Odise

Odise
Homeros
“Odise”, becerikli ve kurnaz, pek çok badire atlatmış bir adam olan Odysseus’un, eve dönüş yolculuğunu konu eder. Ana vatanı İthake’ye yalnız başına dönmeden önce -en az altı yüz adam ve on iki geminin kaybı da dâhil olmak üzere- çok acılara katlanmıştır. Yurduna vardığında yüz sekiz taliplinin, aralarından birini yeni kocası olarak seçeceğini ümit ederek karısı Penelope’nin çevresini sardıklarını fakat bu sırada da evindeki her şeyi yiyip içtiklerini anlar. Odysseus kılık değiştirir; bir dilenci görünümüne bürünüp artık yetişkin bir adam olan oğlu Telemakhos’un yardımı ile bu haneye tecavüzcüleri katleder, evini pisliklerden temizler ve sessizlik ve istirahatten ibaret bir hayatı iple çeker.İki bin beş yüz yıldan fazla zamandır, “İlyada” ve “Odise” hâlâ bize unutulmaz bir şekilde, neredeyse hayat ile ilgili önemli olan her şey hakkında bir hikâye anlatır…

Homeros
Odise

Homeros, epik şair ekolüne dâhil olan muğlak bir simge olabilir. Eğer gerçekten yaşamış biriyse, muhtemelen M.Ö. 8. yüzyılın ilk yarısında yaşadı. Antik inanışa göre, modern Türkiye’nin batı kıyılarının orta kısmında bulunan İyonya’nın yerlisidir, ki bu akla yatkın görünüyor, çünkü şiirler İyonya lehçesiyle yazılmış. Şiirlerini eğitimli bir yardımcıya dikte ettirmiş, kendisi yazmış, hatırlamak için satırlar ve bölümler not etmiş veya hiç yazmamış olabilir. Aristo, Homeros’un Odise’yi yaşlandığında yazdığına inanıyordu; dil bilimsel kanıtlar İlyada’nın önce yazıldığını ve kayda değer bir aradan sonra da Odise’nin onu takip ettiğini gösteriyor. Filozof Heraklitos’a göre, Homeros oğlan çocuklarının böcekle ilgili bir bilmecesini çözememesi sebebiyle öfke krizinden ölmüştür, ki bu bilginlerin merakıyla alay eden bir anekdota benzemektedir. Günümüzde Homeros’a dair yapılan spekülasyonlar, kendisinin bir doktor, bir general ve bir kadın olduğuna ilişkin çeşitli iddialardır.

GİRİŞ
Homeros’un iki epik şiiri “İlyada” ve “Odise”nin, dünya edebiyat tarihinin en büyük şaheserleri arasında olmaları yanında, anlattıkları hikâyeler, çoğumuzun hayatında duyduğu ilk hikâyelerdendir. Ben küçük bir çocukken; çelik işçisi olan babam beni dizinin üzerine oturtur ve dünyanın en güzel kadını için yapılan ve sinsi bir kurnazlıkla kazanılan on yıllık savaşın öyküsünü anlatırdı. Bu öykü gözlerimin fal taşı gibi açılmasına sebep olurdu. Tek gözlü Kyklop’lar, Sirenler[1 - Üst tarafı kız, alt tarafı balık olduğuna inanılan deniz kızı. (e.n.)] ve onların karşı konulamayan şarkıları, koca bir girdap ve altı başlı bir canavar, denizcileri domuza çeviren Cadı Kirke, sihirli rüzgârlar ve üzerindeki yırtık pırtık giysileri çıkarıp atarak kendisinden başka kimsenin kullanamadığı bir yayla kanlı bir intikam alan küçümsenmiş bir dilenciyi ve bunun gibi pek çok şeyi anlatmaya devam ederdi. O zamanlar, Truva Savaşı ve Odysseus’un uzun eve dönüş hikâyesindeki olaylar dünyanın en güzel hikâyeleri olarak beni kalbimden vurmuştu. Çok senelerden ve birçok hikâyeden sonra bile hâlâ fikrimi değiştirmedim.
İncil, Shakespeare’in oyunları ve belki Ovid’in “Metamorphoses” (“Dönüşümler”) kitabı dışında çok az çalışma kültürel kan dolaşımımıza böylesine derinlemesine girmiştir. Dante’nin “Inferno”sunda (“Cehennem”) Ulysses -Odysseus’un Latince adı- dünyanın uzak köşeleri ve daha ötesine doğru denize açılan, bilinmeyenin peşinde koşarak yerinde duramayan bir maceraperest olarak ortaya çıkmaktadır. Christopher Marlowe, Helen’in güzelliğini şu iki ünlü dizede dile getirmiştir: “Bu çehre binlerce gemiyi denize açan mı / ve Truva’nın üstsüz kulelerini yakan?” Homeros’un hikâyeleri üzerine sayısız resim ve heykel yapılmış; bale ve opera yazılmıştır. Rider Haggard [“King Solomon’s Mines” (“Kral Süleyman’ın Madenleri”) adlı, erkek çocuklarına yönelik klasik macera romanın yazarı] ve Andrew Lang (peri masallarıyla ünlü) bile, Ulysses’in -Mısır’da Helen’i ararken- Haggard’ın meşhur femme fatale[2 - Fransızcada çekici ve baştan çıkarıcı kadın anlamına gelir. (ç.n.)] karakteri, itaat-edilmesigereken-kadın olarak bilinen, Ayesha’nın reenkarnasyonuna tutsak düştüğü “The World’s Desire” (“Dünya’nın Arzusu”) adlı kitabı beraber yazmışlardır. James Joyce’un “Ulysses”i, Odysseus’u hissettirmeden modernleştirir ve Derek Walcott’ın kitap uzunluğundaki şiiri “Omeros”, Homeros’a Karayipli bir aksan verir.
İnsanlar Truva’yı düşündüklerinde genellikle ilk akıllarına gelen şey Truva Atı olur ancak “İlyada”da bu olay yer almaz, onun yerine Aşil’in öfkesi ve bunun sonuçlarına odaklanılır. Sadece “Odise”de kör ozan Demodokos, Truva hakkında şiirler okurken Odysseus’un zeki oyunundan bahseder. Vergilius, Aeneas’ın maceraları ve Roma’nın kurulması hakkındaki “Aeneas” (MÖ I. yüzyıl) adlı Latince destanında bu konu hakkında daha fazla detaya yer verir. Yine de içi silahlı askerlerle dolu devasa atla ilgili hikâye, eski zamanlardan beri bütünüyle bilinmekteydi çünkü Homeros’un şiirleri Truva hakkındaki destan çemberinin sadece iki kısmını oluşturuyordu. Başlıkları ve çok küçük bir bölümü dışında diğer şiirler kayıptır fakat ne içerdikleri hakkında ana hatlar bilinmektedir. “Cypria”, Paris’in hükmü ile ilgili bir hikâyeyle ilgilidir ki bu isimdeki bir Truva prensi üç tanrıçadan en güzel olanını altından bir elma ile ödüllendirmek durumundadır. O, Afrodit’i seçer; bunun nedeni ise Afrodit’in buna karşılık olarak dünyanın en güzel kadınına sahip olacağına dair ona söz vermesidir. Çok geçmeden Paris, Menelaos’un karısı Helen’le beraber kaçar ve Truva’ya geri döner.
“İlyada”, bizim bildiğimiz şiirdir. Menelaos, yanlış yolda olan karısını geri kazanmak ve intikam almak için Yunan ordusunun generali olarak bin tane gemi ile Truva’ya giden erkek kardeşi Agamemnon’dan yardım alır. “İlyada”nın hikâyesi tam da herkesin sabırsızlanmaya ve sinirlerin gerilmeye başladığı kuşatmanın dokuzuncu yılına girildiğinde başlar. Şiir, biraz kendini beğenmiş olan Agamemnon ile en ölümcül düşmanı Aşil arasında bir metres için yapılan, kontrolden çıkmış bir kavga ile başlar. Onurunu lekelenmiş hisseden Aşil; çadırına gider ve Agamemnon’u, savaşı bırakıp evine dönmekle tehdit eder. Destanın sonraki büyük bir kısmı savaşın gelgitlerini anlatır ve sevilen aile babası Hektor, Truva’nın büyük galibi olarak ortaya çıkar (Hektor, “halkının koruyucusu” anlamına gelir.). Fakat bu Truva prensi, Aşil’in en iyi arkadaşı Patroklos’u öldürdüğü zaman Aşil, kanlı bir intikam için yemin eder. Cesedi yerlerde sürüklenen Hektor da dâhil birçok kişi ölür. Oğlunu kaybeden yaşlı Truva Kralı Priamos, onun cesedini geri almak için yalvarır ve Aşil -insancıl bir merhametle ve kendini aşan dokunaklı bir anında- yaşlı adamın Truva’da gömülmek üzere cesedi almasına izin verir. Şiir, “atları iyi süren” Hektor’un cenazesi ile sona erer. Ne yazık ki savaşın kendisi devam edecektir.
“Aithiopis”, savaştan biraz daha bahseder; uzun ve gözlerden uzak bir hayat yerine kısa fakat ihtişamlı bir hayatı seçen Aşil’in ölümü ve cenazesi ile biter. Bu şiir aynı zamanda Aşil’in, Truvalıların yardımına gelen ve aşka düştüğü -artık çok geç olduğunda- Amazonların kraliçesi Penthesilea ve savaşıyla ilgili bir bölüm de içerir.
“İlias Parva” veya “Küçük İlyada”, Truva Atı hilesine, Truva’ya girmek için bir araç olarak odaklanır ve güçlü Aias ile kurnaz Odysseus’un Aşil’in zırhı için yaptıkları yarışmayı içerir (Odysseus zırhı kazanır, sonra Aias geçici olarak aklını kaybeder ve sonunda utançtan kendini öldürür.).
“İliu Persis” veya “Truva’nın Yağmalanışı”, şehrin ele geçişi ve Hektor’un babası Priamos ve küçük oğlu Astyanaks’ın ölümü, kimsenin inanmadığı bir peygamber olan Kassandra’ya tecavüz de dâhil, onu izleyen toplu katliamı konu alır. Hektor’un karısı Andromakhe, Aşil’in oğlu Neoptolemos’un metresi olur.
“Nostoi”, ihanet eden karısı Klytemnestra ve sevgilisi Aegisthus tarafından bir anda öldürülen Agamemnon da dâhil çeşitli kahramanların eve dönüşünü inceler (Elektra ve Orestes tarafından babalarının katledilmesinin intikamı ile devam eden bu hikâye, Eshilos’un “Orestia” adlı üç oyunlu serisine konu olmuştur. Zeus, Agamemnon’un öldürülmesine “Odise”nin başlangıcında yer verir.).
“Odise”, becerikli ve kurnaz, pek çok badire atlatmış bir adam olan Odysseus’un, nostos[3 - Yunancada “eve dönüş” anlamına gelir. (ç.n.)] veya eve dönüş yolculuğunu konu eder. Ana vatanı İthake’ye yalnız başına dönmeden önce -en az altı yüz adam ve on iki geminin kaybı da dâhil olmak üzere- çok acılara katlanmıştır. Yurduna vardığında yüz sekiz taliplinin, aralarından birini yeni kocası olarak seçeceğini ümit ederek karısı Penelope’nin çevresini sardıklarını fakat bu sırada da evindeki her şeyi yiyip içtiklerini anlar. Odysseus kılık değiştirir; bir dilenci görünümüne bürünüp artık yetişkin bir adam olan oğlu Telemakhos’un yardımı ile bu haneye tecavüzcüleri katleder, evini pisliklerden temizler ve sessizlik ve istirahatten ibaret bir hayatı iple çeker.
“Telegonia”, dansa benzer şaşırtıcı bir gidişat ile çemberi kapatır. Odysseus’un Büyücü Kirke’den olan oğlu Telegonus, kazara babasını öldürür ve Penelope ile evlenir. Bu arada Odysseus’un Penelope’den olan oğlu Telemakhos zamanı gelince Kirke ile evlenir. Hepsi büyücünün sihirli adasında mutlu bir şekilde yaşarlar.
Bütün bu şiirler görünüşe göre antik çağlarda bilinmelerine rağmen “İlyada” ve “Odise” sanatsal yönü ve şöhreti ile diğerlerinden öne çıktı. Gerçekten de bu ikili birlikte, Yunan kültüründe İncil, Tevrat veya Kur’an’a benzer şekilde bir nevi kutsal kitap gibi yer edindiler. Yazarı, basitçe “şair” olarak adlandırılabilir fakat aslında Homeros, davranış kurallarını, ilham verici bir olayın özetini, “Yunanistan’ı kuran atalar”ın tarihini, hikâye anlatımı ve hitabet için bir rehberi, Atina draması ve şiiri konusunda bir kaynağı ve biraz da devlet adamları ve sıradan halk için ortak bir bilgelik kaynağını bizlere sunmuştur. Antik Yunan şarkıcıları -aoidoi[4 - Yunancada, “Klasik Yunan şarkıcıları” anlamına gelir. (ç.n.)]– şiirleri bütünüyle ezberlerinde tutup festivallerde devamlı olarak okumuşlardır. Platon’un “Devlet”i aslında Homeros’un kahramanlarının ölüm sonrası görüntüleri ile biter (Çoğu kartal veya aslan olarak dünyaya yeniden gelmek isterken Odysseus tamamıyla sıradan bir adam olarak geri gelmeyi ister.). Aristo, “Poetika”da Homeros’un şiirlerinden, hikâye yapılarının tamamlayıcı modeli olarak bahseder: “ ‘İlyada’ aynı anda basit ve ‘hazin’; ‘Odise’ ise karmaşık ve aynı zamanda ‘ahlaki’.” Söylendiğine göre Büyük İskender, “İlyada”yı seferleri sırasında beraberinde taşırdı.
MÖ II. yüzyıla gelindiğinde Lukianos’un hicivsel “True History”si (“Gerçek Öykü”) Homeros’la dalga geçiyordu: Lukianos, Kutsanmış Adalar’ı ziyaret eder ve ölümsüzlük teklifini geri çevirdiği için pişmanlığını dile getirip onu en kısa zamanda göreceğini söyleyerek gizlice Kalypso’ya aşk mektubu götürmesini isteyen Odysseus ile karşılaşır. Aynı sıralarda ünlü İskenderiye Kütüphanesi, iki şiir için düzeltmeler yapıyor ve kısaltmalar (scholia[5 - Yunancada dil bilgisel veya açıklayıcı yorumlar anlamına gelir. (ç.n.)]) hazırlıyordu. Şimdi bile, eski çağlardan kalma herhangi bir eserden daha fazla sayıda “İlyada” ve “Odise”nin eski yazmalarına sahibiz.
Ancak ne yazık ki Bizans İmparatorluğu dışında Homeros’un şiirlerine dair bilgiler bin yıl boyunca kayıp olacaktı. MÖ IV. yüzyılın sonunda Batı Avrupa’da, Yunanlara dair bilgiler kaybolmaya başladı. Orta Çağ’da yazarlar ve düşünürler ya Homeros’u sadece özetlerden biliyorlardı ya da antik çağların sonundaki iki Latince çalışmadan, “İlyada” ile ilgili çarpık düşünceler edindiler (MÖ IV. yüzyıldan VI. yüzyıla kadar): Yunan tarafının bakış açısından anlatılan Giritli Dicty’nin sözde “Diary of The Trojan War”u (“Truva Savaşı’nın Günlüğü”) ile Truva tarafının bakış açısı ile anlatılan Frigyalı Dares’in “History of Destruction of Troy”u (“Truva’nın Yıkımının Tarihi”). Bunlar, “Truva konusu” denen birçok Orta Çağ hikâyesine esin kaynağı oldular.
1354’te İtalyan Şair Petrarca, “İlyada” ve “Odise”nin bir Bizans el yazmasını satın aldığı zaman Homeros’un geri dönüşü nihayet başladı. Petrarca, Yunanca okuyamadığı için metin Latinceye çevrildi (Arkadaşı Boccaccio bu dili öğrenmişti.). 1488’de Yunancadaki ilk baskıları ortaya çıktı ve giderek daha fazla bilgin yeniden keşfedilen bu dili samimi olarak öğrenmeye başladı. 1598’de George Chapman, “İlyada”nın ilk on kitabının İngilizce baskısını çıkardı, geri kalanını ve “Odise”yi de sonradan tercüme etti.
Rönesans sırasında Yunan çalışmalarının yeniden doğuşu ile beraber, İngilizce konuşulan ülkelerde Eski Yunan Uygarlığı ve özellikle Homeros’a gittikçe artan bir hayranlık duyulmuştur. Büyük VII. yüzyıl destanı “Paradise Lost” (“Kayıp Cennet”), kasıtlı bir şekilde “İlyada”daki şiir tanrıçalarının dualarını tekrarlayarak başlar ve güçlü Latin aksanına rağmen neredeyse Pagan modeline eşit bir güce ve ihtişama sahiptir. Kör Milton, doğal olarak, bilindiği kadarıyla kör olan Homeros ile özdeşleştirildi.
XVIII. yüzyılda Alexander Pope, “İlyada”yı kahramanlık beyitlerine çevirerek liste başı kitaba eş değer bir eser ortaya çıkardı. Birçok ünlü modern klasik akımcı -örneğin, Jasper Griffin ve Bernard Knox- Pope’un “İlyada”sını dillerindeki en iyi Homeros çevirisi olarak değerlendirdiler (Pope’un “Odise”sinin büyük bir çoğunluğu iki yardımcısı tarafından yazıldığı için istikrarsızdır.). Pope’un çağdaşı, Klasik Bilgin Richard Bentley, söylentilere göre, “Hoş bir şiir Bay Pope, ancak buna Homeros dememelisiniz.” demiştir. Ancak Pope’un mısraları gerçek bir güç barındırmaktadır: “Şimdi Ulysses savaş alanında tek başına durmakta / Yunanların hepsi kaçtı, Truvalılar üstlerine saldırırken / fakat o sakin ve bir bütün olarak ayakta durmakta…”
XVIII. yüzyılın sonralarında bilim, Homeros hakkındaki tarihî görüşümüzü kökten değiştirmeye başladı. F. A. Wolf, “Prologemenon ad Homerum”da (“Homeros Üstüne Önsöz” -1795) şiirlerin, Yunanların yazı ile tanışmadığı zamanlarda sözlü olarak derlendiğini, sonra papirüs üzerine yazılıncaya kadar dört yüzyıl boyunca ezberden okunarak aktarıldığını savunmuştur. Eserlerin sanatsal bütünlüğü büyük çoğunlukla düzenleyenlerin çalışmalarına bağlıdır.
Kraliçe Victoria tahta geçtiği zamanlarda Homeros, İngiliz eğitim sisteminde temel kitap hâline gelmişti; imparatorluğun kahramanca idealleri için bir kaynak kitap ve yüce dimağların tercih ettiği bir eğlence aracı olarak… XIX. yüzyıl İngiltere’sinin en saygın başbakanı olan William Gladstone’un kendisi de Homeros’la ilgili yedi kitap basmıştı ve Homeros alanındaki bilimlerde önde gelen bir kişiydi ancak bu ilginç adam, zaman zaman Eski Çağ’dan kalma âdetlerin temelde Hristiyanlıktan kaynaklandığını düşünmeye başladı. Çağdaşı şair ve deneme yazarı Matthew Arnold, hâlâ edebiyat eleştirmenliğinin en dahice çalışmalarından biri olarak sayılan “On Translating Homer”ı (“Homeros’un Çevirisi”) ortaya koydu. Arnold bu denemede şiirlerin güncel çevirilerini eleştirdikten sonra (John Henry, diğer adıyla Kardinal Newman’ın kardeşi Francis Newman’a ait), bir yazar olarak Homeros’un önemsediği başlıca dört özelliğini sıralamıştır: Homeros’un temel etkisinin, “en akıcı; tarzında en yalın ve direkt; fikirlerinde en yalın ve direkt; son derece asil bir şair olması” olduğunu belirtir.
Gelenek karşıtı Samuel Butler, belki sonuncusu hariç bu ilkelerde hemfikirdi. Bu nüktedan (“İnsan, etrafta koşuşturmak için çok fazla titreşen bir jöledir.”) roman yazarı [“The Way of All Flesh” (“Tüm İnsanlar Gibi”)], vizyoner (“Erewhon” -ütopya) ve amatör Yunan bilgini, Homeros’a karşı bir takıntı geliştirdi. “Odise”nin bir kadın tarafından yazıldığına inandı hatta şimdilerdeki Sicilya’daki Trapani gibi soylu bir doğum yerine sahip olan genç, dikbaşlı ve evlenmemiş bir kız tarafından yazılmıştı. Butler’ın “The Authoress of the Odyssey”sine (“Odise’nin Yazarı”) göre kendini şiirde güzel Prenses Nausicaa olarak tasvir etmiştir. Dışarıdan bakınca tüm bunlar kulağa deli saçması olarak gelir fakat Alexander Pope’un çok eğlenceli bir girişi olan “İlyada” çevirisinde bahsettiği gibi, Homeros’un, şiirlerini, Mısır’dayken -pek olası olmasa da- Phantasia adında bir kadından çaldığına dair bir efsane vardır. Butler bu fikri ciddiye alıp -ancak sadece “Odise” için- geliştirdi ve en azından Robert Graves’e en sıra dışı tarihî romanlardan biri olan “Homer’s Daughter”ı (“Homeros’un Kızı”) yaratması için ilham verdi.
Gerçek ne olursa olsun Butler’ın teorisi ton, yapı ve tabiat bakımından “İlyada” ve “Odise” arasındaki önemli farkların altını çizer. “İlyada” ihtişamlı, kasvetli ve yürek parçalayıcıyken “Odise” dümenci bir Yunan’ın maceralarını anlatan bir peri masalı gibidir. Aslında, şimdi pek çok bilim adamı, “Odise”nin Yakın Doğu destanı “Gılgamış” ve “Binbir Gece Masalları”ndaki gibi derlenmiş halk masallarından ilham aldığına inanıyor. Odysseus’un bazı kıl payı kurtuluşlarını neredeyse kesin olarak Jason ve Argonaut’lar hakkındaki daha eski bir destandan almıştır. Hakikaten, “İlyada” trajikken “Odise” bir macera romanı gibidir, neredeyse bir haydut romanı gibi.
Gerçekten de Butler’ın çevirileri; dolambaçsız, çabuk ilerleyen nesir sayesinde bu destanları, Viktorya Dönemi’ne ait masallar hâline getirmiştir. Şimdi bile bu tip bir yaklaşım onun versiyonunu -bu kitapla yeniden basılmıştır- Homeros’la tanışmak için ideal hâle getirir: anlaşılır, doğrudan ve cezbedici bir şekilde okunaklı.
“İlyada” ve “Odise”nin tarihi, tarihsel gerçekliği, kaynağı ve terkip yöntemi hakkında kayda değer spekülasyonlar ve şiddetli ihtilaflar uzun zamandan beri vardır. Günümüzdeki genel anlayış; Homeros’un şiirlerinin, MÖ VII veya VIII. yüzyılda yazılmasına karşın “sözlü kurallar” kullanılarak oluşturulduğu ve merkezi Knossos ve Pylos’ta olan MÖ 1200’lerin Bronz Çağı Miken kültürüne benzer bir dünyayı tasvir ettiğidir. Türkiye’de, Hisarlık’taki kazılar -ilk defa Heinrich von Schliemann tarafından 1860’larda başlatılmıştır- Truva olduğu belirlenen büyük bir şehrin kalıntılarını ortaya çıkarmaya devam etmektedir. Bilim adamları “Odysseus”un yolculuğunun izini sürmeye ve uğradığı adaları saptamaya oldukça ciddi bir şekilde teşebbüs etmişlerdir.
“İlyada” tek ve dar bir coğrafi alanda geçmesine ve savaşın sadece elli beş gününü içermesine rağmen Homeros onda, geniş bir zaman ve alan izlenimi uyandırmayı başarmıştır. Bunu savaşçıların arka plandaki hikâyeleri, söylence ve efsanelerin yeniden anlatılması, tanrıların söyledikleri ve akıllıca benzetmeleri ile yapar. Tekrar tekrar, bir savaş sahnesini mütevazı ve tanıdık bir şeye benzeterek ışıltı katar:

“Bahar zamanı kovalar sütle dolup taştığında çobanın evinin etrafında sayısız sinek sürülerinin uğuldaması gibi Akhalar da ovaya akın ettiler, Truvalılara saldırıp yok etmek için.”
“Sağlam ve iyi beslenmiş bir atın, ipini koparıp ihtişamla ovadan yıkanmaya alıştığı güzelce akan nehre doğru dörtnala koşması gibi -başını yukarıda tutar, kendi gücüyle övünerek yolunun üzerindeki yerlere ve kısrakların beslendiği düzlüklere rüzgâr gibi uçarken yeleleri omuzlarından dalgalanır- Paris de zırhı içinde güneş ışığı gibi parlayarak, yüce Pergamos’tan ayrıldı ve yolda dörtnala hızlanarak giderken kocaman bir kahkaha patlattı.”
Homeros’un herhangi bir sayfasını açın; hiçbir zaman belirsiz veya somut olmayan bir şey karşınıza çıkmayacaktır. Her detay, düzenli bir biçimde keskin bir odak noktasından verilmiştir.
Ana karakterlerin hepsinin kendine özgü kişilikleri de böyledir; hırçın Tanrıça Afrodit’ten ona eş değer hırçınlıktaki Aşil’e değin, savaş alanının bir James Dean’i veya Jim Morrison’udurlar. Eleştirmen Mark Van Doren’in gözlemlediği gibi, “Aşil erken yaşta ölecektir ancak sonsuza dek yaşayacak biri gibi görünür ve hareket eder.” Ölüm makinesi surat astığı bir sırada, çalıntı bir lirle oynayarak ve “kahramanların yiğitlikleri şarkısını söyleyerek” kendini eğlendirir (Truva’nın kahramanları için bile, gerçek kahramanlık çağları çoktan geçmişte kalmıştı.). Savaşa sadece arkadaşı Patroklos’un ölümünün intikamını alma arzusu ile döndü. Pek çok okuyucuya göre, şiirdeki en takdire şayan karakter metanetle kaderine teslim olan Hektor’dur; karısı ve çocuğu ile çok mutlu olan -küçük Astyanaks, babasının miğferindeki tüyden korkmuştur- ancak şehri için savaşmak adına görevine bağlı bir kahraman. Her adamın kendi aristeia’sı [6 - Yunancada kahramanın savaşta en iyi olduğu an. (ç.n.)] olacaktır -kendi zafer anı, buğday tarlasındaki harman dövücü gibi savaş alanını silip süpürdüğü an. Her ikisi de kaderin onlara karşı olduğunu bilerek savaştılar: Hektor, Truva’nın en sonunda düşeceğinin farkında olarak, Aşil genç yaşta ölüme mahkûm olduğunu bilerek… Ancak her ikisinde de kendine acıma duygusu yoktu. Aşil’in, kendi hayatı için pazarlık eden, Priamos’un oğlu Lykaon’a söylediği gibi:

“Bana kurtulmalıktan bahsetme! Patroklos ölünceye dek, Truvalıların canını bağışlardım ve canlı tutsak ettiğim pek çoğunu uzak denizlerde sattım; ama artık İlyon’un önünde Tanrı’nın ellerime verdiği hiçbir adam yaşamayacak, hele de tüm Truvalılar içinde Priamos’un oğulları için daha da zor olacak bu. Bundan dolayı dostum, sen de öleceksin. Neden sızlanırsın böyle? Patroklos öldü, ki o senden daha üstün bir adamdı. Benim de ne kadar büyük ve üstün olduğumu görmez misin? Soylu bir babanın oğluyum ve anam da tanrıçadır, ama kader ve ölümün gölgesi düştü üzerime kuşkusuz. Bir gün gelecek, şafak vakti, karanlıkta veya öğle vakti, birisi savaşta canımı alacak, ya mızrağı ya da yayından fırlayan bir okla.”
Lykaon yalvarmaktan vazgeçtiği zaman öldürülür. Oliver Taplin’in yazdığı gibi, “ ‘İlyada’ insanların ne yaptığı ile ilgili değildir, nasıl yaptığı ile ilgilidir, yolun sonuna kadar acı ve ölümle karşı karşıyadırlar.”
Tam tersine “Odise”, çok daha az şiddet içerir. İlk kelimesi “andra”[7 - Yunancada “adam” anlamına gelir. (ç.n.)], “adam” anlamına gelmektedir ve şiir gerçekten de kahramanın talihi ve iniş çıkışlarına odaklanır (Tabiri caizse vatan hasreti ile beslenmiştir.). Becerikli, ihtiyatlı ve her alanda yetenekli Odysseus, Aşil veya Agamemnon’dan çok daha modern görünmektedir. Zaferinin onaylanmasını ister -Yoksa kör Polyphemos’a gerçek adını sonunda neden ifşa etsin ki?– fakat gerçek yeteneği hayatta kalma becerisidir. Bunu başarmak, temkinlilik ve açıkgözlülük dâhil bütün yeteneğini kullanmayı gerektirmektedir. Şiir boyunca Odysseus, kim olduğuna dair birbiri ardına uydurma açıklamalar yapar; bazen Fenikeli, diğer zamanlarda İdomeneus’un kardeşi ve Kykloplu Polyphemos ile beraberken önce Hiç Kimse. En önemlisi, o, birçok rolün adamıdır -Athena ile flört etmiş ve Peygamber Teiresias’a danışmak için ölülerin yurduna cesaretle girmiştir. Aşil, Agamemnon, Aias ve Hektor gibi görece daha yüce adamların ölmesine rağmen Odysseus onlardan sonra da yaşar. Bu onun zaferidir.
“İlyada”, Truva duvarları önünde veya Skamandros Nehri kıyısı boyunca savaşırken, bir yandan geçici kamplarda yaşayan “savaşan erkekler” üzerine odaklanmışken “Odise” coğrafi hareketliliğine rağmen şaşırtıcı derecede evcildir. Bize çoğunlukla barış içinde yaşayan bir dünyayı gösterir ve önemli bir teması da misafirperverliktir; Aşil’in öfkesinin tam tersine. Eski zamanlarda, ev sahipleri, yorgun yabancılara ve gezginlere misafirperverliklerini -xeinia-[8 - Yunancada, evinden uzakta olanlara karşı gösterilen Yunanlara özgü misafirperverlik anlamına gelir. (ç.n.)] gösterirlerdi veya göstermek durumundaydılar. Penelope’nin taliplileri bu imtiyazı kötüye kullanırlar; Kyklop bu geleneği tersine çevirir (Misafirlerini beslemek yerine, onları yer.); Kirke ve Kalypso da kendi zevkleri için işlerine geldiği gibi değiştirirler. Odysseus bir adaya vardığında nasıl bir karşılama göreceğini merak etmiştir. Açlık, midesi ve yiyecek ihtiyacı hakkında bu kadar çok konuşan başka bir klasik kahraman daha var mıdır?
Bir çeşit hayal ülkesinde yaşayan Phaiakian’lar, yarı boğulmuş bu yabancıyı şerefle ağırladılar -ve Odysseus’un gerçek hikâyesini nihayetinde anlattığı kişiler onlardır. Sinbad türü maceraları beğenenler, bu yirmi dört kitaplık destanın sadece dokuz ile on iki arasındaki kitaplarına zaman harcarlar. Şiirin ikinci yarısının büyük bir çoğunluğu İthake’de geçer ve daha büyük ancak sakin heyecanlar sunar: Odysseus’un yirmi yıl beklemiş yaşlı köpeği Argos’un efendisini tanıdığı an; Bakıcı Eurykleia’nın sırrını ifşa eden yara izine dokunması ile karşısındaki yabancının kimliğini anladığı an; küçümsenen dilencinin oku atmadan önce çürükleri izleyip büyük yayı birden taktığı ve lir gibi çektiği dramatik an: “Köpekler, Truva’dan gelmemem gerektiğini mi düşünmüştünüz? Benim mallarımı israf ettiniz, kadın hizmetçilerimi sizinle yatmaya zorladınız, ben hâlâ yaşarken karımı elde etmeye çalıştınız. Ne Tanrı’dan ne de insandan korktunuz ve şimdi öleceksiniz.”
Öldüler de. Her biri…
Sonuç olarak bir kimse “İlyada” ve “Odise”den ne alır? Konusunda son derece söz sahibi olan XVIII. yüzyıl klasik eser uzmanı Johann Joachim Winckelmann “eine edle Einfalt und eine stille Grosse”[9 - “Asil bir sadelik ve sakin bir yücelik”] demiştir. Eleştirmen Guy Davenport çok yerinde bir şekilde, Homeros’un bütün çeşitliliği ile tarafsız olarak dünyayı kabul eden “mükemmel derecede cömert aklına” dikkat çeker. Diğerleri savaşın bulaşıcı doğası hakkındaki bilgeliğini veya Odysseus’un ilk modern adam olarak tasvirini vurgulayabilir ancak bence Ezra Pound, Homeros’un daima taze kaldığını vurguladığı zaman onu, doğru anlamış olan kişiydi. İki bin beş yüz yıldan fazla zamandır, “İlyada” ve “Odise” hâlâ bize unutulmaz bir şekilde, neredeyse hayat ile ilgili önemli olan her şey hakkında bir hikâye anlatır…



ÖN SÖZ
Bu tercüme, 1897 yılında basılan The Authoress of the Odyssey adlı çalışmamı tamamlamaya yönelik yapılmıştır. Bu çalışmamda Odise’nin tamamını, çeviriyi hantallaştırmadan sunamamıştım ve o zaman tamamlanmış olan şimdiki tercümemi özet hâle getirmiştim.
Daha önceki yazdıklarıma ekleyecek veya çıkaracak bir şey yok Burada şimdi söz konusu çalışmamda üzerinde durduğum iki temel noktayı tartışmayacağım. Bu noktalar şunlar:

•Odise’nin, tamamıyla Sicilya’nın batı kıyılarındaki Trapani adı verilen yerde yazıldığı ve oradan alındığı.
• Şiirin, tamamıyla şimdi Trapani adı verilen yerde yaşayan çok genç bir kadın tarafından yazıldığı ve kadının çalışmalarında Nausikaa adını kullandığı.
Bu biraz tedirgin edici iddialardan ilkine dayanak aldığım temel görüşler, 30 Ocak ve 20 Şubat 1892’de Athenaeum’da ilk defa dile getirildiğinden beri, dikkat çekici bir şekilde ve devamlı surette, İngiliz ve İtalyan halkının bilgisi dâhilindeydi. Ayrıca bu iki iddia, aynı yıl Paskalya öncesi ve Ekim dönemlerinde John’un Eagle’ında da ileri sürüldü. Bunlara hiçbir yerden itiraz gelmedi. Görüşlerimde yanılgıya düştüğüm noktaları öğrenmeye, elinden gelen tüm gayreti gösteren biri olarak bu durum kendime olan güvenimi artırdı. Eğer bir hatam olsaydı yapılan itirazları şimdiye dek haber alırdım; en azından bir kısmını. Yine de görüşlerimin bilim adamları tarafından genel bir kabul gördüğünü hesaba katmadan, sadece onlara karşı çıkmalarının küçük bir ihtimal olduğunu düşünerek hareket edeceğim; bu yüzden kendimi Odise’yi İngiliz okuyucular için tercüme etmeye mahkûm ediyorum, yararlı olacağını düşündüğüm birtakım notlarla zenginleştirerek…
İlyada’nın tercümesinin ön sözünde, tercümanın izlemesi gerekli temel prensipler hakkında görüşlerimi belirttim, bunları burada tekrarlamama gerek yok; şiiri düzyazıya çevirme girişiminin, hemen hemen tüm tercüme boyunca devam eden bir serbesti sağladığına dikkat çekmek dışında. Şiirde doğru olan düzyazıda çoğunlukla yanlıştır ve bir düzyazıyı okunulabilir kılan gereklilikler, düzyazı tercümede ilk düşünülmesi lazım olan şeylerdir. Okuyucu birebir anlamdan uzaklaştığımı görebilir; ancak bu konuda bir yargıya varmadan önce Butcher ve Lang’ın Odise’nin ilk satırlarını nasıl tercüme ettiğini dikkate almalıdır. Tercümeler şu şekilde:
“Söyleyin bana, Müzler, şu adamı, her gerektiğinde hazır, çok uzaklara gitmiş, Truva’nın kutsal kalesini yağmaladıktan sonra ve pek çok adamın şehrini görmüş ve örflerini öğrenmiş, evet ve yüreğinin derinliklerinde çok acılar çekmiş, hayatını kurtarmak ve arkadaşlarına dönmek için çabalamış. Hayır, arkadaşlarını kurtaramadı, çok istediği hâlde. Zira kendi yüreklerinin karanlığında kayboldular, akılsızlar, Helios Hyperion’un öküzlerini yalayıp yuttular. Ama tanrı dönüş günlerini aldı onlardan. Bütün bunları, tanrıça, Zeus’un kızı, nereden olursa olsun duydun sen, bizlere de bildirdin.”
“Şimdi diğerleri, büyük felaketten kaçan pek çoğu, evlerinde ve hem savaştan hem de denizden kurtuldular, yalnızca Odysseus dışında, karısını ve evinin yolunu özleyerek, su perisi, güzel tanrıça Kalypso tarafından tutuldu o içi boş mağaralarda, kocası olmasını istediği için. Ama mevsimler geçip, tanrılar İthaka’daki evine dönmesini buyurduğu sene gelince, çabaları o zaman dahi bitmedi, kendi halkı içindeyken de, ama bütün tanrılar acıdı ona, kendi ülkesine dönene dek tanrısal Odysseus’a hep hınç besleyen Poseidon hariç. Poseidon yola çıkmasına rağmen uzaklardaki Etiyopyalılara gitmek için, ikiye ayrılan Etiyopyalılara, en uzaklardaki insanlara, bazılarının Hyperion’un battığı, bazılarının yükseldiği yerde olduğu. Burada öküzlerin ve koçların kurban edilmesini bekledi ve eğlendi ziyafete oturarak, ama diğer tanrılar Olymposlu Zeus’un salonlarında toplandılar. Sonra insanların ve tanrıların babası konuştu aralarında, zira yüreğinde soylu Aigisthos’u hatırladı, Agamemnon’un oğlu, ünü uzaklara yayılan Orestes’in öldürdüğü. Onu düşünerek konuştu ölümsüzler arasında:
‘Dinleyin beni şimdi, ölümlülerin tanrıları boş yere suçladığını! Derler ki, bizden gelir kötülük, oysaki yüreklerinin körlüğü yüzünden onlara verildiğinden daha çok acıları olur. Ölen Aigisthos bile, ona emredilenin dışında davranarak, Atreusoğlu’nun evli olduğu karısını aldı ve dönünce kocasını öldürdü, gözü önünde tekmil kötü bir sondan öte, çünkü ona keskin gözlü, Argos’un katili Hermes’i elçi olarak gönderip uyardık, ne adamı öldürsün ne de karısını elde etmeye çalışsın diye… ’ ”
Odise (herkesin bildiği gibi) İlyada’dan alınan pasajlarla doludur. Ben bunları biraz daha değişik bir şekilde aktarmak istedim; İlyada’yla ilgili referanslar vererek. Onun için bu pasajları kendi taslağımda işaretledim. Ancak tercümenin skolastik hâle gelmesi üzerine, bu niyetimden vazgeçtim. Buna rağmen, üniversitemizin yayın yöneticilerini buna teşvik edeceğim; İlyada’dan pasajların farklı şekilde ve ilgili referanslarla basıldığı Odise’nin Yunanca metnini basarak öğrencilere çok büyük bir hizmette bulunacaklardır. British Museum’a Odise’nin, İlyada’da geçen pasajların altının çizildiği ve taslakta referans verildiği bir kopyasını verdim. Aynı şekilde Odise’de geçen pasajların işaretlendiği ve ilgili referansların olduğu bir İlyada. Ancak çokça işaret bulunan bu İlyada ve Odise’nin kopyalarına öğrencilerin kolayca erişmesi gerekiyor.
Wolf’tan[10 - Alman bilim adamı Wolf’a göre İlyada ve Odise’nin yazarı Homeros değildir, iki şiir ayrı zamanlarda yazılmış ve çok sonraları şimdi olduğu gibi birleştirilmiştir. (ç.n.)] beri İlyada ile ilgili problemleri -Odise’nin açıkça tek bir muhitte, dolayısıyla (böyle bir sonuca varmak için elimizde başka bir delil olmasa da) muhtemelen sadece bir kişi tarafından yazıldığını; kesinlikle 750 yılından ve büyük bir ihtimalle MÖ 1000 yılından önce yazıldığını; bu çok eski şiirin, gerçekliğinden en çok şüphe duyulan, Homeros tarafından yazıldığı kabul edilen bu kitaplardan serbestçe faydalandığı belli olan yazarının elimizdeki İlyada’dan mutlaka haberdar olduğunu- tartışan biri, bu meseleleri okuyucunun her an zihninde tutmalıdır. Eğer bu yapmazsa hiç de adilane davranmıyor demektir. Diğer yandan, İlyada ve Odise’sini yukarıda bahsedilen British Museum’daki kopyalardan işaretleyen ve her iki şiirde de aynı pasajların çokça bulunmasından dolayı sağduyunun yapacağı tek çıkarımı yapan biri, inanıyorum ki, burada ve Kıta’da bulunan, şu anda hatırı sayılır bir itibara sahip olan çok sayıda kitaba hak ettiği değeri vermekte zorlanmayacaktır. Ayrıca, bu belki bir avantaj da sağlayacaktır; Odise’deki pek çok muammanın, İlyada ile aşırı “doldurulması” sebebiyle olduğunu keşfedecektir. Ayrıca şiirin yazarının zihnindeki gelişimi anlaşıldığında diğer güçlükler de sona erecektir.

    SAMUEL BUTLER
    25 Temmuz 1900

ODİSE’DEKİ BAŞLICA KARAKTERLER, SOYLARI VE MEVKİLERİ
(İsimlerin, Romalıların kullandığı biçimleri, Yunanların kullandıklarından farklı olunca parantez içinde verilmiştir.)

Tanrı ve Tanrıçalar
ZEUS (Jüpiter, Jove), Kronos’un (Satürn) oğlu; Tanrıların kralı ve göklerin hâkimi.
POSEİDON (Neptün), Kronos’un oğlu; denizlerin kralı.
HADES, Kronos’un oğlu; ölüler ülkesinin kralı.
ATHENA (Minerva), Zeus’un kızı; yetenek ve aklın tanrıçası.
APOLLON, Zeus ve Leto’nun oğlu; ışığın okçu tanrısı.
ARTEMİS (Diana), Zeus ve Leto’nun kızı; ormanların avcı tanrıçası.
AFRODİT (Venüs), Zeus ve Dione’nın kızı; aşk tanrıçası.
ARES (Mars), Zeus’un oğlu; savaşın Tanrısı.
HEPHAİSTOS (Vulcan), Zeus ve Hera’nın oğlu; metal işleme ve el sanatının tanrısı.
HERMES (Merkür), Zeus’un oğlu; tanrıların habercisi.
PERSEPHONE (Proserpina) Demeter’in kızı; Hades’in karısı ve yeraltının kraliçesi.

Daha Az Önemli Tanrılar
PROTEUS, denizlerin ihtiyar adamı, Zeus tarafından azledilen tanrılardan biri.
EİDOTHEA, Proteus’un kızı; deniz perisi.
KALYPSO, Atlas’ın kızı; Ogygia’nın ada perisi.
AİOLOS, Hippotes’in oğlu, rüzgârların bekçisi.
KİRKE, Güneş’in kızı; vahşi tanrıça, büyücü.

Odysseus’un Ailesi ve Ev Halkı
ODYSSEUS (Ulysses), Laertes’in oğlu; İthaka’nın kralı.
LAERTES, Arkeisos’un oğlu; Odysseus’un yaşlı babası.
PENELOPE, İkarios’un kızı; Odysseus’un karısı.
TELEMAKHOS, Odysseus ve Penelope’nin oğlu.
MENTOR, Odysseus’un arkadaşı ve kâhyası.
PHEMİUS, Terpes’in oğlu; evin ozanı.
MEDON, haberci.
EUMAEUS, Ctesius’un oğlu; Odysseus’un domuzlarının çobanı.
MELANTHİUS, Dolios’un oğlu; keçilerin çobanı.
PHILOETİUS, sığırların çobanı.
DOLİUS, yaşlı bahçevan ve tarla işçisi.
EURYKLEİA, Ops’un kızı; Odysseus’un ve Telemakhos’un yaşlı bakıcısı.
EURYNOME, hizmetçilerin ve kâhyaların başı.
MELANTHO, Dolios’un kızı; Penelope’nin tercih ettiği hizmetçi.
EURYLOKHOS, Odysseus’un kızkardeşinin kocası; Odysseus’un yanında denizci.
ELPENOR, Odysseus’un yanındaki en genç denizci.

İthaka’nın Erkekleri ve Penelope’yle Evlenmek için Talipler
AEGYPTİUS, İthaka’da yaşlı bir bey.
HALİTHERSES, Mastor’un oğlu; kâhin ve peygamber.
NOEMON, Phronius’un oğlu; gemi sahibi.
PİRAEUS, Klytios’un oğlu; Telemakhos’un güvendiği arkadaşı.
EUPEİTHES, İthaka’da bir bey.
İRUS, şehrin dilencisi.
ANTİNOUS, Eupeithes’in oğlu; taliplerin önderi. EURYMAKHOS, Polybos’un oğlu.
LEİOCRİTUS, Euenorides’in oğlu.
AGELAOS, Damastor’un oğlu.
AMPHİMEDON, Melanos’un oğlu.
CTESİPPUS, Polytherses’in oğlu; Same’den talipli.
AMPHİNOMUS, Nisus’un oğlu; Dulikhion’dan talipli.
LEİODES, Oenops’un oğlu; taliplerin kâhini.

Ana Kara’ya Seyahatinde Telemakhos’un Karşılaştığı Kişiler
NESTOR, Neleus’un oğlu; Pilos’un yaşlı kralı; Truva’dan döndü.
PİSİSTRATUS, Nestor’un babası.
MENELAOS, Atreus’un oğlu; Sparta kralı; Truva’dan döndü.
HELEN, Zeus ve Leda’nın kızı; Menelaos’un karısı; Truva’dan geri getirildi.
THEOCYLMENUS, Polypheides’in oğlu; Argos’tan kaçmış kâhin; Telemakhos tarafından kabul edildi.

Phaiakialıların Topraklarında Yaşayanlar
ALKİNOOS, Nausithoos’un oğlu; Skherie’daki Phaiakialıların kralı.
ARETE, Rhexenor’un kızı; Alkinoos’un karısı ve Phaiakialıların kraliçesi.
LAODAMAS, Alkinoos ve Arete’nin en büyük oğlu.
NAUSİCAA, Alkinoos ve Arete’nin kızı.
DEMODOKOS, Alkinoos’un sarayındaki kör ozan.
EURYALOS, Naubolus’un oğlu; Phaiakialı soylu.

Canavarlar ve Diğer İnsan Olmayan Yaratıklar
POLYPHEMOS, Poseidon’un oğlu; dev Kiklops ve canavar.
ANTİPHATES, yamyam Laistrygonianların kralı.
İKİ SİREN, şarkı söyleyerek insanları kandıran kötü büyücüler.
SKYLLA, Kratais’in kızı; altı başlı canavar ve insan yiyen.
KHARYBDİS, tekneleri kötü sona çeken girdap.

Hades’in Evindeki Ölülerin Ruhları
TEİRESİAS, Tebai’nin kör kâhini.
ANTİCLEİA, Autolycus’un kızı; Laertes’in karısı ve Odysseus’un annesi.
TYRO, Salmoneus’un kızı; Peliaslı Poseidon’un ve Neleus’un annesi.
EPİCASTE, Jocaste olarak da çağrılır, Tebai’nin kralı Oedipus’un annesi ve karısı.
AGAMEMNON, Atreus’un oğlu; Truva’da Yunanların kralı.
AŞİL, Peleus’un oğlu; İlyada’nın kahramanı.
PATROKLOS, Menoitios’un oğlu; Aşil’in yoldaşı.
AİAS, Telamon’un oğlu; Truva’da büyük savaşçı.


HERAKLES’İN GÖLGESİ (Hercules), Zeus’un oğlu, insanoğlu için kahramanca çaba gösteren.
YENİ GELENLER, Elpenor ve taliplerin ruhları.

Olayların Geçtiği Yerler
İthaka Adası.
Nestor’un Pilos’taki evi.
Menelaos’un Sparta’daki sarayı.
Kalypso’nun batıdaki Ogygia Adası.
Skherie’daki nehir ağzı, Phaiakialıların toprakları ve Kral Alkinoos’un sarayı.
Çevirmenimiz Samuel Butler tarafından Latince’ye çevrilen tanrı ve tanrıçaların isimleri ile kahraman Odysseus’un ismi bu baskıda tekrar Yunancaya çevrilmiştir.

KİTAP I


Söyleyin bana, ey Müzler, çok uzaklara gitmiş o hünerli yiğit, ünlü şehir Truva’yı yağmalamıştı ya. Pek çok şehirler görmüştü ve pek çoğunun örfünü ve âdetini öğrenmişti. Hem de kendi hayatını kurtarmak ve adamlarını sağ salim eve getirmek isterken çok acılar çekmişti denizlerde. Ama ne yaptıysa adamlarını kurtaramadı, büsbütün kendi aptallıkları yüzünden yok oldular. Güneş tanrısı Hyperion’un sığırlarını yediler, tanrı da onların eve dönüş yollarını kapadı hepten. Sen de söyle bana bütün bunları ey Zeus’un kızı, her nereden olursa olsun duydunsa.
Savaşta ölümden veya gemi kazasından kurtulanlar artık evlerine döndüler sağ salim, Odysseus hariç; o, karısına ve ülkesine dönmek için özlem duysa da onu büyük bir mağarada saklayan ve onun için yanıp tutuşan Tanrıça Kalypso tarafından alıkondu. Ama yıllar yıllar geçti, tanrıların onun İthaka’ya dönmesi gerektiğine karar verdikleri zaman geldi; ancak buna rağmen, kendi halkı arasındayken bile, dertleri hâlâ bitmemişti. Yine de bütün tanrılar artık ona merhamet etmeye başladı, hâlâ durmadan ona zulmeden ve eve gitmesine izin vermeyen Poseidon hariç.
Şimdi Poseidon Etiyopyalılara gitti, dünyanın öbür ucunda yaşayan ve ikiye bölünmüş, biri batıya, diğeri doğuya bakmakta olan.[11 - Belli ki yazara göre siyah ırk Afrika boyunca yayılıyor, yarısı batıda Atlantik’e, diğer yarısı ise doğuda Hint Okyanusu’na bakıyor. (ç.n.)] Oraya koyun ve öküz kurbanlıkları kabul etmeye gitmişti ve şölende eğleniyordu. Ama diğer tanrılar Olympos’lu Zeus’un sarayında toplandılar, tanrılarla insanların babası ilk önce konuştu. O sırada Aigisthos’u düşünüyordu, Agamemnon’un oğlu Orestes tarafından öldürülmüştü.[12 - Zeus burada Argos kralı ve Truva’da Yunanların önderi Agamemnon’un uğursuz eve dönüşünden ve Kraliçe Clytemnestra’nın âşığı olarak aldığı köle Aegisthus tarafından öldürülüşünden bahsetmektedir. Ardından Agamemnon’un ve Clytemnestra’nın oğulları Orestes, babasının ölümünün öcünü almak için hem annesini hem de Aegisthus’u öldürür. Bu tüyler ürpertici olay hakkında daha ayrıntılı bilgi için Kitap III, IV ve XI’e bakınız (ç.n.).] Diğer tanrılara şöyle seslendi:
“Bakın işte, insanlar kendi aptallıklarından başka hiçbir şey olmayan şeyler için tanrıları nasıl suçluyorlar! Aigisthos’a bakın, o Agamemnon’un karısıyla günahkârca beraber oldu ve sonra Agamemnon’u öldürdü, sonu olduğunu bile bile; zira ona Hermes’i gönderdim uyarmak için, her iki şeyi de yapmasın diye, öyle ki Orestes büyüyüp eve dönmek isteyince mutlaka öcünü alacaktı. Hermes bunu ona bütün iyi niyetiyle anlattı ama o dinlemedi ve şimdi bütün bedelini ödedi.”
Gök gözlü tanrıça Athena buna karşılık vererek şöyle dedi: “Baba, Kronosoğlu, kralların kralı, Aigisthos hak ettiği cezayı buldu ve onun yaptığını yapan herkes de böyle olacak. Ama Aigisthos ne burada ne orada, benim yüreğim Odysseus için acı çeker onun acılarını düşündükçe; yalnız, etrafı denizle çevrili adada, tüm arkadaşlarından uzaklarda, zavallı adam! Ağaçlarla kaplı bir ada bu, denizin tam ortasında ve burada bir tanrıça yaşıyor, bütün denizlerin derinliklerini bilen ve gökle yeryüzünü birbirinden ayıran koca sütunları taşıyan uğursuz Atlas’ın kızı. Atlas’ın bu kızı; zavallı, mutsuz Odysseus’u esir tutuyor ve tatlı sözlerle evini unutturmaya çalışıyor. Ancak hayattan yorulmuş Odysseus sadece kendi ocağının dumanını bir kere daha nasıl görebileceğini düşünüyor. Siz, efendim, bunu önemsemiyorsunuz lakin Odysseus Truva önlerindeyken, sizin gönlünüzü almadı mı pek çok kurban adayıp? O zaman neden ona hâlâ bu kadar kızgınsınız?”
Bulut devşiren Zeus da cevap verdi: “Kızım, neden bahsediyorsun sen? Nasıl unutabilirim Odysseus’u, ki yeryüzünde ondan daha yetenekli adam yok, gökte yaşayan ölümsüz tanrılara adak sunmakta daha cömerti de! Aklında olsun, Poseidon Odysseus’a hâlâ öfkeli, Kiklopların[13 - Kiklop: Yunan mitolojisinde alınlarının ortasında tek gözleri bulunan devler. (ç.n.)] kralı Polyphemos’un gözünü kör etti diye. Polyphemos, deniz kralı Phorkys’in kızı, deniz perisi Thoosa’dan olan oğlu Poseidon’un ki Thoosa, Poseidon’la birleşmişti oyuk mağaralarda. Bu sebeple Odysseus’u peşinen öldürmese de evine gitmesine engel olarak işkence ediyor ona. Yine de kafa kafaya verip düşünelim, dönmesi için nasıl yardımcı olabiliriz diye. Böylece Poseidon sakinleşir, zira hepimiz aynı fikirde olunca bize karşı gelmesi zor olur.”
Athena şöyle dedi: “Baba, Kronosoğlu, kralların kralı, eğer artık tanrılar Odysseus’un eve dönebileceğini söylüyorlarsa ilk önce Hermes’i, karar verdiğimizi ve dönmesi gerektiğini Kalypso’ya söylemesi için Ogygia Adası’na göndermeliyiz. Bu sırada ben de İthaka’ya gideceğim, Odysseus’un oğlu Telemakhos’un oğluna cesaret vermeye. Onu yüreklendireceğim, Akhaları toplantıya çağırması ve annesi Penelope’nin çok sayıda koyun ve öküzlerinin kökünü kurutan talipleriyle çekinmeden konuşması için. Onu Sparta ve Pilos’a sevk edeceğim, sevgili babasının dönüşü hakkında bir şeyler öğrensin diye; zira bu, insanların onun hakkında iyi şeyler söylemesini sağlayacak.”
Böyle söyleyerek bağladı ışıl ışıl parlayan altın sandaletlerini, hiç bozulmazdı, yer veya deniz üstünde rüzgâr gibi uçabilirdi onunla. Tunç temrenli, heybetli mızrağını kavradı, oldukça ağır, iri ve sağlamdı, öfkelendi mi yiğitlerin sıralarını bununla kırıp geçirirdi. Olympos’un doruklarından fırladı aşağıya doğru, hemen İthaka’ya vardı; Odysseus’un evinin giriş kapısı eşiğinde, elinde tunç bir mızrak, bir ziyaretçi, Taphosluların önderi Mentes kılığına girdi. Burada kibirli talipleri, boğazlayıp yedikleri öküzlerin postları üzerinde otururken buldu, evin önünde dama oynuyorlardı. Erkek hizmetçiler ve uşaklar koşturuyordu çevrelerinde, bazıları karma kabında şarabı suyla karıyordu, bazıları yaş süngerlerle masaları temizleyip tekrar seriyordu ve bazısı da bol miktardaki eti parçalıyordu.
Telemakhos gördü onu herkesten evvel. Talipler arasında oturuyordu umutsuzca, cesur babasını ve onları evden nasıl kovalayacağını düşünüyordu; günler geçip de tekrar evine dönseydi ve saygı görseydi keşke. Böyle kara kara düşünüp aralarında otururken Athena’yı gördü ve dosdoğru avlu kapısına gitti, zira bir yabancının kabul edilmek için bekletilmesine kızmıştı. Sağ elini tuttu ve mızrağını vermesini söyledi. “Hoş geldin evimize.” dedi. “Önce yemek ye, sonra ne için geldiğini söylersin.”
Böyle deyip yol gösterdi ve Athena da ardından gitti. İçeri girdiklerinde elindeki mızrağı alıp güçlü bir taş direğe dayalı mızraklığa koydu, bedbaht babasının mızrakları arasına ve güzelce işlenmiş, süslü bir keten örtü serdiği bir koltuğa götürdü onu. Ayakları için bir iskemle vardı ve kendisi için de yanına bir sandalye çekti, taliplerden uzaktalardı, böylece konuk bunalmazdı yemek yerken çıkardıkları gürültülerden ve saygısızlıklarından hem de babası hakkında rahat rahat soru sorabilirdi.
Sonra bir hizmetçi kadın su getirdi güzel bir altın ibrikte ve ellerini yıkamaları için gümüş bir leğene döktü suyu, yanlarına da temiz bir masa çekti. Kâhya kadın ekmek getirdi onlara ve evdeki güzel yiyeceklerden koydu önlerine, bu sırada tabak tabak her çeşit etten getirdi, et sunan ve önlerine altın kupalar koydu.
Ardından talipler geldiler içeri ve tahtlarda, koltuklarda yerlerini aldılar. Derhâl erkek hizmetçiler ellerine su döktü, halayıklar ekmek sepetleriyle dolaştılar etraflarında, uşaklar karma kaplarını şarap ve suyla doldurdular ve hepsi önlerindeki güzel yiyeceklere uzattılar ellerini. Yeteri kadar yiyip içtikten sonra, müzik ve dans istediler ziyafete renk katacak. Bir uşak Phemios’a lir getirdi, onlara şarkı söylemesi için zorladılar onu. Phemios lirine dokunup şarkı söylemeye başladığı anda, Telemakhos Athena’yla sessizce konuşmaya başladı, diğerleri duymasın diye başını yaklaştırmıştı onunkine.
“Aziz misafirim!” dedi. “Dilerim söyleyeceklerime gücenmezsin. Bedelini ödemeyenlere şarkı söylemek kolay gelir ve bütün bunlar kemikleri el değmemiş bir yerde çürüyen veya dalgalar arasında un ufak olan birinin pahasına yapılıyor. Eğer bu adamlar babamın İthaka’ya döndüğünü görselerdi, daha uzun keseler yerine, daha uzun bacakları olsun diye dua ederlerdi, zira para işlerine yaramazdı. Ama ne yazık ki, kötü kadere kurban gitti o ve insanlar bazen söyleseler de döneceğini, artık kulak asmıyoruz bunlara, bir daha hiç göremeyeceğiz onu. Haydi şimdi söyle efendi, doğruyu söyle bana, kimsin ve nereden geliyorsun? Şehrini ve ananı babanı anlat, nasıl bir gemiyle geldin, seni nasıl getirdi tayfan İthaka’ya ve hangi millettendirler, zira buraya karadan gelemezsin. Bir de söyle doğruyu ki -zira bilmek isterim- bu eve yabancı mısın, yoksa babamın zamanında burada bulundun mu? Eski zamanlarda çok ziyaretçimiz vardı, zira babamın kendisi de çok ziyaret ederdi insanları.”
Athena da karşılık verdi: “Sana gerçeği tek tek anlatacağım. Adım Mentes, Ankhialos’un oğluyum ve Taphosluların kralıyım. Buraya gemim ve tayfamla geldim, yabancı dilde konuşan adamlara gidiyorum demir yüküyle Temesa’ya doğru ve bakır götüreceğim geriye. Gemime gelince; şehirden uzakta, açık alanda durur, ormanlık Neriton Dağı eteklerindeki Rheithros Limanı’nda. Bizden önce babalarımız dosttu, yaşlı Laertes de söyleyecektir sana eğer gidip sorarsan. Ancak diyorlar ki, artık hiç şehre gelmiyormuş ve kendi başına kırlarda yaşıyormuş, sıkıntı çekiyormuş, yaşlı bir kadın bakıyormuş ona ve akşam yemeğini hazır ediyormuş, bağında başıboş dolaşıp yorgun argın geri döndüğünde. Bana babanın tekrar evde olduğunu söylediler, o yüzden geldim buraya, ancak öyle görünüyor ki tanrılar hâlâ onu alıkoyuyorlar orada, zira o hâlâ ölmedi, ama ana karada değil. Muhtemelen okyanusta sular ortasında bir adada veya onu zorla tutan vahşi adamların yanında mahkûm. Ben kâhin değilim ve kehanetlerden de pek anlamam, ama gökten içime doğanları konuşuyorum ve onun daha fazla uzakta kalmayacağına eminim, zira demirden zincirlere vursalar da bir yolunu bulup tekrar eve dönecek kadar becerikli bir adamdır. Ama anlat bana ve doğruyu söyle, Odysseus’un gerçekten böyle yakışıklı bir oğlu mu varmış? Yüzün ve gözlerin aynı onun gibi harikulade, zira biz onunla yakın arkadaştık o Truva’ya doğru yola çıkmadan evvel, Argosluların en seçkinleri de gittiler oraya. O zamandan beri, ikimiz de birbirimizi görmedik.”
“Anam, Odysseus’un oğlu olduğumu söyler.” diye cevap verdi Telemakhos. “Ama bir çocuk kendi öz babasını gerçekten biliyorsa o çocuk bilge bir çocuktur. Keşke kendi mülkü içinde kocayıp giden birinin oğlu olsaydım, zira madem sordun söyleyeyim, gök kubbe altında babam olduğunu söyledikleri adamdan daha talihsiz biri yoktur.”
Athena da şöyle söyledi: “Soyunuzun tükenmesinden korkmaya gerek yok, Penelope’nin senin gibi üstün bir oğlu varken. Ancak anlat bana ve doğruyu söyle, bu ziyafet neden yapılıyor ve bu insanlar kim? Bütün bunların manası nedir? Bir ziyafet mi verdin, yoksa biri mi evleniyor, zira hiç kimse kendi erzağını getirmemiş gibi? Hele konuklar, ne kadar azgınca davranıyorlar, ne çok patırtı yapıyorlar evin içinde, yanlarına gelen saygıdeğer bir adamı iğrendirecek kadar.”
“Sorduğun soruya gelince…” dedi Telemakhos, “Babam burada olduğu sürece biz de iyiydik ev de ama tanrılar öfkeleri yüzünden başka türlü olmasını istediler ve şimdiye dek ölümlü bir adamın izini sakladıklarından daha çok sakladılar onun izini. Ölümüne bile daha çok katlanırdım, eğer Truva önlerinde adamlarıyla veya savaş bittiğinde dostları yanı başındayken ölseydi, zira o zaman Akhalar külleri üzerinde bir mezar yaparlardı ve bundan bana büyük bir şan kalırdı. Ama şimdi şiddetli kasırgalar onu alıp götürmüştür, nerede olduğunu bilmiyoruz. Ardında pek fazla iz bırakmadan gitti ve ben de hiçbir şey almadım miras olarak, yalnızca yeis. Babamın kaybına kederlenmekle de bitmedi hadise, tanrılar bu sefer de başka türlü acılar verdi bana, zira bütün adalarımızdaki -Dulikhion, Same ve ormanlık Zakynthos Adası- önderler ve de İthaka’nın önde gelen adamları evimi talan ediyorlar anama kur yapma bahanesiyle, ki o da ne evlenmeyeceğini açıkça söylüyor ne de bu yaşananlara bir son veriyor. Bu sebeple onlar da evimi mahvediyorlar; çok geçmeden bana da aynısını yapacaklar.”
“Öyle mi?” diye haykırdı Athena. “O zaman Odysseus’un evde olmasını nasıl da istiyorsundur. Ona tolgasını, kalkanını ve bir çift mızrak ver, bir dikilsin kendi eşiğine gelip yeniden, onu evimizde ilk tanıdığım gibi içen ve eğlenen adamsa çok geçmeden indiriversin yumruğunu bu aşağılık taliplere. O zamanlar Ephyre’den geliyordu, Mermerosoğlu İlos’tan okları için zehir istemeye gitmişti oraya. İlos daima var olan tanrılardan korktu ve vermedi ona; ama babam verdi, zira çok severdi onu. Eğer Odysseus o zamanlarda olduğu gibi bir adamsa bu talipler yaptıklarına tövbe ederlerdi ve acıklı bir düğün olurdu!
Ama vakit var daha! Tanrıların elinde, dönüp dönmeyeceğine ve evinin öcünü alıp almayacağına karar vermek. Ancak bu taliplerden bir an önce kurtulmanı salık veririm. Öğüdümü dinle, Akhalı yiğitleri yarın sabah toplantıya çağır, anlat tüm olanları ve Tanrı’yı şahidin göster. Taliplere çekip gitmelerini emret, herkes kendi evine gitsin ve anan tekrar evlenmeyi düşünüyorsa o zaman geri gitsin babasına ki o bulsun kocasını ve sevgili bir kız evladın beklediği çeyizleri düzsün. Sana gelince; hazırlayabileceğin en iyi gemileri hazırla bana kalırsa yirmi kişilik bir tayfayla beraber ve uzun zamandır kayıp olan babanı aramaya git. Belki biri bir şey söyler veya Tanrı’dan gelen bir mesaj seni yönlendirir, ki insanlar çoğu zaman böyle işitirler haberleri. Önce Pilos’a git ve Nestor’u ara, ardından Sparta’ya git ve Menelaos’u ziyaret et, zira Akhalar arasında en son eve dönen oydu. Eğer babanın sağ olduğunu ve eve dönüş yolunda olduğunu duyarsan bu taliplerin israflarına on iki ay daha dayan. Ama eğer öldüğünü duyarsan hemen eve dön, bütün ihtişamıyla cenaze merasimini yap, anısına bir mezar dik ve ananı tekrar evlendir. Bütün bunları yaptıktan sonra, iyice düşün taşın bu talipleri evinde nasıl öldüreceğini; adilce veya düzenle. Artık küçüğüm diye mazeret sunamayacak kadar yaş aldın, duymadın mı insanlar nasıl övgüler düzer Orestes’e, babasının katili Aigisthos’u öldürdü diye? Güzel, akıllı görünen bir delikanlısın, göster yiğitliğini o zaman ve destanlarda söylensin adın. Artık gemime ve adamlarımın yanına dönmeliyim, daha uzun bekletirsem eğer canları sıkılır. Sen düşün taşın bu durumu ve sana söylediklerimi hatırla.”
“Efendim!” diye cevap verdi Telemakhos. “Benimle böyle konuşman çok nazikçe, sanki oğlunmuşum gibi; bana dediğin her şeyi yapacağım. Biliyorum kendi yoluna gitmek istiyorsun ama biraz daha kal, yıkan ve tazelen. Bir armağan vereceğim sana, sonra güle güle git yoluna. Sana üstün güzellikte ve değerde bir armağan vereceğim, sadece iyi dostların birbirine verdiği bir hatıra…”
Athena cevap verdi: “Beni alıkoymaya çalışma, zira hemen yola koyulacağım. Bana vermeye hevesli olduğun armağanı da ben tekrar gelinceye kadar sakla, o zaman onu götüreceğim eve. Bana değerli bir armağan verirsin ve ben de karşılığında aynı değerde bir armağan veririm.”
Bu sözleri söyleyerek, havaya uçan bir kuş gibi gitti. Ama Telemakhos’un yüreğine cesaret vermişti ve hiç olmadığı kadar babasını düşünmesini sağlamıştı. Telemakhos kendindeki bu değişimi anladı, hayret etti ve yabancının bir tanrı olduğunu sezdi. Böylece taliplerin oturduğu yere gitti doğruca.
Phemios hâlâ türkü çığırıyordu ve dinleyiciler huşu içinde oturmuşlardı, hazin Truva dönüşünü ve Athena’nın Akhalar üzerine saldığı belaları anlatırken o. İkarios’un kızı Penelope yukarıdaki odasından duydu türküyü ve büyük merdivenlerden aşağı indi, yalnız değildi, iki hizmetçi kız da yanındaydı. Taliplerin yanına geldiğinde, kemerlerin[14 - Bu kemerler hakkında bilgi için Kitap XVIII’e bakınız. (ç.n.)] çatısını destekleyen direklerden birinin yanında durdu, vakur hizmetçileri her iki yanındaydı. Bir yaşmakla örttü yüzünü ve acıyla gözyaşı döktü.
“Phemios!” diye inledi. “Sen nice yiğitliklerini bilirsin tanrıların ve kahramanların, ozanların sevinçle andığı. Taliplere bunlardan birini söyle ve bırak içsinler şaraplarını sessizce, ama bu hazin öyküyü bırak, zira benim dertli yüreğimi parça parça eder ve hiç durmadan yas tuttuğum, Hellas’ta ve Orta Argos’ta ünü yaygın kayıp kocamı hatırlatır.”
“Anacığım!” diye karşılık verdi Telemakhos. “Bırak söylesin ne isterse yüreği ozanın, ozanlar söyledikleri belaları yapmazlar, Zeus onları yapan, kendi keyfine göre insanoğluna mutluluk veya üzüntü gönderen, ozanlar değil. Bu adam Danaoların bedbaht dönüşünü anlatarak bir zarar vermek istemiyor, zira insanlar yeni türküleri içtenlikle beğenirler. Aklını başına al ve dayan, Truva’dan dönmeyen tek adam Odysseus değil, pek çoğu da onun gibi öldü. Git şimdi evin içine ve işine gücüne, tezgâhına, ipine bak ve hizmetçilerine buyur, zira konuşmak erkeklerin işi ve herkes içinde en başta benim; burada efendi benim zira.”
Penelope şaşkın bir şekilde eve geri döndü, oğlunun söyledikleri yüreğine işledi. Sonra hizmetçileriyle yukarıdaki odasına gidip sevgili kocasına ağladı, ta ki Athena göz kapaklarına tatlı bir uyku dökünceye dek. Ancak talipler üstü kapalı kemerler[15 - Evin ön kısmını oluşturan tüm iç avlu üstü kapalı bir kemerle çevriliydi. Bu kapalı kısım “gölgelik” veya “gölge-veren” adıyla bilinirdi. Taliplerin masaları bu kısımda kurulmuştu. (ç.n.)] altında yaygara koparıyorlardı, her biri kocası olmak için dua etti.
Sonra Telemakhos konuştu. “Utanmazsınız!” diye bağırdı. “Terbiyesiz taliplersiniz, haydi şimdi zevkle şölen yapalım ve gürültü olmasın, zira Phemios kadar ilahi sesli bir adamı duymak nadir bir şeydir. Ama sabah herkes toplansın, size bildireceğim ki usulüne uygun olarak, gidin ve birbirinizin evinde ziyafet verin sırayla, kendi paranızla. Ama eğer tek bir kişinin sırtından geçinmekte ısrar ederseniz Tanrı yardımcım olsun, Zeus hesaplaşır sizinle ve babamın evinde ölüp gittiğinizde öcünüzü alacak tek bir adam kalmaz.”
Talipler onu duyunca dudaklarını ısırdılar ve konuşmasındaki gözü pekliğe şaşırdılar. Sonra, Eupeithesoğlu Antinoos şöyle dedi: “Tanrılar sana esip gürleme ve abartarak konuşma dersi vermiş anlaşılan, Zeus sana İthaka’da bir zamanlar babanın olduğu gibi önder olmayı hiç bahşetmesin.”
Telemakhos cevap verdi: “Antinoos, çıkışma bana, Tanrı isterse, olabilirsem ben de önder olacağım. Bu benim için düşünebildiğin en kötü kader mi? Kral olmak hiç de kötü bir şey değil, zira hem zenginlik hem de onur getirir. Yine de Odysseus öldüğüne göre, İthaka’da pek çok üstün adam var, genci, yaşlısı; bunlar arasından biri önder olabilir. Buna rağmen, kendi evimde benim önder ve Odysseus’un benim için kazandıklarını ben yöneteceğim.”
Ardından Polybosoğlu Eurymakhos cevap verdi: “Tanrı’ya kalmış karar vermek aramızdan kimin kral olacağına ama evinin ve mallarının efendisi sensin. İthaka’da sana zarar verecek veya zorla mallarını alacak kimse yoktur. Şimdi söyle dostum, şu yabancıyı bilmek istiyorum. Hangi ülkeden gelmiş? Hangi aileden ve evi nerede? Babanın dönüşü hakkında haberler mi getirmiş, yoksa kendi işi için mi gelmiş? Hâli vakti yerinde biri gibiydi ama o kadar aceleyle kalkıp gitti ki onu tanıyamadık bile.”
“Babam öldü gitti.” diye karşılık verdi Telemakhos. “Bana söylentiler ulaşsa da artık inanmıyorum bunlara. Anam bazen bir kâhin çağırıp sorar ama bu kehanetlere kulak asmıyorum. Yabancıya gelince; Ankhialosoğlu Mentes’tir o, Taphosluların önderi, babamın eski bir arkadaşı.”
Ama yüreğinde biliyordu ki o bir tanrıçaydı.
Talipler tekrar türküye ve oyuna döndüler, akşam oluncaya dek. Gece çökünce eğlencelerinin üstüne, kendi evlerindeki yataklarına gittiler. Telemakhos’un odası, yüksekte, dış avluya bakan kuledeydi. Burada, düşüne düşüne yürüdü aceleyle. Yaşlı bir kadın, Peisenoroğlu Ops’un kızı Eurykleia önünde yürüyordu bir çift parlak çıra ışığıyla. Laertes satın almıştı kendi parasıyla daha genç bir kızken onu. Yirmi öküz parası vermişti onun için ve kendi karısına gösterdiği kadar saygı göstermişti evinde, ama yatağına almamıştı karısının öfkesinden korktuğu için. İşte oydu şimdi Telemakhos’un yolunu aydınlatan; evdeki bütün kadınlardan daha çok sevgi göstermişti ona, zira bebekken emzirmişti. Odasının kapısını açtı ve yatağın üzerine oturdu Telemakhos, gömleğini çıkarıp yaşlı kadına verdi. Kadın da düzgünce katlayıp yatağının yanındaki askıya astı. Dışarı çıktıktan sonra, gümüş kilidinden çekti kapıyı ve halka yardımıyla sürgüyü çekip yerleştirdi. Ancak Telemakhos, üzerinde yünden bir örtüyle uzanarak planladığı yolculuğu ve Athena’nın verdiği öğüdü düşündü bütün gece.

KİTAP II


Sabahın çocuğu, gül parmaklı şafak görününce, Telemakhos yatağından kalktı ve giyindi. Güzel ayaklarına sandaletlerini bağladı, kılıcını omzuna astı ve ölümsüz bir tanrı gibi çıktı odasından. Hemen habercileri gönderdi, insanları toplantıya çağırsınlar diye, onlar da çağırdılar ve bunun üzerine insanlar toplandı. İnsanlar toplanınca Telemakhos elinde mızrağıyla toplantı yerine gitti, yalnız değildi, zira iki köpeği de yanındaydı. Athena ona öyle bir tanrısal güzellik bahşetmişti ki yanlarından geçtikçe hayretler içinde bakıyordu bütün gözler ona; babasının tahtına oturması için en yaşlı danışmanlar bile yol açtılar.
Yaşlılıktan iki büklüm olmuş ve çok deneyimli bir adam olan Aigyptios konuştu önce. Oğlu Antiphos, Odysseus’la beraber soylu atların toprağı İlyon’a gitmişti ama yabani Kikloplar öldürmüştü onu hepsi mağaraya kapatıldığında ve akşam yemeği yapılmıştı.[16 - Aigyptios, Antiphos’un sonunu elbette bilemezdi, zira henüz Odysseus’la ilgili veya ondan alınan bir haber yoktu (ç.n.)] Üç oğlu daha vardı, ikisi babalarının topraklarında çalışıyorlardı hâlâ, üçüncü oğlu Eurynomos ise taliplerdendi. Ancak babaları, Antiphos’un acısını unutamıyordu ve onun için gözyaşı döke döke konuşmasına başladı.
“İthaka’nın beyleri!” dedi. “Beni dinleyin. Odysseus gittiği günden beri, böyle dernek kurulmamıştı bugüne kadar. Kim olabilir, yaşlı veya genç, bizi toplantıya çağırmayı gerekli gören? Bir ordu yaklaştığının haberini mi almış ve bizi uyarmak mı ister, yoksa başka bir halk meselesini mi konuşacak? Eminim ki fevkalade bir adamdır ve Zeus yüreğinin arzusunu bahşedecektir ona.”
Telemakhos bu konuşmayı iyi bir işaret olarak gördü ve hemen ayağa kalktı, zira konuşmaya can atıyordu. Meydanın ortasında durdu ve seçkin haberci Peisenor asasını getirdi. Ardından Aigyptios’a dönerek, “Efendim şimdi öğreneceksiniz.” dedi. “Benim sizi toplantıya çağıran, zira çok kederli bir hâldeyim. Sizi uyarmam gereken bir ordunun yaklaştığı haberini almadım veya konuşacağım bir halk meselesi de yok. Benim derdim tamamen bana ait ve evimdeki iki büyük talihsizlikle ilgili. Birincisi, soylu babamın kaybı, kendisi burada olan herkesin önderiydi ve her birinize bir baba gibiydi. İkincisi ise daha ciddi ve çok yakında varlığımın tamamen bitmesine sebep olacak. Aranızdaki önderlerin oğulları rızası dışında evlenmek için rahatsız ediyor anamı. Babası İkarios’a gitmeye korkarlar, beğendiği birini seçmesi ve kızına çeyiz vermesi için. Bunun yerine babamın evinde oyalanırlar her gün; öküzlerimizi, koyunlarımızı ve besili keçilerimizi kurban ederler şölenleri için ve içtikleri şarabın miktarını bile düşünmezler. Hiçbir mal mülk dayanmaz bunca umursamazlığa. Kapımızdan belayı savacak Odysseus da yok artık başımızda ve onlara karşı duramıyorum ben tek başıma. Buna rağmen gücüm olsaydı savunurdum elbette kendimi, zira böyle bir muameleye dayanamıyorum artık, evim rezil ve harap ediliyor. Bu sebeple saygı gösterin kendi vicdanınıza ve halkın düşüncelerine. Tanrı’nın öfkesinden de korkun, hoşnutsuz olup saldırmasın tanrılar size diye. Zeus ve toplantıları başlatıp bitiren Themis adına yalvarırım, geride durmayın dostlarım ve beni tek başıma bırakmayın. Yiğit babam Odysseus Akhalara bir kötülük etmişti de şimdi benden öç mü alıyorsunuz, bu taliplere yardım edip cesaret vererek. Diğer yandan, evim, yuvam tüketilecekse eğer o zaman bunu sizin yapmanızı yeğlerim, zira o zaman size karşı davamı güdüp ziyanımın tamamını ödetinceye kadar ev ev dolaşıp ihtar ederdim, ancak şimdi hiçbir çarem yok.”
Böyle diyerek asasını yere fırlattı ve gözyaşlarına boğuldu. Herkes acıdı hâline; ama sessizce oturdular ve öfkeli bir cevap vermeye girişmedi kimse, Antinoos hariç. Şöyle konuştu Antinoos:
“Telemakhos, küstah bir palavracısın, ne cüretle suçu biz taliplerin üzerine atarsın? Bu ananın suçu, bizim değil, zira kendisi çok kurnaz bir kadın. Şu geçen üç yıl -dört yıl olacak neredeyse- her birimize cesaret vererek ve üstü kapalı mesajlar yollayarak aklımızı başımızdan alıyor. Sonra başka bir oyun var bize oynadığı. Odasına büyük bir tezgâh kurdu ve güzel iğne işinden devasa bir parça üzerinde çalışmaya başladı. ‘Güzel delikanlılar!’ dedi. ‘Odysseus öldü elbet ama hemen evlenmek için baskı yapmayın bana, bekleyin -zira iğne işindeki becerimin boşa gitmesini istemem- ta ki yiğit Laertes için yaptığım kefeni tamamlayana dek, ölüm onu almaya geldiğinde hazır olsun diye. O çok varlıklı; eğer kefensiz yatarsa buranın kadınları ne der?’
Bize söylediği buydu ve biz de rıza gösterdik. Onun bütün gün büyük ağında çalıştığını görürdük ama geceleri ilmekleri çözermiş meğer meşale ışığı altında. Bizi bu şekilde üç sene boyunca kandırdı ve bunu bilmiyorduk, ama zaman geçtikçe ve dördüncü yıla gelinince, ne yaptığını bilen hizmetçilerinden biri bize bunu söyledi ve yaptığı işi çözerken yakaladık biz de onu, böylece istese de istemese de bitirmek zorunda kaldı. Bu yüzden talipler şu cevabı veriyor sana ki hem sen hem de Akhalar anlasın: Ananı gönder, kendisinin ve babasının istediği adamla evlenmesini emret, zira ne olacak bilmiyorum eğer Athena’nın öğrettiği hünerleri hesap ederek o edayla bizi daha fazla bıktırmaya devam ederse; çünkü o çok akıllıdır. Böyle bir kadın daha önce duymadık biz, Tyro, Alkmene, Mykene ve diğer eski ünlü kadınları biliyoruz hep ama onlar anan gibi değildi, hiçbiri. Bize böyle davranması adil değil ve Tanrı’nın ilham ettiği gibi davranmaya devam ettiği sürece, biz de varlığını yemeye devam edeceğiz senin. Ve onun değişmesi için de bir sebep görmüyorum, zira bütün onur ve şerefi alıyor o, bunu ödeyen de sensin, o değil. O zaman anla, topraklarımıza geri dönmeyeceğiz, ne buraya ne de başka bir yere, ta ki kararını verip birimizden biriyle evleninceye kadar.”
Telemakhos cevap verdi: “Antinoos, beni doğuran anayı babamın evinden nasıl göndereyim? Babam yurdumda değil ve ölü mü diri mi bilmiyoruz. Eğer kızını geri göndermekte ısrar edersem İkarios’a vermek zorunda olduğum tazminat bana zor gelir. Hem benimle uğraşacak epey hem de Tanrı cezalandıracak beni, zira anam evi terk ederken öcünü almaları için Furileri[17 - Furi: Yeraltı cehenneminin korkunç devleri. (e.n.)] çağırır. Ayrıca, bunu yapmak şerefli bir iş değil ve söyleyecek bir şeyim yok. Eğer bu yaptığıma gücenirsen evi terk et ve birbirinizin evinde ziyafet verin sırayla, kendi paranızla. Ama tam tersi, tek bir kişinin sırtından geçinmekte ısrar ederseniz, Tanrı yardımcım olsun, Zeus hesaplaşır sizinle ve babamın evinde ölüp gittiğinizde öcünüzü alacak tek bir adam kalmaz.”
Konuştuğu sırada, Zeus iki kartal yolladı dağın tepesinden ve rüzgârla uçtular durmadan bunlar, yan yana asil bir şekilde süzülerek. Derneğin tam ortasına geldiklerinde daire çize çize uçtular oldukları yerde, kanatlarıyla havayı döverek ve alttakilerin gözlerine ölüm saçan gözlerle bakarak. Sonra, şiddetle dövüşerek ve birbirlerini parçalayarak şehrin üzerinden sağ tarafa doğru uçtular. İnsanlar bunu görünce hayrete düştü ve birbirlerine sordular bu ne olabilir diye. Bunun üzerine Halitherses, aralarındaki en iyi elçi ve kehanet okuyucu onlara şöyle dedi, sade bir dille ve tüm dürüstlüğüyle:
“Dinleyin beni, İthaka’nın beyleri ve özellikle de taliplere söylüyorum, zira onlar için bir belanın yaklaştığını görüyorum. Odysseus daha fazla uzakta kalmayacak, yakında ölüm ve felaketi getirmesi yakındır, sadece onların üzerine değil, İthaka’da yaşayan pek çok kimsenin üzerine de. O zaman yol yakınken akıllı olalım ve o gelmeden bu kötülüğe bir dur diyelim. Bırakalım talipler kendi rızasıyla bunu yapsınlar, onlar için daha iyi olur, zira doğru olmasaydı bu kehanette bulunmazdım. Odysseus’a olacağını söylediğim şeyler gerçekleşti, Argoslular Truva’ya doğru yola çıktığında ve o da onlarla gittiğinde. Ona çok zorluklar çekip bütün adamlarını kaybettikten sonra yirminci yılda eve geleceğini söyledim ve şimdi tüm bunlar gerçek oluyor.”
Sonra Polybosoğlu Eurymakhos şöyle dedi: “Evine git yaşlı adam ve kendi çocuklarına kehanette bulun, yoksa onlar için kötü olacak. Ben bu işaretleri senden iyi okurum, kuşlar gün ışığı altında her zaman uçarlar orada burada; ancak bu, nadiren bir anlamı ifade eder. Odysseus uzak bir diyarda öldü gitti ve ne yazık ki sen de onunla ölmedin, onun yerine burada işaretler hakkında gevezelik edip zaten yeterince kızgın olan Telemakhos’un öfkesine öfke katıyorsun. Galiba ailen için bir şeyler vereceğini sanıyorsun ama sana söyleyeyim -ve bu böyle olacak- senin gibi yaşlı bir adam iyi bilir ki, genç bir delikanlının canını sıkana kadar konuşursan evvela bu genç dost için daha da kötü olur -bundan bir fayda gelmeyecek ona, zira talipler buna engel olacaklar- ikincisi de sana ödemekten hoşnut olmayacağın ağır bir ceza veririz, zor katlanırsın buna. Telemakhos’a gelince; herkesin önünde onu uyarıyorum, anasını göndermesi için babasına, ki o bulsun kocasını ve sevgili bir kız evladın beklediği çeyizleri düzsün. O zamana kadar onun taleplerimizle huzurunu kaçıracağız, zira kimseden korkumuz yok; tüm havalı konuşmalarına rağmen ne ona ne de senin gelecekten haber vermene aldırış ediyoruz. İstediğin kadar vaaz verebilirsin; ama daha çok nefret ederiz senden. Gidip Telemakhos’un varını yoğunu yemeye devam edeceğiz, hiçbir şey ödemeden ona, anası her geçen gün bizi beklentiye sokarak işkence etmekten vazgeçmediği sürece; her birimiz böyle nadide bir ödül için birbirimizle rekabet ediyoruz. Bunun yanında, vakitlice evlenmek için başka bir kadının peşinden de gidemiyoruz, onun bize davranışları yüzünden.”
Ardından Telemakhos şöyle dedi: “Eurymakhos ve siz diğer talipler, başka bir şey söylemeyeceğim ve rica etmeyeceğim size daha fazla, zira tanrılar ve İthaka halkı artık biliyor hikâyemi. O zaman bana beni oradan oraya götürecek bir gemi ve yirmi adamlık bir tayfa verin, çok uzun zamandır kayıp olan babamı bulmak üzere Sparta ve Pilos’a gideceğim. Belki biri bir şey söyler bana veya Tanrı’dan gelen bir mesaj benim yönümü çizer, ki insanlar çoğu zaman haberleri böyle duyarlar. Eğer babamın sağ ve eve dönüş yolunda olduğunu duyarsam siz taliplerin israflarına on iki ay daha dayanırım. Ama eğer öldüğünü duyarsam hemen eve dönerim, bütün ihtişamıyla cenaze merasimini yaparım, anısına bir mezar dikerim ve anamı tekrar evlendiririm.”
Böyle diyerek yerine oturdu. Odysseus’un dostu olan ve geride kalan her şeyinden sorumlu olarak hizmetkârları tam yetkiyle idare etmek üzere orada kalan Mentor konuşmak için ayağa kalktı. Sade bir dille ve tüm dürüstlüğüyle şöyle dedi:
“Dinleyin beni, İthaka’nın beyleri, bundan sonra nazik ve yardımsever bir kral bulamazsınız dilerim, ne de sizi adaletle yönetecek. Bundan böyle bütün önderleriniz zalim ve adaletsiz olurlar dilerim, zira herkes Odysseus’u unuttu, ki o sizi babanız gibi yönetti. Taliplere çok da kızgın değilim, zira yüreklerindeki edepsizlikle zulüm yapmayı seçtilerse ve Odysseus’un dönmeyeceğine dair başlarını koyarak iddia ediyorlarsa zorbalık yapıp onun varını yoğunu yiyebilirler. Ama sizlere gelince İthaka halkı; böylesine rezil bir şeyi durdurmayı dahi denemeden oturuyorsunuz, ki isterseniz yapabilirsiniz, zira siz çoğunluksunuz, onlar azınlık.”
Euenoridesoğlu Leiokritos cevap verdi ona şöyle diyerek: “Mentor, ne bu çılgınlık, insanları bize karşı kışkırtıyorsun? Bir adamın erzakları için pek çok adamla savaşması zor iş. Odysseus’un kendisi bile bize saldırsa evinde ziyafet çekerken ve bizi zorla çıkarmak için elinden geleni yapsa bundan dönüşüne bu kadar hasret çeken karısını sevindirecek bir netice çıkmaz; kendi kafası bulanır kana, bu kadar kalabalığa karşı savaşırsa. Söylediğin şeyler mantıklı değil. Bu yüzden artık insanları işlerine gönder ve babasının eski arkadaşları, Mentor ve Halitherses bu oğlanı yolculuğuna hazırlasın, eğer ki giderse tabii. Ben gideceğini düşünmüyorum, zira burada kalacak gibi, ta ki birisi gelip ona bir şey söyleyinceye kadar.”
Böyle diyerek toplantıyı bitirdi ve herkes kendi evine gitti, ancak talipler Odysseus’un evine döndüler.
Sonra Telemakhos tek başına deniz kıyısına gitti, gri dalgalarla ellerini yıkadı ve Athena’ya yakardı.
“Dinle beni!” diye inledi. “Dün ziyaret eden ve uzun zamandır kayıp olan babamı aramak için denize açılmamı emreden tanrı. Sana uyacağım ama Akhalar ve özellikle uğursuz talipler yapamayayım bunu diye engellemek istiyorlar beni.”
Böyle yakarırken, Athena görünüşü ve sesiyle Mentor’a benzeyerek ona yaklaştı. “Telemakhos!” dedi. “Eğer babanla aynı maddeden yapıldıysan bundan böyle ne aptal ne de korkak olacaksın, zira Odysseus hiçbir zaman sözünden dönmedi ve işini yarım bırakmadı. Eğer ona benziyorsan yolculuğun sonuçsuz olmayacak, damarlarında Odysseus ve Penelope’nin kanları yoksa o zaman başarılı olman için ihtimal görmüyorum. Oğullar nadiren babaları kadar iyi adam olurlar, genellikle daha kötüdürler, daha iyi değil. Yine de bundan böyle aptal ve korkak, babanın aklından da tamamen yoksun olmayacağına göre, bu teşebbüsüne umutla bakıyorum. Ama bak, bu taliplerin hiçbiriyle beraber iş yapma, zira ne sağduyuları ne de erdemleri var ve yakında her birinin üzerine çökecek olan ölüm ve felaketi düşünmezler, aynı gün yok olacaklar hepsi. Yolculuğuna gelince; daha fazla gecikmeyecek. Baban o kadar eski bir arkadaşım ki o yüzden sana bir gemi bulup kendim de geleceğim seninle. Ama şimdi eve dön ve taliplere görün, yolculuğun için erzakları hazır etmeye başla, her şeyi iyice istif et, şarapları küplere ve hayatın kaynağı arpa ununu tulumlara; bu sırada ben de şehri dolaşıp hemen gönüllüleri toplarım. İthaka’da çok gemi var, hem eskisi hem de yenisi, senin için bakacağım onlara ve en iyisini seçeceğim, onu hazırlayıp gecikmeden indiririz denize.”
İşte böyle konuştu Zeus’un kızı Athena ve Telemakhos da tanrıçanın ona söylediklerini yapmak için zaman kaybetmedi. Yüreği kaygı içinde eve gitti ve talipleri dış avluda keçilerin derisini yüzerken ve domuzları ütülerken buldu. Antinoos geldi yanına hemen ve elini aldı eline, şöyle söyledi: “Telemakhos, kavgacı dostum, söz ve hareketlerindeki şu kızgınlığı bırak artık, her zamanki gibi bizimle ye, iç. Akhalar her şeyi bulur sana, bir gemi ve yanında seçkin bir tayfa; böylece Pilos’a yelken açabilirsin hemen ve soylu babandan haber alabilirsin.”
“Antinoos!” diye karşılık verdi Telemakhos. “Sizin gibi adamlar yanında ne huzur içinde yiyebilirim ne de herhangi bir keyif alabilirim. Küçük bir çocukken pek güzel malımı tükettiğiniz yetmedi mi? Şimdi büyüdüm ve neyin ne olduğunu biliyorum artık, hem daha güçlüyüm, burada insanlar arasında veya Pilos’a giderek elimden gelen kötülüğü yapacağım size. Gideceğim ve gidişim boşuna değil; ancak taliplerin yüzünden ne gemim ne de tayfam var, kaptan olarak değil yolcu olarak gideceğim.”
Konuştuğu sırada elini Antinoos’un elinden kurtardı. Bu arada, diğerleri binaların arasında akşam yemeğini hazırlamaya devam ediyorlardı, bir yandan da onu alaya alıyorlardı.
“Telemakhos bizi öldürmeyi istiyor.” dedi bir delikanlı. “Sanırım Pilos’tan ona yardım edecek dostlar getirmeyi düşünüyor, belki de Sparta’ya sefere çıkmak arzusu ile içi içine sığmıyor. Yoksa Ephyre’ye de mi gidecek, şarabımıza koyup bizi öldürecek zehir almak için?”
Başka biri şöyle söyledi: “Belki de Telemakhos gemiyle giderse babası gibi olur ve dostlarından uzakta kaybolup gider. Bu durumda, yapacak çok iş var, zira varını yoğunu aramızda bölüşürüz. Eve gelince; anasına ve evleneceği adama veririz onu da.”
İşte böyle konuştular. Ancak Telemakhos yüksek tavanlı ve geniş ambara indi, burada babasının altın ve tunç hazineleri yerde öbek öbek duruyordu ve meşe sandıklarda ketenler ile yedek elbiseler saklanıyordu. Kokulu zeytinyağları depolanmıştı burada, yıllanmış, katıksız ve bir tanrıya yaraşır şaraplarla dolu küpler dayalıydı duvarlara dizi dizi, Odysseus sonunda eve gelirse diye. Oda sağlam kapılarla kapanıyordu, ortasından açılan. Üstelik Peisenoroğlu Ops’un kızı, sadık yaşlı kâhya Eurykleia gece gündüz her şeyinden sorumluydu. Telemakhos onu ambara çağırdı ve şöyle dedi:
“Dadı, buradaki en iyi şaraplardan doldur bana, babamın -zavallı adam eğer ölümden kaçıp sonunda evini tekrar bulabilirse diye- içmesi için sakladığından. On iki küp olsun ve hepsinin de kapakları; bir de arpa unu doldur iyi dikilmiş tulumlara, yirmi ölçü kadar olsun hepsi. Bütün bunları hemen hazırla ve hiç kimseye bir şey söyleme. Anam uyumak için üst kata çıkar çıkmaz alacağım hepsini bu akşam. Sparta ve Pilos’a gidiyorum, sevgili babamın dönüşü hakkında bir şeyler duyabilir miyim diye.”
Eurykleia bunu duyunca ağlamaya başladı ve onunla şefkatli sözlerle konuşmaya başladı, şöyle diyerek: “Sevgili oğlum, böyle bir fikri kim koydu kafana? Nerelere gitmek istersin, sensin bu evin umudu? Zavallı baban öldü gitti bir yaban elde, kimse bilmez nerede ve sen arkanı döner dönmez buradaki kötü insanlar seni yok etmek için entrikalar çevirecekler ve mallarını aralarında paylaşacaklar. Burada kendi insanlarının arasında kal, uzaklaşma ve uçsuz bucaksız okyanusta çile çekme.”
“Korkma dadı.” diye karşılık verdi Telemakhos. “Benim planım Tanrı’nın izni dışında değil. Ama söz ver anama bir şey demeyeceksin bütün bunlar hakkında, on veya on iki gün geçene kadar, o benim gittiğimi duyup sana sormadıkça; zira güzelliğini bozmasını istemiyorum ağlaya ağlaya.”
Yaşlı kadın söylemeyeceğine dair en kutsal yemini etti ve andını bitirir bitirmez, şarabı küplere ve arpa ununu tulumlara doldurmaya başladı, bu sırada Telamakhos taliplerin yanına geri gitti.
Bu arada Athena başka bir iş ile meşguldü. Mentor gibi görünerek, şehrin etrafında dolaşıp tayfalardan her birine güneş batınca gemiye gitmelerini söyledi. Phroniusoğlu Noemon’a da gitti ve ona bir gemi vermesini söyledi, o da hemen vermeye hazırdı. Güneş batınca ve karanlık yeryüzüne çökünce gemiyi denize indirdi, gereken bütün araçlarla donattı ve limanın en sonuna götürdü. Ardından tayfa geldi ve tanrıça her birine konuşarak güç verdi.
Sonra da Odysseus’un evine gitti ve taliplere derin bir uyku verdi. İçkilerinin onları sersemletmelerini sağladı ve kupalarını ellerinden düşürttü. Böylece şarapla oyalanacakları yere, şehre uyumaya gittiler, gözleri ağırlaşmış ve sersem bir hâlde. Ardından tanrıça, Mentor’un kılığına ve sesine büründü ve Telemakhos’a dışarı gelmesini söyledi.
“Telemakhos!” dedi. “Adamlar gemide ve küreklere sarılmış hâlde, emir vermeni bekliyor, haydi çabuk ol da gidelim.”
Böylece yolu gösterdi, Telemakhos da onu takip etti. Gemiye vardıklarında tayfanın deniz tarafında beklediğini gördüler ve Telemakhos şöyle dedi: “Haydi adamlarım, erzağı gemiye taşımaya yardım edin, hepsi bir arada kemer altında duruyor ve anam hiçbir şey bilmiyor, hizmetçiler de bir tanesi dışında.”
Bu sözlerle yol gösterdi ve diğerleri de onu takip etti. Söylediği şeyleri getirdiklerinde Telemakhos gemiye bindi, Athena onun önünden gidip geminin arkasında yerini aldı, Telemakhos da yanına oturdu. Sonra adamlar halatları gevşetti ve sıralarında oturdular. Athena onlara batıdan güzel bir yel gönderdi, derin mavi dalgalarda uğuldayan. Bunun üzerine Telemakhos halatları yakalamalarını ve yelken açmalarını söyledi ve onlar da dediklerini yaptı. Direği tahta çarmıktaki oyuk yuvasına diktiler, kaldırdılar ve kayışlarla bağladılar. Sonra bükülmüş öküz derisinden halatlarla yukarıya çektiler ak yelkenleri. Yelkenler rüzgârla şişince gemi derin mavi suda ilerledi. Köpükler pruvaya vurdu, gemi hızla ilerledikçe. Sonra tekne boyunca halatları bağladılar, karma kaplarını ağzına kadar doldurdular ve hep var olan ölümsüz tanrılara içecek sundular, ama en çok da Zeus’un gri gözlü kızına.
Ardından gemi hızlandı yolunda gece boyunca, karanlıktan şafak vaktine kadar.

KİTAP III


Güneş, ölümlü ve ölümsüzlere ışık vermek üzere güzel denizden gök kubbeye yükselirken Neleus’un şehri Pilos’a vardılar. O sırada Pilos halkı deniz kenarında toplanmış, toprağı sarsan tanrı Poseidon’a kara boğalar kurban ediyordu. Dokuz tane birlik vardı, her birinde de beş yüz adam ve her birliğe dokuz boğa düşüyordu. Sakatatları yerlerken ve (kor ateşte) butlarını yakarken Poseidon adına, Telemakhos ve tayfası oraya vardı, yelkenlerini topladı, gemilerini demirledi ve karaya çıktılar.
Athena önden yürüdü ve Telemakhos da onu takip etti. O sırada dedi ki: “Telemakhos, asla utangaç veya endişeli olma. Bu yolculuğa babanın nerelerde kaldığını ve sonunun nasıl olduğunu bulmak için çıktın. Bu yüzden doğruca Nestor’a git ki bize ne söyleyeceğini görelim. Doğruyu söylemesi için yalvar ona, yalan söylemeyecektir, zira seçkin bir insandır o.”
“Ama nasıl Mentor, cesaret ederim Nestor’un yanına gitmeye ve nasıl hitap ederim ona?” diye sordu Telemakhos. “İnsanlarla uzun uzun konuşmaya alışık değilim henüz ve benden çok daha yaşlı olan birine soru sormaya utanırım.”
“Bazı şeyler, Telemakhos, kendi sezginle aklına gelir, ilaveten Tanrı da koyar ağzına.” diye karşılık verdi Athena. “Zira eminim ki doğumundan şu ana kadar tanrılar seninleydi.”
Sonra hızlıca devam etti yürümeye ve Telemakhos da adımlarını takip etti, ta ki Piloslu insanların birliklerinin toplandığı yere varana dek. Burada Nestor’u oğullarıyla otururken buldular, bu sırada çevresindeki adamlar da akşam yemeği hazırlamakla ve şişlere parça parça etleri dizmekle meşguldü, diğer et parçaları pişerken. Yabancıları görünce etraflarına toplandılar, ellerinden tuttular ve yerlerine oturmalarını söylediler. Nestor’un oğlu Peisistratos hemen her birine ellerini verdi ve onları yumuşak koyun postlarına oturttu, babası ve kardeşi Thrasymedes’in yanında, kumların üzerinde seriliydiler. Sonra sakatattan paylarına düşeni verdi ve altın bir kupaya şarap doldurdu, önce Athena’ya sundu ve aynı zamanda selamladı onu.
“Dua edin konuğum Kral Poseidon’a.” dedi. “Zira katıldığınız onun şöleni. Gerekli duayı edip içki sunusunu yaptığınız zaman, kupayı arkadaşınıza verin ki o da yapabilsin. Şüphem yok ki o da ellerini kaldırıp yakarır, zira insan yaşayamaz tanrısız bu dünyada. Ama o senden genç, benim yaşımda olmalı, bu yüzden önceliği sana verdim.”
Konuştuğu sırada kupayı verdi eline. Athena kupayı ilk önce ona vermesinin çok doğru ve uygun olduğunu düşündü, bundan dolayı Poseidon’a yakarmaya başladı tüm kalbiyle. “Ey sen!” diye bağırdı. “Toprağı saran, seni çağıran hizmetkârlarına dualarını bağışla. Özellikle yakarırız sana Nestor ve oğullarına lütfundan göndermen için, ondan sonra tüm Piloslu insanlara sana sundukları güzel kurbanlar için iyi bir karşılık ver. Son olarak da Telemakhos ve bana, mutlu bir netice ver, bizi gemimizle Pilos’a getiren sebep için.”
Duasını bitirince bu şekilde, kupayı Telemakhos’a verdi ve o da o şekilde dua etti. Çok geçmeden etler kızardı ve şişlerden çekip alındı, ustalar herkese payını verdi ve hepsi harika bir akşam yemeği yediler. Hepsi yeteri kadar yiyip içtikten sonra, at terbiyecisi Nestor başladı konuşmaya.
“Şimdi misafirlerimiz akşam yemeklerini yediklerine göre, onlara kim olduklarını sormak en iyisi.” dedi. “Siz kimsiniz sayın yabancılar ve hangi limandan geldiniz? Tüccar mısınız? Yoksa korsan mısınız denizlerde dolaşan, eli herkese karşı olan ve herkesin eli de size karşı olan?”
Telemakhos cevap verdi cesurca, zira Athena, babasını sorması ve iyi bir ün kazanması için ona cesaret vermişti.
“Nestor!” dedi. “Neleusoğlu, Akhaların onuru, nereden geldiğimi sordun, sana söyleyeceğim bunu. Neriton eteklerindeki İthaka’dan geliriz ve konuşacağım mesele bana mahsustur, halk meselesi değil. Bahtsız babam Odysseus’tan haber almaya çalışıyorum, seninle beraber Truva şehrini yıktığı söyleniyor. Truva’da dövüşen diğer yiğitlerin her birinin kaderinin nasıl olduğunu biliyoruz ama Odysseus’a gelince Tanrı sakladı bizden onun ölüp ölmediğini bilmeyi, zira hiç kimse doğrulamaz nerede yok olduğunu, karada savaşırken mi öldüğünü, yoksa denizde, Amphitrite’nin dalgalarının ortasında mı kaybolduğunu söylemez. Bu sebeple dizlerine kapanıp yalvarıyorum, belki bana anlatmaktan memnun olursun hazin sonunu -onu kendi gözlerinle görmüş veya başka bir yolcudan duymuş olabilirsin- zira o dert çekmek için dünyaya gelmiş. Bana acıyıp da olanları yumuşatma, olduğu gibi söyle ne gördünse. Siz Akhalar Truvalılar arasında bitmiş tükenmişken, cesur babam Odysseus’un -sözleri veya davranışlarıyla- sadık hizmetleri olduysa benim için bunu aklına getir ve bütün gerçeği söyle bana.”
“Dostum!” diye karşılık verdi Nestor. “Bana çok acı günleri hatırlatıyorsun, zira cesur Akhalar hem denizde Aşil’in komutasında düşmana saldırırken hem de Kral Priamos’un yüce şehri önünde savaşırken çok acı çekti. En iyi adamlarımız orada öldü; Aias, Aşil, akılda tanrılara denk Patroklos ve kendi sevgili oğlum Antilokhos, eşi görülmemiş derecede ayakları çevik ve savaşta cesur bir adam. Ama bundan da fazla acılar çektik, hangi ölümlü dil anlatabilir ki tüm hikâyeyi? Burada kalıp beni sorgulasan beş yıl, hatta altı yıl, sana Akhaların çektiği bütün acıları anlatamam ve daha hikâyem bitmeden dönersin evine yorgun argın. Dokuz uzun yıl her türlü hileyi denedik ama Tanrı’nın eli bize karşıydı tüm bu süre boyunca, kurnazlıkta babanla boy ölçüşecek kimse yoktu. Eğer gerçekten onun oğluysan… Ki gözlerime inanamıyorum, aynı onun gibi konuşuyorsun, kimse demez bu kadar farklı yaştaki insanlar bu derece benzer konuşabilir. Onunla ben ne savaşta ne de toplantılarda hiçbir şekilde farklı düşünmedik, tek yürek ve amaçla her konuda en iyisini öğütledik Argoslulara.
Ancak Priamos’un şehrini yağmalayıp yelken açarken Tanrı bizi ayırdığı için, Zeus Argosluları eve dönüş yolculuğunda üzmeyi uygun gördü, zira akıllı veya anlayışlı davranamadılar, bu sebeple pek çoğunun sonu kötü oldu Zeus’un kızı Athena sayesinde, ki o, Atreus’un iki oğlu[18 - Bunlar, Agamemnon ve Menelaos’tu. (ç.n.)] arasında tartışma başlatmıştı.
Atreus’un oğulları bütün Akhaları olmaması gereken bir toplantıya çağırdılar, zira güneş batmıştı ve Akhalar şarapla körkütük sarhoştu. İnsanları toplamalarının sebebini söyledikleri zaman, Menelaos’un hemen eve doğru yola çıkmaya hevesli olduğu anlaşıldı ve bu durum Agamemnon’u memnun etmedi, o Athena’nın öfkesini dindirmek için kurbanlar kesinceye dek beklemek gerektiğini düşünüyordu. Öyle aptaldı ki, Athena’yı ikna edemeyeceğini bilmeliydi, zira tanrılar bir kere karar verince bunları kolay kolay değiştirmezler. Sonuçta ikisi durup birbirlerine ağır laflar ettiler, bunun üzerine Akhalar da bağıra çağıra ayağa fırladılar, ne yapmaları gerektiği konusunda ikiye bölünmüşlerdi.
O gece dinlendik ve öfkemizi büyüttük içimizde, zira Zeus bize karşı kötülükler planlıyordu. Sabah olunca bazılarımız gemileri suya indirdi ve malları, kadınları gemiye yerleştirdi; geri kalanlar ise -ki bunlar hemen hemen yarısı- Agamemnon’la orada kaldı. Biz diğer yarı ise denize açıldık ve gemiler ilerledi güzelce, zira Tanrı denizi dümdüz etmişti. Tenodos’a[19 - Bozcaada. (ç.n.)] varınca tanrılara kurbanlar sunduk, zira eve gitmek için can atıyorduk. Ancak zalim Zeus bizim gitmemizi istemiyordu hâlâ ve yolda ikinci bir tartışma çıkardı, bunun üzerine aramızdan bazıları gemilerini geri çevirdi ve Odysseus’un yönetiminde Agamemnon’la barışmak için yola çıktı. Ancak benim gemim ve benimle olan bütün gemiler hızla ilerledi, zira belanın geldiğini anlamıştım. Tydeusoğlu[20 - Diomedes. (ç.n.)] da benimle geldi ve tayfası da yanındaydı. Sonra Menelaos da katıldı bize Lesbos’ta,[21 - Midilli Adası. (ç.n.)] yolumuza karar verirken buldu bizi, zira bilmiyorduk Chios’un[22 - Sakız Adası. (ç.n.)] dışından, Psara Adası tarafından, onu solumuza alarak mı gidelim, yoksa Chios içinden, rüzgârlı Mimas’a[23 - Karaburun (ç.n.).] karşı mı gidelim. Tanrı’ya sorduk bir işaret göndersin diye ve bir işaret geldi, eğer açık denizden Euboia’ya doğru gemilerimizi yöneltirsek tehlikeden en hızlı şekilde kurtulacağımızı gösterdi. Bu sebeple böyle yaptık ve güzel bir rüzgâr esip gece boyunca Geraistos’a çabucak geçmemizi sağladı. Burada uzun yolumuzda bize yardım ettiği için Poseidon’a bir sürü kurban sunduk. Dört gün sonra, Diomedes ve adamları gemilerini Argos’ta karaya çektiler ama ben Pilos’a devam ettim ve Tanrı’nın ilk günden verdiği güzel rüzgâr hiç azalmadı.
Bu sebeple, sevgili genç dostum, diğerleri hakkında hiçbir şey duymadan geldim. Ne kimin eve sağ salim geldiğini bilirim ne de kimin kaybolduğunu; ama sana karşı olan görevim, bana ulaşan haberleri açık açık söylemek; çünkü burada kendi evimdeyim. Myrmidonların, Aşil’in oğlu Neoptolemos komutasında evlerine sağ salim döndükleri söyleniyor, Poias’ın yiğit oğlu Philoktetes’in de. İdomeneus da denizde hiçbir adamını kaybetmemiş ve savaşta ölümden kaçan bütün yoldaşları onunla Girit’e sağ salim varmış. Ne kadar uzakta yaşarsan yaşa dünyada, Agamemnon’u ve Aigisthos’un elleriyle hazırladığı kötü sonunu duymuşsundur, Aigisthos’un sonunda korkunç bir bedel ödediğini de. Görüyorsun Orestes’in yaptığını yapacak bir oğul arkada bırakmak ne iyi şey, yanlış yapan Aigisthos’u, soylu babasının katilini öldürdü. Sen de -ki boylu boslu, akıllı görünen bir adamsın- yiğitliğini göster ve geride anlatılacak bir şan şeref bırak.”
“Neleusoğlu Nestor!” diye cevap verdi Telemakhos, “Akhaların onuru, Akhalar Orestes’i takdir etti, adı yaşayacak sonsuza dek, zira asilce babasının öcünü aldı. Keşke bana kötü davranan ve felaketimi hazırlayan kötü taliplerin arsızlıkları için böyle bir öç almayı nasip etse bana Tanrı; ama tanrıların böyle bir mutluluk nasip etmeye niyeti yok bana ve babama, bu yüzden elimizden geldiği kadar katlanmak zorundayız.”
“Dostum!” dedi Nestor. “Bana şimdi hatırlattın, ananın bir sürü talibi olduğunu duyduğumu hatırlıyorum, sana karşı kötü niyetlilermiş ve malına zarar veriyorlarmış. Buna boyun mu eğersin, yoksa halk bir tanrının sesine uyarak sana karşı mı duruyor? Babanın geleceğinden kimse şüphe duymuyor mu ve bu alçaklara bunları ödeteceğini, tek başına veya arkasına Akhaları alarak? Eğer Athena biz Truva önlerinde savaşırken Odysseus’u sevdiği kadar seni sevseydi -ki Athena kadar hiçbir tanrının birine böyle açıkça sevgi gösterdiğini görmemiştim o zamana kadar- eğer ona ehemmiyet verdiği kadar sana da ehemmiyet verseydi bu taliplerin çoğu en kısa zamanda taleplerinden vazgeçerlerdi.”
Telemakhos karşılık verdi: “Böyle bir şey beklemiyorum, bunu umut etmek fazla olur. Düşünmeye bile cesaret edemem bunu. Tanrılar istese bile böyle iyi bir kader düşmez bana.”
Bunun üzerine Athena şöyle dedi: “Telemakhos, ne diyorsun sen? Tanrı’nın kolu uzundur, bir adamı kurtarmayı aklına koyduğu zaman; ben olsam eve dönmeden ne kadar acı çektiğimin önemi olmazdı, eğer ki oraya varınca güvende olacaksam. Böyle olmasını tercih ederim, eve çabuk dönüp Aigisthos ve karısının hainlikleri neticesinde Agamemnon gibi evinde öldürülmek yerine. Yine de ölüm kayıtsız şartsızdır ve birinin zamanı doldu mu tanrılar bile kurtarmaz onu, ne kadar severlerse sevsinler.”
“Mentor!” diye cevapladı Telemakhos. “Daha fazla konuşmayalım bunu. Babamın dönüşü için hiçbir umut kalmadı, tanrılar çoktan ölümüne karar vermişler. Ancak Nestor’a sormak istediğim başka bir şey var, zira o herkesten iyi bilir. Derler ki o üç kuşağa hükmetmiştir, o yüzden onunla konuşmak bir ölümsüzle konuşmak gibidir. Bu yüzden söyle bana Nestor ve gerçeği söyle, Agamemnon nasıl öldü böyle? Menelaos ne yapıyordu? Nasıl oldu da hilekâr Aigisthos kendisinden çok daha iyi bir adamı öldürdü? Menelaos Akhalı Argos’tan uzakta, insanlar arasında dolanıyor muydu başka bir yerde de Aigisthos cesaret alıp Agamemnon’u öldürdü?”
“Sana doğrusunu anlatacağım.” diye cevap verdi Nestor. “Gerçekten ne olduğunu anlayacaksın sen de. Eğer Menelaos Truva’dan geri döndüğünde Aigisthos’u evinde hâlâ sağ bulsaydı, onun için kazılan bir mezar olmazdı, ölü olsa bile, kurda kuşa yem olarak atılırdı şehrin dışına ve hiçbir kadın yas tutmazdı ona, zira o kadar büyük bir ahlaksızlık yapmıştı. Biz orada Truva’da savaş üstüne savaş verirken Argos’un ortasında keyif çatan Aigisthos, Agamemnon’un karısı Klytaimnestra’yı sonu gelmeyen iltifatlarla baştan çıkardı.
Klytaimnestra, önceleri bu ahlaksız oyuna yüz vermiyordu, zira yüreğinde kötülük yoktu. Bir de yanında bir ozan vardı, Agamemnon Truva’ya giderken kati emirler vermişti ona, karısını koruması için. Ama Tanrı felaketine karar verince Aigisthos bu ozanı ıssız bir adaya sürdü, kargalar ve martılara yem olsun diye orada bıraktı. Ardından kadın da Aigisthos’un evine gönüllü gitti. Aigisthos tanrılara bir sürü kavrulmuş kurban sundu, işlemeli kumaşlar ve altın yaldızlarla süsledi pek çok tapınağı, zira beklediğinden de büyük bir başarı elde etmişti.
Bu sırada ben ve Menelaos da Truva’dan evimize doğru yola koyulmuştuk, birbirimizle iyi geçiniyorduk. Sunium’a vardığımızda, Atina’nın o kutsal burnuna, Apollon öldürdü acısız oklarıyla Phrontis’i, Menelaos’un dümencisini, ki kötü havalarda gemiyi idare etmeyi ondan iyi bilen yoktu, oracıkta öldü elinde dümeniyle ve Menelaos hızla yol almak istese de yoldaşını gömmek ve hakkı olan cenaze merasimini yapmak üzere mola vermek zorunda kaldı. Ardından yeniden denizde ilerleyip Malean kayalıklarına ulaşınca Zeus bir kötülük düşündü ona ve dalgalar dağ kadar olana dek sert rüzgârlar üfledi. Burada filosunu ikiye böldü ve yarısını Girit’e doğru yolladı, İardanos Nehri kıyılarında Kydonların oturduğu. Gortyne adı verilen yerden denize uzanan yalçın bir kayalık vardır buralarda ve bu kıyı boyunca Phaistos’a kadar deniz kabarır, güney yeli esip durdukça; ama Phaistos’tan sonra kıyı daha korunaklıdır, zira küçük bir burun bile büyük bir barınak olabilir. Gemilerin bu tarafa sürüklenenleri kayalara çarptılar ama tayfası canlarını kurtarmayı başardı. Geri kalan beş gemi, rüzgârla ve dalgalarla Mısır’a sürüklendi, Menelaos burada altın ve mal topladı yabancı dilde konuşan insanlardan. Bu sırada Aigisthos burada, evinde entrikalar çeviriyordu. Agamemnon’u öldürdükten sonra, Mykene’de yedi yıl boyunca hüküm sürdü ve insanları boyunduruk altına aldı. Ama sekizinci yılda Orestes Atina’dan geldi felaketi olmak için ve babasının katilini öldürdü. Sonra anası ve düzenci Aigisthos’u gömerek Argos halkına cenaze ziyafeti verdi ve o gün Menelaos eve döndü, gemisi tıka basa hazineyle dolu olarak.
İşte sen de sözümü dinle ve evinden uzakta çok uzun süre oyalanma, malını evindeki böyle tehlikeli insanlara bırakma, varını yoğunu yerler bir olup ve sen de boşuna bir iş yapmış olursun. Yine de gidip Menelaos’u ziyaret etmeni salık veririm elbette, hiç kimsenin dönmeyi ümit etmeyeceği uzaklıktaki yaban ellere yaptığı yolculuktan en son dönen odur, tahmin ettiğinden çok daha uzağa taşıyınca onu rüzgârlar; bu uzaklığı kuşlar bile on iki ayda uçamaz, denizler çok engin ve korkunçtur geçmeye kalkınca. Ona git haydi o zaman denizden kendi yoldaşlarınla veya eğer karadan gitmek istersen, araba alabilirsin, atları alabilirsin ve Menelaos’un yaşadığı Sparta’ya kadar sana eşlik etmek için oğullarım da burada. Ona doğruyu söylemesi için yalvar, sana yalan söylemez o, zira öyle mükemmel bir adamdır.”
Konuştuğu sırada güneş battı ve karanlık çöktü, bunun üzerine Athena şöyle dedi: “Efendim, söyledikleriniz ne âlâ ama artık kurbanların dillerinin kesilmesini, Poseidon ve diğer ölümsüzlere içki sunularını yapmak için şarabın karılmasını buyur, sonra da yatmaya gidilsin, zira uyku zamanı geldi. İnsanlar erken kalkmalı, geç saatlere kalmamalı dinî kutlamalarda.”
Böyle konuştu Zeus’un kızı ve onlar da söylediklerine uydular. Uşaklar misafirlerin ellerine su döktüler, delikanlılar karma kaplarını şarap ve suyla doldurdular, herkese içki sunularını verdiler bir bir, sonra kurbanların dillerini ateşe attılar ve içki sunularını yapmak üzere ayağa kalktılar. Sunularını yapıp diledikleri kadar içtikten sonra, Athena ve Telemakhos gemilerine gitmek üzere kalktılar ama Nestor onları yakaladı hemen ve alıkoydu.
“Tanrı ve ölümsüz ilahlar esirgesin evimi terk edip gemiye gitmenizi!” diye çığlık attı. “Benim fakir olduğumu ve çarşaflarım olmadığını mı düşünüyorsunuz, yoksa kendime ve misafirlerime rahat yataklar yapmak için yeterli örtü ve kilimler olmadığını mı? Size bolca kilim ve örtümün olduğunu söyleyebilirim ve eski dostum Odysseus’un oğlunun geminin güvertesinde uyumasına izin vermeyeceğimi ben hayattayken; oğullarım da benden sonra benim yaptığım gibi açık tutacaklar kapımı.”
Ardından Athena karşılık verdi: “İhtiyar, çok iyi söyledin, Telemakhos’un senin dediğini yapması çok daha iyi olur. Bu yüzden, o seninle beraber gidip evinde uyumalı ama ben tayfaya emirler vermek için geri gitmeliyim ve onları yüreklendirmeliyim. Aralarındaki tek yaşlı adam benim. Diğerleri Telemakhos’la yaşıt delikanlılar, dostlukları yüzünden bu yolculuğa çıktılar, onun için gemiye dönüp orada uyumalıyım. Bir de yarın Kaukonlara gitmeliyim, uzun zamandır epey bir miktar para borçlular bana. Telemakhos’a gelince; artık senin misafirin olduğuna göre, onu bir arabayla Sparta’ya gönder ve oğullarından birini de yanına kat. En iyi ve hızlı atlarını da ona ver memnuniyetle.”
Böyle konuştuktan sonra, bir kartal suretinde uçtu gitti ve bunu görünce hepsi şaştı kaldı. Nestor afallamıştı ve Telemakhos’un elini tuttu. “Dostum!” dedi. “Görüyorum ki bir gün büyük bir yiğit olacaksın çünkü çok genç olmana rağmen tanrılar eşlik ediyor sana. Gökte yaşayanlar içinde Zeus’un Triton’da doğan yaman kızından başkası olamaz bu, Argoslular arasında cesur babana destek olurdu en çok.” Devam etti: “Kutsal tanrıça, saygınlık bahşet bana, güzel karıma ve çocuklarıma. Karşılığında ben de sana bir yaşında geniş alınlı, henüz üvendire değmemiş, boyunduruğa girmemiş bir buzağı kurban edeyim. Boynuzlarını altınla kaplayıp sana kurban edeceğim onu.”
İşte böyle yakardı ve Athena da duydu duasını. Sonra evinin yolunu gösterdi, oğulları ve damatları da takip ettiler onu. Varınca oraya ve yerlerini alınca tahtlarda ve koltuklarda, onlara bir kâse içinde on bir yıllık tatlı şarap kardı, hizmetçi küpün kapağını açınca. Şarabı karıştırırken bolca dua etti ve Athena’ya, kalkan taşıyan Zeus’un kızına içki sunusunu yaptı. İçki sunularını yaptıktan ve diledikleri kadar içtikten sonra, diğerleri kendi evine yatmaya gitti;
ancak Nestor Telemakhos’u giriş kapısının üstündeki odada yatırdı, evli olmayan tek oğlu Peisistratos ile beraber. Kendisi de evin iç tarafındaki bir odada yattı, yanında kraliçe olan karısıyla.
Sabahın çocuğu, gül parmaklı şafak sökünce Nestor yatağından kalktı ve evinin önündeki beyaz ve cilalı mermerden sıralara oturdu. Burada eskiden akılda tanrılara denk Neleus otururdu ama artık ölüp Hades’in evine gittiği için asası elinde Nestor oturuyordu onun yerine; halkının refahının bekçisiydi. Oğulları odalarından çıktığında çevresine toplandılar; Ekhephron, Stratios, Perseus, Aretos ve Thrasymedes, altıncı oğlu da Peisistratos’tu. Telemakhos da onlara katılınca yanlarına oturttular onu. Ardından Nestor onlara şöyle hitap etti.
“Oğullarım!” dedi. “Size buyurduklarımı çabucak yapın. Öncelikle yüce tanrıça Athena’nın gönlünü kazanmak isterim, dün yapılan şölende göründü bana o. Gidin şimdi birinizden biriniz ovaya, sığırtmaca söyleyin bana bir buzağı bulsun ve hemen buraya getirin onu. Bir diğeriniz de Telemakhos’un gemisine gitsin ve bütün tayfayı buraya davet etsin, sadece iki adam kalsın orada gemiden sorumlu olarak. Birisi de Kuyumcu Laerkes’i koşup getirsin, buzağının boynuzlarını altın yaldızla süslemesi için. Geri kalanların hepsi burada kalsın, mükemmel bir akşam yemeği hazırlamaları için hizmetçilere buyurun, koltukları ve adakları yakmak üzere odun kütüklerini getirmeleri için de. Bana temiz kaynak suyu da getirmelerini söyleyin.”
Hemen bu işleri yapmak üzere koşuşturdular. Ovadan buzağı getirildi ve Telemakhos’un tayfası gemiden geldi. Kuyumcu örs, çekiç ve maşasını getirdi, altını işlemek için ve Athena da geldi kurbanı kabul etmek için. Nestor altını verdi ve kuyumcu da buzağının boynuzlarını yaldızladı, ki tanrıça güzelliğini görünce beğensin. Sonra Stratios ve Ekhephron buzağıyı boynuzlarından tutup getirdi, Aretos da üzerinde çiçek desenleri olan bir ibrikle su getirdi evden ve diğer elinde de arpa kırması dolu bir sepet vardı. Güçlü Thrasymedes keskin bir balta ile duruyordu, buzağıyı kesmeye hazır, Perseus da bir kova tutuyordu. Sonra Nestor başladı törene ellerini yıkayarak ve arpa kırmasını saçarak, Athena’ya bol bol dua etti, buzağının başından kopardığı kılları ateşe atarken.
Hepsi dua edip arpa kırmalarını saçtıktan sonra, Thrasymedes vurdu baltayı ve bir darbeyle boynun sinirlerini keserek buzağıyı yere indirdi, bunun üzerine Nestor’un kızları ve gelinleri sevinçle bağrıştılar ve saygıdeğer eşi Eurydike de öyle; Klymenus’un kızlarının en büyüğüydü o. Sonra buzağının başını yerden kaldırdılar ve Peisistratos boğazını kesti. Kanı akıp canı gidince doğradılar hayvanı. Sırayla butlarını kestiler, iki yandan içyağı ile sardılar ve üzerlerine çiğ et parçaları koydular. Sonra Nestor onları odun ateşi üzerine koydu ve şarap döktü üstlerine, bu sırada delikanlılar ellerinde beş dişli şişleriyle yanında durdu. Butlar kızartıldıktan ve sakatat yendikten sonra, geri kalan etleri küçük küçük parçalara ayırdılar, bunları şişlere geçirdiler ve ateşin üzerinde kızarttılar.
Bu arada güzel Polykaste, Nestor’un en küçük kızı, Telemakhos’u yıkadı. Onu yıkayıp yağla ovduktan sonra, güzel bir harmaniyle gömlek getirdi, Telemakhos hamamdan gelirken bir tanrı gibi görünüyordu, gelip Nestor’un yanında yerini aldı. Dıştaki etler pişince, şişlerden çıkardılar ve yemeğe oturdular, değerli yardımcılar göz kulak oluyordu onlara, altın kupalara şarapları koyup duruyorlardı. Yeteri kadar yiyip içince hepsi, Nestor şöyle söyledi: “Oğullarım, Telemakhos’un atlarını arabaya koşun da hemen yola koyulsun.”
İşte böyle konuştu ve onlar da söylediğini yaptı, hızlı atları arabaya bağladılar. Hizmetçi kadın da onlara ekmek, şarap ve tatlı yiyeceklerden erzak hazırladı, kralların oğullarına layık. Sonra Telemakhos arabaya bindi, Peisistratos da dizginleri topladı ve yanında yerini aldı. Atları kamçıladı ve onlar da hiç isteksizlik göstermeyerek uçtular kırlara doğru, Pilos’un yüksek kalesini arkada bırakarak. Bütün gün yolculuk yaptılar, boyunduruğu boyunlarında sallana sallana, güneş batıp karanlık bütün yeryüzünü kaplayana dek. Sonra Ortilokhos’un oğlu ve Alpheios’un torunu olan Diokles’in yaşadığı Pherae’ye geldiler. Geceyi burada geçirdiler ve Diokles onları misafirperverce ağırladı. Sabahın çocuğu, gül parmaklı şafak görününce tekrar atları koştular ve yankı yapan bekçi evinin altından geçip kapıdan dışarı atları sürdüler. Peisistratos atları kamçıladı ve onlar da hiç isteksizlik göstermeyerek uçtular. Çok geçmeden kırlardaki buğday tarlalarına ulaştılar ve tam vaktinde yolculuklarını tamamladılar; atları çok iyi koşmuştu.

KİTAP IV


Güneş batıp yeryüzüne karanlık çöktüğünde, oyuk yarlar içinde bulunan şehir Sparta’ya vardılar. Doğrudan Menelaos’un evine sürdüler atları ve onu evinde buldular, eşiyle dostuyla şölen yapıyordu, hem oğlunun hem de kızının düğünü onuruna. Kızını yiğit savaşçı Aşil’in oğluyla evlendiriyordu. İzin vermişti Truva’dayken ve kızı ona vermeye söz vermişti. Şimdi de tanrılar gerçekleştiriyordu bu düğünü. Bu yüzden kızını arabalar ve atlarla Aşil’in oğlunun hüküm sürdüğü Myrmidonların şehrine gönderiyordu. Tek oğlu için Sparta’dan bir gelin bulmuştu, Alektor’un kızı. Bu oğlan, Megapenthes, ona esir bir kadından doğmuştu; zira Tanrı, Helen’e Hermione’yi doğurduktan sonra başka çocuk bağışlamamıştı, Hermione altın Afrodit kadar güzeldi.
Menelaos’un komşuları ve yakınları evinde şölen yapıyorlardı ve eğleniyorlardı. Onlara türkü söyleyen ve lir çalan bir ozan da vardı, bu arada iki cambaz aralarında dolaşıp gösteri yapıyordu, ozan türküsünü söylemeye başlayınca.
Telemakhos ve Nestor’un oğlu atlarını kapıda durdurdular, Menelaos’un uşağı Eteoneus dışarı çıktı ve onları görür görmez efendisine söylemek için aceleyle eve koştu. Ona doğru yaklaştı ve şöyle dedi: “Menelaos, yabancılar geldi buraya, iki adam, Zeus’un oğullarına benzerler. Ne yapayım? Atlarını çözeyim mi, yoksa başka yerde bulun sizi ağırlayacak dostlar mı diyeyim?”
Menelaos çok kızdı ve şöyle dedi: “Eteoneus, Boethousoğlu, eskiden sen böyle aptal değildin ama artık bir ahmak gibi konuşuyorsun. Atlarını çöz elbette ve yabancıları getir buraya, yemek yesinler. Buraya gelmeden önce, senle ben de kaldık diğer insanların evlerinde pek çok kez, bundan sonra Tanrı bize huzur içinde yaşamayı bağışlasın.”
Bunun üzerine Eteoneus koşarak gidip diğer uşaklara onunla gelmelerini söyledi. Boyunduruğun altında ter içinde kalan atları çözdüler, yemliklere bağladılar, yulaf ve arpa karışımından yem verdiler. Sonra arabayı avlunun sonundaki duvara yasladılar ve misafirlere evin yolunu gösterdiler. Telemakhos ve Peisistratos sarayı görünce afalladı, zira güneş ve ay gibi pasparlaktı. Baktılar hayran hayran yüreklerinin memnuniyetiyle, sonra hamama gidip yıkandılar.
Hizmetçiler onları yıkadıktan ve yağla ovduktan sonra, yün yelekler ve gömlekler getirdiler ve ikisi de Menelaos’un yanında yerlerini aldı. Bir hizmetçi kadın su getirdi güzel bir altın ibrikte ve ellerini yıkamaları için gümüş bir leğene döktü suyu, yanlarına da temiz bir masa çekti. Kâhya kadın ekmek getirdi onlara ve evdeki güzel yiyeceklerden koydu önlerine, bu sırada tabak tabak her çeşit etten getirdi, et sunan ve önlerine altın kupalar koydu.
Sonra Menelaos selamladı onları şöyle diyerek: “Yemeğe başlayın ve hoş geldiniz. Yemeğiniz bitince size kim olduğunuzu soracağım, zira sizin gibi adamların soyu tükenmez. Asa taşıyan kralların soyundan geliyor olmalısınız, zira aşağılık adamların sizin gibi oğulları olmaz.”
Böyle söyleyerek onlara sığır sırtından yağlı, kızarmış bir parça et uzattı, onur payı olarak konmuştu yanına ve onlar da önlerindeki güzel yiyeceklere ellerini uzattılar. Yeteri kadar yiyip içtikten sonra, Telemakhos Nestor’un oğluna, kimsenin duymaması için başını yaklaştırarak şöyle dedi: “Bak Peisistratos, can yoldaşım, tunç ve altın parıltılarına bak, kehribar, fildişi ve gümüşe. Her şey o kadar muhteşem ki, sanki Zeus’un sarayını görmüş gibiyim. Hayranlıktan kendimi kaybettim.”
Menelaos duydu onu ve şöyle söyledi: “Oğullarım, kimse Zeus’la bir tutamaz kendini, zira onun evi ve her şeyi ölümsüzdür. Ama ölümlü insanlar arasında, belki benim kadar malı olan vardır, belki de yoktur. Ne olursa olsun çok dolaştım ve çok zorluklar çektim, zira filomla eve gelene dek neredeyse sekiz sene geçti. Kıbrıs’a, Fenike’ye ve Mısır’a gittim, Habeşistan’a, Sidon’a ve Arap iline, doğar doğmaz boynuzları olan kuzuların olduğu ve koyunların yılda üç kez doğurduğu Libya’ya da. O ülkede herkes, ister efendi olsun ister halktan biri, bol bol peynir, et ve iyi süte sahip, zira koyunlar yavrular yıl boyunca. Ancak ben dolaşıp bu insanlardan büyük hazineler toplarken kardeşim gizlice ve iğrenç bir şekilde öldürülmüş, kötü karısının hainliği yüzünden, onun için bu servetin efendisi olmak mutlu etmez beni.
Kim olursa olsun ananız babanız, bütün bunları anlatmışlardır size ve dayalı döşeli, görkemli konağımın kalıntılarındaki acı kayıplarımı. Keşke şimdi sahip olduklarımın üçte biri olsaydı da evde dursaydım; burada yaşayıp Truva’nın ovasında kaybolup gidenler de öyle. Sık sık kederlenirim, evimde oturduğumda, her biri için. Bazen üzüntüden ağlarım hıçkırıklarla, sonra susarım, zira ağlamak zayıf bir avuntudur ve insan yorulur bundan bir süre sonra. Bunlara çok üzülsem de bir adama hepsinden çok üzülürüm. Onu düşündüğümde ne yemek yiyebilirim ne de uyuyabilirim, beni öylesine çok üzer, zira Akhalar içinde hiçbiri onun kadar çok çaba harcamadı, onun gibi tehlikeler atlatmadı. Bundan bir şey elde etmedi ve bana acı bir miras bıraktı, zira uzun süre oldu o gideli ve onun sağ mı ölü mü olduğunu bilmiyoruz. Yaşlı babası, uzun süredir acı çeken karısı Penelope ve kucakta bir bebek olarak bıraktığı oğlu Telemakhos onun yüzünden sonsuz acılar çekiyor.”
Böyle konuştu Menelaos ve Telemakhos’un yüreği yandı babasını düşününce. Bunları duyunca gözlerinden yaşlar döküldü, iki eliyle yeleğini yüzüne kapadı. Menelaos bunu görünce, ona konuşması için zaman mı tanısın, yoksa hemen sorup ne olduğunu mu anlasın bilemedi.
Böyle ikilemdeyken Helen çıkageldi yüksek kubbeli ve hoş kokulu odasından, Artemis kadar güzel görünüyordu. Adraste ona bir koltuk getirdi, Alkippe yumuşak bir halı, Phylo da gümüş dikiş kutusunu, Polybos’un karısı Alkandre vermişti ona bunu. Polybos, Mısır’ın Tebai şehrinde yaşıyordu, dünyanın en zengin şehrinde. Menelaos’a saf gümüşten iki hamam teknesi, iki üçayak ve on ölçü altın bağışlamıştı. Bütün bunların yanında, karısı Helen’e çok güzel hediyeler vermişti; altın bir öreke ve üst kenarından altından bir şerit geçen tekerlekli gümüş bir dikiş kutusu. Phylo bunu yanında getirdi; güzel, eğrilmiş iplikle doluydu içi ve menekşe renkli bir yün ipin sarılı olduğu öreke de üzerinde duruyordu. Sonra Helen yerine geçti, ayağını iskemleye koydu ve kocasına sorular sormaya başladı.
“Biliyor musun Menelaos bizi ziyarete gelen bu yabancıların isimlerini?” dedi. “Tahmin edeyim, doğru mu yanlış mı? Ama düşündüğümü söylemeden duramam. Şimdiye kadar ne bir erkek ne de bir kadında böyle bir benzeyiş gördüm, ona bakınca ne düşüneceğimi bilemiyorum gerçekten, bu genç adam Telemakhos’a benzer, Odysseus’un arkasında bir bebek olarak bırakıp gittiği; siz Akhalar yüreğinizde savaşla Truva’ya gittiğinizde benim gibi utanmaz biri uğruna.”
“Sevgili karıcığım!” diye cevapladı Menelaos. “Ben de senin gibi benzettim. Elleri ve ayakları aynı Odysseus’unki gibi, saçları da kafasının şekli ve gözlerindeki ifade de. Bir de ben Odysseus hakkında konuşurken ve benim yüzümden ne kadar acı çektiğini anlatırken gözlerinden yaşlar düştü ve yüzünü yeleğiyle sakladı.”
Sonra Peisistratos şöyle söyledi: “Menelaos, Atreusoğlu, bu genç adamın Telemakhos olduğunu düşünmekte haklısın; ama kendisi çok mütevazı ve buraya gelip de senin gibi konuşması tanrısal bir büyüleyicilikte olan birine hitap etmekten utanıyor. Babam Nestor ona eşlik etmem için beni buraya yolladı, zira ona bir akıl veya öğüt verebilir misin diye bilmek istedi. Babası destek bırakmadan giden bir oğul hep sıkıntı çeker evde, işte Telemakhos’un durumu böyle, zira babası yok ve kendi halkı arasında onu destekleyen hiç kimse yok.”
“Aman Tanrı’m!” diye karşılık verdi Menelaos. “O zaman çok sevgili dostumun oğlu ziyaret ediyor beni, benim uğruma çok acılar çekti o dost. Uzak denizlerden sağ salim dönmeyi nasip edince Tanrı, onu en şatafatlı şekilde ağırlamayı istedim hep. Argos’ta onun için bir şehir kuracaktım ve bir ev yapacaktım. Onu İthaka’dan malları, oğlu ve bütün halkıyla getirecektim ve bana tabi olan komşu şehirlerden birini boşaltacaktım onun için. Böylece birbirimizi görürdük sürekli, böyle yakın ve mutlu bir beraberliği ölümden başka bir şey bozamayacaktı. Ancak zannediyorum Tanrı bizden böyle güzel bir talihi esirgedi, zira zavallı adamı evine gitmekten alıkoydu hepten.”
İşte böyle konuştu ve sözlerinden hepsi ağlamaklı oldu. Helen ağladı, Telemakhos ağladı ve Menelaos da ağladı, Peisistratos’un da gözleri yaşla doldu, sevgili kardeşi Antilokhos’u hatırladı, parlak Şafak’ın oğlu öldürmüştü onu. Bunun üzerine Menelaos’a şöyle söyledi: “Efendim, babam Nestor, evde senin hakkında konuştuğumuzda bana senin az bulunan ve mükemmel bir anlayışa sahip biri olduğunu söylerdi. Eğer mümkünse senden istediğimi yap. Akşam yemeğimi yerken ağlamaktan yana değilim. Sabah zamanı gelince ve öğleden evvel ise ölüp gidenlere ne kadar ağladığıma bakmam. Bu zavallıcıklara yapabileceğimiz tek şey bu. Onlar için saçlarımızı keseriz sadece ve yanaklarımızdan yaşları akıtırız. Benim de Truva’da ölen bir kardeşim var, oradaki adamların en kötüsü değildi o, eminim ki bilirsin, adı Antilokhos’tu, ben hiç gözümle görmedim onu ama derler ki bilhassa ayakları çevik ve savaşta da yiğitmiş.”
“Senin takdirin dostum yaşının çok üstünde.” diye karşılık verdi Menelaos. “Babana benzediğin belli. Tanrı’nın hem eşten ve hem de çocuktan yana kutsadığı bir adamın oğlu olduğun anlaşılıyor hemen; o, Nestor’u kutsadı tüm ömrü boyunca ilk günden beri, kendi evinde mutlu bir ihtiyarlık vererek, yanında hem yardımsever hem de yiğit oğulları var. Onun için bu ağlamalara bir son vereceğiz ve tekrar yemeğimize döneceğiz. Haydi, sular dökülsün ellerimize. Telemakhos ve ben konuşuruz her şeyi yarın sabah.”
Bunun üzerine hizmetkârlardan biri olan Asphalion ellerine su döktü ve önlerindeki güzel yiyeceklere ellerini uzattılar.
Sonra Zeus’un kızı Helen başka bir iş tasarladı. Şaraba her türlü kaygıyı, acıyı ve kötü ruh hâlini yok eden bir bitki kattı. Böyle ilaç katılmış bir şarabı içen, bütün gün bir damla bile gözyaşı dökmezdi; hem anası hem de babası düşüp ölse bile veya erkek kardeşinin yahut oğlunun gözü önünde parçalara ayrıldığını görse bile. Böyle büyük gücü ve etkisi olan bu ilaç, Thon’un karısı Polydamna tarafından verilmişti Helen’e; Polydamna Mısırlı bir kadındı ve bazıları karma kabına konan, bazıları ise zehirli her türlü bitkinin yetiştiği bir yerdi Mısır. Üstelik ülkedeki herkes yetenekli bir hekimdi, zira Paean’ın soyundandılar. Helen bu ilacı kaba koyduktan sonra, uşaklara şarabı dağıtmalarını söyledi, şöyle diyerek:
“Atreusoğlu Menelaos ve siz iyi dostlarım, saygın adamların oğulları, bu Zeus’un isteğidir, zira hem iyiliği hem de kötülüğü veren odur ve her ne isterse onu yapar o, istediğiniz gibi yiyin için burada, bu sırada size anlatacağım hikâyeyi de dinleyin dosdoğru. Odysseus’un maceralarının hepsini tek tek anlatamam size elbette ama Truva önlerindeyken ne yaptığını söyleyebilirim, siz Akhalar her türlüğü çileyi çekerken. Kendini yara bere içinde bırakıp, çaputlara dolanarak düşman şehrine girdi, bir hizmetçi veya dilenci gibi görünerek, kendi halkı arasında göründüğünden oldukça farklı hâlde. Bu kılıkta girdi Truva şehrine ve hiç kimse bir şey demedi ona. Sadece ben tanıdım onu ve sorular sorup durdum ama çok kurnaz davrandı bana. Ancak onu yıkayıp yağla ovunca ve giysiler verince, kendi birliğine ve gemilerine sağ salim dönmeden onu Truvalılara ele vermeyeceğime dair büyük bir ant içtikten sonra, Akhaların niyetlerini anlattı bana. Bir sürü Truvalıyı öldürdü ve Argosluların birliğine dönmeden önce pek çok bilgi topladı, Truvalı kadınlar yas tuttular bunlara ama ben memnundum, zira yüreğim özlüyordu evimi ve Afrodit’in beni oraya götürerek yaptığı yanlış yüzünden mutsuzdum; ülkemden, küçük kızımdan ve evli olduğum kocamdan uzakta, ki hiçbir şekilde o ne güzellikten ne de akıldan yoksundu.”
Ardından Menelaos şöyle dedi: “Söylediğin her şey doğru, sevgili karım. Çok gezdim dolaştım ve çok yiğit gördüm ama Odysseus gibi bir adam görmedim. Ne sabır ve cesaret gösterdi tahta atın içinde, Argosluların en yiğitlerinin Truvalılara ölüm ve felaket getirmek için içinde saklandığı. O sırada sen geldin bize, Truvalılara iyi dilekleri olan bir tanrı göndermişti oraya herhâlde ve yanında Deiphobos vardı. Üç kere dolandın saklandığımız yeri ve elinle yokladın, önderlerimizi adlarıyla çağırdın ve karılarının seslerine benzettin sesini. Diomedes, Odysseus ve ben içerideki yerlerimizde duyduk çıkardığın sesleri. Diomedes ve ben karar veremedik, hemen dışarı fırlayalım mı yoksa içeriden sana ses mi verelim; ama Odysseus bize engel oldu, böylece oturduk ses vermeden, Antilokhos dışında, sana cevap vermeye başlıyordu ki Odysseus iki güçlü elini ağzına kapattı ve öylece tuttu orada. Bu kurtardı bizi, zira Antilokhos’un ağzını kapadı, ta ki Athena seni gelip alıncaya dek.”
“Çok yazık!” diye haykırdı Telemakhos. “Bütün bunlar onu kurtarmaya yaramadı, ne de kendi demir gibi yüreği. Ancak şimdi efendim, bizi yataklarımıza gönderin ki uzanıp uykunun kutsal nimetinden faydalanalım.”
Bunun üzerine Helen hizmetçilere bekçi evindeki odaya yatakları sermelerini söyledi ve güzel, kırmızı halıları serin ve üzerlerine örtüleri yayın, misafirlerin giymeleri için de yün entariler koyun dedi. Bunun üzerine hizmetçiler meşaleler ellerinde dışarı çıktı ve yatakları yaptılar, bir uşak yabancılara eşlik etti o sırada. Ardından Telemakhos ve Peisistratos uyudu orada, avluda, Atreusoğlu ise içteki bir odada yattı, güzel Helen yanında.
Sabahın çocuğu, gül parmaklı Şafak söktüğünde Menelaos kalktı ve elbiselerini giydi. Güzel ayaklarına sandaletlerini bağladı, kılıcını omuzlarına attı ve ölümsüz bir tanrı gibi odasını terk etti. Sonra, Telemakhos’un yanına oturarak şöyle dedi:
“Telemakhos, bu uzun deniz yolculuğunu yapıp Sparta’ya gelmene sebep nedir? Halkın için mi yoksa kendin için mi geldin? Hepsini anlat bana.”
“Gelmemin sebebi efendim, babam hakkında bir şey söyleyip söyleyemeyeceğinizi görmek.” diye karşılık verdi Telemakhos. “Evimi, yuvamı yiyip bitiriyorlar, güzel mallarım israf ediliyor, evim zalim insanlarla dolu, çok sayıda koyun ve öküzümü kesip duruyorlar, anama talipmiş gibi yaparak. Dizlerine kapanıp yalvarıyorum, belki bana anlatırsın babamın hazin sonunu -onu kendi gözlerinle görmüş veya başka bir yolcudan duymuş olabilirsin- zira o dert çekmek için dünyaya gelmiş. Bana acıyıp da olanları yumuşatma, olduğu gibi söyle ne gördünse. Siz Akhalar Truvalılar arasında bitmiş tükenmişken, cesur babam Odysseus’un -sözleri veya davranışlarıyla- sadık hizmetleri olduysa benim için bunu aklına getir ve bütün gerçeği söyle bana.”
Menelaos bunu duyunca çok şaşırdı. “Bu korkaklar cesur bir adamın yatağını mı gasbedecekler?” diye haykırdı. “Bir geyik yeni doğan yavrularını bir aslanın inine koyabilir ve sonra da ormanda veya çimenlik bir vadide otlamaya gidebilir, aslan inine döndüğünde bu ikisini yalayıp yutar, işte Odysseus da talipleri böyle yapacak. Zeus Baba, Athena ve Apollon adına, eğer Odysseus hâlâ Lesbos’ta Philomeleides’le güreştiği ve onu bir güzel alt ettiği zaman olduğu gibiyse; -ki Akhalar çok sevinmişlerdi buna- eğer Odysseus hâlâ böyle bir adamsa ve taliplerin yakınına gelirse, bu talipler tövbe ederlerdi ve hazin bir düğün olurdu. Soruna gelince; sana yalan söylemeyeceğim ve kandırmayacağım, denizin ihtiyarının bana söylediklerinin hepsini hiçbir şey saklamadan sana söyleyeceğim.
Buraya gelmeye çalışıyordum, ama tanrılar beni Mısır’da alıkoydu, zira benim adaklarım onları tatmin etmemişti ve tanrılar haklarını almak konusunda çok katıdırlar. Mısır’a yakın, bir geminin arkasında sert bir rüzgârla bir günde gidebileceği uzaklıkta Pharos diye bir ada vardır. Güzel bir limanı vardır, sularını aldıktan sonra gemilerin açık denize açıldığı. İşte burada tanrılar alıkoydu beni yirmi gün, ilerlemem için güzel esen rüzgâr vermeden. Erzaklarımız tükeniyordu ve adamlarım açlıktan ölüyordu, eğer ki bir tanrıça bana acımasaydı, denizlerin ihtiyarı Proteus’un kızı Eidothoe kurtardı beni, zira çok beğenmişti beni.
Tek başımayken yanıma geldi bir gün, ki çoğu zaman öyleydim, zira adamlar çengelli oltalarıyla adanın etrafında dolanıp bir iki balık yakalamayı umuyorlardı açlığın verdiği acıyı bastırmak için. ‘Yabancı!’ dedi. ‘Belli ki böyle açlıktan kıvranmayı seviyorsun, ne olursa olsun sana fazla dokunmuyor, zira günler geçiyor hâlâ buradasın, kurtulmaya bile çalışmıyorsun, adamların öldüğü hâlde ağır ağır.’
‘Sana anlatayım!’ dedim ben de. “Hangi tanrıça olduğunu bilmiyorum, ben kendi isteğimle durmuyorum burada, gökte yaşayan tanrıları gücendirmiş olmalıyım. O zaman söyle bana, zira tanrılar her şeyi bilir, hangi ölümsüz beni böyle engeller ve söyle bana evime varmak için nasıl denize açılabilirim?’
‘Yabancı.’ diye karşılık verdi o da. ‘Sana her şeyi anlatacağım bir bir. Yaşlı bir ölümsüz vardır denizin altında yaşayan buralarda ve adı Proteus’tur. Mısırlıdır ve insanlar babam olduğunu söyler. Poseidon’un has adamıdır ve denizin altındaki her santim toprağı bilir. Onu yakalayıp sıkıca tutabilirsen sana yolu söyleyecektir, hangi rotaları izleyeceğini ve evine ulaşmak için denizde nasıl gitmen gerektiğini. Eğer istersen evinde olan biteni de söyler, iyi veya kötü, sen uzaklarda uzun ve tehlikeli yolculuğundayken.’
‘Bana gösterebilir misin onu şüphelendirmeden ve kendimi fark ettirmeden bu yaşlı tanrıyı yakalamak için nasıl bir pusu kurulacağını?’ dedim. ‘Zira bir tanrı çok kolay yakalanmaz, hele de bir ölümlü tarafından.’
‘Yabancı!’ dedi. ‘Sana anlatacağım her şeyi bir bir. Güneş göğün ortasına ulaştığı zaman, denizin yaşlı adamı dalgaların altından çıkar, başının üstünü kaplayan batı rüzgârıyla selamlanarak. Dışarı çıkınca uzanır yatar ve uykuya dalar büyük kıyı ini içinde, burada foklar da dışarı çıkar kurşuni denizden ve çevresinde sürüyle yatarlar, Halosydne’nin tavukları derler onlara ve beraberlerinde çok güçlü bir balık kokusu taşırlar. Yarın sabah erkenden, buraya götüreceğim seni ve pusuya yatıracağım. Bu yüzden gemindeki en iyi üç adamı seç, ben sana ihtiyarın oynayacağı bütün oyunları anlatacağım.
Önce bütün foklarına bakacak ve onları sayacak, sonra onları görüp hesap yaptıktan sonra, aralarında uykuya dalacak, koyunları arasındaki çoban gibi. Uykuda olduğunu gördüğün an yakala onu, bütün gücünü göster ve onu sıkıca tut, zira senden kaçmak için elinden geleni yapacaktır. Kendini yeryüzünde bulunan her türlü canlıya çevirecektir, hem ateş hem de su olacaktır. Ancak sıkıca tut onu, daha da kavra sıkı sıkı, ta ki seninle konuşuncaya ve uykuya dalarken olduğu hâline dönünceye kadar. O zaman gevşetip bırakabilirsin, ona hangi tanrıların sana öfkeli olduğunu sorabilirsin ve eve dönmek için denizde ne yapman gerektiğini de.’
Böyle söyleyip dalgaların altına daldı, ben de kıyıda sıralanan gemilerimin olduğu yere döndüm ve giderken yüreğim düşüncelerle kararmıştı. Gemime varınca akşam yemeğini hazırladık, zira gece çöküyordu ve kıyıda yatıp uyuduk.
Sabahın çocuğu, gül parmaklı Şafak sökünce yiğitliğine çok güvendiğim üç adamı aldım yanıma ve deniz boyunca gittim, Tanrı’ya tüm kalbimle yalvararak. Bu sırada tanrıça denizin altından dört tane fok derisi getirdi, hepsi yeni yüzülmüştü, zira kendisi hazırlıyordu oyunu babasına. Sonra bizim için dört tane çukur kazdı, dışarı çıkana dek yatıp beklememiz için. Ona yaklaşınca çukurlarda yatırdı bizi yan yana ve her birimizin üzerine fok derisi örttü. Tuzağın en dayanılmaz anıydı bu, zira foklardan gelen balık kokusu çok felaketti; kim bir deniz canavarıyla beraber yatmak ister? Burada da tanrıça yardım etti bize ve bizi rahatlatacak bir şeyler düşündü, herkesin burun deliklerine tanrısal merhem koydu, öyle tatlı kokuyordu ki bu, fokların kokusunu bastırdı.
Bütün sabah bekledik ve elimizden gelen sabrı gösterdik, yüzlerce fokun güneşlenmek için denizden çıkmasını izledik, öğle vakti denizin ihtiyarı da çıktı geldi ve besili foklarını görünce bakıp saydı onları. Biz ilk sayılanlar arasındaydık, hiçbir hileden şüphelenmedi ve saymayı bitirince yatıp uykuya daldı. Sonra bağıra çağıra üzerine saldırdık ve onu yakaladık, bunun üzerine hemen bildiği düzenleri göstermeye başladı ve önce kendini kocaman yelesiyle bir aslan hâline getirdi, sonra birdenbire bir ejderha, leopar, yaban domuzu oldu, hemen arkasından su olup aktı ve sonra da bir ağaç oldu dimdik; ama biz ona yapıştık ve hiç bırakmadık, en sonunda kurnaz ihtiyar tükendi ve şöyle dedi: ‘Atreusoğlu, hangi tanrı seninle bu düzeni kurdu, beni tuzağa düşürüp isteğim dışında alıkoymak için? Ne istiyorsun?’
‘Sen bunu biliyorsun ihtiyar.’ diye cevap verdim. ‘Beni vazgeçirmeye çalışarak bir şey kazanamazsın. Bunun nedeni şu ki çok uzun zaman bu adada kaldım ve kaçmak için hiçbir işaret göremedim. Cesaretim kırılıyor. Haydi söyle bana, zira tanrılar her şeyi bilir, hangi ölümsüz beni alıkoyuyor? Bana evime ulaşmak için denizde nasıl gideceğimi de söyle.’
‘O zaman, yolculuğunu bitirip eve ulaşmak için hızlıca, Zeus ve diğer tanrılara adaklar sunman gerekiyordu yola çıkmadan önce.’ dedi. ‘Zira arkadaşlarına ve evine dönemeyeceğin karara bağlanmış, ta ki Mısır’ın gökten beslenen nehrine gidip göklerde hüküm süren ölümsüz tanrılara kutsal kurbanlar sunana dek. Bunu yaptığın zaman yolculuğunu bitirmene izin verecekler.’
Yüreğim parça parça olmuştu, Mısır’a o uzun ve korkunç yolculuğu yaparak tekrar geri gitmem gerektiğini duyunca. Buna rağmen, şöyle cevap verdim: ‘Yapacağım ihtiyar, bana buyurduğun şeyleri ama şimdi söyle bana ve doğruyu söyle, Truva’dan yola çıktığımızda Nestor ve benim geride bıraktığımız tüm Akhalar eve sağ salim vardılar mı yoksa herhangi birinin sonu kötü oldu mu kendi gemisinde veya savaş bitince arkadaşları arasında?’
‘Atreusoğlu!’ diye cevap verdi. ‘Niye bana sorarsın? Sana söyleyeceklerimi bilmesen daha iyi, zira hikâyemi duyduğunda gözlerin dolacak. Sorduklarından pek çoğu ölüp gitti ama birçoğu hâlâ duruyor ve Akhalardan sadece iki önder eve dönüş sırasında öldü. Savaş alanında ne olduğuna gelince; sen kendin de oradaydın. Üçüncü Akhalı önder hâlâ denizde, sağ ama dönüşü engellendi. Aias’ın gemileri paramparça oldu, zira Poseidon onu Gyrai’nin büyük kayalıklarına sürdü ama denizden sağ çıkmasına izin verdi. Athena’nın tüm nefretine rağmen ölümden kaçabilirdi, eğer övünerek kendini mahvetmeseydi. Tanrılar denediler ama yine de beni boğamadılar deyince ve Poseidon bu büyük lafı duyunca üç dişli mızrağını güçlü elleriyle kavradı ve Gyrai kayalıklarını iki parçaya ayırdı. Tabanı kaldı olduğu yerde kayanın ama Aias’ın oturduğu kısmı denize yuvarlandı gümbür gümbür ve Aias’ı da beraberinde sürükledi. Böylece tuzlu suları yutup boğuldu Aias.
Senin kardeşin ve gemileri kurtuldu, zira Hera onu korudu ama sarp Malea Burnu’na ulaşmak üzereyken büyük bir fırtınaya yakalandı. Sürükledi onu denizde hiç istemediği hâlde ve eskiden Thyestes’in yaşadığı burna taşıdı ama Aigisthos yaşıyordu artık orada. Fakat çok geçmeden, sağ salim eve dönüş zamanı geldi en sonunda, eski yelkenine rüzgârla arka çıktı tanrılar ve böylece eve vardılar. Agamemnon öptü yurdunun toprağını ve tekrar ülkesinde olduğu için sevinç gözyaşları döktü.
Ama orada Aigisthos’un sürekli nöbette tuttuğu bir gözcü vardı ve ona iki ölçü altın söz vermişti. Bu adam bütün bir yıl beklemişti, Agamemnon geçmesin ve kavgaya tutuşmasın diye. Bundan dolayı Agamemnon’u görünce gidip Aigisthos’a söyledi. Aigisthos da hemen bir komplo hazırlamaya başladı. En yiğit yirmi savaşçısını seçti, avlunun bir tarafında pusuya yerleştirdi, diğer tarafta da bir şölen hazır etti. Sonra arabasını ve arabacısını Agamemnon’a gönderdi ve onu ziyafete çağırdı ama bir hainlik düşünüyordu. Onu oraya getirdi, kendisini bekleyen kaderden habersizdi Agamemnon, Aigisthos şölen bitince öldürdü onu, sanki bir mezbahada öküz boğazlar gibi. Agamemnon’un adamlarından biri bile sağ kalmamıştı, Aigisthos’unkiler de zira avluda öldürülmüştü hepsi.’
Böyle konuştu Proteus ve onu duyunca yüreğim parçalandı, kumların üzerine oturup ağladım. Artık yaşayamayacağımı ve gün ışığını göremeyeceğimi düşünüyordum. Yeteri kadar ağlayıp yerde acıdan kıvrandıktan sonra, denizin ihtiyarı şöyle dedi: ‘Atreusoğlu, böyle acı acı ağlayıp da zaman harcama, hiçbir yararı olmaz sana, en kısa zamanda evine dönmenin yolunu bul, zira Aigisthos hâlâ yaşıyor olabilir, Orestes senden önce öldürmüşse onu, cenazesine yetişirsin.’
Bunun üzerine, bütün acılarıma rağmen rahatlamıştım, şöyle söyledim: ‘O zaman bu ikisini öğrendim. Bahsettiğin üçüncü adamı anlat haydi bana, hâlâ sağ mı yoksa denizde ve evine dönemiyor mu? Yoksa öldü mü? Ne kadar üzse de beni, anlat bana.’
‘Üçüncü adam, İthaka’da yaşayan Odysseus’tur.’ diye cevap verdi. ‘Onu bir adada, su perisi Kalypso’nun evinde gözyaşları dökerken görüyorum, kendisini tutsak olarak tutuyor ve o da evine dönemiyor, zira onu denizde götürecek ne gemileri var ne de gemicileri. Senin sonuna gelince Menelaos, Argos’ta ölmeyeceksin, tanrılar seni Elysion Ovası’na götürecekler, dünyanın öbür ucuna. Burada güzel saçlı Rhadamanthys hüküm sürer ve insanlar dünyadaki her yerden daha rahat yaşarlar orada, zira Elysion’da ne yağmur yağar ne dolu ne kar, Okeanos denizden tatlı tatlı şarkılar söyler batı rüzgârıyla hiç durmadan ve tazelik katar insanların hayatına. Senin başına gelecek bu; çünkü sen Helen’le evlisin ve Zeus’un damadısın.’
Böyle konuşurken dalgaların altına daldı, bunun üzerine ben de yoldaşlarımla geri döndüm gemilere, giderken yüreğim düşüncelerle kararmıştı. Gemilerimize varınca akşam yemeğini hazırladık, zira gece çöküyordu ve kıyıda yatıp uyuduk. Sabahın çocuğu, gül parmaklı Şafak görününce, gemilerimizi suya çektik, direkleri ve yelkenleri koyduk yerlerine, sonra da gemilere bindik, yerlerimizi aldık sıralarda ve kurşuni denize vurduk küreklerimizi. Gemileri tekrar Mısır’ın gökten beslenen ırmağı üzerinde durdurdum ve bol bol sundum kurbanları. Tanrı’nın öfkesini dindirince Agamemnon’un hatırasına bir mezar yığdım, adı sonsuza dek yaşasın diye, bundan sonra eve vardık hemen, zira tanrılar bana güzel bir yel bağışladı.
Sana gelince şimdi, burada on on iki gün daha kal, sonra seni yoluna uğurlarım. Sana bir araba ve üç at veririm soylu armağan olarak. Güzel bir kadeh de veririm, böylece yaşadığın sürece ölümsüz tanrılara içki sunusu yaptığında beni hatırlarsın.”
“Atreusoğlu!” diye cevap verdi Telemakhos. “Beni kalmam için zorlama fazla, seninle burada on iki ay daha kalmaktan memnun olurdum. Sohbetin öyle tatlı geldi ki, bir kere bile evimde anam babamla olsam diye düşünmedim; ama Pilos’ta bıraktığım tayfam çoktan sıkılmıştır ve sen beni onlardan alıkoyarsın. Bana vereceğin hediyenin bir tabak çanak parçası olmasını tercih ederim. Yanımda İthaka’ya götürmek için at alamam, kendi ahırını süslemesi için burada bırakacağım onları, zira senin krallığında bolca düzlük var, nilüferler serpilir ve çayır melikesi, buğday, arpa ve yulaf da ak ve yaygın başaklarıyla. İthaka’da ise ne açık alanlarımız var ne de yarış sahalarımız ve topraklarımız attan çok, keçi beslemeye müsait, ben de böyle severim onu. Hiçbir adamızın fazla düzlüğü yoktur, atlar için uygun olan ve hele İthaka’nın hiç yoktur.”
Menelaos gülümsedi ve Telemakhos’un elini eline aldı. “Söylediğin şey, iyi bir aileden geldiğini gösteriyor.” dedi. “Bu değişikliği yapacağım senin için, gücüm yettiğinden; evimdeki en güzel ve değerli tabak çanak parçasını vereceğim sana. Hephaistos’un kendi elleriyle yaptığı bir karma kabını, saf gümüşten, kenarları ise altınla işlenmiş. Phaidimos, Sidon kralı vermişti onu bana, evime dönüş yolculuğumda ona yaptığım ziyarette. Onu sana vermek istiyorum hediye olarak.”
Onlar böyle konuşurken, davetliler geliyordu durmadan kralın evine. Koyun ve şarap getiriyorlardı, karıları yanlarına almaları için ekmek yapmıştı, akşam yemeklerini hazırlamakla böyle meşguldüler meydanda.
Bu sırada İthaka’da, talipler Odysseus’un evinin önünde diskler atıyorlar, nişan alıyorlardı mızraklarıyla ve eski küstah davranışlarını sergiliyorlardı. Antinoos ve Eurymakhos -ki bunlar elebaşları ve önde gelenleriydi- birlikte oturuyordu, Phroniusoğlu Noemon yanlarına gelip Antinoos’a şöyle söylediğinde:
“Antinoos, Telemakhos’un Pilos’tan ne zaman döneceği hakkında bir fikrin var mı? Benim gemimi aldı; Elis’e gitmek istiyorum onunla. Orada on iki damızlık kısrağım var, yanlarında henüz koşulmamış bir yaşında katırlar var ve onlardan birini buraya getirip boyunduruğa koşmak istiyorum.”
Bunu duyunca şaşırdılar, zira Telemakhos’un Neleus’un şehrine gitmediğine emindiler. Sadece çiftliklerde bir yerde, koyunlarla beraber veya domuz çobanı ile birlikte diye düşünmüşlerdi. Bunun üzerine Antionous şöyle dedi: “Ne zaman gitti? Bana doğruyu söyle, hangi delikanlıları aldı yanına? Dışarıdan adamlar mı yoksa kendi köleleri mi? Zira bunu da yapabilir. Şunu da söyle, gemini ona isteyerek mi verdin yoksa senin rızan olmadan mı aldı?”
“Ona ödünç verdim.” diye cevap verdi Noemon. “Daha başka ne yapabilirdim, onun gibi bir adam zor durumda olduğunu ve ona yardım etmemi söylerse? Ona karşı gelemezdim. Onunla beraber gidenler, en iyi adamlarımız; Mentor’un da kaptan olarak gemiye bindiğini gördüm veya ona tıpatıp benzeyen bir tanrıydı o. Anlayamıyorum, zira Mentor’u burada kendim gördüm dün sabah; ama o zaman Pilos’a gitmek üzere yola çıkıyordu.”
Sonra Neomon babasının evine geri döndü ama Antinoos ve Eurymakhos çok öfkelenmişti. Diğerlerine oyunları bırakmalarını, gelip onlarla oturmalarını söylediler. Geldiklerinde Eupeithesoğlu Antinoos öfkeyle konuştu. Yüreği hiddetle kararmıştı ve konuşurken gözlerinden alevler fışkırıyordu:
“Vay canına, Telemakhos’un bu yolculuğu çok önemli bir mesele! Hiçbir şey yapmayacağına emindik ama bu genç adam bize rağmen gitmiş, hem de seçkin bir tayfayla. Başımıza bela getirecek, yetişkin bir adam olmadan alsın Zeus onu. Bana bir gemi bulun, yirmi adamla birlikte, İthaka ve Same arasındaki geçitte pusuya yatıp bekleyeceğim. O zaman pişman olur, babasından haber almak üzere yola çıktığı için.”
İşte böyle konuştu ve diğerleri de söylediklerini alkışladı, sonra hepsi Odysseus’un evine girdiler.
Penelope’nin taliplerin planladıklarını öğrenmesi uzun sürmedi; zira bir uşak, Medon, dış avlunun dışından duymuştu onları, komplolarını planlarlarken; bunun üzerine hanımına söylemeye gitti. Odasının eşiğini geçince Penelope şöyle dedi: “Medon, talipler neden gönderdiler seni buraya? Hizmetçilere efendilerinin işini bırakıp onlara akşam yemeği pişirmelerini söylemek için mi? Keşke bundan sonra ne kur yapsalar ne de yemek yeseler, ne burada ne de başka bir yerde, bu son olsa keşke, hepiniz oğlumun varını yoğunu tükettiğiniz için. Odysseus’un onlara ne kadar iyi davrandığını çocukken anlatmadı mı babanız size? Hiçbir zorbalık yapmadı, kimseye kötü bir şey söylemedi o. Krallar söyler durur bazen, bir adamı kayırır, diğerini sevmez; ama Odysseus kimseye hiçbir zaman haksızlık etmedi, bu da gösteriyor ki çok kötü kalpleriniz var ve bu dünyada şükretmek diye bir şey kalmamış.”
Sonra Medon şöyle söyledi: “Efendim, keşke hepsi bu kadar olsaydı; ama şimdi çok daha korkunç bir şey planlıyorlar. Tanrı onların planlarını bozsun! Onlar Telemakhos’u öldürmeyi deneyecekler, Pilos ve Sparta’dan eve döndüğü sırada, babasından haber almak üzere gitmişti oraya.”
Bunun üzerine Penelope’nin yüreği paramparça oldu ve uzun bir süre sessiz kaldı, gözleri yaşlarla doldu ve söyleyecek bir şey bulamadı. Sonunda şöyle söyledi: “Neden terk etti oğlum beni? Ne işi vardı da okyanuslarda deniz atları gibi uzun yolculuklar yapan gemilerle yolculuğa çıktı? Ardında ismini yaşatacak kimseyi bırakmadan ölmek mi istiyor?”
“Bilmiyorum.” diye cevap verdi Medon. “Bir tanrı mı teşvik etti onu, yoksa kendi isteğiyle mi gitti, babasının ölü mü, diri ve eve dönüş yolunda mı olduğunu öğrenmek için.”
Sonra tekrar indi aşağıya, Penelope’yi acılar içinde bırakarak. Evde oturacak çok koltuk vardı ama hiçbirine oturmayı istemiyordu Penelope’nin canı, yalnızca kendini yerlere atıyordu odasında ve ağlıyordu, bunun üzerine evdeki bütün hizmetçiler de genci de yaşlısı da etrafına toplandı ve ağlamaya başladı, ta ki sonunda acıyla kendinden geçerek bağırına kadar:
“Sevgili dostlar, Tanrı beni, benim yaşımdaki ve ülkemdeki kadınlardan daha fazla dertle sınamaktan memnun. Önce cesur ve aslan yürekli kocamı kaybettim, göğün altındaki her türlü iyi özelliğe sahipti ve ismi yüceydi bütün Hellas ve Orta Argos’ta, şimdi de benim sevgili oğlum rüzgârların ve dalgaların merhametinde, ki bir kelime bile duymadım onun evden gidişi hakkında. Siz edepsizler, hiçbiriniz düşünmediniz beni yatağımdan kaldırmayı, hepiniz gittiğini çok iyi bildiğiniz hâlde! Eğer bu yolculuğa çıkacağını bilseydim o zaman vazgeçmek zorunda kalırdı, ne kadar isterse istesin veya ardında bir ölü bırakacaktı, birinden biri. Haydi şimdi biriniz gitsin ve yaşlı Dolios’u çağırsın, babam vermişti bana onu evlenirken ve bahçıvanlık yapıyor bana. Ona hemen gidip her şeyi Laertes’e anlatmasını buyurun, o belki bir plan bulur uyandırmak için merhametini, kendi soyunu ve Odysseus’un soyunu tüketmeye çalışan bu topluluğun.”
Ardından sevgili yaşlı bakıcı Eurykleia şöyle dedi: “İster beni öldür efendim, ister evinde yaşamama izin ver, hangisini istersen; ama sana gerçeği dosdoğru söyleyeceğim. Bütün bunları biliyordum ben ve ona ekmek ve şarap gibi şeyleri de ben verdim, ama bana kutsal bir yemin ettirdi, sana on on iki gün hiçbir şey söylememem için sen sormadıkça veya gittiğini duymadıkça; zira ağlayarak güzelliğini bozmanı istemedi. Haydi efendim, yüzünü yıka, elbiseni değiştir ve üst kata hizmetçilerinle beraber giderek Zeus’un kalkan taşıyan kızı Athena’ya dualar et, zira sadece o kurtarabilir ölümün ağzından onu. Laertes’e sıkıntı verme, yeterince sıkıntısı var. Bir de zannetmem tanrıların Arkeisos’un soyundan böylesine nefret ettiklerini, ondan sonra gelecek bir oğul olacaktır ve hem evi hem de çevresindeki uçsuz bucaksız güzel toprakları miras alacaktır.”
Bu sözler üzerine hanımının ağlaması son buldu ve gözlerindeki yaşlar kurudu. Penelope yüzünü yıkadı, elbisesini değiştirdi ve hizmetçileriyle yukarı çıktı. Sonra sepete biraz ezilmiş arpa koydu ve Athena’ya yakarmaya başladı.
“Duy beni!” diye ağladı. “Kalkan taşıyan Zeus’un kızı, gücü tükenmeyen. Eğer Odysseus buradayken sana yağlı koyun veya buzağı butları yaktıysa bir kere, şimdi benim için bunu aklına getir ve sevgili oğlumu taliplerin kötülüğünden koru.”
Hıçkıra hıçkıra ağladı ve tanrıça duydu duasını. Bu sırada talipler gürültü koparıyorlardı üstü kapalı avlu boyunca. İçlerinden biri şöyle dedi:
“Kraliçe birimizden biriyle evlenmek için hazırlanıyor. Oğlunun şimdi ölmek üzere olduğundan haberi yok.”
İşte böyle söylediler ama ne olacağından haberleri yoktu. Sonra Antinoos şöyle dedi: “Yoldaşlar, yüksek sesle konuşmayın, içeri taşınabilir sözler. Sessizce gidip yapalım, hep beraber düşündüğümüz şeyi.”
Sonra yirmi adam seçti ve gemiye, kıyıya doğru gittiler. Gemiyi suya çektiler, direğini, yelkenlerini taktılar, kürekleri ıskarmozlara bağladılar bükülmüş deri kayışlarla; hepsini sırayla yaptılar ve ak yelkenleri gerdiler yukarıda, hamarat uşaklar silahlarını getirdi bu sırada. Sonra biraz dışarıda demirlediler onu, tekrar kıyıya geldiler, akşam yemeklerini yediler ve gece çökene dek beklediler.
Ancak Penelope yukarıda, kendi odasında uzandı, ne yiyor ne de içebiliyordu ve yiğit oğlunun kurtulacağını mı yoksa kötü taliplere alt mı olacağını merak ediyordu. Her yönden bastıran avcıların tuzağına düşmüş bir dişi aslan gibi düşündü durdu, uykuya dalıncaya dek ve yatağında uyudu, düşüncelerden yoksun ve hareketsiz.
Sonra Athena başka bir şeyler düşündü ve Eumelos’la evlenerek Pherai’de yaşayan Penelope’nin kardeşi, İkarios’un kızı İphthime’ye benzeyen bir görüntü yaptı. Görüntüye Odysseus’un evine gitmesini ve Penelope’nin ağlamasını durdurmasını söyledi. Böylece odasına girdi mandal kayışından ve başında dolandı şöyle diyerek:
“Uykudasın Penelope. Huzurlu yaşayan tanrılar senin ağlamana ve böyle acı çekmene izin vermeyecek. Oğlun onlara karşı hiçbir yanlış yapmadı, bu yüzden yakında sana geri dönecek.”
Düş ülkesinin kapılarında tatlı tatlı uyuyan Penelope cevap verdi: “Kardeşim, niye buraya geldin? Sen pek sık gelmezsin buraya ama bu senin çok uzakta yaşaman yüzünden sanırım. O zaman ağlamayı bırakıp bana işkence eden acı düşüncelerden kaçınayım mı? Ben cesur ve aslan yürekli kocamı kaybettim, göğün altındaki her türlü iyi özelliğe sahipti ve ismi yüceydi bütün Hellas ve Orta Argos’ta, şimdi de benim sevgili oğlum gemiye bindi gitti, sersem bir delikanlı, alavere dalavere bilmez veya erkeklerin toplantılarında bulunmayı. Ona kocamdan daha çok kaygılanırım. Onu düşününce elim ayağım tutmaz, başına bir şey gelecek diye, ya gittiği yerdeki insanlardan ya da denizden; zira ona oyunlar kuran ve eve dönmeden evvel onu öldürmeye istekli pek çok düşmanı var.”
Ardından görüntü şöyle dedi: “Cesur ol ve bu kadar korkma. Birisi var onunla giden, pek çok insan onun yanında olmasından memnuniyet duyar; Athena’dan söz ediyorum, sana merhamet eden ve beni bu haberi vereyim diye yollayan o.”
“O zaman, eğer sen bir tanrı isen veya buraya ilahi bir görevle gönderilmişsen bana öbür bahtsız hakkında haber ver.” dedi Penelope. “Hâlâ sağ mı yoksa çoktan ölüp Hades’in evine gitti mi?”
Görüntü de şöyle söyledi: “Sana sağ mı ölü mü olduğu hakkında kesin bilgi vermeyeceğim; boş konuşmanın yararı yok.”
Sonra kapı mandalından dışarı süzülüp kayboldu ve yok oldu gitti. Penelope uykusundan ferahlamış ve rahatlamış olarak kalktı, rüyası öylesine canlıydı.
Bu sırada talipler gemiye bindiler ve denize açıldılar, Telemakhos’u öldürmeye niyetli bir hâlde. Kayalık bir adacık vardır, adı Asteris’tir, büyük bir ada değildir, İthaka ve Same arasındaki geçidin ortasındadır ve iki tarafında da gemilerin duracağı limanlar vardır. İşte burada pusuya yattılar Akhalar.

KİTAP V


Hem ölümlülere hem ölümsüzlere ışığın müjdecisi olan Şafak yatağından kalkıp ayrıldığında Tithonos’un yanından, tanrılar kurulda toplandılar; kralları, gök gürültüsünün efendisi Zeus da yanlarındaydı. Bunun üzerine Athena, Odysseus’un çektiği pek çok sıkıntıyı onlara anlatmaya başladı; zira orada, su perisi Kalypso’nun evinde olmasına acıyordu.
“Zeus Baba!” dedi. “Sonsuz mutluluk içinde yaşayan diğer tanrılar, dilerim nazik ve yardımsever hükümdar diye bir şey olmaz bir daha, ne de hakça yöneten biri. Dilerim bundan sonra hepsi zalim ve adaletsiz olur, zira bütün halkı Odysseus’u unuttu, ki onları babaları gibi yönetmişti o. İşte orada, bir adada acılar içinde yatıyor, su perisi Kalypso yaşar orada, bırakmayacak onu Kalypso ve o da ülkesine dönemiyor, zira onu denizde götürecek ne bir gemi bulabiliyor ne de gemiciler. Üstelik kötü insanlar tek oğlu Telemakhos’u öldürmeye çalışıyorlar şimdi, Pilos ve Sparta’dan eve dönüyor Telemakhos, babasından haber alabilir mi diye bakmaya gitmişti oralara.”
“Kızım, neden bahsediyorsun sen?” diye cevapladı babası. “Sen kendin karar vermedin mi ki Odysseus dönüp onların cezasını versin? Bunun yanında, sen Telemakhos’u pekâlâ kendin koruyabilirsin ve eve sağ salim dönmesini sağlayabilirsin, bu sırada talipler de onu öldürmeden aceleyle geri dönmek zorunda kalırlar.”
Böyle konuştuktan sonra, oğlu Hermes’e şöyle dedi: “Hermes, sen bizim habercimizsin, o yüzden gidip Kalypso’ya söyle, zavallı Odysseus’un eve dönmesine karar verdiğimizi. Ne tanrılar ne de insanlar eşlik edecek ona ama bir salda korku dolu yirmi günlük yolculuktan sonra, varacak verimli Skherie’ye, Phaiakialıların toprağına; tanrıların soyuna yakındır onlar, onu içimizden biri gibi sayacaklar. Bir gemide yollayacaklar onu kendi ülkesine ve Truva’dan -eğer bütün ödülünü alıp felaket yaşamadan evine dönmüş olsaydı- getireceğinden çok daha fazla tunç, altın ve elbise verecekler ona. Bunu böyle karara bağladık, ülkesine ve arkadaşlarına geri dönecek.”
İşte böyle konuştu ve Hermes, rehber ve koruyucu, Argos’un katili, ona söyleneni yaptı. Hemen parıldayan altın sandaletlerini bağladı, yeryüzünde ve denizde rüzgâr gibi uçabilirdi bunlarla. Asasını aldı, bununla insanların gözlerini uykuya daldırırdı veya istediği gibi uyandırırdı; elinde tutarak bunu, uçtu geçti Pieria’dan. Sonra gök kubbeden aşağı süzüldü, ta ki deniz seviyesine ininceye dek, okyanusun her deliğinde ve köşesinde balık avlayan ve kalın tüylerini köpüklere daldıran bir karabatak gibi dalgalar üzerinde süzüldü. Pek çok yorgun dalganın üzerinden uçtu gitti ama sonunda son menzili olan adaya varınca denizi terk etti ve karadan yürüdü, ta ki su perisi Kalypso’nun yaşadığı mağaraya gelinceye dek.
Onu evinde buldu. Kocaman bir ateş vardı ocakta ve yanan sedir ve sandal ağaçlarının kokulu buğusu uzaklardan duyulabiliyordu. Kendisine gelince; tezgâhında meşguldü, altın mekiğiyle vuruyordu çözgüler arasından ve güzelce türküler söylüyordu. Mağarası etrafında bir orman vardı bol ağaçlı; kızılağaç, kavak ve tatlı kokan selvi ağaçları… Ağaçlarda her çeşit büyük kuş yuvasını yapmıştı, baykuşlar, atmacalar ve hep denize açılmayı düşünen geveze deniz kargaları. Mağaranın ağzında üzümlerle dolu bir bağ yetişmişti ve bol bol ürün vermişti, bir de birbirine çok yakın dört tane dere akıyordu ve oraya buraya dönüyorlardı, aralardan akarak menekşe bahçelerini ve nefis çayırları suluyorlardı. Bir tanrı bile böylesine güzel bir yere bakınca büyülenir, o yüzden Hermes de öylece kalakaldı ve seyre daldı ama yeterince gönlünü eğleyince mağaranın içine girdi.
Kalypso hemen tanıdı onu, zira tanrılar birbirlerini bilirler, ne kadar birbirlerinden uzak yaşasalar da. Ama Odysseus orada değildi, her zamanki gibi deniz kıyısındaydı, gözlerinde yaşlarla yavan okyanusa bakıyordu, inleyerek ve acıyla yüreğini dağlayarak. Kalypso, Hermes’e bir koltuk verdi ve sordu: “Neden beni görmeye geldin Hermes, onur duydum ve her zaman başımın üstünde yerin var, ancak beni sık sık ziyaret etmezsin sen. Ne istersin söyle, yapacağım hemen senin için, eğer elimden gelirse ve yapılabilecek bir şeyse. Ancak içeri buyur ve önüne ikramlar koyayım.”
Bu sırada yanına bir masa koydu üzeri tanrı yiyecekleriyle dolu ve ona biraz kızıl nektar kardı. Hermes yeteri kadar yiyip içtikten sonra şöyle söyledi:
“Birbirimizle tanrı ve tanrıça olarak konuşuyoruz ve sen bana neden buraya geldiğimi soruyorsun, bana sorduğun gibi sana doğruyu söyleyeceğim. Zeus yolladı beni, benim isteğim değildi. Bunca yolu kim gelmek ister, bana adaklar veya seçkin kurbanlar sunacak insanlarla dolu şehirler yok burada? Yine de gelmek zorundaydım, zira hiçbir tanrı Zeus’a karşı gelemez veya onun emirlerini çiğneyemez. O der ki, burada en kara talihlisi varmış, Kral Priamos’un şehri önünde dokuz yıl savaşanların ve şehri yağmaladıktan sonra onuncu yılda eve doğru denize açılanların. Eve dönüşlerinde, Athena’ya karşı günah işlediler, Athena da hem yeller hem de dalgalarla saldırdı onlara, böylece bütün cesur yoldaşları yok oldu ve o da tek başına buraya sürüklendi rüzgâr ve dalgalarla. Zeus der ki, bu adamı hemen bırakman gerekiyor, zira burada ölmemesine karar verildi, kendi halkından uzaklarda; evine ve ülkesine dönecek o ve arkadaşlarını tekrar görecek.”
Kalypso bunu duyunca öfkeyle titredi. “Siz tanrılar, kendinizden utanın!” diye bağırdı. “Her zaman kıskançsınız ve bir tanrıçanın ölümlü bir adamı beğenmesine ve onunla evlilik bağıyla yaşamasına şahit olmayı sevmezsiniz. Gül parmaklı Şafak, Orion’la beraber olduğunda, siz değerli tanrıların hepsi öfkelenmişti, ta ki Artemis gidip onu Ortygia’da öldürünceye kadar. Demeter de gönül verdiğinde İasion’a ve üç kez sürülmüş, nadasa bırakılmış tarlada ona boyun eğdiğinde, Zeus çok geçmeden duymuştu bunu ve İasion’u yıldırımlarıyla öldürmüştü. Şimdi de bana kızgınsınız; çünkü burada bir erkek var. Zavallı adamı otururken bulmuştum, bir gemi omurgasında yalnız başınaydı, zira Zeus gemisini yıldırımla vurmuştu ve okyanusun dibine göndermişti, böylece bütün tayfası boğulmuştu, kendisi de benim adama sürüklenmişti rüzgâr ve dalgalarla. Onu sevdim ve besledim, onun ölümsüz olmasını istedi yüreğim, hiçbir zaman yaşlanmasın diye. Yine de karşı gelemem Zeus’a veya kararlarını yok sayamam, bu yüzden eğer bunda ısrar ediyorsa gitsin bu adam tekrar uzak denizlere. Ancak kendim yollayamam onu hiçbir yere, zira onu götürecek ne gemilerim ne de adamlarım var. Buna rağmen, ona seve seve öğütler veririm, iyi niyetle, ki kendi ülkesine sağ salim dönebilsin.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/gomer/odise-69429022/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Üst tarafı kız, alt tarafı balık olduğuna inanılan deniz kızı. (e.n.)

2
Fransızcada çekici ve baştan çıkarıcı kadın anlamına gelir. (ç.n.)

3
Yunancada “eve dönüş” anlamına gelir. (ç.n.)

4
Yunancada, “Klasik Yunan şarkıcıları” anlamına gelir. (ç.n.)

5
Yunancada dil bilgisel veya açıklayıcı yorumlar anlamına gelir. (ç.n.)

6
Yunancada kahramanın savaşta en iyi olduğu an. (ç.n.)

7
Yunancada “adam” anlamına gelir. (ç.n.)

8
Yunancada, evinden uzakta olanlara karşı gösterilen Yunanlara özgü misafirperverlik anlamına gelir. (ç.n.)

9
“Asil bir sadelik ve sakin bir yücelik”

10
Alman bilim adamı Wolf’a göre İlyada ve Odise’nin yazarı Homeros değildir, iki şiir ayrı zamanlarda yazılmış ve çok sonraları şimdi olduğu gibi birleştirilmiştir. (ç.n.)

11
Belli ki yazara göre siyah ırk Afrika boyunca yayılıyor, yarısı batıda Atlantik’e, diğer yarısı ise doğuda Hint Okyanusu’na bakıyor. (ç.n.)

12
Zeus burada Argos kralı ve Truva’da Yunanların önderi Agamemnon’un uğursuz eve dönüşünden ve Kraliçe Clytemnestra’nın âşığı olarak aldığı köle Aegisthus tarafından öldürülüşünden bahsetmektedir. Ardından Agamemnon’un ve Clytemnestra’nın oğulları Orestes, babasının ölümünün öcünü almak için hem annesini hem de Aegisthus’u öldürür. Bu tüyler ürpertici olay hakkında daha ayrıntılı bilgi için Kitap III, IV ve XI’e bakınız (ç.n.).

13
Kiklop: Yunan mitolojisinde alınlarının ortasında tek gözleri bulunan devler. (ç.n.)

14
Bu kemerler hakkında bilgi için Kitap XVIII’e bakınız. (ç.n.)

15
Evin ön kısmını oluşturan tüm iç avlu üstü kapalı bir kemerle çevriliydi. Bu kapalı kısım “gölgelik” veya “gölge-veren” adıyla bilinirdi. Taliplerin masaları bu kısımda kurulmuştu. (ç.n.)

16
Aigyptios, Antiphos’un sonunu elbette bilemezdi, zira henüz Odysseus’la ilgili veya ondan alınan bir haber yoktu (ç.n.)

17
Furi: Yeraltı cehenneminin korkunç devleri. (e.n.)

18
Bunlar, Agamemnon ve Menelaos’tu. (ç.n.)

19
Bozcaada. (ç.n.)

20
Diomedes. (ç.n.)

21
Midilli Adası. (ç.n.)

22
Sakız Adası. (ç.n.)

23
Karaburun (ç.n.).
Odise Гомер

Гомер

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная поэзия

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 16.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Odise”, becerikli ve kurnaz, pek çok badire atlatmış bir adam olan Odysseus’un, eve dönüş yolculuğunu konu eder. Ana vatanı İthake’ye yalnız başına dönmeden önce -en az altı yüz adam ve on iki geminin kaybı da dâhil olmak üzere- çok acılara katlanmıştır. Yurduna vardığında yüz sekiz taliplinin, aralarından birini yeni kocası olarak seçeceğini ümit ederek karısı Penelope’nin çevresini sardıklarını fakat bu sırada da evindeki her şeyi yiyip içtiklerini anlar. Odysseus kılık değiştirir; bir dilenci görünümüne bürünüp artık yetişkin bir adam olan oğlu Telemakhos’un yardımı ile bu haneye tecavüzcüleri katleder, evini pisliklerden temizler ve sessizlik ve istirahatten ibaret bir hayatı iple çeker.İki bin beş yüz yıldan fazla zamandır, “İlyada” ve “Odise” hâlâ bize unutulmaz bir şekilde, neredeyse hayat ile ilgili önemli olan her şey hakkında bir hikâye anlatır…

  • Добавить отзыв