Erewhon’a İkinci Ziyaret
Samuel Butler
Bir devam romanı olan Erewhon’a İkinci Ziyaret, Erewhon’u servet edinebilmek için yaptığı bir gezide tesadüfen bulan Bay Higgs’in, bu sefer sırf merakından ötürü bu ülkeye yaptığı ikinci ziyareti anlatır. İlk anından itibaren tehlikeli olmaya başlayan bu ziyarette Bay Higgs, ülkeyi oldukça değişmiş bulur. Bu değişimin fitilini ateşleyen şey ise onun Arowhena ile beraber ülkeden kaçışının olağanüstü bir mucize olarak değerlendirilmesi ve bunun sonucunda da yeni bir dinin filizlenmeye başlamış olmasıdır. Bu dinin tanrısı ise Bay Higgs’ten başkası değildir. Fakat Erewhon öyle bir yerdir ki burada Tanrı tehdit edilecek, hapse atılacak, yalan söylemeye zorlanacak ve en sonunda da ülkeyi terk etmek zorunda bırakılacaktır…
Samuel Butler
Erewhon’a Ýkinci Ziyaret
Gerçek Kâşifi ve Oğlu Tarafından Yirmi Yıl Sonra, Erewhon’a İkinci Ziyaret
Ne zaman olduğunu hatırlamıyorum ama 1872 yılında Erewhon’u yayımlatmamın üzerinden çok geçmemişti. Bay Higgs -ki sanırım ondan artık böyle bahsedebilirim- Arowhena ile balonla kaçtıktan sonra Erewhon’da neler olmuş olabileceğini kendime sormaya başladım.
İnsanlara, Erewhon’da olduğu düşünülen olanakları ve tamamen yabancı birinin, bir gelinle göklere doğru mucizevi yükselişini anlattığımda bunun onlar üzerinde etkisi ne olurdu?
Yaklaşık yirmi yıl Erewhon’daki değişikliklerin oturmasını beklemeden bu sorunu çözmeye çalışmak boşunaydı ve 1892’de Erewhon’a hizmet etmek için bastığım kitaplarla meşguldüm. 1900 kışının başlangıcına kadar, yani Bay Higgs’in kaçışından otuz yıl sonrasına kadar, biraz önce bahsettiğim soruyla meşgul olacak ve şu sıralar halka sunduğum kitaptaki bilgilerime dayanarak bu soruyu cevaplayacak vakti bulamadım.
Erewhon’un yirmi dördüncü bölümünde anlatılan olaylar, Erewhon’un eski düşüncelerinde ani bir değişikliğe yol açabilirdi, yeni bir dinin gelişmesine yol açabilecek birtakım sonuçlar doğurabilirdi; buna inanıyorum. Bütün dinlerin gelişimi şimdi hemen hemen aynı yolu izliyor.
Her hâlükârda, zamanlar az ya da çok bozulmaya uğruyor, eski inançlar kitleler üzerindeki önemini kaybediyor. Böyle zamanlarda, kendi içinde güçlü bir kişiliğin ortaya çıkıp olağanüstü kabul edilen kimi mucizelerle çok güçlü görünmesi ve birçok insanı etkileyecek bir dinin ortaya çıkmasına sebep olması istenir.
Eğer açıkça kanıtlanmış müthiş bir mucize olursa diğerleri onun etrafında çoğalacaktır; sonra, bu şekilde oluşan bütün dinlerde tapınaklar, rahipler, ayinler, o dinlere yürekten inananlar ve halkın saflığından faydalanan ahlaksızlar ortaya çıkacaktır. Başka yerlerde de benzer koşullar altında her zaman bu şekilde olacağını göstermeden Higgs’in balonla kaçışından sonraki olayların sıralamasını yapmak, doğa kadar geniş bir şeye ayna tutmak olurdu.
Ne var ki olayların meydana gelişleri arasındaki benzerlik bir şeydir -bolca tarihî paralellik görmek mümkün- olaylardaki başaktörler arasındaki benzerlik ise başka bir şeydir ve dahası, bunlara dair birkaç örnek de bulunabilir.
Erewhon’da yeni fikirlerin gelişmesi tuhaf değil, ancak Higgs ve başka bir dinin kurucusu arasında, Hz. İsa ve Hz. Muhammed arasındaki benzerlikten daha ötesi yok. O, sıradan, orta sınıftan bir İngiliz’di, genç yaşlarında hırsızlıkla suçlanmıştı ancak daha sonra bütün bu zorlukları kendi lehine çevirmeyi başarmıştı.
Eğer kendimden bahsetmem gerekseydi, kendimi İngiliz Kilisesi’nin gelişmiş bir kanadının üyesi gibi görmekten hiç vazgeçmediğimi söylerdim. Bu kanada ait olanlar neye inanıyorlarsa ben de ona inanıyordum ve reddettiklerini de reddiyordum.
İki kişi herhangi bir konu üzerinde asla aynı şeyi düşünemez, ama bir kilise görevlisiyle konuşunca kendimi onlarla büyük bir uyum içinde buluyorum. İnanıyorum ki (İnanmasaydım bundan büyük üzüntü duyardım.) üzerinde gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra, bu insanlar belirli koşullar altında kendilerinin de verecekleri tavsiyeleri bu kitabın 148-150 ve 152-154. sayfalarında bulacaklar.
Son olarak arkadaşım Bay H. Festing Jones’un eksikliğinde, yayın esnasında kitabımdaki düzelmeleri yapan İngiltere Müzesi çalışanı Bay R. A.’ya teşekkürü borç bilirim.
SAMUEL BUTLER
1 Mayıs 1901
1. Bölüm
Kaderin İniş Çıkışları Babam Erewhon’a Doğru Yola Koyulur
Babamın otuz yıl önce keşfettiği bu garip ülkeye ikinci ziyaretini anlatmadan önce, belki de bu kitabın, basım yılı olan 1872 ile babamın öldüğü 1891 yazının başı arasındaki başarısı hakkında birkaç kelime söylemeliyim. Bu yüzden, halk üzerinde önceleri sağladığı etkiyi sürdürmeyi başaramamasının nedenlerine kısaca değineceğim.
Okuyucunun da bildiği gibi, babamın kitabı isimsiz olarak basıldı ve zavallı babam kitabın aldığı övgüyü, kimin tarafından yazılmış olabileceğini kimsenin bilememesine bağlıyordu. “Omne ignotum pro magnifico.” (“Bilinmeyen her şey mükemmel gözükür.”) sözünü doğrularcasına yazarının bilinmediği süre boyunca kitap, hatırı sayılır eleştirmen çevrelerinden sık sık övgüler alıyordu.
Tesadüfi bir şekilde yazarın sıradan biri olduğu keşfedildiğinde insanlar hayranlık duymakta acele etmiş olduklarını hissettiler ve bu nedenle çok geçmeden eleştriler ciddi şekilde ona karşı olmaya başladı.
Anladığım kadarıyla, Erewhon’un tam olarak nerede olduğunu gizlediğinden ya da sık sık alkol zehirlenmesine maruz kaldığına dair ısrarla ortaya atılan iddialardan dolayı değil de kendi idarecilik isteği ve keşiflerine çok fazla, başkalarının işlerine ise daha az önem vermesinden kaynaklanan gergin hâli yüzünden babamı ilk yüzüstü bırakan, kendisine birkaç günlüğüne kucaklarını açmış olan Coğrafya Topluluğu oldu. En azından bu, babamın durumu anlatış şekliydi; bunları daha sonradan onun kendi ağzından duydum.
“Hâlâ çok gençtim.” demişti. “Ve o zamana kadar yaşadığım maceraların tuhaflığı ve tehlikesi sinirlerimi bozmuştu.” Öyle olsa bile, korkarım onun mantıksız biri olduğundan şüphe yok ve bir zerre yargı, yarım kilo keşfe bedeldir.
Bu yüzden, şaşırtıcı derecede kısa bir zamanda, kendine en sıcak şekilde kucak açanlar tarafından terk edildiğini gördü ve o zamandan sonra, sonraki dönemlerde geçim kaynağı hâline gelecek olan “dinî sistemler” yazarlığıyla ilgili bir iş bulmak için elinden geleni yaptı.
Ancak, babamın yaşadığı bu itibar kaybı, pek çok insanı Erewhon’u tekrar keşfetmekten alıkoydu ve bu nedenle ülke, coğrafyacılar için sanki hiç keşfedilmemiş gibi kaldı. Ülkenin yukarı bölgesindeki birkaç çoban ve askerî öğrenci ise kitabın hâlâ ciddiye alındığı zamanlarda babamın izinden gitmek istediler ama çoğu, karşılaştıkları güçlüklere karşı koyamayıp geri döndü.
Bazıları ise geri dönmedi ve onlar için arama yapıldığı hâlde, ne ölüleri ne dirileri bulunamadı. Babam büyük ihtimalle, Erewhon’a ikinci ziyaretinde başkalarının da yakın zamanda ülkeye ulaşmaya çalıştıklarını anladı ve oradaki saatleri boyunca, bu zavallı yoldaşların kaderlerinin ne olduğunu öğrendi.
Erewhon’un gizli kalmasını daha da kolaylaştıran bir başka sebep de -her ne kadar sürekli altın aransa da- altın olmadığı söylenen yüksek dağlarla çevrili olmasıydı ve bölgede koyun ya da sığır yetiştiren bir köy de yoktu. Sadece nehirlerin yukarı ağızlarında birkaç nehir yatağı düzlüğü vardı. Sporcuları buraya çekecek bir özelliği olmadığından bu karlı araziye girmek insanlara pek cazip gelmiyordu.
Böylece, Erewhon kendisinden pek söz edilmediği için, babamın kitabı kurgu olarak kaldı ve kısa bir süre önce onun, ikinci el kitap satan bir kitapçıda “6 dolar. Tavsiye edilir.” diye etiketlendiğini duydum.
Babamın alkol zehirlenmesi geçirdiğine dair çıkan hikâyelerde doğruluk payı olmasa da İngiltere’ye döndükten sonraki ilk yıllarındaki kontrol edilemeyen heyecan nöbetleri, gördüğünü ve yaptığını söylediği şeylerin çoğunun hayalî olma olasılığını arttırıyordu.
Özellikle, Chowbok’la odunlukta yaptığı konuşmayı ve Erewhon’a giderken geçtiği geçidin tepesindeki heykellerin ayrıntılı tasvirini kastediyorum. Bunlar delilik işareti olarak görüldü. Kendisi, kitabında yanına “iki üç şişe kanyak” aldığını söylemesine rağmen, muhtemelen yanında bir düzine kadar içki olduğu ve hesaba göre eğer heykellere ulaşmadan önceki gece “dört ons kanyağı” kalmışsa ondan önceki iki üç hafta boyunca epey içmiş olması gerektiği gibi kötü niyetli bir iddia ortaya atıldı. Sanırım, bu sayfaları okuyacak olanlar, babamın delirdiğini düşünmekten vazgeçecek.
Bu iftiraları atan değilse bile bunları yaymak ve güven kazanmak uğraşan kişi ise Chowbok’un ta kendisiydi. Bu kişi, İngiltere’de kaldığı birkaç yıl içinde babamı kötülemek için elinden gelen her şeyi denedi. Kurnaz yaratık, din topluluklarımızın, özellikle de diğerlerine göre daha katı olanlarının gözüne girdi.
Samimiyeti hakkında aynı şey söylenemese de rengi hakkında hiçbir şüphe yoktu ve o zamanlarda din değiştirmiş siyah biri Exeter Hall’un karşı koyamayacağı bir şeydi. Chowbok zavallı babamın bütün hikâyesini yalanlamıştı. Babamla beraber, babamın kitabında bahsettiği nehirlerin yukarısındaki suların kaynaklarını araştırdıklarının doğru olduğunu söyledi ama babamın yola onsuz devam ettiğini inkâr etti ve nehri gerçekte olduğundan binlerce mil uzaktaymış gibi gösterdi.
Yaklaşık iki hafta sonra daha fazla ilerlemek için gücü kalmayan babamla beraber geri döndüğünü söylüyordu. Bu esnada omuz silkip gizemli görünür ve kelimeler ağzından zorla çıkarkenki hâlinden daha etkili bir şekilde “alkol zehirlenmesi” derdi bu hareketiyle. Çünkü bir adam omuzlarıyla çok şey anlatabilir.
Babamın kitabını okuyanlar, Chowbok’un, ustasının yanına döndükten sonra olayı farklı bir şekilde anlattığını hatırlayacaktır; ama zaman ve mesafe, yalanı güvenilir bir doğru hâline getirebilecek bir örtü olabiliyor.
Babamın, hikâyesini doğrulaması için annemi neden çağırmadığını hiç anlamadım. Ben hiçbir şey bilemeyecek kadar küçükken yapabilirdi bunu. Ama işte insanlar kararlarını verdiklerinde daha fazla kanıta ihtiyaç duymuyorlar; üstelik annemin de çok çekingen bir yaradılışı vardı. İtalyanlar şöyle der: “Chilontanovaammogliare Sarà ingannato, o vorrà ingannare.” (“Eğer bir adam, bir kadın üzerinden iş çevirmeye kalkışıyorsa ya kandırmak amacındadır ya da kandırılır.”) Bu söz kadınlar için olduğu kadar erkekler için de geçerlidir ve annem çevresinden hiçbir zaman çok memnun değildi. Bilerek kandırıldığı söylenemezdi ama İngiliz düşünce tarzına alışamadı; aslında dilimizi bile tam olarak öğrenemedi; babam da ben de onunla Erewhon dilinde konuşurduk. Çünkü küçükken bana da öğretmişti; babamın dilinde olduğu kadar onun dilinde de akıcı bir şekilde konuşabiliyordum. Bu nedenle annem kendimi her yerde bir Erewhon’lu gibi gösterebileceğimi söylerdi. Ayrıca fiziki görünüş olarak da ona benziyordum; tamamen babamın zıttı olmasam da anneme daha çok çekmiştim. Ama düşünce olarak daha çok babama benzediğimi söyleyebilirim.
Ayrıca okuyucuya 1871 yılının Eylül ayında doğduğum bilgisini de vereyim. Bana büyükbabamın ismi olan John adı verildi. Yukarıda yazdıklarımdan, önceki deneyimlerimin biraz kötü olduğu düşünülebilir. Londra’nın dar bir sokağından geçerken çocukluk hatıralarım gözümün önüne geliyor ve bu hatıraları saran hastalıklı kokuyu alabiliyorum; yarı parafin, yarı kuş üzümü kokusu ama tamamıyla farklı bir koku.
Drury Lane’in uzağında Blackmoor Sokağı’nda yaşadığımızı hayal meyal hatırlıyorum. Babam hatırladığıma göre beni ve annemi kaldırıma renkli tebeşirlerle resimler çizerek geçindirirdi; bazen onu izler ve sisi, ateşi, seli ne kadar iyi çizdiğine şaşırırdım.
Yapması ve sahip olması kolay olduğu için bu üç şeyin onun en iyi arakadaşı olduğunu söylerdi. Güvercinin gemiye dönüşü en sevdiği temaydı. Hiçbir şeyin, o kadar sisli bir sabahta o kadar küçük bir gemi ve o kadar küçük bir güvercin resmine (Resmin geri kalanı basit bir gökyüzü ve daha da basit bir deniz vardı.) kıyasla müşterileri arasında bundan daha popüler olmadığını söylediğini duyardım. Bunu kendisinin şaheseri olarak görürdü ama onları bu kadar ölmeye yüz tutmuş bir modadan yarattığı için kenidini halka mal olmuş biri olarak gördüğünü saflıkla eklerdi. “Hiç kimse ulusa böyle eserler miras bırakamaz.” derdi.
Babamın mesleğinden ne kadar kazandığını hiç öğrenemedim ama büyük miktarda bir şey olmalıydı, çünkü her zaman yeterince yiyecek ve içeceğimiz olurdu; kendisinden daha azimli birçok ressamdan daha iyi olduğunu düşünüyorum.
Onun hakkında hiçbir şey bilmediğim bütün o zaman boyunca çok ılımlıydı; gençliğinde kendisini enkaza çeviren o sinir nöbetlerine de hiç şahit olmadım.
Akşamları ve kaldırımların durumu çalışmasına müsait olmadığı günlerde, benim eğitimimle çok ilgilenirdi ve kendisi daha öğrenciyken ülkenin önde gelen devlet okullarından birinde kayda değer bir başarı elde etmiş olduğundan bunu çok da iyi yapardı. Bana göre sabırlı ve nazik bir öğretmen; annem içinse örnek bir kocaydı. Başkaları hakkında ne derse desin onu sevgisiz bir insan olarak düşünemiyorum.
İşler, ben on dört yaşına geldiğimde babam beklenmedik bir şansla birden zengin olana kadar yeterince sakindi. Babamın amcalarından biri 1851’de Avusturalya’ya göç etmiş ve büyük bir servet yapmıştı.
Bu amcanın varlığından haberimiz vardı ama babamla aralarında hiçbir iletişim olmadığından onun bekâr ve zengin olduğunu bile bilmiyorduk. 1885’in sonuna doğru vasiyet bırakmadan öldü. Kız kardeşleri erken yaşta öldüğünden ve çocuğu olmadığından babam onun hayatta kalan tek akrabasıydı.
Bize haberi ulaştıran avukat, bereket versin ki oldukça dürüst, aynı zamanda mantıklı ve nazik bir adamdı. 15 Clifford Adalet Konağından Bay Alfred Emery Cathie diye biriydi ve babam çekinmeden kendisini ona emanet etti. Bir anda birinci sınıf okullardan birine başladım ve babamın da eğitimim için gösterdiği emek ve gayretlerle normalde olmam gerekenden daha üst sınıflara yükseldim.
Onun öğretimim için benimsediği tarz, ders çalışmaya karşı herhangi bir hoşnutsuzluk beslememi engelliyordu; bu yüzden sağlıklı gelişimimin bir parçası olan oyunlardan geri kalmadan kitaplarımla da oldukça ilgili oldum.
Benim için, öğretmenlerim ve okul arkadaşlarım bakımından her şey yolundaydı; ancak çok endişeli ve hayalperest olduğum düşünülüyordu. Okul doktoru, beni çok fazla zorlamamaları için müdürleri birden fazla kez uyardı; ki bunun için kendimi ona borçlu hissediyorum.
1890’un başlarında -önceki yıl girdiğim- Oxford’dan eve geldiğimde annem öldü; ama tamamıyla hastalığından dolayı değil; bir çeşit memleket özleminden. Kendini her zaman sürgünde hissederdi. Babamın sıkıntılı zamanlarında iyi dayanmış olsa da zenginlik onun üzerindeki bazı yükleri kaldırınca hastalanmaya başladı.
Babam, kendisini, hiçbir zaman annemin hayatını kendisiyle çok şey paylaşmasını isteyerek mahvettiği hissinden kurtaramadı; yani babamın sadece annemi kaybettiği için üzgün olduğunu söylemek yetersiz olur. Ta evliliklerinin ilk yılından beri bu sıkıntıyı taşıyordu; onun ölümünden sonra kendisini anneme yaptıklarından dolayı haksız yere suçlamaya başladı; ki bu bana çok adaletsiz geliyordu çünkü bu ne annemin ne de kendisinin suçu değildi; bu kaderdi…
Bu rahatsızlık, babamın, annemle bir daha hiç olmadıkları kadar mutlu oldukları o ülkeyi tekrar ziyaret etmek için yanıp tutuşmasına neden oldu.
Ölüm onları ayırdığında babamın mekân değişikliğine ihtiyaç duyduğu o kadar açıktı ki başta onun bu girişimini delilik olarak görerek onu bundan vazgeçirmeye çalışan arkadaşları bile sonradan bu isteğini gerçekleştirmesine izin vermenin en iyisi olacağını düşünmeye başladılar.
Onu ne kadar vazgeçirmeye çalıştılarsa da bu pek bir işe yaramadı, çünkü çok geçmeden bu gezi için duyduğu tutku o kadar arttı ki hapse ya da tımarhaneye atılmak bile onu gitmekten alıkoyamayacak gibiydi. Paskalya tatili için eve döndüğümde Bay Cathie bana “Gitmesi ve bunun üstesinden gelmesi daha iyi olur. İyi değil ama hâlâ hayatının en verimli döneminde; şüphesiz ki yenilenmiş bir şekilde geri dönecek ve sakin hayatına devam edecek.” dedi.
Ancak bu konu, babamın yola çıkmasına birkaç gün kalana kadar konuşulmadı. Babam yeni bir vasiyet hazırladı ve bana ihtiyaç duyacağım kadar para sağlayacak olan Bay Cathie’ye -ya da ona her zaman seslendiğimiz ismiyle Alfred’e- kapsamlı bir vekâletname bıraktı; geri dönememe durumu olursa diye her ihtimale karşı her şeyi düzene soktu ve 1 Ocak 1890’da, onu o zamana kadar gördüğümden çok daha mutlu ve sakin bir hâlde yola koyuldu.
Babam Erewhon’da tanınırsa ortaya çıkacak tehlikenin büyüklüğünü idrak edemiyordum. Çünkü utanarak söylüyorum ki kitabını henüz okumamıştım. Annemle balonda havalanışlarını defalarca dinlemiştim ve uzun zaman önce yazdıklarının ilk bölümlerini okumuştum, ama doğal olarak küçük bir çocuktan bekleneceği gibi sonraki sayfaları biraz sıkıcı bulup okumayı bırakmıştım.
Aslında, babam yazdığı için sonradan pişmanlık duyduğu bazı kısımlar -ki bunlar özellikle ilginç bulduğum yerler olan ilk bölümlerdi- olduğunu söyleyerek beni tekrar tekrar okumamam için uyardı. “Ama işte!” dedi gülerek. “Ne önemi var ki?”
Ben kitabını baştan sona okumadan yanımdan ayrılmadı. Okuduktan sonra sadece göze aldığı riskleri takdir etmedim, aynı zamanda kendini ifade ettiği karakterle benim tanıdığım hâli arasında büyük bir fark olduğunu görerek çok şaşırdım.
Dönüşünden sonra, maceralarını bana detaylı bir şekilde anlattığında yaptığı şeyler hakkında söyledikleri onun hakkındaki düşüncelerimle uyuşuyordu; ama okuyucunun, ilk ve ikinci ziyareti arasındaki yirmi yılın babamı normalde beklenenden daha çok değiştirmiş olduğunu fark edeceğinden şüphem yok.
Yokluğunun ilk iki ayı boyunca ondan hep haber aldım ve bu ziyaretinde birden fazla yerde bir hafta veya on gün kadar kaldığını öğrenince şaşırdım. 26 Kasımda Erewhon’a gitmek üzere yola çıkacağı limandan mektup yazdı. Görünüşe göre sağlığı ve ruh hâli iyiydi. Daha sonra 27 Kasım 1891’de bu limana yüz pound yollanmasını istediği bir telgraf çekti.
Bu beni de Bay Cathie’yi de şaşırttı, çünkü 26 Kasım ve 27 Kasım arası Erewhon’a gidip gelmesi için çok kısa bir süreydi. Dahası eklediği “Eve geliyorum.” cümlesi oraya gitmekten vazgeçtiğini düşünmemize neden oldu.
Ayrıca bu kadar çok para istemesi de bizi şaşırttı, çünkü yanına ölmeden kısa bir süre önce anneme verdiği küçük gümüş mücevher kutusuna koyduğu yüz pound değerindeki altını almıştı. Aynı zamanda Erewhon’a varınca kendine para sağlamak amacıyla yine yüz bin pound değerinde altın külçeler almıştı.
Bu külçelerin Erewhon’da ülkedeki altın azlığından dolayı Avrupa’da edeceğinin on katı edeceğini de belirtmeliyim. Erewhon’luların madenî paraları tamamen gümüş -ki bunlardan bolca vardı ve İngiltere’deki pahasından daha fazla ediyordu- ya da bolca bulunan bakırdı; ama beş pound’luk gümüş değerinde dediğimiz Erewhon parasıyla bizim yarım altınımız alınamazdı.
Külçeleri on ayrı kahverengi çantaya koymuştu. Bunların kaçarken giymiş olduğu eski Erewhon kıyafetlerini saklayabileceği gizli bölmeleri vardı; böylece altın külçelerle dolu çantadan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymuyordu.
Bu yüzden soyulması olası değildi. Yukarıda bahsettiğim limandan geçiş ücreti, yola çıkmadan önce ödenmişti. Ayrıca onun gibi ucuz alışkanlıkları olan bir adamın bir ayda yüz pound harcaması imkânsız görünüyordu çünkü külçeler bir İngiliz kolonisinde hemen bozdurulabilirdi. Ancak babama parayı gönderip dönmesini beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.
Babamın eski Erewhon kıyafetine dönecek olursam, onu sadece bir anı olarak saklamıştı ve tekrar giymek isteyeceğini hiç düşünmemişti. Bunlar, krala ve kraliçeye yaptığı ziyaret sırasında ona verilen elbise değil; İngiliz montu, korse ve pantolonların yanında kalmasına izin verilmesine rağmen hapse atıldığında kendisine giymesi söylenen günlük kıyafetlerdi.
Kitabından öğrendiğime göre, bu kendi giysileri onun kraliçeye sunduğu şeylerdi (Yram’a hatıra olarak verdiği iki düğme hariç.) ve kraliçe tarafından tahta bir mankenin üzerinde sergilenerek korunuyordu.
Kaçtığında üzerinde olan elbise, annemle beraber denizdeyken kirlenmiş ve fakirlik yılları boyunca ilgilenilmemişti; babam gittiğinde kendisini sıradan bir köylü gibi göstermek istediğinden giysinin kopyalanmasındansa olabildiğince tamir edilmesinin daha iyi olacağını düşündü.
Kıyafet konusunda o kadar tedbirliydi ki İngiliz yapımı botlarının şüphe uyandırabileceği ihtimaliyle Erewhon’dan ayrılırken giydiği botları geçirdi ayaklarına.
Geri dönmek gerekirse şubat ayının başlarında bir gün, gece vakti eve ulaştı ve tek bir bakış, değiştiğini anlamama yetti. “Neler oldu?” dedim; görüntüsünden şoka girmiş bir hâlde. “Erewhon’a gittin mi? Orada sana kötü mü davrandılar?”
“Erewhon’a gittim.” dedi. “Kötü davranmadılar ama aklımı kaçıracağımdan korktum. Daha fazla soru sorma şimdi. Yarın her şeyi anlatacağım. Bırak da bir şeyler yiyeyim ve yatayım.”
Ertesi sabah kahvaltıda karşılaştığımızda beni her zamanki sıcak şefkatiyle selamladı ama hâlâ suskundu. “Kahvaltıdan sonra anlatmaya başlayacağım.” dedi. “Annen nerede? Ben ordayken o…” Sonra aniden hatırladı ve gözyaşlarına boğuldu.
İşte o zaman aklını kaybettiğini anladım ve dehşete kapıldım. Kendine geldiğinde şöyle dedi: “Hatıralar geri geldi ama şimdi bazen boşluk içinde gibiyim ve bu her geçen gün daha da artıyor. Şimdi birkaç saatliğine mantıklı olacağımı söyleyebilirim. Kahvaltıdan sonra çalışma odasına gideceğiz ve yapabilidiğim kadar uzun süre seninle konuşacağım.”
Beni ve ikimizin o an ne hissettiğimiz konusunu bırakalım.
Çalışma odasındayken şunları söyledi: “Benim canım oğlum, kalem, kâğıt al ve sana söylediklerimi not et. Bunların hepsi birbirinden kopuk gibi gelebilir; belki bir gün şunu hatırlayacağım bir gün başka bir şeyi ama her şeyi birden hatırlayacağım çok günüm olmayacak. Sana tutarlı bir sayfa yazdıramam.
Ben öldüğümde sana söylediklerimi birleştirip ve sağlıklı olsaydım benim yapacak olduğum gibi anlatabilirsin ama henüz başlama; bu, şu an değerli insanlara zarar verebilir. Şimdi not al ve hemen iyi bir şekilde düzenle anlattıklarımı, çünkü bana sorular sormak isteyebilirsin ve benim çok fazla vaktim olmayacak. Bunları yayımlamanın kimseye zarar vermeyeceğinden emin olana kadar beklet ve her şeyden önce, Erewhon’un yerine dair, güney yarım kürede olduğu dışında hiçbir şey söyleme; ki korkarım ben bunu çoktan yaptım.”
Bu talimatlara dinimmiş gibi itaat ettim. Dönüşünden birkaç gün sonra, babam birkaç kez hafıza kaybı yaşadı, oysa ben kendisini eski çevresinde bulunca hafızasının geri geleceğini umuyordum.
Bu günler boyunca maceralarını o kadar hızlı anlatıyordu ki eğer stenografi öğrenmeye bir ilgim olmasaydı onları not etmekte zorlanacaktım. Sürekli kendisini yormaması için onu uyardım ama eğer hemen anlatmazsa söylemesi gereken şeyleri bir daha söyleyemeyeceğinden korkuyordu. Bu yüzden, çok korktuğu o mutlak felci hızlandırıyor olduğunu açıkça görsem de durumu kabul etmek zorunda kaldım.
Bazen hikâyeleri sayfalar boyunca tutarsız oluyordu ve her soruyu tereddüt etmeden yanıtlıyordu; bazen ise bir oradaydı bir burada. Ona olayların sıralamasını düzgün yapmasını söyleseydim büyük ihtimalle aradaki olayları unuttuğunu söylerdi ama muhtemelen bu hatıralar sonradan aklına gelirdi ve ben de onları sıraya koyabilirdim.
Yaklaşık on gün sonra, bütün her şeyi öğrendiğime ve yanında getirdiği broşürlerin de yardımıyla birbirine bağlı tam bir hikâye çıkarabileceğime ikna oldu. “Unutma…” dedi. “Erewhon’da bulunduğum süre içinde gayet iyi olduğumu sanıyordum, beni başka bir durumdaymış gibi gösterme.”
Her şeyi söylediğinde zihnen daha rahat göründü ama bir ay geçmeden tamamen felç oldu ve temmuzun başına kadar hayatta kalmasına rağmen, etrafında olanların çok az farkındaydı.
Ölümü, bana babadan çok nazik ve dürüst bir ağabey gibi olan birini elimden aldı ve bugün hâlâ onun etkisini o kadar güçlü bir şekilde hissediyorum ki… Çünkü onun benim içimde olduğuna inanıyorum; öyle ki Fairmead’de Müzikal Bankada gördüğü mezar yazısını kopya etmekten ve mezarında olmasını istediği basit bir heykelin üstüne yazdırmaktan çekinmiyorum.
***
Bundan sonrası 1891 yazında yazıldı; ama şu anda eklediklerimin tarihi 3 Kasım 1900 olarak yazılmalı. Eğer, eserim esnasında, babamı yanlış temsil ettiysem, ki korkarım bazı yerlerde yaptım, okuyucudan hiç kimsenin başkasının hikâyesindeki olay ve karakterleri aktarırken istemeden bazı hatalar yapabileceğini göz önünde bulundurmasını rica ediyorum.
Tabii ki Erewhon’a İkinci Ziyaret’in, Erewhon’un yazarından daha az edebî yeteneği biri olan tarafından yazıldığını anlayacaklar; ama gençliğimi ve bunun ilk kitabım olmasını tekrar göz ardı etmemelerini rica ediyorum. Bu kitap yaklaşık on yıl önce, 1891’in Mart ile Ağustos ayları arasında yazıldı; ama daha önce bahsettiğim nedenlerden dolayı basılamadı. Artık iznim olduğuna göre, sonraki sayfaları tam olarak ya da çok yakın hâlleriyle, babamın günlüklerini düzenlemeyi bitirdiğim zaman bırakıldıkları şekilde yayımlıyorum; bir de kendi ağzından söyledikleri var. Elbette ben İngiltere’yi terk etmek üzereyken alelacele yazılmış bu son birkaç cümle hariç. Erewhon’da harcadığım üç saatten sonraki dönüşümde, 1892’de yaptığım eklemeleri de hariç tutuyorum.
2. Bölüm
Dağın Eteklerinden Erewhon’a Giriş
Babam yirmi iki yıl önce uğruna İngiltere’yi terk etmiş olduğu koloniye ulaştığında bir at aldı ve oraya vardığı günün akşamı yani söylediğim gibi 1890 yılı Kasım ayının son günlerinin birinde Erewhon’a doğru yolculuğa başladı. Yanına bir İngiliz eyeri ve birkaç tane geniş ve sağlam heybe aldı.
Bunların içine parasını, altınlarını; biraz çay, şeker, tütün, tuz, bir termos konyak, kibritler ve canının isteyebileceği kadar çörek yerleştirdi; kamp kurabileceği yere yakın evlerden ya da çiftliklerden bulabileceğini düşündüğünden yanına hiç et almadı.
Erewhon giysisini ve ihtiyaç duyduğu diğer şeyleri kırmızı bir battaniyeye sardı ve sardıklarını eyerinin bir yerine sıkıştırdı. Eyerine sıkıştırdığı diğer şeylerse teneke çaydanlık ve maşrapaydı. Ayrıca yanına bir çift köstek ve küçük bir balta aldı.
Ovaları geçmek için üç gününü harcadı ve fark edebildiği küçük değişikliklere şaşırdı; görünüşe göre yün üretimindeki düşüş ve dondurulmuş et ticaretindeki başarısızlık ülkenin kaynaklarının gelişimini engellemişti.
Ön dağlara geldiğinde kısmen daha kuzeydeki dereden yatağa inen tehlikeli akıntıdan zarar görmemek ve onu hatırlaması muhtemel olan çobanlardan kaçınmak için yıllar önce keşfettiği nehrin kuzeyini ve Erewhon’dan geçen tek uygun geçide giden suları izledi.
Eğer nehirdeki bu boğazdan 1870’te geçmeye kalkışsaydı, bunu imkânsız bulurdu; oysa şimdi üzerinde bir çoban kulübesi olan bu geçidin üstünde birkaç dere yatağı düzlüğü keşfedilmişti ve boğazın bir ucundan diğerine dar bir at yolu yapılmıştı.
1 Aralık Pazartesi günü vardığı bu çoban kulübesinde misafirperverlikle karşılandı. Buradan sorumlu olan çobana, daha önce buralarda keşfedildiğini duyduğu büyük, kanatsız bir kuşun izini bulabilmek için geldiğini söyledi.
Çoban “Dikkatli olun bayım; nehir çok tehlikeli. Sadece bir yıl kadar önce birkaç insan bu kulübeden ayrılmış ama atları ve kampları bulunduğu hâlde vücutları bulunamamıştı. Büyük rüzgâr geldiğinde vücudu denizden dışarı yirmi dört saat içinde taşır.” dedi. Görünüşe göre, nehrin üst tarafında, dağların arasında bir geçit olduğuna dair bir fikri yoktu.
Ertesi gün babam nehrin yukarısına çıkmaya başladı. Boşluk olan her yerde hâlâ yakılmamış o kadar çok ot ve bataklık vardı ki babam nehir yatağından gitmek zorunda kaldı; burada da çok fazla bataklık kumu vardı.
Yolda bir yere kadar büyük taşlar vardı, ayrıca nehirlerin oluşturduğu akıntıları tekrar tekrar geçmek zorunda kaldı. Akşam yemeği için ayırdığı iki saat hariç sürekli ilerlemesine rağmen, atının eyerini söküp zincirlediği ve beslenmesi için bıraktığı uygun bir kamp yerine vardığında yirmi beş milden fazla gidememişti. Çimler yeni yeni çıkmaya başlıyordu böylece çok fazla olmasalar da atlar için iyi yem oluyordu.
Aynı yirmi yıl önce yapmış olduğu gibi ateşini yaktı, kendisine çay yaptı, soğuk etini ve çöreklerini yedikten sonra piposunu yaktı. Temiz, yıldızlı bir gökyüzü, hızla akan nehir ve dağ eteklerinde bodur ağaçlar vardı. Bir baykuş, yıllar önceki gibi iki notada öttü; bir an için sanki gençliğindeki anılarla çevrilmiş gibi hissetti kendini ve yirmi yıl öncesi gözünde canlandı. Ümit, yerini kabul edilmiş başarısızlığın umutsuzluğuna bıraktı.
Sonra canlandı, battaniyeye sarındı, gecenin huzur ve güzelliğiyle yatıştı ve rüyasız bir uykuya daldı. Ertesi sabah, yani 3 Aralıkta, şafaktan hemen sonra kalkıp nehrin birikintilerinde yıkandı, kahvaltısını yaptı. Atını dere yatağında buldu ve iyice toplanıp yüklendikten sonra yola koyuldu.
Şimdi nehirdeki akıntıları geçmesi gerekiyordu ve ertesi gün bundan daha fazlasını tekrar geçmesi gerekecekti. Ama bu -atı suda iyi ilerlediği hâlde- kendisi eyerlerini ıslatmak istemediğinden dikkat gerektiriyordu ve bunun tek yolu geniş, dalgasız suyu hızla geçerek nehrin iki veya üç kola ayrıldığı yerleri bulmaktı. Böylece suyun, atının karnını geçmeyeceğini düşündüğü kıyılara ulaşabilirdi; sonuçta nehrin genişliği oldukça fazlaydı. Çok şükür ki daha yüksek dağlara kar geç yağmıştı ve yaz olduğu için nehir alçaktı.
Akşama doğru şimdilik kestirebildiği kadar yol aldı; 20-25 mil. Çok iyi bildiği bir yere, Erewhon’a giden geçitten daha önce kamp yapmış olduğu yere ulaştı.
Nehir yatağının üzerinde uzanan ve gözün görebildiği mesafede dik açılarla ilerleyen büyük bir buz kütlesine ulaşmadan önce, düzlük denebilecek son kara parçası buydu (Aslında burası sadece geçitten inen bir akıntının oluşturduğu eğimli bir deltaydı.).
Burada yine kamp kurdu ve etrafta bol miktarda tatlı ot, anason ve deve dikeni olduğundan iki üç ay sonra tekrar burada bulabileceğini umarak atını saldı. İri taneli çalı otları, babamın uzakta olmayı planladığı süre boyunca ona yetecek kadar dolgundu. Ona kısa süre içinde tekrar ihtiyacı olmayacağını düşünüyordu.
Atıyla ilgilenirken yemeğini yedi ve piposunu içerken daha önceki yolculuğunda kendisine zorluk çıkarmış olan engellerle nasıl başa çıktığını düşünerek kendi kendisini tebrik etti.
Bazı kötü ruhlar, babamı yıkmak için ona yem mi atıyordu? Yoksa kendisine acıyan ve iyiliğini isteyen ruhlar ona arkadaş mı oluyordu? Olumlu mizacı, arkadaş ruh teorisine eğilim gösterdi ve kendisini huzurlu hissederek yatıp sabaha kadar sakince uyudu.
Sabah, su biraz buzlu olmasına rağmen tekrar yıkandı. Erewhon kıyafetlerini ve botlarını giydi. Avrupalı kıyafetlerini biraz güçlükle heybelerine sakladı. Aynı zamanda burada içinde İngiliz külçelerinin, yedek pipolarının, içinde iki altın pound ve yedi sekiz şilin bulunan cüzdanının, tütününün bir kısmını ve et dışında kalan erzakının bulunduğu çantayı bıraktı. İnsanlardan korkmadıkları her hâllerinden belli olan şahinler ve papağanlar ilerleyişini takip ediyordu; eti de onlara bıraktı. Değerli eşyalarını daha önce söylediğim gibi gizli bölmelere sakladı ve sadece tek bir çantayı, kolayca erişebileceği hâle getirdi.
Karaya çıkmadan önceki gün saçını ve sakalını kısa kesip İngiltere’den aldığı boyalarla boyadı ki birkaç dakika içinde neredeyse siyah oldular. Ayrıca yüzünü ve ellerini de koyu kahverengiye buladı.
Eyerini, yularını, İngiliz botlarını ve heybelerini ulaşabileceği en yüksek dala astı ve kamp yaptığı yerde bodur keten ağacı yetiştiğinden onları güzelce keten yaprağıyla bağladı.
Ne yaparsa yapsın deriyi kolayca delebilecek sivri gagaları olan papağanların meraklı hırsızlıklarından koruyamayacağından korksa da daha fazla bir şey yapamadı. Bana öyle geliyor ki babam bana hiçbir zaman anlatmamış olsa bile bu kuşları gördükten sonra İngiliz ganimetlerini metal bir kutunun içine koymaya karar vermiş olmalı; elbette kutunun üzerinde kuşları yıldıracak bir kilitle birlikte.
Battaniyesini rulo yaptı ve omzuna yükledi; piposunu, tütününü, maşrapasını, kibritlerini, tuzunu ve biraz çay ile çörek alıp gitti. Her şeyi olabildiği kadar gönlünce düzenleyip son kez saatine baktı, ona göre birkaç hafta geçmiş gibiydi ama satin yedi civarında olduğunu gördü.
Saatini yıllar önce ona ne dertler açtığını hatırlayarak heybelerini indirip tekrar açtı ve içine koydu. Sonra da heykelleri görmüş olduğu sırta doğru dağ yamacına tırmanmak üzere yola koyuldu.
3. Bölüm
Babam Kamp Yaparken Profesör Hanky ve Panky Tarafından Görülür
Babamın, tırmanışı hatırladığından daha yorucuydu. Dediğine göre tırmanış sorunsuzdu ve artık saati olmadığından tahminine göre yaklaşık dört beş saatini aldı ama zorluk sayılabilecek pek bir şey olmadı. Sırttan gelen su yolu yeterli bir rehberdi; bir iki şelale vardı ama onu fazla oyalamadılar.
Üç bin fit kadar tırmandıktan sonra heykellerden gelecek sesler için dikkat kesildi; ama hiçbir şey duymadı ve sonra taze kar yağışına rastlayıncaya kadar zorlukla ilerledi. Bunun, önceki gün dağların zirvelerini beyazlattığını gördüğü kar yağışınının bir kısmı olduğunu biliyordu; böylece sırta yaklaşıyor olması gerektiğini anladı. Kar hızla derinleşmeye başladı ve heykellere ulaştığında iki üç inç derinliğe ulaştı.
Heykelleri beklediğinden daha küçük buldu. Kitabında onları gördükten epey ay sonra normal hayattakinin yaklaşık altı katı kadar büyüklükte olduklarını yazmıştı ama şimdi anca dört beş katı büyüklükte olabileceklerini düşündü. Ağızları karla kapanmıştı, bu yüzden güçlü rüzgâr olsaydı bile -ki yoktu-uğuldayamazlardı. Diğer açılardan da onları ilk gördüğü zamankinden daha etkileyici bulmadı. Biraz etraflarında dolaştıktan sonra yola devam etti.
Kar çok fazla devam etmedi ama babam kısa sürede yoğun bir bulut grubunun arasına girdi ve geçiş yolundan çıkan nehir boyunca yolunu, tedbirli bir şekilde etrafı yoklayarak bulmak zorunda kaldı. Temiz havaya çıktığında yaklaşık iki saat geçmişti. Kendisini yosunlanmış eski bir gölün yatağında buldu. İnişin bu tarafını tamamen unutmuştu -belki de bulutlar tepede asılı kalacaktı- ancak aşağı bakıp da zeminin kekliklerden biraz küçük olan bıldırcınlarla dolu olduğunu görünce çok sevindi. Bu bıldırcınların çokluğu onu şaşırttı çünkü Erewhon’daki dağlardan başka yerde bu kadar bol bulunduklarını hatırlamıyordu.
Erewhon’daki bıldırcınlar, nesli tükenmiş Yeni Zelanda bıldırcınları gibi ardı ardına birkaç metrelik üç başarılı uçuş yapabilirdi ama sonra yorulurlardı; bu yüzden bıldırcınlar hiç ateş yakılmayan ve vahşi hayvanların onları sıkıştıramayacağı yerlede bulunurdu. Avrupa medeniyetlerinde insanlara eşlik eden kediler ve köpekler yakında onları yok edeceklerdi; bu yüzden babam etrafta hâlâ herhangi bir köy olmadığı sonucuna vardı.
Ayrıca hiç koyun ya da keçi pisliği göremedi ve eskiden bundan çok daha fazla koyun izi bulmuş olduğunu hatırladığından bu onu şaşırttı. Şüphesiz kitabımı yazdığımda inişin ne kadar uzun sürdüğünü unutmuşum,diye düşündü. Ama bu tuhaftı, çünkü çimen yeterince iyi bir besindi ve bolca olması gerekirdi.
Yemek yemek için bile durmadı, sadece yürürken çörek yedi ve ardından tırmanmaktan yorgun düşmüş bir hâlde kendisine uzun bir dinlenme çekti. Gece kamp yaptığı zamanlar yemek üzere iki düzine bıldırcın avladı.
İnsanlar ona nasıl yaşadığını sorduklarında -ki kesin soracaklardı- ne diyecekti? Kişisel eşyalarından birazını satmanın güvenli bir yolunu bulana kadar kendisini idare edecek Erewhon parasını nereden bulacaktı?
Balona bindiklerinde yanında biraz Erewhon parası vardı ancak onları da balon denize yaklaştığında el yazmaları ve giysileri dışındaki her şeyle beraber atmıştı. Yanında, satmaya cesaret edebileceği hiçbir şey yoktu ve bir sürü altını olduğu hâlde gerçekte beş parasızdı.
Derken bıldırcınları gördüğünde tekrar dost bir ruh yolunu kolaylaştırıyormuş geldi ona. Bıldırcınlar Coldharbour (hapsedildiği şehir)’da sevilen yiyecekler olduğundan ve ona İngiliz şilini değerinde biraz Erewhon parası kazandıracaklarını düşündüğünden bıldırcın yakalayıp orada satmaya karara verdi.
İki düzine bıldırcın yakalaması iki üç saat sürdü. Yeterli olduğuna inandığı zaman bacaklarını sazlarla birbirine bağladı ve bütün hepsinin içinden sağlam bir çubuk geçirdi. Hemen ardından bodur çam ormanına geldi. Fazla olmasa da yine de korunak yapmasına ve kendisi için iyi bir ateş yakmasına yetecek kadar çalı vardı. Günler uzun olduğundan durumu idare edebilirdi ancak güneş batar batmaz hava serinleyip dondurucu olmaya başladı.
Geceyi burada geçirmeye karar verdi. Ağaçların en sık olduğu yeri seçti, ateşini yaktı, dört tane bıldırcın yoldu ve temizledi. Şiddetli akıntıda tenceresini suyla doldurdu, maşrapasında çay yaptı ve kuşlardan iki tanesini közleyip yedi. Bunları yaptıktan sonra piposunu yaktı ve olanları düşünmeye başladı.Şimdiye kadar her şey iyi,dedi kendi kendine. Ama kelimeleri zor seçiyordu. Sonra hâlâ belli bir mesafeden gelen ama kendisine doğru ilerliyormuş gibi çıkan seslerle şaşkına döndü.
Tenceresini, maşrapasını, çayını, çöreğini, battaniyesini ve ertesi sabah atmak üzere saklamış olduğu şeyleri anında toparladı; kendisini ele verebilecek her şeyi aceleyle ormanda birkaç metre uzağa, seslerin geldiği yönün tam tersine taşıdı ama bıldırcınları olduğu yerde bıraktı, purosunu ve tütününü de cebine koydu.
Sesler gitgide yaklaştı. Neler konuşulduğunu duyana kadar babamın tek yapabildiği geri gidip ateşin başında masumca oturmak oldu.
Konuşanlardan biri “Tanrı’ya şükür sonunda birilerini bulduk galiba. Umarım kaçak avcı değildir, dikkatli olsak iyi olur.” dedi (Tabii ki Erewhon dilinde.).
Diğeri, “Saçmalık! Koruculardan biri olmalı. Kimse kaçak avlanırken kralın topraklarında ateş yakmaya cesaret edemez. Saat kaç olmuş?” diye cevap verdi.
“Dokuz buçuk.”
Karanlıktan parıldayan ateşin ışığına çıkıp konuşan kişinin elinde bir saat vardı. Babam bakınca onun yaklaşık yirmi yıl önce Erewhon’a girerken taktığı saatin tıpatıp aynısı olduğunu gördü. Hadi saat neyse de bu iki adamın giysileri çok daha şaşırtıcıydı.
Erewhon giysileri içinde değillerdi. Biri İngiliz gibi ya da neredeyse İngiliz gibi giyinmişken diğeri aynı giysileri tersten giymişti ki yüzü babama bakarken vücudu ona arkası dönükmüş gibi görünüyordu. Aslında adamın kafası ters olarak vidalanmış gibiydi ama belli ki soyunmuş olsaydı normal insanlar gibi görünecekti.
Bütün bunlar ne demek oluyordu? Adamlar elli yaş civarındaydı. Hâli vakti yerinde insanlardı; iyi giyimli, iyi beslenmiş ve babamın içgüdüsel olarak akademik sınıfa mensup olduklarını hissettiği insanlardı. Fark edilir şekilde İngiliz gibi giyinmiş olanı da babamı en az saat takmış olan kadar korkuttu. Sanki akıl hastanesinden yeni kaçmış gibi duruyordu ya da Kral Dagobert kendisine pantolonunu giymesini söylediği şekilde giymiş gibi görünüyordu. Her ikisi de giysileri sıradan olduğu için onları kolayca giymişlerdi.
Babam şaşırmıştı, ama aynı zamanda dikkat kesilmişti, çünkü planının küçük bir kısmının yeniden düzenlenmesi gerektiğini anladı ve bir sonraki hareketinin ne olacağına dair bir fikri yoktu; ama hazırcevap bir adamdı ve insanların akıllarına bir düşünce girdiğinde azıcık onayın onu sabitleyeceğini bilirdi. İlk fikir sadece güçlü bir tohumdu ve yapabilirse gelişirdi.
Okuyucunun yukarıdaki son paragrafları okuyacağından daha kısa bir sürede babam, ikinci konuşmacıdan yapacaklarının ipucunu almıştı.
Cesurca bu adama giderek “Evet, ben koruculardan biriyim ve burada kralın koruluğunda ne yaptığınızı sormak benim görevim.” dedi
Buna “Elbette, ahbap. Geçidin başındaki heykelleri görmeye gitmiştik ve Sunchston belediye başkanından koruluklara girmek için iznimiz var. Giderken de dönerken de kendimizi yoğun siste kaybettik.” diye cevap verdiler.
Babam içinden sise şükretti. Kasabanın adını anlayamadı ama sonradan normalde benim yazdığım gibi telaffuz edildiğini öğrendi.
Babam en nazik tavrıyla “Lütfen bana izninizi gösteriniz.” dedi ve bunun üzerine kendisine bir belge uzatıldı.
Burada insanların ve yerlerin isimlerini tercüme edeceğimi söylemem gerekiyor, ayrıca belgenin içeriğini ve ileride geçecek bütün isimleri de tercüme edeceğim.
Örneğin okuyucuya Hanky ve Panky olarak tanıtılacak olan kişilerin gerçek isimleri Sukoh ve Sukop, ancak İngiliz halkının kulağına pek de ahenkli gelmeyeceği için ben bu isimleri kullanmayacağım. Okuyucudan da orjinal isimlerin ruhunu aktarmak için elimden gelenin en iyisini yaptığıma inanmasını istiyorum.
Babamın Senoj Nosnibor, Ydgrun, Thims gibi Erewhon’da sık kullanılan gerçek Erewhon isimlerine tam sadık kalmamasından duyduğum üzüntüyü de dile getirmek isterim; hatta o, gerçek ismi kullanmayı uygunsuz bulduğu zamanlarda isim bile uydurmuştu.
Örneğin, zavallı annemin adı gerçekte Nna Haras ve Mahaina’nınki Enaj Ysteb’di ki babamın bununla yüzleşmeye hiç cesareti yoktu. Bu yüzden isimlerini tercüme etmeye hiç kalkışmadan onlara kulağa güzel gelen isimler vermeyi tercih etti.
Doğru ya da yanlış ama ben babamın kitabında kullanılmayan bütün isimleri daimî olarak tercüme etmeye karar verdim ve kitap boyunca isim ve konuşmalara gelince onları hiçbir çevirinin yapamayacağı kadar büyük bir özgürlükle çevireceğim.
Şimdi izne geri döneyim. Belgenin ilk kısımlarında şunlar yazılıydı: “Önceden Coldharbour olarak bilinen Sunchildson kasabasına ve Erewhon Krallığı’na bağlı olan dağlar arasında uzanan bazı alanları ağaçlandırma eyleminin esasları üçüncü yılda yani değerli merhametli majesteleri yirmi ikinci kralın hükümdarlığının sekizinci yılında kabul edildi.
Majestenin dağların ötesindeki varlıkların topraklarına girme çalışmalarını önlemek ve yine aynı şekilde krallığına yabancı şeytanlar tarafından zorla girilmesini engellemek için, burada bazı alanların, özellikle bundan sonra belirlenecek olan yerlerin ağaçlandırılıp majestenin özel kullanımı için avlanma alanı olarak ayrılmasına karar verilmiştir.
Aynı zamanda korucuların ve onların altında çalışanların dağların diğer tarafından gelen yabancı şeytanlarla karşılaştıklarında onları hiç konuşmadan vurmaları gerekliliğine karar verildi. Vücudu tartıp yazıya eklenmiş planda gösterilen şelalenin altındaki mavi havuza atacaklar ve ama hayat boyu mahkûm olma cezası çekmemek için ölen kişiye ait olan hiçbir eşyayı kullanmayacaklardır. Ne yaptıklarından da durumun tamamını dakikası dakikasına rapor edecek olan başkorucu dışında kimseye bahsetmeyeceklerdir.
Sunchildston belediye başkanının imzaladığı özel izin olmadan majestelerinin koruluklarına geçerken ele geçirilebilecek tebaadan herhangi biriyle veya bahsedilen koruluklarda izinsiz avlanma ile suçlanan herhangi biriyle ilgili olarak ise korucular derhâl onları tutuklamalı ve Sunchildston belediye başkanının karşısına getirmelidirler. Başkan onların atalarını sorguladıktan sonra hapis ve ağır iş cezalarından uygun gördüğü birisiyle cezalandırır; bu süre on iki takvim ayından az olamaz.
Bahsedilen yasanın diğer hükümleri, ilgilenenler için bir kopya olarak Sunchildston belediye başkanının resmî mekânında görülebilir.
Metin şöyle devam ediyordu: “XIX.xii.29. öğrenmenin merkezi, insanları şüphe altında olan şehir Bridgeford’da dünyasal aklın asil profesörü Profesör Hanky ve dünyasal olmayan aklın asil profesörü Profesör Panky ya da ikisinden biri.” Son olarak şu vardı: “On iki ay boyunca kürek mahkûmluğuyla beraber hapse atılma acısıyla; öldürmedikleri, öldürülmek için bir neden vermedikleri ve yemedikleri sürece, bu tarihten önceki kırk sekiz saat boyunca kralın korularından özgürce geçebilecektir.” İmza o kadar karalama gibiydi ki babam okuyamadı ama onun altında “Sunchildston Belediye Başkanı” ve “Önceki adıyla Coldharbour.” yazıyordu.
Babam okurken epey bilgi toplamıştı ama göremediği daha da büyük curcuna, planlarını zekice uygulamaya koyamadan oradan kurtulması gerektiğiydi.
“Yıl üç.” Bu, Romen ve Arapça karakterlerde yazılmıştı! Babam Erewhon’a gelmeden önce bu tür karakterler yoktu. Bunları Nosnibor’lara tekrar tekrar gösterdiğini ve hatta bir kez yazdığını hatırladı. Böyle olamaz… Hayır, bu imkânsız; ama bir profesörün istediği ve diğerinin elde ettiği Avrupa giysisi de var ortada. Ve “XIX.” Bu ne demekti? “xii.” Bu aralık demek olabilir miydi? Ama aralığın yirmi dokuzu değildi ki dördüydü. Daha Sonra neden hiç koyun izi görmediğinin nedenini buldu. Peki, masumca öldürdüğü bıldırcınlar ne olacaktı? Bunları Coldharbour’da satmaya kalksa ne olurdu? Bilmeden başka hangi ölümcül suçu işleyebilirdi? Ve neden, neden Coldharbour, Sunchildston olmuştu?
Profesörlerin kendisine verdiği belgeyi dikkatle incelerken zavallı babamın kafasında bu düşünceler uçuşuyordu. Zaman kazanmak için zavallı, bilge numarası yaptı. Olabildiğince geciktirdikten sonra belgeyi kendisine verene geri verdi. Tek bir mimik değiştirmeden şöyle dedi:
“İzniniz oldukça düzgün. İster geceyi burada geçirin isterseniz de Sunchildston’a doğru devam edebilirsiniz. Hanginizin Profesör Hanky, hanginizin Panky olduğunu sorabilir miyim?
Saatli, kıyafetlerini ters giymiş ve babamın avcı olduğunu düşünmüş olan “Benim adım Panky.” dedi “Ve benimki Hanky.” dedi diğeri.
Arkadaşı, Profesör Panky’ye dönerek “Sen ne düşünüyorsun Panky? Burada gün doğana kadar kalsak daha iyi değil mi? İkimiz de yorgunuz ve bu arkadaş bize güzel bir ateş yakabilir. Hava çok karanlık ve önümüzdeki iki saat hiç ay olmayacak. Açız ama Sunchildson’a varana kadar bekleyebiliriz; orası sekiz dokuz milden daha uzak olamaz.” dedi.
Panky onayladı ve babama dönerek “Dostum, yasak giysilerin içinde ne yapıyorsun? Neden korucu üniforman yok ve bütün o bıldırcınlar ne anlama geliyor?” dedi. Babamın gerçekte kaçak avcı olduğu fikrinin üzerine gidiyordu.
Babam hemen cevap verdi: “Başkorucu bu sabah, yarın öğlene kadar Sunchildston’a kendisine üç düzine bıldırcın götürmem gerektiği mesajını yolladı. Kıyafete gelince bıldırcınları bunların içinde daha iyi kovalayabiliyoruz ve kasabaya yaklaşmadan eski giysilerimizi çıkartıp üniformalarımızı giydiğimiz sürece kimse bir şey demez. Benim üniformam vadinin bir buçuk saat yukarsındaki korucu kulübesinde duruyor.”
“Yirmi yaşına bile basmamış bir kendini beğenmişin başkorucu görevine gelmesinin nelere yol açtığını gördün mü?” dedi Panky. “Bu arkadaşa gelince doğru söylüyor olabilir ama ben ona güvenmiyorum.”
“Adam haklı Panky ve yeterince iyi bir arkadaşa benziyor.” dedi Hanky ve daha sonra babama, bıldırcınlara iştahla bakarak “Kaç tane bıldırcının var?” dedi.
“Bütün gün bunların peşindeydim bayım ama sadece sekiz çift bıldırcınım var. Yarın on çift daha yakalamam lazım.”
“Anladım anladım.” dedi Hanky. Sonra Panky’ye dönerek “Tabii ki bunlar belediye başkanının pazar günkü ziyafeti için isteniyorlar. Bu arada hâlâ davetiyemizi almadık; sanırım Sunchildston’a dönünce bulacağız.”
“Pazar, pazar, pazar!” diye mırıldandı babam; ama yüz ifadesini hiç değiştirmedi ve ağırkanlılıkla Profesör Hanky’ye “Sanırım haklısınız bayım; ama bana bunun hakkında hiçbir şey söylenmedi, sadece kuşları götürmem istendi.” dedi.
Böylece kibarca profesörün şüphesine ikinci kez ışık yaktı. Ama Panky’nin de kendi fikri vardı ve kendininki çürütülürken Hanky’ninkinin doğrulanmasını kıskanıyordu.
Biraz buyurgan bir şekilde “O iki yolunmuş bıldırcının orada ne işi var peki? Onları yolunmuş mu götürecektin? Ayrıca ateşin yanında gördüğüm o üzerindeki tüm eti yenmiş kemikler hangi kuşa ait? Korucu yardımcıları sadece yasak giysileri giymeye değil aynı zamanda kralın bıldırcınlarını yemeye de mi izinliler?” dedi.
Sorunun soruluş şekli babama ipucunu verdi. İçten içe güldü ve “O yolunmuş kuşlar keklik ve kemikler de keklik kemiği bayım. Şu but kemiğine bakın; hiç bunun gibi kemiği olan bir bıldırcın gördünüz mü?”
Profesör Panky’nin babamın kemiği göstererek yaptığı tatlı küstahlığa gerçekten kanıp kanmadığını söyleyemem. Kandırılsaydı, cevabı ağzından herhangi bir meselede herhangi birinin kendisinden daha iyi bilgi almasına izin vermekten duyduğu memnuniyetsizlikle çıkardı.
Bunu babama söylediğimde duymazlıktan geldi ve “Aa, hayır, adamlar yalan söylediğimi yeterince iyi biliyordu.” dedi.
Ancak yine de profesörün tavrı değişmişti: “Haklısın, ben de onların keklik kemiği olduğunu düşünmüştüm ama elime alıncaya kadar emin olamadım.” dedi. “Ben de yolunmuş kuşların keklik olduğunu görüyorum ama çok az ışık olduğundan ve onları daha önce tüysüz görmediğimden ilk başta anlayamadım.”
Sanırım, Hanky, arkadaşının ne demek istediğini anlamış olacak ki “Panky çok açım.” dedi.
Diğeri kaba sesini hoş çıkana kadar ayarlayarak “Of, Hanky, zavallı adamı kandırma.” diye cevap verdi.
“Panky bırak artık; artık Bridgeford’da değiliz; ben çok açım ve o kuşların yarısının bıldırcın değil keklik olduğuna eminim.”
Babam “Belki bazıları belirli şartlar altında keklik olabilir, efendim. Sonuçta ben cahil bir adamım.” dedi.
“Gel, gel.” dedi Hanky ve iki buçuk şilin değerinde parayı babamın eline verdi.
“Ne demek istediğinizi anlamıyorum, efendim, eğer anlasaydım, iki buçuk şilin yeterli olmazdı.” dedi babam.
“Hanky, bu arkadaşı sana ders vermesi için ikna etmelisin.” dedi Panky.
4. Bölüm
Babam, Hanky ve Panky’nin Konuşmalarına Kulak Misafiri Olur
Babam zorluklar içinde okumuştu ve birinin durumundan çıkar sağlamayı abartmanın iyi bir şey olmadığını bilirdi. Kuşların, burada durumlar onun eskiden bildiği önceki ederinden az da olsa üç çift kuş karşılığı adamlardan beş şilin aldı.
Ayrıca, bu bankalar dışında hiçbir yerde değeri olmayan bir şilin değerinde Müzikal Banka parası (kitabında açıkladığı gibi) almaya da razı oldu. Bunu yaptı çünkü Müzikal Banka parası taşıdığının görülmesi ona karşı saygı uyandırırdı ve aynı zamanda birazını da bu bilinmeyen paranın henüz yer almadığı İngiltere Müzesine vermek istiyordu. Ama paralar gözüne daha önce hatırladığından daha ince ve küçük göründü.
Ona Müzikal Banka parasını veren Hanky değil Panky’ydi. Panky riyakâr olanıydı; o kadar ki kendisini bile kandırabilirdi. Bu arada, birini kandırmak zor bir şey olmasa da yine de asıl kandırılmaya değer kişileri kandıramadığı için kandırmakta çok başarılı sayılmazdı.
Hanky’nin ara sıra yaptığı dürüstlüğü insanlara kalkanlarını indirtirdi. Sıkıcı, yüzeysel ve safi, kaba saba bir profesördü. Profesör olarak tabii ki iddia ederdi ama gerektiğinden daha fazla yalan söylemezdi; destekler ve desteklenirdi ama yine de sağlam, kurt gibi bir insandı.
Diğer yandan Panky’ye insan bile denemezdi; kendisini bütün ciddiyetle işine vermiş ve yaşayan bir yalan olmuştu. Eğer Othello’dan bir pasaj oynamak zorunda olsaydı ruhunu tamamen karartır ve büyük ihtimalle karısı Desdemona’yı[1 - Othello’nun karısı. (ç.n.)]içtenlikle öldürürdü. Hanky ise acemilikten bunu yapamazdı ve onun Desdemona’sı oldukça güvende olurdu.
Filozoflar bıldırcınlara benzer, iki ya da üç kez hayal güçleriyle uçuş yapabilirler; uyku arası vermediklerinde ise bunu daha seyrek yaparlardı. Bu profesörler babamın kaçak avcı ve korucu olduğunu; bıldırcınların pazar ziyafeti için istendiğini ve keklik yemek üzere olduklarını hayal etmişlerdi (En azından Panky.). Şimdi yorgunlardı ve her zamanki konuşmalarına dalarak sanki orada yokmuş gibi babama fazla ilgi göstermiyorlardı.
Zavallı adam, Hanky’den aldığı bıçakla kestiği bıldırcınlardan başka bir şey düşünmüyormuş gibi görünürken söyledikleri her sözü içiyordu. Hızla yolduğu iki kuşu bir an önce temiz közlerin üzerine yatırdı.
“Pazara kadar ne yapacağımızı bilmiyorum. Bugün perşembe. Ayın yirmi dokuzu değil mi? Evet tabii ki öyle. Pazar ilk gün. Ayrıca bu bizim iznimizde yazıyor. Yarın dinlenebiliriz; cumartesi ne yapabiliriz onu merak ediyorum. Ama o zamana kadar diğerleri burada olur ve onlara heykellerden bahsedebiliriz.” dedi Hanky.
“Evet, ama dikkat et de keklikler hakkında ağzından bir şey kaçırma.”
“Bence Dr. Downie’ye söyleyebiliriz.”
“Kimseye söyleme.”
Sonra heykeller hakkında hiçbir şey bilinmediğinin ortada olduğu hakkında konuştular. Ama babam pişirmek için birkaç dakika uğraştığı bıldırcınları servis ederek konuşmalarını böldü.
“Bıldırcın ne lezzetli kuş!” dedi Hanky.
Diğeri azarlayarak “Keklik Hanky, keklik!” dedi.
İlk gelenleri birkaç dakika içinde bitirerek heykeller konusuna döndüler.
“Yaşlı Bayan Nosnibor, Güneş’in Oğlu’nun kendisine heykellerin, babası güneşin kızgınlığına maruz kalmış olan on kabileyi simgelediğini söylediğini söyledi.” dedi Panky.
Babamın hisleri hakkında yorum yapmayacağım.
Hanky “Güneş’in Oğlu! Saçmalığın daniskası. O hiçbir zaman Güneş’in babası olduğunu söylemedi. Ayrıca onun hakkında duyduğum her şeyden onun değerli bir aptal olduğunu algılıyorum.” diye cevap verdi.
“Of Hanky, Hanky! Bu şekilde konuşmaya devam edersen her şeyi berbat edeceksin.”
“Asıl hiç konuşmayarak sen kendin berbat edeceksin Panky. İnsanlar kandırılmayı sever ama aynı zamanda kendi aldatmacalarından kuşkulanılmasından da hoşlanırlar ve sen asla kuşku duymazsın.”
Panky, heykellere dönerek “Kraliçe, öyle olduğunda ısrarcı…” dedi.
Hanky “İşte yeni pişenler de geldi.” diye kesti sözünü. “Boş ver kraliçeyi.”
Kuşlar yendikten sonra Panky yine kraliçe hakkındaki hikâyesine başladı.
“Kraliçe kendilerinin eski Hemen-Öp-Beni Tanrısı’nın tarikatıyla bağlantılı olduklarını söylüyor.”
“Ya öylelerse? Ama kraliçe Hemen-Öp-Beni’yi her şeyde görür. Bir bıldırcın daha, eğer lütfederseniz, bay korucu.”
Babam derhâl başka kuş getirdi. Bunlar yenirken sessizlik oldu.
Panky, “Güneş’in Oğlu’ndan bahsedelim; onu hiç gördün mü?” dedi.
“Hiç görmedim ve umarım asla görmem.”
Ve sonra son kuşlar da yendi
Panky “Ahbap, biraz daha odun getir; ateş neredeyse söndü.”
Ateşin gerçek korucuların dikkatini çekmesinden korkan babam “Daha odun bulamam bayım.” dedi
Hanky “Boş ver, birazdan ay çıkacak.” dedi.
Panky “Peki Hanky, şimdi söyle bakalım pazar günkü vaazında ne söylemeyi düşünüyorsun?” dedi. “Sanırım bu sefer iyi düşünmüşsündür.”
“Hemen hemen. Her zamanki sınırlarda tutacağım. Güneş’in Oğlu’nun bizi kurtardığı cahil şehirden bahsedeceğim ve Müzikal Bankanın hemen harekete geçerek nasıl şimdiki evrensel başarısı aracılığı ile kutsandığını göstereceğim. Güneş’in Oğlu’nun hapishanede kalmasıyla ve Güneşin Oğlu Kanıt Topluluğu’na verilmesiyle Sunchston’a yayılan ölümsüz ihtişam hakkında konuşmalıyım ve tapınağın hizmeti için gereken papazlığa bağışlanacak fonlar hakkında.”
Tapınak! Ne tapınağı?diye söylendi babam içinden.
“Dört siyah-beyaz atla ilgili ne yapacaksın?”
“O konuda ısrarcı olacağım tabii ki altı tane yapana kadar.”
“Neden at olamadıklarını gerçekten görmüyorum.”
“Bence de görmüyorsun.” Sert bir şekilde diğerine döndü: “Ama onlar siyah ve beyaz leyleklerdi ve sen de bunu benim kadar iyi biliyorsun. Yine de ilgi gördüler ve şimdi mihrabın üzerinde duruyorlar, muhteşem bir şekilde hoplayıp zıplıyorlar, bu yüzden onları ileri süreceğim.”
Babam yine Mihrap! Mihrap,diye içinden tekrarladı.
Çok fazla düşünmesine gerek yoktu; mihrap denilen yeri görmeye geldiğinde üzerine yerleştirilen masanın Hristiyan kiliselerindeki mihrapla benzerliği olmadığını gördü. Bu basit bir masaydı, üzerine Müzikal Banka bozuk paralarıyla dolu iki kâse yerleştirilmişti; iki veznedar masanın iki yanına oturup oraya gelenlerin hepsine bunlardan dağıtıyorlardı. Bu arada masanın önünde insanların o bölgeye ait bozuk paraları attıkları bir kutu vardı. İnsanlar istedikleri kadar ya da ne kadarına güçleri yetiyorsa bu kutuya atıyorlardı.
Bağış fikri üzerinde düşünülmemişti. Masanın konumu ise ona verilen isim gibi, Erewhon’luların babamdan isimleri ve uygulamaları kendilerine nasıl mal ettiklerine dair bir örnekti. Bunların ne olduğunu, ne anlama geldiğini anlamamışlardı. Bu yüzden, bir kez daha, Profesör Hanky bağışlardan bahsetti, bağışın ne olduğuna dair en belirsiz fikre o sahipti.
Şunu da ilave edebilirim ki bir delikanlıyken babam İncil’i sürekli okurdu ve asla unutmazdı. Bu yüzden İncil’e ait pasajlar ve saf bilinçsiz düşüncenin etkisi olan ifadeler her zaman dilinde olmuştur. Erewhon’lular bu ifadelerin çoğunu yakalamıştı ama babam onları bazen o kadar bozardı ki zar zor anlaşılırdı.
İlk gelişinde söylendiğini hatırladığı şeyler sürekli olarak ikinci ziyaretinin ilk günlerinde karşısına çıkıyordu. Kendi sözlerinin gülünç taklitleriyle karşılaşmak ya da kendisininkinden daha dinî sözlerle karşılaşmak onu şok ediyordu; üstelik onları düzeltemiyordu da. Bana “Merak ediyorum da hiç kimse bunun cehennemdeki lanetlilerin bir cezası olduğunu anlamadı mı?” dedi.
Çok uzun süredir ihmal ettiğim Profesör Hanky’ye geri döneyim:
“Ve elbette belediye başkanının karısı…” Onu artık Yram olarak düşünmemeliyiz. “Hakkında bir sürü güzel şey söyleyeceğim.” diye devam etti.
Panky “Belediye başkanının karısı çok tehlikeli bir kadın; bak kendisine yeni Erewhon giysileri verilmeden önce Güneş’in Oğlu’nun kendi giysilerini giymesine nasıl karşı çıktı. Ayrıca içten içe şüpheci bir kadın ve o kıymetli oğlu da öyle.” diye cevap verdi.
Hanky “Oldukça haklıydı. Ona hapisanedeyken akşam yemeği götürdüğünde Güneş’in Oğlu’nun üzerinde hâlâ buraya geldiği kıyafetler vardı ve erkekler, bir erkeğin nasıl giyindiğini etmese de kadınlar fark eder. Ayrıca, onun onları giydiğini gören pek çok kişi var.” dedi homurtu ile.
Panky “Belki, ama bu konuda espiriler yapmış olmasaydık, asla kralla konuşamazdık. Yram hırçınlığıyla bizi neredeyse harap etti. Eğer onu korkutmuş olmasaydık ve senin çalışman yanmasaydı…” dedi.
“Yeter Panky, artık ondan bahsetme.”
“Onun kaza olduğundan elbette şüphem yok; yine de senin çalışman kazara yanmış olmasaydı, sana ciddi, özenli, sabırlı bir bilimsel araştırma için kıyafetlerin verildiği ve Yram’ın da yanmaktan kıl payı kurtulduğu akşam, kralla asla konuşmayı başaramazdık. Kıyafetlerin inancı değil fikri simgelemek için giyildiği konusunda kralı ikna edebilmek için neler yapmak zorunda kaldık. Ne yazık ki kıyafetler yanmadan önce kralın terzisi onları yedeklemişti.”
Hanky oldukça içten güldü. “Evet, kıl payı kurtulmuştuk. Ama merak ediyorum da neden kraliçe, kıyafetleri ters giyen bir mankene giydiremedi? Bu manken meclis salonuna getirilir getirilmez kral bir sonuca vardı ve ne kral ne de Yram onu bir milim bile kımıldatamadıklarından mankeni ve Yram’ı kralın huzurundan sepetlemek zorunda kaldık.
Panky de güldü. “Ne yapabilirdik? Halk, Yram’a neredeyse tapıyor; sarışın oğlu, evlendikten yedi ay sonra doğduğu hâlde kocası da öyle. Bu kesimlerdeki insanlar Güneş’in Oğlu’nun kanının ülkede olduğunu düşünmekten hoşlanıyorlar, hatta çocuğun belediye başkanından olduğuna tereddütsüz yemin bile ederler. Berbat! O, hiç kimse değil de Yram tarafından koruculuğa getirilmiş olmasa insanlar buna dayanır mıydı sanıyorsun?” dedi.
Babamın hislerini hayal edebilirsiniz ama bunu anlatarak burada profesörlerin konuşmalarını bölmeyeceğim.
Hanky, “İyi, iyi, dünya döndükçe erkek çalmalı, kadın da çalışmalı. Yapabileceğimin en iyisini yaptım. Ona haklı olduğunu söylemeseydim kral Güneş’in Oğlu öğretisini asla benimsemiş olmazdı; ayrıca ona hak verdiğimize memnun olduğundan halkın ön yargısına uyum sağladı ve sorunun belirsiz kalmasına müsaade etti. Onun kraliyet profesörlerinden biri giysinin bir tarafını diğeri de diğer tarafını giyecekti.” dedi.
“Benim giyiş şeklim en rahatı.”
Hanky heyecanla “Hiç de değil.” dedi. Bunun üzerine profesörler birbirine girdi ve tartışma o kadar büyüdü ki babam diğer korucular duymasın diye onları susturmak için araya girdi. “Biliyorsunuz, yerde bir sürü keklik kemiği var ve bu biraz garip görünebilir.” dedi.
Profesörler birden sustu. Biraz sessizlikten sonra Panky, “Bu arada, şu kardaki ayak izleri de çok tuhaf. Öyle görünüyor ki adam kendisine garip gelen heykellerin etrafında iki üç kez dolaşmış ve kesinlikle diğer taraftan gelmiş.” dedi.
Hanky sabırsızca, “Heykellerin biraz ötesine gidip geri gelmiş olan koruculardan biriydi.” dedi
“O zaman giderken bıraktığı ayak izlerini de görmüş olmalıydık. İyi ki ölçmüşüm.”
“Bunla ilgisi yok ama senin ayak numaran kaçtı?”
“On bir ince dört buçuk; sağ ayakta bir çivi, sol ayakta iki çivi eksik.” Sonra hızla babama dönerek “Ahbap, dur botlarına bakayım.” dedi.
“Saçmalık Panky, saçmalık!”
O anda babam, bu iki adamın üzerine saldırıp saldıramayacağını, onları öldürüp öldüremeyeceğini ve bir an önce geri dönüp dönemeyeceğini düşünmeye başlamıştı ama hâlâ oynayacak bir kartı vardı.
“Tabii ki bayım, ama bunlar benim botlarım değil.” dedi.
Sağ ayağındaki botunu çıkartıp Panky’ye verdi.
“Kesinlikle! 11 x 4,5 inç ve bir çivi eksik. Şimdi bay bekçi, bu botları nerden bulduğunu iyice açıklayacaksın. Bana diğerini göstermene gerek yok.” diyerek karşısındaki kişiyi sözleriyle ezebileceğinden emin şekilde konuştu Panky.
Babam, “Bizim aldığımız emirleri bilirsin; onları izninde gördün. Yakınlarda; son zamanlarda birden fazla kez gördüğümüz, diğer taraftan gelen o şeytanlardan biriyle karşılaştım; yukarıda asılı olan bulutların ötesinden geldi. İzni olmadığından ve dilimize ait tek bir kelime bile bilmediğinden hemen onu fırlattım ve boğazladım. Şimdiye kadar sadece emirlere uyuyordum ama botlarının benimkilerden çok daha iyi durumda olduğunu görünce ve bana uyduklarını anlayınca onları almaya karar verdim. Emin olun geçidin tepesinde kar olduğunu bilseydim yapmazdım.” diye cevapladı.
Hanky, “O kadarını da düşünemezdi. Belli ki heykellerde bulunmamış.” dedi.
Panky hayrete düşmüştü. İronik bir şekilde “Ve tabii ki bu zavallı garibandan botları dışında bir şey almadın.” dedi.
Babam “Bayım, her şeyde açık olacağım. Onu, giysilerini ve kendi eski botlarımı havuza attım; ama battaniyesini, pişirmek için kullandığı gereçleri ve kuru yapraklara benzeyen bazı tuhaf şeyleri ve içinde altın olduğunu düşündüğüm çantalarını tuttum. Bu eşyaları pek sorgulamayacak bir antikacıya satabilirim diye düşündüm.”
“Ve bütün bu şeyleri ne yaptın?”
“Burdalar bayım.” Konuşurken ormana daldı ve ulaşılır bir yerde tuttuğu battaniye, maşrapa, çay, teneke çaydanlık ve külçelerin olduğu minik çantayla geri döndü.
Birilerini öldürebildiğini öğrendiğinde babamdan korkmaya başlayan Hanky “Bu çok tuhaf.” dedi.
Burada profesörler hızlı hızlı, babamın anlayamadığı ama kitabında bahsettiği kuramsal dil olduğundan emin olduğu başka bir dilde konuştular.
Az sonra Hanky babama oldukça kibarca “Bütün bu şeylerle ne yapmayı düşünüyorsun dostum? Şunu söylemeliyim ki altın diye aldığın şey hiç de altın değil; basit, sert, ama yine de bakırdan daha değerli bir metal.” dedi.
“Bende bunlardan yeteri kadar var; yarın sabah bunları mavi havuza götürüp içine atacağım.”
Hanky derin düşünerek “Bunu yapmaya gerek duyman ne yazık, eşyalar antika gibi ilginç ve… Ve… Ve… Bunlar için ne alırsın?” dedi.
Babam “Bunu yapamazdım bayım, bunu yapmazdım, hayır. (Hanky bizim paramızla 5 pound’a eşit bir miktar söylemişti.) Bu paraya değil.” Erewhon parası istediğinden ve on pound’u şu an kullanılan Erewhon parasından elde etmek için feda edebileceğini düşündüğünden devam etti.
Hanky bunlara hiçbir antikacının bunun yarısı kadar bile vermeyeceğini söyleyerek onu alt etmeye çalıştı. Sonra babam gümüş olarak 4.10 pound almaya razı oldu. Az önce açıkladığım gibi bu, altın olarak ganimetin yarısından fazlası bile etmezdi. Bu esnada, pazarlığa tutuşuldu ve profesörler ona tek bir Müzikal Banka parası bile vermeden ödeme yaptılar. Botları da bu fiyata dâhil etmek istediler ama babam karşı çıktı.
Ama ona biraz endişe veren başka konuya gelince karşı koyamadı. Panky babamın para için fatura vermesi gerektiğinde ısrar etti ve bu konuda profesörler arasında burada anlatabileceğimden çok daha uzun bir anlaşmazlık oldu.
Hanky faturanın gereksiz olduğunu söyledi. Bu konunun yeniden açılması babama bile zarar verirdi. Ancak Panky, babam tekrar para isterse diye değil ama -dışından söylemediyse bile-Hanky bütün alışverişte hak iddia etmesin diye endişelendiğinden fatura istedi.
Sonunda, Panky umulmadık şekilde galip geldi ve profesör Hanky ve Panky’den 4.10 pound tutarında para alındığını tasdik eden (Miktarı tercüme ediyorum.), üzerinde ortak paylaşılacak belli miktarlarda sarı maden, bir battaniye, kralın koruluklarında sahipsiz bulunmuş ufak tefek eşyalardan söz edilen bir fatura hazırlandı. Bu belge de izin belgesi gibi 19.12.29 tarihliydi.
Genelde daima pratik zekalı olan babam, bir isim arayarak zihnini zorluyordu ve Bay Nosnibor hariç kimse aklına gelmiyordu. Bu kişinin Senoj diye de çağırıldığını hatırlayınca belgeyi Erewhon’da yeterince yaygın bir isim olan Senoj, alt korucu ismiyle imzaladı.
Panky şimdi memnundu. “Bunu sarı metal parçaları ile birlikte çantaya koyacağız.” dedi.
Hanky kibirli bir şekilde “Nereye istersen koy!” dedi ve çantaya kondular.
Her şey bittiğinde babam gülerek “Eğer benimle haksızca uğraştıysan seni affediyorum. Benim ilkem şudur: Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, sen de bizim suçlarımızı bağışla.”
Panky hevesle “O son sözleri tekrar et.” dedi. Babam, üslubuyla ilgili telaşa kapıldı ama tekrar etmenin daha yerinde olacağını düşündü.
“Duydun mu Hanky? Ben ikna oldum; söyleyecek başka bir şeyim yok. Adam gerçek bir Erewhon’lu; Güneş’in Oğlu’nun duasının bozuk okunuşunu biliyor.”
“Açıkla lütfen.”
Bu arada tahminî düzeltmelerde iyi olan Panky, “Neden göremiyosun? Bunun Güneş’in Oğlu ve ait olduğunu gösterdiği insanlardan herhangi biri için ne kadar imkânsız olduğunu göremiyormusun? Kendi günahlarını affettirmek diğer insanların günahlarını affetmek kadar kolay olabilir mi?” dedi.
“Onun zekâsında hiçbir insan böyle bir şeyi hayal edemez. Bu, her şeye gücü yeten bir varlıktan onun günahlarını kabul etmemesini istemek ya da onları tam olarak affetmesini istemek gibi bir şey olur. Hayır, Yram bunu yanlış anladı. Kelimelerini karıştırdı. Kelimelerin telaffuzu çok benzerdi; doğrusu bariz şekilde ‘Bizim suçlarımızı bağışla ama bize karşı suç işleyenlerin suçlarını bağışlama.’ olmalıydı. Bu, manalı ve olmayacak bir duacıyı her birimizin kalbine hitap eden biri hâline çevirir.” Sonra babama dönerek “Bunu görebilirsin dostum, her şey seni işaret ederken göremez misin?” dedi.
“Elbette görürsün, benim iyi dostum ve bildiğim kadarıyla Erewhon kaynakları dışında sana asla ulaşmış olamayacakları için elbette görürsün.”
Hanky güldü, homurdandı ve alçak sesle mırıldandı: “Sonunda bu ahbabın yabancı bir şeytan olduğunu düşünmeye başlayacağım.”
Babam “Ve şimdi, beyler, ay yükseldi. Gün doğumuyla beraber bıldırcınların peşine düşmeliyim; sonra da korucu kulübesine gideceğim ve hem bıldırcınların yerine olabildiğince yakın olmak hem de koşarken dinç olmak için iki saat kadar uyuyacağım.” dedi ve devam etti.
“Korulukların sınırına o kadar yakınsınız ki artık izne ihtiyacınız olmayacak; hiç kimse sizi karşılamayacak ve kimse karşılamamalı da. Eğer karşılarsa sadece isminizi verip bir hata yaptığınızı söyleyin. Yarın korucunun ofisinde nasıl olsa bunu teslim edeceksiniz ama bunu şimdi alırsam sizi beladan koruyacaktır ve bıldırcınları teslim ettiğimde bunu da teslim ederim.
Antikalara gelince onları sınırların dışında oldukça iyi saklayın. Size onları bir an önce ormanın dışına götürmenizi ve buralarda değil sınırıların dışında dinlenmenizi öneririm. Onları uygun bulduğunuz bir zamanda uygun bir şekilde geri alırsınız.
Ama umarım diğer taraftan buraya gelen yabancı şeytan hakkında hiçbir şey söylemezsiniz. Bu hususta herhangi bir fısıltı, insanların huzurunu kaçırır ve zaten huzurları yeterince kaçmış durumda; bu nedenle bize verilen emir buradan geçen herkesi öldürmek ve bunu başkorucu dışında kimseye söylememek.
Beyler kendimi savunmak için sizin tarafınızdan bu emirleri çiğnemeye zorlandım; size söylediğim şeyleri sır olarak tutacağınıza ve fedakârlığınıza güvenmeliyim. Elbette bunları başkorucuya bildirmeliyim. Eğer şimdi beni anlıyorsanız izninizi bana bırakabilirsiniz.”
Bütün bunlar o kadar inandırıcıydı ki profesörler teşekkür dışında tek kelime etmeden izin belgesini verdiler. Antikalarını aceleyle kral topraklarından çıkıncaya kadar, daha dikkatli saklamak için “zavallı yabancı şeytanın” battaniyesine sardılar.
Babama iyi geceler ve sabahki bıldırcın avında başarılar dilediler; keklikler konusundaki özverili hizmeti için tekrar teşekkür ettiler ve hatta Panky ona birkaç tane Müzikal Banka parası verdi; babam da memnuniyetle kabul etti. Sonra Sunchston yönüne doğru yola koyuldular.
Babam, bir kısmını sabah kahvaltıda yemek, diğerlerini de bulabildiği ilk uygun yerde atmak için kalan bıldırcınları topladı. Dağlara doğru döndü ama daha on adım gitmeden bir ses duydu ve arkasından kendisine “Güneş’in Oğlu’nun duasının doğru okunuşunu unutma.” diye seslenen Panky’yi gördü.
Babam duyulmayacağını bilerek ama yine de duygularını ifade edebilmekten memnun şekilde “Seni yaşlı aptal!” diye bağırdı.
5. Bölüm
Babam, Varlığından Haberdar Olmadığı Oğluyla Karşılaşır ve Onunla Bir Anlaşma Yapar
Son iki bölümde aktarılmış olan olaylar iki saat kadar sürmüştü. Bu yüzden babam ayak izlerini takip edip o sabah bıraktığı kampa doğru gidene kadar neredeyse gece yarısı olmuştu.
Artık giyilmesi yasak olan kıyafetle daha ileri gidemeyeceğinden bu gerekliydi. Bu vakitte, heykellere ulaşana kadar pek korucuyla karşılaşmazdı ve gayret ederse profesörlerin izin belgesinin süresi dolmadan kralın özel topraklarının sınırlarından vaktinde çıkabilirdi. Eğer sorun çıkarsa işi izinde adı yazılı kişilerden biriymiş gibi pişkinliğe vurmalıydı.
Yorgun olduğu hâlde heykellere tahmininden daha çabuk, sabah üç gibi ulaştı. Rüzgâr ılıktı ve profesörlerin o bıraktıktan kısa bir süre sonra görmüş oldukları izler yok olmuştu. Heykeller ay ışığında oldukça acayip göründü ama şarkı söylemiyorlardı.
İlerlerken profesörlerden edindiği bilgileri düzene koydu. Açıkça görünüyordu ki Güneş’in Oğlu ya da Güneş’in Çocuğu kendisinden başkası değildi ve Coldharbour’ın yeni adı şüphesiz onun Erewhon’da ulaştığı ilk kasaba olduğunu anımsamak içindi.
Onun insanüstü soyundan geldiği zannediliyordu ve balonla uçuşunun anlaşılmaz bir mucize olduğuna inanılmıştı. Erewhon’lular yüzyıllar boyu önceki kültürlerine ait bilgileri silmekteydiler, aslında müzelerden ya da bulunması zor ciltlerden hâlâ anlaşılması zor da olsa biraz bilgi edinilebilirdi. Ancak az sayıda arkeolog araştırma yaptığı hâlde, çalışmaları asla kitlelere ulaşmadı.
Şimdi her şeyi anladı. Gelecek pazar o ve annem buradan kaçalı yirmi yıl olacaktı. Bu 19.12.29’un anlamıydı. Şüphesiz Erewhon tabiatını Güneş’in doğasıyla birleştiren bir gelinle Güneş’in sarayına döndükleri günden itibaren yeni bir çağ başlatmışlardı.
Dolayısıyla 7 Aralık Pazar gününden başlayan yeni yıl 20.1.1 oldu. Tamamen bitmediyse de perşembe günü, otuz bir günlük ayın sonundan sadece iki gün sonraydı; ayrıca yılın da sonuydu. Yani profesörün izninde olduğu gibi XIX. xii. 29 olacaktı.
Daha sonraki sayfada ne olacağını burada açıklamalıyım. Yani Erewhon’lular yeni sistemlerine göre, bu dünya ve onun diğer gezegenleri haricinde Güneş’in Tanrı olduğuna inanmazlar.
Babam onlara astronomi hakkında az bir şey anlatmıştı ve onları sabit yıldızların da bizimkisi gibi etrafında gezegenlerin döndüğü ve büyük ihtimalle bizden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar üzerlerinde akıllı canlıların yaşadığı Güneşler olduğuna ikna etmişti.
Bundan yola çıkarak Güneş’in bu gezegen sistemlerinin yöneticisi olduğunu, Hava Tanrısı, Zaman ve Mekân Tanrısı, Umut, Adalet ve babamın kitabında belirtilen diğer tanrıları kişileştirdikleri gibi kişileştirilmesi gerektiği teorisini geliştirdiler. Eski inanışlarını bu tanrıların gerçek varlığında sürdürdüler ama şimdi bütün onları Güneş’e göre altta tuttular.
Bizim tanrı anlayışımıza en yakın yaklaşımları, Tanrı’nın kâinattaki bütün Güneşlerin hükümdarı olduğu, gezegenlerimizin ve onların üzerinde yaşayanların olduğu kadar ona ait olan Güneşlerin de efendisi olduğuydu.
Onun bir Güneş’e ve sistemine diğerlerinden daha fazla ilgi gösterdiğini inkâr ederlerdi. Etrafındaki gezegenlerle beraber bütün Güneşlerin Tanrı’nın eşit evlatları olduğu ve her Güneş’i kendi sistemini yönetmek ve korumakla görevlendirirdiği varsayılırdı. Bu yüzden “Hava Tanrısı’na ve hatta Güneş’e yeteri kadar dua edebilirsek Tanrı’ya dua etmemeliyiz. Ona gezegenleri gözettiği için minnettar olabiliriz ama daha ileri gitmemeliyiz.” derlerdi.
Babamın algılamalarına geri dönersek, Erewhon’luların sadece kendisinin Nosnibor’larda sıkça açıkladığı takvimimizi benimsediklerini değil aynı zamanda bizim haftalarımızı da alıp bizim yaptığımız gibi pazarları tatil yaptıklarını algılamıştı.
Gelecek pazar havalanışının yirminci yılı anısına ona bir tapınak adayacaklardı; burada babamı ve eşini dört siyah ve beyaz atın sürdüğü at arabasıyla göğe yükselirken gösteren bir tablo olacaktı ancak Profesör Hanky olayda at değil sadece leylekler olduğunu söylemişti.
Burda babamın lafını keserek “Gerçekten leylek var mıydı?” diye sordum.
“Evet, Hanky’nin sözlerini duyar duymaz yaz aylarında Erewhon semalarında onları çok eğlendiren dört beş büyük leyleğin dönüşünü hatırladım.” dedi. “Bunu epeydir unutmuştum ama birden bu yaratıkların bilmedikleri bir tür kuş sandıkları balona doğru pike yapıp gök cisminin etrafındaki uydular gibi onun etrafında daireler çizdiklerini hatırladım.
Heybetli gagalarıyla balona saldırırlarsa diye korkmuştum çünkü o zaman her şey biterdi. Ya korktular ya da meraklarını giderdiler; öyle ya da böyle bizi rahat bıraktılar. Ama merkezden epey uzaklaşana kadar bize eşlik ettiler.”
Babamın eski kamp yerine dönerkenki düşüncelerine geri döneyim.
Profesör Panky’nin giysilerinin ters oluşuna gelince kendi eski giysilerini kraliçeye verdiğini hatırladı ve başsız korkuluktan daha iyi bir şeyde onları sergileyebileceğini düşündü. O korkuluğun yeri hiç değiştirilmediyse tersten gördüyse kralın ilk bakışta bunun ne olduğunu anlayamaması normaldi ve ilk bakışta neye benzettiyse ilk fikirlerinin son fikirleri olması olası olduğundan değişmesi de çok zor bir ihtimaldi. Ama bu durum hakkında daha çok şey öğrenmeliydi.
Ya saat? Makineler hakkındaki görüşleri de mi değişmişti? Ya da onun kullandığı bir makine ile ilgili bir istisna mı yapılmıştı?
Yram da annemle babam oradan ayrıldıktan kısa bir süre sonra evlenmiş olmalıydı. Yani şimdi belediye başkanının karısı ve görünüşe göre Sunchston’da -en azından artık onu böyle belirtmesi gerektiğine inanıyor- işleri kendi istediği şekilde yapabiliyordu. Çok şükür ki zengin olmuş! Onun özünde şüpheci olduğunu ve açık renk saçlı oğlunun şimdi başkorucu olduğunu bilmek çok ilginçti. Ya o oğlan? Daha yirmi yaşında! Evlilikten yedi ay sonra doğmuş!
Demek ki belediye başkanı da açık renk saçlıydı; ama neden o alçak herifler Yram’ın hangi ay evlendiğini söylemişlerdi? Eğer o ayrıldıktan hemen sonra evlendiyse ona hiç mektup yazmamış ya da göndermemiş olması bundan olabilirdi. Dua edelim de öyle olsundu.
Dedikodulara gelince eğer çocuğun iyi bir babası varsa kimin oğlu olduğunun ne önemi vardı?Ama yolda onunla karşılaşmadığım için mutluyum. Başka biri tarafından öldürülmeyi tercih ederim,diye düşündü babam.
Hanky ve Panky’ye gelince Bridgeford’un mantıksızlık okullarının en fazla sayıda bulunduğu kasaba olduğunu hatırladı; orayı ziyaret etmişti ama oraya “İnsanları şüphe altında olan şehir.” denildiğini unutmuştu. Besbelli onun profesörleri pazar günü toplanacaklardı; eğer bu iki profesör onu soysaydı bile onlardan aldığı bu kadar bilgiyle başını sokacak bir yer bulmuş olduğu için onları affedebilirdi.
Ayrıca, kendisine adanan tapınağı gördükten hemen sonra geri dönmeye karar verdiğinde ihtiyacı olacak kadar Erewhon parası da bulmuştu. Korulara izinsiz dönmenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordu ama merakı üstün geldi ve bu tehlikeyi göze almaya karar verdi.
Heykelleri geçtikten hemen sonra bayır aşağı inmeye başladı, sabah oluyordu, yerler engebeli olduğundan atlaya sıçraya gitti. Eski kamp yerine beşten sonra ulaştı; bu, en azından, yokluğunda durduğunu fark edince ayarladığı saatine göre böyleydi.
Şimdi onu yanına almaması için hiçbir sebep yoktu, bu yüzden cebine koydu. Papağanlar onun heybesine, eyerine ve yularına saldırmıştı, bunu yapacakları kesindi ama çantaların içine girmemişlerdi. İngiliz giysilerini çıkardı ve giydi. Altın dolu çantalarını bölmelere yerleştirdi ama Erewhon parasını en yakın yere koydu.
Erewhon giysisini antika olarak saklama niyetiyle heybelere geri koydu; aynı zamanda saçındaki, yüzündeki ve ellerindeki boyayı tazeledi. Kendisine bir ateş yaktı, çay yaptı ve zaman kaybetmemek için yürürken yolduğu iki çift bıldırcını pişirip yedi. Sonra da uykusunu almak için yere uzandı.
Uyandığında bir saat değil iki saat uyumuş olduğunu gördü ki bu da iyiydi. Saat sekiz gibi geçidi tekrar tırmanmaya başladı. Bir an bile mola vermeden akşam gibi heykellere ulaştı. Bu sefer çetin bir rüzgâr vardı ve şiddetle uğulduyordu.
Onları da hızla geçti ve bıldırcınları yakaladığı yere geldiğinde önce korucu olduğunu tahmin ettiği bir adam gördü ama sonra kıyafetin yeterince ilginç şekilde ters olmadığını görünce onun kralın elemanlarından biri olduğunu anladı.
Babamın kalbi hızla attı, iznini çıkardı ve gülen bir yüzle karşısında duran korucuya doğru gitti.
Adamın hâlâ güler yüzlü ve açık renk saçlı olduğunu görünce babam “Sanırım siz başkorucusunuz, ben Profesör Panky ve bu da iznim.” dedi. “Kardeş profesörümün gelmesi engellendiği için gördüğünüz gibi yalnızım.”
Hanky’nin daha popüler olanı olduğunu anlayınca babam Panky’nin ismini kullanmayı tercih etmişti.
Genç adam izin belgesini şüpheyle incelerken babam da onu inceledi ve kendi geçmişini onda görerek onun kendi oğlu olduğundan şüphelendi. Delikanlı gerçekten her babanın gurur duyabileceği gibi biri olduğundan babam hislerini gizlerken çok zorlandı.
Onu kucaklayıp kim olduğunu haykırmak istedi ama çok iyi biliyordu ki bu olamazdı. Ondan sonra kendisiyle verdiği mücadeleyi anlatırken gözlerinden tekrar yaşlar boşaldı.
Bana “Kıskanma benim canım oğlum, seni de en az onu sevdiğim kadar içten seviyorum, hatta daha çok ama onu tanımam çok ani olmuştu ve beni sevimli, gençlik, sağlık ve dürüstlük dolu güler yüzüyle kendisine hayran etti.” dedi. “Senin zavallı annen hakkında çok konuşman hariç sana inanılmaz benzediğinden onu gördüğümde kalbimi heyecan sardı.”
Kıskanmamıştım; aksine bu delikanlıyı görmek ve onda her zaman sahip olmayı arzuladığım böyle bir kardeşi bulmayı istedim. Ama şimdi babamın hikâyesine döneyim.
Genç adam izin belgesini inceledikten sonra belgenin form şeklinde olması gerektiğini belirtti ve babama geri verirken ona nazik bir hoşnutsuzlukla baktı.
“Sanırım siz de Bridgeford’dan ve ülkenin her yerinden gelenler gibi pazar günkü adamaya geldiniz.” dedi.
Babam “Evet. Vay canına, burası amma rüzgârlı! İnsanın gözünü nasıl da sulandırıyor.” dedi ama boğazında öyle bir gıcıklamayala konuştu ki hiçbir rüzgâr esintisi bunu yapamazdı.
Delikanlı “Burasıyla heykeller arasında hiç şüpheli birileriyle karşılaştınız mı?” diye sordu. “Ben aşağıdaki ateşin küllerinin ordan geliyorum; bir ara orada üç adam oturmuş ve hepsi de bıldırcın yemiş. İşte burada onların tüyleri ve kemikleri var, bunları saklayacağım.” dedi. “Küller hâlâ sıcak olduğuna göre onlar gideli iki saatten fazla olmuş olamaz; gitgide daha cesur olmaya başladılar ateş yakmaya cüret edeceklerini kim düşünürdü ki? Sanırım siz kimseyle karşılaşmadınız; ama bir kişi bile görseniz haberim olsun.”
Babam kimseyle karşılaşmadığını söyledi. Sonra gülerek delikanlının durumu en az onun kadar nasıl fark edebildiğini sordu.
“Üç tane dikkat çekici işaret ve küllerin arasında üç ayrı çift bıldırcın kemiği vardı. Ayıklama işini bir adam yapmış. Bu tuhaf ama eminim sonra çözeceğim.”
Biraz daha konuştuktan sonra korucu şimdi Sunchston’a gitmekte olduğunu söyledi ve kabaca babamla birlikte yürümelerini önerdi.
Babam “Elbette.” diye cevapladı.
Daha birkaç yüz metre gitmeden “Benimle biraz sol tarafa doğru gelirseniz size mavi havuzu gösterebilirim.” dedi.
Akıntının düştüğü sert zeminden kaçınmak için sağa doğru sapmışlardı ve burada daha düz bir iniş buldular. Akıntıya geri dönüyordu ve akıntı ileride daralmaya başlıyordu. Sonra kendilerini kayalık bir havzada buldular; burası çok büyük değildi ama masmaviydi ve açıkçası derindi.
Korucu “Burası bize verilen emre göre diğer taraftan gelen yabancı şeytanları atmamız gereken yer. Sadece dokuz aydır başkorucuyum ama bu korkunç görevle henüz karşılaşmadım…” dedi ve gülümseyerek ekledi. “Ama sizi yakaladığımda bir başlangıç yapacağımı sandım. İzniniz olduğunu görünce de çok memnun oldum.”
“Bu havuzun dibinde kaç iskelet yatıyordur sizce?”
“Topu topu yedi sekiz taneden fazla değildir bence. On sekiz yıl önce üç dört tane ve sonraki yıllarda da aynı sayıda vardı; ben görevlendirilmeden üç ay kadar önce bir adam yakalandı. Ofisimde, tarihleriyle birlikte tam liste var ama korucular Sunchston’daki insanların yakalananların ne zaman mavi havuza atıldığını bilmesine asla izin vermezdi; çünkü bu, insanların huzurunu kaçırırdı ve bazıları cesette bir şey bulabilirler mi diye havuzu aramak için gece buraya gelirlerdi.”
Babam bu iğrenç yerden döndüğü için memnun olmuştu. Bir süre sonra “Buralarda sizin gibi iyi insanlar önümüzdeki pazarki adama etkinlikleri ile ilgili ne düşünüyor?” diye sordu.
Korucuların fikirleri hakkında profesörlerden duyduklarını hatırlayarak “etkinlikler” derkenki telaffuzuna hafif ironik bir ifade verdi. Delikanlı ona keskin bir bakış attı ve gülerek “Etkinlikler yeterince büyük olacak.” dedi.
Babam, “Ne güzel bir tapınak inşa ettiler. Resmi daha görmedim ama dediklerine göre dört siyah-beyaz at oldukça güzel çizilmiş. Güneş’in Oğlu’nu havalanırken gördüm ama havada ne at ne de ona benzer bir şey yoktu.” dedi.
Delikanlı çok ilgilendi. “Gerçekten onu havalanırken gördün mü?” diye sordu. “Tanrı aşkına, bütün bunların ne olduğunu düşünüyorsun?”
“Her ne ise at değildi.”
“Ama olmalı, senin de mutlaka bildiğin gibi sonradan onlardan birinden düşen bir dışkı buldular, bunu da olağanüstü şekilde korudular ve önümüzdeki pazar bunu altın bir sandık içinde gösterecekler.”
Babam bu gerçeği ilk kez öğrendiği hâlde “Biliyorum.” dedi. “Bu kutsal emaneti henüz görmedim ama sanırım daha az tatsız bir şeyler bulmuş olmalılar.”
Delikanlı gülerek “Belki bulurlardı ama atların bırakabileceği başka hiçbir şey yoktu ki. Hiç de söyledikleri gibi olamayan sadece birkaç tane garip şekilde yuvarlanmış taş.”
Babam “İyi, iyi.” diye devam etti. “Kutsal emanet ya da değil, Güneş’in Oğlu’nun öğretilerini tamamen anlasalar da bu martavalları Tanrı’nın en kutsal hediyesi olan akla hakaret olarak görüp hoşlanmayan pek çok kişi var. Bridgeford’da bu at hikâyesinden hoşlanmayan çok kişi bulunuyor.”
Delikanlı şimdi biraz daha rahatlamıştı. Sakince “Burada da var bayım ve Güneş’in Oğlu’ndan nefret edenler de var. Eğer eskiden onun anneme anlattığı gibi bir cehennem varsa onun en derin ateşlerine atılacağından şüphemiz yok. Bak, hepimizi nasıl altüst etti. Ama ne düşündüğümüzü söylemeye cesaret edemiyoruz. Çünkü Erewhon’da hiç cesaret kalmadı.” dedi
Daha az kızgınlıkla “Hepsini sizin Bridgeford halkı ve Müzikal Bankanız yaptı. Müzikal Banka müdürleri insanların kendilerinden ayrıldıklarını ve halkın bu yabancı şeytan Higgs’e – hapisteyken anneme adının bu olduğunu söylemiş- inandığını. Ama sen bütün bunları en az benim kadar biliyorsun. Siz Bridgeford profesörleri bütün bu zaman boyunca bunun böyle olmadığını bildiğiniz hâlde nasıl bu atlara ve Güneş’in Oğlu’nun gerçekten Güneş’in oğlu olduğuna inanmış gibi yapabildiniz.”
“Oğlum -aramızdaki yaş farkını hesaba katarsak sana böyle diyebilirim- biz de Bridgeford’da sizin Sunchston’da olduğunuz gibiyiz; düşündüklerimizi söylemeye her zaman cesartimiz yok. Dinlenmeyeceğimiz için bunu yapmak da çok akıllıca olmaz.
Bu ateş kendi kendine sönmeli, çünkü önüne geçilmeyecek kadar güçlendi. Higgs kendisi geri dönüp evlerin tepesinden ölümlü olduğunu söyleyecek olsa bile öldürülürdü ama kimse ona inanmazdı.”
“Eğer insanlar onu öldürmeyi seçerse gelsin; kendini göstersin, konuşsun ve ölsün. O durumda onu affederdim.”
Babam güçlü hislerle, ağzından kelimeler zorla çıktığından gülümseyerek “Bu bir pazarlık mı?” dedi.
Delikanlı kararlı bir şekilde “Evet, öyle.” diye cevap verdi.
“O zaman onun adına seninle el sıkışalım ve konuyu değiştirelim.”
Başkorucu şüpheyle ve biraz küçümsemeyle ama geri çevirmeden babamın elini kabul etti.
6. Bölüm
Baba ve Oğul Arasındaki Sohbet İlerler: Profesörün Saklı Malları
Konunun değişmesini istemek bir şey ama değiştirmek başka bir şeydir. Kısa bir sessizlikten sonra babam “Annenin sana ne isim verdiğini sorabilir miyim?” dedi.
Gülerek “Benim adım George ama bu, o düzenbazların başı Higgs’in ilk adı olduğundan başka bir şey olmasını isterdim. Bu isimden de onu taşıyan adamdan ettiğim gibi nefret ediyorum!”
Babam bir şey demedi ama elleriyle yüzünü sakladı.
Diğeri “Bayım, korkarım biraz endişelendiniz.” dedi.
Babam “Bana daha küçük yaşta benden çalınan bir çocuğu hatırlattın. Onu uzun yıllardır aradım ve en sonunda onunla tesadüfen karşılaştım; bir babanın tüm kalbiyle bulmayı dileyeceği gibi. Ama yazık! Beni, benim ona yaklaştığım gibi nazikçe karşılamadı ve iki gün sonra beni terk etti ben de onu bir daha görmedim.” dedi.
“O zaman bayım sizi yalnız bıraksam daha mı iyi olur?”
“Hayır, yollarımız ayrılana kadar benimle kal; oğlumu göremediğime göre, sen ona çok benzediğin için sanki o da benimleymiş gibi hissediyorum kendimi. Ve şimdi…” Daha fazla zayıflık göstermemek için konuyu değiştirdi: “Annenin de Güneş’in Oğlu’nu tanıdığını söylemiştin. Söyle bana, onu nasıl tanırdı?”
“Biraz sersem olmasına rağmen ondan çok hoşlanmış. Onun kendisinin Güneş’in Oğlu olduğunu söylediğine inanmıyor. Eskiden dua ettiği ve cennette onu duyabilen bir babası olduğunu söylerdi ama dediğine göre hepimiz bu görünmeyen babaya sahipmişiz.
Annem onun bize zarar vermek istediğine inanmıyor, sadece Bayan Nosnibor’ın küçük kızı ile birlikte bu ülkeden gitmek istediğini söyler hep. Balonla ilgili ortada doğaüstü bir şey olmadığı için onun üstünde pek durmaz; onun Higgs’in yapmayı bildiği bir makine olduğunu söylüyor, ama nasıl yapılacağını unuttuğumuz bir makine, tıpkı diğer birçoklarını unuttuğumuz gibi.
Bu, annemin biz bizeyken söyledikleri ama halk içinde Müzikal Banka müdürlerinin onun hakkında söyledikleri her şeyi doğrular. Onlardan korkar. Belki biliyorsundur, senin izin belgende adını gördüğüm Profesör Hanky onu canlı canlı yakmaya çalıştı.”
Babam Çok şükür ki ben Panky’yim,diye düşündü ve “Oh, korkunç! Korkunç! Hanky bile olsa buna inanamıyorum.” dedi.
“O, bunu inkâr eder ve biz de ona inandığımızı söyleriz. Bridgeford’da kaldığı sürenin kalanında anneme karşı en nazik olan ve ilgili davranan oydu. O ve annem mükemmel arkadaşlardan ayrıldılar ama annemin ne düşündüğünü biliyorum. O da Sunchston’dayken onu mutlaka göreceğim, ona karşı kibar olmam gerekecek ama bunu düşünmek bile beni hasta ediyor.”
Korucu ve Hanky’nin görüşecek olduklarını öğrendiğine endişelenen babam “Onu ne zaman göreceksin?” dedi ve Kim bilebilir belki Panky’yi de görebilir? diye düşündü.
“On beş gündür evden uzaktayım ve cumartesi gecesi geç saate kadar geri dönmeyeceğim. Onu pazardan önce göreceğimi sanmıyorum.”
Yeter artık,diye düşündü babam, o anda pazar gününün geçip gitmesinden daha önemli bir şey olamayacağını düşünüyordu. Sonra korucuya dönerek “Anlıyorum ki annen her şeye rağmen Güneş’in Oğlu hakkında çok da kötü düşünmüyor.”
“Bazen onunla dalga geçer ama oğullarından ya da kızlarından, herhangi birimiz ona karşı bir söz söylediğimizde direk tokat yeriz. Annem herkesi parmağında oynatır. Onun sözü Sunchston’da kanundur; herkes ona uyar. Birden fazla çeteyle yüzleşmiş ve babam yapamazken annem onları bastırmış.”
“Onun hakkında ne dersen inanırım. Başka kaç çocuğu var?”
“Biz, en küçüğümüz on dört yaşında olan dört erkek ve üç kızız.”
“Bütün sağlık ve mutluluklar onun, senin ve hepinizin olsun, bundan sonra ve daima.” Ve babam konuşurken istemsizce başını açtı.
Delikanlı, babamın hareketinden etkilenerek “Bayım, teşekkür ederim ama gördüğüm kadarıyla siz Bridgeford profesörleri gibi konuşmuyorsunuz. Neden bize bu kadar içtenlikle iyilikler dilediniz? Bu sizin oğlunuza benzediğim için mi yoksa başka bir sebep mi var?” dedi.
Babam çok ileri gittiğini bildiğinden korkarak “Benzediğin tek şey oğlum değil.” dedi ve “Sen de benim gibi gerçeği seven ve yalanlardan nefret eden birine benziyorsun.” diyerek sürdürdü konuşmasını.
Delikanlı ciddiyetle “O zaman bayım, itibarınızı gizliyorsunuz. Ve şu an da sizden dün geceki kaçak avcıların olabileceğini düşündüğüm korunun -orada geceyi onları izleyerek geçirmek üzere- başka bir kısmına gitmek için ayrılmalıyım. İzin belgesine birkaç mil daha ihtiyacınız olabilir o yüzden almayacağım. Onu Sunchston’da da vermenize gerek yok çünkü bu akşamdan sonra süresi doluyor.”
Bununla birlikte kibarca ama biraz da soğukça selamlayarak ve babamın yarı uzanmış elini teşvik etmeden ormana doğru ilerledi.
Babam da üzgün ve memnuniyetsiz bir şekilde geri döndü.
“Ben bunu hak ettim.” dedi kendi kendine. “O benim oğlum olamazdı; yine de eğer böyle adamlar dünyaya öyle ya da böyle gelebiliyorsa eminim dünya bu konu hakkında soru sormamalıdır. Şimdi benden ayrıldığı için her şey nasıl da kötü görünüyor.”
***
Bu arada saat üçtü ve birkaç dakika içinde bir önceki gece profesörlerle yemek yediği ateşin küllerinin başına geldi. Onlarla karşılaşalı sadece on sekiz saat olmuştu ama bu, nasıl da bir asır gibi gelmişti!
Korucunun yanından ayrılmış olması iyiydi, çünkü eğer bu konu hakkında bir şey sorsa babam elbette ateş veya izinsiz avlananlar hakkında bir şey bilmiyor olacak olsa da daha fazla yanlışlığa yol açabilirdi ve idare etmekten yorgun düşmüştü; yalanlardan bıktığını söylemeye gerek bile yok.
Korunun sınırlarını belirten bazı taşlara gelene kadar tek bir canlıya bile rastlamadan ağır adımlarla yürüdü. Bunların bir mil kadar ötesine geçtiğinde onu Sunchston’a götüreceğine emin olduğu dar ve pek kullanılmamış bir patika buldu ve hemen sonra patikadan otuz kırk metre kadar ileride büyük yaşlı bir kestane ağacı görerek ona doğru gitti ve onun dallarının altına devrildi.
Çiftlik arazilerine ve evlere yaklaştığına dair bolca işaret vardı ama henüz ortada bir şey görünmüyordu ve eğer görülürse görüntüsünde şüphe uyandırıcak hiçbir şey yoktu.
Bunun üzerine açlıktan uyanıncaya ve karnını doyurmak üzere Sunchston’a sürükleyinceye kadar burada dinlenmeye karar verdi fakat gün batımına kadar oraya varmayı umuyordu. Dükkânlar kapanmadan önce bir valiz almak ve tuvalet ihtiyacını gidermek, bulabildiği tenha hanlardan birinde temiz ve konforlu bir oda tutmayı düşündü.
Altıya doğru uyudu ve uyanınca kafasını topladı. Yeni bulduğu oğlunu aklından çıkaramıyordu ama şimdi ona odaklanması iyi değildi ve aklını profesörlere verdi. Nasıl anlaştıklarını ve ondan aldıkları şeylerle neler yaptıklarını merak etti.
Kendi kendine Mallarını sakladıkları yeri bulsam ve onları alıp başka yere saklasam ne güzel olurdu,dedi.
Onları aramaya başlamadan önce, hareketlerine karar vermesi gereken başıboş salınan boğalar gibi aklını profesörlere yöneltmeye çalıştı.
Düşündükten sonra sakladıklarının şu an bulunduğu yerden çok uzakta olamayacağı sonucunu çıkardı.
Ve büyük ihtimalle önlerine çıkan ilk yere saklarlardı. “Aman Ya Rabb’im, bu ağacın neden kutsal olduğunu merak ediyorum!” diye haykırdı. Ağacı yoklarken Erewhon’lular tarafından daha yeşilken ip ya da sicim olarak kullanılan lifli yaprakta küçük masum bir kazıntı izi gördü.
Bu yaprağı yapan bitki, Yeni Zelanda’da çok sık olarak bulunan aslanağzı bitkisine ya da oradaki adıyla ketene benzer ki bu bitki büyük dağın her iki yanında da yetiştiğinden ondan geleceğin keteni olarak bahsedeceğim.
Babamın gözüne çarpan bu keten parçası, kestane ağacının köklerinden büyümüş olan güçlü sürgünün yerden çok da yüksek olmayan dalına bağlanmıştı ve oradan iki fit kadar ana ağacın oyuk olduğu yere doğru, aşağıdaki oyuğun içinde kayboluyordu.
Babam sürgüne tırmanıp ketenin bağlı olduğu büyük dala ulaşıncaya kadar biraz zorlandı ve sonra kendisini ağacın tabanından yukarı bir şey çekerken buldu. Hikâyenin kendisinden de kısa bir sürede oyuğun kırık tarafından kendi kırmızı battaniyesinin ucunu gördü ve sonra bohçanın yere düşmesiyle takır tukur sesler geldi.
Bu ses battaniyenin içine sarılmış olan tencere ve maşrapadan gelmişti. Battaniye ise her iki uçtan ve aradaki bazı noktalardan sıkıca bağlanmıştı ve babam aldıklarını düzgün bir şekilde paketleyip sakladıkları için içinden profesörleri övdü. Gülerek “Ama sanırım o dala ulaşmak için biri diğerinin sırtına çıkmış olmalı.” dedi.
Elbette külçeleri yanlarına almış olmalılar,diye düşündü. Yine de takır tukur sesleriyle beraber bazı dökülme sesleri de duymuştu. Dikkatle her düğümü çözerek ve keteni muhafaza ederek battaniyeyi açtı.
Onu açtığında güzel bir sürprizle maşrapanın tencerenin içinde ve altınların da faturayla birlikte maşrapanın içinde olduğunu gördü. İçinde çay olan kâğıt yırtılmış ve üzerinde Hanky’nin adı olan bir mendile sarılmıştı.
Külçeleri, faturayı ve mendili kendi cebine aktarırken “Rahatla vicdanım, rahatla!” diye bağırdı. “Sen benim ruhumun gözüsün! Beni gücendirirsen seni çıkarıp atmak zorunda kalırım.” Vicdanı onu korkutuyordu, bir şey söylemedi. Çaya gelince onu yırtık kâğıdın içinde bıraktı.
Sonra tencereyi, maşrapayı ve çayı hiç bozulma izi bırakmadan profesörlerin keteniyle tekrar tekrar düğümleyerek düzgünce bağladığı battaniyenin içine geri koydu. Battaniye ve içindekilerin bağlanıp tutturulduğu dala erişinceye kadar tekrar sürgüne tırmandı ve onları ağacın boşluğuna geri attı. Profesörlerin eşyalarını almak için gece yarısından önce gelmeyeceğinden emin olduğundan her şeyi yavaş yavaş yaptı.
Sadece altınları alsam, profesörler onları battaniye yapılırken birbirlerinin alıp cebine attığından şüphelenecek. Mendile gelince istediklerini düşünsünler; ama niyeti külçeleri çalmaksa Panky’nin fatura için neden o kadar endişeli olduğunu bilmek Hanky’nin aklını karıştıracak. Ne hâlleri varsa görsünler,diye düşündü.
Külçeleri, onları bulduğu yerde bıraktıkları sonucuna vardı, çünkü ikisi de altınları diğerinin almasından korktuğundan birbirine güvenmiyordu; üstelik bir terazileri olmadan da aralarında pek hoş bir bölüşme olamazdı. Ne olursa olsun, dedi kendi kendine. Altınların gittiğini gördüklerinde iyi bir kavga çıkacak.
Böylece yardımseverlikle olmayacak şeyler üzerinde kara kara düşündü. Profesörlerin saklanmış mallarını bulmak onu sanki güzel bir uyku çekmiş gibi canlandırdı. Saat yediyi geçiyordu. Daha tütün içmenin Erewhon’da erdem hâline gelip gelmediğinden emin olmadan öğrenciyken yaptığı gibi gizlice içtiği piposunu yaktı ve hızlıca Sunchston’a doğru yürüdü.
7. Bölüm
Yeni Düzene Dair İzler Her Yerde Babamın Dikkatini Çeker
Çok ilerlememişti ki patikada hızla genişleyen dönemeç ona iki mil kadar uzakta görünen iki yüksek kuleyi gösterdi ve burasının Sunchston olduğundan emin oldu. Dükkânlar kapanmadan kasabaya yetişebilmek için hızla yürüdü.
Önceki ziyaretinde kaldığı süre içinde hapiste olduğundan kasabanın çok az yerini görmüştü. Erewhon’daki ilk gecesini geçirmiş olduğu bu köye köylülerce getirilirken çok azı gözüne ilişmişti. Sağ tarafına baktığında görmüş olduğu ama gitmek istese bile yolunun üzerinde olmayan köyü ve Eski Makineler Müzesini görmüştü ama hapisten çıkarılırken gözleri bağlanmıştı. Yine de kuleler orada olsaydı onları mutlaka görmüş olacağından emindi ve bu kulelerin pazar günü kendisine adanacak olan tapınağa ait olduklarını düşündü.
Kenar mahallelerden ilerlerken kendisini ana caddede buldu. Gözüne takılanların hepsini burada anlatmaya yerim yetmeyecek ama gördükleri, Erewhon’daki alışkanlık ve fikirlerde yapılan değişikliklerin şimdiye kadar fark edebildiğinden çok daha fazla olduğunu anlamasına yetti.
Geldiği ilk önemli bina Ruhani Atletizm Üniversitesiydi ve okula bağlı olduğu anlaşılan bir dükkânın camında “Gücünüzü sınayın, her türlü sıradan günaha uygun ürünler en kısa sürede sağlanır.” yazan bir ilan gördü.
Daha çok bilinen günah türlerini hedef alan bazıları vardı ama bunlar genelde öfke sınamalarından oluşuyordu. Örneğin, hazineye para atarak biber, un ya da kiremit tozundan hangisini istersen yüzüne fışkırtırsın ve böylece soğukkanlılığının daha fazla gelişime ihtiyacı olup olmadığını öğrenirsin.
Babam bunu gücünüzü sınayın başlığının üzerine yapıştırılmış yazıdan öğrendi ama içeri girip de makinayı ya da kendi öfkesini ölçecek zamanı yoktu. Sinirliliğe karşı diğer ayartmalar canlı insanların ya da bir şekilde canlı varlıkların aracılığıyla oluyordu. Ağlayan çocuklar, çığlık atan papağanlar ve tüküren maymun gülünç şekilde düşük ücretlerle işe alınabilirdi. Güzelce çerçevelenmiş bir reklam gördü, üzerinde şöyle yazıyordu: “Dırdırcı Bayan Tantrums, Ruhani Atletizm Üniversitesi diplomalı. Sıradan dırdırın saati iki şilin ve altı peni. Sinir krizi ekstradır.”
Sonra deneyenlerden gelen bir seri ifade vardı. Örneğin: “Sevgili Bayan Tantrums, yıllardır son derece sinirli, huysuz mizaçlı, hayatı tahammül edilmez hâle getiren bir koca tarafından işkence görüyorum ona bazen öyle bir cevap veriyorum ki kişisel şiddetini bana yöneltiyor. Sizden on iki seans kurs aldıktan sonra kocam melek gibi oldu ve o zamandan beri tamamen uyum içinde yaşıyoruz.”
Bir diğeri de bir kocadandı: “Bay … Bayan Tantrums’a övgülerini sunar ve ekstra özel sinir krizlerinin, daha önce çok stres verici bulduğu bu ataklara duyarsız kılmasına dair karısının yaptığı her şeye üstün geldiğini temin ettiğine yemin eder.”
Benzeri ifadeleri olan pek çok başka yazı da vardı ama babamın hepsine bakacak zamanı yoktu. Şu ikisiyle idare etti: “En sonunda denedi. Doğru zamanda doğru şeyle yapılan küçük bir düzeltmeye paha biçilemez. Artık küfretmiyor, hiç kötü dil kullanmıyor. Bizim ruhani hazım tabletlerimizle yaklaşık yirmi dakika içinde kuzu gibi olması garanti. Basit yalanlardan cinayet düşkünlüğüne kadar ve yine nefrete eğilim, kötülük, kabalık, bilincin zayıflaması veya aşırılaşması, duygusal içgüdülerin yokluğu veya çokluğu gibi daha sıradan ahlaki şikâyet durumlarında bizim ruhsal hazımsızlık tabletlerimiz ani rahatlama ve başarı sağlayacaktır.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/samuel-butler/erewhon-a-ikinci-ziyaret-69428902/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Othello’nun karısı. (ç.n.)