Erewhon

Erewhon
Samuel Butler
Servet edinmek için ülkesini terk eden bir gezgin, bu amaçlarla yola çıktığı bir gezinin sonucunda kendisini sıra dışı bir ülkede bulur. Muhteşem arazisi, olağanüstü yakışıklı ve yapılı erkekleri, ayrı bir güzelliği olan kadınlarıyla insan soyu için görünüş olarak âdeta ideal bir ülkedir burası. Görünüşte kusursuz olan bu ülkenin âdet ve görenekleri ise olağanın oldukça dışındadır. Burada hastalık, bir suç; yoksulluk ve talihsizlik, cezalandırılması gerekli bir durum; saat dâhil tüm makineler ise kullanımı yasak bir şeydir. Bu yönüyle, yazarının Erewhon adını verdiği bu yer, bir tezatın; dıştan ideal bir medeniyetin, içten ise medeniyetin gereklerinden uzak bir yapının hüküm sürdüğü bir ülkedir. “Erewhon”, bilim kurgu edebiyatının ilk örnekleri arasında yer almakla beraber yazarının bir “yanlış anlama” olarak belirtmesine rağmen kimi bölümlerde Charles Darwin’in evrim kuramını hicveden bir eserdir. Bununla beraber hem ütopya hem de distopya özelliği göstermesi, ilerleyen zamanlarda makinelerin insanlar üzerinde egemen konuma geleceklerini ilk defa söz konusu etmesi, ayrıca yazarının normal hayatında da büyük nefret duyduğu Viktorya Döneminin suç, ceza ve din yönünden eleştirisini içinde taşımasıyla kayda değer bir zenginliğe sahiptir.

Samuel Butler
Erewhon

Ön Söz
Bu kitabın yazarı, Erewhon’un üç heceden oluşan bir kelime olarak “E-rew-hon” şeklinde telaffuz edilmesini istiyor.
Bu kadar kısa zamanda halkın ilgisiyle Erewhon’un bu kadar kapsamlı bir basımının altından kalktıktan sonra, ikinci basımda, birkaç gerekli düzeltme yaparak gerekli olduğuna inandığım birkaç yere birkaç paragraf ekleme fırsatı buldum. Ama yine de çok fazla bir ekleme yapmadım ve kesin kararım, esere bir daha dokunmamak.
Gelecek Irk’ın Erewhondolayısıyla yakaladığı başarıya istinaden burada bir ya da iki kelime söylemem gerekirse; bu gayet doğal bir yanlış anlama. Gerçek şu ki; Erewhon,Gelecek Irk’ın reklamları daha ilk çıktığında son yirmi sayfa ve ara ara eklediğim birkaç şey dışında bitmişti.
Bir arkadaş, bu ilk reklamlardan birini gösterip bu kitabın, benim kitabıma benzer karakterde olduğuna dair bazı iddalara dikkatimi çektikten sonra, Erewhon’u 1 Mayıs 1871’de iyi bilinen bir yayıncı firmaya götürdüm ve eserimi bu firmaya emanet ettim. Daha sonra yurt dışına çıktım. Yayıncıların süreyi uzatmak istediklerini öğrendikten sonra altı yedi ay boyunca İtalya’da kaldım ve bu işin peşine düşmedim. Gelecek Irk’ın da ne bir kopyasını ne de bir eleştirisini gördüm.
Döndükten sonra son incelemelerimi de yayıncıya gönderene kadar Gelecek Irk’a bakmaktan bilerek kaçındım. Daha sonra bu kitabı okudum ve okurken büyük zevk aldım; ama gerçekten iki kitabın birbirinden bağımsız yazılmasına rağmen bu kadar çok benzer noktası olmasına şaşırdım. Bazı yerlerde eleştirmenlerin “makineler” hakkındaki bazı bölümlerini, Darwin’in teorisini saçma gösterme amaçlı olduğu şeklinde yorumlamaya meyilli olmasına üzüldüm. Bunun benim niyetimle alakası yok ve çok az şey bana Darwin’in teorisiyle alay etmek kadar iğrenç geliyor. Yine de bu yanlış anlaşılmanın benim suçum olduğunu kabul ediyorum; çünkü niyetimin yanlış anlaşılacağından emindim. Buna rağmen bölümleri açıklamalarla bozmamayı tercih ettim ve Darwin’in teorisinin hiçbir zarar görmeyeceğini biliyordum. Aklımdaki tek soru, en çok hayranlık duyduğum şeyle dalga geçen biri olarak yanlış tanınmayı daha ne kadar kaldırabilecek olduğum. Kıyaslamanın suistimal edildiği bir kitapta hiçbir eleştirmenin aklına bunu eleştirmenin gelmemesi beni şaşırttı doğrusu; ama yapılan imanın yeterli olacağını düşündüğümden şimdi kitabın adından bahsetmeyeceğim.
Fikirlerine saygı duyduğum bazı kişilerce, insanların yaptıkları için sorumlu tutulmaması gerektiğine inandırıldım. Bunu yapan, zırnık bile hak etmeyecek bir düşmandır. Aslında yeterince açık olduğumu sanıyordum, ama yine de “Hoşnutsuzlar” bölümüne daha fazla hatanın yapılmasını önleyeceğini düşündüğüm birkaç ekleme yaptım.
İsmi belli olmayan bir mektup arkadaşı (El yazısına bakılırsa muhtemelen bir kâtip.) eğer Latin dil bilgisinden alıntı yapacaksam bunu doğru yapmam gerektiğini ve “agricolae” yerine “agricolas” yazmam gerektiğini söylüyor. Ayrıca beni çok rahatsız eden ama şimdi anlatmayacağım bir şey de ekledi. Bir alıntı hatası yaptığım, ihmalkâr olduğum ya da bir yazım hatası yaptığım söylenebilir, ama bugünlerde her şeyi kapsayan doğruluğa bir sınır koymak da kesinlikle çok acı. Bu üç olası yanlış alıntının sebebinde acemiliğin payı olduğu da bir gerçektir. Kulağa doğru gelmesi gereken ama şu an için yanlış olan yazma sanatı çok iyi bir ün kazandı ve o kadar büyük bir okuyucu kitlesine rahatlık sunuyor ki onu göz ardı etmeye cesaret edemezdim; ancak Latin dil bilgisi, toplumun bazı genç üyelerinin üzerinde durduğu bir konu, o yüzden “agricolas” yazdım. Ayrıca “infortuniam” kelimesinden de vazgeçtim (Pişmanlıkla değil.) ama aynı yanlışlığı tekrar yapmaya cesaret edemedim.
Kitaptaki tutarsızlıklar içinse -ki az olmadığını biliyorum-okuyucunun affına sığınıyorum. Ama suç, temel olarak Erewhon’luların kendilerinindir, çünkü onlar gerçekten de anlaşılması çok güç insanlar. En göze çarpan anormallik bile onlara hiçbir düşünsel rahatsızlık vermiyordu. Örneğin parayı akıp giden bir şey olarak görmüyor ya da fiziksel bir acı çekmiyorlardı. Aptallıkları yüzünden parayı ve mutluluğu boşa harcamalarına dair herhangi bir münakaşayı dinlerler miydi? Ancak bunun çok az şikâyetçi olduğum bir etkisi vardı, çünkü onların yüzlerine karşı yaşamları boyunca kendilerini kandırdıklarını söyleyebiliyordum ve onlar da bunun gayet doğru olduğunu ama bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini söylüyorlardı. Konuşmamı bitirirken maceralarıma hoşgörü ve düşünceyle yaklaşan eleştirmenlere ve topluma samimi teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

    Haziran 1872
Yayıncım beraberinde gözden geçirilmiş ve genişletilmiş bir basımının da halka sunulduğu eserin ortaya çıkışı hakkında birkaç kelime söylememi istedi. Bu yüzden, üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçtikten sonra hatırlayabildiğim kadarını bu başlık altında yazıyorum.
Erewhon’un yazılan ilk kısmı, başlığı “Darwin Makineler Arasında” olan Cellarius’un imzaladığı bir makaleydi. Bu makale Yeni Zelanda’nın Canterbury eyaletindeki (O zamanki adıyla.) Yukarı Rangitata bölgesinde yazılmıştı ve 13 Haziran 1863’te Christchurch’te Press Newspapergazetesinde yayımlandı. Bu makalenin bir kopyası İngiltere Müzesi Kataloğu’nda benim kitaplarımın altında dizinlenmiştir. Bu arada Erewhon’un ilk bölümleri de -uygun bulduğum değiştirmeler sayılmazsa- Yukarı Rangitata bölgesinden alınmıştı.
Az önce söylediğim konu hakkında ikinci bir makale ilkinden hemen sonra Press’te yayımlandı ama onun bir kopyası elimde yok. Bu ikincisi, “Makineler”e farklı bir bakış açısıyla yaklaşmış ve Erewhon’un şu anki baskısının 169-175 sayfalarının da dayanağıdır. Bu bakış açısı beni Kasım 1877’de yayımlanan Life and Habit’te[1 - “Hayat ve Yaradılış”]ileri sürdüğüm teoriye yönlendirdi. Bu teorinin ana hatlarını -ki gayet sağlam olduğuna inanıyorum- bu kitabın yirmi yedinci bölümünde Erewhon’lu bir filozofun ağzından sundum.
1865’te Londra’da Bay G. J. Holyoake tarafından basılan Reasoner için “Darwin Makineler Arasında”yı tekrar yazdım ve genişlettim. Bu makale 1 Temmuz 1865’te “Mekanik Âlem” başlığı altında basıldı ve İngiltere Müzesinde görülebilir. Erewhon’un ilk basımındaki hâlini alana kadar onu tekrar tekrar yazıp genişlettim.
Erewhon’un yazdığım sonraki kısmı taslağı Bay Holyoake’un gazetesine gönderilen “Doğmamışın Dünyası”dır, ancak onu Reasoner’ın İngiltere Müzesindeki kopyalarında bulamadığımdan dolayı basılmadığı sonucunu çıkardım. Ama Reasoner ile aynı karakterde olan başka bir gazetede 1 Temmuz 1865’te basıldığını çok iyi hatırlıyorum; ancak elimde kopyası yok.
Aynı zamanda bu sefer, sonunda Müzikal Banka hâline gelen oluşumdan ve her üç kişiden birinin tüberküloz olması hakkında da yazdım. 1870’ten önceErewhonhakkında yazılan her şeyin bu dört bağımsız gazetedekilerden ibaret olduğuna inanıyorum. 1865 ve 1870 yılları arasında, bu başarıyı resimde yakalamaya çalıştığım ama bir türlü yakalayamadığım için hemen hemen hiçbir şey yazmadım, ama 1870 sonbaharında tam da Kraliyet Akademisi sergilerine katılmaya başladığım sıralarda bir arkadaşım, Bay Broome, şu ana kadar yazdığım makalelere bir şeyler ekleyip onları bir kitapta toplamamı tavsiye etti. Bu fikir beni tamamıyla sarmıştı ama sadece yazılarım üzerinde pazar günleri çalıştığım için bunu başarmam birkaç ayımı aldı.
İkinci önsözümden anlıyorum ki kitabımı 1 Mayıs 1871’de Chapman &Hall’a götürmüşüm, onların beni reddetmesinden sonra en başarılı yaşayan yazar unvanını kazanmış birinin tavsiyesi üzerine 1872’nin başlarında kitabımı Bay Trubner’a götürene kadar onu bir kenara bıraktım. Chapman &Hall tarafından reddedilmeme gelince; sanırım okuyucuları onlara olumsuz tavsiyeverdi. Bana kitabın felsefi bir kitap olduğunu ve büyük kitlelere ulaşmayacağını söylediler. Sanırım ben onların okuyucusu olsaydım ve kitap bana verilseydi ben de aynı şeyi tavsiye ederdim.
Erewhon1872 yılı Mart ayının son günü ya da ondan bir önceki gün çıktı. Onun beklenmeyen başarısını ilk çıkan başlıca iki eleştiriye bağlıyorum; biri 12 Nisan’da Pall Mall Gazette’te ikincisi de 20 Nisan’da Spectator’da çıktı. Bir başka sebep daha vardı. Bir keresinde arkadaşıma Erewhonçok iyi başarı elde etmesine rağmen sonraki kitaplarımın otomatikman ölü doğacaklarından şikâyet ediyordum. “Erewhon’da olan ama diğer kitaplarının yoksun olduğu bir şeyi unutuyorsun.” dedi. Ne olduğunu sorduğumda cevabı “Yeni, bilinmeyen bir ses.” oldu.
Erewhon’un ilk baskısı yaklaşık üç haftada tükendi; kalıpları almamıştım ama talep arttıkça hemen tekrar kalıp hazırlandı. Birkaç önemsiz değişiklik ve ekleme yaptım ve ayrıca çok da övünmediğim bir önsöz yazdım, ama beklenmeyen başarısıyla sarhoş olan deneyimsiz bir yazarın önsöz yazması beklenmemeli. Yeni kalıplardan önce birkaç tane daha küçük değişiklik yaptım ama 1872 yazından beri zaman zaman yeni baskılar istendikçe o zaman yapılan kalıplarla basıldı.
Yapmam gerekenden çok daha büyük bir mesafe kat ettiğim için birkaç şey de kendi adıma söylemek istiyorum. Erewhon’un tekrar tekrar yazılan bölümlerinden hâlâ oldukça memnunum ama eğer mümkün olsaydı bu değişiklikleri yapmadan önce çıkan baskılardan kırk elli sayfa çıkarmayı isterdim.
Ancak bu durum kopyalama haklarının süresi yaklaşık yirmi yıl içinde dolacağı için gerçekleşmeyebilir. Ama edebî saldırılardan dolayı -ki beklediğimden daha çoğuyla karşılaştım-ve tabii ki yaşamımı sürdürmek için ihtiyacım olan para için -yani kopyalama hakları için- bu süre boyunca kitabı gözden geçirmek ve bazı eklemeler yapmak gerekliydi. Mesela elli sayfa kesmeseydim, yaklaşık altmış tane eklemek zorunda kalacaktım; yapımcım ya da benim yüzümden de değil, kopyalama hakları yüzünden. Ancak okuyucuya garanti ederim ki otuz yıl önce bitirdiğimi sandığım ve çoğundan utanıyor olduğum işi yenilemeyi ne kadar bıktırıcı bulsam da bu yenisini eskisinden daha iyi yapmak için elimden geleni en iyi şekilde ortaya koydum ama bu otuz kırk yıl boyunca oluşan farkları sadece en iyi eleştirmenler anlayabilir. Son olarak eğer okuyucularım Erewhon ve Erewhon’a İkinci Ziyaretarasında bir fark görürlerse onlara Erewhon’un on yıllık çoklu bir çalışmanın eseri olduğunu fakat Erewhon’a İkinci Ziyaret’in Kasım 1900 ve Nisan 1901 arasında yazıldığını hatırlatmak isterim. Erewhon’un özünde temel bir fikir yok; ancak ondan sonra gelenlerin hepsinin temelinde tek sanılan büyük bir mucizeyi fark etme çabası yatıyor. Erewhonda hikâye denebilecek bir şey ve karakterlere kişisellik ve yaşam verme çabası yok; ama umarım Erewhon’a İkinci Ziyaret’te bu iki hatadan kaçınabilmişimdir. Erewhon’da organik bir bütünlük yokken Erewhon’a İkinci Ziyaret’te olduğu söylenebilir. Yine de, edebî açıdan bu ikinci kitabın ilkinden üstün olduğundan şüphem olmasa da bütün hatalarına rağmen Erewhon’un okunmasının daha iyi olduğu söylenmezse şaşıracağım.

    SAMUEL BUTLER.
    7 Ağustos 1901

1. Bölüm
Çorak Ülke
Eğer okuyucu kusuruma bakmazsa ne geçmiş ne de kendi ana vatanımı terk etmeme sebep olan ayrıntılar hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim; çünkü bunun hikâyesi okuyucu için sıkıcı ve benim için de acı verici olur.
Şunu söyleyeyim ki evden ayrıldığımda niyetim, servetimi İngiltere’de olduğundan daha hızlı arttırabileceğim, sığır ya da koyun besleyebileceğim yeni bir koloni bulmak ya da bu koloniyi sadece aramaktı. Ancak, amacıma ulaşamadığım ve her ne kadar çok fazla yeni ve tuhaf şeyle karşılaşsam da kendime hiçbir maddi kaynak sağlayamadığım açıkça görülecek. Bundan kâr sağlayan ilk kişi olmanın ve bunun beni yüklü miktar parayla ödüllendireceğinin, evrenin oluşumundan beri en az on beş, on altı kişi tarafından elde edilemeyecek bir pozisyona sahip olmanın hayalini kurduğum doğrudur. Ama bunun için çok miktarda param olmalıydı; ancak bu parayı halkı bir hikâyeye inandırıp bağış kampanyalarına ikna ederek kendimi desteklettirmekten başka nasıl bulacağıma dair bir fikrim yoktu.
Bu umutla maceralarımı artık büyük bir istekle yayımlayabilirim. Fakat hikâyemin hepsini anlatmazsam akıllarda şüphe oluşturabilir diye korkuyorum. Bu nedenle okuyucular da kendilerince anlam çıkarsınlar diye böyle yapmayacağım.
Birinin benden önce davranmasındansa benden şüphe edilmesi riskini göze aldım ve bu yüzden İngiltere’den ayrılmaya ve daha ciddi ve zor olan yolculuğuma başlamaya karar verdim. Tek tesellim, gerçeklerin kendi etkisini de beraberinde getirmesi ve hikâyemin doğruluğuna dair birçok kanıtının olmasından dolayı benim gibi ikna edici olmasıydı.
Varış noktama 1868’in son aylarından birinde ulaştım; okuyucu hangi yarım kürede olduğumu anlamasın diye mevsimden bahsetmeye kalkışmayacağım. Koloni sahilde sıkça yerleşmiş birkaç kabilenin vahşileri tarafından korunan, en maceracı göçmenlerin bile sekiz dokuz yıldan fazla zamandır ayak basamadığı oldum olası ıssız bir yerdi.
Avrupalıların bildiği kısım; uzunluğu 800 mil civarında olan bir kıyı şeridi (üç dört büyük limanın yer aldığı) ve yer yer 200-300 metre arasında değişen mesafelerle kıyıdan ve ülkenin uzak düzlüklerinden ancak görülebilen, son derece yüksek ve zirvesi daima karla kaplı dağların yamaçlarına uzanan araziden ibaretti.
Kıyı, kuzey ve güney boyunca bahsettiğim arazide tamamıyla iyi bilinen bir yoldu, ama iki tarafta da beş yüz mil boyunca tek bir liman yoktu, dağlar neredeyse denize iniyordu ve kimsenin yerleşemeyeceği kadar sık ağaçlarla kaplıydı.
Ancak karanın bu koyunda durum farklıydı. Limanlar yeterli değildi ama arazi de çok sık olmamakla beraber ağaçlıktı. Tarım için olağanüstü elverişliydi ve aynı zamanda yeryüzündeki en güzel otlaklara sahipti, her çeşit koyun ve sığır yetiştirmeye uygun milyonlarca dönüme yayılmıştı.
Hava ılıman ve çok sağlıklıydı. Ne vahşi hayvan vardı ne de yerliler tehlikeliydi; sayıca az ve yaradılış olarak uysaldılar. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, Avrupalılar bu topraklara adım atar atmaz bu olanaklardan faydalanmakta gecikmemişlerdi.
Koyun ve sığır getirilmiş ve bunlar süratle çoğalmışlardı. İnsanlar birkaç yıl içinde, ta ki sahil ile dağ yamaçları arasında alınmamış arazi kalmayıncaya kadar elli ila yüz bin dönüm araziyi kaplayarak birbirleri ardına içerilere doğru kaymışlar ve ülkenin her yerine yirmi ila otuz mil mesafe aralıklarla koyun ya da sığır çiftlikleri kurmuşlardı.
Öndeki dağlar, yılın çoğu gününde karlı olduğu için göç akınını kısa bir süre için keserdi. Koyunlar kaybolabilir, çobanlığı zorlaştırır ya da koyunlardan yün sağlamanın giderleri yükselerek çiftçinin kârını düşürür ve otlar koyunları sürmek için çok ekşi, sert olur gerekçesiyle ilerlemeyi kestilerse de sonra birbiri ardına denemeye karar verdiler ve ne mutlu ki başarılı oldular.
İnsanlar gitgide daha da dağların içlerine doğru yerleşmeye başladı ve içlerde kıyı ile dağ arasında oldukça uygun bir alan buldular. Tabii uzak düzlüklerden görünen bu dağ; en yüksek olan büyük karlı dağ değildi.
Ancak bu ikinci dağ, ülkenin kırsal alanının uç sınırlarını çiziyor gibiydi ve o alan benim başta deneme olarak işe alınıp sonra sürekli olarak çalışmaya başladığım yeni kurulmuş, küçük bir merkezdi. O zamanlar sadece yirmi iki yaşındaydım.
Ülkeden ve buradaki yaşam şeklinden oldukça memnundum. Her günkü işim; koyunların sınırları geçip geçmediğine bakmak için yüksek bir dağın tepesine çıkıp bir eteğinden tekrar düzlüğe inmekti
Yaptığım şey, koyunları elimin altında bulundurmak ya da tek bir sürü hâline getirmek değil, sadece her şeyin yolunda gittiğini görmek için koyunları gözetmekti. Topu topu 800 tane koyun vardı ve hepsi hamile dişiler olduğundan oldukça sakinlerdi; dolayısıyla işim pek de zor değildi.
Ayırt edebildiğim birçok uslu koyun vardı; siyah renkli iki ya da üç dişi koyun, biri ya da ikisi siyah kuzu ve diğerleri de onları tanıyabileceğim bazı ayırt edici işaretlere sahip koyunlardı. Eğer hepsi yerinde ve sürü yeterince kalabalık görünürse her şeyin yolunda olduğundan emin olurdum.
Gözün 200-300 koyundan yirmisinin eksikliğini kısa sürede fark eder hâle gelmesi şaşırtıcı. Teleskobum ve bir köpeğim vardı. Ayrıca yanıma et, ekmek ve tütün de alırdım. Sabah erkenden şafakla birlikte çıkardım ve gittiğim dağın yüksekliğine bağlı olarak bazen turumu tamamlamam geceyi bulurdu.
Kışları dağ karla kaplıydı ve sürülerin izlenmeye ihtiyacı yoktu. Eğer bir koyun pisliği görür ya da aşağıya dağın diğer tarafına giden bir iz görürsem -ki orada akıntının olduğu çıkmaz bir vadi olmalıydı- o izi takip edecek ve sürüyü görmek için gözümü açık tutacaktım; ama hiçbir şey görmedim. Sürüler kısmen alışkanlıktan kısmen de ben gelmeden önce gelen ilkbaharla yetişen bol yeşillik ve daha çok yiyecek olduğundan daima yukarıdaki kendi taraflarına gidiyorlardı; diğer taraf kurak ve boştu.
Monoton ancak oldukça sağlıklı bir hayattı. İnsan iyi olduğu sürece pek bir şeyi dert etmezdi. Ülke hayal edilebilecek en geniş alanı kaplıyordu. Sıkça dağın tepesine oturup aşağıları izlerdim, uzaktan iki beyaz nokta gibi görünen kulübeler ve arkalarındaki küçük kare bahçeler; çatısında parlak yeşil yulaf yığınları olan kulübelerin olduğu çayır, avlular ve aşağısındaki odunluklar teleskobun ters tarafından bakıyormuşçasına netti ve ayaklarımın altında uzanmış bir harita veya dev bir maket gibiydi.
Aşağılarda uzak tarafında hâlâ erimemiş karlarla kaplı dağların olduğu çok büyük bir ova vardı. Yaklaşık iki mil uzakta birçok kolu olan nehrin yukarısındaki ikinci bir dağ sırasına bakınca orada nehrin küçülüp kaybolduğu dar bir boğaz görebiliyordum. Daha da ileride, yine bir dağ sırası olduğunu biliyordum. Benim bulunduğum dağın zirvesine yakın yerler hariç diğer dağın hiçbir yeri görünmüyordu. Ancak bu noktadan, bulutların olmadığı zamanlarda görülebilen, millerce uzakta, zirvesi karla kaplı bir dağ vardı; dünyada onun kadar yüksek olan başka bir dağ olduğunu düşünemiyordum. O arayışın yalnızlığını asla unutamam. Sadece biraz uzaktaki insan varlığının belirtisi olan çiftlik evi; ovaların, dağların, nehrin ve gökyüzünün büyüklüğü; muhteşem görüntüleri; bazen kara göğe yükselen karlarla kaplı beyaz dağlar, bazen bembeyaz gökyüzüne uzanan kara dağlar… Parça parça dönen bulutların arasından ara sıra işte bunları görebiliyordum. Bazen de en iyisi, dağda sis içinde yükseklere çıkıp arasından dağların adalar gibi göründüğü beyazlık denizine bakmaktı.
Bunları yazarken işte tam da oradayım. Aşağıları görebildiğimi hayal ediyorum; kulübeleri, ovayı, uzaklardan gürleyen sularıyla sel yolu olan ıssız nehir yatağını… Of, harika! Harika! Üzerinde hüzünlü gri bulutlarla çok yalnız ve heybetli… Fakat dağ kenarında minik kalbi kırılıyormuş gibi meleyen kayıp kuzuyu çıkartacağı hiçbir ses kurtaramaz.
Ve işte derin, kaba sesi ve sevimsiz görünüşüyle cılız ve sönük yaşlı bir dişi koyun cezbedici otlaktan geri geliyor; şimdi, oluğu incelerken uzaktan yankılanan ağlama sesini duyabilmek için dikkat kesiliyor ve dinliyor.
İşte gördüler! Ve birbirlerine doğru koşuyorlar. Hay Allah! İkisi de yanılmış; koyun kuzunun annesi değil; hatta ne akrabalar ne de aynı cins. Soğukça ayrıldılar. Her ikisi de daha yüksek sesle ağlamalı ve daha çok dolaşmalılar; akşam karanlığında kendi aradıklarını bulmaları için şans onlarla olsun. Ama bu sadece bir hayal. İlerlemeliyim.
Kendimi nehrin ötesinde ikinci dağın ardında neler olabileceğini düşünmekten alıkoyamıyordum. Param yoktu ama eğer elverişli bir ülke bulabilseydim borç parayla idare edebilir ve kendimi başarıyı garantilemiş sayardım.
Dağ o kadar engin görünüyordu ki içinden veya üzerinden geçilecek bir yol bulma şansı varsa da daha kimse bu yolu keşfedememişti. Uzaktan erişilmez görünen bu koca dağdan çeşitli yerlere (hatta yüklü atlar için bile) geçiş sağlayan bir yol bulunsa ne harika olurdu; nehir o kadar büyüktü ki iç alanlara doğru sızıyor olmalıydı. En azından ben öyle düşündüm ve sonra herkesin koyunları içlere doğru sürmenin delilik olduğunu söylediğini hatırladım. Biliyordum ki sadece üç yıl önce bu şeyler, ustamın sürüsünün şu anda üzerinden geçtiği ülke için de söylenmişti.
Dağın kıyısında dinlenirken bu düşünceler kafamdan çıkmıyordu; günlük işlerimi yaparken sürekli aklımdaydı; ta ki artık daha fazla merak edeceğime, hasat bitince atımı eyerleyip yanıma da olabildiğince erzak alarak gitmeye ve kendim görmeye karar verene kadar bu düşünceler her geçen saat daha da kafamda büyüdü.
Bütün bu düşüncelerden çok daha büyük olan dağın ta kendisiydi. Ötesinde ne vardı? Ah! Kim bilebilir ki? Dağın arkasında -eğer varsa- yaşayanların dışında o dağın diğer tarafında ne olduğu hakkında dünyada en küçük bir fikri olan kimse yoktu, gerçekten. Dağı aşmayı ümit edebilir miydim? Bu kazanmak isteyebileceğim en büyük zafer olurdu; ama şimdi bunu düşünmek biraz fazla kaçıyordu.
Daha yakın dağı deneyip ne kadar ileri gidebileceğimi görebilirdim. Ülke bulamasam bile altın, elmas, bakır ya da gümüş de mi bulamazdım? Bazen akıntıdan su içmek için eğildiğimde kumun içinde küçük sarı zerreler görüyordum; bunlar altın olabilir miydi?
İnsanlar “Hayır.” dedi ve yine “Bolca bulunmadığı sürece altın bulunmuş sayılmaz.” diyorlardı. Bana kalırsa altına eş değer olduğunu düşündüğüm bolca kayrak ve granit vardı; burada kâr getiren miktarlarda olmasa da ana dağlarda bolca olabilirdi. Kafamı dolduran bu düşünceleri, aklımdan bir türlü çıkaramadım.

2. Bölüm
Yün Ambarında
Sonunda koyun kırpma zamanı geldi. Kırpıcılarla birlikte kendisine “Chowbok” ismini taktıkları, gerçek adı sanırım Kahabuka olan yaşlı bir yerli vardı. Yerlilerin bir çeşit şefi gibiydi, çok az İngilizce konuşabiliyordu ve misyonerler tarafından da oldukça seviliyordu.
Kırpıcılarla beraber olmasına rağmen yaptığı düzenli bir işi yoktu. Ama ağıllarda onlara yardım ediyormuş gibi görünüyordu. Asıl amacı ise kırpma zamanı bedava dağıtılan içkiden almaktı. Ama sarhoşken tehlikeli olmaya yatkın olduğundan ve çok azı bile onu sarhoş etmeye yettiğinden içkiden fazla almazdı. Birisi ondan bir şey almak istediğinde verilecek en iyi rüşvet içkiydi.
Ondan edinebildiğim kadar bilgi edinmeye karar verdim. Bunu yaptım da. Yakındaki dağlarla ilgili soru sorduğum sürece sorun çıkarmadı. Dediğine göre ilgi odağım olan dağda hiç bulunmamış. Bununla beraber kabilesindeki söylentilere göre orada koyun olmadığını, sadece bodur ağaçlar ve bir kaç kuru dere yatağı olduğunu söyledi. Ulaşması çok zormuş; ama yine de birisi bizim nehrin üzerinden olmak üzere dere yatağı boyunca olmasa da zorlu geçitler varmış; daha önce oralarda bulunmuş kimseyi görmemiş. Ancak ne zaman ana dağdan konu açtım o zaman Chowbok’un tavrı değişti. Kaçamak cevaplar vererek kaytarmaya çalıştı.
Birkaç dakika içinde anlayabildiğime göre, kabilesinde bazı söylentiler varmış ama hiçbir çaba ya da dil dökme bu konuda ondan tek kelime almaya yetmedi. Sonunda içkiyi ima ettim. Razı olur gibi oldu. Ama içer içmez sarhoş numarası yaptı ve uyumaya başladı ya da uyuyormuş gibi yaptı, sertçe tekmelediysem de yerinden kıpırdamadı.
Hem kendi içkimden olmuş hem de ağzından hiç laf alamamış olduğumdan sinirliydim. Ertesi gün hiçbir şey vermeden anlatmasını sağlamaya karar verdim.
Onun için; akşam kırpıcılar işi bırakıp akşam yemeklerini yerken kendi rom payımı maşrapayla alıp Chowbok’a beni odunluğa kadar takip etmesi için işaret ettim. O da kimse bizi fark etmeden hemen arkamdan geldi.
Odunluğa indiğimizde mum yağı yakıp eski bir şişeye sıkıştırdık ve yün balyalarının üzerine oturup tütün içmeye başladık. Yün deposu geniş bir yerdi, katedral planına benzer bir planla inşa edilmişti. Her iki yanda koyun ağıllarının olduğu koridorlar, en sonda kırpıcıların çalıştığı büyük bir göbek ve ilerisinde yün ayırıcılar ve paketleyiciler için bir alan vardı.
Antik yapılara benzerliği ile bana ferahlık hissi veriyordu (Bun yeni ülkelerde değerlidir.). Burası iki yıllıktı ama yine de biliyordum ki yerleşimdeki en eski yün ambarı yedi yıldan eski değildi. Chowbok bir an önce içkisini almak ister gibiydi ama ikimiz de gayet iyi biliyorduk ki bunu sonra alacaktı ve bu yüzden birimiz içki, diğerimiz ise bilgi için birbirimize karşı oynuyorduk.
Sertçe kapıştık. Beni iki saatten fazla süre yalanlarla alt etmeye çalıştı ama hiç ikna edici olamamıştı. Bütün bu süre içinde birbirimizle didişip durduk ama görünüşe bakılırsa henüz avantaj elde etmiş olan yoktu; ancak en sonunda onun pes edeceğinden emindim. Biraz daha sabredip hikâyeyi öğrenmeliydim.
İnsanın boşu boşuna sallayıp durmasına rağmen tereyağı hâline gelmeyen kaymağın -en azından- çıkardığı sesten donduğunun anlaşılabileceği ve sonra aniden tereyağına dönüştüğü soğuk bir kış günüydü.
Birdenbire, tek kelime bile etmeden iki balya yünü yere yuvarladı; çok güçlüydü. Bunların üstüne başka bir tanesini çaprazlamasına yerleştirdi. Boş bir yün paketini kapıp omuzlarına örtü gibi attı ve en üstteki balyanın üzerine zıplayıp oturdu.
Bir anda bütün şekli değişmişti. Dik omuzları düştü; bağdaş kurdu, kollarını bağladı; başını yükseltip dik tuttu ve gözleri tam önüne dikerek bir yerlere daldı; kaşlarını çattı ve şeytanca bir yüz ifadesi takındı.
Chowbok normalde de çok çirkindi ama şimdi düşünülebilecek en iğrenç hâldeydi. Ağzı bir kulağından bir kulağına yayılmış, bütün dişlerini göstererek iğrenç bir şekilde gülüyordu. Gözleri ateş püskürüyordu. Dik dik bakıyordu ve alnı haince bir hâl almıştı.
Korkarım benim tanımım onun görünümünün sadece gülünç yanını ifade etmiş olacak; ama gülünçlükle heybetlilik birbirine yakındır; Chowbok’un yüzünün gülünç gaddarlığı tam olarak olmasa da bu sonuncuya yakındı.
Eğlenmeye çalıştım ancak ona bakıp tam olarak ne yapmamacında olduğunu merak ederken saç diplerimi ve tüm vücudumu bir ürperti aldı. Bir dakika kadar böyle dimdik, taş gibi sert ve bu korkunç suratla kaldı.
Sonra dudaklarından rüzgâr gibi yükselip alçalan ve sonradan iyice alçalıp bitene kadar devam eden bir titremeye dönüşen bir inleme geldi. Ardından ayağa fırladı ve iki elinin parmaklarını “on” sayısını işaret eder gibi ileri uzattı ama o an ne yaptığını anlayamadım.
Ağzım açık kaldı. Chowbok balyaları hızlıca yerlerine yuvarladı, büyük bir korkuyla titreyerek önümde durdu. Yüzünden bilinmeyen ve insanüstü güçlere karşı korkunç bir suç işlemiş olan birinin doğal paniğiyle korkusu okunuyordu.
Kafa salladı, anlaşılmaz bir şeyler söyledi ve tekrar tekrar dağları işaret etti. İçkiye dokunmasına izin vermezdim. Birkaç saniye sonra yün ambarının kapısından ay ışığına doğru koştu ve ertesi gün akşam yemeği vaktine kadar ortalarda görünmedi. Döndüğünde bana karşı mahcup bir hâli ve acınası bir nezaketi vardı.
Bunun ne anlama geldiği ile ilgili hiçbir fikrim yoktu. Nasıl olabilirdi ki? Emin olabildiğim tek şey yaptığının bir nedeninin olduğu ve bunun onun için kötü olduğuydu. Bana elindekinin en iyisini verdiğine inanmak, benim için yeterliydi. Bu, hayal gücümü, bana bütün bir saat boyunca bilgi dolu hikâyeler anlatmasından bile daha çok alevlendirdi. Büyük karlı dağların ne gizlediğini bilmiyordum ama keşfetmeye değer bir şeyler olduğuna dair şüphem kalmamıştı.
Sonraki birkaç gün Chowbok’a karşı ilgisiz davrandım ve onu sorgulamaya istekli görünmedim. Ona “Kahabuka” diye seslendim ki bu onu daha da memnun etti. Benden korkar gibi görünüyordu ve benim emrimdeymiş gibi davrandı.
Bu yüzden ben de kırpma biter bitmez keşfe başlayabileceğime karar verdim ve Chowbok’u da yanıma almanın iyi olabileceğini düşündüm. Ona birkaç günlük araştırma için yakın dağlara gitmek istediğimi ve kendisinin de gelebileceğini söyledim.
Kendisine her gece rom[2 - Şeker kamışından şeker yapılırken çıkan suyun mayalandırılarak kurutulmasıyla yapılan sert içki.]vereceğime söz verdim ve altın bulma şansımız olduğunu da aklına soktum. Korkacağını bildiğimden büyük dağdan hiç bahsetmedim. Onu götürebileceğim kadar bizim nehrin yukarısına götürebilirdim ve eğer mümkün olursa suyun kaynağını da arayabilirdik.
Eğer çabam kadar cesaretim de olursa geri kalan yola kendi başıma da devam ederdim ya da Chowbok’la dönerdim. Kırpma biter bitmez yünler de gönderildikten sonra izin istedim. Bir de yük beygiri ve semer aldım ki böylece yanıma battaniyeler, bolca erzak ve küçük bir çadır alabilirdim.
Ben atla gidip nehirde geçitler bulurken Chowbok da beni izleyip kendisini geçitlerden geçirecek atı çekecekti. Ustam, yünler gönderildiği için erzak tükenebileceğinden çay, şeker, çörek, tütün, kavurma, iki üç şişe kaliteli kanyak almama izin verdi. Her şey hazırdı, herkes bizi yolcu etmek için beklerken 1870 yılı yaz gün dönümünden kısa süre sonra yolculuğumuza başladık.

3. Bölüm
Nehrin Yukarısı
İlk günümüz yolculuk açısından kolay geçti. Nehir kenarındaki, daha önce iki kez yanmış olan büyük düzlükleri izledik. Bizi yavaşlatacak çalılıklar yoktu, toprak genelde sertti. Dere yatağının üstünde epey ilerledik. Akşamüstüne kadar yirmi beş mil kadar yol almıştık. sonra nehrin boğaza kavuştuğu noktada kamp kurduk.
Kamp kurduğumuz yaylanın, denizden en az iki bin fit yukarda olduğu düşünülürse hava oldukça ılıktı. Nehir yatağı burada bir buçuk mil genişliğindeydi ve suyun kavisli kanallara girdiği yerler çakıl kaplıydı. Yukarıdan bakıldığında kurdelenin saçakları gibi görünüyor ve güneşte parlıyordu.
Nehrin ani ve ağır taşkınlara çok meyilli olduğunu biliyorduk ama bilmeseydik de bunu uzaklardan sürüklenmiş olması muhtemel ağaç dallarından anlayabilir, kümelenmiş sebze ve mineral tortularından aşağı kısımlarda bütün dere yatağının başa çıkılamayan kızgınlıkta azgın sellerle kaplanmış olduğunu görebilirdik.
Şu anda nehir alçaktı ve güçlü bir insanın yürüyerek geçebilmesi için bile çok derindi. Sürekli olan beş altı akıntı vardı; ancak at üstünde geçilebilirdi. Her iki yanında ustamın kulübesinden gördüğümüz geniş ovalar hâline gelinceye kadar nehrin aşağısına doğru genişleyen hâlâ birkaç dönüm düzlük vardı.
Arkamızda ikinci dağın ana dağa sarp bir şekilde yol veren en alçak kolları uzanıyordu ve yarım mil kadar ileride nehrin daralıp şiddetlenerek ürkütücü bir hâle geldiği yerde geçit başladı. Manzaranın güzelliği kelimelerle anlatılamazdı.
Vadinin bir yanı orman, uçurum, yamaç ve dağ tepesiyle bezenmişti. Akşamın gölgesiyle maviydi; diğer yanı da gün batımı sarısıyla hâlâ parlaktı. Aralıksız akıntısıyla zarar veren geniş nehir -güzel su- adacıkların üstünde bol bol olan, çok yakınlarına gidebileceğimiz kadar uysal kuşlar, havanın tarifsiz berraklığı, bakir bölgenin muhteşem sakinliği… Daha huzur verici ve canlandırıcı bir karışım olabilir mi?
Dağlardan düzlüklere inen geniş çalılıklara yakın bir yere kampımızı kurmaya koyulduk ve atlarımızı olabildiğince gevşek bir şekilde bağladık; dereden aşağı başıboş bir şekilde sürüklenmesinler diye serbest bırakmaya cesaret edemedik. Sonra odun topladık ve ateş yaktık. Su kaynatmak için Teneke maşrapayı doldurup ateşin közlerine koyduk. Su kaynadığında içine iki üç tutam çay attık ve demlemeye bıraktık. Gün boyunca yarım düzine ördek yakalamıştık. Sonra onları kesip başka bir maşrapada haşladık ve böylece tüm hazırlıklarımız bitti.
Akşam yemeği yediğimizde hava oldukça karanlıktı. Gecenin sessizliği ve serinliği, orman kuşlarının ara sıra gelen keskin sesleri, ateşin kırmızı parıltısı, nehrin durulmuş akıntısı, kasvetli orman, eyerler ve battaniyeler; Salvator Rosa ya da Nicolas Poussin resimleri gibi bir resim yaratmıştı. Bunları şimdi hatırlıyor ve bundan keyif alıyorum ama o zaman bunun farkına varmamıştım.
Ne zaman iyi olacağımızı hiç bilemeyeceğimizin farkındaydık ama bu iki tane yol açıyordu. Çünkü eğer ne zaman iyi olacağımızı bilseydik, belki de ne zaman kötü olduğumuzu da bilecektik ve ben bazen kötü olduklarından haberdar olmayanların sayısı kadar, iyi olduklarından da haberdar olmayanlar olduğunu düşünüyorum. “O fortunatos nimium sua si bona norint agricolas.”[3 - Çiftçiler sahip olduklarının farkına varsalardı ne kadar mutlu olurlardı.]diyen biri gayet haklı bir şekilde “O infortunatos nimium sua si mala norint.”[4 - Çiftçiler sahip olduklarının farkına varsalardı ne kadar mutsuz olurlardı.]de diyebilir; çok azımız ne başardığımızı, neden acı çektiğimizi ve ne olduğumuzu görememe yeteneksizliğinden keskin bir acı duyar. Sadece dış görünüşümüzü yansıttığı için aynalara minnet duyalım.
Nispeten yumuşak bir yer bulduk; her yer taşlıktı. Popolarımıza küçük bir girinti yapmak için ot topladık ve battaniyelerimize sarınıp uyuduk. Gecenin bir vakti uyandığımda gökteki yıldızları ve dağların tepesinde parlak ay ışığını gördüm.
Nehir hızla akıyordu. Atlarımızdan birinin diğerine kişnediğini duydum ve hâlâ yanımızda olduklarından emin oldum. Hiçbir şey umurumda değildi, ancak üstesinden gelmem gereken bir sürü zorluk vardı. Üzerime hoş bir huzur hâli geldi; günlerini sürekli at üstünde ya da aynı oranda açık havada geçiren hiç kimsenin olduğunu sanmadığım kadar mutlu oldum.
Ertesi sabah geceden kalan çay yapraklarını çanağın dibinde donmuş olarak bulduk; hâlbuki daha sonbahar bile yaklaşmamıştı. Akşamki gibi bir kahvaltı yaptık ve altıda yola koyulduk. Yarım saat içinde boğaza girdik ve köşeyi dönerken ustamın ülkesinin son görüntüsüne de veda ettik.
Boğaz dar ve dikti. Nehir şimdi sadece birkaç metre genişliğindeydi ve tonlarca ağırlıktaki kayalara çarpıp gürlüyorlardı; onca suyun çıkardığı bu ses sağır ediciydi. Kimi zaman nehirde kimi zaman da kayaların üzerinde tehlike içinde ilerleyerek bir milden az yolu iki saatte alabildik.
Yanındaki büyük şelalenin sularıyla ıslanıp duran, rutubetli kayalar kaygan yosunlarla kaplıydı. Hava nemli ve soğuktu. Atların, özellikle de yüklü olanının adımlarını nasıl atabildiğini anlayamıyordum ve geri dönmekten de neredeyse ileri gitmekten korktuğum kadar korkuyordum.
Yolculuğumuz sanırım üç mil kadar sürdü, ama boğazın biraz daha genişlemesi gün ortasını buldu ve vadiden küçük bir akıntı boğazın içine girdi. Kayalıklar duvar gibi indiği için ana nehirde daha fazla ilerlemek imkânsızdı; bu yüzden yan akıntıda ilerledik. Chowbok, halkının sözünü ettiği geçidin bir yerlerde olması gerektiğini düşünüyor gibi etrafı süzüyordu.
Kendimizi ve atlarımızı bu küçük akıntının aktığı sırta atana kadar, kayalar ve karışık otlar yüzünden sayısız tehlike atlattıktan sonra şimdi daha az tehlikeyle karşı karşıyaydık ama daha yorgunduk. O sırada bulutlar üzerimize alçaldı ve sağanak yağmur başladı. Üstelik saat altıydı ve on iki saatte altı mil yol yapmış olduğumuz için çok yorgunduk.
Eyerin üzerinde atlar için besleyici olan tohumlu ebegümeci, bolca çok sevdikleri anason ve marul vardı. Sonra atları salıverdik ve kamp kurmaya hazırlandık.
Her şey sırılsıklamdı ve biz soğuktan yarı donmuş hâldeydik; dahası çok da rahatsızdık. Çalılık bir yerdeydik ancak dalların ıslak kısımlarını soyup ceplerimizi kuru talaşla doldurana kadar ateş yakamadık. Onu da halledip ateşi bir kere yaktıktan sonra sönmesine izin vermedik; saat dokuz gibi çadırı kurduğumuzda nispeten daha kuru ve ısınmış hâldeydik.
Ertesi sabah daha iyiydik. Kamp malzemelerini kaldırdık ve kısa bir mesafe gittikten sonra aşağı doğru inerken yolun dünden daha az tehlikeli olduğunu fark ettik. Tekrar boğazın üstünde açılmış olan nehir yatağına varmalıydık. İlk bakışta burada otlak olmadığı açıkça ortadaydı, hatta nehrin iki yanında bodur ağaçlarla kaplı düzlükler ve kesinlikle değersiz dağlar dışında başka bir şey yoktu.
Ancak ana dağı görebiliyorduk. Bunda bir sorun yoktu. Buzullar dağdan aşağı şelale gibi düşüyor ve görünüşe göre dere yatağına yığılıyorlardı. Genişlemiş nehri izleyerek onlara ulaşmak pek zor olmazdı; ama ana dağ çok zorlu göründüğünden bunu yapmak çok anlamsız olurdu. Ayrıca aşağıdakinden daha bol maden olmadığı sürece, boğazın üstündeki ülkenin doğasına dair pek de merakım kalmamıştı.
Nehri yukarı doğru takip etmeye ve mecbur kalmadıkça dönmemeye karar verdim. Her koldan gidebildiğim kadar ileri gidecek ve altın arayacaktım. Chowbok beni bunu yaparken izlemekten hoşlanabilirdi ama asla bir yere varmadık, hatta altın renginde bir şey bile bulamadık.
Chowbok’un ana dağ ile ilgili hoşnutsuzluğu zamanla yok olmuş gibi görünüyordu; oraya yaklaşmak konusunda itiraz etmedi. Sanırım benim orayı geçmeyi denememde bir tehlike olmadığını düşünüyordu ve bu tarafta hiçbir şeyden korkmuyordu; üstelik altın bile bulabilirdik. Gerçek şuydu ki benim oraya çok yaklaştığımı görürse ne yapacağına karar vermişti.
Keşifle üç hafta geçirdik. Daha çabuk ilerlemenin bir yolunu kesinlikle bulamadım. Hava gündüz iyi, geceleri ise çok soğuktu. Biri hariç, bizi en azından ip ve daha büyük bir ekip olmadan aşılamaz görünen bir buzula götüren her akıntıyı izledik.
Çoktan denemiş olmam gereken tek bir akıntı kalmıştı. Chowbok bir sabah ben uyurken erkenden kalkıp o akıntıdan üç dört mil çıktığını ve daha ileri gitmenin imkânsız olduğunu gördüğünü söylemişti.
Uzun süre önce onun büyük bir yalancı olduğunu fark ettiğimden kendim gitmeye kararlıydım. Gittim de. Zor olmak bir yana oldukça da kolay bir yolculuktu; beş altı mil sonra kalın karla kaplı bir sırt gördüm; buzlanmamıştı ve ana dağın bir parçası gibi görünüyordu.
Mutluluğumu kelimelerle ifade etmek zordu. Kanım coşku ve umutla kaynıyordu; arkamda olan Chowbok’a baktığımda hızla vadiden aşağı inerek geri döndüğünü görünce çok şaşırdım. Beni bırakmıştı.

4. Bölüm
Dağın Sırtı
Ona seslendim ama duyamayacağı kadar uzaktaydı. Arkasından koştum fakat çok ilerlemişti. Sonra bir taşın üzerine oturup etraflıca konuyu düşündüm. Şu açıktı ki Chowbok beni bilerek bu vadiden uzak tutmaya çalışmıştı ama yine de benimle her yere gelme konusunda gönülsüz davranmamıştı.
Eğer bu büyük dağ sıralarının gizeminin aralanacak olduğu doğru rotada olmasaydım gitmezdi. Gidişi başka ne anlama gelirdi? Öyleyse ne yapmalıydım? Doğru izde olduğum açıkça belliyken geri mi dönmeliydim? Ustamın yerine geri dönmek de yanımda kayalık boğazı geçerken tehlike anında yardım edecek kimse olmayacağından bir bu kadar tehlikeli olacaktı. Diğer yandan tek başıma az bir mesafe bile ilerlemek de çılgınlığın ta kendisiydi.
Yanında biri varken önemsenmeyecek kazalar (mesela ayak burkulması ya da bir ip uzatılarak kolayca kurtulabileceğin bir yere düşmek) tek başınayken ölümcül olabilirdi. Düşündükçe bu fikirden daha da soğudum; ama yine de vadinin başındaki yere baktıkça dönmeyi daha az istedim ve pürüzsüz karlı yüzeyinin nispeten daha kolay geçilebileceğinin farkına vardım. Olduğum yerden zirveye olan yolculuğumu gözümün önüne getirebiliyordum.
Epey düşündükten sonra gerçekten tehlikeli bir yere gelinceye kadar gitmeye, olmazsa da dönmeye karar verdim. Bu şekilde davranmalıydım; öyle ya da böyle boyuna çıkıp diğer tarafta ne olabileceği ile ilgili olarak kendimi tatmin etmeliydim.
Saat sabahın on ile on biri arası olduğundan kaybedecek vaktim yoktu. Neyse ki donanımlıydım, alışkanlıklarıma uygun olarak kampı ve atları vadinin aşağı ucunda bırakarak önümdeki dört beş gün için kendime gerekli olan her şeyi temin etmiştim.
Erzakın yarısını Chowbok taşıyordu ancak tahminime göre ben arkasından koştuğumda çıkınını düşürmüştü. Tahminim doğru çıkmıştı. Bu çıkını da yanıma aldım. Böylece taşıyabileceğim kadar çörek, biraz tütün, çay ve birkaç kibrit aldım.
Bütün bu erzakı -Chowbok ele geçirmesin diye cebimde taşıdığım kanyak dolu termosla beraber- battaniyemin içine sardım ve uzunluğu yedi fit, çapı altı inç olan uzunca bir rulo yaparak sıkıca bağladım. Sonra iki ucunu birleştirip boynuma doladım ve tek omzumun üzerine aldım. Bu, ağır bir yükü taşımanın en kolay yoludur, böylelikle yükü bir omuzdan diğerine aktararak dinlenebilirsiniz.
Maşrapamla küçük bir baltayı belime bağladım ve bu ekipmanla, Chowbok tarafından kandırıldığım için sinirli ama zorunlu olmadıkça dönmemeye kararlı bir şekilde vadiyi tırmanmaya başladım.
Bir sürü sığ yer olduğundan akıntıyı zorlanmadan birkaç kez geçtim. Saat birde atın üstündeydim ve son iki saati, ilerlemenin daha kolay olduğu karda olmak üzere tam dört saat tırmandım; on dakika sonra, şimdiye kadar hiç hissetmemiş olduğum kadar büyük bir heyecanla zirvedeydim.
Bir on dakika sonra da diğer taraftan gelen soğuk hava üstümden geçti. Bir baktım ki ana dağda değilim. Bir daha bakınca orada dehşet verici bir nehir gördüm; çamurlu ve inanılmaz derecede kızgındı, binlerce fit altımda geniş yatağında gürlüyordu.
Nehir batıya doğru akıyordu ve vadinin yukarısını artık göremiyordum. Ancak nehrin kaynağını sarmış olan büyük buzullar vardı. Bir bakış daha attım ve hareketsiz kaldım. Tam karşımda dağda, içinden uzak mavi ovaların sonsuz uzantılarını gördüğüm bir kestirme yol vardı.
Kolay mı? Evet, oldukça kolaydı. Neredeyse zirveye kadar çimle kaplanmış, iki buzul arasında bir patika açılmıştı ve buradan dik yamaçlara doğru nehrin seviyesine kadar delicesine bir akıntı geliyor ve burada çim ve çalıların olduğu yerde bir düzlük oluşturuyordu.
Tam gördüklerime alışmışken vadiden diğer tarafa bir bulut indi ve düzlükleri kapattı. Ne kadar şanslıydım! Eğer beş dakika sonra gelmiş olsaydım bulut geçidi kapatmış olacaktı ve ben onun varlığından haberdar olamayacaktım.
Bulut orada olduğundan hafızamdan şüphe etmeye başladım ve açıklıkta belirenin uzak bir buğunun mavi çizgisinden daha fazla bir şey olup olmadığından emin olamadım. Sadece vadide akan nehrin, kuzey yönünde, ustamın istasyonuna doğru akan nehir olduğundan emindim.
Şansımın geçit ararken beni yanlış bir nehre götürmesi ve daha kuzeydeki açıklığın görülebildiği zayıf bir noktaya getirmesi olası mıydı? Bu küçük bir ihtimaldi.
Ama sonra tam şüphe duyduğumda bulutların arasında bir boşluk belirdi ve ben aşağılara kadar uzanan ve ilerledikçe solan geniş bir düzlüğe varan mavi şeritleri ikinci kez gördüm. Tamamıyla gerçekti; herhangi bir hata yoktu. Bulutların arasındaki boşluk tekrar kapanıp görmemi engellemeden önce kendimi buna zor inandırdım.
Bu durumda ne yapmalıydım? Birazdan akşam çökecekti. Tırmanmanın yorgunluğunun yanında hareketsiz durduğumdan üşüyordum. Bulunduğum yerde kalmam imkânsızdı; ya ilerlemeli ya da geri dönmeliydim. Beni akşam rüzgârından koruyacak bir kaya buldum ve kanyak matarasından bir yudum aldım; bu beni anında ısıttı ve cesaretlendirdi.
Kendi kendime Aşağıdaki nehir yatağına inebilir miyim? diye sordum. Bunu yapmamı neyin engelleyeceğini söylemek imkânsızdı. Eğer nehir yatağında olsaydım nehri geçmeye cüret edebilir miydim? Çok iyi yüzücüyümdür ama yine de o korkunç sulara girdiğimde oraya buraya savrulup tamamen güçsüz kalabilirdim.
Üstelik çıkınlarım vardı; onları bırakırsam açlıktan ölebilirdim ve nehri onlarla geçmeye çalışırsam da kesinlikle boğulurdum. Bunlar önemli, mümkün olduğu kadar çoğunu kontrol altına almaya kararlı olduğum kaygılardı ama muazzam bir otlak arazisi bulma ümidi onlardan daha ağır bastı. Birkaç dakika içinde hayatım pahasına da olsa muhtemelen dağların bizim tarafımızdaki alanı kadar değerli olan bu ülkeye girmek gibi büyük bir keşfi yapmaya ve burayı araştırıp değerini kendim saptamaya karar verdim.
Düşündükçe bu bilinmeyen dünyaya girerek ün ve belki de servet kazanmaya ya da bu uğurda can vermeye daha kararlı hâle geldim. Aslında, bu büyük ödülü görmüş olup oradan gelecek muhtemel kârlara ümit bağlamaktan vazgeçersem hayatın artık benim için anlamsız olacağını hissettim.
Uygun bir kamp yerine inmek için hâlâ bir saat kadar gün ışığım vardı. Ama kaybedecek hiç vakit yoktu. Başlarda karda yürürken kayıp düşmemek için bata çıka yürüdüğümden hızlı ilerledim, dağ kenarından olabildiğince düz indim ama bu tarafta diğerinden daha az kar vardı. Sonra kayarsam çok korkunç bir şekilde düşebileceğim, çok kayalık ve tehlikeli bir vadiye geldim.
Ama hızıma dikkat ediyordum. Kaba çimlerin olduğu toprağa güvenli bir şekilde inip çalılıkta oraya buraya bakındım. Bunun altında göremediğim ne vardı? Birkaç yüz metre yürüdüm ve aklı başında olan hiç kimsenin inmeye teşebbüs edemeyeceği korkunç bir uçurumun kıyısında olduğumu fark ettim. Yine de daha düzgün bir yola açılıp açılmadığını görmek için vadiden süzülen ağzı incelediğimi hatırlıyorum.
Birkaç dakika içinde kendimi kayalıklardaki uçurumun ucunda buldum. Twll Dhu gibi bir şeydi; sadece çok daha büyüğüydü. Nehir onun içine doğru yolunu bulmuş ve dağın diğer tarafındakinden daha yumuşak görünen yüzeyi aşındırarak derin bir kanal açmıştı. Bu farklı bir coğrafi şekil olmalıydı; ne yazık ki ne olduğunu söyleyemiyorum.
Bu yarığa büyük bir şüpheyle baktım; sonra her iki yanından da biraz ilerledim ve kendimi dört beş bin fit altımda gürleyen nehrin üstündeki korkunç uçurumların kıyısından bakarken buldum. Kendimi suyun kayayı aşındırarak yumuşatmış olduğunu ümit ettiğim yarığa atmadan aşağı inmeye cesaret edemedim.
Karanlık her geçen saniye artıyordu ama hâlâ bir yarım saat kadar alaca karanlık ışığı olmalıydı; bu yüzden -kesinlikle korkarak- kanyona girdim ve dönüp kamp kurmaya, ertesi gün ciddi bir tehlikeyle karşılaşmayacağım başka bir yol denemeye karar verdim.
Beş dakika içinde kendimi tamamen kaybettim; yarığın duvarının yüksekliği yüzlerce fit oldu ve o kadar çıkıntıydı ki gökyüzünü göremiyordum. Her yer taş doluydu. Vücudum yara bere içinde kalmıştı. Suya düştüğüm için ıslanmıştım ve su çok hacimli olmasa da öylesine güçlüydü ki ona karşı koyamamıştım. Birden büyük şelalenin derin havuzuna atlamak zorunda kaldım; erzakım o kadar ağırdı ki neredeyse boğuluyordum.
Gerçekten kıl payı kurtulmuştum; ama şansıma Tanrı benim yanımdaydı. Kısa süre sonra açıklığın genişlediğini ve artık çalılık olmadığını görmeye başladım. Biraz sonra kendimi yeşil bir yokuşta buldum. Yolumun akıntıdan biraz uzakta olduğunu biliyordum. Kamp yapabileceğim ağaçlıklı düz bir alana geldim ki bu çok iyiydi, çünkü hava oldukça kararmıştı.
İlk olarak kibritlerim için endişelendim; kuru muydu? Çıkınımın dışı tamamen ıslanmıştı; ama battaniyeleri açınca eşyaları kuru olduğunu gördüm. Öyle sevindim ki! Ateş yaktım; sıcaklığı ve arkadaşlığı için müteşekkir oldum.
Kendime biraz çay yaptım ve çöreklerimden iki tane yedim: az kaldığı için kanyağa dokunmadım; onu cesarete ihtiyacım olduğunda içebilirdim. Yalnız olduğumu ve henüz indiğim yarığa geri dönmenin imkânsız olduğunu bilmekten başka hiçbir şeyin farkına varamadığımdan ne yaptıysam neredeyse mekanik olarak yaptım.
İnsanın toplumdan ayrı olması hissi korkunç bir şey.Hâlâ umut doluydum ve karnımı doyurup ısındıktan sonra; hayal kurmaya başladım, ama hiç kimsenin, hayvanların bile eşlik edeni olmadan böyle bir yalnızlıkta aklını koruyabileceğini sanmıyorum. İnsan kendi kimliğinden şüphe duymaya başlıyor.
Battaniyelerimin görüntüsünden ve saatimin sesi gibi beni diğer insanlara bağlayan şeylerden keyif aldığımı hatırlıyorum. Fakat kuşların çığlıkları ve şimdiye kadar hiç sesini duymadığım bir kuşun bana gülermiş gibi ötmesi beni korkuttu; ama sonradan buna alıştım ve bir süre sonra bu sesi ilk duyuşumun üzerinden yıllar geçtiğini bile söyleyebilirdim.
Kıyafetlerimi çıkarttım ve eşyalarım kuruyana dek içteki battaniyeye sarındım. Hâlâ geceydi; harlı bir ateş yaktım ve böylece ısınıp giysilerimi tekrar giyebildim. Sonra battaniyeme sarınıp ateşe olabildiğince yaklaşarak uyudum.
Rüyamda ustamın yün ambarında bir org vardı. Yün ambarı yavaş yavaş yok oldu ve org büyüyüp dağ kenarında altın bir şehir oluncaya kadar parlak bir ışıkla çevrildi. Sıra sıra org boruları üst üste uçurumlara, sarp kayalıklara ve esrarengiz mağaralara yerleştirilmişti ve derinliklerinin içinde cilalanmış parlayan sütunları görebiliyordum.
Ön tarafta, zirvesinde başı org tuşlarına gömülmüş bir adam olan büyük taraçalar vardı. Adamın gövdesi hızla çalan büyük bir senfoni fırtınasındaymış gibi sağa sola sallanıyordu.
Sonra birisi omzuma dokunup “Görmüyor musun? Bu Handel.”[5 - George Frideric Handel: Alman, klasik batı müziği bestecisi.]dedi; ama zor anladım. Terasları tırmanıp onun yanına gitmeye çalışıyordum. Uyandığımda rüyanın farklılığı ve canlılığıyla büyülenmiştim.
Yanan bir parça odunun iki ucu da kıvılcımlar çıkararak küllerin içine düştü. Sanırım bu beni hem rüyaya daldırdı hem de rüyadan uyandırdı. Çok kötü bir şekilde hayal kırıklığına uğramıştım. Dirseklerimi dizime dayadım ve yapabileceğim en iyi şekilde içimde bulunduğum yeri ve gerçekleri kavramaya başladım.
Tüm duygularım uyanmıştı. Dahası hiçbir duyuma direk hitap etmese de dikkatimin rüyadan daha büyük bir şeye odaklandığını hissettim. Nefesimi tuttum ve bekledim. Bu bir düş müydü? Hayır, tekrar tekrar dinledim ve karşıdaki dağlardan esen soğuk ve taze rüzgârın getirdiği bir rüzgâr arpine benzeyen kısık ve uzaktan gelen sesi duydum.
Saçlarımın köklerine kadar ürperdim. Dinledim ama rüzgâr dindi. Bunun rüzgârın kendisi olabileceğini düşündüm ama hayır; birden Chowbok’un yün ambarında yaptığı sesi hatırladım. Evet; bu oydu.
Çok şükür ki bu her neyse şimdi bitmişti. Kendimi yokladım ve metanetimi fark ettim. Her zamankinden daha canlı bir hayal gördüğüme ikna oldum. Hatta gülmeye ve kendime, kötü bir sona yaklaşıyorsam bile bunun korkunç bir şey olmayacağını hatırlatarak bir hiçten korktuğum için ne kadar aptal olduğumu düşünmeye başladım.
Sıklıkla ihmal ettiğim dualarımı ettim ve kısa süre içinde sabaha dek gerçekten dinlendirici bir uykuya daldım. Uyanınca doğruldum ve ateşimin közlerini karıştırırken birkaç yanmamış kömür bulup tekrar harlandırdım.
Daha sonra kahvaltı yaptım. Botlarıma ve ellerime konan bazı küçük kuşların bana eşlik etmesinden mutlu oldum. Kendimi nispeten daha mutlu hissettim ama okuyucuyu temin ederim ki anlattığımdan çok çok daha kötü zamanlar geçirmiştim. bunun için eğer mümkünse Avrupa’dan ayrılmamanızı veya hiç olmazsa hiç kimsenin daha önce görmediği yerlere gitmek yerine keşfedilmiş ve yerleşilmiş yerlere gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Keşfetmek, heyecanlı bekleyişler zevkli ve sonradan hatırlaması keyifli bir şey ancak yaşanırken o kadar huzur verici değil; zaten öyle olsaydı adına keşif denmezdi.

5. Bölüm
Nehir ve Dağ
Sonraki işim nehre inmekti. Boyundan gördüğüm geçidin izini kaybetmiştim ama bulmamı mümkün kılacak bazı notlar almıştım. Yaralı ve gergindim. Ayrıca üç haftadan fazla süredir sert yüzeyde yürümüş olduğumdan botlarım çürümeye başlamıştı; ama sanki giyildiği günkü gibiymiş gibi ciddi tehlike atlatmadan nehre inebildim. Yolumu daha kolaylamıştım.
İki saat içinde çalıların az olduğu çam ormanına girdim ve başka bir uçurumun kıyısına gelinceye kadar hızla indim. Epey tehlikeli oldu ama nihayet bunu da atlattım. Saat üç ya da beş civarı kendimi nehir yatağında buldum.
Diğer taraftaki vadi sırtına bakarak yaptığım hesaplamaya göre üzerinde olduğum sırt dokuz bin fitten yüksek olamazdı ve şu an inmekte olduğum nehir yatağı da deniz seviyesinden üç bin fit yukarıdaydı.
Su inanılmaz bir şekilde akıyordu ve her milde bir 40-50 fitten alçak olmayan şelaleler vardı. Bu, kesinlikle ustamın sürüsünün otladığı yerden kuzeye doğru akan nehirdi ve bildik yerlere gelmek için aşılmaz boğazı geçmek gerekiyordu; tıpkı o ülkenin diğer nehirlerindeki gibi. Ovalardaki boğazdan çıktığı noktada deniz seviyesinden yaklaşık iki bin fit yüksekte olmalıydı.
Dere kenarına varır varmaz bu durum sandığımdan daha az hoşuma gitti. Nehir ana buzullara yakın ve çamurluydu. Akıntı çok geniş, sürekli ve sertti; hatta deniz kenarındaki gibi küçük taşların suyun altında birbirine çarpma seslerini duyabiliyordum.
Geçiş söz konusu bile değildi. Hem yüzüp hem de erzakımı taşıyamadım ve çıkınımı bırakmayı da göze alamadım. Tek şansım ufak bir sal yapmaktı ama onu da yapması zor olurdu ve yapılsa da pek de güvenli olmazdı; böyle bir akıntı yalnız bir kişiye göre değildi.
O akşam başka bir şey yapmak için geç olduğundan geri kalan vaktimi nehrin kenarında aşağı yukarı gezinerek ve en uygun geçiş yolunu nerede bulabileceğimi araştırarak geçirdim. Sonra erkenden kamp kurdum ve müziksiz, sessiz, rahat bir gece geçirdim. Benim hayal gücümden başka bir şey olmadığını bildiğim hâlde önceki akşamın heyecanıyla bana Chowbok’tan duymuş olduğum sesi hatırlatan müzik sesi bütün gün aklımdan çıkmadı.
Ertesi gün etrafta bolca bulunan ve yaprakları şeritlere ayrıldığında en güçlü ip kadar kuvvetli olan süsen ya da zambak görünüşlü bitkinin kuru saplarını toplayıp birleştirmeye başladım. Bunları su kenarına taşıdım ve kendime sert bir platform yapmaya koyuldum.
Sazlar on ya da on iki fit uzunluğunda ve çok güçlüydü ama hafif ve delikliydi. Salımı, yığınlarca sazı aynı bitkinin yapraklarından şeritlerle bağlayıp diğer filizleri karşılıklı düğümleyip doğru yönlerde düzgün ve kuvvetlice birbirine doğru bükerek yaptım. Bitirmemneredeyse saat dördü buldu ama hâlâ karşıya geçmek için yeterli gün ışığım vardı ve bunu bir an önce yapmaya karar verdim.
Nehrin daha geniş ve nispeten daha durgun olduğu, azgın akıntılı yerden yetmiş seksen metre yukarıda bir yer seçmiştim. Bu noktada salımı yaptım. Suya indirdim, çıkınımı ortaya koydum ve elime en uzun sazlardan birini alarak bindim; böylece nehrin sığ yerlerinde kendimi iterek ilerleyebilirdim.
Kıyıdan yirmi otuz metre kadar gayet iyi ilerledim ama bu kısacık mesafede bile bir yerden diğerine geçerken neredeyse salımı deviriyordum. Sonra su birden çok derinleşti, olduğum yerde kalmak amacıyla tahta çubuğu dibe bastırmak için sıkıca asıldım ve birkaç saniye bu şekilde kaldım. Çubuğu yerden çektiğimde kendimi şiddetli akıntıyla aşağılara doğru sürüklenirken buldum.
İkinci akıntıyla salın üstünde kontrolümü tamamen kaybettim. Telaş, gürültü ve sonunda beni alabora eden sulardan başka hiçbir şey hatırlayamıyorum. Ama sonra her şey düzeldi ve kendimi kıyıya yakın, en fazla dizlerime kadar gelen suda salımı karaya çekerken ve -ne mutlu ki- ulaşmaya çalıştığım nehrin sol kıyısında buldum.
Karaya çıktığımda başladığım noktadan bir milden belki biraz daha az aşağıda olduğumu fark ettim. Çıkınım ıslaktı ve ben sırılsıklamdım; ama haklı çıkmıştım ve biliyordum ki zorluklar bir süreliğine bitmişti.
Sonra ateş yaktım ve kurulandım; aynı zamanda nehir yatağında ve yakınında çokça bulunan birkaç ördek ve martı yakaladım. Böylece Chowbok beni bıraktığından beri ilk kez sadece güzel değil hem de çok canımın çektiği bir yemeğim olmuştu, üstelik yarın sabaha da kahvaltım hazırdı. O gittiğinden beri yetersiz beslenmiştim.
Chowbok’u düşündüm. Benim için ne kadar işe yarar olduğunu ve yokluğuyla ne kadar çok kayba uğradığımı, benim için şimdiye kadar hiç yapmamış olduğu şeyleri yaptığını ve kesinlikle benim yapabileceğimden çok daha iyi yapabileceğini…
Dahası onu Hristiyan yapmayı gerçekten çok istemiştim. O da zaten görünüşte benimsemişti Hristiyanlığı; ama bu dinin onun o anlaşılmaz aptal doğasında derin kökler salabildiğini sanmıyorum. Onu kamp ateşinin başında sorguya çekerdim ve anne tarafından bir başrahip torunu biri olarak babamın İngiliz Kilisesi’nde papaz olduğu gerçeğini söylemeden kendisine üçlü birliğin[6 - Baba, Oğul, Kutsal Ruh.]ve gerçek günahların gizemlerini anlatırdım.
Bu nedenle bu görev için oldukça uygundum. Ayrıca Aziz James’in, “Günahkâr birini (Chowbok kesinlikle öyleydi.) dine yönlendiren kişi aynı zamanda onun birçok günahını da saklamalıdır.” sözünü hatırlayarak mutsuz bir yaratığı ızdırabın sonsuzluğundan kurtarma çabamın ötesinde, çok da istekliydim.
Bu yüzden Chowbok’un din değiştirmesinin, son zamanlardaki tatsız deneyimlerimin ve önceki hayatımdaki hiç de memnun olmadığım engeller ve düzensizliklerin bedeli olduğunu düşündüm.
Aslında bir keresinde onu vaftiz edecek kadar ileri gitmiştim ama daha önce hiç vaftiz edilmediğini -bundan sonra adının misyoner olarak William olduğunu söylemesinden- anladım. Bu, büyük ihtimalle katıldığı ilk ayindi.
Misyonerlik açısından ikincisini ve daha da önemlisi hem bebekleri hem de din değiştiren yetişkinleri vaftiz ettikten sonra gereken töreni yapmamanın büyük bir cahillik olduğunu düşündüm; ikimizin de maruz kalacağı riskleri düşününce daha fazla erteleme olmaması gerektiğine karar verdim.
Şükür ki saat henüz on iki olmamıştı, böylece onu maşrapalardan biriyle (bulabildiğim tek kap) vaftiz ettim ve bunun yeterli olduğuna inandım. Sonra onu inancımızın en derin gizemleriyle ilgili bilgilendirmeye ve sadece görünüşte kalmayan yürekten bir Hristiyan yapmaya karar verdim.
Şu bir gerçek ki Chowbok zor öğrenen biri olduğundan başarılı olamayabilirdim. Gerçekten de onu vaftiz ettiğim gün yirmi kez konyak çalmaya çalıştı ki bu da onu doğru şekilde vaftiz edip etmediğim konusunda beni huzursuz etti.
Kendisine bir misyoner tarafından verilen -yirmi yıldan eski-bir dua kitabı vardı, ama ona göre içindeki tek önemli şey; – kendini isminden büyülendiği Mary Magdalene’in[7 - Mecdelli Meryem: Yeni Ahit’e göre İsa’nın takipçilerinden biri.]kimliğinden tamamen alamasa da- her seferinde çok duygulandığını söylediği ve gerçekten de ona manevi açıdan önemliymiş gibi görünen “Adelaide the Queen Dowager”[8 - Dul Kraliçe Adelaide.]başlığıydı.
Aslında görünüşte duygusuz biriydi ama onu eşeleyerek kendi dinine olan inancını yok ettim ki bu da onu Hristiyan yapmada yolu yarılamak demekti ve şimdi bütün bunlar benden alınmıştı. Artık ne ben ona ruhani olarak yardım edebilirdim ne de o bana fiziki açıdan kazanç sağlayabilirdi. Ayrıca yanımda birinin olması yalnızlıktan daha iyiydi.
Bu fikirler aklımdan geçtikçe hüzünlendim ama ördekleri haşlayıp yiyince kendimi daha iyi hissettim. Çok az çayım ve idareli kullanırsam on beş gün yetecek kadar bir tabaka tütünüm kalmıştı. Aynı zamanda sekiz çöreğim ve her şeyden önemlisi hava soğuk olduğu için şu an dörde indirdiğim yaklaşık altı ons konyağım vardı.
Şafakla beraber kalktım ve bir saat içinde yola koyuldum. Yalnızlığın yükünden zayıf denmese de tuhaf hissediyordum kendimi. Yine de ne kadar çok tehlikenin üstesinden geldiğimi ve bugün yüksek dağın zirvesine çıkacağımı düşündükçe umutlanıyordum.
Üç dört saat süren, yavaş, sürekli ve ciddi bir tehlikeyle karşılaşmadığım bir tırmanıştan sonra kendimi bir yaylada, geçidin zirvesi olarak işaret edebileceğimiz buzula yakın bir yerde buldum. Onun üstünde bir dizi sarp uçurum yükseliyordu.
Yalnızlık dayanabileceğimden daha büyüktü; ustamın otlağının tepesindeki dağ bile bu kasvetli, can sıkıcı yere kıyasla daha hareketli bir alandı. Üstelik hava ağır ve karanlıktı ki bu da yalnızlığımı daha dayanılmaz hâle getiriyordu. Her yer öylesine kar ve buz kaplıydı ki bunlarla kaplanmamış tek şey kapkara bir kasvetti.
Her an kendi kimliğime dair içimde, çalılarda kaybolan kişilerin hissettiği umutsuzluk belirtisine benzer korkunç bir şüphe büyüdüğünü hissediyordum; geçmiş ve şimdiki varlığımın devamlılığına dair bir şüphe. Bu duyguya karşı şimdiye kadar savaştım ve onu yendim; ama bu gergin sessizlik ve bu vahşi doğanın kasveti artık fazlaydı; kendimi toplamak için gücümün azaldığını hissediyordum.
Kısa bir süre dinlendim ve sonra buzulun alçak ucuna ulaşıncaya kadar sert zeminde ilerledim. Derken doğudan küçük bir göle inen başka bir buzul gördüm. Zeminin daha elverişli olduğu gölün batı kıyısı boyunca geçtim ve yarı yola geldiğimde karşı dağlardan görmüş olduğum ovaları görebilmeyi umdum; fakat sadece dağın o yanı zirveye kadar bulutlarla kaplandığı için bir şey göremedim.
Derken kendimi birkaç metre önümü bile görmemi engelleyen soğuk, ince bir buharla örtülmüş olarak buldum. Sonra da içinde yarı yarıya kaybolmuş keçi izlerini -ve görünüşe göre bir yerde de onları bir köpek izlemişti- net olarak görebildiğim geniş bir kar birikintisine geldim. Çobanlar diyarına mı gelmiştim? Karla kaplı olmayan yerler zayıf ve taşlıydı. Öyle az yeşillik vardı ki ne bir patika ne de koyun izi göremedim. Yerlilerle karşılaşırsam bana nasıl davranacaklarını düşündükçe tedirgin olmaktan kendimi alamadım.
Önümde beliren bulutlardan daha koyu objeler gördüğümü düşlemeye başladığımda bunu düşünüyordum ve siste dikkatli bir şekilde ilerliyordum. Birkaç adım ilerledim ve önümdeki bulut sisinin içinde gri, benden metrelerce yüksek olan, dikili hâlde korkunç büyük şekillerden oluşan daireyi gördüğümde beni tarifsiz bir korku aldı ve titremeye başladım.
Bir süre sonra kendimi hasta ve çok üşümüş hâlde yerde otururken buldum. Sanırım bayılmıştım. Karanlığın arasında belli belirsiz duran ama tartışmasız insan şeklinde olan figürler vardı.
Aklıma aniden bir şey geldi. Buraları ilk gördüğümde aklım bulanmasaydı ya da bulut onları benden saklamasaydı bu şey kesinlikle aklıma gelirdi; yani demek istediğim bunlar yaşayan şeyler değillerdi, sadece heykellerdi. İçimden elliye kadar sayamaya ve o zamana kadar hiç hareket görmezsem onların heykel olduklarına inanmaya karar verdim. Saymayı bitirip hiç hareket göremediğimde çok mutlu olmuştum. Bir daha saydım; yine hiçkıpırtı yoktu.
Ürkekçe ileri doğru ilerledim ve bir an tahminimin doğru olduğunu gördüm. Chowbok’un benim onu yün ambarında sorguladığım günkü gibi oturan ve yüzlerinde aynı hain ifade olan kaba ve barbar figürlerin olduğu bir tür taş çembere gelmiştim.
Hepsi oturuyordu. İki tanesi de düşmüştü. Barbardılar. Mısırlı, Asurlu, Japon barbarlardan farklıydılar ama bir yandan hepsine de benziyorlardı. İlk çağlardaki normal insan boyutlarından altı yedi kat büyük, yıpranmış ve yosun kaplıydılar. On taneydiler. Başları ve diğer yerleri karla kaplanmıştı.
Her heykel dört ya da beş devasa bloktan yapılmıştı ama bunların nasıl dikildiğini ve bir araya getirildiğini ancak bunu yapan söyleyebilirdi. Herpsi birbirinden korkunçtu. Biri büyük acı ve umutsuzluktaymış gibi öfkeliydi; diğeri açlıktan zayıf ve bitap düşmüşe benziyordu; bir diğeri hem vahşi hem aptal görünüyordu ve yüzündeki o aptal gülümseme görülebiliyordu. Düşenlerden biri buydu ve bu düşüş çok gülünçtü. Hepsinin de ağzı az ya da çok açıktı, onlara arkadan baktığımda kafalarının oyulmuş olduğunu gördüm.
Hastaydım ve soğuktan titriyordum. Yalnızlık zaten sinirimi bozmuştu ve böylesi korkunç bir vahşi doğada ve hazırlıksız olarak böyle zalim bir topluluğa gelmiş olmaya hiç hazır değildim. Ustamın merkezine dönmek için dünyada sahip olduğum her şeyi verebilirdim ama bu imkânsızdı. Kafam bozuluyordu ve geriye asla canlı dönemeyeceğimden emindim.
Derken şiddetli ve uğultulu bir rüzgâr esti ve aynı anda heykellerden biri inledi. Korkuyla yumruklarımı sıktım. Kendimi kapana kısılmış bir sıçan gibi hissettim. Rüzgârın şiddeti arttı ve birkaç heykelden gelen ve koroya dönüşen inlemeler de keskinleşmeye başladı.
O anda ne olduğunu anladım; ses o kadar dünya dışıydı ki beni hiç rahatlatmadı diyebilirim. Şeytanın insan dışı varlıkların kalplerine heykelleri tasarlamak için koyduğu şey, kafalarını bir çeşit org borusuna dönüştürmüştü, böylece ağızları rüzgârı yakalıyor ve rüzgâr eserken korkunç bir ses çıkarıyordu.
İnsan ne kadar cesur olursa olsun bu yerde, o ağızlardan çıkan böylesi bir konsere tahammül edemezdi. Sise doğru kaçarken onları gözden kaybedinceye ve kafamı döndürdüğümde arkamdan gelen rüzgâr hayaletleri dışında bir şey görmeyinceye kadar ağzıma gelen her türlü hakareti sıraladım. Hayalet şarkılarını duydum ve sanki biri arkamdan gelip beni yakalayıp boğacakmış gibi hissettim.
Şimdi, İngiltere’ye döndüğümde arkadaşlarımdan birinin orgla bana Erewhon’lu heykelleri hatırlatan, bu heykellerden bazı notalar çaldığını duydum. (Şu an girmekte olduğum ülkenin adı Erewhon’du.) Arkadaşım, Handel’in Litolf tarafından yayınlanan klavsen derlemelerini çalmaya başladığında o anlar net bir şekilde aklıma geldi.

6. Bölüm
Erewhon’un İçine Doğru
Kendimi küçük bir su yolunu izleyen dar bir patikada bulmuştum. Kaçışım için kestirme bir yol bulduğuma çok sevinmiştim. Daha sonra düşündükçe insanların yaşadığı ama henüz bilinmeyen bir ülkede olduğumu anladım.
Peki bu yerlilerin elinde kaderim ne olacaktı? Girişteki o iğrenç gardiyanlara kurban olarak mı sunulacaktım? Olabilirdi. Bu düşünceyle tüylerim ürperdi. Yalnızlık korkusu da bedenimi büsbütün sarmıştı. Öyle sersemlemiş, üşümüş ve mutsuzdum ki beynimde dolaşıp duran bir sürü düşünceden hiçbirisine tam anlamıyla sarılamıyordum.
İleri doğru koştum. Daha fazla akıntı geldi. Derken bir köprüye geldim; birkaç çam kütüğü suya atılmıştı. Bu beni rahatlattı çünkü vahşiler köprü yapmazdı. Daha sonra, bunların hiçbirini kâğıda aktaramayacağımı düşündüm -belki de hayatımdaki en çarpıcı ve en beklenmedik andı- ki eğer hatırlarsam bunu memnuniyetle yapabileceğimi düşünüyorum.
Bulutların seviyesinin altından parlak akşam güneşine çıktım. Kuzeybatıya bakıyordum ve güneş tam üzerimdeydi. Güneş ışığı içimi öyle açtı ki!.. Ama ne göreyim? Bu manzara, Musa, Sina Dağı’nın zirvesinde durduğunda ona gösterilen ve kendisinin girmesinin yasak olduğu söylenen vadedilmiş topraklar gibiydi.
Güzel gün batımında gökyüzü kırmızı ve altın rengiydi; üstünde yüksek, kuleli ve yuvarlak kubbeli pek çok kasaba ve şehir olan düzlüklerin olduğu yerde gözden kaybolan mavi, gümüş ve mor; enfes ve huzur verici renkler… Altımda art arda tepeler, silüetler, kimi zaman güneş ışığının ardında kalmış gölgelik, kimi zaman da gölgelerin ardındaki güneşli alanlar ve sel sularının açtığı geçitler vardı.
Geniş çam ormanları ve düzlüklerde akan asil nehrin ışıltısını gördüm. Aynı zamanda bir sürü köy ve mezra vardı. Hatta bazıları yakındaydı. En çok aklıma takılan da bunlardı. Büyük bir ağacın altına çöktüm ve ne yapabileceğimi düşündüm ama aklımı toplayamadım. Oldukça yorgundum; güneşle ısınmış olarak sakin bir şekilde derin bir uykuya daldım.
Çınlayan çanların sesiyle uyanmış etrafa bakıyordum. Yanımda otlayan dört beş keçi gördüm. Hareket eder etmez yaratıklar kafalarını çevirip merakla bana baktılar. Kaçmadılar ama kalakaldılar ve beni iyice süzdüler. Ben de onlara baktım.
Sonra konuşma ve kahkaha sesleri geldi ve on yedi on sekiz yaşlarında, gabardine benzeyen bir kumaştan elbise giymiş, bellerinde korse olan iki güzel kız bana doğru gelmeye başladı.
Beni gördüler. Sessizce oturdum ve gözlerim olağanüstü güzellikleriyle kamaşırken onlara bakakaldım. Bir an bana bakıp sonra büyük bir şaşkınlıkla birbirlerine döndüler; sonra da hafif, korku dolu bir çığlık atıp olabildiğince hızlı kaçtılar.
Kaçışlarını izlerken Buraya kadarmış,dedim kendi kendime. En iyisinin bulunduğum yerde kalıp kaderimle -bu, her ne ise-yüzleşmekti. Daha iyi bir şey olacaksa bile onu kaldıracak gücüm yoktu. Er ya da geç yerlilerle karşılaşmam gerekecekti. Ne olacaksa olsundu.
Kaçarak ertesi gün yakalanacağıma onlardan korkmamış gibi görünmek daha iyiydi. Oldukça sakin şekilde durup bekledim. Bir saat kadar sonra heyecanlı bir şekilde uzaktan gelen konuşma sesleri duydum ve birkaç dakika içinde o iki kızın ok, yay ve mızraklarla silahlanmış altı yedi erkekten oluşan bir grubu getirdiğini gördüm. Yapılacak bir şey olmadığından onlar yanıma gelene dek sessizce oturup bekledim. Sonra dikkatle birbirimizi izledik.
Kızlar da erkekler de koyu tenliydi; ama güneyli İtalyanlardan ya da İspanyollardan daha koyu değil. Erkekler pantolon giymiyordu; Cezayir’de gördüğüm Araplar gibi giyinmişlerdi. Gördüğüm en olağanüstü varlıklardı. Kadınlar ne kadar güzelse erkekler de o kadar yakışıklı ve güçlüydüler. Sadece bu da değil; ifadeleri de kibar ve sevecendi.
Sanırım en ufak bir şiddet gösterisinde bulunmuş olsaydım beni öldürmüş olurlardı; ama sakin olduğum sürece canımı yakacaklarmış gibi durmuyorlardı. Birinden ilk görüşte hoşlanma gibi bir huyum yoktur ama bu insanlar beni düşünebileceğimden çok daha fazla etkilemişlerdi. Bu yüzden birer birer yüzlerine baktıktan sonra onlardan korkmamaya başladım.
Hepsi de güçlü adamlardı. Onlardan herhangi birine teke tek rakip olabilirdim; çünkü daha önce bana çoğu kimseden daha yapılı bir vücudum olduğu söylenmişti. Yaklaşık altı fit uzunluktaydım ve bununla orantılı olarak da güçlüydüm; ama şu durumda son yaşadıklarım yüzünden hâlsiz olmasaydım bile içlerinden herhangi ikisi beni yere serebilirdi.
Açık renk saçlarım, mavi gözlerim ve diri bir tenim olduğundan onları en çok rengim şaşırtmış gibi görünüyordu. Bunun nasıl olabileceğini anlayamadılar. Kıyafetlerim de onlarınkinden epey farklıydı.
Gözleri merakla üzerimde gezindi ve inceledikçe akılları daha da karışmış göründü. Sonunda doğruldum ve sopama dayandım. Liderleri gibi duran adama aklıma ne geldiyse söylemeye başladım.
Anlamayacağını bildiğim hâlde İngilizce konuştum. Hangi ülkede olduğuma dair hiçbir fikrim olmadığını ve bir seri kazadan kıl payı kurtulduktan sonra kaçarak neredeyse kazara buraya düştüğümü ve beni hiçbir şeytanın almasına izin vermeyeceklerinden emin olduğumu, merhametlerine sığındığımı söyledim. Bütün bunları sessizce ve kesin bir şekilde, ifademi fazlaca değiştirmeden söyledim.
Beni anlayamadılar ama onaylayıcı tavırlarla birbirlerine baktılar ve memnun göründüler. Ya da ben öyle düşündüm. Ne korkmuş ne de aşağılanmış göründüm. Doğrusu korkmanın ötesinde bitkindim. Sonra içlerinden biri heykellerin olduğu yöndeki dağı gösterdi ve bir diğeri onların taklidini yapmak için yüzünü buruşturdu.
Güldüm ve titredim. Bunun üzerine hepsi kahkaha attı ve birbirleriyle konuştular. Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum ama sanırım heykellerin ötesinden geliyor olmamın şaka olduğunu düşündüler.
İçlerinden biri öne çıktı ve kendisini izlememi işaret etti. Ben de onlara karşı gelmeye cesaretim olmadığından tereddütsüz dediğini yaptım; ayrıca onlardan oldukça hoşlandım ve beni incitmeye niyetleri olmadığına büyük ölçüde emindim.
On beş dakika içinde tepenin yamacında kurulmuş dar sokakları ve etrafa yayılmış evleriyle küçük bir mezraya geldik. Çatılar geniş ve sarkıktı. Fazla olmasa da pencerelerin bir kısmı buzluydu. Bütünüyle bakıldığında köy, Alpler üzerinden Lombardy’ye giden yollardaki diğerler köylere çok benziyordu.
Gelişimin sebep olduğu heyecandan uzun uzun bahsetmeyeceğim. Şu kadarı yeterli ki çoğunun merakını uyandırdım ama hiçbirinden kabalık görmedim. Beni yakalayan insanlara aitmiş gibi görünen iş merkezine götürüldüm. Orada gayet misafirperver bir şekilde ağırlandım ve bana akşam yemeği olarak süt ve bir çeşit yulaflı kekle keçi eti ikram edildi; ben de iştahla yedim.
Yemek yediğim süre boyunca gözlerimi bana ganimet gibi görünen, ilk gördüğüm iki güzel kızdan alamadım. Kesinlikle ikisi için de her şeyi göze alırdım.
Bunlardan başka beni tütün içerken görünce yaşadıkları şaşkınlıktan bahsetmeden geçemeyeceğim; ama beni kibrit çakarken gördüklerinde pek de onaylamadıklarını hissettiren nedenini anlayamadığım bir velvele oldu.
Daha sonra benimle ikna edici bir şekilde konuşmaya çalışan adamla baş başa kaldım; ama uzun bir yoldan geldiğim ve oldukça yalnız olduğum dışında başka bir şey anlatamadım.
Zamanla yorgun düştüler ve ben de uyuklamaya başladım. Yerde battaniyelerimin içinde yatabileceğimi işaret ettim ama bana kuru eğrelti otu ve ottan yapılan yataklarından birini verdiler, ben de uzandım ve ertesi sabaha dek kendimi kulübede başımda nöbet tutan iki adam ve yemek yapan yaşlı bir kadınla buluncaya dek uykuda kaldım. Kalktığımda adamlar memnun görünüyorlardı. Bana nazikçe günaydın dercesine seslendiler.
Evin birkaç metre ilerisindeki derede yıkanmak için dışarı çıktım. Ev sahiplerim her zamanki gibi benimle meşguldüler; gözlerini benden hiç alamıyorlardı. Ne kadar önemsiz olsa da yaptığım her hareketi izliyorlardı ve her biri, bir diğerinin fikrini almaya çalışıyordu.
Her şeyimle onlar gibi bir insan olduğumdan şüphe etmiş gibi göründüklerinden yıkanmamla çok ilgilendiler. Hatta kollarımı yakalayıp incelediler. Güçlü ve kaslı olduklarını görünce takdir ettiler.
Sonra da bacaklarımı ve özellikle ayaklarımı incelediler. Bıraktıklarında onaylarcasına birbirlerine dönüp baş salladılar. Saçımı taradığımda ve şartlar elverdiğince kendime çekidüzen vermeye çalıştığımda ise bana olan saygılarının arttığını görebiliyordum. Bu yüzden hiçbir şekilde bana yeteri kadar hürmet gösterip göstermediklerinden emin değildiler. Tek bildiğim bana karşı çok iyi olduklarıydı ki tam tersi de mümkündü. Onun için bu konuda onlara minnettarım.
Bana gelince, soğukkanlılıkları ve vakur rahatlıkları beni etkilediğinden onlardan hoşlandım. Davranışlarından da benden hoşlandıklarını hissettim; onlar için sadece anlayamadıkları şekilde yeni ve sıra dışıydım.
Tipleri daha çok, güçlü İtalyanlar gibiydi ve üslupları da bütün bilinçsizlikleriyle gayet İtalyanlara özgüydü. İtalya’da çokça seyahat ettiğim için bana daima o ülkeyi hatırlatan pek çok el ve omuz hareketini anımsıyorum. En akıllıca planın başladığım gibi devam etmek, -iyi ya da kötü- olduğum gibi görünmek ve şansımı o şekilde devam ettirmek olduğunu düşünüyordum.
Onlar benim yıkanmamı beklerken ve geri dönüş yolunda bunları düşünüyordum. Sonra bana sıcak ekmek, süt, koyun etiyle geyik eti arası kızarmış bir et verdiler. Yemek pişirme ve yeme şekilleri Avrupaiydi, sadece çatal olarak şiş ve kesmek için de bir çeşit kasap bıçağı kullanıyorlardı.
Odadaki her şeye baktıkça Avrupalilarınkine benzer karakterlerine aklım takıldı. Eğer duvarlarda Illustrated London News ve Punch’tan alıntılar asılı olmasaydı, kendimi yolumun üstündeki bir çoban kulübesinin içinde sanabilirdim. Ama yine de her şey biraz daha farklıydı.
İngiltere’yle karşılaştırıldığında kuşlar ve çiçekler aynıydı. Sonra neredeyse bütün bitkilerin ve kuşların İngiltere’dekilere benzediğinin görmekten memnun oldum; kızılgerdan, tarla kuşu, çalı kuşu, papatya ve hindiba da vardı. İngiltere’dekilerin aynısı değildiler ama onlarla aynı ismi alabilecek kadar benzerlerdi. Bu iki adamın davranışları ve evlerindeki şeylerin hepsi Avrupa’dakilerle neredeyse aynıydı.
Bu, gördüğün her şeyin garip olduğunu düşündüğün Çin’e ya da Japonya’ya gitmek gibi değildi. Aslında kendimi sadece normal araçların, ilkellerinin olduğu bir yerde tıkılmış olarak hayal ettim, çünkü icatları Avrupa’nın yaklaşık beş ya da altı yıl gerisinde gibiydi; gerçi bu durum çoğu İtalyan köyündeki durumun aynısıydı.
Kahvaltı yaptığım süre içinde, hangi insan ırkına ait olabilecekleri hakkında düşünüp durdum ve birden aklıma düşündükçe heyecandan yanaklarımı kızartan bir fikir geldi.
Bunların, dedem ve babamın bilinmeyen bir ülkede yaşadıklarından söz ettikleri ve Filistin’e kesin dönüş yapmayı bekleyen İsrail’in on kayıp kabilesi olmaları mümkün müydü? Kaderimde onların dönüşüne vesile olmam yazılı olabilir miydi?
Of, ne düşünceydi bu! Çatalımı bıraktım ve kabataslak onları inceledim. Yahudilere benzer hiçbir yanları yoktu; burunları açıkça Grek burnuydu ve dolgun dudakları Yahudi tipine uygun değildi.
Bu tezi nasıl çürütebilirdim? Ne Yunanca ne de İbranice biliyordum hatta burada konuşulan dili anlasam bile bu dillerin hiçbirinin kökenine inemezdim. Huylarını öğrenecek kadar uzun süredir aralarında bulunmamıştım ama bana pek de dindar insanlarmış izlenimini vermediler. Bu çok doğaldı. O on kabile hep acınacak şekilde dinsizdiler. Peki, ben onları değiştiremez miydim? İsrail’in on kabilesini tek gerçeğin bilgisiyle donatmak gerçekten de ölümsüz zafer tacı olurdu! Bunu düşündükçe kalp atışlarım hızlandı.
Bu, bana diğer dünyada iyi yer sağlamaz mıydı? Hatta belki bu dünyada bile! Böyle bir şansı kaçırmak ne aptallık olurdu! Onlar kadar yüksek olmasa da havarilere yakın bir yerde olurdum. Ama kesinlikle ikincil peygamberlerden daha yüksekte ve büyük ihtimalle de Tevrat’ın yazarları Musa ve Yeşaya’dan yüksekte bir yer edinirdim.
Böylesi bir gelecek için bir an bile tereddüt etmeden her şeyimi feda ederdim; yeter ki bana makul bir güvence verilsin. Misyoner çabaları her zaman samimiyetle takdir etmişimdir ve ara sıra onları desteklemek ve yaymak için katkıda bulunmuşumdur. Hiçbir zaman kendim misyoner olma hissi duymadım; ama onlara her zaman hayranlık ve saygı duyarım. Ayrıca onları kıskanırım.
Ama eğer bu insanlar İsrail’in kayıp on kabilesiyse durum tamamen farklı olurdu: Fırsat kaçırılmayacak kadar mükemmeldi ve gerçekten kayıp kabileye geldiğime dair izlenimlerimi doğrulayacak cinsten belirtiler görürsem kesinlikle dinlerini değiştirmeliydim.
Burada bu keşfin hikâyemin başlarında ima ettiğim şey olduğundan bahsedebilirim. Zaman, önce bendeki izlenimi güçlendirdi; birkaç ay şüphe duyduğum hâlde daha sonra bundan oldukça emindim.
Yemeğim bitince ev sahiplerim yaklaştı ve sanki benim de onlarla gitmemi istercesine kendi ülkelerine giden vadiyi işaret etiler. Aynı zamanda kolumu yakalayıp beni çekiyor gibi yaptılar ama şiddet kullanmadılar.
Güldüm ve oraya gidersem öldürülmekten korktuğumu göstermek için ellerimle boğazımı keser gibi yaptım. Bana hemen vaatte bulundular ve tehlikede olmadığımı göstermek için kararlılıkla ellerini sıktılar.
Davranışları beni oldukça rahatlattı. Yarım saat içinde erzak çantamı topladım. Kendimi iyi bir yemek ve uyku ile harika bir şekilde güçlenmiş ve yenilenmiş hissederek içinde bulduğum sıra dışı durumda onlardan gördüğüm ilgiyle daha umutlanmış olarak yapacağımız yolculuk için heveslendim.
Ama daha sonra heyecanım yatışmaya başladı ve bu insanların on kabileden olmadıklarını düşündüm. Bu durumda beni bu kadar belaya ve tehlikeye sokan para kazanma umutlarım, bu yerin olanaklarının benden daha önce başkaları tarafından çoktan kullanıldığı ve dolayısıyla bereketli olmadığı gerçeğiyle yıkılacaktı. Dahası, nasıl geri dönecektim? Çünkü ev sahiplerimde, bütün iyiliklerine rağmen beni tutmaya çalıştıklarını ve bana sahip olduklarını düşündüklerini hissettiren bir şey vardı.

7. Bölüm
İlk İzlenimler
Dört mil kadar bir patika takip ettik. Önce buzullardan gelen şiddetli akıntının yüzlerce fit yukarısındayken bir süre sonra neredeyse yanına varmıştık. Sabah, soğuk ve biraz sisliydi; çünkü sonbahar son zamanlarda iyice bastırmıştı.
Bazen çam ormanlarından, daha doğrusu çama benzeyen porsuk ağacı ormanlarından geçtik. Yol kenarında yer yer içinde gençliğinin, gücünün ve güzelliğinin doruğunda ya da ilerlemiş yaşının vakur olgunluğunda olan kadın ve erkek figürlerini temsil eden heykellerinin olduğu tapınakları geçtiğimizi hatırlıyorum.
Ev sahiplerim bu tapınaklardan birini geçerken başlarını eğdiler. Heykellerin ciddi hürmet gören, alışılmadık mükemmellikte ve güzellikte olmasını bırakın, gerçek birer obje olmadıklarını fark edince şok oldum
Ancak; şu anda benim de yaptığım gibi, bütün insanların Musevi olmayan havarinin emirlerini yerine getirdiklerini hatırladığım için bir tereddüt ya da kınama belirtisi göstermedim. Bu şapellerden birini geçer geçmez sislerin ardında başlayan bir köye geldik; merak ve antipati konusu olma kaygısıyla diken üstündeydim.
Ama durum böyle değildi. Rehberlerim geçerken birçok kişiyle konuştu ve konuştukları kişiler büyük bir şaşkınlık gösterdiler. Rehberlerim iyi tanınıyordu ve insanların samimi kibarlıkları beni zor bir duruma düşmekten alıkoyuyordu. Yine de bana gözlerini dikmekten geri durmadılar, ben de onlara bakmaktan çekinmedim. Ama sonraki deneyimlerimin bana öğrettiği şeyi söyleyeyim; birçok konu üzerindeki hatalı düşüncelerine ve vizyonlarının sığlığına rağmen, onlar daha önce tanıştığım insanların arasında en iyi ırktı.
Köy, aynı yeni terk ettiğimiz köy gibiydi; sadece daha genişti. Sokaklar dar ve kaldırımsız ama epey temizdi. Pek çok evin bahçesinde şarap üretiliyordu ve bazılarında da üzerinde şişe ve kadeh çizilmiş işaret levhası vardı ki bu da beni evde hissettirdi.
Bu basit insan topluluğunda çok az da olsa gelişmiş bir alışveriş alanı vardı; tıpkı açık hava pazar yerinde olduğu gibi. Bu zamana kadar hep buradaymış gibiydi. Bütün her şey genel olarak Avrupa’dakinin aynısıydı; sadece türler farklıydı. Bir pencerede aynı evde olduğu gibi çocuklar için arpa şekeri ve şekerlemelerin olması hoşuma gitti; ama arpa şekeri tabaktaydı, bükülmüş çubuklarda ya da mavi renkte değildi. Daha güzel evlerde bolca cam vardı.
Son olarak şunu söylemeliyim ki insanların fiziksel güzelliği tek kelimeyle inanılmazdı. Onlarla kıyaslanabilecek hiçbir şey görmedim. Kadınlar dipdiri ve görkemli bir yürüyüşe sahiplerdi, başları bütün ifade gücü ve zarafeti ile omuzların ın üzerinde duruyordu.
Her özellik kusursuzdu; göz kapakları, kirpikler ve kulaklar neredeyse istisnasız mükemmeldi. Renkleri en iyi İtalyan tablolarındaki gibiydi; olabilecek en berrak yeşiller ve sağlıkla ışıldayan pembeler…
İfadeleri ilahiydi. Bana ürkek ürkek ama şaşkınlıktan aralık dudaklarla baktıklarında dinlerini değiştirme konusunu tamamen unutuyordum. Hangisini görsem gözlerim kamaşıyor; her birinin şimdiye kadar gördüklerimin en güzeli olduğunu hissediyordum. Orta yaşta bile hâlâ alımlıydılar ve kulübe kapılarındaki yaşlı, beyaz saçlı kadınların da kendine özgü itibarları ve görkemleri vardı.
Kadınlar güzel olduğu gibi erkekler de yakışıklıydı. Oldum olası hayran olduğum güzellikten ayrıca zevk de alırım; ama böyle muhteşem bir türün varlığından tamamen utandım. Mısırlıların, Yunanlıların ve İtalyanların en iyi özelliklerin karışımı gibiydiler.
Çok sayıda çocuk vardı ve fazlasıyla mutluydular. Onların da ailelerindeki kişiler kadar güzel olduğunu söylememe gerek bile yok. Hayranlığımı ve memnuniyetimi rehberlerime işaretlerle ifade ettim ve bundan çok memnun oldular.
Eklemeliyim ki hepsi de kendi kişisel görünüşlerinden gurur duyuyormuş gibi görünüyordu ve hatta en fakiri (Hiçbiri zengin gibi görünmüyordu.) bile bakımlıydı. Kıyafetlerini tanımlayarak ve giydikleri aksesuarları, gözüme çarpan yüzlerce tuhaf detayı anlatarak pek çok sayfa doldurabilirdim; ama yapmamalıyım.
Köyü geçtiğimizde sis çıktı ve karlı dağların muhteşem manzarasını açığa çıkardı. Böylece önceki akşam keşfettiğim ovaları tekrar görüyordum.
Ülke yüksek oranda bayındırdı. Her yerde kestane, ceviz ve elma ağacı dikiliydi. Tepelerin gitgide çekildiği yerde ve geniş ovaların arasında akan nehrin yanındaki bataklıkta bolca keçi ve bir çeşit küçük siyah sığır vardı.
Yuvarlak burunlu ve iri kuyruklu birkaç koyun gördüm. Çok köpek vardı ve bunlar oldukça İngiliz tarzıydılar; ama hiç kedi görmedim.
Başladığımız zamandan yaklaşık dört saat yürüyerek ve iki üç tane daha köy geçerek hatırı sayılır bir kasabaya vardık, rehberlerim benim bir şeyleri anlamam için bir sürü çaba sarf ettiler ama ben tehlike altında olmadığım dışında pek bir anlam çıkartamadım.
Okuyucuya şehri anlatarak lafı uzatmayacağım, sadece Domodossola ve Faido’yu[9 - İki İtalyan şehri.]düşünmesini isteyeceğim. Kendimi başyargıcın karşısında bulduğumu ve onun emriyle ilk görmüş olduğum yakışıklı ve iyi görünümlü iki kişiyle beraber bir odaya getirildiğimi söylemem yeterli.
Aslında, içlerinden bir tanesi açıkça çok hastaydı ve bastırmaya çalışmasına rağmen zaman zaman şiddetli bir şekilde öksürüyordu. Diğeri de solgun ve hasta görünüyordu ve neredeyse hiç konuşmuyordu;sorunun ne olduğunu anlamak imkânsız gibiydi.
İkisi de yabancı olduğu belli olan biriyle karşılaştıklarına şaşırdılar. Bana yaklaşamayacak, benimle ilgili çıkarımlar yapamayacak kadar hasta görünüyorlardı. Bu ikisi ilk çağrılanlardı ve yaklaşık on beş dakika onları takip etmem istendi ki bunu hem korkarak hem merakla yaptım.
Eyalet başkanı beyaz saç ve sakalı, bilge yüzüyle saygı uyandıran bir adamdı. Beş dakika boyunca gözlerini başımdan ayak ucuma kadar gezdirerek bana baktı; yukardan aşağı, aşağıdan yukarı. Bana bakmaya başladığından bitirdiği ana kadar kafası daha netleşmiş gibi görünmedi.
Sonunda bana “Sen kimsin?” anlamına geldiğini sandığım tek bir kısa soru sordu. Oldukça sakin bir şekilde sanki beni anlayacakmış gibi İngilizce cevap verdim ve elimden geldiği kadar doğal olmaya gayret ettim. Daha da aklı karışmış gibi göründü ve sonra diğer ikisiyle birlikte çekildi.
Sonra beni bir iç odaya götürdüler. Şef seyrederken yeni gelen iki adam beni soydu. Nabzımı ölçtüler, dilime baktılar, göğsümü dinlediler, bütün kaslarımı yokladılar ve her operasyonun ardından şefe bakıp kafa salladılar. Sonra oldukça memnun bir ses tonuyla sanırım iyi olduğum anlamına gelen bir şeyler söylediler.
Hatta sanırım kanlanmış olup olmadığına bakmak için göz kapaklarımı bile çekip baktılar. En sonunda sanırım sağlığımın mükemmel olmasından ve de kuvvetliliğimden memnun oldular.
Sonunda yaşlı başkan bana, beş dakika boyunca diğerlerinin çok yerinde bulur gibi göründüğü ama benim hiçbir şey anlamadığım bir konuşma yaptı. Sona erdiğinde çıkınımı ve ceplerimi yoklamaya devam ettiler.
Yanımda hiç para olmadığından ya da onların isteyebileceği veya benim kaybetmekten rahatsız olacağım herhangi bir şeyim olmadığından bu bana biraz tedirginlik verdi. En azından öyle sandım ama sonra yanıldığımı anladım.
Tütün pipoma çok şaşırmalarına ve beni onu kullanırken görmek istemelerine rağmen ilk başta rahattılar. Onlara nasıl kullanıldığını gösterdiğimde şaşırdılar ama hoşnutsuz değildiler; hatta kokuyu beğenmişe benziyorlardı.
Çok geçmeden en iç cebime saklamış olduğum ve aramaya başladıklarında orada olduğunu hatırladığım saatime geldiler. Onu ellerine aldıklarında endişeli ve gergin göründüler. Sonra bana onu açtırıp nasıl çalıştığını göstermemi istediler; bunu yaptıktan sonra oldukça ciddi rahatsızlık işaretleri gösterdiler. Bu beni çok daha fazla huzursuz etti çünkü saatin onları hangi nedenle rahatsız etmiş olabileceğini anlayamadım.
Onu ilk bulduklarında Paley’in aklıma geldiğini ve saati gören bir vahşinin onun icat edildiğini anlayacağını söyleyişini hatırlıyorum. Doğru, bu insanlar vahşi değildiler ama yine de varacakları sonun bu olduğundan emindim. Başpsikopos Paley’in ne kadar bilge bir adam olduğunu düşünürken yargıcın yüzündeki dehşet ve korku dolu ifadeyle kendime geldim. Saatimin bir icat değil; kendisini ve bütün evreni icat eden, öyle ya da böyle her şeyin meydana gelmesine neden olan şey olduğunu düşündüğünü gösteren bir ifadeydi bu.
Daha sonra bu sahnenin hiç Avrupa medeniyeti görmemiş birilerinin olduğu bir yerde gayet normal olduğunu fark ettim ve beni böyle şeyler düşünmeye sevk ettiği için Paley’e gücendim. Ama daha sonra yargıcın yüzündeki ifadeyi yanlış yorumladığımı fark ettim. Bu korku değil, nefret dolu bir bakıştı.
İki üç dakika boyunca sert ve ağırbaşlı bir şekilde benle konuştu. Sonra bunun faydası olmayacağını düşünerek beni birkaç geçitten geçirerek şehrin müzesi olduğunu anladığım büyük bir odaya getirdi. Burada beni daha önce gördüğüm her şeyden daha da çok şaşırtan bir görüntü yakaladım.
Burası, içinde her çeşit antika olan mahfazalarla doluydu; iskeletler, doldurulmuş kuşlar ve hayvanlar, taş oymalar (Boyunda gördüklerimin sadece daha küçükleriydi.)… Ama odanın büyük kısmı her tür bozuk makine ile doluydu.
Büyük parçaların kendi kapları ve üzerinde anlayamadığım karakterlerle yazılı etiketleri, hepsi kırık olan paslı buhar motoru parçaları vardı. Aralarında yerde yatan silindir, piston ve bir kırık motor volanıyla krankın bir parçasını gördüm.
Ve yine oldukça eski, tekerlekleri paslanıp çürümüş bir vagon vardı; gördüğüm kadarıyla özellikle demir raylar için tasarlanmıştı. Gerçekten de günümüzün en ileri buluşlarından pek çoğunun parçaları vardı; ama hepsi de birkaç yüz yıllıkmış gibi görünüyorduve bulundukları yere bilgilendirmek için değil antika olarak konulmuşlardı. Daha önce söylediğim gibi, hepsi bozuk ve kırıktı.
Pek çok kasa geçtikten sonra, sonunda birkaç saat ve iki üç eski kol saatinin olduğu bir kasaya geldik. Burada başkan durdu ve kasayı açarak benim saatimi diğerleriyle karşılaştırdı. Tasarımları farklıydı ama nesne apaçık aynıydı.
Bunun üzerine bana dönüp sürekli kasadaki saatleri göstererek sert ve kırgın bir ses tonuyla bir konuşma yaptı. Ben ona saatimi alıp diğer saatlerin yanına koyabileceğini söyleyene kadar da sakinleşmiş görünmedi. Bunu yapınca biraz sakinleşti.
İngilizce olarak -ton ve davranış olarak söylemek istediğimi anlatabileceğimi umduğum bir tonda- yanımda bilmeden kaçak bir şey getirdiysem özür dilediğimi; sıradan eşyalardan başka bir şeyimin olmadığını ve istemeden çiğnediğim bir yasa varsa saatimi bedel olarak verebileceğimi söyledim.
Sonra yumuşamaya ve daha nazik bir üslupla konuşmaya başladı. Sanırım onu bilmeden kırdığımı gördü. Ama yine sanıyorum ki onu döndüren ana sebep benim ondan korkmuş görünmeyişimdi; üstelik oldukça da saygılıydım. Açık renk saç ve tenim için daha önce diğerlerinin de yapmış olduğu gibi işaretler yapmıştı.
Sonradan anladım ki az görülen bir şey olduğundan açık renk saç büyük bir değer sayılıyordu ve ona sahip olan kimseler hayranlık duyulup kıskanılıyordu. Ne olursa olsun saatim benden alınmıştı; ama barış yapmıştık. Sonra muayene edildiğim odaya geri götürüldüm.
Derken başkan benimle başka bir konuşma daha yaptı. Bunun üzerine kısa sürede kasabanın hapishanesi olduğunu anladığım yakındaki bir binaya götürüldüm ancak beni diğer mahkûmlardan ayrı bir yere koydular. Odada yatak, masa, sandalyeler, şömine ve yıkama tezgâhı vardı.
Duvarlarla çevrili bir bahçeye inen, tek kat merdiveni olan ve bir balkona açılan başka bir kapı vardı. Beni odaya getiren adam, yemek için bir şeyler getirilmesini istediğimde aşağı inip bahçeye çıkabileceğimi işaret etti.
Battaniyelerimi ve içine sardığım birkaç şeyi almama izin verilmişti ancak şu açıktı ki -sebebini uzunca bir süre hiçbir şekilde anlayamasam da- ben bir mahkûmdum.

8. Bölüm
Hapishanede
Ve şimdi ilk kez cesaretim işe yaramadı. Diyebilirim ki meteliksizdim; hiç arkadaşımın olmadığı, geleneklerini, hatta dilini bile bilmediğim yabancı bir ülkede hapistim. Tam olarak tanımadığım adamların merhametine kalmıştım. Üstelik, bulunduğum bu zor ve şüpheli durumda, kafamı, rastladığım bu insanlarla meşgul etmekten kendimi alamıyordum.
İçi makinelerle dolu gördüğüm o odanın ve yargıcın saatime dair memnuniyetsizliğinin anlamı neydi? İnsanların oldukça az makineleri vardı. Bu ülkede yirmi dört saatten fazla kalmadığım hâlde bu durumun içine çakılı kalmıştım. Gelişme düzeyleri ancak on ikinci veya on üçüncü yüzyıl Avrupa’sınınki gibiydi; daha fazlası yoktu. Ama bizim en yeni buluşlarımızı da çok iyi biliyor gibiydiler.
Bir zamanlar bizden ileri olmalarına rağmen nasıl oluyor da şimdi bizim gerimizdeydiler? Şu kesin ki bu, önemsememekten kaynaklanmıyordu. Benim saatimi gördüklerinde onun saat olduğunu anlamışlardı; bozulan makineler de önceki uygarlıklarından kalanları kaybetmek istemedikleri için korunmuş ve etiketlenmişti. Ne kadar düşünürsem düşüneyim anlayamıyordum. Ama sonunda şu sonuca vardım ki demir ve kömür madenlerinde tek bir kalıntı bile kalmayana kadar bunları en iyi şekilde kullanmışlardı. Bu düşünebildiğim en iyi varsayımdı; üstelik daha sonra bunun nasıl yanlış anlaşıldığını da buldum ve onun en doğrusu olduğuna emin oldum.
Kapı açıldığında elinde iştah açıcı koku yayan bir tepsiyle duran genç kadını gördüğümde bu fikre dört veya beş dakika içinde zar zor vardığımı fark ettim. Bir örtü serip masayı insanın iştahını kabartan yemeklerle donatırken onu hayranlıkla izledim. Seyrederken onun o huzur veren tavrıyla kendimi daha da iyi hissetmeye başladım.
Yaşı yirmiden fazla değildi; orta boylu, hareketli, güçlü ve kibar görünümlüydü. Tatlı dudakları, derin ela gözleri, uzun ve kıvrık kirpikleri vardı. Saçları muntazamca örülmüştü ve çok zarif bir tavrı vardı. Görünüşü kusursuz bir güzelliği yansıtıyor, elleri ve ayakları heykeltıraş tarafından özenle yapılmış gibi duruyordu.
Masayı hazırlarken bir yakınının başına gelen acı bir olayı hatırlıyormuş gibi hüzünlü bir ifadeye bürünmüştü. Hatta bana daha da hüzünlü baktığını düşündüm. Elinde bir bardak ve bir şişeyle geldiğinde beni ellerim yüzümde, yatakta ızdıraplı bir hâlde otururken buldu. Parmaklarımı aralayıp onu odadan dışarı çıkarken izlediğimde benim için üzüntü duyduğuna emindim. Sırtı bana dönükken o mükemmel hazırlanmış yemeği yemeye başladım.
Yaklaşık bir saat sonra belinde birçok anahtar asılı olan, gardiyan olduğunu tahmin ettiğim biriyle geri geldi. Meğer o, bana bu güzel yemeği getiren kusursuz kadının babasıymış. Çok da üzüntülü olduğumu belli etmedim. Can sıkıntısından kurtulmuş, hem gardiyanımla hem de kızıyla hoş bir tavıra bürünmüştüm.
Bana gösterdikleri ilgiden dolayı onlara teşekkür edince bu duruma pek anlam veremeyip birbirlerine baktılar ve adam diğerine espri olduğunu düşündüğüm bir şey söylediğinde yine birbirlerine bakıp güldüler. O güzel kız yemek tabaklarını toplamayı babasına bırakıp gülümseyerek çıktı. Daha sonra çok da alımlı görünmeyen, hakkımda az şey bildiğine inandığım başka bir ziyaretçim geldi. Bir kitap, kalemler ve gazete getirmişti -hepsi İngilizceydi- ama ne baskılıydı ne de ciltli; ne dolma kalemle yazılmış ne de mürekkeple. Fakat bizimkinin hemen hemen aynısıydı.
Dillerini bana öğreteceğini ve buna da hemen başlayacağını anladım. Bu beni sevindirdi çünkü dillerini anlayınca daha rahat olacaktım. Eğer bana bu dili zar zor öğretselerdi ve bana insafsızca davransalardı asla öğrenemezdim. Hemen başladık. Odadaki her şeyin ismini, rakamları ve özneleri öğrendim. Avrupa dillerini bildiğim kadarıyla bu dillerle pek de benzerlik göstermiyordu; muhtemelen İbraniceydi.
Fazla ayrıntıyla anlatmayayım, zamanım oldukça monoton ve sıkıcı geçiyordu; ancak gardiyanın kızı Yram benimle oldukça ilgileniyordu. Bana dillerini öğreten adam her gün geliyordu, fakat benim asıl sözlüğüm ve bana dil bilgisi kurallarını öğreten kişi Yram’dı. Ayın sonunda olağanüstü bir biçimde ilerleme kaydettim; artık Yram ve babası arasında geçen konuşmaları anlayabiliyordum.
Öğretmenim kendini memnun hissetti ve benimle ilgili yetkililere olumlu rapor vereceğini söyledi. Ben de ona, bana ne yapılacağı konusunda sorular sordum. Benim oraya gitmemin ülke genelinde büyük heyecan yarattığını ve devletten gelecek beraat kararına kadar hapiste tutulacağımı söyledi. Davada bana en çok zarar verecek olan şeyin bir saate sahip olmam olduğunu söyledi. Bunun nedenini sorduğumda ise henüz çok iyi bilmediğim dillerinde bana uzun bir hikâye anlattı. Benim suçum tifüs olmak kadar kötüydü ama parlak saçlarım beni belki kurtarabilirdi.
Bahçede dolaşmama izin verildi. Burada yüksek bir duvar vardı böylece oyun oynayabiliyordum. Yalnız başıma oynamak aptalca görünse de hapsin üzerimde yarattığı kötü etkiyi azaltıyordu. Zamanla yakın çevreden insanlar beni görmek istedikleri için gardiyanı taciz etmeye başladılar. Gardiyan da yüksek miktardaki bahşişi alınca beni görmelerine izin vermeye başladı.
İnsanlar bana iyi, hatta oldukça iyi davranıyordu. Herkeste merak uyandırıyordum ve bundan nefret ediyordum. Özellikle kıskanç tavırlı Yram beni ve kadın ziyaretçilerimi dikkatle izliyordu. Yine de onun bu tutumu hoşuma gidiyordu ve bana destek olup beni rahatlattığı için kendimi ona oldukça muhtaç hissediyordum. Bu yüzden de elimden geldiğince onu sinirlendirmemeye gayret gösteriyordum. İyi arkadaş olmuştuk. Erkekler oldukça meraklıydılar ve biliyorum ki kendi rızaları ile yanıma geliyorlardı ama kadınlar onların refakatçi ile gelmelerini istiyorlardı. İnsanların cana yakın tavırlarından çok memnundum.
Yemeklerim sadeydi ama her zaman çeşit çeşit ve sağlığa yararlı gıdalardı. Kırmızı şarap ise takdire şayandı. Bahçede bir çeşit ot buldum. Otları bir kenara istifleyip kuruttum. Bu, tütünün yerini alabilirdi. Böylece Yram, öğrendiğim diller, ziyaretçiler, bahçede oynadığım oyun, sigara içme ve yatak sayesinde günler umduğumdan daha hızlı ve zevkli geçmeye başladı. Kendime bir de küçük bir flüt yaptım. Amatör bir müzisyen olarak zaman zaman operalardan bölümler çalarak veya “Neredesin hey neredesin?” veya “Evim, tatlı evim…” gibi melodiler mırıldanarak kendimi oyalıyordum. Bu şehirdeki diatonik ölçeği bilmeyen insanların, aslında bildikleri melodileri duyduklarında kulaklarına inanamamaları bana büyük kazanç sağladı. Bana sık sık şarkı söylettiler. Hatırladıklarımdan Billy Taylor’ın Wilkins and His Dinahve The Ratcatcher’s Daughter adlı şarkılarını söylerken Yram’ın gözlerinin dolmasına sebep olduğumu hatırlıyorum.
Onlarla aramızda bir iki kere tartışma oldu çünkü pazar günleri tekerlemeler ve ilahiler haricinde şarkı söylemiyordum. Maalesef sözlerini unuttuğum için sadece nağmesini mırıldanırdım bu ilahilerin. Dinsel hisleri ya azdı ya da hislerini hiç göstermiyorlardı. Kutsal Sebt gününü bile pek duymamışlardı; bu sebeple haftanın yedinci gününde somurtkanlığımdan rahatsız oluyorlardı. Ama oldukça toleranslıydılar. Hatta pek anlayamasam da içlerinden biri bana nazikçe zaman zaman asık suratlı olmamaya çalışmanın imkânsız olduğunu, eğer durum ciddileşirse birini görmem gerektiğinin çok doğal bir durum olduğunu söyledi.
Bir keresinde Yram bana kaba ve mantıksız davrandı ya da o zaman ben öyle algıladım. Bahçede oyun oynuyordum ve oldukça hararetliydim. O gün sonbahar yaklaştığı için hava soğuk olmasına ve bulunduğum “Soğuk Liman” isimli yerin denizden üç bin fit yüksekte olmasına rağmen, yeleğimle montum olmadan oynadım ve açık havada uzun süre kaldığım için de ağır şekilde üşüttüm.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/samuel-butler/erewhon-69428128/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
“Hayat ve Yaradılış”

2
Şeker kamışından şeker yapılırken çıkan suyun mayalandırılarak kurutulmasıyla yapılan sert içki.

3
Çiftçiler sahip olduklarının farkına varsalardı ne kadar mutlu olurlardı.

4
Çiftçiler sahip olduklarının farkına varsalardı ne kadar mutsuz olurlardı.

5
George Frideric Handel: Alman, klasik batı müziği bestecisi.

6
Baba, Oğul, Kutsal Ruh.

7
Mecdelli Meryem: Yeni Ahit’e göre İsa’nın takipçilerinden biri.

8
Dul Kraliçe Adelaide.

9
İki İtalyan şehri.
Erewhon Samuel Butler

Samuel Butler

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Servet edinmek için ülkesini terk eden bir gezgin, bu amaçlarla yola çıktığı bir gezinin sonucunda kendisini sıra dışı bir ülkede bulur. Muhteşem arazisi, olağanüstü yakışıklı ve yapılı erkekleri, ayrı bir güzelliği olan kadınlarıyla insan soyu için görünüş olarak âdeta ideal bir ülkedir burası. Görünüşte kusursuz olan bu ülkenin âdet ve görenekleri ise olağanın oldukça dışındadır. Burada hastalık, bir suç; yoksulluk ve talihsizlik, cezalandırılması gerekli bir durum; saat dâhil tüm makineler ise kullanımı yasak bir şeydir. Bu yönüyle, yazarının Erewhon adını verdiği bu yer, bir tezatın; dıştan ideal bir medeniyetin, içten ise medeniyetin gereklerinden uzak bir yapının hüküm sürdüğü bir ülkedir. “Erewhon”, bilim kurgu edebiyatının ilk örnekleri arasında yer almakla beraber yazarının bir “yanlış anlama” olarak belirtmesine rağmen kimi bölümlerde Charles Darwin’in evrim kuramını hicveden bir eserdir. Bununla beraber hem ütopya hem de distopya özelliği göstermesi, ilerleyen zamanlarda makinelerin insanlar üzerinde egemen konuma geleceklerini ilk defa söz konusu etmesi, ayrıca yazarının normal hayatında da büyük nefret duyduğu Viktorya Döneminin suç, ceza ve din yönünden eleştirisini içinde taşımasıyla kayda değer bir zenginliğe sahiptir.

  • Добавить отзыв