos’a ulaştı.
Rodos Adası,Akdeniz Adaları vilayeti içerisinde konumun güzelliği, havasının tatlılığı ve bayındırlığı bakımından diğer yirmi dört adaya nispeten üstündür. Uzunluğu 40 mil, genişliği 15 mil ve çevresi 120 mildir. Adanın merkezi 5 bin nüfuslu olup tamamı ise 20 bin nüfusludur. Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’nin Şam valiliği ele geçirilmiştir. Birkaç yüzyıl sonra ortaya çıkan Haçlıların eşkıyaların kalıntısı şövalyeler tarafından istila edilmiştir. Daha sonra ise Osmanlı Saltanatının iftihar edilen sultanı Kanuni Sultan Süleyman hazretlerinin fethetme arzusu üzerine tekrar İslam topraklarına katılmıştır.
Bu güzel ada ile Anadolu sahili arasındaki uzaklık 8 mildir. Limon, turunç, portakal ve muz gibi faydalı ağaçların varlığı ile ormanlaşan hoş toprakları üzerine devasa saraylar ve güzel manzaralı köşkler ile çevrili eğlence sahilinin adı Kumburnu’dur. Burası şehrin en özel gezinti ve dinlenme alanıdır.
Liman, Padişahımızın emri üzere büyük toplarla güçlendirilmiştir. Adalar Denizi’ni seyir için gönderilen Osmanlı savaş gemileri güçlü merkezidir. Vapur çok fazla beklemediği için bu güzel yerde bir saatten fazla kalamadım.
ŞİRA
Şira Eski Rumların Hermapolis dedikleri yerdir. Yunan devletine bağlı Siklat Adaları’nın en büyüğüdür. Arazisi kurak ve tamamen taşlıktır.
Bir miktar üzüm, incir ve zeytin hasılatı elde edilen adada az miktarda buğday ve benzeri hububat yetişmektedir. Öyle ki bunlar adanın ihtiyaç duyduğu miktarın sekizde biri bile değildir. Halkının bir kısmı deniz süngerciliği, balıkçılık ve gemicilik yaparak kıt kanaat geçimini sağlamaktadır. Çoğunluğu ise ülkenin çeşitli bölgelerine giderek bakkallık, kahvecilik, meyhanecilik gibi işlerden geçinmektedirler.
Adada, Mısır’dan ithal edilen şeker ile lokumun en meşhuru yapılmaktadır. Gezinmek maksadıyla çıktığım yolda çocukların “Turkus, Turkus!” diye şamata çıkararak arkama düştüler. Bunu gören polis bu terbiyesizleri çil yavrusu gibi dağıttı. Şehrin limanı, konumu, yapıları ve sokakları çok güzeldir. Fakat vardığım zamandan bir sene önce gerçekleşen deprem nedeniyle çoğu yıkılmıştır. Bu yıkıntılardan kaynaklı enkaz yığınları insana kasvet vermektedir.
Osmanlı tebaası içerisinde ne kadar kanlı, ipsiz, uğursuz ve hırsız var ise bu adada toplanıp ömürlerini sefalet ve miskinlik içinde geçirmektedirler. Adanın yerlisinin bile iş ve yiyecek bulamadığı bu bereketsiz adada bunlar gibi sefillerin ne derece aç ve üst başsız yaşadıklarını açıklamaya gerek yoktur. Sevimli bir bayırın göğsüne kurulan bu memlekette akarsu ve göze bulunmamaktadır. Bu nedenle ev yapmak isteyenler evlerinin ihtiyacı için en az sekiz ay yetişecek kadar suyu içine alabilecek bir su kuyusu yapmadıkları sürece hükûmetten izin alamamaktalar.
SİSAM
İzmir’in elli mil güneyinde bulunan ve altmış bin nüfuslu taşlık bir adadır. Osmanlı Devleti’ne bağlı sancakların en küçüğüdür. Anadolu sahilindeki Kuşadası adı verilen liman ile arasında yaklaşık dört mil mesafe bulunmaktadır. Antik Yunan filozoflarından meşhur Pisagor’un doğum yeridir. Bu güzel adanın havası sağlam ve etrafı üzüm, incir zeytin ve benzeri ağaçlarla doludur. Yer altında altın ve gümüş madenleri bolca mevcuttur. Arazisi taşlık olması nedeniyle ziraat neredeyse yok gibidir. Bindiğim vapurun adanın meşhur iskelesi ve sancak merkezi olan Vati’ye vardığında bir gün bir gece konaklaması nedeniyle dışarı çıkarak birkaç saat etrafı dolaştım.
İZMİR
İstanbul’un 430 kilometre güneybatısında ve Pagos Dağı’nın (Kadife Dağı) kuzeyindedir. MÖ 900 senesinde dünyaya gelen Yunanlı meşhur şair “Homeros”un doğum yeri olarak da bilinir. Bu büyük liman depremler ile yangın ve savaş gibi çeştili musibetler nedeniyle on defa harap hâle gelmiştir. Buna rağmen tekrar parlayarak günümüzün iki yüz yirmi bin nüfuslu en varlıklı şehirlerindendir. Bu durum hazreti ticaretin kerametini göstermeye yeterlidir.
Küçük Firicya kralı “Tantal oğlu Bilibus” tarafından MÖ 1010 tarihinde kurulmuştur. Bu zengin şehrin körfez uzunluğu 50 kilometre ve genişliği ise 20 kilometrededir. Güneyinde Mimas Dağı, doğusunda Pagos Dağı ve kuzeyinde Spil Dağı ile çevrilidir.
Kuzeye bakan limanının batısında “Hamidiye” istihkâmı vardır. Şehrin sırtına düşen Pagos Dağı üzerinde yani güneydoğu tarafındaki yüksek tepede bulunan eski Kadifekale yakınında bunun gibi kapsamlı müdafaa istihkâmı bulunmaktadır. Bunlar da zengin bir ticareti merkezindeki göz alıcılığa ayrı bir heybet katmaktadır. Kadim ismi “Simir” iken eski yunanlar tarafından “Zimirni” ye çevrilmiştir. Sonraları “İzmir” denilmeye başlanmıştır. Bu ticaret merkezinde on altı matbaa mevcuttur. Çeşitli dillerde günlük ya da haftalık olarak çıkarılan yirmiye yakın sayıda gazete bulunmaktadır. Bu durumu eğitim seviyesinin ne derece yüksek olduğunu göstermektedir. Gümrük idaresinin kayıt defterinde sevinçle gördüğüm üzere senede 500 bin tonluk yabancı gemisi yanaşmakta ve bu sayede iki yüz elli milyon franklık bir alım satım gerçekleşmektedir.
İzmir için, yalnızca tarımsal geliri yedi yüz seksen iki milyon kuruşu aşan verimli Aydın topraklarının ana iskelesidir demekten daha ziyade bir övgü ve açık ifade olamaz.
ÇANAKKALE VE GELİBOLU
Osmanlı topçuları ve deniz kuvvetlerine heybetli birer ordugâh olmaları sebebiyle durumları herkesi mutlu eden bu iki önemli askerî şehrin limanında vapurumuz çok fazla durmadı. Bu nedenle dışarı çıkamadan gemi üzerinden güzel manzaralarını severek seyrettim. İslam’ın ezici gücünden çok çekindikleri için var olan tüm şeytani siyasetlerini yok edilmemiz uğurunda sarf eden din düşmanları, Kale-i Sultani’ye için “Dünyanın en büyük istihkâmı.” ifadesini kullanırlar. Bu limanda bir saat durduktan sonra çapasını alıp yola koyuldu ve aslan önünden koyun sürüsü geçer gibi mütevazı bir şekilde boğaza sokuldu. Ege Denizi’ne açılan ağzından Marmaris’in başlangıç noktasına kadarki uzunluğu beş saat ve genişliği ise 2 ila 5 kilometre arasındadır. Cihanın kıskançlık duyduğu bu boğazın Asya ve Avrupa taraflarındaki sahillerini çevreleyen dağlara, bayırlara ve tepelere baştan başa inşa edilen istihkâmlar Marmaris’in başlangıcındaki Gelibolu Limanı’na kadar uzamaktadır. Vapurumuz Ege Denizi’nin kuzeyinde bulunan Bozcaada istihkâmları önünden geçtikten sonra boğaza sokulmasıyla birlikte Avrupa tarafında sırasıyla Seddülbahir, Kumkale ve Şahinkale; Asya tarafında ise Kilidbahir ve Kale-i Sultaniye kaleleri ve büyük istihkâm yerleri vardır. Bunların arasında demir atmış olan haşmetli Osmanlı gemileri de geçilmez ayrı bir set meydana getirmiştir. Bu kahredici ezici kuvvet düşmana korku müminlere sevinç yaşatır. Düşmanı titreten, Müslüman’ı ferahlatan bu müthiş kale ve istihkâmlar ile aralarında bulunan dağ gibi zırhlıda mevzilenmiş heybetli ve seçkin topları aslanlar gibi nara atan binlerce her bakımdan iftiharla seyrettik. Böylece İzmir’den hareketimin ikinci günü kuşluk vaktinde hilafetin büyük merkezine ulaşma mutluluğuna eriştim.
DERSAADET (İSTANBUL)
Varlığı sonsuz Allah’ın, cihanı yarattığı zamanda yeryüzünü süslemek için cennet bahçesinden bir miktarını kudret eliyle kaldırıp yerkürenin kalbi olan İstanbul’a yüzük taşı gibi sermiştir. Kendine has vaziyeti yeryüzünün diğer kısımlarına benzemeyen müthiş manzarası, gökyüzünü hayal ettiren hâlindeki ruha letafet cennet misali zevk ve havasının berraklığı ile firdevs bahçelerinden bir bahçe gibidir. Dünyanın diğer yerlerine göre ikinci bir misali bulunmayan sularındaki faydalar ve Kevser suyu lezzeti ile sakinlerinde bulunan fazilet ile yaratılış güzelliği melekleri andırmaktadır.
Doğuda Asya, batıda Avrupa, güneyde Marmara Denizi ve kuzeyde Karadeniz boyunlarını kısıp (tevazuyla) bir secde yeri olarak kabul ettikleri bu olağanüstü yerde baş başa vererek İslam hilafeti’nin istikbalini hürmetle başlarının üstünde tutmaktadırlar.
Kudret’in özenerek yarattığı bu seçkin yerin duruşundan şu sözün mealini açık bir şekilde bize vermektedir: “İftiharla baş tacı ettiğim azametli kâinatı teşrif etmesiyle manevi bir mana katan Cenabıhakk’ın gölgesinin adil hükümleri sayesinde beşeriyete saadet veren cihanın denizlerindeki ve karalarındaki servet kaynakları imarıma mahsus ve layıktır.”
Hakkıyla fotoğraf çekebilmede fotoğrafçıları acze düşüren bu şehri dil ile tarif, kelimeler ile tasvir mümkün değildir. Nasıl harika bir yer olduğunu anlamak için görmek gerekir. Padişah hazretlerinin kapısının eşiğine yüz sürmek arzusuyla Roma’dan İstanbul’a gelen Suriyeli Batros Efendi gördüğü gerçekleri şiir[18 - Şiir Arapça olup Türkçeye uyarlanarak çevrilmiştir. (ç.n.)] olarak şöyle ifade etmiştir.
İstanbul’a vardım ve güzeli soludum
Her güzelliği verada (ötede) bıraktım
Melikleri hayırlı ve tabi olanları da
Halkı da en en haylısıdır veradan beri dünyada
Boğazdan izlemeye doyamadığım bu saltanat kapısına kuşluk vakti ulaşan vapurdan indikten sonra eşyalarımı Hamidiye Çarşısı’nda (Kapalı Çarşı) bulunan İzmir Oteli’ne bıraktım. Ardından babamın emri ve tavsiyesi üzerine öncelikle Fatih’e giderek Cennetmekân Sultan II. Mehmet Han hazretlerinin mübarek kabirlerini ziyaret ederek her zerresi fetihle dolu ruhlarından yardım dileğinde bulundum. Bütün Osmanlı halkı İstanbul’un güzelliği ve yüceliği hakkında bilgi sahibi olmaları nedeniyle burada tekrardan bir açıklama yapmaya gerek bulunmamaktadır.
Sur uzunluğu ortalama on iki milden fazla olmasına rağmen şehrin ancak beşte birini kapsamaktadır. Maarif ve Evkaf Nezareti’nin (Eğitim ve Vakıflar Bakanlığı) kayıtlarına göre sekiz yüz yirmi dört cami ve mescit, yüz altmış dört medrese, beş yüz mektep, arşivlerinde toplamda yetmiş bin kitap bulunan halka açık kırk dört kütüphane, otuz tekke, yüz yetmiş beş hamam, üç yüz kırk dört han, Ermeni, Rum, Yahudi ve yabancı çocukları için bulunan birçok okul ve sayısız miktarda hayır kurumu bulunmaktadır.
Bunlar gibi yüksek binaların bulunması, şehrin bayındırlık ve heybetinin büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Camilerinin en küçüğü diğer şehirlerdeki ulu camilerin büyüklüğündedir. Süslemeleri bol miktarda bulunan ve yukarıda sayısı verilen camilerin on altısı bunlar içinde en büyük ve meşhur olanlarıdır. Mübarek kabirlerini ziyaret ederek ruhen mutlu ve birçok açıdan da istifade etmiş bulunduğum Cennetmekân Fatih Sultan Mehmet Han hazretlerinin bir eşi daha olmayan camisinde öğlen namazını kıldım. Ardından otele dönüp yemek yedim. Sonrasında ise Sultanahmet ve Ayasofya camilerini ziyaret ettim.
Çok zarif ve yüksek altı minaresinin dördü üç şerefeli, diğer ikisi ise iki şerefeli olan Sultanahmet Camisi’nin yüksekliği ve genişliği insanda hayret duygusu uyandırmaktadır. Ayasofya Camisi’nin bahçesi içinde bulunan şadırvan ve türbelere arasında meydana açılan kapısından girdikten sonra sağ tarafta bulunan mermer sütunda Arapçası yazılı olan “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” Hadisi işlenmiş bir şekilde yazılıdır. Bu yazıyı görünce gözlerimden istemsizce yaşlar aktı. Bu Yüce Peygamberin hadisinin gerçekleşmesiyle mutlu ve bahtiyar olan Fatih cennetmekânın nurlarla kaplı türbesinden dua ve yardım talebi tek olan Allah’ın huzurlarında kabul buyrulduğuna dair şüphem kalmadı. Hatta bir hafta sürmeden bu duanın hayırlı neticesi karşıma çıktı.
Kâinatın iftihar vesilesi Peygamber Efendimizin nebevi övgülerine mazhar olması bakımından veli bir şahsiyet olduğu hatıra gelen Hazreti Fatih’in ruhani yardımıyla her türlü kolaylığa ulaşarak çok mutlu oldum. Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, ona yüce bir rahmet bahşetsin. Kış döneminin yakınlaşmasına doğru siyaset dünyası gibi sürekli değişken bir hâle bürünüp renkten renge hava, buraya gelmemin ikinci gününde birden bire değişiklik gösterdi. Bu nedenle soba ve mangal başlarından yapılan eğlence gül bahçelerinden gerçekleşen keyifli anları solda sıfır bıraktı. Fatih Meydanı Çörekçi Kapısı tarafında bulunan sıra kahvelerine “Geldi kasım, gitti yazın sefası.” tarzında hüzünlü yazılar yazılmaya ve kış mevsiminden şikâyetleri şiirleştiren süslü tablolar asılmaya başlandı. Fatih semtinin hasbelkader bu kahvehanelere toplanan şık ve bakımlı beylerin de hava ile ilgili yaptıkları konuşmalar esnasında “Yaz elden gitti…” gibi hüzünlerini açığa çıkarmaktalar ya da “Yaz eğlenceleri yorgunluktur ben kışı severim.” yolunda soğuk mevsimden memnuniyetlerini göstermektedirler. Böyle sözler ile birbirlerini bazı deliller sunarak ikna etmeye çalışmaktaydılar.
Her ikindi öncesi bu kahvehanelere gelip oturmayı kendime âdet edindiğim için kahvehanecinin kıdemli bir müşterisi olan o söz ebesi beyleri sima olarak tanıyordum. İçlerinden biri bana bakarak “Dört mevsimden hangisini seversiniz?” diye bir soru sordu.
“Her mevsimin kendisine has bir güzelliği ve verdiği mutluluk var. Allah’ın bizlere ikram ettiği nimetlerden ruhumuzun tat alması ve sağlığımızın varlığı ile düşüncemizin sağlamlığına bağlıdır.” cevabını vermek mecburiyetinde kaldım. Şahsi olarak kim olduklarını bilmediğim bu dileğince davranan hoppaların toplandıkları kahveye bir daha uğramadım. On beş gündür kışın artık hâkim olduğu hava yine birdenbire değişikliğe uğrayıp hava aniden ısındı. Ortalık hızlı bir şekilde ilkbahar havasını kuşandı. Doğanın bu güzel imkânından ruhen yararlanmak hemşehrilerimden bazı kişiler ile hem kabirlerini ziyaret etmek hem de cuma namazını kılmak maksadıyla Peygamberimizin sancaktarı Ebu Eyüp El-Ensari Hazretlerinin türbesine deniz yoluyla gittik. Dönüşte yürüyerek Edirnekapı’ya geldikten sonra tramvaya binerek semtimize ulaştık. Küçüklüğünden beri ticaret maksadıyla İstanbul’da bulunan hemşehrilerim dönüşü kara yoluyla yapmamızı arzuladılar. Bunu sebebinin ise gördüğüm kadarıyla bu şekilde uygun hava koşullarında sur dışının eğlenceli olduğunu bilmeleriydi. Halkın dindar ve seçkin sınıfı birer Fatiha okumak için çevresi servi ağaçlarıyla süslenmiş büyük kabristana yayılmış hâldeydiler. Sarhoş ve külhanbeyi takımı ise Eğirikapı ile Topkapı sarasındaki uzun şarampolün geniş yeşil çimenliklerine birbirlerine hayli aralı bir şekilde yer yer oturuyorlardı. Ceplerinden çıkardıkları paslı şişelerdeki kokmuş içkileri büyük bir iştiha ile yudumluyorlardı. Her tarafta yankılanan naralar ve heyheyler o güzel sahranın sakin hâlindeki manevi havayı bozmuştu. Ahlaklarının aksine sesleri gayet güzel olan bu iflah olmaz güruhun papağan gibi sürekli söyledikleri moda şarkıları
Sislendi heva tarf-ı çemenzarı nem aldı
Bülbül yuvadan uçtu gülistanı gam aldı
Bağlar bozulup bezm-i cefa şekline girdi
Gülzar-ı mahabbette yine şenlik azaldı
güftesiyle ve bunun gibi mevsime uygun düşen manası güzel manzumeler ile doluydu. Şarampolün Topkapı’ya yakın olan tarafına biriken birtakım ayyaş Ermeniler de kendilerine özgü şiveleriyle,
Bir gün seni elbette eder vasıl-ı canan
Bu ah-ı sehergah ile bu kalb-i perişan
Bak bülbüle sabreyle gönül eyleme efgan
Hengam-ı güle nuş-i mule şunda ne kaldı
sözlerini ve polisimizin o an manasını anlayamadıkları sözleri sesli bir şekilde dillendiriyorlardı.
Millî ahlakımıza dâhil edilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez olmakla beraber akıl ve her hâlükârda akıl ve hikmetten uzak olan bu aşırılıklar sürekli olarak yapılıyor ise vay hâlimize! Bu düşünceler içerisinde Edirnekapı’ya geldik. Surların kuzeyine kalan bu dehşetli kapı yakınındaki güzel bir kulübe içerisinde şen mizaçlı bir kır kahvecisi vardı. Bu adamın gelir gelmez getirdiği çürük iskemlelere oturduk. Burada birer nargile ve kahve içtik. Ardından tramvaya binip zahmetsiz bir şekilde Beyazıt Meydanı’na ulaştık.
POSTA VE TELGRAF NEZARETİ’NİN DURUMU
İstanbul’a memur olabilmek için geldiğimde o dönem bakanlık koltuğunda duruşunu ve zekâsını kimsenin inkâr etmediği merhum İzzet Bey bulunmakta ve yardımcısı ise züht ve takvasına itimat edilen merhum Hasan Ali Bey idi.
Görevlendirilmek amacıyla merhum Bakan İzzet Bey’e takdim ettiğim dilekçe esnasında normalde kimseye yüz vermeyen bu zat beni beş dakika kabul edip beş dakika mülakat yaptı. Ardından “Öz geçmişini ver de boş bir yere seni gönderelim.” tarzında okşayıcı ifadelerden sakınmayarak gönlümü aldı. Sınav için önce yazışmaya sonra da fen ve diğer kalemlere gönderildim. Bu işlemlerin ardından sicil kalemine yazılı evrakı yanıma alarak Yeni Cami yakınındaki büyük Postahane’ye gitti. Merdiven başında karşılaştığım odacılardan birisi sicil kalemini gösterme iyiliğinde bulundu. İçeriye girdim. Etrafa dikkatle bakınca Sultan Mustafa dönemindeki hizmetlilerin mezarlarından kalkarak bu kaleme toplandıklarını düşündüm. Devletimiz çağdaş postanelerin birliğine dâhil ve zamanın ihtiyaçları anlamında gayet ilerlemiş olması düşünüldüğünde her yıl yenilene ve daha profesyonel bir hâle gelen uygulama ve kuralların görmekten uzak ne kadar köhne memur var ise zavallı Bakanlık elinde tutmak durumunda kalmış. Neticesinde, fikir ve beden bakımından hızlı memurlara ihtiyacı olan görevlerden uzak tuttuğu yadigârları bu kalemde toplamış. Masası en başta bulunmasında anlaşıldığı üzere kalemin kâtibi olduğu izlenimi veren esmer yüzlü, uzun boylu, iri kemikli, yaklaşık olarak elli yaşlarında zayıf ve çok konuşkan olan adam önünde bulunan süslü ciltli defteri eli ile yazıp burnu ile bir taraftan da masal anlatıyordu. “Burası hikâye yeri değil, resmî bir yerdir. Yazı işleri hamallığa benzemez. Görüyorsunuz ki fikren meşgulüz. Allah aşkına laklaklığı bırak. Dırdırı kendi yoldaşlarınla başka yerde yap.” şeklinde mahiyeti babalığı susturmaya cesaret edemez. Bunu yerine bıyık altından gülerek hatırı için dinlemektedirler. Her satırda birkaç defa yaptıkları yanlışlığı yalaya yalaya defterleri benek benek karalıyorlardı.
“Tomrukcubaşı iftiraya uğrayıp açığa çıkarıldığı zaman Ağakapısı’na giderek Sekbanbaşı’ya takdim ettiği bir çift gümüşlü ferman kabı (kubur) pek makbule geçmesi üzerine memuriyetini birkaç gün içerisinde tekrar elde ederek düşmanlarını çatlatmıştır. Şimdi nerede bu gibi akıllı adamlar? Hey gidi zamanlar hey!” tarzında bu fena adam tarafından bilgiç adamlara özgü bir övünme ile yaptığı safsataların ardı arkası kesilmiyordu. Bu nedenle elimdeki evrakı alıp işlemeye koyması saatler aldı. İki şeyi birbirinden ayırt etmekten âciz, dairedeki yazıları temize çeken kâtibin gözlüklerindeki camlardan birisinin yere düşmesi imdadıma yetişti. Bu geveze şimdi de hikâye gevelemekten tamirciliğe geçiş yapmak durumunda kaldı. Bu esnada şükür mahiyetinde genişçe bir nefes aldım. Çünkü bu nedenle içlerinden biri elimdeki evrakı aldı ve işlemi tamamladı. Hatırladığım kadarıyla ismi Mustafa Efendi olan bu tımarhane kaçkını temyizcinin arkadaşları gayet sakin kişilerdi.
Ara vermeden kullanılan baş ağrıtıcı birtakım lafların her cümlesinde, “Fikrim sendedir.” manasına “Evet, evet.” tarzında tasdik kelimesi kullanılıyordu. O esnada eğer bir evet eksik söylense o geveze herif hemen “İşitebildiniz mi efendim?” sorusunu basardı. Buna karşın o zavallılar çakal gibi ağız birliği içerisinde “Evet!” diye bağırırlardı. Bu kelimeyi sürekli kullanma mecburiyetleri vardı. Sicil kaleminin o zamanki gülünç hâli hiç aklımdan çıkmıyor. İşleme konulmuş evrakı elimden alan kişi öz geçmişi düzenlemek için biri basılı diğeri müsveddelik iki parça kâğıt verdi. Ardından basılı kâğıtta bulunan cevaplar sütununa diploma ve benzeri evraklarımı yazmamı istedi. Ardından bunları, birer örneklerini çıkartmaları için adaşlarına dağıttı. Bu sırada gözlük tamirini tamamlayan temyizci efendi sertçe bir enfiya çekti. Ardından, bitmek bilmez sözlerini ve o ömür törpüsü nakaratını daha uzun bir ayrıntıyla tutturmasın mı? Saatlerce beklememe rağmen hâlen daha işimi tamamlatamayacağımı anlayınca artık insanlıktan çıkmıştım. Bu esnada “Fesuphanallah!” cümlesini açıktan söylemiş oldum.
Mecburen yapmak durumunda kaldığım bu hiddet göstergesi sonrası safsatacı temyizci hikâyesine ara verdi. Buna canı sıkıldığı için çürük gözlüğünü iki eliyle tutarak pis yüzlü bir şekilde:
“Ne söylüyorsunuz?” karşılığı verince “Arkadaşlarınızın söyleyemediğini söylüyorum. Allah aşkına insaf edin. Burası resmî bir yerdir. Lüzumsuz hikâyeleri ve gülünç masalları anlatarak beni burada saatlerdir beklettin. Sarayda tebdili kıyafet yaparak buraya bir kişi gelse durumunuz ne olur? Evrakçının evrakını saklayan biri olduğunu bilmemeleri sebebiyle buradasın. Akşamlara kadar bitmeyen kocakarı hikâyeleri de ne oluyor? Herkesin kafası ananın tuz kapağı değil. Boşa geçen saatlerin senin için bir önemi olmayabilir. İşi olanların bir dakikasının bir seneye karşılık geldiğini bilmelisiniz. Benim işimi bitir de faydasız sözlerini ve masallarını senelerce sarf et. Eğer ki susmazsan tahtasızlığını Bakan Beye ve hatta karşıma çıkan herkese eksiksiz bir şekilde anlatırım.” şeklinde çıkıştım. Bu sayede sesini kesti. Memurluğa daha yeni heveslendiğim için ayrıntılı olmayan öz geçmişi hemen düzenledim. Ortaya çıkan evrakın bir örneklerini yapıştırmak için çok sayıda damga puluna ihtiyaç oldu. Üzerimdeki paranın yetmemesi üzerine işi sonraya bırakır isem bu temyizcinin masallarını tekrar dinlemek zorunda kalacağım için evrakların çoğunu eklemekten vazgeçmek zorunda kaldım. Hatta bir bakıma İmam Zeynelabidin Efendimiz hazretlerinin temiz neslinden geldiğime dair evrakı da ne yazık ki çıkardım. Cevap kısmına “Bildiğim hiçbir nesle kaydım yoktur.” kaydını yazarak bu sıkıntıyı geçiştirdim. Yani işi sonraya bırakmadan halletmiş oldum. Dilekçenin sivil kalemi tarafından resmî işlemleri tamamlandı. Ardından seçim komisyonuna havale edildi. O zaman Bakanlıkta merhametli, şefkatli, kıymet bilir ve değerli adamların eksik olmadığını havale tarihinden kısa bir zaman sonra Pozantı Merkez Memurluğu’na görevlendirdiler. Bu esnada babamın hastalığını haber aldım. Bir saat evvel Eğirdir’e yetişip babamın yüzünü görmek arzusuyla Pozantı’nın nasıl bir yer olduğunu bile incelemeden tevekkül ederek kabul etmek zorunda kalmıştım. Yazılı emri aldığın zaman teşekkür etmek amacıyla Bakan İzzet Bey’in eteklerine kapandığım esnada bana: “Ben ilk görevlendirildiğimde iki yüz elli kuruş ile atandım. Padişahımız sayesinde şimdi Bakanım. Sen üç yüz seksen kuruş ile atandın. Sadakat ile çalış. İnşallah karşılığını alır ve yükselirsin.” şeklinde nasihatte bulunmuştu. Allah bu merhumun kabrini cennete dönüştürsün.
İstanbul’da bulunduğum zaman içerisinde Divan-ı Harp Deniz Başsavcısı Reşit Beyefendi hazretlerinin bana göstermiş olduğu ilgi, baba gibi insanlık ve şefkat unutulur cinsten bir iyilik değildir. Züht ve takvasına, ilim ve irfanına diyecek bir sözüm olmayan bu asil ve muhterem zata sonsuza kadar minnettar kalacağım.
İSTANBUL’DAN MUTLU BİR ŞEKİLDE AYRILIŞ VE GÖREV YERİNE HAREKET
Resmî olarak memuriyet iznini aldığımın ertesi günü Vapur İşletmesi’nin Aslan adlı vapuruyla İzmir’e oradan da trene binerek Aydın üzerinden Sarayköye ulaştım. Tren hattı henüz daha ileriye gitmemesi nedeniyle burada da hemen bir hayvan kiralayıp Gemişsu ve Burdur gölleri kenarından Sarıkavak yolu üzerinden iki gün içerisinde Isparta’ya ulaştım. Burada karşılaştığım hemşehrilerimden babamın sağlık duruma ilişkin bilgi almak istedim. Fakat hiçbiri gerçeği söylememesi aklımı tamamıyla karıştırdı. Zaman kaçırmaksızın hemen o saatte tuttuğum arabaya binerek aziz vatanım Eğirdir’e ikindiden sonra yetişme mutluluğuna eriştim. Ne yazık ki sevgili babam yetmiş gün önce Allah’ın rahmetine kavuşması nedeniyle özlem içerisinde olduğum yüzünü görebilmek nasip olmadı. Hüzün dolu bir matem yerine dönüşen evimizde birkaç gün kaldıktan sonra yine Isparta ve Ağlasun üzerinden Antalya’ya indim. Yunan bandıralı bir vapur ile denizden Mersin’e geçtim. Buradan da tren ile Tarsus’a geçtim. İki gün sonra kiraladığım hayvana binerek Mezaroluk, Sarışeyh, Gülek Boğazı ve Tekir Yaylası yoluyla memuriyet yerim olan Pozantı’ya ulaştım.
AYDIN
Aydın şehri, Hüdavendigar (Bursa) vilayetine bağlı Kütahya ve Sahip Karahisar sancaklarından doğan Denizli arazisini dolaşarak Çürüksu, Aksu, Çine, Pazar ve Göbel çaylarını geçtikten sonra Ege Denizi’ne dökülen Menderes Irmağı’nın kuzey kıyısına 5 kilometre mesafede yüksek bir dağın eteğinde bulunmaktadır. Konum olarak İzmir’in 115 kilometre güneydoğusundadır. Kırk bin nüfuslu zengin bir şehirdir.
Sultan Alaaddin Keykubat’ın vefatından sonra ayrılan Aydın Bey’in ismi ile anılan bu memleketten geçtiğim tarih 303 yılı mayıs ayı ortasıdır. Bu zamanlarda etrafı saran kuraklık topraklarının verimliliği ile tanınan Aydın Ovası’nı da yangın yerine çevirmişti. Her taraf yeşilliklerden ve güzelliklerden mahrumdu. Çiftçiler sevinç ve neşeden uzak çok hüzünlü bir hâldeydiler.
Tren yolunu istikametindeki yerlerde yaşayan köylüler beş santimlik kuru ekinleri orakla biçmeleri mümkün olmadığından elleri ile yolmaktaydılar. Henüz yedi yaşında olan çocukların bile anne ve babaları ile birlikte bu şekilde çalıştıklarını, güneş altında yandıklarını ve o hüzünlü hâllerini görünce gözlerimden istemsizce yaş döküldü.
Gayret, sabır, kanaat, Allah’a dayanma ve güven ve ona teslimiyet gibi çok güzel huylara sahip ve her bakımdan övgüye layık çiftçilere Cenabıhak rahmetinden bolca göndersin. Bunun gibi afetlerin tekrarını vermesin. Kuraklıklardan yalnız insanoğlu değil hayvanlar hatta cansızlar da etkilenmektedir. Nasıl ki bu dünyaya hayat veren şey yağmurlar ise hemcinslerini mutlu edenler de bu çalışkan insanlardır. Beyefendi gibi hareket eden gösteriş budalalarının yanlış inançları gereği mevcut meziyetleri şehirlerde şık bir şekilde boy göstermektir. Hâlbuki basit giyimli o faydalı köylüleri beğenmeyerek kibirli bir şekilde yaşamaktan öte bir özellikleri olmayan bazı idraksiz, değersiz, kendini beğenmiş ve işe yaramaz zevzeklerin hakir gördükleri köy halkı bütün herkesin erzakına hayat verip hazırlanmasına vesile olmaktadırlar. Bu anlamda İlahi Kudret’in eli övgüsüne sahiptirler ve manen herkesten üstündürler.
Trenden inmeyerek karşıdan seyrettiğim için Aydın halkı hakkında ayrıca bir bilgi hazırlayıp yazamadım. İzmir, Saruhan, Aydın, Menteşe ve Denizli adlarından dört sancak, otuz beş kaza, elli nahiye ve iki bin yedi yüz seksen yedi köyü kaplamaktadır. Genişliği tahminî olarak 51 bin 687 kilometredir. 1 milyon 251 bin 6 yüz küsür nüfusa ulaşmıştır. Bereketli geniş bir arazi unvanına nasıl eriştiğini anlatmak için “aydın” kelimesinin fars dilindeki karşılığının “rûşen” olduğunu söylemek yeterlidir. “Dîdelere rûşen” sözüne karşılık Türkçede “gözlerin aydın” denilmesi de bundandır.
Bu şehre daha ilk başta verilen “Güzelhisar” isminin bugünkü adıyla anılma hikâyesi için şöyle olduğu da akla gelmektedir: Aydın ismini veren zat doğduğu an babası “Gözlerin aydın bir oğlun oldu.” müjdesini almıştır. Bunun üzerine babasının onu “Aydın Bey” diye adlandırmıştır. Karanlığın zıddı olan bu güzel isim Arabistan’ın ateş gibi yanan çöllerinde söylenilen “ziya” isminin dilimizdeki karşılığı olsa da çok fazla rağbet görmemesinin sebebi nedir belli değil. Asil Arap toplumunun arınmış beyan diline ne kadar sevgi besliyor isek dilimizin de nispette sevmemiz gerekmektedir. Çünkü sevdiğimizi anlatmak ve söyletmek ancak dil ile mümkündür. Bu önemli şartı anlayıp dilimizi temizlememiz gerekirken tam aksine bu şekilde karıştırıp asıl olanı azaltmaya, unutmaya, yok etmeye çabalıyoruz. Ne büyük bir gaflet!
MERSİN
Bu şehrin kurulduğu bölge yaklaşık otuz sene önce yerleşik olarak kimsenin bulunmadığı boş bir araziydi. Hububat tüccarlarından Mersin isminde Kayserili bir Rum’un küçük bir alışveriş yeri yaptırması üzerine çiftçiler akın ederek toplanmaya ve yerler yapmaya başlamışlar.
İki yıl içerisinde büyük bir köye dönüşmüştür. Kasaba merkezi olduğu zaman denizcilik için gerekli olan karantina, gemi ve liman idaresi de kurulmuştur. Bunun üzerine vapurların sıkça uğrak yeri olmuştur. Konumunun ve ticaretinin önemi her geçen gün artmıştır. Çok kısa zaman zarfında zenginlerin ve ticaretin bir merkezi hâline gelmiştir. Devletli Abidin Paşa Adana valisi iken tren hattının Tarsus’a kadar tamamlanması üzerine bu yer kaza hâline gelmiş ve birkaç sene içerisinde de il olma sırasına girmiştir.
Konya, Ankara ve Sivas bölgelerinin birleştikleri mevkiye düşen il ve kazalar ile bolluk ve bereket içerisinde olan Adana Ovası’nın özellikle iskelesi olması nedeniyle buranın limanı işlek ve ticareti büyüktür. Konumu çok güzel olmakla birlikte sokakları düzenli, binaları ve konakları mükemmel ve imarlıdır. Fakat suyu ve havası ağırdır. Limanı ise açık ve tehlikelidir. Bütün milletleri ve toplulukları hükmü altında çalıştıran bereket ve saadet kapısı ticaretin bahşettiği şeref ve servet sayesinde şehir yarım yüzyılda meydana gelmiştir. Sınırlarına kattığı birkaç binlik Tarsus kazasıyla beraber üç nahiye ve iki yüz altmış dokuz köyü vardır. Bolluk ve bereket, akarsuyu, bağ ve bostanı boldur. Bunlar ticareti gibi her gün daha fazla gelişmekte olan şimdilik dokuz bin nüfuslu küçük ve sevimli bir kasabadır. Limon, turunç, nar, üzüm, armut, elma gibi meyveler ile en iyi cins kavun, karpuz ve her türlü sebze bolca yetişmektedir. Zerdali cinsinden olan ve burada şekerpare olarak adlandırılan güzel meyvelerin bir benzerini dünyanın başka hiçbir yerinde göremedim.
Çok kokulu ve lezzetli olan suyunun gevrek bir hâlde katılaşmasından ibaret posasız gövdesinin içerisindeki ufak çekirdeklerinin içi tatlı, kabuğu çok ince ve taneleri güvercin yumurtasından büyüktür. Meşhur şair merhum Ziya Paşa Adana valisi iken kasabanın değerlenmesi düşüncesi ile kendi adına modern anlamda otel gazinolar yaptırmıştır. Bunlar büyük bina sayılırlar. Güneşin doğuşundan evvel limana gelen vapurdan hemen indiğim için sabah trenini kaçırmayıp hemen Tarsus’a geçtim.
TARSUS
Havarilerden Pavlus’un doğum yeri olması nedeniyle Hristiyanların kutsal saydıkları Tarsus tarihî olarak çok meşhur kadim yerlerden biridir.
(Asur Kralı) Sardanapal tarafından milattan birkaç yüzyıl önce kurulduğu rivayet edilmektedir. Bu şehir Fenikelilerden Asurlulara, Keyhüsrev zamanında da İranlılara geçmiştir. Büyük İskender’in istilasından sonra kurulan Felsefe Okulu sonrası aniden yükselerek ticaret ve bilgi bakımından Atina ve İskenderiye şehirlerini geride bırakmıştı.
Makedonyalılardan sonra Romalıların eline geçmiştir. Halife Harun Reşit zamanında İslam topraklarına eklenmiştir. Bu dönemde de çağının ilerisinde olup âlimlerin önde gelenlerinden bir kaçının doğup yetiştiği bir yer olarak bilinirdi. Daha önce bahsedilen Haçlı eşkıyalarının uğursuz ayaklarıyla medeniyet eserlerini imha ettikleri bu kara bahtlı şehir daha sonra küçük bir Hristiyan devleti merkezi hâline getirilmiştir. Ardından kısa bir zaman sonra Mısır Memluk Türkmenleri tarafından ele geçilmiştir. Tarsus, Ramazanoğulları’nın yıkılması üzerine Osmanlı Devleti’nin eline geçmiştir. Hristiyan toplumunun aşırılık kılıcıyla yerle bir edilen kadim Tarsus’un harabeleri üstünden hüzünlü bir yaz tutan bu acıklı şehrin havası Çukurova’daki diğer yerleşim yerlerine göre daha güzeldir. Fakat suyu ise gayet ağırdır. Kenarında geçen Ceyhan ve kadim ismiyle Kidnos Nehri’nin (Berdan Çayı)[19 - Ceyhan Nehri’nin eski adı Pyramos’dur. Kidnos ise Berdan ya da Tarsus Çayı’nın eski adıdır. (ç.n.)] havzasına kurulan ahşap dolaplar ile birlikte garip sesler eşliğinde kendi kendine dönerek dört tarafı kaplayan bahçeleri kolay zahmet vermeden sulamaktadırlar. Bu sayede şehir limon, portakal, turunç, nar ve her türlü meyve ağaçlarıyla doludur.
İranlıların Tebriz dedikleri, servi dedikleri beyaz kavaklar güzel boylarını gökyüzüne uzatarak bahçeleri ve şehri bir kale gibi çevirmektedirler. Sokakları dar ve bütünlüklüdür. Her köşede akarsu, geniş bir meydan, bülbüllerin yuvalandığı bahçe ve gül bahçeleri mevcuttur. Bu nedenle hüzünlü bir yer değildir.
Bugün hâlâ Dakyanus’un yaptırdığı surların bazı kısımları mevcuttur. İskender’in istilası sonrası Makedonyalıların ve ardından Arapları ilave ederek genişlettikleri dış kalenin yalnızca temelleri ve tarlalar içindeki tek başına dikili bir duvarı günümüze ulaşmıştır.
Şehrin güney ucuna bitişik güzel bir bölgede hoş bir şelale vardır. Bu şelalenin de kaynağı olan ve 7 kilometre aşağıda denize karışan Ceyhan Nehri üzerinden kanallar meydana getirilmiştir. Bu kanallardan alınan bu su ile Paşa Değirmenleri döndürülmektedir. Ardından, bu büyük su birçok mahallenin içinden geçerek Saray Meydanı’ndaki bahçeler arasına sokulmakta ve büyük gül bahçesine hayat vermektedir.
Bahsedilen bu şelale kasabaya beş dakika mesafededir. Zümrüt gibi yeşil bostan ve bahçelerin ortasındadır. Bu çevrede bulunan ferah kahvelere ve gazinolara sarhoş takımından başkalarının gitmemesinin sebebi şehrin her tarafının akarsu ve ağaçlar ile kaplı olması sebebiyle güzellik bakımından her alanın bir diğerine daha cazip ve eğlenceli bir alternatif olabilmesidir. Tarsus’ta bulunduğum zamanlar bölge zenginlerinden İvanya’nin girişimiyle bu nehir üzerine ileri derecede bir iplik fabrikası yaptırılmıştı. Şehrin ortasında bulunan Ulu Camisi’nde Hz. Danyal Peygamberin mübarek makamları bulunmaktadır. Yine İslam mabetlerinin en güzellerinden biri olan Nur Cami’de de Hz. Şit Peygamberin nurlarla kaplı makamları ile Abbasi halifesi Harun oğlu Me’mun’un kabri bulunmaktadır. Şehrin içerisindeki küçük bir tepeyi çevreleyen iç kaledeki eski cami yakınında bulunan kale kapısında ise meşhur mücahitlerden Hasan Fellah hazretlerinin türbesi vardır.
Hikâyelerde meşhur olarak anlatılan Şah Meran’ın kurban edildiği yer Danyal aleyhisselamın makamları yakınındaki Eski Hamam’dır. Yıkanmak amacıyla bu hamama gittiğimde kuzeydeki yıkanma alanının kurnaya yakın mermerinden sabit bir şekilde duran kan, Şah Meran’ın bahsedilen akıtılan kanı diye gösterilmektedir. Yaşadıkları olaylar Kur’an-ı Kerim’de adları ile anılan bir surede geçen Ashabı Kehf’in uzun bir süre uyuyakaldıkları mağara ise şehrin kuzeybatısında 10 kilometrelik bir mesafede ve yaklaşık bin üç yüz adım yükseklikteki oval bir dağın eteğindedir. Bolluk ve bereketine ve konumunun güzelliğine toz konduracak bir kelime bulunmayan Tarsus bölge olarak Adana ile Mersin’in arasında ve bereketli Çukurova’nın ortasındadır. Ayrıca, Anadolu’nun önemli giriş kapılarından sayılan meşhur Gülek Boğazı yolu üzerinde bulunması nedeniyle bu bölge doğu ve batı üzerinde yolculuk yapanların vazgeçilmez uğrak yeridir.
Bitek vadilerindeki geniş ormanların ve bereketli yaylaların içerisinde oturan dağ köylüleri yanlarına aldıkları kereste, yağ, yün, koyun ve bunlar gibi doğal ürünleri ile pazarlara dökülürler. Çok işlek olan bu pazarlardan sanayi mahsullerinden her türlü ihtiyaçlarını satın alırlar. İskeleye yakın olması ve tren ile bağlantılı olması sayesinde mahsullerinin piyasaya sürümü iyi derecededir. Olağanüstü bereket, fiyatların düşmesine sebep olmaz. Her şey Adana’ya nispeten birebir farklıdır.
Tahminî olarak nüfusu otuz bindir. Şehrin kurulduğu alanda iki boy kazılan her yerde çağın heykeltıraşlarına öğretici bir misal olacak kabartma çiçekli mermer sütunlar, bezemeli taşlar çıkmaktadır. Bu durumu göre bölge halkı buranın depremler sonrası ters yüz olması nedeniyle adının Tarsus olarak kaldığı inancını taşımaktadırlar.
Doğa bilimcilerinin mevcut kalıntılara dair çıkarımlarına göre Adana Ovası MÖ 1580’de Akdeniz’in dalgaları altında bulunmaktaydı. Bu dönemde Ashabı Kehf mağarasının karşısındaki Mezaroluk adı verilen yerdeki enkazından başka tarihî bir kalıntısı bulunmayan Solasayus şehri denizin çekilmesi nedeniyle iskele konumunu kaybetti. Bunun sonucunda da bölgede yaşayanlar deniz kenarındaki şimdiki yere taşındılar.
Adana’dan geçen büyük Seyhan Nehri ve daha önce bahsedilen Ceyhan Nehri ile Boğa sıradağlarının eteklerinden akıp gelen sel sularının yataklarından getirdikleri çakıl ve kum gibi şeyler denizin doğasına tekrar yardımcı olmaktadır. Bu nedenle, bu şehir yine içeride kalmıştır. Toprağı bitkisel kalıntıları ile de karışan akıcı tabakasında derece derece meydana gelen şişkinlik çok doğal olarak mevcut yapıları da yer altında bırakacaktır. Bunun dışında, sıcak iklimde bulunması nedeniyle binalar inşa edilirken iç mekânın serin olması ve kuşatma olması durumunda mancınıklar vasıtasıyla kaleye atılan kayaların vereceği tahribattan korunma sağlanması amacıyla iki boy yer altından bodrum kat şeklinde yapılmaya başlanırmış. Sonrasında ortaya çıkan Haçlı tahribatı ile yerle yeksan olmuştur. Her tarafı yıkıntılar ile kapanması nedeniyle temizlenmesi zor ya da gereksiz olması düşünüldüğünden yeni evlerin bu enkaz üzerine yapıldığından şüphe yoktur. Osmanlı Devleti, bu toprakları böyle harap bir vaziyette bulduktan sonra yenilediği tarihî olarak anlaşılıyor.
MEZAROLUK
Boğa Sıradağları üzerine düşen kar ve yağmurlar neticesinde oluşan korkunç sellerin yüzyıllar boyu deşerek ortaya çıkardığı büyük vadinin ovaya bakan ağzında bulunmaktadır. İnsanı ürperten bir ormanın içinde bulunan Mezaroluk’un Tarsus ile arasındaki mesafe batıya doğru yürüyerek beş saattir. Tarsus Ovası’nın deniz suları altında olduğu dönemlerde muhtemelen Tufan’dan evvel bu bölgenin iskelesi konumunda olan Solayus’un yıkıntıları bu ormanın içerisindedir. Temelleri hâlen mevcuttur. Enkazın bu kadar bol olması bu toprakların geçmiş yüzyıllarda şanlı bir şehrin kurulu olduğunu akla getirmektedir. Fakat şimdi ise yalnızca sağlam bir han ve gür sulu bir çeşme bulunmaktadır.
Şehrin şu anki sakinleri bu handa bir gece konaklayıp çekilip gidenlerden ibarettir. Ovanın kuzeyine düşen bu vadiye girmeden bir mil önce yolun aynı uzaklıkta sağındaki yüksekliği 100 metre olan yalnız bir tepeye kurulu sade fakat güçlü bir kale görülmektedir. Burası, Gülek Boğazı’ndaki büyük hisarın küçük kalelerinden biri olarak ifade edilir. İçi sakin olan bu kalenin duvarlarının ve burçlarının eksiksiz ve tamamen bakımlı durumda olması sonradan yenilendiğini göstermektedir. Bu vadinin ortasından geçen çakıllı yolun iki tarafını da boydan boya çam ve ardıç ağaçları ile birlikte çalı, tespih, kızılcık gibi bodur ağaçlardan meydana gelen geçilmez bir orman kaplamıştır. Bu ormanın üstü farklı türde kuşların altı ise yırtıcı hayvanların yaşam alanıdır. Bu orman Muğla’dan başlayarak Elmalı, Antalya, İçel, Mersin, Tarsus, Kozan ve Darende üzerinden Divrik’e kadar uzanmaktadır. Büyük sıradağların ortasında bulunması sayesinde genişliği Mezaroluk’tan Niğde toprağına kadar uzanır. Çakıllı yolun iki tarafından bu şekilde devam eder.
Halifemizin hükmünün gücü sayesinde güvenlik ve asayişi fazlasıyla tamamdır. Bu dehşetli boğaz başka yerlerde bulunsaydı seyahat edenlerin giderken yanlarında bir bölük süvari askerin onlara eşlik etmeleri şart olurdu. Kuzeyde bulunan Niğde kasabası yakınlarındaki Gavursindi’ye kadar bu vadi iki menzil şeklinde devam etmektedir. Güney tarafı Mezaroluk’tan Sarışeyh’e kadar üç saat sürmektedir. Ardından da meşhur Gülek Boğazı’na girilir.
SARIŞEYH
Sarışeyh çakıllı yolun sağ tarafına düşmektedir. Konumu Gülek Boğazı’ndan doğu yönünde Adana istikametine ayrılan yolun başlangıcındaki üç yol arasındadır.
Önceki devirlerde Hac yolu olması nedeniyle vakti zamanında vakfedilen büyük kâgir han ile Sarışeyh isimli veli zatın kabri dışında bir yapı ve eser mevcut değildir. Sükûnet içerisindeki bu kavşak noktasında hareketle korkunç Gülek Boğazı’na girmek biraz önce son bulan vadiden daha kolay ve her bakımdan güvenlidir. Zira boğazın boyca ortasında bulunan zaptiye karakolu hâlen faal bir hâlde asayişi sağlamaktadır.
GÜLEK BOĞAZI
Gülek Boğazı, yüksekliği 3030 metre olan Akdağ ile 3500 metre olan Sis Dağları’nın kuzeyindeki meşhur Boğa Sıradağları’nda bulunmaktadır. Uzunluğu bir saat süren dar bir geçittir. Genişliği ise 10 ila 50 metre arasında değişen bu boğazın ortasında coşkun bir şekilde akan çay bulunmaktadır. İki tarafını 966 metre yüksekliğe kadar ulaşan ve aralıksız devam eden yalçın kayalıklar çevirmiştir. Her tarafı çam ve ardıç gibi doğal olarak yetişen ağaçlarla örtülüdür ve karaciğer ödü gibi yeşildir. Kadim Gülek Kalesi boğazın ortasındaki en dar noktasındadır. Boğazın batısını çeviren uçurumlu dağın tepesinde bulunmaktadır. Kale hizasından cehennemin sırat geçidine benzeyen o dar ve derin yerden ileriye doğru biraz gidince güvenlik noktası ile postane görülmeye başlar.
Küçük Asya ile Şam topraklarını birbirine bağlayan bu dar geçit Doğu ve Batı toplumlarının ana geçiş güzergâhıdır. I. Dara ile II. Dara ve Büyük İskender gibi İlk Çağların önde gelen devlet adamlarının; Ebu Ubeyde ve Memun gibi Orta Çağların tanınmış önde gelen şahsiyetler ile son dönemlerde de Cennetmekân Sultan IV. Murat’ın geçiş güzergâhı olması bakımından bu bölge tarihî olarak büyük bir şöhret elde etmiştir.
Her geçen meşhur şahsiyetin burada ölümsüz bir nam ve hatıra bırakması nedeniyle boğazın içinde bulunan çaydaki sabit olarak dikili oval kayaya çok sayıda resim ve yazı oydurmuşlardır.
Şaşırtıcı bir duyguya yol açan bu boğaza doğu yönünden giren yolcular, orta kısmında bulunan güvenlik noktasına varmalarını takiben yarım saat ileride boğazın kuzeye bakan ağzında Tekir Yaylası’na ulaşarak derin bir nefes alırlar.
TEKİR YAYLASI
Kavala’nın kokmuş kahvelerinden miskin bir şekilde üflediği kavalını nankör babasının fesatlık yeteneği yardımıyla boruya dönüştüren (Kavalalı) İbrahim Paşa[20 - Kavalalı İbrahim Paşa (1789-1848), Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın (1769-1849) oğludur. Babası Osmanlı’ya karşı çıkardığı isyan sonrasında Mısır’da kurduğu 1805-1953 yılları arasında Mısır’ı yöneten hanedanlığın kurucusudur. Kendisi de bu hanedanlığın kurulmasında çok etkin görevler almıştır. (ç.n.)] haini Hükümdara karşı yaptırdığı siperler bu yaylanın dört bir tarafını çeviren bayırlarını ve dağlarını tepelerine kadar kaplamıştır. Dağların başlangıcından sonuna kadar yolun iki tarafındaki düzler ve bayırların üzerlerine bu adi eşkıyalar tarafından aralıklarla yaptırılan istihkâmlar büyük tarz eski toplarla donatılmıştır. Bu kadar Müslüman kanı dökerek cinsi bozukluğunu ve had bilmezliğini herkese ispatlayan bu kötü yaratılışlı adam, mağlup olarak geri çekilmek zorunda kalmıştır. Toplarını ise geriye götürememiş, sanki toplar düşmanın eline düşecekmiş gibi de topu ateşlemeye yarayan ağızotunun konulduğu delikleri çivileyerek işlevsiz hâle getirmiştir. Topçuların sıkılayarak hazırladıkları gülleler ile büyük havanlara yerleştirdikleri top mermileri kullanılamayıp o şekilde kalmıştır. Harabe hâle gelen bu istihkâmları dolaştığım sırada, topların içerisinde bahsettiğim nedenle kalan mermileri gördüm. Bu esnada, kişisel kırgınlığına esir bir soysuz yüzünden dökülen binlerce Müslüman kanını hatırlayan çok sayıda vatansever etrafıma toplandı. Zannediyorum ki sıkıntılarının ateşiyle ağızlarının açarak adi hainin ruhuna lanet ifadeleri kullanmaya meyilliydiler.
Tekir Yaylası bir dönemler yaşlı ceviz ağaçlarıyla kaplıymış. Eşkıyaların başı İbrahim Paşa buraya ayak bastığı zaman etraftaki köylerde oturan fukaranın elindeki o kadim ve faydalı ağaçları tamamen kestirmiş. Sonradan başında patlayacak olan toplarını buralara yerleştirmiştir. İstihkâmların etrafında ve derelerin içerisinde köy çocuklarının depolardan çıkarıp barutlarını boşalttıkları birçok havan mermisi hâlen daha serili bir hâlde bulunmaktadır. Bu dünyaya ne kadar zalim ve zorba adam geldiyse büyük bir istek özen göstererek yaptırdıkları değerli yapılar, en sonunda yıkılarak bu şekilde baykuşlara mesken olmuştur.
POZANTI
Pozantı, Tekir yaylasına üç saat mesafede ve kendi adıyla anılan ırmağın kenarındadır. Tarsus ile Niğde arasındaki mesafe hesaba katılmadan telgraf tellerinde olası meydana gelebilecek arızaların giderilmesi için açılan denetim merkezi ilk defa burada kurulmuştur. Fakat havasının ağırlığı nedeniyle makineler sonradan kaldırılmıştır. Buradan alınarak Bürücek yaylasının aşağısında Tekir Yaylası’nın kuzeyine inişin sonundaki “Ayvabeyi” adı verilen yere taşınarak yerleştirilmiştir. Bir zaman haritaya bu kontrol merkezinin eski ismi kaydedildiği için sonrasında isim değişikliğine gerek görülmemiştir. Mevcut hâli ile ismi Pozantı olarak geçmektedir. Ayvabeyi ismi ise Hayfbeli isminden dönüşmüş olsa gerekir.
Çakıllı yolun yapılmasından önce bu istikametten geçen kervan ve yolcu kafileleri ile deve sürüleri sürekli bir şekilde deveye yuvarlanmaktaymış. Bu nedenle hayvanların parçalanmış hâllerini gören merhametli kişiler üzülmekte ve her gün yaşanan bu duruma karşı “hayf” diye üzülür, hayıflanırlarmış. Bu acı durumun ardı arkası kesilmemesini ima ederek bu bölgeye önceleri Hayfa Beli denmiş. Bu isim zaman içerisinde Hayfa Beli’ne dönüşmüş. Son olarak ise “hayfa” kelimesi “ayva”, “beli” kelimesi de “beyi” hâlini alarak “Ayvabeyi” denilmeye başlanmış. Hâlen daha yaşanmaya devam eden bu kazalar üzerine bu şekilde üzüntü ifadelerinin devam etmesi bu açıklamayı doğrular niteliktedir. İçerisinden tatlı su akan derenin yakınındaki bu yerde yalnızca basit bir han, bir değirmen ve bir demirci dükkânı bulunmaktadır. Öyle ki, daha fazla yapı inşa edilecek herhangi bir alan mevcut değildir. Bu nedenle “bey” tabirinin neresine ve hangi güzelliğine yakıştırıldığına şaşılmaktadır.
Beyoğlu ve Beyşehir gibi isimlerine “bey” tabiri eklenen semtlerin ve şehirlerin olduğu gibi buranın da bir külhanbeyi olmalı. Diğer yandan her ne kadar alay edilesi bir yer olsa da Küçük Asya’nın Suriye yönüne açılan tek kapısıdır. Bu nedenle gece gündüz sürekli gelen yolcular burada yirmi dört saat kalmak mecburiyetinde bırakılsalar burada oluşacak insan kalabalığı büyük kasabalardaki kalabalığı geçer. Mezaroluk’tan başlayarak Niğde sınırına kadar uzayan dehşetli vadide bulunan ve her köşesindeki bayırlar, tepeler, bağlar ile çam, ardıç ve katran ağaçlarıyla donanmış uçsuz bucaksız bir orman içinde olması nedeniyle bu korularda avlanmak isteyen av meraklıları için bulunması zor bir alandır. Adanalıların meşhur Bürücek Yaylası, bu yerin on beş dakika mesafe yukarısındadır.
Manzarası ve güzelliğine diyecek bir söz bulunmayan bu büyük vadinin güney bayırında bulunan ve her yeri çam ve ardıç ağaçlarıyla kaplı, bol miktarda akarsuyu olan ve üzüm çok sayıda bağları ile çeşitli meyve ağaçları bulunan bir yayla bulunmaktadır. Batısı ve kuzeyi açık bir konumda havası serin ve kaliteli olan bu seçkin yaylaya Adanalılar haziran ayı başında gelir ekimin ortasında buradan ayrılırlar. Bu dönemde onların şenlikleri ve burayı şereflendirmeleri sayesinde dört buçuk ayı çok güzel geçirirdim.
Üzüm bağları ve kiraz bahçelerinin iç kısımlarına yaptırılan yaza özgü evlerden başka birkaç yerinde de yüksek yapılı köşk ve binalar bulunmaktadır. Ferah bir mekân olan bu yaylada yalnızca bir cami vardır. Çok fazla tanınmayan âlimlerden olan Gölgelizade Hacı Mehmet Efendi ile birlikte bölgenin önde gelenlerinden Arifzade Ömer Efendi, Alaybeyizade Hüsnü Bey, Kuşçuzade Hüseyin Efendi ve İl İdare Meclisi üyelerinden Bağdadi Abdulkadir Efendi hazretleri gibi birçok simanın gelmeleriyle şereflendi. Bu cennet gibi Bürücek’e cuma namazını kılmak için her hafta giderdim. Orada bu şahsiyetlerle buluşup sohbet etmek şerefiyle ve onların iltifatlarıyla kendimi teselli ederdim.
Arifzade Esat, Gölgelizade Tevfik, Kalfazade Yusuf ve Arnavut-zade Ali Efendi gibiler temiz ruhlu kişiler her ne zaman Çağşak Suyu’na gezinti yapmak isteseler bana da mutlaka haber gönderirlerdi. Bürücek’in suyu, havası, konumu ve manzarası bakımından güzelliğine doyum olmazdı. Her köşesinden coşkun bir şekilde akan suyundan başka birkaç dakika mesafede Çağşak ve Müftüyurdu denilen yerlerde çam, katran ve ardıç ağaçlarının diplerindeki kayaların ve çakılların arasından fışkıran çeşitli soğuk pınarlar ve berrak suları da bulunmaktaydı. Bu anlamda buralarda kebap yapıp, buz kesen su kaynağında ıslatılan meyveler ile üzümleri serince yerken o insana ferahlık veren havayı solumak insanın hayatı boyunca unutmayacağı mutluluklardandır.
Yayladakilerin Adana’ya dönüş yapmalarından sonraki ekimin ortasında haziran ayının başına kadar devam eden yedi ay on beş günlük süre boyunca dere yatağında tek başına kalmak düşünüldüğü gibi sıkıcı bir durum değildi. Doğasının her hâlinde ayrı bir lezzet bulunması nedeniyle yalnız geçirdiğim günler daha eğlenceli zamanlardı. Para kazanma amacıyla diyardan diyara sürekli hareket eden insanları ve bu anlamda hayatın şu çekilmez kavgasını seyretmek bu yerin ibret verici eğlencelerinden biriydi.
Divan yolu gibi gece gündüz sürekli hareket hâlinde olan bu büyük yoldaki kalabalığın çoğunluğunu araba kafileleri ve deve sürüleri teşkil ederdi. İnsanoğlundan bekledikleri bir lokma hamuru yemek için yüzlerce kilo yük altında ezilen çaresiz develer maişet kanununa şikâyet edercesine çıkardıkları acı feryatlar huzurumu kaçırırdı. Akşamları telgraf kulübesinin çevresine inen deveciler insafsız bir şekilde develerin üzerine yükledikleri yükleri yıkınca bu zavallı hayvanlar ölü gibi yere serilirlerdi. Dağıtılan hamur toplarını yedikten sonra hemen tekrar güçlerini toplayarak aslan kesilir, heybetli sesleri ile köpük savururlardı. Özet olarak kışın sonuna kadar benzer şekilde devam eden bedevi âlem benim için garip bir deneyimdi.
Deveciler gece yarısından sonra yola çıkma gibi bir âdetleri ve merakları vardır. Bunların hareketi esnasında, etraftaki yerleşimlerden gecenin o vakti hâlen uyanık olanlar, o korkunç ormanlı bayırlara ve dağlarda yankılanan zil ve çan seslerini duyunca deccalın çıktığı duygusuna kapılırlar.
Ortalığı kar kapladığı zamanlar, dağlarda yiyecek bulamayan vahşi hayvanlar etrafımızı sararlardı. Geceleri ara sıra duyulan kurt ulumaları ve çakalların bağrışmalarında ibaret hüzün verici sesler kışın sonuna kadar devam ederdi. Bu nedenle kendimi İlk Çağ’ın daha öncesinde mağaralarda yaşayan biri zannına kapılırdım. Tatar postası geldiği zaman mutlu bir şekilde aldığım ipli çantadan merhum annemin mektubunu görünce ruhum aniden açılır ve bu yer de cennet gibi bir yere dönüşürdü.
Benim için büyük bir bayram olan bu günü mutlu bir şekilde geçirmek için ikindiden sonra Şeyhli köyüne geçerdim. Bu köy Boğa Dağı sırtındadır. Ormanlar içinden gidilirse merkeze bir saat uzaklıktadır. Tarlalarının sayısının az olması nedeniyle Şeyhli halkı ziraattan istendiği kadar ürün elde edememektedir. Bu yöndeki eksikliği ise ormanın bereketiyle kapatırlar. Halkı göründüğü kadarıyla çok neşelidir. Köyde biri ihtiyarlara diğer ise gençlere özel iki oda vardır. Genç yaşta evlenmiş olanlar da ihtiyarların toplandığı odaya giderler. Bunlar bekâr gençlerin toplanma yerine gidemezler.
Bekâr delikanlılar, kendilerine tahsis edilmiş odanın odun ihtiyacını aralarında nöbetleşe bir usul ile etraflarını kaplayan uçsuz bucaksız ormandan kesip toplayarak karşılarlar. Bekçisiz ormandan para ödemeksizin kestikleri kütükleri kapıdan sığdırmaları mümkün olmadığından bellerindeki uzun kuşaklara bağlayarak bacadan sarkıtırlar.
Uçları çatıdan bir arşın daha yukarıda kalan bu çıralı mertekler yandıkça boyları kısalır ve aşağı iner. Gençler, Nemrut ateşi gibi yaktıkları ateşin başına geçerler. Kızdıkça cehennem hâlini alan odada güldürücü oyunlar oynarlar, kaval üflerler, dinletisi gayet güzel şarkılar söyler ve rastgele bir şekilde saz ve bağlama çalarlar.
Topraktan kar kalkıncaya kadar bu şenlikle her gece sabahlara kadar devam eder. Mevcut durumlarına şükreden bu faydalı insanlar, ilk yaratıldıklarında kendilerine verilen temizliği asla lekelemeden korumuşlardır. Bu insanların samimi bir şekilde böyle mutlu hayat sürmeleri, gazinolarda bilardo oynayacağım diye gecesini, dinlenmesini ve zamanını öldürerek israf eden şehir gençlerinin yapmacık mutluluklarına ve ciddiyetten uzak ve soğuk sohbetlerine benzemez. Her hâl ve davranışları aralarındaki sevgiyi güçlendirme, sağlamlaştırma ve samimiyeti artırma amacını taşıyan tutarlı ve güzel hareketlerdir.
Bu köyde Hacı Hüseyin Efendi ve Mehmet Ağa adına itibar sahibi misafirperver iki adam bulunmaktadır. Maddi durumları bir miktar daha iyi olan bu kişilerin evleri ve sofraları daima misafire açıktır.
Pozantı’ya geldiğim zaman memurluğa vekâleten bakmakta olan Niğde stajyeri Rıza Efendi’den bu merkezi devralmıştım. O dönem Halep başmüdürü olan Bedri isimli zevzek, benim buraya gelmem üzerine Rıza Efendi’yi yerinde devam ettirememesi ve (ondan gelecek olan) on beş liralık menfaatinden olması nedeniyle memleketimden getirdiğim kefalet senedini kabul etmemiştir. “Rıza Efendi kimdir?”, “Pozantı denilen cehennem deresi neresidir?”, “Bedri nasıl bir uğursuzdur?” ve “Cebine girecek gayrimeşru on beş lira ne anlama gelmektedir?” gibi soruların cevabını henüz öğrenemeden bakanlığın emriyle Allah’a tevekkül ederek buraya gelen biri olduğumu, başkaca bir kusurum olmadığını bu insanlıktan tamamen uzak soysuz Bedri anlayıp da insaf etmedi. Birçok kere iade ettiği kefalet senedini her gelişinde memleketime gönderip gösterdiği zorlukları utanmaksızın bana yazdırdığı deli saçması koşulları harfiyen yerine getirmem neticesinde güç bela kabul etti. Rıza Efendi gibi akıllı ve bilgiç bir gencin ekmeğine engel olmak şöyle dursun, elimden gelse daha da ilerlemesine çalışabilecek gönlü geniş biri olduğumu bu Bedri alçağına bir türlü anlatamadım. Açgözlü Bedri’nin amacı Rıza Efendi’yi buraya görevlendirmek değildi. Güya Niğde Müdürü Şevket’in yardımıyla onun işini yaptığı yolunda Rıza’yı kandıramayıp on beş lirasını alamadığına hiddetleniyordu. Bedri en çok kendini hoşnut edenlere rıza gösterir.
Mesele Rıza’nın gelmesinden ziyade bir akçedir. Leşe saldıran köpek gibi gayrimeşru menfaat dolaşmaya ve rüşvette alışkın bu katır kinli herif bu olaydan sonra da benimle fazlasıyla uğraştı.
Pozantı’nın sabır göstererek geçirdiğim kışındaki o vahşi hayatı geride bırakıp yazın biraz rahat yüzü göreceğim zamanlarda kendi tanıdıklarından Elbasan kavasının oğlu Arnavut Ahmet’i ve bazı zamanlar da Şarkikarahisarlı tilki Osman’ı hava değişikliği yapsınlar diye geçici olarak benim görev yerime gönderirdi. Beni de Çukurova’nın cehennem gibi sıcak olduğu bir zamanda Adana’ya bazen de Mersin’e araziye göndererek o sıcakta cayır cayır yanışımdan zevk almaktaydı.
Bu acımasız adam ne yaparsa yapsın ses çıkarmayıp sindirdim. Söylediklerini itiraz etmeden yerine getirdim. Fakat bu adi yaratık ve arsızda kalp olmadığı için mertlik ve düşünce de bulunmuyordu.
Ömrümün seçkin dönemlerini bu şekilde mihnet içerisinde geçirttiği yetmezmiş gibi memuriyetimin ikinci yılının temmuzunda samyeli rüzgârlarının Çukurova’ya yayıldığı o yakıcı mevsimde çeşitli şeytanlıklar ve hileler planlayarak benim hakkımda Bakanlığı kandırmış ve görev yerimin Adana’yla değiştirilmesi yolunda emir almış.
ADANA
Mali yıl olarak 1300 senesi temmuzunda (Temmuz/Ağustos 1884) beni Adana haberleşme memurluğuna tayin ettirerek gönderten insafsız Bedri’nin sıcaktan korunmak için gönderdiği kölesi Elbasanlı Ahmet’e merkezi devrettim. Tekir Yaylası, Gülek Boğazı, Sarışeyh ve Mezaroluk yolu üzerinden gidip en son yerden de trene binerek bir saat içerisinde Adana’ya ulaştım. Şehir merkezinin o dönemki durumu hakkında daha önce gerekli açıklamaları yapmıştım. Bu nedenle tekrar etmeyeceğim.
Toprağının mahsul verme gücü Aydın ile benzer olan bu zengin vilayetin en verimli kısmında Adana şehri bulunmaktadır. Seyhan Nehri’nin batı sahilinde ve Akdeniz’in 25 kilometre mesafe doğusundadır. Her ne kadar şehrin dörtte biri yer yer yükselen güzel bir tepe üzerinde konumlanmış olsa da kalan diğer kısmı düzlükte bulunmaktadır. Bahar mevsiminde taşkın veren Seyhan Nehri bazı yıllar ürünler vermektedir.
Karşılıklı olarak aralarında birbirlerini daha çok tanıma çabaları sayesinde zaman içinde daha çok kaynaşan Nemrutluların taşkınlık etmeleri ve Bâbil şehrinin karışıklığa uğraması sonucu Midyon, Silifke’yi başkent yapmıştır. Kendi devrinde yaptırdığı Kadim Bıtne Şehri’nin ise şu an Tepebağ denilen alanlarını, bir zamanlar etraflıca çeviren surun içinde olduğu mevcut tarihî kalıntılardan anlaşılmaktadır. Burçlarından ve surlarından eser kalmayan adı geçen Bıtne Kalesi’nin temelleri Seyhan Nehri üzerindeki büyük köprünün yakınında bugün hâlen görülebilmektedir.
Şehrin cehalet döneminde aldığı “Bıtne” unvanı, İslam toprağı olduktan sonra “Adana” olarak değişmiştir. Sözü edilen bu tarihî olayı, gerçekleşmeden önce “Elif Lâm Mîm. Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar.”[21 - Rum suresi, 30/1-3.] ayetinde (fî edenî şeklinde) geçen bu isim, telgraf merkezinin açılmasından beri son zamanlarda “Edene”ye çevrilmiştir. Bu durumun asıl sebebi “Adana” ile “Edirne” illerine ait telgrafları dikkatle ayırmamaları sebebiyle yazı başlıklarında sıkça yanlışlıklara sebep olan muhabere memurlarını sorumluluktan kurtarılmak istenmesidir. Daha açık bir ifadeyle İstanbul Genel Haberleşme Müdürü’nü eleştiriye tutulmasını önlemek isteyen Bakanlık, “Zikredilen bu iki kelimenin telgraf harfleri kurlarına göre yazılması esnasında aralarında yalnız bir nokta fark bulunuyor. Zaman zaman gerçekleşen okuyucu dikkatsizliği nedeniyle bu noktalardan birinin çıkmasına mâni olunca isimler karışıyor. Şeklinde bir itirazda bulunmuşlardır. (Arap harfleriyle) “Adana” ile “Edirne” kelimelerinin ortasında bulunan “A” ile “R” harflerinin gerçekten de ortasında birer nokta fark vardır. Bu anlamda söz konusu mazeret haklıdır. Fakat “Edirne”nin sondaki “H” ile “Adana”nın sonundaki “A” harfleri ile ilgili yapılan benzetme nedeniyle karara varılan isim değişikliği düşüncesi hiçbir şekilde kabul edilemez. Meğerki “Adana” yazısının sonunu yanlışlıkla “H” ile bitiren münasebetsizler bulunsun. Bu nedenle şehre şeref katan bu manevi isim değiştirilip dönüştürüleceğine, cahil yazıcıların kişisel anlamda kendi karalamaları olan yazıları düzeltmek lazımdır. Bahsedilen bu sorumluluktan kendini kurtarmak isteyen bir şarlatanın ileri sürdüğü içi boş itirazı değerlendirmeye tutmadan acele bir şekilde onaylamak affedilemez dikkatsizliktir. Bu durum Babıali’nin nasıl bir anına denk geldiği anlaşılamıyor.
Telgraf Bakanlığının yutturduğu yalan ile dönemin milletvekillerinin karnına yuvarlanan yazımda adı başka çıkan bu memleketin güzel evleri Hükûmet Binası’ndan Salcılar adı verilen yere kadar nehir boyunca devam eden büyük cadde üzerindedir. Seçkin mahalleri ise bahsedilen tepede ve etrafındadır. Bu tarihî şehrin nüfusunun 35 bin olduğu tahmin edilmektedir. Bununla birlikte şehirde bin beş yüz dükkân, iki yüz kırk depo ve han, on cami, yetmiş altı mescit, dört kilise, dört hamam, bir hastane ve birkaç pamuk ve un fabrikası bulunmaktadır.
Eski tip medrese ile ilkokul sayısının kırk civarında olduğu söylenmektedir. Bunların dışında Seyhan Nehri sahilinde donanımlı bir idadiye okulu ile yakınında kızlar okulu, Hükûmet Dairesi’nin batısında düzenli bir eğitim veren rüştiye okulu ve bir sanayi okulu bulunmaktadır.
Şehirde buluna camilerin en güzeli Ramazanoğulları’nın yaptırdığı Ulu Cami’dir. Medreselerin en eskisi ve büyüğü ise yakınındaki Taşmedrese’dir.
Hükûmet Dairesi’nin meydanı geniştir. Bu nedenle şeriye, adliye, belediye, posta ve telgraf ve polis daireleri ile birlikte hapishane de dâhil bütün devlet daireleri ve kalemler toplu bir şekilde bu yerdedir. Meydanın yalnızca iki kapısı vardır. Eski vali merhum Ziya Paşa tarafından yapımı üç gün içerisinde tamamlatılan ahşap tiyatro binası da bu meydanda olup belediye dairesinin arkasındadır.
Eski eserleri arasında tapınaktan kiliseye ve son olarak da mescide dönüştürülen Yağ Cami ile Roma İmparatoru Justinyanus’un Seyhan Nehri üzerine yaptırdığı büyük köprü bulunmaktadır. Kadim Bıtne Kalesi’nin hâlen toprak altında kalmayan temellerinin olduğu yerden başlayarak yirmi iki adet dehşetli kemer ile nehrin doğu sahiline geçmektedir. Bu heybetli köprünün uzunluğu dört yüz zira ve genişliği ise yan yana üç araba geçebilecek ebattadır.
Çağdaş yapıların en güzelleri idadi mektebi binası, saat kulesi, nehir sahilinden geçen yol üzerindeki modern mimarili evler ve bir örneği nadir olarak bulunan Paşa Hamamı’dır. Abbasi halifelerinden Harun Reşit’in oğlu Me’mun’un tarafından gönderilen ulu gazilerin eliyle fethedilen bu memleket, önceki Sadrazam İzzet Paşazade Halil Paşa sancak mutasarrıfı olduğu Hicri 1285 senesinde meydana gelen büyük bir yangın sonrası şehrin binaları ve mallarında çok büyük maddi kayıplara netice vermiştir.
Bu yangının ardından şehrin sokakları yeniden düzenlenmiştir. Halep vilayetine bağlı İçel sancağı da Adana’ya eklenerek şehir, kendi adıyla tanımlanan vilayetin merkezi yapılmıştır. Bu şekilde yenilenmesi sonrası Adana Valiliği kendisine verilince merhum Halil Paşa vilayetin idare meclisi üyelerini toplayarak çirkin adları olan “Eşekçi köyü, Gâvur köyü, Boklukoyak köyü” ve bunlar gibi köylerin isimlerini değiştirme çalışması başlatır. Örneğin, Gâvur köyü “Yolgeçen” köyü adını alır. Diğer köylere de yeni adlar verilir.
Değerlendirme sırası Eşekçi köyüne gelir. Kervanda en sonda kalan eşek adıyla anıldığı için olsa gerek değerlendirmede de sona kalır. Bu köye konuşulurken merhum Halil Paşa “Bu köye eski ismini dolaylı bir şekilde anımsatacak biri isim verilsin.” şeklinde bir şaka yollu bir ifade kullanır. Toplantıda bulunan heyet bu kibar köye Paşanın isteğini karşılayan özel bir isim bulmak için kafa patlatmaya başlarlar. Bu sırada dalgınlık geçiren bir üye olası isimlerden tüyüneaşık köyü, gülemeftun köyü, sütükerih köyü, kabakulak köyü, ebulhumeka köyü gibi eşeklik özelliklerini tavsiye etmeyi aklına getirememiştir. Dalgın bir şekilde birdenbire “Efendim, Haliliye denmesi uygundur.” cümlesini sarf eder. Tabii, kullanır kullanmaz ayakları suya erer ve aklı başına gelir ama iş işten geçmiştir artık. Yaptığı bu yakışıksızlık nedeniyle çok utananan toplantıdaki heyetin de neşesi kalmaz. Herkesin kafası allak bulak olur. Paşa’nın sonu gelmeyen sessizliği toplantının bittiği anlamına geldiğinden heyet hemen dağılır.
Eşeklerden kurtulamayan bu köy hâlen daha eski ismini kullanmaktadır. Değerlendirme esnasında yine bir budalalık yaşanır korkusuyla isim değiştirme konusu artık gündeme getirilemiyor.
Adana’nın başlıca tarım ürünleri tahıl çeşitleri, pamuk ve susamdır. Bahçelerinden her türlü meyve ve yemiş çeşitleri bulunmaktadır. Limon, portakal, turunç, nar, şeker kamışı ile birlikte kavun ve karpuz bol miktarda yetişmektedir. Bağları yılda iki kere üzüm verir. Kırkveren adını verdikleri bu çubukların üzümlerinin taneleri iri olsa da güzel bir kokusu ve hoş bir yapısı olmadığı gibi çok posalı, kalın kabuklu, büyük çekirdekli kıymetsiz bir mahsuldür.
Şehrin iç kısımlarında ürünleri toz hâline getiren un fabrikaları olmasına rağmen kayıklar içine yapılan eski tip değirmenler de hâlen işlemektedir. Bu kayıklar Seyhan Nehri’nin şiddetli akıntısıyla dönen dolapların baş ağrıtan seslerini yükseltmektedirler.
Bol miktarda üretilen keteni kabuk ve çekirdeğinden ayıran makinelerin piyasada olmadığı zamanlar bu işler evlerde el yordamıyla yapılırdı. Bu dönemde Adana’da fukara diye bir kavram yokmuş. Tarım alanları fazla ve bereketi de bol olması nedeniyle orakçı ve çapacı gibi çalışana fazlasıyla iş bulunurmuş. Burası Harput ve Diyarbakır’dan dalga dalga yabancılar gelerek burayı merkez hâline getirmişler. Her ay yirmi ya da otuz bin yabancı çalışanı gurbetçi yapan bu rençper yatağı memleketin toprağının verimi ve dolayısıyla insanının mutluluğu hakkında daha fazla kelime kullanmak gereksizdir. Akdeniz ile Seyhan Nehri’nin ağız kısmı yanında oluşan “Ağba” adı verilen geniş sazlık arazi pirinç ve şeker kamışı yetiştirmek için çok elverişli yerlerdir. Buna rağmen bölgenin toprağa ihtiyacı olmaması nedeniyle buraya önemli görmezler. Sonuç olarak da burası vahşi mandaların otlak alanı olmuş durumda. Atına ve silahına güvenenler bu sonu olmayan bataklığa gelerek sahipsiz ve sayısı belli olmayan mandaların damgasız olanlarını halat atarak yakalarlar. Bu şekilde onları sahiplenirler.
Kimsenin olmadığı bu arazide dolaşan aslan, kurt, çakal ve domuz gibi yırtıcı hayvanların turna, angut, ördek ve yaban kazı gibi kuşlardan oluşan vahşi hayvanların miktarı sayısızdır. At yetiştirmek için bence çok uygun bir yer olan bu arazide birkaç at çiftliği kurulması için yüksek askerî makamın dikkatlerine sunarım.
Adana Ovası, bundan otuz yıl önce güvenliği olmayan bir toprak olması nedeniyle sınırlı bir tarımı olan ve oradan geçen gezici toplulukların otlak olarak kullandığı bir araziymiş. Bugün ise her tarafı bağ ve bostan şeklinde ekili durumdadır. Ağba dışında kullanılmayan bir arazi yoktur. Ticarete ve sanata çok istekli olmayan yerli halkın en çok uğraş verdiği alan ziraat, hayvancılık ve sürü yetiştiriciliğidir. Sanayi alanında ayakkabıcılık, demircilik ve dericilik ile inşaatçılık alanında duvarcılığı Müslüman ahali yaparlar. Kunduracılık, terzilik, kuyumculuk gibi üretim alanları Ermeniler ve Rumların elindedir. Ticaret ve sarraflık işlerini Kayseri’nin vurguncu Rumları ve dolap çeviren Ermenileri tamamıyla ellerinde tutmaktadırlar. Geçim sıkıntısı çekmeyen Müslümanlar her yıl mayıs ayı ortası ile birlikte Gülek, Nemrun, Bürücek ve Kızıldağ yaylalarına göçer, ekim ayında da dönerler. Bu nedenle şehrin en kalabalık olduğu dönem kış mevsimidir.
Kuzey tarafından Ankara ve Sivas, doğu tarafından Halep, Batı tarafından yine Ankara ve Konya vilayetleri ile çevrili olan şehrin güney sınırını Akdeniz şekillendirmektedir. 36.947 kilometrekarelik geniş bir arazisi vardır. Şehrin geliri 30 milyon kuruş, gideri ise 6 milyon kuruş civarındadır. Toros Dağları şehri kuzey ve batı istikametinde çevrelemiştir. Geniş ormanları olan ve demir ve bakır gibi madenleri bol olan bu vilayetin şehir merkezinden Mersin’e kadar uzanan hattı dışında tren yolu bulunmamaktadır. Adana içerisinden geçen Seyhan, Tarsus’a inen Ceyhan ile Taşucu’nda denize karışan Silifke Suyu başlıca nehirleridir.
Pozantı’dan Adana’ya görev yerim değiştirildiğinde şehrin valisi Harputlu Hasan Bey’di. Onun ardından merhum Sırrı Paşa ve sonrasında da merhum Şakir Paşa atanmışlardı. Bu dönemde merkez müdürlüğünde Bedri keratasının kölelerinden Sırp Kör Adil müfettiş idi. Gevezeliği ile nam salmış Mösyö Avedi ise Halep başmüdürüydü. Bedri’nin, gençliğinin ilk döneminde Selanik’te haberleşme memuruyken “…” olduğunu Siverek eski Telgraf Müdürü Deli Ali Bey[22 - Yukarıda adı geçen Bedri o zamanlar Ali Bey ile birlikte haberleşme memuruymuşlar. Ali Bey’in buna neler yaptığını kendisi anlatsın da siz de dinleyin.] bilirmiş. İşte bu kötü yollu Bedri’nin şeytanca oyunlarına alet olan ahlaksız ve alçak Kör Adil beni rahat bırakmadı. Bu nedenle bir türlü uyum sağlayamadım. İki yıl süresince eziyetli bir memuriyet hayatı geçirdim. En sonunda dayanamayarak Tarsus üzerinden Mersin’e gidip oradan da deniz yolu ile başkentin yolunu tuttum.
Adana’dan ayrıldığım zaman hâlen memuriyet görevim devam etmekteydi. İstanbul’a geldiğimde Bakan İzzet Bey dünyasını değiştirmiş, yerine Hasan Ali bey atanmıştı. O dönem İçişleri Bakanı olarak görevde bulunan merhum Münir Paşa’ya takdim ettiğim dilekçe üzerine yapılan inceleme sonrası Bedri domuzunun benim hakkımda yaptığı kanun dışı uygulamalar ortaya çıkarıldı. Babıali’den Telgraf Bakanlığı’na gönderilen uyarı emri görev yerimin Niksar’a alınmasını sağladı. Bu vesileyle o ikiyüzlü şahıslardan kurtulmuş oldum. Aynı dönemde Bakanlık Meclisi Başkanlığında Reşat Bey gibi bir aslan vardı. Kendisi ve Meclisin diğer üyeleri doğruluktan taviz vermeyen değerli kişilerdi.
Dahiliye Nezareti’nin (İçişleri Bakanlığı) kesin emri, bu şahısları ortak kararları ve adaletli Padişahımız hazretlerinin sayesinde hem harcırahımı hem de birikmiş maaşlarımı aldım. İstanbul’a varışımdan yaklaşık elli iki gün sonra Fransız vapuruna binerek deniz yolu ile Mersin’e döndüm. Buradan Adana’ya geçip orada bıraktığım validemi yanıma alarak Tarsus, Mezaroluk, Pozantı, Niğde, Kayseri, Kışla, Sivas, Yıldızeli, Çamlıbel ve Tokat üzerinden yeni memuriyet yerim Niksar’a geldim.
İstanbul’dan bindiğim Fransız vapuru, Ege Denizi’nden ayrıldıktan sonra kısa bir vakit Kıbrıs’a bağlı Larnaka İskelesi’ne uğradı. Ardından da Mersin’e dönüş esnasında yine aynı şekilde Beyrut ve İskenderun iskelelerine girdi. Bunlardan Larnaka limanı sığ bir limandır. Bölgenin ticareti düşüktür. Halkı fakir ve neşesiz olan kasaba dağınık bir hâlde ve ıssız bir yerdir.
BEYRUT
Beyrut şehri, Firavunlardan Semiramis (Şamiram) ile aynı çağda yaşamakla beraber Mısır ve Fenike halklarının dinî ve doğal ilimlerine dair eserleri sayesinde milattan 1200 sene önce tanınırlık kazanan Sanhuyatun’un doğduğu yerdir. Buraya gelişim nisan ayının başlarına tesadüf eder. Antik Çağ milletlerinden Fenikeliler’in kurduğu bu memleket Akdeniz ile Lübnan dağları arasındaki tatlı bir meyil ile yükselen sevimli bir bayırda bulunmaktadır. Havası güzel, suyu kaliteli ve varlıklı bir şehirdir.
Akdeniz şehirlerinin en güzeli ve meşhurdur. Ticareti ve sanayisi gelişmiştir. Suriye bölgesinin en önemli iskelesi olması sayesinde limanına girip çıkan gemilerin sayısını hesaplamak mümkün değildir. Fenikelilerin Baal Beyris adı verilen tanrıları[23 - Güneşten kinaye olan bu heykelin önünde insanı kurban etmek, küçük çocukları ateşe atmak gibi vahşi dini görevleri vardı.] bu bölgede bulunmaktaymış. Bu isimden dolayı bölgeye önceleri “Beyris” daha sonra da Beyrut denilmeye başlanmıştır.
Fenikeliler çağında birkaç kere Mısırlıların eline geçen Beyrut daha sonra sırasıyla Asurlulara, Keyhüserev devrinde eski Fars devletine, Büyük İskender’in yükseliş döneminde Makedonyalılara geçmiştir. Bu dönemden sonra ise Romalıların eline geçen şehir Faruk-u Azam Hz. Ömer’in hilafeti zamanında İslam topraklarına katılmıştır. Cennetmekân Yavuz Sultan Selim Han hazretleri döneminde ise güçlü Osmanlı Devleti’nin adaletli gölgesi altına girmiştir.
Denizi açık olsa da güzel görünüşü yeniden düzenleniş ve tamirden geçirilmiş limanı çok güvenlidir. Rıhtım boyunun güzelliğini, gönle ferahlık veren manzarasını görür görmez kendimi Selanik’te sandım. Çok işlek bir iskelesi olan bu güzel şehrin nüfusu 80 bin dolaylarındadır.
Konaklama yerlerinin ve caddelerinin düzenliliği ve temizliğine, bağ ve bahçeleri ile geniş gül bahçelerinin hoşluğuna ve toprağının bolluk ve bereketine diyecek bir söz yoktur. Sözün kısası Suriye topraklarında bulunan şehirlerin bilgi, kültür, sanat, ticaret ve servet bakımından en kadim olanıdır.
Suriye kralı “Büyük İskender”in generallerinden Diodotus Tyrphon’un emriyle MÖ 140’ta tahrip edilmiştir. Bu olayın yetmiş beş yıl ardından Roma İmparatoru Agustus burayı yeniletmek istese de kadim parlaklığına ve ihtişamına yeniden elde edememiş. Yarım yüzyıl önce Sayda’ya bağlı bir kasaba iken hızlı bir şekilde gelişme kaydederek mevcut refah ve ihtişamına kavuşması olağan dışı bir durumdur.
Vapurumuz yük alırken geçen süreyi değerlendirmek maksadıyla dışarı çıktım. Karaman Telgraf Müdürü Şakir Efendi’nin kayınbiraderi Ali Bey ile karşılaştım. Birlikte gezinti yaptık. Dolaşmamız esnasında Hükûmet Dairesi’nin yakınındaki belediye bahçesini gören kahvehanelerden birini seçip orada oturup dinlendik. Beş dakika sonra biri Saydalı diğeri ise Beyrutlu iki delikanlı gelip bize yakın bir yerde karşılıklı oturdular. Bu kişiler Ali Bey’in arkadaşlarıymış. Beni onlarla tanıştırdı.
Selamlaşma sonrası konuşmaya başladık. Beyrut’un güzelliği, bayındırlığı ve gelişmişliğine dair konulardan bahsettik. İçlerinden Beyrutlu olan genç diğer arkadaşını işaret ederek “Şehrimizin elde ettiği bu şeref işte bu akıllı Saydalılar sayesindedir! Hükûmetimiz Sayda’ya karantina ve deniz feneri dairesi yapmak isteyince bu Saydalılar o tür şeylerin hastalıklı konular olduğunu ve şehirlerine yapılmasını istemediklerini söylediler. Biz bu dairelerin ne işe yaradığını bildiğimiz için onların itiraz ettiği zaman biz kendi şehrimize yapılmasını kabul ettik. Gemilerin karantina dairesinde pratika belgesi almaları mecburi olduğu için gemiler Sayda’yı terk edip bizim iskelemize uğramaya başladılar. Sonuçta da Suriye kıtasının nakliye ve ticaret gemileri bu tarafa kaydı. Onlar da şaşakaldılar. Karantina dairesinin yapılmasına karşı inatçı tavırları için sonradan ve hâlen daha gösterdikleri pişmanlık ifadeleri ve iç çekmeleri bizi güldürür ve yanaklarının kızarması da eğlendirir.” dedi. Bu kelimelere tahammül etmenin güç olduğunu anlayan Saydalı genç “Karantina dairesi şimdi bizde yok mu? Beyrut’un gelişmesini sağlayan o değil, bulunduğu konumudur.” şeklinde karşılık verdi. Bu söz üzerine Beyrutlu tekrar eğlenceli bir şekilde “Vapurlar bir kere Beyrut Limanı’na alıştıktan, ticaret ve tüccar burayı benimsedikten sonra bin defa karantina dairesi yapılmasını talep etseniz artık faydası yoktur. Geçmiş olsun!” tarzında bir cevap vererek zavallı genci susturdu. Hükûmet işlerinin arka planını anlamadan dikkatsiz bir şekilde ona muhalefet etmenin sonu bakın nerelere gelmektedir. Bu buluşmada arkadaşlar Beyrut’un güneydoğusunda bulunan bostanlar ve zeytinlikler, güzel piknik alanlarının bulunduğundan bahsettiler. Fakat vapura yetişmem gerektiği için buraları görme imkânım olmadı.
İSKENDERUN
Güneyinde Domuz Burnu ve kuzeyinde Karataş Burnu ile çevrilidir. Sikus Sinus (Issicus Sinus) adı verilen geniş körfezin içinde bulunan limanı güvenli ve ticari anlamda da işlektir. Fakat her taraf bataklık olması nedeniyle havası çok ağırdır. Şehrin varlıklı insanları ve tüccarları gündüzleri mecburen İskenderun’da kalırlar. Geceleri ise bir saat mesafede içeride olan Belen kasabasına istirahat etmeye giderler. Miladi 1800’de çok şiddetli bir deprem yaşanması sonucu çok sayıda bina yıkıldığı için eski eser bulunmamaktadır. Yüzyıl içinde yeniden inşa edilen mevcut binaların tamamı kâgirdir. Sokakları düzenli olan küçük sevimli şehrin tehlikeli havası ve sivrisineğin çokluğu dışında bir sorunu yoktur. Nüfusunun 3 bin olduğu tahmin edilmektedir.
Şehir iki nehir arasında konumlanmıştır. Şehir ve bağlı kasabaların başlıca iskelesi olması sayesinde limanın bir yıllık toplam geliri 6 milyon frank dolaylarındadır. Beyrut vilayeti sınırlarından Antalya’ya kadar devam eden sahillerde bulunan gümrük memurluklarının teftiş noktasıdır. Tek nahiyesi olan Payas ile birlikte 24 köyü bulunmaktadır. Şehir, üçüncü sınıf bir kaza merkezidir. Halep vilayetine bağlı ve onun ilk kapısıdır. Çarşısında limon, portakal, üzüm, kavun, karpuz ve yenidünya gibi meyve çeşitleri tıka basa doludur. Yiyecek olarak her şeyi bol miktarda bulmak mümkündür. Bu bolluk şehrin arazisinin bereketinin gücüne işaret etmektedir. Bir taraftan da kasabayı kaplayan bataklığı doldurma çalışması başlatılmış ve devam etmektedir.
Bu tür çalışmaların sonuçlandırılması havasının güzelliğine katkı sağlayacak ve şehir daha da büyümüş olacaktır.
NİĞDE
Tarsus ile Niğde arasındaki yolculukla yürüyüş ile üç konaklama, araba ile iki konaklama olmaktadır. Şehir, zümrüt gibi yeşil, manzarası güzel, yüksek bir konumda ve dağları ormansızdır. Bor kazasından güneye doğru uzanan hoş bir yükseltinin dış kısmında düz ve geniş bir yakanın kuzeyinde kurulmuştur. Sokakları düzensizdir. Konakları sağlam olsa da eski tip yapılardır. Çarşısı kötü durumdadır. Bereketli olan şehrin geçimi ucuzdur. Sancak merkezi olan bu kasaba küçük bir yerdir.
Toros dağlarının[24 - Asıl adı “Tauras” olmakla beraber konuşma dilinde Toros denir. “Bağa Dağı” da denilmektedir. (ç.n.)] eteklerinde bulunan şehir, kendisine yarım saat mesafedeki Bor kasabası ile aynı hizadadır. Dağları, tepeleri, bayırları ve vadileri ile koyu yeşil çimlerle kaplıdır. Sulak ve verimli Niğde Ovası’nın gönül açıcı manzarasına, insana güzel gelen hâllerine ve bakmakla doyum elde edilemeyen güzelliğine hayran kaldım.
KAYSERİ
Kayseri’ye, Niğde’den hareket ettikten iki gün sonra bir ikindi vakti geldim. Bu şehir volkanik maddeler ile örtülü kumsal bir ovanın kenarına kuruludur. Daha önce bahsi geçtiği gibi kadim Türkler olan Mid Kavmi, MÖ 1200’lerde Lidyalıların peşinden gelerek Anadolu’nun doğu ve kuzeyine yerleşmişlerdir. Burada Kapadokya adıyla imar ettikleri bu geniş araziye “Mazaka” adında bir şehir kurup burayı başkent yapmışlardır. Roma İmparatoru Tiberius burayı istila ettikten sonra bölgeyi biraz daha genişletip daha güzel hâle getirmiştir.
Ardından kadim ismini Agustus adlı kayserin (kaiser)[25 - Kökeni Grekçe kaiser kelimesinden geldiği iddia edilen kayser unvanı Osmanlı Türkçesinde de Roma imparatorlarını ya da serzarlarını anımsarken tercih edimektedir. Araplar’ın Roma ve Bizans imparatorları için kullandıkları unvan olan kaiser kelimesi için bk. Işın Demirkent, “Kayser”, TDV İslam Ansiklopedisi, kaynak: https:// islamansiklopedisi.org.tr/kayser. Sadeleştirme esnasında Kayser unvanları imparator olarak çevrilmiştir. (ç.n.)] ismine nispet ederek “Kayseri” ismine çevirmiştir. O devirdeki şehir şimdiki Kayseri’nin güneybatısında yirmi dakika mesafede kalan Talas köyünün bulunduğu tepelerde bulunmaktaydı. Miladi 260 yılında kadim Fars Kralı Şapur Kapadokya’yı Romalılardan alarak hem şehri yağmalayarak tahrip etmiş hem de tüm ahalisini de katliama uğratmıştır.
Ardından Romalılar güçlerini toplayıp buraları İranlıların elinden tekrar almışlardır. Sonrasında bahsedilen bu tepelerin altına ikinci bir Kayseri inşa etmişlerdir. Bu şehir de yaşanan şiddetli bir deprem neticesinde yıkıldığı için şehir halkı dağılmış ve bölge bir süre ıssız ve yıkık bir alan olarak kalmıştır. Şehrin mevcut üçüncü hâlini kurup imar eden Selçuklu Türkleridir. Tarihî kayıtlardan elde edilen çıkarıma göre Kayseri’yi ilk ve son yapan halklar Türkler olmuştur. Romalıların uydurması gibi bu şehir bir Roma müessesi değildir. Seçkin sahabe efendilerimizin Kayseri’nin fethini Hz. Ömer’e ulaştırdıkları zaman kendisinin çok sevindiğine dair tarihî kayıtlara bakıldığında Romalıların İslam’dan sonra yapmış oldukları ikinci şehrin bu dönemde de yerinde durduğu anlaşılmaktadır. Anadolu topraklarındaki volkanların hepsinden daha sonra faaliyete geçtiği tahmin edilen bu eski volkanın sebep olduğu depremler şehrin başına ikinci bir Şapur kesilmiştir. Bu depremler sonucu tamamen yıkılan şehir, Selçuklular zamanında şimdiki Kayseri kurulup imar edilmiştir. Bu yeni şehir Erciyes Dağı’nın kuzeyine bakan eteğinde ve Kızılırmak’ın bir kolu olan Karasu Nehri’ne dökülen küçük bir çayın üstünde konumlanmıştır. Koca ovayı yer yer kaplayan büyük kayaları vakti zamanında ağzından püskürten bu heybetli dağ tek başına bir hâldedir ve yüksekliği 3961 metredir.
Şehrin ortasına geçmiş asırlarda sağlam ve yerli yerinde bir şekilde yaptırılan Kapalıçarşı çok güzel ve emsalsizdir. Fakat içerisine yerleştirilen dükkânların çoğunluğu çerçi, hırdavatçı ve atar gibi getirisi fazla olmayan işler yapmaktadırlar. Bu nedenle bu yüksek bina süs ve kıyafetten yoksun güzel bir cariye gibi çıplak ve süssüzdür. Bazı mahallelerin sokakları geniş ve bir düzen içerisinde olsa da pek az sayıda yüksek bina bulunan bu sokaklarda evler alçak yapılıdırlar. Yakınındaki köylerin nüfusu ile birlikte toplam nüfusu tahminî olarak 75 bindir. Bu nüfus içerisinde 49,600 Müslüman, 25.400 Hristiyan mevcuttur. Şehir halkının olağanüstü zekiliği ve ticaret dünyasındaki harika maharetleri Yahudilerin gözlerini korkutmuştur. Bu nedenle şehre ayak basmazlar.
Kayseri de Konya gibi Anadolu’da Arapça ilimlerin merkezlerinden biri sayılmaktadır. Bu manevi gıdası bol şehirde yüz elli cami ve mescit, otuz dokuz medrese, bir rüştiye, elli sekiz ilkokul, iki bin doksan cilt kitabı bulunan üç kütüphane, otuz bir tekke, sekiz kilise, bir gureba hastanesi, bir potasyum nitrat fabrikası, üç bin yedi yüz on dükkân ve mağaza, yüz on beş fırın, otuz han ve on bir hamam bulunmaktadır. Buradaki ibadethanelerin en güzeli ve büyüğü Fatih Sultan Mehmet Han hazretlerinin yaptırdığı ulu camidir.
Şehrin güneybatısında bulunan Sazlıgöl adlı bataklık kenarındaki tepeler üzerinde her çeşit üzüm ve meyve ve kaliteli cehri bitkisi yetişmektedir.
Batı yönünden gelen İncesu Irmağı’nın meydana getirdiği bu bataklık havanın temizliğini bozmaktadır. Hayvanlar için belli başlı meraları mevcut olduğu için bu bataklığı kurutmaya ihtiyaç duymazlar. Ovanın rutubetli yerlerinde Tophane-i Amire için toplanan potasyum nitrat madeni bulunmaktadır. Ayrıca, Ovanın içerisinde eski devirlerden kalma çok sayıda kâgir kümbetler bulunmaktadır. Ne zaman ve ne amaçla yapıldıkları yerli halkı bilmemekte, tarihî olarak da bir bilgi bulunmamaktadır. Bu kümbetlerin ilk dönem Romalılar zamanında yapılan tapınaklar mı ya da Hristiyanlığı kabul etmeleri sonrasında hükümdar ya da dönemin ileri gelenlerine ait mezarlar mı olduğu konusu kesinlik kazanmış değildir. Çünkü sert küfeki taşından yapıldıkları için sanki usta elinden yeni çıkmış gibidirler. Bu güçlü yapılar bulunmaktadır. Bu nedenle tahminler ihtilaflıdır.
Şehrin çevresindeki Talas köyü ve Zencidere köyü gibi yerler Avrupa kasabalarıyla rekabet edebilecek güzellikte, tepeciklerin üzerlerine ve yeşil vadilere yapılan derli toplu köylerdir. Köylerin ahalisi tamamen Ermeni ve Rum’dur. Sancak merkezi olan Kayseri ve civarındaki köylerde daha önce bahsedildiği gibi 25.400 Hristiyan nüfusu mevcuttur. Bu nüfusun 14 bin 400’ü Rum, 11 bini Ermeni ve 1.200’ü Protestan’dır.
KAYSERİLERİN ÂDETLERİ VE AHLAKI
Büyük Osmanlı Devleti’nin kıymetli gölgesinde yaşamakla onur duyan dini canlandıran, zeki ve yiğit oldukları kadar da dini yaşayan hareketli insanlardır.
Şehrin zihni açık Rumları ve Ermenileri dahi tamamen Türkçe konuşmaktadırlar. Bu durum da onların Osmanlı’ya olan bağlılıklarının derecesini göstermektedir. Müslüman ya da Hristiyan, bu şehrin çalışkan insanları tarımdan daha çok sanat ve ticarete meraklıdırlar. Özellikle sarraflık ön plandadır. İş güçlerine bağlı olmaları nedeniyle gelirlerini artırmak için dünyanın en uzak yerlerine ve gidilmesi çok zorlu köşelerine kadar ürünlerini naklederler. Rekabet dünyasında bu derece usta ve kısmet kovalamakta eşsiz oldukları gibi görmüş geçirmiş ve aydın düşüncelidirler. Fakat buna rağmen Cahiliye Dönemi’nden kalma bir kısım âdetlerini ve korkularını hâlen daha terk etmemiş olmaları insanı hayrete düşürmektedir. Piyadelik eğitiminde kılıç-kalkan kullanma usulünün ilk aşaması sayılan zeybek oyunu Selçuklu Türklerinin ve süvari manevralarını öğrenmeye yardımcı olan cirit oyunu Osmanlıların olduğu gibi sapan taşıyla savaş oyunu yapmak âdeti de Romalıların icadıdır.
Son yüzyılda kaydettiği gelişme sayesinden harp sanatında değişikliğe yol açan değişim dönemin henüz başlangıç dönemlerinde Romalıların uyguladıkları sapan taşı kavgası Kayserililerin gelenekselleştirdikleri bir uygulamadır.
Müslüman ve Hristiyanların ayak takımının ihtiyar ve gençleri eksiksiz bir şekilde Tepe Meydanı’nda toplanırlar. İlk başta karışık olarak iki takım oluştururlar. Sonra sapan taşları[26 - Taş atmaya yarayan ipli ve taş torbalı ilkel bir silah.] ile uzaktan mücadeleye başlarlar. Çok eski dönemlerin bahtiyar insanları tarafında yapılan bu maskaralığı değil taklit, yeniden düzenlemek bile lüzumsuzdur. Bunu yaparken taraflar yumurta şeklindeki taşları birbirlerine aralıksız bir şekilde sallarken taşları karşıdakine isabet ettirmeye özen gösterirler. Karşıdakiler de bu taşları atanların cahilce hareketlerini küçümseyerek “Zaman o zaman mı?” manasında ıslıklayarak üzerlerine saldırırlar.
Kişisel hayal kırıklıklarının esiri bu cahil insanların birinin diğerine kendince layık gördüğü zarar ve eziyete uğratma âdetlerinden kurtulalı iki buçuk yüz yıl gibi uzun bir zaman geçti. Fakat Kayserililerden yakalarını kurtaramayan bu küçük taşlar üzerine gelenlerin bulundukları yerden uzaklaşmasına sebep olmuyor. İşin açıkçası kafalarına ve kulaklarına çarptıkça onların kızgınlıklarını artırıyor. Bu şekilde kalın kafalarını kızdırıyor ve karşı tarafa derhâl düşman kesiliyorlar. Bu şekilde can acısı içinde birbirleri ile yüzleşen bu münasebetsiz insanlar bu defa iki elleriyle birden kaldırdıkları büyük taşları atarak birbirlerinin başlarını ezmeye çalışıyorlar.
Bunun bir Romalı âdetini ölümsüzleştirme olduğundan habersizdirler. Arada bir gerçekleştirdikleri bu şeytan icadında ne kadar baş yarılır, kol kırılır, göz çıkar ve hatta adam ölürse babasının hesabına yazılıyor. Bu işten de kimse mesul tutulmuyor. İşin daha ilginç yanı ise, bunların bu cahil hareketlerine son vermeleri ve bu işten vazgeçmeleri için hükûmet tarafından ikna etmeye gönderilen şehrin ihtiyarları ile güvenlik görevlileri de geldiklerinde verilen görevi unutarak bu taraflara dâhil oluyorlar.
İnsanlığın ayıbı bu vahşi âdeti terk etmeleri için hükûmet tarafından şimdiye kadar yapılan uyarılar ve gösterilen sert müdahale hiçbir şekilde karşılık bulmamıştır. Zekâ yeteneklerini herkesin kabul edilmesine rağmen şu ahmakça hareketi asla terk etmeyen Kayserili Müslüman ve Hristiyanları arasında bedeninde bu atılan taşlardan iz olmayan kimse bulunmamaktadır. Toplumsal yaşantılarını yaralayan ve kendilerini kötü duruma düşüren bu gereksiz Roma âdetini acaba ne zaman terk edecekler?
Dans etmek, çağdaş toplumların, insan bedenine faydalı jimnastikten bir uygulama olarak kabul edilmekte ve beğenilmektedir. Bu anlamda cihanı titreten eski heybetimizi resmeden zeybek oyununun devam ettirilmesinde hiçbir sakınca bulunmamaktadır. Yukarıda sayılan âdetlerden cirit oyunu ise din ve diyarımızın düşmanın şerrinden korunması adına öğrenmemiz farz askerî bir kanundur. Ecdadın cesaretli tabiatının bir meyvesi olan Rüstem yolunda bir gösteri olarak içerisinde yalnız sevgi değil hikmetin de olması gereken bu güzel uygulamanın kapsam ve muhtevası ne yazık ki bugün rağbet görmemektedir. Gençlerimizin at binicilik alanında idman yapmalarına ve süvari talimlerini öğrenmelerine yarayacak olan bu güzel âdet yalnız Adana’da da olsa devam ettirilmekteyse de Vali Bahri Paşa’nın bu âdeti sonlandırdığını duyunca şaşırdım.
Kayseri’nin Müslüman Mezarlığı niyam niyam kabilelerinin kulübeleri kadar ürkütücüdür. Yeni ölen biri için kazdıkları eski mezardan çıkan kemikleri tekrar defnetmek gibi bir âdetleri olmaması nedeniyle kan dökücü Hülagü’nün Bağdat’ta insan kafataslarından yaptırdığı korku veren kaleyi anımsatmaktadır. Burada da yer yer yığdıkları kafa ve vücut kemikleri, aynı orakçıların tarlalarda yaptıkları demet yığınları gibi koca kabristanı kaplamış durumdadır.
Benimle birlikte bu müthiş kabristanda gezinenler “Şu babamın, annemin ya da kardeşimin kafa kemiğidir. Şuralar yaptığı taş kavgası esnasında zedelenmiştir.” tarzında duygusuz bir şekilde bana gösteriyorlardı. “Başka bir ölüyü gömmek için kazılan mezardan bunların çıkarılıp da bunları ortada bırakmak günah değil mi?” diye itirazda bulunduğum da bana “Göreneğimiz böyledir.” cevabını verdiler. Ölüye saygısızlığın bu derecesini vahşiler bile yapmaz. Şehrin batısındaki Ali Dağı ile civarında bulunan Seyit Battal Hazretleri’nin makamları arasındaki düzlükte kadim Kayseri Kalesi’ne ait bir duvar parçası bulunmaktadır. Etlerinden pastırma yapmak için Erzurum’dan getirdikleri büyükbaş hayvanların kemiklerini dahi sevap diye bu kale duvarının dibine tepeliyorlar. Ermeniler ve Rumlar ise Müslümanların sevap diye orya yığdıkları kemikleri fırsat buldukça kolay bir şekilde çuvallara doldurup iskelelere götürüp satmaktadırlar.
ŞEHR-İ KIŞLA (ŞARKIŞLA)
Şarkışla Kayseri ile Sivas arasındaki yol üzerine bulunmaktadır. Her tarafı bataklık olan bir ovanın ortasında bulunması nedeniyle havası ağırdır. Fakat otlak ve tarlaları çok miktarda ve verimlidir. Çoğunlukla etleri, sütleri için beslenen deve, sığır ve koyun gibi hayvanları olan bölge halkı zengin ve refah içerisindedir.
Suyu ve havası nedeniyle kasabanın nüfusu ve büyüklüğü artmamaktadır. Mevcut hâliyle bir köyü andırmaktadır. Kadim ismi Tenos olan bu kazanın merkezi Sivas vilayetine bağlıdır.
Şehre gelen yabacıların konaklayacağı bir han olmaması nedeniyle Telgraf Müdürü’nün evinde bir gece misafir oldum. Ertesi sabah yarı canlı bir şekilde kalkarak Sivas yolunu tuttum.
İkindi vaktine doğru büyük bir dağın eteğine ulaştık. Çakıllı yol bu dağın eteğinden tepesinden geçmektedir. Yokuşa çıkmakta zorluk yaşayan hayvanlara acıdığımız için arabalardan inip yürümeye başladık.
Diğer arabalarda birkaç Çerkez genci bulunmaktaydı. Onlar da arabalarından indiler. Arabacılar dağın tepesine ulaştığımızda Sivas şehrinin görüneceği müjdesini verdiler. “Göründü Sivas’ın Bağları” isimli meşhur dokunaklı hikâyeyi söyleyerek sevinçli bir şekilde yokuşu çıkıyorduk. O an hava birdenbire bozuldu ve dolu ile karışık şiddetli bir yağmur altında kaldık. Öyle ki bırakın Sivas’ın bağları hayalini, birbirimizi bile göremez olduk. Güneşin batışına doğru dağın tepesine ulaştık. Bir saat sonra da dağın diğer tarafına ulaşarak Kızılırmak kenarına vardık. Bu dehşetli nehrin üzerine yapılan kâgir köprü çok dardır. Bu nedenle deve sürüsü gibi akın akın gelen öküz arabalarının geçişini tamamlayana kadar köprübaşında bekledik. Bir saat süren bu bekleyiş ardından gece yarısı Sivas’a ulaştık.
SİVAS
Geçmiş dönem milletlerinin “halis” kelimesi ile tabir ettikleri Kızılırmak’ın doğusuna 2 kilometre mesafede dağ kenarında bir düzlükte konumlanmıştır. Ağaçlardan yoksun çevresi tarlalardan ibarettir. Sokakları dar ve çamurludur. Siyah kerpiçten evlerinin çatıları topraktır. Bu nedenle keyif vermeyen manzaralı bir şehirdir. Nüfusu 30 bindir. Arazisi, Kızılırmak Nehri’nin su yatağından getirdiği dayanıksız bir yumuşak toprak tabakadır. Bu nedenle binaları için ne kadar derinden temel kazsalar yine de çok dayanıklı olmuyor.
Şehir yüz senede birkaç kere yenileniyor. Bu bakımdan eski eserleri gözden kaybolan şehrin bazı minareleri de eğik hâldedir. Daha yeni yapılan çoğu evde yapı devrilecekmiş gibi bir eğim meydana gelmiştir. Şehrin ortasından geçen Bağdat Caddesi düz ve geniştir. Diğer sokakları ise dar ve bükümlüdür. Kanalizasyon çukurları görünür hâldedir. Tavra Nehri’nin bir kolu şehrin içinden geçmektedir. Her ne kadar şehrin etrafında şalgam tarlaları dışına bir şey bulunmasa da pazarında her türden meyve ve yiyecek bol miktarda bulunmaktadır. Bu durum şehre bağlı köy ve kasabalardaki bağ ve bahçelerin çokluğu ve bolluğunu göstermektedir. Denizden 1000 metre yüksek bir konumda olması nedeniyle yaz mevsiminde sıcaklık 25 dereceyi aşmamakta, kışın ise eksi 18 dereceye kadar inmektedir. Zemheri kış soğuğunda ortaya çıkan bir yangın esnasında tulumba ile atılan suyun hortumdan çıkar çıkmaz donması sonucu yangının söndürülemediğinden bahsettiler.
Hükûmet Dairesi şehirdeki çok yüksek binalardan biridir. Bu binanın etrafında büyük oteller ve düzenli evler bulunmaktadır. Adaletinin gölgesinde hayat sürdürdüğümüz Osmanlı Hanedanı’nın iftihar duyulacak hayır ve iyilik kıymetli eserleri bulunmaktadır. Bunların içinden kapıları İran tarzı mimaride karşılıklı olarak yapılan Ulu Cami ne yazık ki yıktırılmış ise de Taşmedrese görmeye değer eserlerden biridir. Genişliği ve büyüklüğü yıkıntılardan anlaşılan sözü edilen bu cami eski sadrazam Halil Rıfat Paşa vali olduğu zaman yıktırmış ve taşları da yapım aşamasında idadi mektebin binası için kullanılmıştır. Şu an mevcut bulunan bu süslü kapısının iki yanında parıldayan çinili minareler dışında camiye ait bir bölüm kalmamıştır.
Halil Rıfat Paşa’nın Mısır’ı yıkıp kökü tamir etmek anlamına gelen bu bilgisizce işine yönelik şikâyeti, çifte şahitler gibi dikili duran süslü o iki minare haklı çıkarmaktadır. Ben de onların harika bezemelerinden gözlerimi bir an dahi ayıramadım. İstanbul’daki Darulhadis’in ebadında ve görünümünde olan Taşmedrese yenilenmeye ihtiyaç duymaktadır. 83 bin metrekare alanıyla arazisi bütün Yunanistan’dan 13 bin 700 kilometre daha fazladır. Nüfusu ise 1 milyon 100 bin kadardır. Kendi adıyla anılan geniş bir arazinin ortasında olan vilayet, merkezî bir konumda olması nedeniyle tren hattının gelmesinden sonra çok daha genişleyeceğinden şüphe yoktur. Abdulvahap Gazi ile Şehzade Ertuğrul hazretleri ve eski sadrazam Fuat Paşa’nın babası Keçecizade İzzet Molla’nın kabirleri burada bulunmaktadır.
YILDIZELİ
Tokat ile Sivas arasında gayet verimli ve yeşil geniş bir ovanın Çamlıbel kazasına yakın tarafında daha yeni oluşan bir yerdir. Şehrin bayındırlığı ve manzarası Avrupa şehirlerine benzemektedir.
Yıldızeli, kurulması ile birlikte kendi adıyla anılan kazanın merkezi olmuştur. Diyarbakır ile Samsun arasındaki ana yol üzerinde bulunması nedeniyle önemlidir. Ticareti de günbegün artmaktadır. Konumu gayet güzel ve havası ile suyu kalitelidir.
ÇAMLIBEL
Meşhur Köroğlu’nun eşkıyalık merkezi olan Çamlıbel’de artık ne çam ağacı vardır ne de eşkıya kalmıştır. Üst tarafından geçen düzenli bir şekildeki çakıllı yol üzerinde bir karakol bir de büyük bir han vardır. Ateşli silahların icadı ile gördüğü tüfeğe Puştavı[27 - Puşto, Köroğlu’nun Puştavı’na taktığı ismin farklı hâlidir.] adını verdikten sonra Köroğlu yol kesiciliği bırakmıştır. Hayır ve hasenat işi olarak derelere yaptırdığı çeşmeler şu an yıkılmış bir şekilde yalnızca duvarları kalmıştır. Çamlıbel’i bir zamanlar geçilmez bir şekilde kaplayan ormanın Tokat’taki bakır döküm ocağı nedeniyle ortadan kalktığını söylediler.
TOKAT
Niğde ile Çamlıbel arasında kalan arazi Anadolu’nun yüksek yerlerinden olması nedeniyle soğuktan çok bezmiştik. Karşı konulmaz gücü olan hilafet merkezimizin yeterli gücü ile asayişi sağlanan Çamlıbel‘den geçip kuzeye doğru inen dereye inerek Tokat’a yaklaştık. Bahçelerinde üzüm çubukları ile asmalardan açılan çiçeklerin yaydığı güzel kokuların saçılması hazreti baharın gelişi müjdelenmekteydi. Her kalbe mutluluk veren bu güzel mevsim, Nabi[28 - Yusuf Nabi (1642-1712), divan edebiyatı şairidir. Fakat kayıtlarda bu şiir yine divan edebiyatı şairi olan Şair Bâki’ye (ö. 1600) aittir. “Gökyüzünün güneşi yolları ipekli kumaşlarla döşedi; çünkü bahar sultanı çimen ülkesine teşrif etti.” şeklinde sadeleştirlen Bâki şiirleri için bk. İsmail Soyyiğit, Bâki’nin Kasidelerinde Edebî Tasvirler, İstanbul, 2006, Yüksek Lisans Tezi, s.47. (ç.n.)]’nin şu güftesini hatırlatmaktadır:
Döşedi mihr-i felek yolları dîbâlar ile
İtdi tesrîf çemen mülkini sultân-ı bahâr
Tokat, eski Osmanlı tarihçilerinden Mora mektupçusu meşhur merhum Kenan Efendi’nin doğum yeridir. Anadolu’nun iç tarafındaki büyük şehirlerin en bayındırı ve güzelidir. Şehrin geniş meydanının kenarındaki Sultan IV. Murat Camisi ile çarşı içerisindeki Paşa Camisi, İslam mabetleri içerisinde güzellik ve sağlamlık bakımında en iyilerinden sayılırlar. İstanbul’un Kâğıthane semti gibi bol suyu bulunmaktadır. Yeşil bir derenin ağzında konumlanmış bu güzel şehirde bir gece konakladım. Ardından ertesi sabah bir araç kiralayarak memuriyet yerim olan Niksar’a geçtim.
NİKSAR
Sivas’tan Tokat’a geçince kıştan kurtulup yetişmiş gibi oldum. Tokat ile arasında yokuş aşağı iniş olarak on saat süren bir mesafe bulunan Niksar’a geldiğim vakit tam bir yaz havası ile karşılaştım. Bu kadar az mesafede yükseltinin hava şartlarına bu kadar etki edebilmesine şaşırdım. Kelkit Nehri’nin ortasında geçtiği geniş ve bereketli bir ovanın kıyısında kalan ve bulunduğu konumu itibarıyla üç derenin ağzında bulunan bu şehir Romalılar döneminde kurulmuştur.
Zannedildiği gibi ismi Nikhisar isminden dönüşmüş değildir. Rum dilinde Yeni Kayseri manasına gelen “Nev Kisar”ın hatalı söylenişidir. Her tarafı kestane, ceviz, kızılcık, üvez ve yabani armut gibi doğal olarak yetişip büyüyen meyveli ağaçlarla doludur. Berrak sular akıtan zümrüt renkli o derelerin iki tarafına serpilmiş mahallerdeki evler tamamen ahşap yapımıdır. Bu yapılar sağlıklı bir yaşam için uygun olmakla beraber manzara bakımında çok güzel ve yapı bakımında yüksektirler. Şehrin yeri ferah, suyu ve havası kalitelidir. Ahalisi ise hem çalışkan hem de kültürlüdür. Dağları ve bayırları meyve ormanıdır. Vadileri bağ ve bahçedir. Meraları evcil hayvanlar dolu ve her tarafı çim ve çiçektir. Olağanüstü derecede verimli olan tarlaları âdeta tahıl ürünleri ambarı gibidir. Tokat’ın ve Sivas’ın çarşılarının çeşitli armut ve yemesi güzel pirinçle dolduran bu şehirdir.
Buğday, arpa, nohut, mercimek, çavdar, burçak, mısır buğdayı ve kum darı gibi kendi ihtiyaçlarından yüz kat daha fazla yetiştiren bu şehir elindeki fazla hububatı 60 kilometre mesafedeki Ünye İskelesi’nde ihraç etmektedir. Zenginlik hazinesi diye adlandırılmasını tam olarak hak eden başkası ile karşılaştırma yapılması mümkün olamayan bu seçkin arazide ucu olmayan doğal bahçelere ve bülbüllerin konaklama yerleri ile dolup taşmaktadır. Niksar’ın talihli halkı yabancılara dost, ağırlama gönüllüsü, iyi huylu ve güleç yüzlü insanlardır.
Şehrin önde gelenlerinden İbrahim Beyzade Mustafa Bey, Şerif Efendizade Mahir Bey ve yine itibar sahiplerinden Abdurrahman ve Ömer efendiler gibi gerçek manada asil değerli insanlar bulunmaktadır. Meşhur savaşçılardan Plevne Aslanı merhum Gazi Osman Paşa, bu mutlu şehrin Taş Mescit Mahallesi’nde doğmuştur. Kelkit Nehri üzerine sonradan yapılan 600 metre yüksekliğe sahip büyük köprü Ünye ve Tokat yollarını birbirine bağlamaktadır. Bu sayede Niksar’ın konumunun önemi daha da artmıştır. Dört bin nüfuslu şehir bayıdır ve düzenli bir kaza merkezidir.
Çömlekçi Deresi kasabayı iki büyük parçaya ayırmaktadır. Bu dere üzerindeki Kestanesuyu alanı eğlence tutkunlarının gidip gezdikleri yerlerdendir. Dağları ve bayırları sarmış olan güzel ormanların içinde saklı sayısız miktarda bülbülün çıkardığı ruhu okşayan nağmelerin tınıları efil efil esen bu soğuk subaşı mesiresinde etrafta yankılandıkça buradakilerin de ruhları ferahlamaktadır. Böylece sevinç ve neşe içerisinde pişirmeye başladıkları şiş kebaplarını büyük bir iştah ile yerler. Burada güneşin batışına kadar yakınlık ve dostluk içinde zaman geçirirler.
Niksar’da iki yıl yaşadım. Bu müddet süresince Ünye ve Erbaa kazalarını da gezdim. Erzurum dağlarından ayrılarak Trabzon üzerinden batıya doğru sahil boyunca uzanan Pont Dağları Niksar ile Ünye arasından geçmektedir. Kütüklerini beş kişinin zorlukla kucakladığı büyük gürgen ağaçları bu sıradağların her yerini sıkı bir şekilde kaplamıştır.
Şehrin yüksek bir bölgesinde ve bu heybetli sarp dağların ortasında bulunan Karakuş nahiyesi ise Ünye’ye giden yol üzerindedir. Ünye, Karadeniz sahilinde konumunun güzelliği bakımından Osmanlı şehirlerinin en iyisi olsa da havası çok sıcaktır.
Cennetmekân Sultan II. Mahmut Han zamanında liman girişine yapıldıktan sonra boşaltılan istihkâm üzerine balık ağlarını kuran Ünyeliler, Kırım tarafında sürü hâlinde gelen bıldırcın kuşlarının canlı olarak tutarak kendilerine has maharetlerini sergilemektedirler. Yuva kurmaya geldiği Ünye ormanına girmek üzereyken deniz kenarına yer yer kurulan bu ağlara bir saatte yüzlerce bıldırcın takılmaktadır. Bu zavallı bıldırcınların etlerinden yapılan kebap ise çok lezzetli olmaktadır.
Niksar şehri, Çarşamba İskelesi üzerinden Karadeniz’e karışan Kelkit Nehri’nin aşağı tarafındaki Talazan Köprüsü ile Erba’ya bağlanmaktadır. Bursa Ovası’na benzeyen ve çok geniş bir düzlüğün ortasında olan Erba, Batum göçmenleri tarafında kurulmuş yeni ve sevimli bir kasabadır. Hazreti Halifemizin merhameti sayesinde sahip oldukları bu bereketli araziden hakkıyla istifade eden bu göçmenlerin belediye başkanı ise Rıfat Ağa’dır.
Bu şekilde çevresindeki kazaları görme fırsatı bulduğum Niksar’da iki yıl yaşadım. Ardından maaşıma 380 kuruş zam yapılarak Revandiz’e tayin oldum. Revandiz, Musul vilayetinin sonunda İran sınırında bulunmaktadır. Uzak bir yerde olması nedeniyle kış basmadan yola çıktım.
İlk istikametim olan Tokat, Çamlıbel, Yıldızeli, Sivas, Deliktaş, Kangal, Kömürhanı, Malatya, Kebanmadeni ve Elazığ üzerinden Diyarbakır’a on beş gün içerinde ulaştım. Burada bir hafta süre dinlendim. Ardından bağlattığım kelek[29 - Dört ya da beş bin kadar çuval alabilen bir sal çeşididir. Altına binin üzerinde balon gibi şişirilmiş deri tulum bağlayıp nehrin akıntısına bırakıyorlar. Seyahat esnasında patlayan tulumları bir şekilde dikiyorlar. Üzerine kurulan uzun ve çift taraflı kürekler ile hareket ettirilmektedir. Bu kürekler aynı zamanda nehrin sahil kısmına yaklaşıldığı zaman sahile sırık gibi dayanarak hız almaya da yaramaktadır. Bu sallar Musul ve Bağdat’a kadar gitmektedir. Kürdistan şehirlerini Basra Körfezi’ne bağlayan Dicle Nehri üzerinde bu sallarla önemli miktarda ihracat yapılmaktadır.] tipi sala bindim. Hasankeyf ve Cizre üzerinden Musul şehrine dokuz günde vardım. Burada da iki gün dinlendim. Ardından yola koyularak Erbil, Deyriharir, Babaçiçek, Kanutuman ve Serderban yolu üzerinden Revandiz’e geldim. Niksar ile Diyarbakır arasındaki yolculuğu araba ile yaptığım için seyahatin zorluğunu tam olarak hissetmemiştim. Fakat Diyarbakır’da keleğe binerek Dicle Nehri üzerinden giderken Hasankeyf yakınlarında “Çarkıfelek” denilen o korkunç noktaya geldiğimde büyük bir tehlike atlattım. Musul’a vardıktan sonra da Revandiz’e çakıllı yol olmadığı için buraya hayvan ile seyahat etmek durumunda kaldım. Beş gün süren bu son yolculuğum esansında çok sıkıntılar yaşadım. Eski eşimin beraberimde bulunması başkaca bir azap ve üzerimde yük oldu. Osmanlı toprakları hakkında daha fazla bilgi vermeye gerek olmadığı için ülke içinde geçen seyahatin bundan sonrasını özet olarak vereceğim.
MALATYA
Çeşitli meyvelerini dünyanın çeşitli yerlerine gönderen Malatya Anadolu’nun en bereketli ve meşhur bahçesidir. Osmanlı Hanedanı’nın önde gelenlerine teşekkürlerini sunarak onların ihsanlarının kölesi olduğunu düşünmeden Sultan II. Mahmut’a küskünlük gösteren ve son Bektaşilerin yardımıyla başına topladığı kılıç artığı yeniçerilere güvenerek Mısır’da kendince Firavun olmaya yeltenen Kavalalı Mehmet Ali Paşa nankörü, isyanı esnasında harekete geçen oğlu İbrahim Paşa ve ona destek olan Nizip’teki isyancı gruba karşılık verilsin diye Hafız Paşa gibi bir cahil gönderilmişti. Bundan yararlanarak Malatya’ya giren bu isyancılar bütün evleri zorla boşalttırıp oralara yerleşmişlerdi. Bu nedenle evsiz kalan halk bahçelerindeki kulübelere yerleşmişler. Bu Allah kullarının evlerine bu şekilde altı yıl el konuldu. Bu isyancıların kan döken yardımcılarıyla birlikte kovulmalarından sonra bu insanlar sur içine bir daha itibar etmemiş ve bahçelerinde yaşamaya devam etmişler. Bu bahçelere yarım saat mesafede bulunan Malatya kapı ve pencereleri sökülmüş sahipsiz evlerle dolu kasvet katan bir baykuş yatağını andırmaktadır.
KEBANMADENİ (KEBAN)
Burası da Malatya gibi bir sancak merkezidir. Madeninde simli kurşun işletilmektedir. Madenin arıtım tesisi şehrin kenarındaki yolun üzerindedir.
HARPUT
Keban’dan yaklaşık 43 kilometre ve Malatya’dan ise 85 kilometre uzaklıktadır. Murat Nehri yakınındaki yüksek bir tepede bulunan Harput, büyük bir kalenin içine kurulu şehirdir. Mahallelerinin dörtte biri surun dışında mezra olarak tabir edilen düzlüktedir. 25 binden fazla nüfusu vardır. Bu nüfusun 2 bin 500’ünü Ermeniler oluşturmaktadır. Kalanı ise Müslüman’dır.
Harput’un dokuma sanayisinin ileri derecede olduğuna şahit oldum. Her türlü çitari tarı kumaş ve rengârenk çiçeklerle süslü ipek kumaş topları dokunmaktadır. Mülki ve askerî olmak üzere iki rüştiye ile birlikte bir mülki idadi vardır. Ayrıca erkek ve kızlara özel çok sayıda ilkokul bulunmaktadır. Gayriresmî çok sayıda okul ve medrese vardır.
Harput kelimesi Ermenice kale anlamına gelen “Harberut” kelimesinin değişmiş hâlidir. Halkın tahmin ettiği gibi Cahiliye Dönemi’nde putperestlerin eşek şeklindeki bir puta tapmalarını ima etmemektedir. Arap coğrafyacılar tarafından önceleri Hartburd olarak, İslamiyetten sonra ise Hisn-i Ziyad (Ziyad Kalesi) olarak tanımlanmıştır. Hicri 1296’da (1878-79) vilayet merkezi yapıldığında merhum hükümdar Sultan Abdulaziz’in ismine nispet edilerek “Mamuret’ül Aziz” denilmeye başlanmıştır.
Hükûmet Dairesi, askerî kışla, debboy-u hümayun, çok sayıda şehrin zengin ve ileri gelenlerinin evlerinin bulunduğu mezradaki Zincirlihan’da bir gece konakladım. Mezra ile Harput merkezi arası yarım saat mesafedir. Her iki yerin de konumu güzel, suyu ve havası kaliteli olmakla beraber bolluk ve bereket içerisindedir. Çarşısı ucuzdur.
Harput Ovası’nın doğusundaki Deveboyu denilen yokuşu çıktıktan biraz sonra büyük bir gölün kenarına geldim. Mezraya sekiz saat mesafe uzaklıkta çakıllı yolun sağ tarafında olan bu gölün ebadı yaklaşık 50 kilometre, derinliği ise 75 metreymiş. Bu gölden bolca yılan balığı ve kunduz avlanılıyormuş. Diyarbakır ile arasında bir günlük mesafe ve bir konak yeri bulunan bu konumun kuzeyindeki bayırda etrafında dört yüz odası bulunan bir Ermeni kilisesi bulunmaktadır.
DİYARBAKIR
Diyarbakır, her bir tanesi 50 okka ağırlığında olan büyük kavun ve karpuzları ile meşhurdur. Aralarında on dokuz saatlik mesafe bulunan Harput’un güneydoğusundadır. Dicle Nehri’nin ise batı tarafında olan bu şehrin nüfusu 35 bindir. Karpuzunun büyüklüğü ile aynı ebatta kesilen taşlardan inşa edilen kalesindeki sağlamlık görenlerde hayret uyandırıyor.
Bu kadim şehrin Eşkaniler Devleti zamanında “Amed” adıyla kurulduğu tahmin edilmektedir. Cahiliye Dönemi Araplarından “Bekir bin Vail” kabilesinin eline geçmesinin ardından Diyar-ı Bekir adını almıştır. Bu devirin ardından Sasaniler sonra da birkaç kere Romalıların bu topraklarda hüküm sürmüştür. Halife Ömer zamanında İslam topraklarına dâhil olmuştur. Abbasiler zamanında Büveyhîler’e ve onların yıkılmasından sonra da Hamdanîler’e geçen şehir Hicri 380’de Mervanîler adı altında kurulan küçük devletin eline geçmiştir. Daha sonra Artuklular’ın hüküm sürdüğü bu topraklar, bu devleti de kana bulayan Hülagü’nün ardından Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletlerinin başkenti olmuştur. Bunların üzerine Safevi sultanı Şah İsmail ele geçirse de Çaldıran Savaşı zaferiyle Yavuz Sultan Selim şehri hilafet merkezine bağlayarak onurlandırmıştır.
Roma imparatorlarından II. Konstantin’in Dicle Vadisi’nden 1000 metre daha yüksekte yaptırmış olduğu Diyarbakır Kalesi dört kapısı olup uzunluğu yaklaşık olarak 8 kilometredir. Bugün itibarıyla kalenin içerisinde yirmi sekiz cami, otuz iki mescit, dokuz medrese, mülki ve idari iki ayrı idadi, bir ilkokul, yaklaşık yirmi özel sıbyan okulu, yedi kütüphane, beş tekke, sekiz hamam ve beş yüz altmış çeşme bulunmaktadır. Diğer yandan gayrimüslim topluluğa ait on bir kilise ve on dokuz ilkokul bulunmaktadır.
Diyarbakır’ın her tarafı dayanıklı surlarla çevrilidir. Geldiğimde Halep Kapısı’ndan girdiğim surdan çıkarken Büyük Nehir Kapısı’nı kullandım. Yarım saat boyunca yokuş inişi bahçeler arasında yol aldıktan sonra Dicle Nehri üzerinde bulunan on bir gözlü kâgir köprüye ulaştım. Yolculuğun bundan sonrasında kullanacağım kelek harekete hazırdı. Allah’a tevekkül ederek yola çıktık. Keleğin üzerinde hareket ettiği nehir iki gün sonra Mardin Dağları’nın göklere ulaşan kayalıkları arasına girdi.
İki tarafı duvar gibi düz yükselen bu güneş ışığı girmeye geçidin bulunduğu yerlerde şiddetli devinimler sonucu meydana gelen sert dalgalara kapıldık. Bu esnada kelekçilerin telaşlı feryatları ve bizim de hep birlikte kopardığımız canhıraş bağrışmalar uçurumlarda yankılanmaktaydı. Orada bembeyaz köpük hâline gelen nehrin gürültüsü kıyameti andırıyordu. Nehrin bu çıldırmış gibi hortum şeklinde akan bu helak edici kısmından kelek eğer bir kerede açılıp kurtulamaz ise batmaktadır. Çarkıfelek denen bu sıkıntı dolu yerden şimdiye kadar batan keleklerin, suya gömülen malların ve yiten canların hesabı yoktur.
HASANKEYF
Hasan Keyfa kelimesi zamanla değişime uğrayarak Hasankeyf şeklini almıştır. Midyat kazasına bağlı bu nahiye, yarım saat süren o can pazarı dar geçidin bittiği noktada nehrin batısında bulunmaktadır. Buranın yerleşikleri olan Kürtler Fırat Nehri’nin iki tarafını çeviren kayaları oyduktan sonra bu açılan alana birer kapı takarak inşa ettikleri mağara evlerde yaşamaktadırlar.
Her tarafı yıkık hâlde Hasan Keyf Kalesi’nin Dicle Nehri yatağına bitişik yüksek tabyası yakınında bulunan ve üzerindeki kitabeden anlaşıldığı üzere Cennetmekân Yavuz Sultan Selim Han tarafından yaptırılmış cami de yıkık bir hâldedir. Fakat gayet süslemeler işlenmiş yüksek minaresi ise ortada kalmış vaziyettedir. Bir miktar et ve diğer yiyeceklerden almak için durup dinlendiğimiz bu yerden sonra iki gün süren bir yolculuk ile Cizre’ye vardık.
CİZRE
Konum olarak, Diyarbakır vilayeti topraklarının kuzeydoğu ucunda, Musul’un kuzeybatısına 150 kilometre mesafede ve Dicle Vadisi’nin orta taraflarındaki en çukur bölgesinde bulunmaktadır. Küçük bir ada üzerine kurulu olan Cizre, Büyük Bağdat Yolu üzerinde olması neticesinde önemli bir noktada bulunmaktadır. Bu bağlamda işlek bir kaza merkezidir. Diğer yandan ise havası ağır, evleri yıkık dökük, ahalisi gamlı ve neşesizdirler. Halkının sadece göçebe olanları zengin ve neşelidirler.
Yukarıda bahsettiğim Cizre’nin bulunduğu bölgeden yukarı doğru yol alarak etrafı büyük kayalar ile çevrili bir ovaya geldim. Sanki mahir bir el ile birbirine sımsıkı şekilde örülen bu kayalar kadim dönemde yaşanan Tufan’dan sonra tekrar yeni bir tufan yaşanır korkusuyla o dönemin insanları tarafından kule yapmak amacıyla toplanan kaya kalıntılarıdırlar. Fakat dil ve kural karmaşası nedeniyle yapamadıklarına ve böylece bu kayaların da etrafa serpili bir şekilde kaldıklarında dair yöre insanının bir inancı bulunmaktadır. Nuh’un Gemisi’nin indiği Cudi Dağı ile arasında Dicle Vadisi bulunmaktadır. Ovanın yüzeyine yayılmış bu kapkara kayalar bir Yanardağ’ın püskürttüğü taşlara da benzememektedir. Bu ovada, Cennetmekân IV. Murat Han’ın Bağdat’a gelmeleri esnasında açılan yoldan saparak başka bir yerden gitmek mümkün değildir. Bu meydanı kaplayan siyah kaya parçalarının üstünden sadece hayvanlar değil insanlar da yol alamamaktadırlar.
Üzerinde seyahat etmekte olduğumuz nehrin bulunduğu yerdeki enkazdan burada bir zamanlar büyük bir kâgir köprünün var olduğu anlaşılıyor. Mevcut köprü de ahşap yapımıdır. Hicri 250 yılında zorbanın oğlu Hasan bin Amr tarafından yapıldığı zannedildiğinden “Ceziret-ül Amr” denilmektedir. Kürtlerin “Ceziret-ül Şerif” de dedikleri Cizre’nin övünebileceği tek özelliği meşhur tarihçi İbnü’l Esir’in doğduğu yer olmasıdır. Halife Efendimizin sayesinde sonradan yaptırılan Hamidiye Süvari Alayları’ndan birinin burada bulunması vesilesiyle isminde bulunan şeref kelimesi gerçek manasına ulaşmıştır. Özel olarak yaptırılan askerî alay binası dışında şu an göze çarpan bir bina ve ev bulunmamaktadır. Diyarbakır ile Musul vilayetlerinin sınır çizgisi olan Hazil Nehri, Cizre’ye yakın bir yerden Dicle’ye karışmaktadır. Buradan biraz aşağı bir bölgede nehre Zaho Irmağı da dâhil olmaktadır. Bu şekilde nehrin hızı bir kat daha artarak yolun bu kısmından itibaren Musul’a üç günlük sürede ulaştık.
MUSUL
Musul, eski Yunan coğrafyacılarının Mezopotamya olarak tarif ettikleri iki nehir arasının kuzeydoğu kenarındadır. Dicle’nin batı sahilinde Ninova Harabeleri’nin karşısında bulunan şehir on iki kapılı büyük devasa bir sur ile çevrilidir. 65 bin nüfusa sahip refah içerisinde bir vilayet merkezidir. Halkı Arap, Kürt, Türkmen ve az sayıda Keldani, Süryani ve Yahudi milletlerden oluşmaktadır. Şehir sakinlerinin tamamı Arapça konuşmaktadır.
Şehir zengin bir mermer madeni üzerinde bulunmaktadır. Bu nedenle genellikle gökyüzü rengi mermerden yapılma olan evlerinin çatıları da alçı taşı ile dondurulmakta, kenarlarına da yarım boy yükseklikte süslü yıldızlar konulmuştur.
Çoğunlukla geniş ve bezeli avluları olan evleri dayanıklı ve kullanışlıdır. Fakat sokakları dar ve kullanışsızdır. Bu sokaklarda evden eve karşılıklı köprüler yapıldığı için gün içinde sokaklar güneş ışığı ve hava görmezler. Durağan ve esintisiz havadan kaynaklanan rutubet de etrafa kötü bir koku yaymaktadır. Sur içinde Beni Cercis’in makamı, Bab-ul Kiş’in dış kısmında Beni Şeys’in makamı, Dicle Nehri’nin doğu sahiline kısa bir mesafede kadim Ninova şehrinin harabelerini karşısındaki tepede Hz. Yunus peygamber aleyhisselamın mukaddes makamları bulunmaktadır. Hepsi kendi adlarına yapılmış camilerin yerleşkelerindeki debdebeli ve büyük türbeler içinde bulunmaktadırlar. Şehirdeki en ihtişamlı tarihî eser Nurettin Şehit Cami’nin (Nureddin Zengi Cami) hayal sınırlarının üstünde yüksekliğe sahip minaresidir.
Tuğladan yapılmış bu minare, düz alandan kurulu olan kalenin içerisinden etrafı gözetleme kulesi olarak da kullanılmaktadır. Yerden ortalama bir minare boyunda kare şeklinde duvar örülerek yükseltme sağlanmış ve bunun üstüne de bir buçuk minare boyunda ince ve oval bir minare örülmüştür. Bu şekilde minare uzatılmıştır. Bu cami Eyyübi atabeylerinden Nureddin Şehid (Nureddin Zengi) tarafından yenilenmiştir. Mescidin bitişiğinde olan dört dönümlük avlusu ile geniş bir namaz kılma alanına sahip olması bakımından bu camiye Ulu Cami de denmektedir. Caminin kapalı alanı bahsedilen geniş avlu boyunca uzatılmış olsa da eni dar, çatı yüksekliği az ve sade kâgir bir yapıdır.
Şehirde otuza yakın cami bulunmaktadır. Bunlar içerisinde en büyüğü Beni Cercis, Beni Şeys, Beni Yunus camileridir. Bunlarla birlikte çarşı içerisindeki Paşa Cami ile Endülüs’te bir zamanlar hüküm süren Beni Ahmer Devleti’nin döneminde yaptırılan Dicle Nehri’nin kıyısındaki Cami-ül Ahmer de diğer büyük cami örneklerindedir.
Ciddi manada verimli, önemli ve uçsuz bucaksız bir arazinin içerisine konumlanmış olan Musul, Mezopotamya ve Kürdistan topraklarında bulunan şehirler arasında ticaret, sanat, zenginlik, bayındırlık, bolluk, bereket ve güzellik bakımların içlerinde en seçkin olanıdır. Sıcaklık göstergeleri Temmuz ayında kırk iki dereceye kadar çıkmaktadır. Buna karşın sahip olduğu haşmeti ile İran tarafında Osmanlı sınırlarını boydan boya kaplayan Tiyari Dağlarında yaz kış hep bulunan karları okşayarak süzülüp gelen kuzey rüzgârları gecelere serinlik kattığından sıcağı düşünüldüğü kadar tesiri olmaz.
Çok akıllı ve çalışkan olan Musul halkı, ticaret, sanat ve tarıma dört elle sarılmışlardır. Kesinlikle memur olmayı akıllarından geçirmezler. Bu bakımdan ticaretin yüzde doksan beş Müslüman tüccarların kontrolündedir. Bu gözü açık adamların durmaksızın çabaları sonucu vilayet bugün yarım milyon liraya yakın bir ticaret hacmine ulaşmıştır. İthalat ise 110 bin lira kadardır. Bu anlamda millî geliri her yıl 390 bin lira artış göstermektedir. Bu bölge adına sevindirici bir durumdur. Ticaret marifeti ve iktisat bilgisi bakımından Anadolu’da ilk sırada olan Kayserililer Musulluların yanından geçemezler. Öyle ki tilkilikte ikinci bir eşleri bulunmayan Avrupalı tacirler dahi buradaki yerli ticaretin önüne geçip kazanç elde edemeyeceklerini bildikleri için şehre ayak dahi basmazlar.
Kayserili bir Ermeni tacir bu incelikleri bilmesine rağmen gelmiş. Buradan bir kâr elde ederim düşüncesiyle cesaret gösterse de sadece naif hayali kırıklığa uğramamış, sermayesi de elinden gitmiş. Bölgesel ticaret hacmini yabancıya kaptırmama konusunda gösterdikleri üstün yetenekleri takdiri hak etmektedir. Fakat bunu olması gereken bir nezaket içerisinde yapamıyorlar. Diğer yandan tasarruf etme konusundaki hassasiyetleri kazanmaya yönelik arzularının büyüklüğü ile eşit derecededir.
İslami kurallara riayet ederler ve temiz ve az tüketirler. Din ve hikmet açısından da doğru olmayan israftan bu şekilde uzak durmaları ve genellikle yerli üretim kıyafetler giyinmeleri sayesinde zenginleşmişlerdir. Çinliler gibi yabancıların şehirlerinde olmasını istemez ve onlardan kesinlikle hoşlanmazlar. Yabancılar ile irtibat kurmaktan uzak dururlar.
Dicle Nehri’nin doğu sahilinde olan Ninova şehri MÖ 2640’ta Asur Kralı tarafından kurulmuş ve ardından Kral Ninus tarafından genişletilerek daha güzel hâle getirilmiştir. Fakat MÖ 625’te kadim Fars kralları tarafından da harabe hâline getirilmiştir. Şehrin enkazlarından oluşan Koyuncuk Tepesi ile bu tepenin karşısındaki Nebi Yunus Mahallesi’ne bir köprü ile geçilmektedir. Bu köprü normal köprülerden farklı olarak bir yarısı kâgir ve yere sabit yapılmış; diğer yarısı ise yine ahşap yapılı fakat kayıklar üzerine konulmuş seyyar bir mimaridedir.
Zibar Dağları’ndan doğarak Nebi Yunus Mahallesi ile kadim Ninova Harabeleri arasından akıp giden Huser Irmağı, nehrin batı yakasını doğu yakasına bağlayan köprünün sol ayağına yakın bir yerden Dicle’ye karışmaktadır. Uzunluğu 600 metreden fazla olan bu köprüden karşıya geçerek Hz. Yunus aleyhisselamın mezarını ziyaret maksadıyla Nebi Yunus Mahallesi’ne gittim. Bu mahalle Dicle Nehri’nin doğu tarafındaki ova içerisinde bulunan ve çevre genişliği 8 kilometre, yüksekliği ise 70 metre olan oval bir tepe üzerinde kuruludur. Musul’a yarım saat mesafede olan bu bölge yüksek yapılı evleri ham kerpiçten evlerden oluşmaktadır.
İçinde Hz. Yunus aleyhisselamın bezemeler ile süslenmiş kabrinin bulunduğu büyük cami ihtişamlı ana avlusuna bitişik hâldeki medrese ve zaviyeler bu tepenin kuzey tarafının boydan boya kaplamaktadır.
Caminin ikinci avlusuna gitmek için, il önce büyük kapısından beyaz mermer döşeli güzel avlusuna geçiyorsunuz. Oradan doğu yönünde altmış adım ilerledikten sonra kuzeydoğu köşesinde bulunan yeşil çinileri ve abartılı süslemeleriyle tek şerefeli minarenin olduğu yere geliyorsunuz. Bu minarenin bitişiğindeki altı basamaklı merdivenden ikinci avluya çıkılıyor. Bu kısım, kapıları birinci avluya açılan taştan yapılma odaların alçı kullanılarak dondurulmuş geniş bir çatısı mahiyetindedir. Bu ikinci avlunun doğu tarafında caminin kapıları bulunmaktadır. Batı tarafında ise çok süslü ve iç kısımlar döşeli dershaneler mevcuttur. Güney tarafı ise birinci avlu ile birlikte mahalleye bakar. Kuzey kısmı ise Koyuncuk tepesine, Huser Vadisi, Dicle Vadisi ve Musul şehrinin tamamına bakmaktadır.
Manzarasının güzelliği insanın ruhuna ferahlık vermektedir. Ezan okunup cami kapıları açılıncaya kadar bu yüksek tepeden saatlerce Ninova Harabeleri’ni seyre kendimi kaptırmıştım. Bu harabeler aslında kral sarayının yıkıntılarıdır. Çevre genişliği yürümekle dokuz saat süren bu kadim şehrin harabeleri hilal şeklinde kavislidir. Musul Kalesi büyüklüğündeki Koyuncuk Tepesi de işte bu harabelerin oluşturduğu devasa kavisin ağzı kısmındadır. Bir zamanlar üzerinde kendini beğenmiş bir edayla ve maddi olarak bolluk içerisinde yüz binlerce insan yaşamaktaydılar. Bugün o meşhur şehrin yapıları topraklar altın kalmış ve enkazı iki yüz adım yükseklikte sıralanmış bu tepeler hâlini almıştır. Bu derin idrake vasıl olunca bu harabeler misaliyle belki yirmi asır sonra Osmanlı dünyansının bakiyesi olup toprağa gömülmüş eserlerin gün yüzüne çıkarılacağı zamanlara işaret edildiğini anladım ve kerametli bir ibret noktasının dersinin verildiğini hayal ettim.
Kadim Farslıların bu topraklarda gerçekleştirdiği vahşetler gözümde canlandığı esnada caminin iç kapıları açılmaya başladı. İkindi ezanı olması sayesinde hemen abdestimi alıp cemaatle namaza yetişebildim. Namazın bitimi ardından türbedarı bulup kendisine Hz. Yunus aleyhisselamın türbesini ziyaret etme arzumu ilettim. Bu isteğimi olumlu karşılayan adam önümde ilerleyerek kapıyı açtı. Bu kapı, yapı olarak İslamiyet’ten önce inşa edildiği için kıblesi Ayasofya gibi köşeye meyilli olan caminin iç tarafında kuzeydoğu köşesinde bulunmaktadır. Sanatlı süslemeleri olan bu kapıdan geniş ve bezemeli bir salona girilir. İçeride birkaç adım ileride bir iç kapı da bulunmaktadır. Bu kapıyı da açtıktan sonra içeride girip sekiz basamaklı bir merdivenden aşağı inilmektedir. Yunus Peygamberin mübarek kabri işte buradaki kubbenin altındadır. Ben de o mübarek cenneti ziyaret etme bahtiyarlığına ulaşarak huzur buldum. Tamamen Rabb’imizin bir yardımıyla ulaştığım bu fırsata bir şükür niyetiyle kurban kestirdim. Buradan dönüşüm esnasında da Koyuncuk Tepesi’ne uğradım.
Beni Yunus Mahallesi ile gitmekte olduğum harabe bölge arasında Huser Irmağı akmaktadır. Bu suyun üzerinde yapılmış olan taş köprüden geçtikten sonra biraz ileride Koyuncuk Tepesi’nin eteklerine ulaşılmaktadır. Tepeye vardıktan sonra yokuş yukarı yürümeye başladım. Bu kare tepenin her tarafı iki yüz adım yüksekliktedir. Üst kısmı bir ova gibi düz olduğu için civar köylüler burada kırmızı kavun ekimi yapmaktadırlar.
Yarım yüzyıl önce bu tepede kazı çalışmaları yapılması nedeniyle birçok yeri delik deşiktir. Bazı kısımlarında da cetvelle çizilmiş gibi düz ve tertipli büyük dere kanalları bulunmaktadır. Büyüklüğü enkazından anlaşıldığı üzere Musul kadar olan harabe şehirdeki bu vadiye benzeyen çukurların zamanında sarayın bölümlere ayrılması amacıyla yapılan yollar olduğu anlaşılmaktadır. Kazılar neticesinde ortaya çıkarılan fakat cüsseli yapıları nedeniyle başka yerlere nakledilemeyen resim ve heykellerin birçoğu güneş ve yağmur nedeniyle tahrip olmaktadır. Bu ihtişamlı sarayın büyük kapısının iki tarafında da bulunan büyük fil heykellerden anlaşıldığı gibi yontma sanatı çok eski zamanlarda ileri bir noktaya ulaşmıştır.
Bunlar beyaz mermerden yapılma sanatsal bir tarzda devasa büyüklükte fil şeklindedirler. Bu heykeller, filin hortumunun uçunundan eşit şekilde ortasından ikiye ayrılarak kapının iki kanadına konulmuşlardır. Duvarlardaki tasvirler gibi çalışmalara da çevredeki terbiyesiz çocuklar tarafından kırılmakta ve zarar verilmektedir.
İngiliz Devleti tarafında ayda 12 lira maaş alarak bu terk edilmiş bu tarihî eserleri koruyan bir bekçinin bulunduğu bilgisini aldım. Bu şahıs buralar kesinlikle uğramadığı gibi buradakiler kendisi hakkında bir bilgiye de sahip değiller. Ziyaret ettiği bu dönemde vali olarak Gürcü Osman Paşa makamdaydı. Kendilerini ziyaret edip Niksar’da muhacir olarak ikamet eden kendi hemşehrilerinin selamlarını ilettim. Ziyaretimden çok memnun kaldılar.
ERBİL
Erbil, Musul’un güneydoğu tarafındır ve şehre 16 saat mesafe uzaklıktadır. Harput ile benzer şekilde Erbil de geniş bir ovanın içerisinde 200 adım yükseklikteki kare şeklinde bir tepeyi çevreleyen devasa bir kalenin içerisindedir. Bununla birlikte, surların dışında da evler bulunmaktadır. Erbil’de, aşağı mahalleden kaleye doğru çıkan yol üzerindeki büyük havuza dökülen bir doğal kaynak suyu bulunmaktadır. Bu akarsu dışında da başka bir su gözlemlemedim. Şehirdeki herkesin kullandığı bu kaliteli suyun tadı lezzetlidir.
Bu bölgenin halkı Selçuklu Türklerinin soyundan gelmektedir. Çok kaba ağızlı bir dil kullanmaktadırlar. Şehir halkı, Şeyh Ebubekir Efendi gibi akli ve bâtıni ilimlere vakıf birçok âlimin kendi topraklarında yaşıyor olmalarından dolayı çok mutluluk duymaktadırlar. Çok verimli bir ovası, hoş bir havası ve güzel bir manzarası bulunmaktadır. Şehir, konum olarak Büyük Bağdat Yolu istikametinde olması nedeniyle saymak bitmez miktarda yabancının uğrak yeridir.
Geldiğim dönemde kaymakamlığını Revandizli Abdullah Paşa yapmaktaydı. Her ne kadar kendilerini ziyaret etmek maksadıyla kaledeki Hükûmet Dairesi’ne gittiysem de o an şehri dolaşmakta oldukları için bu mümkün olmadı. Fakat yerine vekâleten bıraktığı oğlu Sait Bey ile görüşebildim. Kendisi yaklaşık olarak yirmi yaşlarında olan bu kişi gayet terbiyeli ve akıllı biriydi. Asil evladını terbiye etmeyi başaran Paşa kesinlikte bahtiyar biri olmalı ve tebrik edilmeyi de hak etmektedir.
REVANDİZ
Deyri Harir, Babaçiçek ve Kân-u Tuman köyleri Revandiz yolu üzerinde etrafı meşeliklerle dolu köylerdir. 2000 rakımlı bir dağa çıkan yola ise Sardaya denmektedir. Meşhur siyasi şahsiyetlerden merhum Reşit Paşa, Kör Mehmet Paşa’ya haddini bildirmek için yanına çok sayıda asker alarak Revandiz’e geldiği zaman Deli Ali Bey Boğazı denilen bu yolu kullanmamıştı. Bunun yerine boğazın güneyindeki Marir düzlüğündeki bayırı kullanarak dağa tırmandığını ve bu şekilde Sardarya Tepesi’ne indiğini kaydetmektedirler. Revandiz’in önünden gür bir şekilde akan Cendeban Suyu ile Baykal Suyu dışında Zap Suyu’nun bir kolu daha akmaktadır. Havası ve suyu güzel olan dağlık bir şehirdir. Bunların dışında övünebileceği tek tel halkının güzelliği ve bakımlı oluşlarıdır. Bölgenin İran sınırında olması nedeniyle bir tabur askeri bulunmaktadır. Burada iki yıl memuriyet yaptıktan sonra Zaho’ya tayin edildim.
ZAHO
Bu şehir, kendi adını aldığı Zaho Irmağı’nın ortasında, meydanda genişçe bir adanın üzerine kurulmuş yıkık dökük bir yerdir. Şehrin göze çarpan yegâne binaları Hükûmet Dairesi ve şehrin önde gelenlerinden olan Ağazade Hacı Yusuf Ağa’nın kendi evidir. Şehrin çok ağır bir havası vardır. Bu şehirde geçirdiğim iki yıllık memuriyet yaptım.
Vazifemi tamamladıktan sonra Cizre, Nusaybin, Urfa, Halep ve İskenderun üzerinden Mersin’e geçtim. Merhum validemi Adana’da bıraktım. Ardından Silifke, Gökbelen, Ermenek ve Karaman üzerinde önce Konya’ya geçtim. Burada trene binerek Eskişehir istikametinden iki gün içerisinde İstanbul’a vardım.
NUSAYBİN
Mardin şehrinin kurulu bulunduğu dağın eteğinde olan Nusaybin, Dicle ve Fırat Nehri’nin kuzey ucundadır. Tarsus gibi bağ ve bahçelerle dolu suyu bol bir şehirdir. Yaz mevsimleri çok sıcak ve kış mevsimleri ise çok soğuk olan havası ağır bir yerdir.
Cennetmekân II. Mahmut Han döneminde yapılmış çok büyük ama harabeye dönmüş bir süvari kışlası bulunmaktadır. Meşhur Ebu Navas’ın “Nusaybin’in havası bir gün beni mutlu etti ki ben de o gün ondan memnun oldum. Keşke dünyadaki iki beklentimden biri olaydı.” diye havasına yaptığı serzenişe bakılınca şehrin havasının önceden beri kötü olduğu anlaşılmaktadır.
URFA
140 bin kilometre çapında çevresi olan Dicle ve Fırat arasındaki şehirlerin en bayındır ve güzel olanı Urfa’dır. Peygamberlerin dedesi Hz. İbrahim aleyhisselamın mübarek makamları bu şehrin seçkin bir yerinde bulunmaktadır. Dünyaya geldikleri yerin mağaranın ön kısmında bir liman genişliğinde ve çevresi düzenli bir şekilde imar edilmiş bir havuz bulunmaktadır.
Bu havuzun içi ikişer kilo ebatlarında çapak balıkları ile doludur. Bu balıkların sayısı milyonlara ulaşmaktadır. Buraya gelen ziyaretçiler bereket ve uğur getirir düşüncesiyle bunlara ekmek kırıntısı gibi yiyecek şeyler atmaktadırlar. Bu nedenle insanlara alışıktırlar. Öyle ki onları izlemek için havuz kenarına geldiğimde, onlara ekmek vermem için önümde yığıldılar.
Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşine burada atılmıştır. Lanetli Nemrut’un bu iş için yaptırdığı mancınık, bu işe özel inşa ettirdiği çift sütunlu kale içerisinde hâlen durmaktadır. Ebatları fabrika bacaları büyüklüğündedir. Henüz ateşli silahların icat edilmediği dönemde kaleleri kuşatma altına alınmış olanlar düşman kuvvetini dağıtmak için kale içerisinde mancınıkları vasıtasıyla büyük kayalar atmak için bu mancınıklara ihtiyaç duyarlardı. Bu çifte sütunların da daha önce yapıldığı ve Hz. İbrahim’in bunlara bağlı mancınıklar ile ateşe atıldığına dair bir şüphe yoktur. Çünkü her bir tanesi İstanbul’daki Çemberlitaş büyüklüğünde olan bu sütunları birkaç gün değil, birkaç yılda dahi yapabilmek insan kabiliyetinin çok üstündedir.
HALEP
Anadolu ve Suriye topraklarının sanat, ticaret ve bayındırlık bağlamında en iyisi Halep’tir. Arazi olarak çukur bir yerde olan şehrin sokakları dardır. Sonradan sur dışına yapılan Cemiliye gibi mahalleleri ile çarşısı çok düzenli ve ferahtır. Surun içinde bulunan Ulu Cami’de Hz. Yahya aleyhiselamın makamları bulunmaktadır. Halep’te bir gece konakladım. Yerinin önemi ve şehrin bayındırlığı herkesin malumudur. Bu nedenle bundan daha fazla kelam etmenin gereksiz olduğunu düşünüyorum.
Cemiliye Mahallesi’nden geçen akarsuyun iki tarafında da kahvehaneler sıralanmaktadır. Buralarda icra edilen ince sazları dinlemek için bu bölgeyi gezdim. Nehrin iki yanını da çevreleyen setlere gölge yapan güzel yapraklı ağaçlar bulunmaktadır. Ben de bunların altında dizilmiş iskemlelerden birinde oturmuş nargile içiyordum. O esnada telgraf memurluğundan tanıdığım birkaç beyefendi yanıma doğru geldiler. Onların sayesinde burada yalnız başına oturup düşünmekten kurtuldum. Bunlar, Telgraf Bakanlığı eski muhasebecisi kötü namıyla meşhur Bedri’nin kötülüğüne uğramış şansızlar insanlardandı. Bu adamın eziyet ve kötülüklerini anlatmakla bitiremeyen bu çaresiz adamlar konuyla alakalı konuşmaya ilk başta şu cümleyle başladılar: “Bedri burada başmüdür olarak başımıza Firavun kesildiği zaman eski vali merhum Cemil Paşa’nın evini kiralamıştı.”
Hersek İsyanı’nda postaneden zimmetine geçirdiği meblağı ve eksik parayı hükûmete hissettirmeden yavaş yavaş kullanmak için: “Ailemize ya da gelinimize şu kadar bin lira miras düştü. Lütfen aldırınız.” şeklinden ara sıra uydurma ve danışıklı telgraf alan bu şeytanın zenginlik taslamacılığı herkesçe bilinmektedir.
Bugün, Diyarbakır başmüdürü olan Değirmenci Kör Agâh o zamanlar Bedri’nin gönüllü en baş dalkavuğuydu. Devlet hazinesinden çaldığı paraları kibir budalası Bedri soytarısının evine her gece kurdukları içki meclislerine şarkıcı kadınları sırayla çağırarak yiyorlardı.
“Ben o ben değilim.” düşüncesi gereği önüne geleni hırpaladığı, kendi kafasındaki birtakım itleri de başına toplayıp içki meclisleri kurduğu o azgın zamanlarında bazen bizi yanına çağırtıp “Falan işi ne yaptınız? Bosna’dan benim adıma başka telgraf geldi mi? Söylediğim parayı almasını emrettiğim kişi ne kadar para aldığını biliyor musunuz? Merkezî haberleşme yolunda mı? İşlerinizi dikkatli yapıyor musunuz? Beni diğer müdürlere benzetmeyin. Sonra sizi mahvederim!” tarzında karga sesiyle saçmalardı. Biz ise gece yarısı oraya emrini dinlemek için gitmezdik. Aksine sadece onu bu rezil hâlini görüp bıyık altı gülerdik. Ona yumuşak cevaplar verip, saygıyla yanında ayrılıp evimize geri gelirdik. Bu şekilde emrinde bulunan memurlar sıkça evine çağırması, nursuz yüzü ve dikenli geven çenesi ile hükmetmeye çalışmasının amacı başına topladığı kendi ayarında ve adam olmazlara büyüklük taslamaktan başka bir şey değildi. Bize de güya kedince şımarıklık ve refah içerisinde bir hayat sürdüğünü göstermeye çalışıyordu. Bu yaptıklarının hepsi onun soysuzluğunu gösteren kepaze düşüncelerinden kaynaklanmaktaydı. Biz de bunu bildiğimizden güler geçerdik. Bir defasında yine gece yarısı yanına çağırtmıştı. Yatağımızdan kalkıp pisliğin evine gittik. Bu, gittiğimizde sarhoşluğun son sınıra gelmiş ve sızma noktasındaydı. Bu nedenle yanına girilmez hâldeydi. Burada da utanılacak hâli ve kalın kafalı oluşuna herkes tekrar şahit oldu.
O gece bu kahvedeki çalgıcılar, bu kibir budalası adamın evinde toplanmışlardı. Şunu icra etmekteydiler:
Ey üzerimde yükselmiş güzel bedr!
Arkadaşça ve kalben sarhoşça ışığında uyuyorum.
Çok yetenekli bir şekilde icra ettikleri bu fasıldan sonra Bedri dirseğine dayadığı kel kafasını kaldırdı. Pul pul kalkıp dökülen devetüyüne benzeyen renksiz köse sakalını kaşıyarak ağlar bir ses tonuyla “Ben bundan bir şey anlamadım!” dedi. Bu gibi budala adamlara destek çıkmakta usta olan gününü gün etme düşkünü ikiyüzlü Agâh ise hemen şakşakçılığını ortaya koyan bir tavır ile “Bu şiirinin başında nimet kapımız olan şahsınızın şerefli isimleri olması nedeniyle bendenizi çok üzdü.” Karşılığını verdi. Bunu duyunca keyiflenip hindi gibi kabaran yoldaşlık düşkünü o budala Bedri: “Evet, evet. Benim de dikkatimi çekince sonuna kadar dinlememe neden olan o söz değil mi? Yoksa sustururdum. Şiirin kalanı tatsız ve anlamsızdı. Şahsımda olan meziyetleri dikkate alsınlar da benim meclisime uygun şeyler söylesinler!” emrini verdi.
Ardından Türkçe ve Arapça çok güzel anlamları olan birçok şiir söylemelerine rağmen çalgıcılar cahil adama bir türlü kendilerini beğendiremediler. “Eşek hoşaftan ne anlar. Suyunu içer, tanesi içinde kalır!” manasını ima etmek maksadıyla:
Yeşillenmiş karşıki dağlar
Bülbül ağlar, sular çağlar.
Ah çingenede neler var
Ver ver mangır raksedelim hepimiz
Çingeneyiz Çingene ah Çingeneliktir bizim şanımız
Bütün kış çalışır, yazın da zevk ederiz
Ah fasl olur güller açar, dağlar başı seyrengahımız
Durmayız raksederiz, böyle de geçer zamanımız.
diye meşhur Çingene şarkısını çaldırdılar. Bu miskin bölümün sonunda oğluna hitaben: “Çalgıcıların şu güftesindeki anlamın tadı kemiklerime kadar işledi. Öyle ki bu zevkten sarhoş oldum. Bunlara 5’er kuruş bahsi dağıt.” dedi. Bunu üzerine çalgıcılar: “Efendim, Allah ömrünüzü bereketlendirsin. İnce ruhunuzu şimdi anlayabildik. Bundan böyle hoşunuza giden şeyleri söyleriz. Böylece hassas ve ince kalbinizin beğeneceğini ve büyük bir zevk alacağı düşüncesiyle daha önce sebep olduğumuz rahatsızlıktan dolayı özrümüzü kabul edeceğinizi düşünüyoruz.” şeklinde ince bir yoldan alay ettiler. “Böyle şaklabanca yaşaması daha büyük bir rezalet yaşanmasına engel oldu.” demeleri üzerine, “Bundan daha büyük nasıl bir rezalet olabilir ki?” cevabını verdiğimde, bu adamlar çok üzgün bir iç çekerek: “Leşin kokusu, bekledikçe artar. İşte onun gibi kötü huylunun da kötülüğü her geçen güç daha beter olur.”
Ancak binde birini anlattığımız bu adamın utanmazlıklarını onun soysuzluk, dipsiz cahillik ve terbiyesizlik gibi niteliksiz mahluklarda bulunan noksan sıfatlara sahip olmasına veriyorduk. Bu gibi insanlıktan nasiplenmemiş arsızlara nefretle bakıp onlardan uzakta durmaktan başka ne yapılabilir ki? O gibilere karşılık dahi vermekten kendimiz uzak tutuyorduk. Bunlara verilebilecek en iyi ceza bunların her şekilde görülen kötülüklerine karşın toplumda oluşan nefrettir. Aksi takdirde onlara haddini bildirmek gibi bir işi önemsemiyorduk.
Fakat kendilerine yakışanı yaptıkları için sustuğumuz bu kötülüklerinin dışında daha bizim hiç bilmediğimiz gizli saklı ne çok ahlaksız işleri varmış. Bizim fark edemediğimiz bu dikkat isteyen ince şeyleri hükûmet yetkilileri fark etmede zorlanmadılar. O dönemde valilik makamında merhum İşkodralızade Hasan Paşa oturmaktaydı.
Müslüman olmanın ağırbaşlılığı, memuriyetin şerefini korumak, devletin namusuna sahip çıkmak ve insanlığı yaşatmak gibi yüksek bir huy ve asaletten yoksun olan bu adi herifi Hasan Paşa’nın bir süreliğine kendi hâline bırakmasında üzerinde durduğu başka hedefleri varmış. Düşünceleri de kendileri gibi büyük olan adamların gösterdiklerin sabrın arkasında saklı gizli sır, sonradan gün yüzüne çıkmaktadır. Rezillik yapmakta tam hız ilerleyen bu arsızın çirkin keyfi beklediği gibi sürmedi. Birilerinin fark etmesinin zor zannettiği kötü işlerini hükûmet tüm detayları ile ortaya çıkardı. Bu şeytan herifin bu derece şımarması, ahlaksızca keyif içinde yaşamaya ve soygunculuğa girişerek kurduğu iktidar ortamını devam ettirme yolunda hiçbir aşırılıktan çekinmemesi yetmemiş. Daha da fazlası, Saltanat kurumunu, Allah korusun temelinden yıkmak için çaba sarf eden Ermeni bozguncularının gizli yazışmalarını Başmüdürlüğe özel resmî zarflar içinde kendine bağlı memurlar aracılığıyla dağıtmaktaymış. Buna karşılık da çete reislerinden bolca altın alırmış! Devletini ve dinini bir dinara harcayan bu alçak herif bahsedilen bu resmî zarflar içerisindeki zararlı yazışmaları kim bilir ne zamandan beri bu çetelerin tarafları arasında taşıttı. Fakat sonuç olarak gayretli Vali bunu gün yüzüne çıkardı.
Eskiden olduğu gibi kaçırmak istediği bu bozgunculara ait yazışmaları Başmüdürlüğe ait zarflar içerisine koyup zarfların üzerindeki muma da kendi damgasını mühürlermiş. Ardından zarfın içindeki yazışmaların olduğu zarfa da “Filan ve filan yerlere özel gizlilik içerisinde teslim edilip cevaplarını da tarafıma resmî bir zarf içerisinde gönderiniz. Görevde terfi etmeniz maksadıyla yazdığım bu yazıların dikkate alınacağını Bakanlıktaki dostlarım bizzat özel mektuplarında bana müjde olarak ilettiler. Nasıl ki ben sizin görevde yükselmeniz için gayret ediyorum, sizler de benim işlerimi dikkatli yapmaya özen gösteriniz.” şeklinde notlar bu zarfların içerisinde el yazılı kâğıtlarda bulunmaktaydı. Bu şeytanın bu gibi işlerine ve buna yeltenebilme cesaretine hayret içerisinde şahit olan Vilayet İdare Meclisi Heyeti hemen bir tutanak hazırladı. Tutanağa yukarıda bahsedilen bu belgeleri de ekleyerek Babıali’ye gönderdiler. Fakat ne yazık ki her hainin bir gafil koruyucusu bulunmaktadır. Bu konudaki sırlar perdesini aralamak mümkün değil. İkiyüzlü Bedri Sivas’ta Başmüdürlük yapıyorken dalkavukçuluk yaparak yaranmaya çalıştığı dönemin valisi Halil Rıfat Paşa bu olayların patlak verdiği zaman Sadrazamlık makamında bulunmaktaydı. Bu durum Bedri’nin imdadına yetişti. Kesinlikle idam edilmesi gereken bu din ve devlet düşmanı şeytana Sadrazam sahip çıktı. Halep’ten Adana’ya görev yeri değişikliği ile yetinilmesinin yeter bir uyarı olacağını söyleyerek konunun üzerini kapatmıştır. İhanet edenlere acımanın caiz olmadığının farkında olmayan Halil Rıfat Paşa her ne kadar o önemli yazıları sumen altı ettirse de Vilayet İdare Meclisi’ndeki resmî kayıtları ortadan kaldıramayacaktır. Bu nedenle yukarıdaki kötü işleri ne zaman ortaya çıkarmak istenirse bu kolaylıkla yapılabilir.
Oturduğumuz o iskemleler üzerinde bu arkadaşlar bu sözleri üzüntü ve acıma duygusu içerisinde anlattılar. Bu gibi hem devletin hem de padişahın düşmanı dinsizlere sahip çıkmanın ve devlet kadrolarında bunları istihdam etmenin amacı ne olabilir ki anlamak mümkün değil. Biraz hava almak amacıyla çıktığım vakit buluştuğum bu kişiler ile gerçekleştirdiğimiz sohbet bu şekilde hararetli bir konuya doğru sürüklenince hepimizin içine ateş bastı. Bu nedenle ortamda huzur kalmayınca vedalaşarak oradan ayrıldık.
Ertesi sabah Halep’ten yola çıkarak İskenderun istikametinden deniz yoluyla Mersin’e geçtim. Annemi Adana’ya bıraktım. Ardından Silifke istikametine devam ettim.
SİLİFKE
Silifke, kadim dönemlerde Selefikiya-yı Trahya adıyla bilinmektedir. Güneydoğusundan bulunduğu Mersin’e 68 kilometre uzaklıktadır. Göksu Nehri’nin sağ sahilindeki bir dağın eteğinde konumlanmıştır. Bu küçük liva sancağının nüfusu 2 bin 500’dür.
Silifke’nin şimdiki yeri MÖ 311’de Selefkiyan yönetimi zamanında büyük bir körfez idi. Harabelerin tamamen bayırlarda bulunmasından anlaşıldığı üzere Kasabaya doğru olan tepedeki kale o dönemde limana hâkim bir yerde bulunmaktaydı. Şehrin önünden geçen Göksu Nehri’nin kendi yatağından getirdiği kumlar Akdeniz sularının doğal yoldan çekilmesine meydan hazırlamaktadır. Bu nedenle sahilden kasabanın başlangıcına kadar olan uzunluğu 16 kilometre olan ovanın sonradan oluştuğuna dair hiçbir şüphe bulunmamaktadır.
İlk Çağlarda gerçekleşen savaşların sertliğini ve büyüklüğünü sergileyen Silifke Harabeleri’nin çoğunluğu Mersin yolu üzerindedir. Yine bu yolun orta kısmındaki Paşa Türbesi civarında buluna “Karikus” adı verilen kadim şehrin her tarafa savrulmuş harabeleri bahsettiğim o kanlı savaşları akla getirmektedir.
Hâlen mevcut olan Kızkalesi olarak da bilinen kayalık bir ada üzerindeki Gorgus Kalesi adlı eski kale de bu harabelerin tam karşısındadır. Limos Nehri suyunu bu kaledeki büyük su sarnıcına taşıdıktan sonra kolaylıkla gemilere dağıtmak amacıyla suyu dereden dereye aktarmak için yüksek ve sıralı taş köprüler yapmışlar. Bu surları nehrin üzerinden aktarmalarına bakılırsa o çağlarda su terazisi tekniğinin henüz bilinmediği anlaşılıyor.
ERMENEK
Ertesi sabah güneşin doğuşuyla birlikte Silifke’den ayrılarak öğlenden sonra Gökbelen’e geldim. Burası Silifke’nin güneybatısına düşmekte ve aralarında 30 kilometre mesafe bulunmaktadır. Yeşil bir vadi olan bu toprakların suyu bol, havası güzel ve bağ ve bahçe bakımında zengindir. Silifke’nin varlıklı insanları yaz mevsiminde buraya gelir eylül sonlarına kadar kalırlar. Buradaki her bir bağda birer yazlık bulunmaktadır. Gökbelen’de bir gece konakladım. Ardından sabah yola çıkarak gün ortasında Arik Deresi’ne ulaştım. Güneş battıktan sonra ise Ermenek’e varmıştım. Karun gibi yerin dibine geçmiş olan bu güneş görmez gölgeye boğulmuş dereden Ermenek’e geçtim. Fakat beş saat yokuş yukarı yaptığım bu seyahat çekilir bir dert değildi.
Ermenek ile Silifke arası yirmi beş saat sürmektedir. Boğa Sıradağları’nın zirvesinde bulunan Ermenek 120 metre yükseklikte korkunç bir uçurumda konumlanmıştır. Havası güzeldir. Suyu çok kalitelidir. Bulunduğu yerin manzarası ferahtır. Şehrin her tarafı bağ ve bahçe ile doludur. Sokakları dardır ve iki kişinin yan yana geçmesi dahi zordur. Öyle ki değil insan şeytan dahi asasıyla burada hareket edemez. Bayırlarının tamamen kaplayan bağ ve bahçelerinde gezinirken bir kişinin kazara ayağı kaysa derinliği yürümeyle beş saat mesafe alan büyük vadinin en altına kadar bir dakikada Göksu Nehri’ne ulaşır.
Dış görünüşü hiç de iç açmayan evleri, aynen sokakları gibi düzensizdir. Şehrin nüfusu 4 bin civarındadır. Gezinti yapılması zor bir yamaca kurulmuş olan bu şehirde üç gün konakladım. Ermenek sonrası Karaman’a geçtim.
KARAMAN
Karaman uçsuz bucaksız verimli bir ovanın ortasında bulunmaktadır. Su kaynakları bol, bağlık ve bahçelik bir şehirdir. Nüfusu 8 bin olan Karaman düzenli yapıları ve sokaklarıyla bayındır bir kasabadır. Yolculuk istikametimde olan burada bir gece konakladım. Ertesi sabah araba ile yola çıkarak bir gün içerisinde Konya’ya ulaştım.
KONYA
Anadolu vilayetleri içerisinde önemli bir yeri olan Konya, kendi adıyla anılan ucu olmayan bir ovanın kıyısında bulunmaktadır. Şehrin bugün itibarıyla nüfusu 44 bindir. Nereye giderseniz gidin Konya gibi bereketli ve pazarı ucuz bir şehre kolayca rastlayamazsınız. Mesnevi Şerif’inde geçen “Köpeğin imanı var, kadının imanı yok.” kelimeleri ile anlatmak istediği derin düşünceye önceleri itiraz etmeme rağmen kazandığım hayat tecrübesi sonrası takdir ettiğim Mevlana Celaleddin Rumi hazretlerinin mübarek kabirlerini ziyaret ettim.
Bu ziyaretin ardından ise Konya’dan tren ile ayrılarak Eskişehir’e ve oradan da hiç vakit kaybetmeden İstanbul’a geçtim. Eskişehir’e gece varıp, güneş doğmadan ayrıldığımız için gayet tertipli istasyonu dışında hiçbir yerini görme fırsatım olmadı. Konya’dan İstanbul’a tren menzili 450 kilometredir.
YENİDEN İSTANBUL
İstanbul’a geldikten iki gün sonra Ermenilerin Osmanlı Bankası’na baskın yapmak gibi bir eşkıyalık ve ahmaklığa yeltendikleri haberi yayıldı. Güya fırıldakçı İngilizlerin menfaatlerine hizmet etmek için kendi canlarını ortaya atan bu bir avuç milletin yapmış olduğu alçaklık ve nankörlük herkesi şaşkınlığa sevk etti.
Osmanlı Devleti’nden gördükleri bu kadar güzel muamele ve iyiliğin kıymetini anlayamayan bu kötü karakterli milletin yeltendiği bu eşkıyalığa engel olmak ve yapanları da yakalamak için İstanbul’un sokakları ve caddeleri güvenlik güçleri ile doldu. Gece gündüz demeden dolaşan bu süvari ve piyade alayları ile birlikte jandarma ve polis birlikleri gibi cesaret sahibi insanlardan yol bulup da ilerlemek çok zor bir hâl almıştı. Bu nedenle hiçbir yere çıkamıyordum. Ne zaman canım sıkılsa Telgraf Bakanlığı binasının bulunduğu Gülhane Parkı’na ve Sarayburnu’na dolaşmaya giderdim. Bu vesileyle de o bölgede bulunan Devlet Müzesi’ni (Arkeoloji Müzesi) de sıkça ziyaret etmeye başladım.
Devletimizin tavizsiz üzerinde durduğu düzen ve intizamın bir meyvesi olarak en iyi şekilde sergiye açılan müzedeki kıymetli eserler saymakla bitmeyecek sayıdadır. Bu müze, geçmişin ilim ve gelişimini öğrenebilmek ve bu sayede bugün sanayi ve teknikte gelinen noktayı kavrayabilmek için kurulmuştur. Tamamen sergilenen eserlerle dolu bu kültür yuvasında bulunan eski eseler, sanat eseleri ve insanda merak uyandıran tasvirlerin en önemlilerinden bir de Büyük İskender’in mezar taşıdır.
İstanbul’a bu üçüncü gelişimde Bakan Hasan Ali Bey vefat etmiş, onun yerinde de yadigârı Boşnak Hüseyin Hasip geçmişti. Hatta aynı zamanda Meclis Başkanı Reşat Bey ile heyet üyelerinin çoğu değişmişlerdi. Bu arada Halep başlığında yaptığı kötülükler anlatılan soysuz Bedri oradan Adana’ya kovulduğundan bahsetmiştik. Fakat Sadrazam Halil Rıfat Paşa’nın sırdaşı konumunda olan Hacı Ağa’ya çok pahalı hediyeler göndererek görev yerini önce Posta Müdüriyeti vekili olarak İstanbul’a, oradan da Telgraf Bakanlığı muhasebeciliğine aldırmış. Bu şekilde gönlü alındığına hayretle şahit oldum.
Koskoca bir Bakanın okuma yazma bilmeyen ve rüşvetçi bir hizmetkârının ağzıyla iş yapması sonucu böyle rezil adamların korunduğunu büyüklük kapısı efendimize arz eden bulunmamaktadır. Daha doğrusu herkesin Ata Beyzade Cavit’in şerrinden korktuğu esnada Süleyman ne yapsın? Padişahımızın bu kadar kendisine sadık hizmetkârları bu durumdan habersiz değil ya! Kesinlikle bekledikleri bir nokta bulunmaktadır. Bu düşünceyle o adamın kötülüklerinden daha fazla bahsetmeyerek susmayı tercih ettim.
Soysuzlar ne zaman ellerine imkân verilse firavun kesilirler. İşte bu soysuz sınıfının önde gelenlerinde biri olan Bedri de Hüseyin Hasip gibi ellerine geçirdikleri tımarhane kaçkını, bilgisiz ve akıldan nasibi olmamış Bakan’ın maaş dışında bir fikrinin olmadığını anlayınca idareyi sahipsiz ve meydanı da boş bulmuşlardı. Bu adam, eline geçirdiği Bakanlığın muhasebeciği ile Bakanlık İdare Heyeti üyeleri arasına da girmişti. Böylece başı göğe ererek rast gelene sataşmaya başlamıştı. İyice kuduran bu kuduz köpek, iktidarsız Bakan’ın akıl hocalığına da soyunmuştu. Bu şekilde Bakanlıktaki tüm ipleri eline geçirdiği için derdimi de kimseye anlatamadım. Sonuç olarak da 260 kuruş maaş kesintisi ile Dırac Müdürlüğü’nü kabul etmek zorunda kaldım.
Hükûmetimizin mahvedici gücüne karşı koymanın mümkün olmadığını çok acı bir tecrübe ile anlayan Ermeni bozguncuları delikten deliğe kaçarken Halep başlığında anlattığım gibi bu bozguncuların en hayırsız yardımcıları olan Bedri’nin ise tam aksine yüksek makamlara getirildiğini ve ödüllendirildiğini gördüm. Bu karmaşık günlerde ben de İstanbul’dan ayrılarak Dıraç’a doğru hareket ettim.
Önce İzmir’e gidip, oradan başka bir vapura aktarma yaparak doğrudan Mersin’e geçtim. Oradan da Adana’ya geçip orada bulunan annemi yanıma aldım. Sonra da deniz yoluyla Selanik’e doğru yol aldım. Bu esnada Yunan sınırına yoğun bir şekilde asker sevki ve savaş malzemeleri nakli gerçekleşmekteydi. Gece gündüz durmadan yapılan bu sevkler nedeniyle Tren Yönetimi kimseye bilet vermiyordu. Bu nedenle tekrardan vapura binerek Girit adasına ait Kandiye, Retna ve Henya iskelelerine uğradık. Ardından da Pire, Korfu ve Avlonya istikametinden Dıraç’a ulaştım.
DIRAÇ
Dıraç, Osmanlı Avrupası’nın batı sınırını çizen Adriyatik Denizi sahilindeki en büyük ve en güzel kasabamızdır. Geniş bir körfezin kuzeybatı ucunda olan kayalık bir buruna kurulmuştur. İlirya, yani eski Trieste krallarından olan Pidamyus zamanında kurulmuştur. Şehir onun halefi Dırahyos zamanından büyüme kaydedip daha güzel hâle geldiği için Dırahyum adını da almıştır. Şimdi kullanılan Dıraç isminin buradan kaynaklandığı ya da Yunanca’da korkunç anlamına gelen pidamyus veya kayalık demek olan dırahyon kelimelerinde geldiği tarih kitaplarında net olmamakla birlikte ifade edilmektedir. Buranın yerli halkında edindiğim bilgiyi de aşağıda ekliyorum.
Diraç ismini “Durres” olarak ifade eden Arnavutların söylediklerine göre şehrin kurulduğu yarımada milattan önce yaşanan bir deprem sonucu denizin derinliklerine batarak gözden kaybolmuştur. Yarım yüzyıl sonra tekrar gün yüzüne çıkıp eski hâlini alsa da bundan böyle kimse oraya gitmeye cesaret edememiş. Bu nedenle yıllar boyu bu bölge boş kalmıştır. Sonraları Dıracu isminde bir Çingene kendi birlikte olduğu halkıyla bu bölgeye korkmadan girerek burada yaşamaya başlamışlar.
Burada yaşayan diğer topluluklar ise bahsettiği bu topluluktan çok sonra gelip yerleşmişlerdir. Onlar da daha evvel verilen Dıracu ismini kullanmaya devam etmişlerdir. Avrupalıların da Dıraç yerine Dıracu kelimesini tercih etmeleri bu anlatıyı dolaylı bir şekilde doğrulamaktadır.
Ben Dıraç’a geldiğimde buranın Sancak Beyliğini yapan mutasarrıfı Muharrem Bey’di. Bu şahıs bir yıl sonra İpek’e tayin edildi ve onun erine Arapzade Rıza Paşa görevlendirildi.
Bahsettiğim bu kişilerin ikisi de güler yüzlü, iyi huylu, tatlı dilli olmakla birlikte sohbet ve nezaketleri insana hoş gelen namuslu insanlardı. Geldiğim dönemde buranın yazışma müdürlüğünü Tiran beylerinden Kazım Bey; meclis idare başkâtipliğini şehrin itibarlı kişilerinden İsmail Efendi; muhasebeciliğini Bursalı Rıza Efendi; Kadı Ali Efendi, savcı vekilliğini Erkan-ı Harp Kaymakamı Manastırlı meşhur Osman Senai Bey’in kardeşi Davut Efendi; ceza mahkemesi başkanlığını İsmail Bey ki kendisi o kötü namlı Bedri’nin ne kötü bir adam olduğunu bilen ve Bedri’nin hemşehrilerindendi; Divan-ı Umumi mahkemesi başkanlığını Ali Bey ki bu kişi de o kötü namlı Bedri’nin nasıl biri olduğunu bilen ve Bedri’nin hemşehrilerindendi; belediye başkanlığını Tiran beylerinden meşhur Hacı Beşir Ağa soyundan gelen Süleyman Ağa; idare meclisi üyeliğini Bosna göçmenlerinden Süleyman Ağa; belediye azalığını bir önceki kişinin kardeşi Hacı Ahmet Ağa; belediye doktorluğunu Yanya asilzadelerinden Naki Efendi; vergi müdürlüğünü Podgoriçe göçmenlerinden ve asilzadelerinden Zeynel Efendi yapmaktaydılar.
Bu şahısların hepsi varlıkları ile övünülecek insanlardı. Böyle asil ve nazik insanların olduğu Dıraç’a görevlendirilmekten dolayı kendimi çok bahtiyar kabul görüyordum.
Kale surları içerisinde bulunan Telgrafhane’nin yıkık bir vaziyetteydi. Bu nedenle bölge zenginlerinden Torka adındaki birinin deniz kenarında yaptırdığı yüksek kâgir evin ikinci katının yarısını kiraladım. Sonra da makineleri oraya taşıdım. Bir zaman sonra medeniyet tutkunu Padişah Hazretleri sayesinde resmî izin alarak yeni bir telgrafhane yaptırdım. Kalenin büyük kapısı üzerine iki katlı yüksek ve donanımlı ve şekilde yapılan bu telgrafhane sayesinde yönetimi kira köşelerinden kurtarmayı başardım. Buradaki mesele sadece resmî bir makamın kiralık bir yerde olması değildi. Ayrıca o bahsettiğim binada Avusturya ve Yunanistan’ın konsoloslukları da kirada durmaktaydılar. Bu kurumların resmî ve bayram günlerinde çektikleri bayraklar yazışma odasının camında aşağı sarkıyordu. Bu şekilde istemeden de olsan üstüne yabancı bayrağı çekilen bu yerde memuriyet yapmak bana uyan bir durum değildi. Bu konuyu ilgili yerlere arz edip yeni bir telgrafhane yaptırma izni alıncaya kadar çok zorluklar yaşadım.
Küçük bir belde olan Dıraç ticaretinin canlı olması nedeniyle bünyesinde gayet yüksek yapılar barındırmaktadır. Şimdiki Kosova Valisi Hafız Mehmet Paşa mutasarrıf iken denizin kenarını süsleyen belediye bahçesi yakının kâgir olarak yaptırılan Hükûmet Dairesi’nin yüksekliğinde bir binaya livalarda değil vilayet merkezlerinde dahi sıkça görülen bir resmî daire değildi.
Sultan II. Mahmut hazretlerinin tanınmış vezirlerinden Kırım Fatihi merhum Gedik Ahmet Paşa Hicri 886’da Avlonya’yı ele geçirmiş, İtalya yarımadasındaki Otranto ile birlikte başka birçok kaleyi fethettikten sonra Dıraç’ı kuşattığı esnada şehit düşmüştür. Bu nedenle kabri şarampolün dışındaki geniş çimenliğin ortasında bulunmaktadır. Din ve devlete övgüye layık hizmetler yapan böyle temiz vicdanlı bir vezirin Edirne’de bir hamamda idam edildiğini yazanlara bu cevabı vererek bu yalandan uyanmalarını umuyorum. Kaldı ki bu dayanaksız yakıştırma Avrupalıların düşmanca yazdırılmış kayıtlarından alınmış uydurma bilgilerden biri olarak yalanların en kötüsü sıfatını hak etmektedir.
Dıraç’ın kurulu bulunduğu yarımadayı kuzey tarafından bağlı bulunduğu kara parçasından keserek ada hâline getirmek amacıyla kadim topluluklar tarafından bir kanal açılmıştır. Bu kanal şimdi toprak ve döküntülerle doludur. Bu nedenle bataklık hâline gelen bu yerden şimdilerde yüklü miktarda tuz çıkarılmaktadır. Limanın doğusundaki Kavaye adı verilen sahilde de işletilen zengin bir tuz madeni bulunmaktadır. Dıraç şehrinden bulunduğum dönemde şehre yakın mesafede olan Kavaye, Şiyak, Tiran ve Akçehisar gibi kasabaları ziyaret ettim.
KAVAYE
Bunlar içerisinde Kavaye, batıdan doğuya doğru uzanan büyük ve bereketli bir ovanın sahiline yakın bir yerdedir. Kasaba insanı ticarete düşkündür. Aynı şekilde geniş ve verimli odası, dağları ve bayırları ormanlarla örtülüdür.
TİRAN
Yukarıda bahsedildiği gibi güzel bir ovanın kıyısına Hicri 1027 yılında bölge emirlerinden merhum Süleyman Bey tarafından kurulan Tiran Arnavutlukta mevcut büyük şehirlerin küçük olanlarında olsa da en önemlisidir. Burası Makedonya’nın önde gelenlerinin üs olarak kullandığı yer olması nedeniyle çok sayıda yüksek bina bulunmaktadır. Her köşesi zümrüt gibi yemyeşildir. Sokakları geniş ve tertiplidir. Ticari anlamda iyi bir noktada olan bu güzel şehrin yaklaşık 20 bin nüfusu bulunmaktadır. Keten gömleklerin en kalitelisi burada üretilmektedir. Bugün Hindistan’daki bir sınıfın geliştirmeye çalıştıkları yerli kıyafetlerine uygun ve onlar için kıymetli olan bu gömlekler eğer Hindistan’a gönderilebilse milyonlarca adet satılabilir.
ŞİYAK
Dıraç’a 4 saat mesafede ve onun kuzeyinde bulunan Şiyak kasabası Podgoritsa ve Ölgün göçmenlerinin yarım yüzyıl önce kurdukları yeni bir beldedir. Bu nedenle henüz şehir mimarisi oturmamıştır. Bu kasaba İbşim Ormanı batı köşesinde ve Tiran yolu üzerindeki bereketli ve sulak bir ovada konumlanmıştır.
AKÇEHİSAR
İslam dininin Arnavutluğa girişinden, diğer bir ifadeyle Osmanlı’nın Avrupa kıta sahasına yayılmasından önce Akçehisar denen bölgeyi kendine merkez edinen Yan Kasturyan’ın oğlu asi İskender’i ele geçirmek için kırk yıl boyunca devam eden savaşlar esnasından Osmanlı ordusunun verdiği şehitler bu dağın eteklerinde yatmaktadırlar. “Her nefis ölümü tadacaktır.” ayetinin şahitlik ettiği gibi sonu şüphesiz ölüm olan şu fâni dünyada şehitlik mertebesine ulaşan o bahtiyar müminlerin yattıkları o kutlu kabristan şu an yeşil bir orman içerisindedir. Akçehisar’da ne han ve otel ne de yabancıların gece konaklayabileceği özel bir yer bulunmaktadır. Bu nedenle bir gece Kaymakam Şerif Bey’in evinde misafir oldum ve ertesi gün Dıraç’a geri döndüm.
Sırbistan’da ne ve kim oldukları herkesin malumu olan Galiçai kabilesinin dolaşıp durduğu Niş Dağları’ndaki mağaralarda nesilden nesile hayat sürerlerken babası Davulcu Ali’nin ilkbaharda kurduğu kıl çadır altında yaptığı maşa, kürek, ıskara ve öküz nalını annesiyle birlikte mahalle araların sattığı zamanlarda bu Bedri zurnacı Puka Mahmut diye bilinirmiş. Şimdi Telgraf Bakanlığı muhasebecisi olan Bedri’nin şu durumunu kendileri de Nişli olmaları sebebiyle Bedri’nin önceki hayatını ve ecdadını detaylıca bilen Dırac’ın Divanı Umumiye başkanı Ali Bey ile Ceza Mahkemesi Başkanı İsmail Efendi’den öğrenmiştim. Daha sonra bu meseleyi ilgili yerlere anlatmak istedim. Fakat Bakanlığı küçük düşündürmeye çalıştığım iddia edilerek bu adamın hatırı için beni görevden aldılar.
Kadınların iddet süresi gibi burada da iki yıldan biraz fazla görev yaptığım esnada yine Bakanlık bana memurluk görevimi yerine getirmemi kolaylaştırıp izin vermedi. Böylece Bakanlığın bir zulmü olarak görevden alındım. Bunun üzerine yola çıktım. Yine Avlonya, Serenduz, Korfu ve Pire istikametinden Yunanistan’ın başkenti Atina’ya geldim. Burada birkaç gün dinlendikten sonra İstanbul’a devam ettim.
AVLONYA
Avlonya limanı, kendi adıyla anılan geniş bir körfezin batısında bulunmaktadır. Liman, her köşesi zeytinliklerle örtülü bir yeşil tepenin üzerinde kuruludur. Avlonya, deniz kıyısına yirmi dakika mesafede 7 bin nüfuslu güzel ve bayındır bir kasabadır. Limanı çok işlektir ve ticareti kayda değerdir.
SERANDUZ
Yine Yanya şehrinin ana iskelesi olmasına rağmen Seranduz ise çok gelişmemiştir. Üç beş evden oluşan bu yer arazi olarak taşlık harabe bir köyü andırmaktadır.
YUNAN ŞEHİRLERİ
KORFU
Korfu, Yunan Devleti’ne (Yunanistan) bağlı yedi adanın büyük olanlarından biridir. Otranto Boğazı’nın dışında kalan bu ada doğu istikametinde karşısında bulunan Seranduz ile arasında yarım saat mesafe bulunmaktadır. Şehir, kendi adıyla anılan bereketli bir adanın ortasındadır. Bayındırlık bakımında çok iyi olan bu şehrin nüfusu 25 bindir. Güvenilir ve gelişmiş olan limanı Adriyatik Denizi’nde sefer yapan gemilerin uğrak bir yeridir. Bu nedenle ticari olarak işlektir. Çok güzel olan iskelesinin üç tarafına da yapılmış olan düzenli rıhtıma küçük vapurlar yanlamasına sıralı bir biçimde yanaşmaktadırlar. Bu verimli güzel ada bir zamanlar Fransız ve İngiliz devletlerinin idaresindeyken içinde yapılan yüksek binalar rıhtım boyunca bulunmakta ve iç taraftaki geniş meydanı çevrelemektedirler. Bu meydanın her tarafı ağaçlıktır. Deniz kenarındaki kısmında ise Yunan Kralına özel küçük bir yazlık bulunmaktadır. Havası güzel ve suyu kalitelidir. Korfu’nun her yeri gül bahçesi gibidir. Tepeleri, bayırları zeytinlikler ve vadileri ise portakal ve limon ağaçları ile doludur. Bu verimli adada her cins tahıl yetişmektedir. Yunan şehirleri içerisinde Teselya’dan sonra verimli olan ikinci yeri yalnız bu adadır.
PİRE
Burası Atina’nın bir iskelesi olan Pire’de birbiriyle iç içe iki tane güvenli liman bulunmaktadır. Doğal bir liman olarak devam eden dış limana henüz dokunulmamıştır. Bu limanın çevresinde bina ve yapılaşma bulunmamaktadır. Korfu iskelesinde olduğu gibi diğer limanın üç tarafı da düzenli bir şekilde tamirden geçirilmiştir. Yine baştan başa inşa edilen rıhtım boyunca resmî ve özel çok sayıda yapı bulunmaktadır.
Burası resmî hizmete özel bir tersane olarak kullanılmaktadır. Limanın hem Belediye binası ile Dış Liman’ın ağız tarafına konuşlandırılmış istihkâm yerleri arasında kalan sağ kısmını, hem de gümrük ve fener idareleri ile aynı hizada olan sol kısmını tamamen Yunan gemileri kaplamaktadır. Ticaret gemileri ise bu zırhlı gemilerin park hâlinde yattıkları yere kadar yanaşsalar da zincirlemek için boş bir yer bulamamaktadırlar. Bu nedenle dışarıdaki körfezi yenileyerek buraya bir askerî liman yapılması planlanmaktadır. Fakat hem yetersiz ticaret hacmi nedeniyle hem de 20 bin nüfustan ibaret büyüklüğü ile şehrin oralara kadar uzanması mümkün değildir.
Şehrin mevcut binaları genellikte kâgirdir ve ancak bir kısmı düzenlidir. Caddeleri ise tamamen geniş ve düzenlidir.
Bu kasabanın ziyaret edilebilecek yerleri arasında yalnızca Osmanlı Devleti zamanından kalma Paşalimanı üzerindeki meydan ile iskeledeki rıhtımda bulunan Belediye Dairesinin çevresi mevcuttur. Kurulduğu düz yoldan başka bir istikamete gitmeyip diğer sokaklara uğramayan buharlı tramvayı bulunmaktadır. Bu taşıt şehre 7 kilometre mesafede bulunan Atina’ya kadar devam etmektedir. Ayrıca atlara bağlı başkaca bir treni de bulunmaktadır.
ATİNA
Pire’den başlayan küçük ve kumsal bir ormanın doğu tarafının sonunda bulunmaktadır. Etrafı otsuz ve ağaçsız tepelerle çevrilidir. Şehrin bazı yerlerinde hafif bir yükselti olsa da düzlük bir alanda kuruludur. Atina, kadim Yunan medeniyetinin merkezi olduğu gibi bugünkü Yunanistan devletinin de başkentidir. Şehrin nüfusu 30 bindir. Genellikle kâgir ve ham mermerden yapılan bina ve evlerinin manzarası güzeldir. Sokakları hem geniş hem de düzgündür. Meydanları ise bezemeli ve tertiplidir. Yunanistan’ın en büyük ve bayındır şehirdir. Ticaretinin işlek olduğuna dair bir gözlemim olmadı. Bu konu mevcut hâli ile uyumlu bir durumdur. Kral Sarayı’nın (Cumhurbaşkanlığı Sarayı) önünde bulunan alan seçkin en önemli meydanıdır.
Belediye bahçesi bu meydanın en alt tarafındadır. Yine bu bahçeye bakan yüksek bir bina içerisinde süslü iki kapısı olan bir gazino bulunmaktadır. Seçim zamanlarından meydana toplanan amigolar iki gruba ayrılırlar. Her bir parti taraftar grubu bu gazinolardan birine geçer orada bu slogan amaçlı bağrışmalarını devam ettirirlermiş. Bu şehirdeki en seçkin gezinti alanı kral sarayının yakınında bulunan ağaçlık bölgenin batısına düşmektedir. Deniz kıyısındaki nadide güzelliklerle dolu bu alanın adı Falura’dır (Paleo Faliro). Şehir halkının gezip eğlemeye meraklı olanları ikindi vaktinden gece yarılarına kadar buraya gelip nefeslenirler. Buradaki denizin sahili sığdır. Bu nedenle denizin içinde doğru halkın dolaşması için geniş ve uzun bir ahşap iskele yapılmıştır. Bu yerin karşısında çok sayıda gazino, düzenli lokantalar ve rengârenk çayevleri bulunmaktadır. Yerli oyuncuların oyun sergiledikleri bir yaz tiyatrosu mevcuttur. Burada her gece tiyatro, cambaz ve hokkabaz oyunları sergilenir. Diğer yandan, bu alanın yakınında Almanya ile Fransa arasında Miladi 1871 yılında gerçekleşen savaşı canlandıran bir tablonun sergilendiği Panorama adlı bir yer ile ayrıca bir de müze vardır.
Başkaca şehirde buluna tarihî yapılar ve eserler ise Akropol adını verdikleri tepe üzerinde Panteon adındaki eski bir tapınaktan kalan mermer sütunlar dikkat çekmektedir. Yine bu tepedeki meşhur Arhiton Tiyatrosu’nun[30 - Yazar burada muhtemelen Dionysos Tiyatrosu’ndan bahsetmektedir. (ç.n.)] dikili sütunları kendini göstermektedir. Bu sütunlar, 1 metrekare şeklinde kesilen ham mermerlerin birbirine eklenmesiyle oluşturulmuştur. Bu sütunlara yapılan bezemeler tek şekildir. Gezinti esnasında ayrıca bir sanat ve süsleme tarzı dile getirilmemiştir.
Bu sütunlar bazıları oval bazıları ise dört köşeli olarak kalından biraz inceye doğru yükselir. Aşağıdan yukarı doğru uzanan oymalar ile çepeçevre işleme yapılmıştır. Tepe kısımlarındaki yine dört köşeli ya da oval sütun başlıklara kabartma süslemeler işlenmiştir. Bu süslemelerin hepsi aynı şekildedir. Akropol’deki sütunların da bir kısmı devrilip parçaları ayrılmış vaziyettedir. Sütunlar arasında parçaları birbirine bağlı tutan demir kenetleme yerleri ortaya çıkmıştır. MÖ 1506’da bu bölgeye gelen Mısır göçmenleri reisi Şikrub, Akropol Tepesi’ne şehri ilk kuran kişidir. Mısır’ın Tenta vilayetine bağlı Kefreziyat kasabasından gelen ve liderleri Şikrub’un da bu kasabanın Salhecir köyünden olduğu bu Mısırlı göçmenler kurdukları bu şehre de eski vatanlarının ismi Kefreziyat adını vermişlerdir. Kekropya da denilen bu yere Yunanlar zamanla Akropol ismi ile hitap etmeye başlamışlardır. Yunanlar, bu tepeye daha sonra yaptıkları tapınağa akıl tanrıçası Atena ismini koymuşlardır. Diğer bir ifadeyle Zühre isimli putlarının adını bu şehre vermişlerdir.[31 - Zühre bir Roma tanrıçasıdır. Aşk tanrıçası manasındadır. (ç.n.)]
Osmanlı Devleti Atina’da diğer Yunan şehirlerinde olduğu gibi dört yüz yıl hüküm sürmüştür. Şimdilerde Müslüman bir kişi dahi bulunmamaktadır. Müslümanlar bir dönem tamamıyla buradan göçüp gittikleri için İstasyon yakınında bulunan Mustafa Ağa Cami bugün boş ve harap bir vaziyettedir. Pire’de konaklamaya gittiğim Makedonya Oteli’nin kiracısı Türkçe biliyordu. Bu nedenle Atina gezilerim esnasında da burada kalıp gün içinde Atina’ya gidip geldim. Çünkü her yarım saatte bir Atina’ya tren seferi vardır. Araba ile de gitsen ücreti bir Yunan drahmisidir.
YUNAN ŞEHİRLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Yunanistan, Balkan yarımadasının güneyinde bulunmaktadır. Kuzeyinde Osmanlı Devleti toprakları, doğusu Ege Denizi, güneyi ve batısı da Akdeniz ile çevrilidir. Tahminî olarak 75 bin kilometre genişliğindedir. Bu ebat bugünkü Trablusgarp vilayetimizin sekizde biri büyüklüğündedir. Nüfusu 1,5 milyon olan bu ülkede kilometrekareye otuz altı kişi düşmektedir.
Yukarıda bahsedilen nüfusun 25 bini Teselya’da yaşayan Müslüman halktır. Geri kalanı ise Hristiyanlık dinine mensuptur. Barış zamanında 24 bin askeri mevcuttur. Seferberlik zamanında dahi bu sayı azami 75 binin üstüne çıkamamaktadır. Üç gemi ve birkaç torpidodan ibaret savaş gemileri mevcuttur. Yıllık üç milyon geliri, yıllık giderinden az olduğu için ekonomik bakımdan sıkıntılı bir dönem geçirmektedirler. Miladi 1893’te borçlarına karşılık bir ödeme yapamayınca iflasını ilan etmiştir. Bu nedenle ekonomi yönetimini büyük devletler devralmış vaziyettedir. Borçları 900 milyon franka dayanmıştır. Bu rakam 30 milyon İngiliz sterlinine denk gelmektedir. Her ne kadar geniş toprakları, verimli arazisi ve zengin doğal kaynakları olsa da halkı denizden tuz ve sünger çıkarmaktan başka bir bilgisi olmayan bir devlet için bu borcun ödenmesi mümkün değildir.
Atina ve Pire’de kırk iki gün dinlenmek maksadıyla konakladım. Ardından Nemse vapuruna binerek İstanbul’a geri döndüm.
TEKRAR İSTANBUL VE BAŞKENT BÜROKRASİSİ
Allah’ın bir lütfü ve keremi olarak yüz akıyla İstanbul’a geldim. Bundan haber alan acımasız hain ve korkak Bedri bir hastalık bahanesiyle evinden yirmi gün çıkmadan gizlendi. Hangi kanun ve kural gerekçe gösterilerek görevden uzaklaştırıldığımı sorup öğrenmek için kurumdaki odasına gittim. O esnada Bakan beni görünce “Aaa! Süleyman Efendi geldiniz mi? Vah zavallı. Allah biliyor, birinin hatırı için sana zulüm sayılacak böyle bir uzaklaştırmaya ben kesinlikle razı olmadım. Bedri Bey ısrar ve kayırmacılık yollarını deneyerek heyet üyelerinden imza toplamış. Bu yazıda benim onayım ve imzam bulunmamaktadır. İstersen git kararı sana göstersinler!” şeklinde sözler sarf etti.
Koca bir bakan eğer ki kanun çerçevesinde olan yetkisini kullanamadığını sıkılmadan böyle açık bir şekilde ifade ediyor ve âcizliğinden bahsediyorsa buna karşı başka bir kelam etmemekten başka nasıl mukabelede bulunulabilir ki? Ben de kısa bir ifadeyle “Bedri, heyet üyelerinden ağlayarak imza dilendi ise isteğini yaşatıp istemediğini öldürmeyi başarmış değildir. Şevketli Efendimizin merhamet kapıları zulme uğrayanlara açıktır.” şeklinde cevap verip oradan ayrıldım.
Zulüm görenlerin haykırış ve yardım taleplerine cevap vermeyi kendisine hayat düsturu edinen doğruyu yanlıştan ayırma vasfına sahip bir padişah olan Efendimizin Allah ömrünü, sağlığını, geleceğini ve büyüklüğünü bereketlendirsin. Yaşamış olduğum bu gereksiz yıkım her şeyden haberdar olan hazreti Halifemize ulaştıktan sonra adalet tecelli etti. Padişahımızın çıkardıkları bir irade ile hakkım teslim edilmiştir. Mabeyin Başkâtibi Devletli Tahsin Paşa hazretleri Hazreti Halife’nin bu iradesini Yıldız Telgraf Merkezi Müdürü Vehbi Beyefendi hazretlerinin vasıtasıyla Bakanlığa gönderdiler.
Bedri gibi köpeklerin çirkin düşüncelerini onaylayıp şeytani işlerine ortak olarak onlara yakınlık gösteren Bakanlık İdare Meclisi’ndeki bazı dalkavuklar “Dostlara iltifat ederek, düşmana da kin ve düşmanlığını örtüp sanki dostmuşsun gibi görünerek muamelede bulun.” cümlesini yanlış anlamış ve ona göre hareket etmişlerdir. İşte bu adamlar bırakın benim iyiliğim için bir şey yapsınlar aksine Dıraç’a giderken maaşımdan yapılan kesitinin iade edilmesini görmezlikten gelme hayâsızlığına da başvurdular. Talebimin daha sonra işleme konulacağına dair Yüce Osmanlı Hanedanı üzerine de yemin edip beni kandıran Meclis Başkanı Selahaddin Bey yalan vaatlerde bulundu. Onun bu vaatlerine kandım ve bana teklif ettiği Karesi Posta ve Telgraf Müdürlüğü görevini kabul ettim. Çünkü o zamanlar böyle bir dalkavuk cemaatinden uzak durmayı kendim için bir kazanç olarak görmüştüm.
Mabeyin Başkâtibi Devletli Tahsin Paşa hazretlerinin “Sana burada başka bir birimde güzel bir memuriyet verelim. Telgrafçılığı artık bırak.” şeklinde buyurdukları iyiliği kabul edip bunun benim için ne kadar kıymetli olduğunu anlamakta cahillik ettiğimi çok sonraları fark ettim ve pişman oldum. Karesi’ye gidip orada göreve başladıktan sonra Selahaddin Bey bana yapılan vaat ve yeminleri yerine getirmedi. Öyle ki din ve devlet düşmanı hain Bedri’ye yaranmak için benim haklarımın korunmasını emreden Padişahımızın iradesini dahi inkâr etme cesareti göstermişti.
Merhametsiz ve şefkatsiz Bakanlık iki yıl boyunca sürekli yaptığım çığlıkları dikkate almadı. Kurumun bu küstahlığından çok ciddi üzüntü içerisinde, bunların utanmak gibi bir duyguları olmadığımı vurguladığım konuşmalar yaptım. Bunun üzerine akıl ve ahlaka aykırı harekette bulunmuşum diye bir maaş kesintisi cezası verdiklerini, bu tavrımın devamı olması durumunda da meslekten çıkarılma cezası uygulanacağını söylediler. Bunun üzerine ben de cevap mahiyetinde şu telgrafı gönderdim:
Padişah İradesi’nin inkâr edilmesinin hayâsızlık olduğunu söylemek akla ve ahlaka ters düşmemektedir. Bu Yüce hilafet Makamı’na olan sevgi ve bağlılığın bir göstergesi ve övgüye layık bir davranıştır.
Hiçbir dayanağı olmadan benden bir maaş kesilmesine fakir durumum müsaade etmez. Bu nedenle bugünden itibaren görevden uzaklaştırmamın yapılmasını Bakanlığın yüksek Makamı’ndan huzur içinde arz ve istirham ederim.
Padişahın adaletine güvenerek yazdığım bu cevap sonrası bırakın görevden uzaklaştırmayı, bir maaş kesinti bile yapamadılar. Hiçbir esasa dayanmayan bu keyfî kararlarını bir ibret vesikası olarak Bakanlık merkezinde duyulmasına ve açığa çıkmasına sebep oldular. Kanuna bir şekilde uydurabilecekleri bir iftira bulup ezememeleri bu iflah olmaz adamların kibirlerini rencide etti. Öyle ki el altında bazı alçak adamları ayarlayıp onları beni öldürmeye teşvik ettiler. Diğer yandan da benim adımı kirletip yok etmeye kalkıştılar. Böylesi bir zamanda insanlıktan çıkarak gerçekten de çirkin ve münasebetsiz bir şekilde yerinme yazısı yazdım. Ola ki fırsat olur da Padişah Makamı’na arz olunur diye başka bir makama yazdığım hayıflanma dolu yazım beklentimin aksine beni zarardan daha çok zarara ve zilletten daha çok zillete düşürmüştür.
Şu bir gerçek ki ümitsizlik içerisinde yapılan teşebbüsten şimdiye kadar kim haklı çıkmış ki ben kazanayım. Bana dokunabilecek zararını düşünmeden hayvanca bir duygu ile yaptığım bu yanlış hareket yüksek makamlarda olumsuz bir şekilde karşılık buldu. Neticede durum incelenmeyip teftiş edilemediğinden Padişah Hazretlerinin iradeleriyle Deyrizor’da ikamet etmek kaydıyla oraya sürüldüm.
KAÇINILMAZ YOLCULUK: SÜRGÜN
Karesi’de yirmi beş ay kıdemli ve dürüst bir şekilde memuriyet görevi yaptım. Allah’ın bir hikmeti üzerine maruz kaldığım bu musibete binaen Deyrizor’a hareket ettim. Deyrizor’da bana refakat eden zaptiye yüzbaşısı olan Osman Ağa ve Polis Hacı Mustafa Efendi ile birlikte bir araca bindirilerek önce Soma’ya gittik. Oradan trenle Manisa üzerinden İzmir’e geçtik. Vapura aktarma yaparak İzmir Limanı’ndan İskenderun’a ulaştık. Orada hiç vakit kaybetmeden, bu limanda bekletilen araca binerek Belen, Halep, Ebu Harire istikametinden Deyrizor’a gönderilmiş oldum.
Ebu Harire hazretlerinin mübarek kabirleri Suriye çölünün bir köşesindedir. Karşısında Cennetmekân Süleyman Şah’ın türbesi ile Caber Kalesi bulunmaktadır. Fırat Nehri buradan da geçmektedir. Deyrizor, Şam Vilayetinin doğusunda Halep’in güneyinde ve Fırat Nehri’nin üzerinde bulunmaktadır. Buraya geldiğim zaman Sancak Beyliği görevini yapan mutasarrıflık makamında Şerif Paşazade Şükrü Paşa oturmaktaydı.
Bu kadim şehre Asurlular döneminde Yetsak denirmiş. Konum olarak Irak ve Şam taraflarına gidip gelen kafilelerin yolu üzerinde bulunması sonucu hareketli bir yerdir. Halkının çoğunluğu Kürt ve Arap göçebelerden oluşmaktadır. Bu halk da seyyar bir hayat sürdükleri için yerleşik nüfusu iki binden fazla değildir.
Önceki mutasarrıfı Zühdü Bey zamanında sokakları genişletilerek imar edilmiştir. Bu yenilenen yerlerde güzel evler bulunmaktadır. Bütün masrafları hazineden temin edilerek beyaz mermerden yapılmış olan Hamidiye Cami sayesinde bu bölge ayrı bir güzelliğe kavuşmuştur.
Zabıtanın bana karşı tutunduğu kaba tavır ve peşimde dolaştırılan polislerin hiç de hoş olmayan hareketlerine kızıp bir gece yüzerek Fırat Nehri’ni geçip Bedevilerden sağladığım çok hızlı giden, susuzluğa çok dayanıklı hecin devesine binerek Elcezire Çölü’ne kaçtım. Kimsenin olmadığı bu korkunç çölde tren gibi hızlı yol alan bu hecin devesi beni dokuz saat içerisinde Habur suyunu geçirip Gökab Dağı yakınında çölde yaşayan Cubur kabilesine ulaştırdı.
Bu kabilenin şeyhi eskinden beri benim dostumdur. Bir gece bu adamın çadırında konakladım. Ardından Allah’a güvenerek tekrar yola çıktım. Abdulaziz Dağı’na geldiğimde Şammar kabilesi ile karşılaştım. Bu büyük kabilenin baş şeyhi Faris Paşa’dır. Kendisiyle on iki yıllık bir tanışıklığımız ve derin bir dostluğumuz bulunmaktadır. Öyle ki beni gördüğünde çadırından fırlayıp kucakladı.
Peşinde dolanan her yanı silah dolu çok sayıda köle ve altında bulunan diğer şeyhler ile evlatlarını da yanına çağırdı. Beni onlara “kadim dostum” diye takdim etti. Ardından bunlarla kucaklaşarak çadıra girdik. Bu zatın çadırı bir asker kışlası genişliğindedir. Çadırın en başköşesinde kendisi oturmaktadır. Burada otururken yastık yerine şişkin kısımları altın kaplı bir hörgüce dayanıyor. O esnada beni de yanına oturttu. Diğerleri de etrafa sırayla dizildiler. Hemen sonra ikram edilen kahveyi içtik. Bir saat süren sohbetten sonra bu uzunluğu kırk adım kadar olan çadırın orta yerine boydan boya meşin derisinden bir sofra kuruldu. Kazanlarla getirilen pilavlar bu sofraların üzerine döküldü. Âdeta bir tepe şeklini aldı. Üzerine hiç parçalanmadan pişirilmiş koyun gövdeleri ve ikiye bölünmüş deve gövdeleri konuldu. Böyle olunca, yan yana sıra şeklinde oturan sofranın karşısındakiler artık görünmez oldu. Tamamen yemekten mürekkep bu tepenin etrafına yarımşar metre aralıklar ile içlerinde tereyağı olan tabaklar dizildi. Bu hazırlık tamamladıktan sonra kabilenin baş şeyhi Faris Paşa ayağa kalktı ve “Ya filan, ya filan…” şeklinde kabilenin önde gelenlerini sofraya davet etti. Bunlar da sofranın etrafına derecelerine göre sırayla oturdular. Karınlarını doyurduktan sonra da çekildiler. Bunların ardından tekrar anlattığım usul üzerine kabilenin ikici derecede önemli olanları sofraya oturup yemeklerini yediler. Bunlardan sonra da çocukları toplanıp yemeye başladılar. Tahminen bu sofradan bin yedi yüz kişi yemek yedi. Buna rağmen yemeğin ancak dörtte biri bitti. Herkes karnını doyurduktan sonra köleler gelerek bu bereketli yemeğin kalanını sinilerle kaldırdılar.
Sofradan avuçlarıyla aldıkları pilavı taslar içindeki tereyağına batırıp ağızlarına atan bu katışıksız Araplar ile birlikte yemek yemenin benim gibi şehirlilerin midesini bulandıracağını bilen Faris Paşa benim için ayrıca bir sofra hazırlattı.
Burada bir hafta konakladım. Ardından yola çıkma hazırlığını yaptığım esnada biraz daha kalmamı talep etseler de makul mazeretimi kendilerine iletip müsaade istedim. Veda ettikten sonra yola çıktım. Beş gün içerisinde Tai kabilesinin yanına gittim. Burada bir kahvesini içmek için kabile şeyhi Abdurrahman Bey’in çadırına geçtim. Kahve sonrası hemen tekrar yola devam ederek Antiri köyüne geçtim. Buranın önde gelenlerinden Süleyman Ağa’nın odasına geçtim. Bu kişiyi eskiden tanırdım. Bir gece burada konaklayıp güzelce dinlendim. Ertesi sabah bir ata binerek Nusaybin, Midyat ve Hazak istikametinden altı gün içerisinde Şırnak’a gittim. Burada da iki gece konaklayıp yorgunluğu üzerimden attım. Ardından Sindi Golli, Derhozan, Merke ve Aşot üzerinden bir hafta içerisinde Daravire’ye geçtim. Burada da Tiyari kabilesinin lideri Melik İsmail’in evine geçtim.
Bu esnada, bu bölge ilerisinde bulunan kabilelerden Caluliler ile Oramarlılar arasında husumetten kaynaklı çatışmalar olduğu haberini aldım. Bu nedenle bu istikamette daha fazla yol almayı gözüme kestiremeyerek yönümü değiştirdim. Derhozan istikametinde tekrar geri dönerek Somil ve Telkif üzerinden Musul’a geçtim. Orada vali olan Hacı Paşa hazretlerini ziyaret ederek Deyrizor’dan geldiğimi kendilerine ilettim.
Bu zat, affedilmem için Başkent’e çok sayıda yazı gönderdiyse de bir sonuç alınamadı. Adanalı Gergerizade Ali Efendi ile Musul’da karşılaştım. Akrabalarımın sağlıkları hakkında güzel haberler alınca taze bir kan almış gibi oldum.
Bu esnada kış olanca şiddetiyle devam ediyordu. Bu nedenle mevsim sonuna kadar Musul’da kalmak durumundaydım. Rumi 19 Nisan Cuma günü Beni Yunus Mahallesi’ne geçtim. Burada yedi gün boyunca tanıdığım bir kişinin evinde kaldım. Yolluğumu hazırladıktan sonra seyahat için bir at kiraladım. Son gün gece yarısı “Medet ya Ali!” diyerek yoluma devam ettim. Bu yolculuk esnasında Suruciler Yaylası’ndan geçtikten sonra Germamak, Reşani, Babaçiçek, Almendan, Kanutuman, Deli Ali Bey Geçidi, Sardaryan, Bihal, Revandiz, Cendyan, Ömerağa, Balık ve Rayet istikametlerinden on günlük bir yolculuk sonucu İran sınırı içerisinde bulunan artık eskimiz olan Lahican’a vardım. Aksak Timur’un İran’a geçmek için kullandığı geçit olan Rayet, Revandiz’e bağlı Balık Nahiyesi’ne iki saat uzaklıktadır. Bu geçit, İran topraklarına giriş yapılan yerde önemli bir konuma sahiptir. Bu nedenle burada devletimiz karantina kontrol memurluğu noktası bulundurmaktadır. Manevi büyüklerden meşhur âlim Şeyh Murat Efendi’nin kabri de bu bölgededir.
SÜLEYMAN’IN DÜNYA TURU
LAHİCAN
Lahican Ovası batısında Korku Dağı ve Kandil Dağı ile çevrili, doğusu ve güneyinde Peşter’e inen Lahican Nehri’nin sınır boyu aktığı, Kuzeyinde Urmiye topraklarının bulunduğu bir bölgedir. Gayet doğal bir havası ve bereketli bir suyu vardır. Kendisini Revandiz Telgraf Müdür olduğum dönemde tanıdığım Belbas Reisi Mehmet Ağa burada yaşamaktadır. Bu sayede sınırdan belge ibraz etmeden geçebildim. Geçtikten sonra kıymetli evlerinde beni ağırladı.
Bu topraklar Osmanlı Devleti ile İran Devleti arasında çekişmeli bir topraktır. Bütün bölgeyi ve neredeyse her tarafının saran Peşter Dağlarını gezme imkânım oldu. Süleymaniye Sancağı’nın kuzeyinden başlayarak doğu yönüne doğru uzanıp geniş bir köşe hâlini alan bu dağlar buradan da batı yönünde geri dönerek Bağdat taraflarına devam etmektedir. Osmanlı aşiretlerinin çok eskiden beri yaylak olarak kullandıkları Belbas ve Caf gibi bölgeleri içine almaktadır. Bunun yanında buralar devletimizin askerî eğitimi bakımından da hem önemli hem de gerekli yerlerdi.
Bu bölgenin at ve devesi çok kıymetlidir. Doğal manzarası çok güzel olmakla beraber toprağı da eşsiz nitelikte verimli olan bu diyarda dostum Mehmet Ağa hamd ve şükür duygusuyla ferahlık içerisinde yaşamaktadır. Gezinti ile geçen yol yorgunluğumu kendisine üç gün misafir olarak kalarak üzerimden attım. Ardından müsaade alarak Mama kabilesi içerisinden yol alarak Saviç Bulak bölgesine geçtim.
SAVİÇ BULAK
Saviç Bulak Nehri’nin solunda bulunan hoş bir bayır üzerine kuruludur. Burası Lahican bölgesinin merkezidir. Bu bağlamda çevre yerleşim alanlarına göre ticareti daha hareketli bir yerdir. Aynen Revandiz kasabası gibi sokakları dar ve evleri de topraktır. Nadir Şah’ın oğlu Adil Şah döneminde İran topraklarında siyasi düzen sarsıntıya uğramıştı. Bu dönemde Kerimhan Zend Lahican’dan Isfahan’a kadar İran topraklarını ele geçirmişti. Bu dönemde Şiraz’ı kendisine Başkent yapmadan önce Saviç Bulak’a bir saray inşa ettirdi. Burada ayrıca Safevi Şah İsmail’in tuğladan yaptırdığı büyük bir askerî kışla bulunmaktaydı. Her ikisi de Kaçar Hanedanı döneminde yenilenmediği için zaman içerisinde harabe hâline gelmişlerdir. Bir dönem burada bulundurulan bir bölük serbaz adı verilen piyade askerî kışlanın da enkazı dikkat çekmektedir. Yıkıntıları arasında bulunan kapıları mağara deliklerini andıran odalara baykuş gibi sokulmuş bir hâldedirler.
İran’da askerlik sürekli ve babadan oğla miras bir meslektir. Bu nedenle buralarda on üç yaşından yetmiş yaşına kadar serbazan askeri görmek mümkündür. Sefalet içerisinde yaşayan bu zavallı askerlerin yaşları gibi kıyafetleri ile silahları da birbirine zıt ve alakasızdır. Ücret olarak tayın adı verilen asker azığı ile aylık toplamda dokuz kıran maaş alıyorlar. Bu maaş günlük altı şâhiye dahi gelmiyor. Osmanlı parası ile bu para aylık toplamda on sekiz kuruş ediyor. Osmanlı parasına göre aşağı yukarı yetmiş paraya karşılık gelen bir kıran, yirmi şahi demektir. Bu nedenle günlükleri on beş para dahi etmemektedir. İran’ı, Osmanlı ile karşılaştıracak olursak daha az bereketli ve pazarı daha pahalıdır. İran’ın viran kışlalarındaki nöbet noktalarında daimi olarak asker bulundurulmaması nedeniyle bu askerlere iki üç ayda bir kere olmak üzere kılıç çeken diye tarif edebileceğimiz Şimşir-i Beğşid kumandasında eski tip yatağan tarzı bir kılıç ile askerî eğitim verilmektedir. Başka bir işleri olmadığı için bu askerler de boş zamanlarını pazarlara ve mahallere giderek oralarda akşamlara kadar işçilik, kebapçılık, bohçacılık ve kasaplık tarzı işler yaparak ekmek parası kazanmaktadırlar. Askerî taburlarında binek ve yük hayvanı bile bulunmaması nedeniyle her askerin kendi şahsına ait bir bineği bulunmaktadır. Bir gün ikindi vaktinden sonra bu harabe içerisindeki kışlayı gözlemlemeye gittim. Kendi vatanlarından uzak bir hâlde sahipsiz olan bu zavallı askerlerin ölene kadar bu tarz bir askerî yükümlülüğe zorunlu olarak tabi tutulmalarının onları bezgin ve mutsuz bir duruma düşürdüğü hâl ve tavırlarından anlaşılmaktaydı. Hayvanlarının yiyeceklerini dahi kendileri karşılamak zorundaydı. Böyle bir mecburiyet altından çevreden topladıkları otları her biri bir köşeye koymuşlardı ve bolca yedirmekten uzak duruyorlardı.
Yer yer yakmış oldukları ateşlerin isli dumanları arasında kaybolmuş paslı çömleklerde kendi kendine kaynayan yemekleri pişene kadar dahi boş durmazlar. Bu esnada, ilk insandan beri yaşayan bir hayvan gibi olan bineklerini tımar eder ya da sökük semerlerini dikerler. Kadimden beri gelen uygulamalarını hâlen daha devam ettiren İranlıların gerek refah gerekse mutluluktan tamamıyla uzak kaldıklarına dair hiçbir şüphem kalmadı. Bu insanlar çağımızın her türlü gelişimine kar ve uzak durmaktadırlar. Fakat bu durum İranlılar gibi zeki bir millete hiç uygun düşmemektedir. Cenabı Allah bu insanlara yeni fikirler nasip etsin.
Bu yıkık kasabanın resmî yapıları diğer yapılar için örnek teşkil etmektedir. Ne yazık ki şehre gelen yabancılar için ne kalacak bir yer ne de inip dinlenecek bir mekân mevcuttur. Bu nedenle ben de Kadı Ali Mirza’nın evinin selamlığında gecelemek durumunda kaldım. Kadı Ali Mirza bu kasabanın Şerî hizmetlerini yerine getiren bir memurdur. Yaklaşık kırk yaşlarında olan bu kıymetli şahsiyet güzel karakterli ve düzgün bir konuşması olan biridir.
Kasabaya geldikten iki gün sonra gümrük müdürü Mirza Mahmut ile onun kâtibi Samsabun Han kaldığım yere geldiler. Hâl hatır sorduktan sonra birlikte Hâkim Saad’ül-Saltana’nın ziyaretine gittik. Yolumuzun üzerinde çok sayıda harabe yapı bulunmaktaydı. Onların aştıktan sonra hükûmet binasının yıkık kapılarından geçtik. Buraya gelmemizin akabinde yakında bulunan çadırdaki koruma görevlisinin yanına giderek hâkim ile görüşme talebimizi ülkenin kendi âdetlerine uygun bir şekilde kendisine ilettik. Saad el-Saltana burada bulunan iki katlı toprak bir bina içerisinde oturmaktaydı. Talebimizi alır almaz bizi “buyursunlar” cevabıyla içeriye davet etti. Kendisi elli yaşlarında bulunmaktaydı. Biz içeri girdiğimizde odasının köşe kısmında diz üstü oturarak nargile içmekteydi. Müftü efendi de aynı şekilde onun sağ tarafında oturmaktaydı.
Başıyla selamımızı aldıktan sonra yerde serili kilime oturmamızı işaret ettiler. Çünkü o dönemde buralarda sandalye gibi iç döşeme eşyaların buralarda henüz yaygın bir kullanımı yoktu. Diğer yandan kendisi yalnızca Farsça konuşabiliyordu. Memuriyet olarak altında iki görevli bulunmaktaydı: Birincisi tıbyan’ülmülük olarak tanımlanan kâtip ve ikincisi ise imâdettin adı verilen evrak memurudur. Dairede bütün işler bu iki kişi tarafından yapılmaktaydı.
Kendisinin “Hoş geldiniz, yolculuğunuz ne tarafadır?” şeklindeki sorularına cevap verdim. Ardından bana “Kırşehir nerededir?” şeklinde bir soru yöneltti. Bu soruya karşılık olarak “Ankara vilayeti dâhilinde bir sancaktır.” cevabını verdim. Azerbaycanlı olmaları hasebiyle Türkçe bilen kâtip ve evrak memuru soruyu “Ankara neresidir?” şeklinde soruları Türkçe sordular.
Ankara sorusuna cevap olarak verdiğim “Batısında Hüdaverdigar, kuzeyinde Kastamonu, Doğusundan Sivas ve güneyinde Konya vilayetleri sınır komşularıdırlar. İstanbul’un 450 kilometre güneydoğusunda bulunmaktadır. Çevre genişliği 75 bin kilometrekare olan büyük bir merkezin adıdır.” cevabın ardından kendi aralarında “Osmanlı toprakları çok geniştir. Adını dahi bilmediğimiz vilayetleri bulunmaktadır.” şeklinde hayretli bazı cümleler kurdular.
Her ne kadar memuriyet açısından önemli bir konumda olsalar da bu kişilerin bizdeki ortalama bir ilkokul öğrencisinin dahi bilebileceği bir coğrafi bilgiden uzak olmalarına hayran kaldım! Bir miktar daha havadan sudan muhabbetler yaptıktan sonra buradan ayrıldık.
Osmanlı Devleti’nin burada bir fahri konsolosu bulunmaktaydı. İsmi Mahmut Han olan bu kişi ağırbaşlı, sakin ve çevresi tarafından itibar edilen bir şahsiyettir. Her ne kadar hâlimi merak ettiği için yanıma geldi ise de bu utancımdan kendisini ziyaret edemedim.
Daha önce hiçbir yerini görme fırsatım olmayan İran’ın bu perişan kasabasını ziyaretim iki gün sürdü. Ardından bir hayvan kiralayarak Bukan yolu üzerinden üç günlük bir seyahatle Sakız’a geçtim.
Bukan, bu iki kasaba arasında geniş bir köydür. İran Başkumandanı burada yaşamaktadır. Yine yirmi yıl önce Balıkesir ve Soma taraflarında yaptığı eşkıyalık üzerine meşhur olduğunu övünerek anlatan Acem Ahmet de burada oturmaktadır. Buradaki bazı insanlar benimle konuşmak istediklerinde Türkçe bilmedikleri için bu adamı çağırdılar. Köydeki namı Darağaoğlu Ahmet olan adı geçen bu eşkıya bize tercümanlık yaptı. Bu unvandan da anlaşıldığı gibi bu adamın babası da bir zamanlar eşkıyalık yapmış ve sonrası darağacından asılmıştır.
SAKIZ
Sakız, İran topraklarında bulunan Sine Vilayeti’ne bağlı önemli beldelerden biridir. Konumu, mahalleleri, evleri, sokakları ve büyüklüğü Saviç Bulak beldesi ile aynıdır. Burası da baykuşların arayıp da bulamadıkları yıkık yerlerin başında gelmektedir. Bu kadim moda memleketi ile Süleymaniye sancağı arasında geniş bir ticari ilişki bulunmaktadır. Burada da devletimizin bir fahri konsolosu mevcuttur. Osmanlı vilayetlerinden buraya ithal edilen ürünlerin başında mazı ve tütün gelmektedir. Musul’un çeşitli türdeki kumaşları da bunlar arasındadır. Osmanlı tüccarlarının buradan Osmanlı’ya getirdikleri ürünler ise Rus bezleri, çini porselen, semaver çeşitleri, şeker ve çaydır. Bu ürünler Tebriz ve Urmiye istikametinden Reşt yoluyla Zencan’a getirilip buradan İran iç pazarlarına sürülmektedirler.
Kadı Ali Mirza tarafından Sakız Hâkimi Ahmet Han İlhani’ye ve ayrıca gümrük müdürü Mahmut Han tarafından da gümrük memuru başmutemet Mirza Hüseyin’e bana referans olacak mektuplar yazıldı. Bu sayede Sakız’a geldikten sonra Mirza Hüseyin Han’a misafir oldum. Ertesi sabah geldiğimden haber alan Hâkim Ahmet Han İlhani, kendi özel kâtibi ile selamını gönderip kahvaltıya davet ettiler. Evinde misafir olduğum Başmutemet ile birlikte davete gittik. Elimde bulunan tavsiye mektubunu kendilerine takdim ettim. Bunu okuduktan sonra Mirza Hüseyin Han’dan müsaade alarak eşyalarımı kendi evine getirtti. Böylece Sakız’da bir hafta sürene konaklama ve istirahatımı bu şahsın evinde kalarak geçirdim. Kendisi Sünni olan bu zatın soyu Hicri 655-736 yılları arasında seksen bir yıl boyunca İran’da saltanat süren Cengiz İmparatorluğu’nun bir kolu olan İlhanlılara dayanmaktadır. Saviç Bulak’ın hâkimi olan Saad’ül-Saltana ise Şii mezhebindendi.
Sine Vilayeti sakinlerinin yüzde doksan beşi Şafi mezhebindendir. Buna rağmen Saviç Bulak’ta Şii hâkimiyeti mevcuttu. Bu durumun Sünnilere karşı güven ve sevgi beslemeyen İran Hükûmeti’nin eski bir uygulamasının neticesiymiş.
Sakız’a geldiğim günün akşamından sabaha doğru yarım saat süren ve düzensiz bir şekilde icra edilen bir boru çalgısı çalındı. Benim için garip bir olay bu durumu o anki ev sahibim Başmutemet’e sormuştum. Bu soruma gülümseyerek karşılık vererek “Bu boruyu çalan kişiler hamamcılardır. Halka suyun ısınıp hamamın açıldığının duyurusunu yapıyorlar. Tan yerinin ağarması ile başlayan ve yarım saat süren gürültü yapma işi onların çok eski âdetlerinden biridir.” şeklinde konuyu açıklığa kavuşturdu.
Musul’dan Sakız’a kadar uzayan şimdiye kadarki yolculuğumda fırsatım olmadığı için yıkanamamış ve neticede kirlenmiştim. Bu nedenle, güneşin doğuşuyla birlikte ben de buranın en temiz hamamı olarak işaret edilen Şeyhan Mahallesi’ndeki Kadı Ali Hamamı’na gittim. İran hamamları bizim hamamlar gibi kurnalı değildir. Bu nedenle yıkanacak yeri Şafi âdetine uygun bir şekilde herkese açık havuz içinde temizlik yapılmaktadır. Hamama her gelen bu havuza girmeleri nedeniyle kötü bir koku ortaya çıkarmaktadır. Bu nedenle de durgun suyun üzeri âdeta yosunlaşmıştır. Bu bölgenin dağlarının ormandan yoksun olması nedeniyle yakacak pahalıdır. Bu nedenle hamamı ısıtmak için kullanılan hayvan dışkısının ortaya çıkardığı iğrenç koku suya tesir etmektedir. Bu nedenle içeriye girdiğim anda başım dönmeye başladı ve midem bulandı.
Havuza dalarak gusül abdesti almak için havuza girdiğimde temiz girip pis çıkmak bana mantıklı gelmedi. Bu nedenle hamamcıya ayrı bir su ısıttırıp ayrı bir köşede yıkandım. Buralardaki kasabaların çarşıları, sokakları, bina ve konakları koku ve temizlik bakımında hamamları gibidir. Bölge halkının bu şekilde yaşadıkları kötü hayat şartlarını Allah düşmanıma dahi vermesin. Atalarından miras kalan bu tahammül edilmesi imkânsız durumun ve hayatın dışında daha mutlu ve huzurlu bir hayatın bulunmadığını düşünüyorlar.
Buradaki ziyaretim boyunca misafiri olduğum Ahmet Han İlhani’nin evinde bir hafta kaldım. Akabinde Rebiülevvel’in dördüncü günü olan Çarşamba günü Katırcı Mehmet ile Cevarabad Mahallesi’nden yola çıktım. Karanov, Kullar, Tigin Tepe, Al-Bulak, Danik, Duskanlar ve Geçgan istikametlerden yedi günlük bir seyahate sonrası Zencan’a ulaştım.
Bahsettiğim bu yerler içerisinde geçen Al-Bulak, Ahmet Ali Aşireti’ne ait bir köydür. Suyu gür bir şekilde akan bir dere içinde bulunmaktadır. Bu köyden bir buçuk saat yokuş yukarı yol aldıktan sonra Tahtı Süleymani Yaylası’na varılmaktadır. Türk asıllı büyük bir aşiret olan Şah Suhan Aşireti bu büyük arazide çok iyi bir şekilde yaşamaktadır. Katırcılar bu gül mekânda iki günlük bir mola vererek hayvanlarını otlattılar. Bu aşirete verdiğimiz üç tuman paraya karşılık bir koyun alıp pişirerek keyifli bir şekilde piknik yaptık. Yaylanın kuzeyini saran sıradağlar üzerinde Hazreti Süleyman’ın ve Al-Bulak köyüne yakın düzlükte de eşleri Belkıs’ın süslü köşkleri olduğuna inanılan harabeler bulunmaktadır. Bu harabelerin büyüklüğü ve barındırdığı süslü havuzlar insanı hayrete düşürmektedir.
Hindistan’ın Pencap bölgesi ile Belucistan ve Afgan arazilerinin birleştikleri yerde bulunan yüksek dağın üzerinde de buna benzer Tahtı Süleymani adı verilen büyük yapılar görmüştüm. Bunlar da bana her seferde bu peygamber hakkında Kur’an’da geçen “Süleyman’ın emrine de, sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay(lık yol) olan rüzgarı verdik.”[32 - Sebe Suresi, 34/10-12. Kitapta bu ayetin yalnızca “Sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay(lık yol)” kısmı verilmiştir. (ç.n.)] ayetini aklıma getirmiştir. Sakız’dan hareket ettikten üç gün sonra ulaştığımız Kuruntu Kalesi karşısındaki Şahnişin adlı bir yayla bulunmaktadır. Eski İran şahları yaz mevsimini bu güzel yaylada geçirirlermiş.
ZENCAN
Zencan’a vardıktan sonra Hacı Ali Kuli Hanı’na indim. Oradan da tütün tüccarı Sakızlı Mehmet Ağa’nın odasına geçtim. Çünkü elimde bu şahsa verilmek üzere Sakız’daki ortakları tarafından yazılmış bir tavsiye mektubu bulunmaktaydı.
Zencan şehri geniş ve verimli bir ovanın kıyısında bulunmaktadır. Arkası dağ ve ön tarafı da nehir ile çevrilidir. Bu şehir İran’ın büyük beldelerinden biri olarak görülmektedir. İşlek bir ticareti olan bu yerin zengini de çoktur. Böyle olmasına rağmen şehir mimarisinde dikkate değer bir yapı ya da konak olmadığı gibi hoş bir mahallesi de bulunmamaktadır. Her on adımda bir kıvrılan pis kokulu sokaklarında gezerken aniden karşına yüklü bir hayvan çıksa sıkışıp kalırsın. Böyle anlarda da geriye yürüyüp ilk yol ayrımında köşeye çekilerek yol vermek gerekmektedir.
Fakat çarşısının sokakları ve kervansaraylarının çevresi geniştir. Kanuni Sultan Süleyman Bağdat seferinde bu yoldan geçmiştir. Ardından da ordusunun otağını da Zencan yakınlarında kurmuştur. Zencan Yaylası Konya Ovası’na benzemektedir. Burada bir gece konaklayıp ardından da gece sabaha doğru yola koyulmuştuk.
Üç saatlik bir mesafe sonrası güneş doğmaya yakın Zencan ufukta göründü. Bu manzara arkada kalan yaşanmışlıklar, yorgunluk ve uykusuzluk gibi sıkıntıları unutturdu. Bu yol üzerinde ilerlerken ben, millî gururumuz olan şeylerin aklıma gelmesiyle oluşan manevi lezzetlerin ruhumda yaşattığı derin etkiyi o an tam manasıyla hissettim. Kanuni Sultan Süleyman’ın cihangirlik duyguları hayalimde canlanmaya başladı. O fetihten fethe koşan padişahımızı sanki muzaffer ordularının başında seyredebilecekmişim gibi hayallere kapıldım ve öylece etrafa bakarak ufukta gözümün görebileceği her yeri gözden geçirmeye başladım. Sanki o gözümün önünde dizili dağlar ve tepeler, o heybetli ordunun mühimmat depoları, ağaçlar ve otlar ise o gayretli cesur askerlerin haşmetli kalabalıklarıydı. Bu manzara hayalimde sürekli olarak canlanıyor ve devam ediyordu. İşte böylesi bir kahraman ordunun karşı konulmaz bir ezici güçle girdiği bu büyük şehre bir kervan ile sokulmaya çalışmak bana ağır gelmişti.
Doğudan batıya ve kuzeyden güneye doğru olabildiğince uzayan genişliğe sahip bu ovayı arkamızda bırakıp şehrin batı yakasını çeviren geniş bir derenin kenarına geldik. Burada vadinin aşağı doğru süzülen bayırındaki yalnız kavak ağaçlarından müteşekkil ormanlık alanının arasından geçerek, nehrin ortasındaki çukur yerde bulunan köprüyü kullanıp karşıya geçtik. Karşı tarafta da benzer mahiyetteki ağaçlıklar içerisinde buluna bayırdan yokuş yukarı yola devam ettik. Buradan ilerleyince ileride dericilerin imalathaneleri olan tabakhaneleri geçip ardından kısa bir mesafe sonra da mahallelere ulaşmış olduk. Gelen geçen hayvanların bıraktıkları gübreleri daha kurumadan toplamak için kırağı düşmüş havalarda fakir evlerinden çıkıp elindeki delik deşik sepeti ile yol üzerinde bekleyen bir karı koca ile karşılaştık. Bizim kervandaki hayvanların bıraktıkları gübreleri sanki sevgilisine kavuşmuş âşık gibi bir telaşla avuçlayıp topluyordu. Bunu yaparlarken aynı anda da bu sevinç hâllerini dile getirerek bize duyuracak şekilde de beyan ediyorlardı.
Zencanlılar da aynı Musullular gibi nehrin en güzel yerlerini tabakhane yapmışlar. İyi huy ve güzel söz söyleme ahlakı Allah vergisi olup, çalışıp çabalayarak kazanılacak şeyler değildir. İşte bu üstün meziyetlerden nasiplenmemiş talihsiz insanlara görgü kuralarını aşılamanın ve nasihat etmenin hiçbir faydası bulunmamaktadır. Nasıl ki insanlardaki görünüş ve karakter, âlimlerdeki dil ve renkler çok çeşitli ise asil duygular ile konuşma güzelliği de sahibinin idrak kabiliyetine göre farklı sınıflara ayrılmıştır.
Zencan’a vardıktan sonraki ikinci çarşamba günü araba ile tekrar yola çıktım. Haydarabad, Emirabad, Haremdere ve Ağızkara istikametlerinden Kazvin’e dört konak mesafe ile ulaştım. Zencan’dan ayrıldıktan üç buçuk saat sonra Hayrabad’a yarım saat mesafede yolun sağ tarafından 1 mil uzaklıktaki çöl tarafında Safevi Şah Hudabende ile meşhur âlim İbni Sina’nın kabirleri bulunmaktadır.
KAZVİN
Kazvin, Reşt şehrinden Tahran’a kadar devam eden ve Ruslar tarafından yaptırılan ücretli çakıl yolun üzerinde bulunmaktadır. Bu nedenle de Zencan’a göre daha bayındır ve işlektir. Buraya geldiğimde şehirdeki Esadiye Oteli’ne geçip iki gece konakladım.
Ruslar bu bir karış şose yolu yetmiş beş sene imtiyaz hakkını alarak inşa etmişlerdir. Bu sayede de yol üzerinde belirli güzergâhlara zincirler gererek her geçen arabadan 3 tuman ve yüklü arabadan ise 1 kıran ücret almaktaydılar. 3 tuman 60 kuruş ve 1 kıran ise 8 metelik etmekteydi. İran hükûmetinin bu gafilliğine bakar mısınız? Halkını nasıl bir belanın içine sokarak onları soydurmaktadır. Bu küçük yol için bırakın şose yol yapmayı tren yolu bile yapılsaydı yetmiş beş yıllık bir anlaşma yapmaya değmezdi. Bu düz ovaya Rusların yaptığı şey, yalnızca yol çevresinin kürek ile biraz çukurlaştırılması ve ortasına da bir araba geçecek kadar çakıl taşı dökülerek basit ve oyuncak gibi bir yoldan ibarettir.
Esadiye Oteli’nin sahibi Hacı Mirza Tabip adında biriydi. Kendisi İstanbul’da eğitim almış tek gözü görmeyen bir şahıstı. Her ne kadar param ile kaldıysam da konaklamam esnasında özel olarak çok ilgilendi. Oteli çok temizdi. 8 kuruş yatak ücreti dışında yemekler için de ayrıca 4 kıran alıyordu. Aldığı bu ücret verdiği hizmetlerin, gösterdiği hürmetin ve otelinin temizlik ve güzelliğinin yanında hiç hükmündeydi.
Kazvin’de bulunan Hacı Rasim Hamamı benzerine az rastlanır bir hamamdır. Bu şehirde Safevilerden miras kalan güzel bir de saray bulunmaktadır.
Yavuz Sultan Selim’in oğullarından biri olan Şehzade Beyazıt dört oğlu ve 10 bin süvari askeri ile İran’a geçtiklerinde bu memlekette Şah Tahmasb’ın adiliğine ve vefasızlığına uğramıştır. O vakit bu insanlık dışı duruma şahit olan sipahiler de bunu üzerine pazarı talan ederek intikam almışlardır. Çaldıran Savaşı’nda aldıkları hezimet dahi bu intikamdan daha ileri bir seviyede olmamıştır.
Kazvin’de geçirdiğim ikinci günün sabahında arabaya binerek şehirden ayrıldım. Kenbed, Kışla, Yeni Emam ve Şahabad istikametlerinden beş günlük bir yolculuk sonrası Tahran’a ulaştım. Tahran ile Reşt arasında altı saatte bir hayvan değiştirerek gece gündüz yola devam edebilen seyahat şirketleri bulunmaktadır. İranlılar bu tür arabalara “dilican” demektedirler. Bu arabalar biraz önce bahsettiğim mesafeyi dört günde katetmektedir. Dört günlük bu seyahat karşılığında şirket 60 tuman ücret almaktadır.
TAHRAN
Rumi 1318 yılı 20 Haziran’da (3 Temmuz 1902) Tahran’a ulaştım. Deniz seviyesine 1126 metre yükseklikte olmasından dolayı kış mevsimi Erzurum’a benzemekte, Irak-ı Acem ovasının kuzey yönünde iç tarafında kalması nedeniyle de yaz mevsimleri Aydın şehrini andırmaktadır. Bu nedenlerle cayır cayır yanan yaz mevsiminde İran Şahı Avrupa seyahatine çıkmış, vekilleri, sefirler, bölgenin ileri gelenleri ve zenginler ise yazlıklarına çekilmişlerdir. Bu nedenle şehir suyu çekilmiş değirmene benzemektedir. Çünkü Tahran’ı canlı kılanlar aslında Şah Hazretleri ile buranın önde gelen şahsiyetleri ile zenginleridir. Şehirde ziyaret edilebilecek beğenilecek ve eğlenilecek gösterişli ve keyifli bir yer bulunmamaktadır. Sanatkâr esnaf ve dükkân sahipleri bile ticaret amacıyla onların peşinden yazlıklara gitmişlerdir. Neticesinde de şehrin nüfusu yarıya inmiş durumdaydı. Tahran bu hüzün veren hâliyle “Payitahtın şerefi sultandır.” cümlesini çok açık bir şekilde açıklamaktadır. Ermeni tarzı dört adet otel bulunmaktadır. Bu hüzün verici oteller de aynen mahalle arasındaki evler gibi 1 metrekarelik bir temel üzerine kurulmuş toprak çatılıdırlar. Düşük yüksekliğe sahip olan odalarının hepsi rutubet kokmaktadır.
Şehrin seçkin ve yüksek binalarından biri de Nasreddin Şah’ın yüksek bodrum katlar üzerine inşa edilmiş saraylarının çevresinde bulunan Şems’ül Emare’dir. Beş katlı olan bu yapı renkli tuğlalar ve desenli çinilerden yapılmıştır. Bina kendisine verilen ad gibi güzel ve gökyüzü temaşa edilebilir nitelikte olsa da abartılı gösteriş ve tantanadan uzaktır. Bu bina dışında olan kayda değer yapılar ise şunlardır: İki katlı olarak yapılmış Hükûmet Binası’na ait Hariciye Dairesi, Şehinşahi Bankası, Atabey-i Azam Asgar Han tarafından yaptırılan ve daha yeni tamamlanan park, şehzade Zal’ül Sultan’ın sarayı, Rusya, İngiltere ve Almanya elçilik binaları, Muhbir-üd Devlet Konağı. Bunlara ek olarak içleri güneş görmeyip rutubetli olsalar da devasa ve büyük çok sayıda kervansaray bulunmaktadır. Bazı mahallelerde dikkat çeken şehrin önde gelenleri ve zenginlerine ait evler gibi az sayıda bir kısım yapılar vardır. Bunlar da şehrin büyüklüğüne bakıldığında hiç denilecek kadar az sayıdadırlar. Tüm bunların dışındaki yapılar da genellikle alçak yapılardır.
İran’da binaların üst kısımlarına kiremit döşeme uygulaması bulunmamaktadır. Her ne kadar büyük binaların dış (çatı) kısımları sac ile kapatılmış ise de diğerleri toprak çatı şeklindedir.
Şehrin en dikkat çekici ve görülmeye değer yeri Şah Kapısı (İmam Humeyni Meydanı) müştemilatı içerisinde olan Tophane meydanıdır. Bu meydanının etrafından Şehinşahi Bankası, Umumi Telgraf Müdürlüğü, Posta Şubesi, Belediye Dairesi, Askerlik Dairesi ve Topçu Kışlası gibi resmî binalar bulunmaktadır. Bu meydanın dört tarafında altı adet büyük ve yüksek çift kanatlı kapılar bulunmaktadır ve bu kapılar ile açılıp kapanmaktadır. Farklı semtlere giden tramvayların ana dağılım istasyonu bu meydandadır. Bu nedenle bu meydan şehrin diğer kısımlarına göre fazlaca değerlidir. Meydanın ortasındaki susuz havuzun çevresi demir parmaklıklarla örülmüştür. Süs mahiyetinde havuzun dört köşesine de kale topları konulmuştur.
Şah Sarayı’nın muhafız alayı olan topçu askerlerinin konaklamaları amacıyla meydanın üç tarafında askerî yapılar inşa edilmiştir. Fakat bunlar Osmanlı topraklarında bulunan kışlalar gibi geniş koğuşları olan büyük binalar olmayıp sıradan odaları olan yapılardır. Normalde koridora açılması gerek odaların kapıları bir alttaki odanın üstü açık çatı kısmına açılmaktadır. Bu odaların her biri dört kişi alabilmektedir. Her bir odanın ayrı açılan kapısını üzerinde alçı sıva kabartma ile yapılmış aslan heykelleri bulunmaktadır. Bu sayede “İran, aslanların yeridir.” kafiyesine anlam kazandırılmak istenmiştir.
Alt katta sıralanan eski yapılı mahzenlerde ise İran askerlerinin elinde bulunan değerli topların bulunduğu askerî depo olarak kullanılmaktadır. Bu mahzenler yapı olarak (İstanbul’daki) Bab-ı Vala-yi Seraskeri Talimhanesi’nin (Askerî Eğitim Komutanlığı Binası) Mercankapı tarafına düşen köşesinde, binanın dış kısmında kalan yerlerde bulunan bakırcı dükkânlarının benzemektedirler. Aslında meydanı çevirmek için oluşturulmuş dar kemerlerden ibaret olan bu askerî depolar kapalı oldukları zaman bakkal dükkânına benzemektedirler. Tahta parçalarından yapılmış derme çatma kepenkleri her gün açılarak bu toplar temizlik ve güneşlenme için çıkarılmaktadır. Bu toplar Cennetmekân II. Mahmut döneminde Osmanlı Ordusu’nun kullandığı tunç madeninden yapılma süslü sahra toplarının aynısıdır. Bu meydanın adının Tophane olması kesinlikle burada askerî topların üretildiği anlaşılmasın. Tophane isimi bu tarzda eski top bataryalarının bulundurulmasından kaynaklanmaktadır. Bu toplar eğer ki bir gün yağlanmayıp silinmeseler tunç madeninden yapılmış olmaları nedeniyle o rutubetli mahzenlerde her tarafları yemyeşil küf hâline gelmektedir. Toplamı yarım bölük olan ve yaşları ileri askerlerden müteşekkil yelken bezi örtüsü giyinmiş askerler, dışı dağ elması gibi güzel olan bu topları bahsettiğim o bakımsız mahzenlere sokmaktaydılar. Bu ana şahit olduğum vakit ezani saat ile saat on bire yaklaşmaktaydı.
Meydanın bu bölümünden Şehinşahi Bankası yönüne doğru ilerleyip Genel Telgraf Müdürlüğü’ne bitişik kapıyı kullanarak meydandan dışarı çıktım. Buradan Sebze Meydanı’na geçerek Osmanlı Tüccar Vekili olan Pekmezyan’ın buradaki mağazasına gittim. Buraya geldiğimde tabıl, kös, nefir ve nakkare çalgılarından oluşan bir müzik sesi etrafa yayılmıştı. Her ağızdan bir ses çıkarcasına meydana gelen karışık bir gürültüden ibaret olan bu çalgı sesleri teneke ile tavşan ürküten köylülerin yaptıkları gürültüye benzer mahiyette gelişigüzel bağrışmalar şeklindeydi. Bu gürültünün ne olduğunu sorduğumda “Bu bir İlk Çağ bandosudur. Eski Fars hükümdarlarını anmak amacıyla Şah Kapısı’nda çalınmaktadır.” şeklinde karşılık verdiler. Bu durum İran hükûmetinin geleceğe yönelik adımlar atmaktansa yönünü geçmişe çevirerek her türlü gelişmeye sırt çevirdiğini gösteren bir emareydi. Bunun gibi eskiye bağımlı kalmanın verdiği kötü bir his üzerine Müslümanlık adına üzüntü duyarak acı bir duyguya kapıldım.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/karcinzade-suleyman-sukru/seyahatu-l-kubra-69429031/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Saltanatın Mimarı Gazi Sultan Osman Han hazretlerinin Bursa’yı fethinden, Cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u kuşatmasına kadar Doğu Roma İmparatorluğu tahtında oturan kayserleri, Trabzon Rum İmparatorluğu, Karakoyunlulardan Uzun Hasan, Karamanoğulları ve bunlar gibi türediler, Bulgar, Sırp, Ulah, Rus ve Nemse kralları, Varna’da Kosova, sırasıyla ortadan kaldırılan Avrupa güçlerini geneli, diğer yandan Ramazanoğulları, Dulkadiroğulları, Mısırda kurulan Çerkes Devleti, İran’da kaftan giyine Safevilerden Şah İsmail, Şah Tahmasab ve halefleri, zorbalardan Nadir Şah, Yemende korku ile yöneten Mutahhiroğulları, Tunus ve Cezayir topraklarında zulüm yapan İspanya vahşileri, bir dönemin İngiltere’si sayılan Venedikliler, Mora Yarımadası’nı işgal eden İtalyanlar, Kanuni devrinde var olan Macaristan Bohemya ve Hersek Kralları, Fransa Kralı Fransuva Josef, Almanya İmparatoru XVI. Şarlken ve bütün Avrupa, Hindistan’da Portekizliler, Sudan ile Haraar’ın fethinde Habeş Neçeşileri, bir dönem Prut Nehri kenarında Baltacı Mehmed Paşa’ya aman diyen Rusya İmparatoru Büyük Petro ve İmparatoriçe Katerina ve diğerleri…
2
Salihli yakınındadır.
3
Çeyrek kuruş, on para değerinde demir para.
4
Dernek
5
Kitapta orijinalinde alıntı yapılarak verilen bu bölümün tercümesi ve tamamı için bk. A. Sait Aykut, Ekrîdûr (Eğridir) Şehri İbn Battuta Seyahatnamesi: Çeviri, İnceleme ve Notlar (2 Cilt), İstanbul, 2000, Yapı Kredi Yayınları, 1. Cilt, s. 406-7. (ç.n.)
6
Fabrikada bükülen güçlü ve düzenli ipliğe denir. (ç.n.)
7
Öğrenci, şakird.
8
Öğretmen ve usta.
9
Göktaş, gökçe ve gökçek taştan gelmektedir. Çünkü Göktaş mezrası mevkisinde bulunan taşlar beyaz ve sarı renklerde olup kâse kırıklarını andırırlar. Güzel manzaralı kayraklar olan bu taşlar birbirlerine dokundurulduğunda çinkonun çıkardığı sese benzer sesler verirler.
10
Bu ve bundan sonraki şiirler çoğunlukla Farsça şeklindedir. (ç.n.)
11
Hüseyin Avni (1819 -1876) Sultan Abdülaziz dönemine denk gelen 15 Şubat 1874 – 26 Nisan 1875 tarihleri arasında sadrazamlık görevinde bulunmuştur. Resmî bir toplantı esnasında silahlı saldırıda ölmüştür. (ç.n.)
12
Yılanoğulları ya da Yılanlı Oğulları, 18. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Isparta Sancağını yöneten önemli ailelerdendir. Adlarını Eğridir Kasabasınna bağlı Yılanlı köyünden almışlardır. Daha fazla bilgi için bk. Yücel Özkaya, Anadoludaki Büyük Hanedanllıklar, Ankara, 1992, TTK Belleten 56. Cilt, Sayı 2017 s. 835. (ç.n.)
13
Salihli yakınlarından büyük bir şehirdir.
14
Sûretî Baba, Zortî Baba veya Sorî Baba’nın Eğirdir’in meşhur yerlerinden Selçuklu eseri Baba Sultan Türbesi’nin türbedarıdır. Asıl Adı Mürsel olan Baba Sultan (ölüm 1370-1380 arası) Hacı Bektaş-i Veli’nin torunlarındandır. Bu, Eğirdir’de Bektaşiliğin bulunduğunu göstermektedir. Öyle ki Zeynîlik ve Mevlevîlik’ten daha eski olduğuna dair izler taşıdığına dair bk. Mehmet Altunmeral, Hızırnâme’de Eğirdir ve Eğirdirli Velîler, Ağustos 2013, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11, Sayı:2, s. 504-509. (ç.n.)
15
Topu.
16
Yaklaşık beş kilometrelik bir uzunluk ölçüsüdür. (ç.n.)
17
Ahmet Vasıf Efendi (öl. 1806) Osmanlı vakanüvisi ve devlet adamıdır. Bağdat doğumlu olup ilk eğitimini burada almıştır. Gençliğinde yazı üzerine kendini geliştirmiştir. Gittiği Halep’te şehrin valisi Gül Ahmedpaşazâde Ali Paşa ile tanışmış ve o da kendisini kütüphaneciliğine atamıştır. Bu şekilde başlayan Osmanlı memurluğu sonrası OsmanlıRuslar’ın Yenikale’yi kuşatmasında (1771) esir alınıp Petersburg’a götürülmüştür. Fakat bu esaret, onun tanınmasına ve üst düzey memuriyetlere yükselmesini sağladığı gibi o dönemde katıldığı siyasi görüşmeler de ufkunu genişletmiş ve giderek dış ilişkilerde uzmanlaşmasını sağlamıştır. Çeşitli inişli çıkış dönemlerinden sonra nihayet 4 Ağustos 1805’te reîsülküttâb tayin edildi ve böylece kariyerinin zirvesine ulaştı. En önemli eseri vakanüvislik çerçevesinde kaleme aldığı, Vâsıf Târihi olarak tanınan Mehâsinü’l-âsâr ve hakāiku’l-ahbâr’ olduğuna dair bk. Mücteba İlgürel, “Vâsıf Ahmed Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi, kaynak: https://islamansiklopedisi.org.tr/vasif-ahmed-efendi (ç.n.)
18
Şiir Arapça olup Türkçeye uyarlanarak çevrilmiştir. (ç.n.)
19
Ceyhan Nehri’nin eski adı Pyramos’dur. Kidnos ise Berdan ya da Tarsus Çayı’nın eski adıdır. (ç.n.)
20
Kavalalı İbrahim Paşa (1789-1848), Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın (1769-1849) oğludur. Babası Osmanlı’ya karşı çıkardığı isyan sonrasında Mısır’da kurduğu 1805-1953 yılları arasında Mısır’ı yöneten hanedanlığın kurucusudur. Kendisi de bu hanedanlığın kurulmasında çok etkin görevler almıştır. (ç.n.)
21
Rum suresi, 30/1-3.
22
Yukarıda adı geçen Bedri o zamanlar Ali Bey ile birlikte haberleşme memuruymuşlar. Ali Bey’in buna neler yaptığını kendisi anlatsın da siz de dinleyin.
23
Güneşten kinaye olan bu heykelin önünde insanı kurban etmek, küçük çocukları ateşe atmak gibi vahşi dini görevleri vardı.
24
Asıl adı “Tauras” olmakla beraber konuşma dilinde Toros denir. “Bağa Dağı” da denilmektedir. (ç.n.)
25
Kökeni Grekçe kaiser kelimesinden geldiği iddia edilen kayser unvanı Osmanlı Türkçesinde de Roma imparatorlarını ya da serzarlarını anımsarken tercih edimektedir. Araplar’ın Roma ve Bizans imparatorları için kullandıkları unvan olan kaiser kelimesi için bk. Işın Demirkent, “Kayser”, TDV İslam Ansiklopedisi, kaynak: https:// islamansiklopedisi.org.tr/kayser. Sadeleştirme esnasında Kayser unvanları imparator olarak çevrilmiştir. (ç.n.)
26
Taş atmaya yarayan ipli ve taş torbalı ilkel bir silah.
27
Puşto, Köroğlu’nun Puştavı’na taktığı ismin farklı hâlidir.
28
Yusuf Nabi (1642-1712), divan edebiyatı şairidir. Fakat kayıtlarda bu şiir yine divan edebiyatı şairi olan Şair Bâki’ye (ö. 1600) aittir. “Gökyüzünün güneşi yolları ipekli kumaşlarla döşedi; çünkü bahar sultanı çimen ülkesine teşrif etti.” şeklinde sadeleştirlen Bâki şiirleri için bk. İsmail Soyyiğit, Bâki’nin Kasidelerinde Edebî Tasvirler, İstanbul, 2006, Yüksek Lisans Tezi, s.47. (ç.n.)
29
Dört ya da beş bin kadar çuval alabilen bir sal çeşididir. Altına binin üzerinde balon gibi şişirilmiş deri tulum bağlayıp nehrin akıntısına bırakıyorlar. Seyahat esnasında patlayan tulumları bir şekilde dikiyorlar. Üzerine kurulan uzun ve çift taraflı kürekler ile hareket ettirilmektedir. Bu kürekler aynı zamanda nehrin sahil kısmına yaklaşıldığı zaman sahile sırık gibi dayanarak hız almaya da yaramaktadır. Bu sallar Musul ve Bağdat’a kadar gitmektedir. Kürdistan şehirlerini Basra Körfezi’ne bağlayan Dicle Nehri üzerinde bu sallarla önemli miktarda ihracat yapılmaktadır.
30
Yazar burada muhtemelen Dionysos Tiyatrosu’ndan bahsetmektedir. (ç.n.)
31
Zühre bir Roma tanrıçasıdır. Aşk tanrıçası manasındadır. (ç.n.)
32
Sebe Suresi, 34/10-12. Kitapta bu ayetin yalnızca “Sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay(lık yol)” kısmı verilmiştir. (ç.n.)