Monte Kristo Kontu

Monte Kristo Kontu
Alexandre Dumas
“Bu dünyada ne saadet vardır ne de bedbahtlık. Sadece bu hâlin ötekisi ile mukayesesi vardır. Yalnız en büyük ümitsizliği tadan bir kimse en büyük saadeti hissetmeye muktedir olabilir. Yaşamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu anlayabilmek için ölümü istemiş olmak lazımdır.” *** “Kendimi, lanetlenmiş bir şehri mahvetmek için gökten inmiş bir ateş bulutu gibi görmeye başladım. Tehlikeli bir sefere çıkacak maceracı bir kaptan gibi hazırlıklarımı yaptım, silahlarımı doldurdum, her türlü hücum ve savunma tedbirini aldım, bedenimi en ağır hareketlere, ruhumu en şiddetli sarsıntılara alıştırdım. Koluma öldürmeyi, gözlerime ızdırabı seyretmeyi, dudaklarıma en müthiş hâllerde bile gülümsemeyi öğrettim. Bir zamanlar olduğum gibi iyi, inanan ve affeden insandan; kinci kurnaz ve zalim yahut sağır gibi duygusuz ve kader gibi kör bir insan meydana getirdim. Sonra önümde uzanan yola koyuldum; karşıma çıkanları felaket içinde bırakarak hedefime ulaştım.” Mercédés, “Yeter Edmond!” dedi. “Seni tanıyan tek kadının, aynı zamanda seni anlayan tek kimse olduğunu söylersem inan bana. Beni yolunda ezseydin bile sana yine hayran olacaktım Edmond. Benimle geçmiş arasında nasıl geniş bir uçurum varsa seninle öbür erkeklerin arasında da öyle geniş bir uçurum var. Benim için en büyük işkence, seni başkaları ile karşılaştırmak olmuştur, inan bana çünkü dünyada senin gibi olan ve sana benzeyen hiç kimse yoktur. Artık bana ‘Hoşça kal!’ de Edmond ve ayrılalım…”

Alexandre Dumas
Monte Kristo Kontu

1
1815 yılının 24 Şubat günü, Marsilya’daki gözetleme kulesinden; İzmir, Trieste ve Napoli’ye uğrayarak Marsilya’ya gelen üç direkli Firavun yelkenlisinin limana girmek üzere olduğu haber verildi.
Bir geminin -hele bu gemi Firavun gibi Marsilya’da yapılmış, donatılmış ve Marsilyalı bir gemi sahibinin malı ise- gelmesi şehirde daima büyük bir olay sayıldığı için, rıhtım çabucak her zamanki meraklı kalabalığı ile doldu.
Gemi; gabya, flok ve trinketa yelkenlerinin yardımı ile ilerliyor fakat o kadar yavaş ve kasvetli bir şekilde yol alıyordu ki rıhtıma toplanıp yelkenlinin yaklaşmasını seyredenler, içgüdüleri ile bu hâlde bir felaket sezinleyerek geminin nasıl bir kaza geçirmiş olabileceğini merak etmeye başladılar. Kalabalık içindeki tecrübeli gemiciler ise geminin bir kaza geçirmiş olmadığını hemen anladılar çünkü gemide en ufak bir hasar yoktu. Gemiyi limanın ağzındaki dar geçitten geçirmeye hazırlanan kılavuzun yanında genç bir adam duruyor, uyanık bakışlar ve birtakım hızlı davranışlarla geminin seyrini kontrol ediyor ve kılavuzun talimatlarını tekrar ediyordu.
Rıhtımdaki kalabalığın üstüne çökmüş olan şüpheli merak, içlerinden birine çok tesir etmiş olacaktı ki o kişi, geminin limana girmesini bekleyemedi. Bir kayığa atladı ve kayıkçıya, Firavun’a doğru kürek çekmesini söyledi.
Bu adamın kendilerine doğru geldiğini gören kılavuzun yanındaki genç denizci, yerinden ayrıldı; şapkasını eline alarak geminin bordasına geldi. Yirmi yaşını geçmemiş, uzun boylu, ince yapılı bir gençti. Gözleri kara, saçları abanoz gibi siyahtı. Bütün davranışlarında, çocukluklarından beri türlü tehlikelerle karşılaşmaya alışkın olanlara has soğukkanlı, metin bir hâl vardı.
Kayıktaki adam, “Ne oldu Dantés?” diye seslendi. “Nedir geminin bu kasvetli hâli?”
“Büyük bir talihsizlik Mösyö Morrel! Cesur kaptanımız Leclére’yi Civita Vecchia açıklarında kaybettik!”
Gemi sahibi endişeyle sordu: “Yük nasıl?”
“Yük sağlam. Malları görünce memnun olacaksınız fakat zavallı Kaptan Leclére…”
Geminin sahibi rahatlamıştı.
“Ne oldu peki Kaptan Leclére’ye?” diye sordu.
“Beyin humması… Çok ızdırap çekti. Baş ucuna ve ayaklarının dibine birer top güllesi koyarak branda yatağına sardık. Şimdi Giglio Adası açıklarında büyük bir sükûnet içindedir.”
Genç adam üzgün üzgün gülümseyerek devam etti: “Dünya işte… Sen on yıl İngilizlerle dövüş bir şey olmasın da herhangi bir kimse gibi yatağında öl…”
“Hep öleceğiz Dantés ama yaşlılar daha önce ölmeli ki gençlere yer açılsın. Yoksa kimse mesleğinde ilerleyemez.”
Gemi, Yuvarlak Kule’nin önünden geçerken genç denizci emir verdi: “Gabya, flok ve trinketalar istingaya hazır olsun…”
Sanki bir harp gemisinde imiş gibi emir hemen yerine getirildi.
“İstinga!”
Son emir üzerine bütün yelkenler indirildi. Geminin hızı iyice düşürüldü.
Gemi sahibinin sabırsızlandığını gören Dantés, “Mösyö Morrel, eğer gemiye çıkmak isterseniz kâtibiniz Mösyö Danglars ile konuşabilirsiniz.” dedi. “Kamarasından çıktı geliyor. İstediğiniz bütün bilgiyi size verebilir. Ben tayfaların başına gideyim.”
Gemi sahibi ikinci bir davet beklemedi. Dantés’nin attığı ipi yakaladı. Gemiye yaklaşarak değme gemicilere taş çıkartacak bir çeviklikle, teknenin kenarından sallandırılmış ip merdiveni tırmandı. Danglars gemi sahibini karşılarken Dantés de işinin başına gitti.
Kâtip yirmi beş yirmi altı yaşlarında, üzgün yüzlü, üstlerine karşı riyakâr, astlarına karşı da gururlu bir adamdı. Gemi mürettebatı Edmond Dantés’yi ne kadar seviyorsa ondan da o kadar nefret ediyordu.
Danglars, “Tabii başımıza gelen felaketi duydunuz Mösyö Morrel.” dedi.
“Evet duydum. Zavallı Kaptan Leclére! Cesur ve şerefli bir insandı.”
“Aynı zamanda da fevkalade bir denizci. Ömrü gökle deniz arasında geçen, Morrel ve Oğlu gibi önemli bir firmanın, menfaatleri kendisine emanet edilen insan da öyle olmalı.”
Demir atmaya hazırlanan tayfaların başındaki Dantés’ye bakan gemi sahibi “Bana kalırsa bir insanın işini iyi yapabilmesi için muhakkak yaşlı olması lazım değil Danglars.” dedi. “Mesela Edmond’nun hiç de nasihate ihtiyacı yok artık.”
Danglars nefretle Dantés’ye göz atarak cevap verdi: “Evet. Dantés genç ve gözü pek. Kaptan ölür ölmez kimseye danışmak lüzumunu bile duymadan kumandayı ele aldı. Doğru Marsilya’ya gelmemiz gerekirken bizi bir buçuk gün Elba Adası’nda oyaladı.”
“İkinci kaptan olduğu için kumandayı ele alması vazifesidir ama geminin tamire filan ihtiyacı olmadan bir buçuk gün Elba Adası’nda oyalanması doğru değil.”
“Geminin hiçbir şeye ihtiyacı yoktu Mösyö Morrel. Elba’da bir buçuk gün oyalanmamız Dantés’nin kaprisinden başka bir şey değil. Karaya çıkmak esti aklına, ondan.”
Morrel, genç adama dönerek seslendi: “Dantés biraz gelir misin lütfen?”
“Şimdi efendim. Bir dakika müsaade edin.” Sonra gemicilere dönerek emir verdi: “Mayna!”
Çapa bırakıldı. Çapa zinciri gürültü ile boşaldı. Dantés, gemi sahibinin yanına geldi.
“Elba Adası’nda neden durduğunuzu öğrenmek istedim Dantés’’
“Kaptan Leclére’nin bir emrini yerine getirmek için durduk. Mareşal Bertrand’ya teslim edilmek üzere bir paket vermişti bana Kaptan Leclére ölürken.”
“Mareşali gördün mü Edmond?”
“Evet.”
Morrel etrafına baktı. Sonra Dantés’yi bir kenara çekti. Merakla “İmparator nasıl?” diye sordu.
“İyi idi. Ben mareşalin odasındayken o da saraya geldi.”
“Konuştun mu onunla?”
Dantés gülümsedi.
“O benimle konuştu.”
“Ne dedi?”
“Nereden gelip nereye gittiğimizi, yükümüzün ne olduğunu sordu. Öyle sanıyorum ki eğer gemi boş olsaydı ben de geminin sahibi olsaydım, gemiyi satın almak isteyecekti. Ben geminin Morrel ve Oğlu firmasına ait olduğunu, benim de gemi kaptanı olduğumu söyledim. ‘O firmayı biliyorum. Morrel’Ier babadan oğula gemi sahibidirler. Ben de Valence’tayken alayımda bir Morrel vardı.’ dedi.”
Morrel neşelendi.
“Doğru. Bahsettiği Morrel, amcam Policar Morrel’dir. Sonra yüzbaşı olmuştu.”
Dantés’nin omzunu dostça okşayarak ilave etti: “Kaptan Leclére’ninemrini dinleyerek Elba Adası’nda durduğuna iyi ettin fakat mareşale bir paket verdiğin ve imparatorla konuştuğun duyulursa başına bir iş açılabilir.”
“Nasıl bir iş? Pakette ne olduğunu bile bilmiyorum. Sonra benim yerimde kim olsaydı imparator ona da aynı şeyleri soracaktı. Müsaadenizi rica edeceğim efendim. Karantina ve gümrük memurları geldi.”
Dantés uzaklaşır uzaklaşmaz Danglars gemi sahibinin yanına geldi.
“Elba Adası’nda oyalanmamız konusunda sizi ikna etti galiba?”
“Evet Mösyö Danglars.”
“Memnun oldum. Bir arkadaşın, vazifesini kötüye kullandığını görmek daima üzücüdür.”
“Dantés vazifesini kötüye kullanmamıştır. Ona Elba Adası’nda durma emrini veren Kaptan Leclére’dir.”
“Kaptan Leclére dediniz de aklıma geldi; Dantés size, onun bir mektubunu verdi mi?”
“Hayır. Böyle bir mektup mu var?”
“Öyle sanıyorum ki Kaptan Leclére bu mektupla beraber ona bir de paket verdi.”
“Nasıl bir paket Danglars?”
“Dantés’nin Elba Adası’nda bıraktığı paketi.”
“Dantés’nin Elba Adası’nda bir paket bıraktığını sen nereden biliyorsun?”
Danglars kızardı.
“Ben geçiyordum. Kaptanın kamara kapısı da aralıktı. Onun Dantés’ye bir paketle bir mektup verdiğini gördüm.”
“Bana bir şeyden bahsetmedi ama böyle bir mektup varsa vereceğinden eminim.”
Danglars bir an sustu. Sonra “Lütfen bundan Dantés’ye bahsetmeyin Mösyö Morrel.” dedi. “Belki de yanılıyorum.”
O sırada Dantés geldi. Danglars da oradan uzaklaştı. Gemi sahibi sordu: “Artık işin bitti mi Dantés?”
“Evet efendim.”
“Bizimle yemeğe gelir misin?”
“Özür dilerim Mösyö Morrel, babam bekler. Beni yemeğe davet ettiğiniz için size minnettarım.”
“Hakkın var Dantés. Sen iyi bir evlatsın ama babanı gördükten sonra seni bekleriz.”
“Sizden tekrar özür dilerim Mösyö Morrel. Bu ziyaretten sonra, benim için aynı derecede önemli bir ziyaretim daha var.”
“Ooo tabii! Seni baban gibi sabırsızlıkla bekleyen biri daha olduğunu, güzel Mercédés’i az daha unutuyordum. Sen akıllı bir gençsin Edmond. Sevgilin çok güzel bir kız.”
Genç denizci büyük bir ciddiyetle “O benim sevgilim değil efendim.” dedi. “Nişanlım.”
Morrel güldü.
“İkisi de aynı kapıya çıkar bazen.”
“Bizimki öyle değil efendim.”
“Peki. Seni daha fazla tutmayayım. Sen benim işlerimi öyle iyi hallettin ki ben de sana kendi işlerini görmen için mümkün olduğu kadar zaman vermek istiyorum. Bana söyleyeceğin başka bir şey var mı?”
“Hayır.”
“Kaptan Leclére bana verilmek üzere bir mektup filan bırakmadı mı?”
“Mektup yazacak hâlde değildi efendim. Şimdi aklıma geldi; sizden on beş gün izin isteyeceğim.”
“Evlenmek için mi?”
“Önce o… Sonra da Paris’e gitmek için.”
“Sana istediğin kadar izin Dantés. Yükü boşaltmamız için en az altı hafta ister. Ondan sonra da üç dört aydan önce de tekrar denize açılamazsınız ama üç ay sonra burada olman lazım.”
Genç denizcinin omzunu okşayarak devam etti: “Kaptanı olmadan Firavun yola çıkamaz.”
Gözleri sevinçten ışıl ışıl olan Dantés “Kaptan mı dediniz?” dedi. “Beni Firavun’un kaptanı mı yapmak istiyorsunuz?”
“Eğer tek başına karar verecek durumda olsaydım elini sıkar evet derdim, azizim Dantés ama bir ortağım var. Sen o İtalyan atasözünü bilir misin? ‘Ortağı olanın patronu var demektir.’ der. Gelgelelim sen şimdi iki oydan birine sahip olduğun için iş yarı yarıya bitmiş sayılır. Öbür oyu alma işini de bana bırak. Bunun için elimden geleni yapacağım.”
Dantés, gözleri dolu dolu, gemi sahibinin ellerine sarılarak “Oh Mösyö Morrel!” dedi. “Size babam ve Mercédés adına da teşekkür ederim.”
“Bir şey değil Dantés. Babanı, Mercédés’i gör. Sonra da gel beni gör.”
“Sizi karaya çıkarmayayım mı?”
“Hayır, teşekkür ederim. Ben gemide kalıp Danglars ile hesaplara bakacağım. Danglars’dan memnun kaldınız mı Dantés?”
“Bu, sorunuzda ifade etmek istediğiniz hususa göre değişir efendim. Eğer ondan bir arkadaş olarak memnun kalıp kalmadığımı soruyorsanız cevabım hayır olacak. Öyle sanıyorum ki; yaptığımız küçük bir kavgadan ve benim teklif etmekle hatalı olduğum, onun da bu teklifi kabul etmemekle haklı olduğu; Monte Kristo Adası’nda on dakika durarak bu meseleyi halletmek gibi budalaca bir teklifte bulunduğum günden beri Danglars benden nefret ediyor ama ondan bir kâtip olarak memnun kalıp kalmadığımı soruyorsanız, aleyhinde söyleyecek hiçbir sözüm yok. Yaptığı işten çok memnun kalacaksınız.”
“Firavun’un kaptanı olsaydın onu yanında bulundurur muydun?”
“Kaptan yahut ikinci kaptan, ne olursam olayım patronlarımın güvenini kazanmış kimselere karşı daima saygım olacaktır.”
“Çok güzel Dantés. Sen her bakımdan mükemmel bir insansın. Seni daha fazla tutmayayım. Gitmek için nasıl sabırsızlandığını biliyorum.”
“Sizin kayığınızla gidebilir miyim?”
“Tabii Dantés!”
“Hoşça kalın Mösyö Morrel. Size bütün kalbimle teşekkür ederim!”
Genç denizci kayığa atlayarak kıça oturdu. Kayıkçıya, kendisini Canebiére’ye götürmesini söyledi. Karaya çıkıp kalabalık arasında kayboluncaya kadar gemi sahibi gülümseyerek arkasından baktı. Geri döndüğü zaman arkasında, kendisi gibi genç denizcinin hareketlerini takip etmiş olan Danglars’yı gördü fakat Edmond Dantés’nin arkasından bakarlarken ikisinin de yüzlerindeki ifade başka başka idi…

2
Nefret şeytanının elinde esir olarak gemi sahibinin kulağına arkadaşı aleyhinde üstü kapalı ithamlar mırıldanmaya gayret eden Danglars’yı bırakarak; Canebiére’yi boydan boya geçtikten sonra Rue de Noailles’ye dönen, Allées de Meilhan’nun sol tarafındaki küçük bir eve giren, dört kat karanlık merdiveni koşar gibi çıkarak küçük bir odanın içinin göründüğü yarı açık bir kapının önünde duran Dantés’yi takip edelim. Bu yer, Dantés’nin babasının yaşadığı odadır.
“Baba… Canım babacığım!”
Yaşlı adam bir feryat kopararak yüzünü kapıya çevirdi. Sapsarı bir yüzle, titreye titreye kendini oğlunun kollarına bıraktı. Genç adam merakla sordu: “Neyin var baba? Hasta mısın?”
“Hayır, hayır Edmond, oğlum. Hayır yavrum. Seni hiç beklemiyordum da… Böyle birdenbire karşımda görünce sevinçten…”
“Fakat sevincin kimseye kötülüğü dokunmaz derler baba… Onun için karaya ayak basar basmaz doğru buraya geldim. Çok şükür sağ salim döndüm. Artık hep beraber çok mesut olacağız.”
“Fevkalade, fevkalade oğlum! Fakat nasıl mesut olacağız? Artık benden hiç ayrılmayacak mısın? Bana bu güzel talihten bahsetsene.”
“Başka birinin ölümü yüzünden bana gülen talihe sevindiğim için Tanrı kusurumu affetsin ama durum bu. Ben de buna sevinmezlik edemiyorum. Kaptan Leclére öldü. Onun yerine geçeceğim gibi görünüyor. Gözünün önüne getirebiliyor musun baba? Yirmisinde bir kaptan! Yüz lui aylık, kârdan hisse… Bu benim gibi fakir bir gemicinin hayal edebileceğinden de fazla bir şey değil mi baba?”
“Evet oğlum. Çok talihliymişsin.”
“Elime geçecek ilk para ile sana bahçeli, küçük bir ev almak istiyorum… Ne oldu baba? Hiç iyi görünmüyorsun.”
Yaşlı adam “Bir şey değil geçer.” dedi.
Fakat kendine hâkim olamayarak geriye doğru sendeledi.
“Sana bir bardak şarap vereyim baba. İyi gelir. Nerede şarap?”
Yaşlı adam kendine hâkim olmaya çalışarak cevap verdi: “İstemez Edmond.”
“Hayır, hayır ister. Söyle bana, nerede şarap?”
Dolapları karıştırmaya başladı.
“Boşuna arama Edmond. Şarabım yok.”
Edmond sapsarı bir yüzle babasının çökmüş avurtlarına ve boş raflara bakarak “Yok mu?” dedi. “Parasız mı kaldın baba?”
“Sen geldin ya artık bir şeye ihtiyacım yok Edmond.”
“Fakat… Fakat üç ay önce yola çıkarken sana iki yüz frank bırakmıştım baba…”
“Evet bıraktın Edmond fakat komşumuz Caderousse’a olan küçük bir borcunu unutmuşsun. Caderousse bana borcu hatırlattı. Eğer parayı vermezsem gidip Mösyö Morrel’le konuşacağını söyledi. Senin için kötü olur diye korktum ve parayı verdim.”
“Benim Caderousse’a borcum yüz kırk franktı baba. Bu parayı sana bıraktığım iki yüz franktan mı verdin?”
Yaşlı adam, tasdik etti.
“Üç ay, geri kalan altmış frankla mı yaşamaya çalıştın? Tanrı’m beni affet!”
“Sen geldin ya artık düşünme bunları Edmond.”
“Evet geldim. Hem biraz param var hem de iyi bir geleceğim. Al şunları da bir şeyler aldır baba.”
Ceplerini masaya boşalttı. On iki altın; beş altı gümüş frank ve ufak paralar masanın üstüne döküldü. Yaşlı adamın yüzü aydınlandı.
“Kimin bunlar Edmond?”
“Benim… Senin… Bizim… Ne istersen aldır baba. Üzülme, yarın daha da getiririm. Gemide, senin için aldığım kaçak kahve ve nefis bir tütün var. Yarın getiririm. Biri geliyor galiba?”
“Caderousse sana hoş geldin demeye geliyordur.”
“Onunla hiç de aklımdan geçtiği şekilde konuşamayacağım. Gelsin bakalım. Bize vaktiyle iyiliği dokundu.”
Bir müddet sonra Caderousse içeri girdi. Yirmi beş yaşlarında, siyah saçlı ve kara sakallı bir adamdı. Terzi olduğu için kolunda bir ceket astarı vardı. Otuz iki dişini gösteren bir gülümseme ve ağır bir Marsilya şivesi ile “Demek döndün Edmond!” dedi.
Dantés, soğukluğunu gizlemeye çalışarak cevap verdi: “Evet döndüm. Sana bir faydam dokunabilir mi acaba?”
“Teşekkür ederim. Hiçbir şeye ihtiyacım yok. Daha ziyade başkaları bana muhtaç olur.”
Edmond kapıya doğru yürüdü.
Caderousse devam etti: “Seni kıracak bir şey söylemek istemedim Edmond. Ben sana borç vermiştim, sen de ödedin. Ödeştik.”
“Biz, bize iyilik etmiş kimselerle ödeşmiş olmayız. Para değilse bile minnet borçluyuzdur onlara.”
“Ne lüzum var bu laflara Edmond? Geçmiş geçmiştir. Şimdi yeni durumumuzdan bahsedelim. Limanda dostumuz Danglars’yarastladım. O haber verdi. Şimdi Morrel’lerde iyi bir mevkin olduğunu da söyledi fakat Mösyö Morrel’in yemek davetini reddetmeyecektin. Bir insan kaptan olmak istiyorsa gemi sahibini biraz koltuklamalı.”
“Böyle bir şeye lüzum kalmadan kaptan olmak istiyorum ben.”
“Daha iyi tabii. Bütün arkadaşların seni muvaffak olmuş görmekten sevinirler. Hele bir isim biliyorum ki bundan hiç de üzgün olmayacaktır.”
Yaşlı adam, “Mercédés mi?” diye sordu.
Edmond, “Evet baba.” dedi. “Seni görüp iyi olduğunu öğrendim. Müsaade edersen şimdi gidip Mercédés’i göreyim.”
Babasını öptü. Caderousse’a selam verdi. Çıktı.
Caderousse biraz daha durdu. Edmond’nun babasından müsaade isteyerek o da çıktı. Aşağı indi. Kendisini beklemekte olan Danglars ile buluştu.
“Nasıl?” dedi. “Kaptan olma ümidinden bahsetti mi sana?”
“Ümitle değil; bu iş olmuş gibi konuştu. Daha şimdiden bir gurur da gelmiş. Sanki büyük bir adammış gibi, bana ne gibi bir faydası dokunabileceğini sordu.”
“Mercédés’i seviyor mu hâlâ?”
“Hem de nasıl… Onu görmeye gitti şimdi ama eğer yanılmıyorsam tatsız bir sürprizle karşılaşacak.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Pek emin değilim ama Mercédés ne zaman şehre inse yanında daima iri yarı, genç bir Katalanyalı var.”
“Şimdi Dantés, Mercédés’i görmeye mi gitti?”
“Evet. Benden az önce çıktı.”
“Gel biz de gidelim. La Reserve’de oturur, şarap içerek haber bekleriz.”
“Kim haber getirecek bize?”
“Yol üstünde olacağız. Dantés’nin yüzünden anlarız ne olduğunu.”
“Gidelim haydi! Ama şaraplar senden.”
“Tabii benden!”
İki arkadaş hızla çıktılar.

3
Danglars ve arkadaşının şarap içtikleri yer, Katalanların köyüne yüz adım kadar uzaklıkta idi.
Bir gün esrarengiz bir grup, İspanya’dan yola çıkmış ve şimdi oturdukları yere yerleşmişlerdi. Provans eyaletinde konuşulan lehçeyi bir parça bilen başkanları, Marsilya hükûmet makamlarına müracaat ederek yerleştikleri bu kıraç kıyının kendilerine verilmesini istemişti. Marsilya hükûmet makamlarınca bu istek kabul edilmiş ve gemilerle açık denizden gelmiş olan bu Çingeneler üç ay içinde orada küçük bir köy kurmuşlardı. Şimdi aradan üç yahut dört yıl geçmiş olmasına rağmen bunlar yerlerini bırakmamışlar ve Marsilya halkına karışmamışlardı. Yalnız kendi aralarında kız alıp veriyorlar, ana vatanlarının âdetlerini değiştirmiyorlar, kendi dillerini konuşuyorlardı.
Bu küçük köyün tek yolunun üstündeki evlerden birinde kuzguni siyah saçlı, ceylan gibi tatlı bakışlı bir genç kız duvara dayanmış duruyordu. Karşısındaki sandalyede yirmi yaşlarında genç bir adam oturuyor, sandalyesinde sinirli sinirli sallanarak huzursuz bir şekilde ve kızgın kızgın genç kıza bakıyordu. Bakışları soru dolu idi fakat tamamıyla, genç kızın kendinden emin, sabit bakışlarının tesiri altında idi.
“Bak Mercédés!” dedi. “Paskalya geldi. Evlenmek için bundan iyi zaman olur mu? Cevap ver bana.”
“Sana yüz defa cevap verdim Fernand. Ne bekliyorsun hâlâ sormaktan. Sana hiç cesaret verdim mi? Kaç defa söyledim sana ki benim için bir kardeşten farkın yoktur. Demedim mi? Seninle evlenmemi bekleme, kalbim bir başkasına ait demedim mi? Her zaman böyle demedim mi sana?”
“Evet. Benimle her zaman zalimce bir samimiyet içinde oldun.”
“Hem benim gibi, neredeyse üstüne yıkılacak bir kulübesinden başka bir şeyi olmayan fakir, kimsesiz bir kızla evlenip ne yapacaksın?”
“Fakirliğin beni ilgilendirmez Mercédés. Seni, en büyük gemi sahibinin yahut Marsilya’nın en zengin adamının kızına tercih ederim. Bir erkeğin bütün arzusu namuslu iyi bir ev kızı ile evlenmektir. Ben senden iyisini nerede bulurum Mercédés?”
Mercédés başını salladı.
“Bir kadın kocasından başkasını severse ne namusu konusunda garanti verebilir ne de iyi bir ev kadını olur. Benden arkadaşlıktan başka bir şey isteme. Söz veriyorum, senin için iyi bir arkadaş olacağım. Başka bir şey değil. Ben yalnız yapabileceğim şeyler için söz veririm.”
Fernand kalktı. Odada bir aşağı bir yukarı dolaştı. Yumruklarını sıkıp kaşlarını çatarak genç kızın karşısında durdu.
“Son defa soruyorum Mercédés, cevabın bu mu?”
Kız soğuk bir şekilde cevap verdi:
“Ben Edmond Dantés’yi seviyorum. Ondan başka kimse benim kocam olamaz!”
“Onu daima sevecek misin?”
“Ölünceye kadar.”
Fernand ümitsizlikle başını eğdi. Homurdanır gibi derin bir soluk verdi. Sonra birdenbire başını kaldırarak yılan fısıltısını andıran bir sesle dişlerinin arasından söylendi:
“Ya ölürse?”
“Ben de ölürüm!”
“Ya seni unutursa?”
Sokaktan neşeli bir haykırış duyuldu: “Mercédés!”
Aşk ve mutluluktan yüzü pembe pembe olan Mercédés, “Gördün mü beni unutmamış!” dedi. “İşte geldi!” Koşarak kapıyı açtı.
“Buradayım Edmond!”
Fernand yılan görmüş gibi irkildi. Tekrar sandalyeye çöktü.
Edmond ve Mercédés birbirlerine sarıldılar. Kızgın bir Marsilya güneşi içeri dolmuştu. Taşan saadetleri onları bütün dünyadan ayırmış olduğu için etraflarını unuttular. Edmond bir müddet sonra, odanın loşluğu içinde karanlık bir yüzün kendisine bakmakta olduğunu fark etti. Fernand farkında olmadan elini kemerindeki bıçağın kabzasına attı.
Dantés, “Affedersiniz…” dedi. “Burada üç kişi olduğumuzu bilmiyordum.”
Sonra Mercédés’e dönerek sordu: “Kim bu bay?”
“Bir arkadaşım Edmond. Senin de arkadaşın olacak. Kuzenim Fernand. Senden sonra dünyada en çok sevdiğim insan. Tanımadın mı onu?”
Bir eliyle Mercédés’in elini tutan Dantés, “Oh evet!” diyerek öbür elini de Fernand’ya uzattı fakat Fernand hiç kımıldamadı. Bir heykel gibi sessiz ve hareketsizdi. Dantés bu hâlin manasını sorar gibi, üzgün ve eli titreyen Mercédés’e, sonra meydan okurcasına kaşlarını çatmış kendisine bakan Fernand’ya baktı. Bir anda her şeyi anladı. Yüzü hırsla buruştu.
“Seni görebilmek için buraya koşarken evinde bir düşmanla karşılaşacağımı ummamıştım Mercédés!” dedi.
Mercédés hırsla kuzenine bakarak “Düşman mı?” dedi. “Burada sana düşman kimse yok Edmond. Fernand benim kardeşimdir. Senin de dostça elini sıkacaktır.”
Emreder gibi Fernand’ya baktı. Bu bakışın tesiri altında kalan Fernand elini yavaşça Edmond’ya uzattı. Bu emir karşısında nefreti, kızgın fakat tesirsiz bir dalga gibi parçalanmıştı. Ancak eli Edmond’nun eline değince aklı başına geldi. Aceleyle döndü. Kendini evden dışarı attı. Bir taraftan koşuyor bir taraftan da başını elleri arasına almış deliler gibi söyleniyordu: “Bu adamdan nasıl kurtulacağım? Ne yapmalıyım? Ne yapmalıyım?”
Biri “Nereye böyle telaşla Fernand?” diye seslendi.
Fernand durdu. Etrafına baktı. Bir meyhanenin çardağındaki masa başında, Caderousse ile oturan Danglars’yı gördü. Caderousse, “Gelsene Fernand!” dedi.
“Arkadaşlarınla iki çift laf edemeyecek kadar ne acelen var?” diye ilave etti Danglars.
Fernand şaşkın şaşkın onlara baktı. Bir şey söylemedi Danglars dizi ile Caderousse’u dürterek “Çok üzgün bir hâli var.” diye mırıldandı. “Aldandık galiba. Dantés kızı bunun elinden aldı mı dersin?”
Caderousse alçak sesle cevap verdi: “Anlarız.”
Fernand’ya dönerek seslendi: “Haydi Fernand karar ver, gelecek misin?”
Fernand alnında biriken terleri sildi. Ağır ağır çardağa doğru yürüdü. Yanlarına gelince “Merhaba!” dedi. “Beni çağırdınız, değil mi?”
Oturdu. Dirseklerini masaya dayadı. İnler gibi bir soluk koyuverdi.
Caderousse, “Biliyor musun Fernand, bu hâlinle tıpkı terk edilmiş bir sevgiliye benziyorsun.” dedi.
Kaba kaba güldü.
Danglars, “Ne konuşuyorsun sen!” dedi. “Fernand gibi yakışıklı bir genç aşkta hiçbir zaman kaybetmez. Şaka ediyorsun herhâlde…”
“Hayır şaka etmiyorum. Ancak terk edilmiş bir âşık böyle iç çeker. Haydi Fernand, başını kaldır da konuş biraz; insanın, sağlığını soran dostlara cevap vermemesi ayıptır.”
Fernand yumruklarını sıktı fakat başını kaldırmadan cevap verdi:
“Sağlığım iyi.”
Caderousse arkadaşına göz kırparak “Ben sana hikâyeyi anlatayım Danglars.” dedi. “Bu cesur Katalanyalı, Marsilya’nın en iyi balıkçılarından biri olan bu Fernand, Mercédés adında güzel bir kıza âşık fakat ne yazık ki kız Firavun’un ikinci kaptanını seviyor. Firavun bugün Marsilya’ya döndüğüne göre tabii üst tarafını anlıyorsun…”
Danglars, “Hayır anlamıyorum.” dedi.
“Zavallı Fernand’ya yol göründü.”
Fernand başını kaldırarak hırsını almak için birini arar gibi Caderousse’a baktı.
“Ne olmuş yol göründüyse? Mercédés istediğini sevemez mi?”
Caderousse cevap verdi: “Sen böyle kabul ediyorsan o zaman başka. Ben seni Katalanyalı sanmıştım. Benim bildiğim Katalanyalılar, rakibinin kendisini bir tarafa itmesine razı olmaz. Sonra benim bildiğim Fernand Mondego, kimsede intikamını bırakmaz.”
Danglars ona çok acıyormuş gibi “Zavallı ne bilsin Dantés’nin böyle apansız çıkageleceğini.” dedi. “Belki onun öldüğünü, yahut Mercédés’i unuttuğunu sanıyordu. Böyle bir şey aniden olursa daha ızdırap vericidir.”
Danglars konuşurken şarabını içen ve hafiften sarhoş olan Caderousse, “Dantés’nin bu mesut dönüşünden rahatsız olacak tek insan Fernand değil!” dedi. “Öyle değil mi Danglars?”
“Tabii! Muhakkak Dantés’nin başına da bir felaket gelecektir.”
“Gelirse gelsin. Güzel Mercédés’le evlenecek ya!”
Danglars, Caderousse’un bu sözleri altında feci şekilde ezilen Fernand’ya dikkatle baktı. “Düğün ne zaman?”
Fernand mırıldandı: “Daha düğün olmadı.”
Caderousse, “Olmadı ama olacak.” dedi. “Dantés nasıl
Firavun kaptanı olacaksa bu düğün de olacak. Dantés, Firavun’un kaptanı olmayacak mı Danglars?”
Danglars bu sözlerin bir maksatla mı söylendiğini anlamak için Caderousse’un yüzüne baktı fakat bu yüzde gördüğü sadece kıskançlık oldu. Bardakları doldurdu.
“Madem öyle, güzel Mercédés’in kocası Kaptan Edmond Dantés’nin şerefine içelim!” dedi.
Caderousse ağır bir hareketle bardağını kaldırarak içindeki şarabı bir hamlede içti. Fernand kendi bardağındaki şarabı yere döktü.
Caderousse, “O da ne?” diye bağırdı. “Ne görüyorum tepenin üstünde? Bak hele Fernand, senin gözlerin daha iyidir. Sarhoş mu oldum ne; gözlerim buğulanıyor. El ele yürüyen iki sevgili görür gibiyim. Tanrı’m sen kusurumu affet! Bizim kendilerini gördüğümüzü bilmedikleri için öpüşüyorlar.”
Danglars, Fernand’nun yüzündeki ızdırabı kaçırmadı.
“Tanıyor musun onları Fernand?” diye sordu.
Fernand acı ile cevap verdi: “Evet. Dantés ile Mercédés.”
Caderousse, “Bak hele!” diye bağırdı. “Demek onlar. Ben tanımamıştım hâlbuki. Hey Dantés; hey genç kız… Gelin bir dakika da düğünün ne zaman olacağını söyleyin bize. Fernand öyle inatçı ki söylemiyor.”
Danglars, sarhoş inadı ile çardaktan sarkan Caderousse’a mâni olmak istermiş gibi “Sus Caderousse!” dedi. “Doğrul hele. Bırak sevda kuşlarını sevişsinler. Bak Fernand, ne kadar hâkim kendine.”
Danglars onlara bakarak; Bu budalaların hiç faydası yok bana,diye düşündü. Biri sarhoş, öteki de korkak. Dantés’nin talihi yaver gidiyor. Kızı alacak, kaptan olacak, sonra da karşımıza geçip gülecek ama…Hafifçe gülümsedi. Ama bir de ben el atayım şu işlere.Caderousse masaya yaslanmış, bağırmaya devam ediyordu: “Hey Edmond! Arkadaşlarını görmedin mi? Yoksa gelmeye tenezzül etmiyor musun?”
Dantés cevap verdi: “Ne münasebet Caderousse. Sadece mesudum. Saadet insanı gururdan fazla kör ediyor.”
“Güzel bir mazeret. Merhaba Madam Dantés…”
Mercédés vakarla cevap verdi: “Ben henüz Madam Dantés değilim. Hem bir kızı evlenmeden önce nişanlısının adı ile çağırmanın uğursuzluk getirdiğini söylerler. Onun için bana Mercédésdeyin lütfen.”
Danglars genç çifti selamlayarak “Herhâlde düğünü yakında yaparsınız değil mi Mösyö Dantés?” dedi.
“Mümkün olduğu kadar çabuk Mösyö Danglars. Bütün hazırlıklarımızı bugün babamın evinde kararlaştıracağız. Yarın yahut en geç öbür gün de bu meyhanede düğün ziyafetimiz olacak. Bütün dostlarımız gelecek. Tabii siz Mösyö Danglars ve sen Caderousse davetlilerimiz arasındasınız.”
Caderousse anlamsız bir kahkaha ile “Ya Fernand?” diye sordu. “O da davetli mi?”
“Karımın arkadaşı benim de arkadaşımdır. Eğer gelmezse çok üzülürüz.”
Fernand cevap vermek için ağzını açtı fakat ağzından ses çıkmadı. Bir kelime bile söyleyemedi.
Danglars, “Bugün hazırlık, yarın yahut en geç öbür gün düğün, çok acele etmiyor musunuz kaptan?” dedi.
Dantés gülümsedi.
“Mercédés’in az önce Caderousse’a söylediğini, müsaade edin ben de size söyleyeyim Mösyö Danglars. Bana, henüz kendime ait olmayan bir sıfatla hitap etmeyin. Belki felaket getirir.”
“Özür dilerim, ben sadece büyük bir telaş içinde olduğunuzu söylemek istemiştim. Hâlbuki çok vaktiniz var. Firavun’un denize açılması, daha en aşağı üç ay ister.”
“İnsan mesut olmak için daima telaş eder fakat benimki bencillikten değil. Paris’e gitmem lazım da…”
“Öyle mi? Orada işiniz mi var?”
“Kendi işim değil. Kaptan Leclére’ye ait bir iş. Tabii anlıyorsunuz. Gizli bir iş fakat merak etmeyin hemen döneceğim.”
Danglars, “Anlıyorum.” dedi.
Sonra düşündü: Herhâlde mareşalin verdiği mektubu sahibine götürecek… Tanrı’m… Bu mektup bana bir fikir veriyor, mükemmel bir fikir. Ah Dantés, aziz dostum, sen daha kaptan olarak Firavun’un kaydına girmedin.
Dantés’nin yürümeye başladığını görünce arkasından seslendi: “Hayırlı yolculuklar!”
Dantés dönerek onu başıyla dostça selamladı.
“Teşekkür ederim.”
İki âşık, göğe yükselen iki ruhun saadeti içinde oradan uzaklaştılar…

4
Ertesi gün hava çok güzeldi. Güneş, dalgaların köpüklü göğüslerini kırmızıya çalan bir morlukla hafifçe boyayarak pırıl pırıl yükseldi. Düğün sofrası, çardağını daha önce gördüğümüz La Reserve Meyhanesinin ikinci katındaki büyük bir odada hazırlanmıştı. Ziyafet öğle vakti başlayacaktı fakat daha saat on birde meyhane sabırsız misafirlerle dolmuştu. Bunlar Firavun’un gemicileri ile Dantés’nin arkadaşları olan askerlerdi.
Ziyafete Mösyö Morrel’in de geleceği söyleniyordu. Bu Dantés için öyle büyük bir şerefti ki… Fakat kimse onun geleceğine ihtimal veremiyordu. Gemi sahibi hakikaten gelince bütün gemicilerin yüreklen kopan alkışları ile karşılandı. Onun gelişiyle, Dantés’ninkaptanları olacağı hakkındaki söylentinin bir hakikat olduğuna inandılar ve Dantés mürettebat tarafından çok sevildiği için, gemi sahibinin kararı ile kendi isteklerinin ilk defa olarak bağdaşmasından ötürü büyük bir memnunluk duydular.
Mösyö Morrel’in geldiğini Dantés’ye haber vermeleri ve acele etmesini söylemeleri için Danglars ile Caderousse gönderildi fakat onlar daha yüz adım gitmemişlerdi ki küçük düğün alayının gelmekte olduğunu gördüler. Edmond ile Mercédés’in yanlarında dört genç kız ile Edmond’nun babası vardı.
Peşlerinden, yüzünde hain bir gülümseme ile Fernand yürüyordu fakat Edmond ile Mercédés bunu fark etmediler. O kadar mutluydular ki kendilerinden ve onları kutlayan mavi gökten başka bir şey görmüyorlardı.
La Reserve’den görünecek kadar yaklaştıkları zaman Mösyö Morrel alt kata indi ve onları karşılamak üzere dışarı çıktı. Öbür davetliler de kendisini takip ettiler. Sonra hep beraber, basamakları çatırdatarak tekrar üst kata çıktılar. Sofraya oturdular.
Mercédés’in önüne konmuş olan bir bardak sarı şarabın kokusunu ciğerlerine çeken Edmond’nun babası, “Bu ne kadar sessiz bir toplantı böyle dedi. Kimse burada bir evlenmeyi kutlayan neşeli otuz kişi olduğunu söyleyemez.” dedi.
Caderousse da “Damatlar her zaman neşeli olmazlar.” dedi.
Dantés cevap verdi: “Şu anda neşeli olamayacak kadar mesudum. Eğer damatların bu hâlini kastediyorsanız haklısınız. Sevincin bazen garip bir tesiri olur. Bizi âdeta bir üzüntü gibi sıkar.”
Danglars, “Bir şeye canınız sıkılmıyor ya?” dedi. “Her şey pekâlâ yolunda.”
“İşte beni üzen de bu. İnsanın bu kadar kolay mesut olabileceğini sanmıyordum. Saadet, kapılarını ejderlerin beklediği masallardaki saraylara benzer. Bu sarayları ele geçirmek için mücadele etmek lazımdır. Mercédés’e eş olabilmek talihini hak etmek için ne yaptım bilmiyorum.”
Caderousse gülerek “Dur bakalım hele kaptan!” dedi. “Daha koca olmadın. Hele koca gibi bir davran bakalım ne olacak.”
Mercédés kızardı. Fernand sandalyesinde dönerek bir fırtınanın ilk yağmur taneleri gibi alnında biriken iri iri ter damlacıklarını sildi.
Tam o sırada merdivenden karmakarışık birtakım sesler geldi. Ağır adımlar, gürültülü konuşmalar, kılıç şakırtıları meyhanedeki neşeli gürültüyü bastırdı. Herkes sustu. Kapıya kuvvetle üç defa vuruldu. Kalın bir ses “Kanun namına açın!” diye bağırdı.
Kimse kımıldamadı. Peşinde bir onbaşı idaresinde silahlı dört asker olan bir polis komiseri içeri girdi.
Komiseri tanıyan Mösyö Morrel kalkarak gelenleri karşıladı.
“Bir yanlışlık oldu galiba…”
Komiser cevap verdi: “Bir yanlışlık varsa çabucak düzelir Mösyö Morrel. Elimde bir tutuklama emri var. Vazifemi yapmam lazım. Edmond Dantés adlı kişi kimdir?”
Bütün gözler, son derece heyecanlanmış olmakla beraber vakarından bir şey kaybetmeyerek kalkıp komisere doğru giden ve “Edmond Dantés benim efendim, bir emriniz mi var?” diyen genç adama çevrildi.
“Edmond Dantés seni tutukluyorum.”
Dantés sarardı.
“Tutukluyor musunuz? Niçin ama?”
“Bilmiyorum. Gideceğiniz yerde niçin olduğunu söylerler tabii.”
Mösyö Morrel münakaşanın lüzumsuzluğunu anlamıştı. Elinde tutuklama emri olan bir komiser artık bir insan değil; soğuk, sağır ve dilsiz bir kanun heykeliydi fakat Dantés’nin babası komisere doğru koştu. Bir baba yahut ana kalbinin anlayamayacağı şeyler vardır. Yalvardı yakardı. Gözyaşı ve yalvarmanın bir faydası olmadı fakat yaşlı adamın kederi o kadar büyüktü ki komiser de müteessir oldu.
“Lütfen sakin olun.” dedi. “Oğlunuz belki bazı gümrük formalitelerini tamamlamamıştır. İstenilen malumatı verince bırakırlar kendisini herhâlde.”
Dantés arkadaşlarının ellerini sıkarak “Merak etmeyin.” dedi. “Belki ben daha yoldayken yanlışlık düzeltilir.”
İki tarafında askerler, peşinde komiser olduğu hâlde aşağı indi. Kapıda bir araba duruyordu. Ona bindiler. Arabanın kapısı kapandı. Marsilya’ya doğru yola çıktılar.

5
Aynı gün ve aynı saatte Rue du Grand Cours’daki gösterişli binalardan birinde başka bir düğün ziyafeti vardı fakat fakir gemici ve askerlerin yerine buradaki misafirler Marsilya sosyetesini en yüksek tabakası idi. Bunlar, zorba imparatorun saltanatı zamanında vazifelerinden ayrılmış eski yüksek memurlar; Condé’nin ordusuna katılmak için mevkilerini bırakmış eski subaylar ve aileleri tarafından imparatora karşı en koyu nefretle yetiştirilmiş genç adamlardı. Yüz yirmi milyon tebanın çeşitli dillerde “Napolyon çok yaşa!” diye bağırmalarını duyduktan sonra Elba Adası’nda beş altı bin kişinin kralı olarak yaşayan Napolyon, bu adamlar tarafından artık tekrar eski mevkisine gelmesine imkân olmayan birisi olarak telakki ediliyordu. Bu neşeli ve muzaffer kralcılar için sanki hayat yeni başlıyor, korkunç bir kâbustan yeni uyanıyorlardı.
Saint Louis nişanını taşıyan yaşlı Saint Méran markisi kalkarak Kral XVIII. Louis şerefine kadeh kaldırmalarını teklif etti. Bu teklifin gördüğü karşılık son derece hararetli oldu. Hemen bütün kadehler kalktı. Kadınlar masayı, elbiselerindeki çiçeklerle doldurdular.
Elli yaşına rağmen güzel ve asil yüzlü, ince dudaklı, mütehakkim bakışlı bir kadın olan Saint Méran markizi, “Terör zamanında bize eziyet eden ihtilalciler şimdi burada olsalardı, bir inanca en hakiki şekilde bağlı kalışın bizimki olduğunu kabule mecbur kalırlardı çünkü onlar yükselmekte olan bir güneşe tutunmuş, servet yapmakla meşgulken biz parçalanan bir krallığa sadık kalarak elimizdeki her şeyi kaybettik. Bizim kralımızın hakikaten çok sevilen Louis olduğunu, kendi zorba imparatorlarının da lanet edilen Napolyon’dan başka bir kimse olmadığını kabule mecbur kalırlardı. Öyle değil mi Mösyö de Villefort?”
“Affedersiniz madam, sözlerinizi takip edemedim.”
Marki, “Gençleri rahat bırak!” dedi. “Yakında evlenecek onlar. Siyasetten başka konuşacak birçok şeyleri vardır.”
Sarı saçlı, tatlı bakışlı, güzel bir kız “Affedersin anne.” dedi. “Mösyö de Villefort beni dinliyordu da…”
Markiz, bu mütehakkim yüzde görülmesi insanı şaşırtan tatlı bir gülümseme ile “Zararı yok Renée.” dedi. “Mösyö de Villefort, diyordum ki; Bonapartçılarda ne bizim inancımız ne de heyecan ve bağlılığımız vardır.”
“Evet madam fakat onlarda bütün bunların yerini tutan başka bir şey var: Körü körüne bağlılık. Napolyon, bütün bu aşağılık fakat hırslı insanlar için Batı’nın Muhammed’idir. Onlar için yalnız bir kanun yapıcısı ve başkan değil, aynı zamanda bir sembol, eşitliğin canlı bir timsalidir. Robespierre aşağılatıcı bir eşitliği temsil etti. Kralları giyotine gönderdi. Hâlbuki Napolyon’un eşitliği ‘yükseltici’ oldu. O, halkı tahtın seviyesine çıkardı.”
Markiz, “Herhâlde siz de farkındasınız Mösyö de Villefort…” dedi. “Sözlerinizde kuvvetli bir ihtilal kokusu var fakat ben sizi affediyorum. Bir Girondin’nın oğlundan da eski bir mayanın lezzetinden tamamıyla kurtulmuş olması beklenemez.”
Villefort kızardı.
“Babamın bir Girondin olduğu muhakkak madam.” dedi. “Fakat ben kendimi onun, yalnız fikirlerinden değil, isminden de ayırdım. Babam eskiden olduğu gibi belki hâlâ da bir Bonapartçıdır. Adı da Noirtier’dir. Ben ise kralcıyım. Adım da Villefort. Bırakın ihtilalci öz, kurusun ve yaşlı gövdenin içinde ölsün madam. Elinde olmadan hatta isteği dışında o gövdeden yetişmiş olan genç dalı bırakın da ondan tamamıyla kurtulsun.”
Marki, “Bravo Villefort!” dedi. “Güzel konuştun. Ben boş yere karımı geçmişi unutmaya zorladım. İnşallah sen bu hususta daha başarılı olursun.”
Markiz cevap verdi: “Peki, geçmişi unutalım. Ben razıyım fakat siz de gelecekte fikir değiştirmeyeceksiniz Mösyö de Villefort. Elinize bir fesatçı düştüğü zaman, onlarla iş birliği hâlinde olması muhtemel bir aileden geldiğiniz için yakından takip edileceğinizi unutmayın.”
“Ne yazık ki mesleğim ve bilhassa içinde bulunduğumuz şartlar beni çok şiddetli davranmaya mecbur ediyor madam. Bugüne kadar birçok siyasi olayla karşılaştım. Bu olaylar, ne dereceye kadar şiddetli davranabileceğim konusunda bana bir fırsat verdi. Maalesef bu gibi olayların sonu da alınmış değildir.”
“Sahi mi?”
“Maalesef. Napolyon, hemen hemen kıyılarımızdan dahi görünebilecek bir yer olan Elba Adası’nda. Onun böyle bir yerde olması taraftarlarının hiçbir zaman ümitlerini kaybetmemelerine sebep oluyor.”
“Eğer bu memlekette hâkim olan kral ise onun da hükûmeti kuvvetli, hükûmet adamları azimli olmalı. Kötülük ancak bu suretle önlenebilir.”
Villefort gülümsedi.
“Maalesef madam. Savcı daima kötülük işlendikten sonra gelir.”
“O zaman işi düzeltmek size düşüyor.”
“Müsaadenizle söyleyeyim ki madam biz kötülüğün meydana getirdiği zararları gidermeyiz; ancak öç alırız.”
O sırada bir uşak içeri girerek Villefort’nun kulağına bir şey fısıldadı. Villefort sofradakilerden özür diledi. Çıktı. Birkaç dakika sonra döndü. Nişanlısına “Hürriyetime sahip değilim ki!” dedi. “Burada, evlendiğim gün bile buldular beni!”
Genç kız merakla sordu: “Ne var?”
“Mühim bir mesele imiş. Galiba Bonapart taraftarı bir olay meydana gelmiş.”
Markiz, “Ne diyorsunuz!” dedi.
“Size ihbar mektubunu okuyayım.”
Sonra yüksek sesle mektubu okudu:

“Tahtın ve dinin bir taraftarı tarafından savcıya ihbar edilir ki; İzmir’den kalktıktan sonra Napoli ve Elba Adası’na uğrayarak bu sabah buraya gelen Firavun gemisi ikinci kaptanı Edmond Dantés, kendisine emanet edilen bir mektubu Napolyon’a vermiş; Napolyon da kendisine, Paris’teki Bonapartçı gruba götürülmek üzere bir mektup tevdi etmiştir. Dantés tutuklanarak ihbarımızı doğrulayıcı bilgi elde edilebilir. Çünkü bu mektup ya kendisinin üstünde ya babasının evinde yahut da Firavun gemisindeki kamarasındadır.”
Renée, “İyi ama mektup imzasız.” dedi. “Hem sana değil, savcıya yazılmış.”
“Savcı izinli. Kendi adına gönderilecek bütün mektupları açmaya kâtibi yetkilidir. O da bu mektubu açmış, beni aratmış, bulamayınca adamın tutuklanmasını emretmiş.”
Markiz, “Git öyleyse oğlum.” dedi. “Bizimle beraber olmak için vazifeni ihmal etme. Krala karşı vazifen senin nerede olmanı gerektiriyorsa oraya git.”
Villefort odadan çıkar çıkmaz yüzündeki neşeli ifade kayboldu. Kendi arkadaşlarının hayatı konusunda karar vermek üzere çağrılmış bir insanın vahim ruh hâline büründü. Kendisini tamamıyla kurtaramadığı takdirde geleceği için çok tehlikeli olması muhtemel olan babasının siyasi fikirleri hakkındaki endişesi dışında Gerard de Villefort, şu anda bir insan için mümkün olamayacak kadar mesuttu. Henüz yirmi yedi yaşında olmasına rağmen zengindi ve adliyede iyi bir mevkisi vardı. Delicesine olmamakla beraber, bir savcı yardımcısına yakışır şekilde mantıklı bir ölçü ile sevdiği güzel bir kızla evlenecekti. Matmazel de Saint Méran güzel olduğu kadar, sarayda yüksek mevkisi olan bir aileye de mensuptu. Üstelik yüz elli bin frank değerinde bir çeyizi vardı ve yarım milyon franklık bir mirası kazanmaya adaydı. Bütün bunlar bir araya gelerek Villefort’nun saadetini tamamlıyordu.
Bir polis komiserini kapıda kendisini bekler hâlde buldu. Onu görür görmez de daldığı hayal âleminden sıyrılarak ayaklarını yere bastı. Yüzüne daha da ciddi bir ifade vererek “Mektubu okudum.” dedi. “Adamı tutuklamakla iyi yaptınız. Şimdi bu adam ve tertip hakkında ne biliyorsanız söyleyin.”
“Fesat hakkında henüz hiçbir bilgimiz yok efendim. Üstünde bulduğumuz bütün evrakı mühürledik. Mektupta okuduğunuz gibi sanığın adı Edmond Dantés’dir ve Morrel ve Oğlu firmasına ait olup İskenderiye ile İzmir’den pamuk taşıyan üç direkli Firavun gemisinin ikinci kaptanıdır.”
O sırada bir adam Villefort’ya yaklaştı. Bu, Mösyö Morrel’di.
“Sizi bulduğuma çok sevindim Mösyö Villefort.” dedi. “Garip, gülünç bir yanlışlık yapıldı. Gemimin ikinci kaptanı Edmond Dantés’yi tutukladılar.”
“Biliyorum efendim. Şimdi gidip kendisini sorguya çekeceğim.”
“Siz Dantés’yi tanımazsınız. Dünyanın en efendi, en güvenilir adamıdır.”
Daha önce de gördüğümüz gibi Villefort, şehrin asil tabakasına; Morrel ise aşağı sınıfa mensuptu. Birincisi hararetli bir kral taraftarı idi. Ötekinin ise Bonapart taraftarı olduğundan şüphe ediliyordu. Villefort onu hor gören bir bakışla soğuk bir şekilde cevap verdi: “Eğer sanık suçlu değilse bana boş yere müracaat etmemiş olduğunuza emin olabilirsiniz. Sıkıntılı günler geçiriyoruz. Eğer sanık suçlu ise vazifemi yapmaya mecburum.”
O sırada adliye binasının önüne gelmişlerdi. Villefort soğuk bir şekilde gemi sahibinden müsaade isteyerek binaya girdi.
Binanın avlusu, Dantés’yi muhafaza eden asker ve polislerle doluydu. Villefort ona bir göz attı. Bir polisin kendisine verdiği kâğıtları aldı ve dışarı çıktı. Dantés hakkındaki ilk intibası olumluydu fakat esaslı bir siyaset düsturu olarak ilk intibalara güvenmemesi gerektiğini duymuştu. Villefort bu düsturu intibalarına olduğu kadar hislerine de tatbik ederdi. Bu bakımdan iyi hislerini frenledi, vahim durumlardaki yüz ifadesini aldı. Kaşlarını çatarak masasının başına oturdu.
Bir müddet sonra Dantés içeri girdi. Yüzü hâlâ solgundu fakat sakindi ve gülümsüyordu. Villefort’yu nezaketle selamladı. Oturacak bir yer arandı.
Villefort, polisin kendisine verdiği kâğıtlara dokunarak “Adın ne? Ne iş yaparsın?” diye sordu.
“Adım Edmond Dantés’dir. Morrel ve Oğlu firmasına ait Firavun gemisinin ikinci kaptanıyım.”
“Kaç yaşındasın?”
“Yirmi.”
“Tutuklandığın zaman ne yapıyordun?”
Dantés sesi hafifçe titreyerek cevap verdi: “Misafirlerim ve nişanlımla düğün sofrasında idim. Üç seneden beri sevdiğim bir kızla evlenecektim.”
Villefort kendi durumunu düşündü. Bu tesadüf, her zamanki soğukkanlı görünüşünü sarstı ve kalbinin derinliklerindeki bir his teline dokundu. O da evlenmek üzere idi ve kendisi gibi en büyük saadete erişmek üzere olan bir kimsenin neşesini allak bullak etmek üzere çağırılmıştı. Bu felsefi mukayese Mösyö de Saint Méran’nun salonunda iyi bir hava yaratacak,diye düşündü ve orada yapacağı küçük konuşmanın ana hatlarını hazırladı. Sonra tekrar Dantés’ye dönerek sordu: “Zorbaların hizmetinde bulundun mu hiç?”
“Deniz eri olarak sevk edileceğim sırada Napolyon düştü.”
“Radikal siyasi fikirlerin olduğunu söylediler bana.”
Kimse Villefort’ya böyle bir şey söylememişti fakat sorularını doğrudan doğruya itham edecek şekilde sormak için bir şüphesi olmadığından böyle yapıyordu.
Dantés, “Siyasi fikirlerim mi efendim?” dedi. “Utanarak söyleyeyim ki fikir denecek hiçbir inanışım olmamıştır. Az önce de söylediğim gibi daha yirmi yaşındayım ve çok şey bildiğim söylenemez. Hayatta önemli ve ümit ettiğim mevkiye geçersem elde edeceğim her şeyi Mösyö Morrel’e borçlu olacağım. Bütün düşündüklerim şunlardır: Babamı çok severim. Mösyö Morrel’e çok hürmetim vardır, Mercédés’e de âşığım. Size söyleyebileceğim bunlardan ibaret efendim. Görüyorsunuz ki onlar da pek ilgi çekici değil.”
Villefort dikkatle Dantés’ye bakıyordu. Delikanlı o kadar saf ve samimi, kendisi de dâhil olmak üzere herkese karşı öyle sevgi dolu idi ki Villefort’da onun her sözünün doğru olduğu kanaati uyandı.
“Hiç düşmanın var mı?” diye sordu.
“Düşman mı? Ben düşmanı olacak kadar önemli bir kimse değilim ki! Belki çabuk kızan bir yaradılıştayım ama emrimde olanlara karşı tutumumda daima kendime hâkim olmaya çalışmışımdır. Emrimde on iki gemici vardır efendim. Beni onlara sorun. Hepsi de çok sevdiklerini ve saydıklarını söyleyeceklerdir.”
“Eğer düşmanın yoksa seni kıskanan kimseler olabilir. Yirmi yaşında kaptan olacaksın. Seni seven güzel bir kızla evleneceksin ki az erişilir bir nimet değildir bu. Bu iki hadiseden biri bazı kimselerin kıskançlıklarını uyandırmış olabilir.”
“Hakkınız var efendim. İnsanları muhakkak ki benden çok iyi tanıyorsunuz fakat eğer bu kıskanç kimseler benim arkadaşlarımın arasında ise onların kimler olduğunu öğrenmek istemem çünkü bu sefer onlardan nefret etmeye mecbur olacağım.”
“Bu şekilde düşünmek doğru değil. Etrafımızda olup bitenleri mümkün olduğu kadar bilmeye çalışmamız lazım. Öyle eşi az bulunur genç bir adamsın ki seni buraya getiren ihbar mektubunu göstererek durumunu anlaman hususunda sana yardımcı olacağım. İşte… Bu el yazısını tanıyor musun?”
Dantés mektubu okudu. Yüzünden karanlık bir bulut geçti.
“Hayır efendim.” dedi. “Bu el yazısını tanımıyorum, iftira ediyor ama durum oldukça açık. Şansım varmış.”
Minnetle Villefort’ya bakarak ilave etti: “Tesadüf karşıma sizin gibi bir kimseyi çıkardığı için şansım varmış. Bu gerçek bir düşmanın işi.”
Bu sözleri söylerken genç adamın gözlerinde çakan şimşekler, Villefort’ya, kendisine ilk anda çok tesir etmiş olan o sakin görünüşün altında çok korkunç bir enerjinin saklı durduğunu göstermeye yetti.
“Şimdi bana bütün açık kalpliliğinle -hâkim karşısındaki bir suçlu gibi değil- bir insanın, kendi durumu ile çok yakından ilgilenen başka bir insana açıldığı gibi cevap ver. Bu imzasız ihbar mektubunda doğru olan ne var?”
Tiksinti duyuyormuş gibi bir yüz ifadesi ile mektubu masanın üstüne bıraktı.
“Gemicilik şerefim, Mercédés’e olan aşkım ve babamın üzerine yemin ederim ki size her şeyi olduğu gibi söyleyeceğim efendim. Napoli’den hareket ettikten sonra Kaptan Leclére, beyin hummasına tutuldu. Öleceğini anlayınca beni yanına çağırdı ve ‘Oğlum Dantés, senden istediklerimi yapacağına namusun üzerine söz ver, çok mühimdir!’ dedi. ‘Söz veriyorum kaptan.’ dedim. ‘İkinci kaptan olduğun için ben öldükten sonra geminin kumandasını sen alacaksın. Rotayı Elba Adası’na çevir. Portoferraio’da karaya çık. Mareşali bul ve bu paketi kendisine ver. Belki onlar da sana bir mektup verirler yahut senden başka bir vazife isterler. Bu vazife bana verilecekti. Şimdi sen yapacaksın ve yapacağın bu işin bütün şerefi sana ait olacak.’ diye cevap verdi. ‘Yaparım kaptan.’ dedim. ‘Fakat mareşali görmek sizin dediğiniz kadar kolay olmasa gerek’. Bunun üzerine kaptan bana bir yüzük verdi. ‘Bu yüzük bütün güçlükleri ortadan kaldırır.’ dedi. İki saat sonra kendinden geçerek sayıklamaya başladı. Ertesi gün de öldü.”
“Sonra sen ne yaptın?”
“Benim yerimde olan herhangi bir kimsenin yapacağı şeyi yaptım. Ölmek üzere olan bir kimsenin arzusu mukaddestir fakat bir denizci için üstünün arzusu, muhakkak yapılması gereken bir emirdir. Ertesi gün Elba Adası’na geldik. Ben yalnız başıma karaya çıktım. Tahmin etmiş olduğum gibi mareşali görmek ilk ağızda pek kolay olmadı. O zaman kendisine yüzüğü gönderdim. Bütün kapılar açıldı. Mareşal bana Paris’e götürülmek üzere bir mektup verdi. Mektubu benim götürmemi istedi. Kaptanın vasiyeti de bu şekilde olduğu için mektubu götüreceğime dair mareşala söz verdim. Marsilya’ya gelince gemideki bütün formaliteleri çabucak tamamlayarak karaya çıktım. Nişanlımı görmeye gittim. Onu her zamankinden daha güzel ve daha cana yakın buldum. Netice itibarıyla efendim, yarın Paris’e gitmek üzere kendi düğün soframda oturuyordum ki sizin de benim kadar tiksindiğinizi gördüğüm bu ihbar mektubu yüzünden tutuklandım.”
“Bana doğruyu söylediğinden eminim. Eğer suçlu isen sırf tedbirsizliğin yüzünden suçlusun. Seni bu tedbirsizliğe yönelten de kaptanın olmuştur. Elba Adası’nda aldığın mektubu bana ver, çağırıldığın zaman geleceğin hususunda şerefin üzerine yemin et ve dostlarının yanına git.”
Sevinçten deliye dönen Dantés “Beni serbest mi bırakıyorsunuz efendim?” diye sordu.
“Evet fakat mektubu ver.”
“Mektup sizde olmalı efendim. Bütün kâğıtlarımla beraber onu da aldılar.”
Şapkasını ve eldivenlerini alan Villefort, “Bir dakika!” dedi. “Kime hitaben yazılmıştı mektup?”
“Mösyö Noirtier’ye. Rue Coq Héron. Paris.”
Eğer bir yıldırım olsaydı, bundan daha ani yahut daha habersiz bir şekilde Villefort’ya çarpamazdı. Dantés’den alınmış kâğıtlara uzanmak üzere kalktığı sandalyesine çöktü. Kâğıtların arasından söz konusu olan zarfı aldı. Gittikçe rengi sararak anlatılmasına imkân olmayan bir korku ile zarfın üstündeki adresi mırıldandı: “Mösyö Noirtier, 13 Rue Coq Héron…”
“Evet efendim… Onu tanıyor musunuz?”
Villefort şiddetle “Hayır!” dedi. “Kralın sadık bir hizmetkârı fesatçıları tanımaz!”
Serbest olduğuna inandıktan sonra şimdi ilk geldiğinden daha çok korkmaya başlamış olan Dantés “Mektup bir fesatlıkla mı ilgili efendim?” diye sordu. “Fakat size daha önce de söylediğim gibi içinde yazılanlardan hiç haberim yok.”
Villefort, “Evet.” diye mırıldandı. “Fakat kime gönderildiğini biliyorsun.”
“Mektubu sahibine verebilmek için bilmeye mecburdum.”
Villefort mektubu okuyarak sordu: “Hiç kimseye gösterdin mi bu mektubu?”
“Hayır efendim. Yemin ederim!”
“Mösyö Noirtier’ye, Elba Adası’ndan bir mektup götürdüğünü kimse bilmiyor mu?”
“Mektubu bana verenden başka kimse bilmiyor efendim.”
Villefort mektubu okurken “Bu kadarı da artık çok fazla, çok fazla!” diye mırıldanıyordu. Sımsıkı kapanmış dudakları, titreyen elleri ve gözlerindeki parıltı Dantés’yi korkutuyordu.
Villefort, Mektupta yazılanları bilse, Noirtier’nin babam olduğunu öğrense mahvolurum, mahvolurum! diye düşünüyordu.
Villefort kendine hâkim olmak için müthiş bir gayret sarf etti. Sonra mümkün olduğu kadar sükûnetle Dantés’ye, “Şimdi görüyorum ki hakkındaki ithamlar çok ağır. İlk düşündüğüm gibi seni hemen serbest bırakmanın imkânı yok. Sana ne kadar yardım etmek istediğimi biliyorsun fakat seni bir müddet – mümkün olduğu kadar kısa bir müddet- için alıkoymam lazım. Hakkındaki başlıca delil bu mektuptur. Ve gördüğün gibi…” diyerek ocağa gitti. Mektubu ateşe attı. Kâğıtlar kül oluncaya kadar baktı. Sonra sözlerine devam etti: “Gördüğün gibi onu da ortadan kaldırdım.”
“Siz yalnız iyi değil, iyiliğin ta kendisisiniz efendim!”
“Artık bana tam manası ile güvenebileceğini anlamışsındır. Onun için söyleyeceklerimi dikkatle dinle. Geceye kadar burada kalacaksın. Seni başka biri de sorguya çekebilir. Eğer böyle birsey olursa mektup hariç, bana anlattığın şeyleri ona da anlatabilirsin. Yalnız mektubu ağzına almayacaksın.”
“Başüstüne efendim!”
“Sana mektuptan bahsedenler olursa inkâr et. Kesinlikle inkâr et; kurtulursun!”
“İnkâr ederim efendim, merak etmeyin.”
“Güzel.”
Villefort bir çıngırak ipini çekti. Polis komiseri içeri girdi. Villefort, Dantés’ye, “Komiseri takip edin.” dedi.
Dantés eğildi. Ona minnetle bakıp selamlayarak dışarı çıktı.
Kapı kapanır kapanmaz Villefort bütün kuvvetini kaybetti. Bayılır gibi koltuğuna yığıldı. “Tanrı’m!” diye söylendi. “Eğer savcı, Marsilya’da olsaydı mektubu görecek, ben de mahvolacaktım! Ah baba daima böyle benim saadetimi engelleyecek misin? Senin geçmişinle ömrüm boyunca mücadele etmek mecburiyetinde mi kalacağım?”
Sonra kafasında hiç ümit etmediği bir ışık yandı. Dudaklarında bir gülümseme belirdi. Sıkıntı içindeki gözleri bu ışığa bakar gibi sabitleşti. “Evet…” diye söylendi. “Beni mahvedebilecek olan bu mektup ihya edebilir de. Haydi Villefort, davran!”
Mahkûmun binadan çıkmış olacağına kanaat getirdikten sonra başsavcı yardımcısı da nişanlısının evine gitmek üzere aceleyle odadan çıktı.

6
Polis komiseri ile iki tarafında birer jandarma olan Dantés, adliye sarayına açılan bir kapıdan, buraya giren herkese elde olmadan bir korku veren uzun, dar bir koridora girdiler.
Adliye sarayının bir tarafında savcılık, öbür tarafında da hapishane vardı. Aradaki kapılar ile bu binaların birinden ötekine geçilirdi. Birçok koridor katettikten sonra Dantés ile muhafızları demir bir kapının önüne geldiler. Kapı açılarak arkalarından kapandı. Dantés şimdi kirli ve ağır bir havayı soluyordu. Hapishanede idi…
Dantés, görünüşü kendisini pek korkutmayan oldukça temiz bir hücreye götürüldü. Hem Villefort’nun güven verici sözleri hâlâ kulaklarında idi. Çok geçmeden akşam oldu ve hücre karanlığa gömüldü. Dantés’nin gözleri bir şey göremez olunca kulakları daha iyi duymaya başladı. En hafif bir ses duyar duymaz kendisini serbest bırakmaya geliyorlar zannı ile ayağa kalkıyor, kapıya gidiyor fakat ses başka taraflarda kaybolunca gelip tekrar eski yerine oturuyordu.
Artık ümidini kaybetmeye başlıyordu ki gece saat ona doğru koridorda ayak sesleri duydu. Sesler hücre kapısının önünde kesildi. Kilitte bir anahtar döndü ve ağır kapı açıldı. İki meşale hücreyi aydınlattı. Dantés, dört jandarma gördü.
“Beni mi almaya geldiniz?” diye sordu.
“Evet.”
“Sizi savcı yardımcısı mı gönderdi?”
“Tabii!”
Jandarmaların Villefort tarafından gönderilmiş olması bahtsız delikanlının bütün endişesini dağıttı. Sükûnetle aralarına girdi. Sokakta onları bir polis arabası bekliyordu. Arabanın kapısı açıldı. Dantés daha ağzını açıp da bir şey söylemeye fırsat bulamadan arabanın kapısından içeri itildi. Gelgelelim karşı koymaya hiç niyeti yoktu. İki tarafında birer jandarma olduğu hâlde oturdu. Öbür iki jandarma da karşısına geçti. Araba meçhul hedefine doğru yola çıktı.
Durdukları zaman Dantés kendini limanda buldu. Önce iki jandarma indi sonra Dantés ve öbür jandarmalar. Jandarmalar Dantés’yi rıhtımda bir kayığa götürdüler, kendileri yine onun etrafında olmak üzere kayığın kıçına oturttular. Bir polis memuru da gelerek kayığın başına geçti. Kayık açıldı. Dört kürekçi hızlı hızlı kürek çekmeye başladı. Çok geçmeden de limandan çıktılar. Dantés jandarmalardan birine “Beni nereye götürüyorsunuz?” diye sordu.
“Şimdi öğrenirsin.”
“Fakat…”
“Sana bilgi vermemiz yasaklandı.”
Dantés sustu. Yola ve karanlığa alışkın denizci gözleri ile gecenin, karanlığını delmeye çalışarak düşünceli bir hâlde sessizce bekledi. O sırada kürekçiler kürekleri bırakarak yelken açtılar. Dantés, jandarmaya ikinci defa bir şey sormamak için bütün isteksizliğine rağmen “Arkadaş…” dedi. “Tanrı aşkına bana acı da cevap ver. Bir komplo yüzünden haksız yere iftiraya uğradım. Ben devlete ve hükûmete bağlı bir Fransız vatandaşıyım. Beni nereye götürüyorsunuz? Söyleyin bana. Size gemicilik şerefim üzerine söz veririm; kaderime boyun eğip oturacağım.”
Jandarma cevap verdi: “Ancak gözleri bağlı yahut Marsilya Limanı’ndan hiç çıkmamış bir kimse nereye gittiğimizi anlamaz. Etrafına baksana bir!”
Dantés kalkarak kayığın gitmekte olduğu yöne baktı. Birkaç yüz metre ileride, kasvetli İf Kalesi’nin bulunduğu dik, siyah kayalık yükseliyordu.
Yüzlerce yıllık korkunç geleneği ile bu dehşet verici zindanın görünüşü Dantés’de, bir darağacının idam mahkûmu üzerindeki etkisini yarattı.
“Aman Tanrı’m, İf Kalesi!” dedi. “Niçin gidiyoruz oraya?”
Jandarma gülümsedi.
Dantés devam etti: “Hapsetmek için götürmüyorsunuz beni oraya değil mi? İf Kalesi, yalnız önemli, siyasi mahkûmların hapsedildiği bir devlet hapishanesidir. Ben böyle bir suç işlemedim ki. Beni hapsedecekler mi sahiden orada?”
“Galiba.”
“Fakat Mösyö de Villefort bana söz verdi ki…”
“Mösyö de Villelfort’nun sana ne söz verdiğini bilmiyorum. Bütün bildiğim İf Kalesi’ne gittiğimizdir. Hey dur, buraya gelin!”
Dantés kendini denize atmak istemişti fakat kendini havada bulur bulmaz dört kuvvetli kol onu geri çekti. Dantés hırstan kudurarak kayığın dibine düştü.
Jandarmalardan biri onu dizi ile döşemeye bastırarak “Bak arkadaş…” dedi. “Kıpırdayacak olursan kurşunu beynine yersin!”
Dantés bir karabinanın namlusunu şakağında hissetti.
Kısa bir zaman sonra Dantés kayığın bir şeye çarptığını hissetti ve baştan kara ettiklerini anladı. Jandarmalar onu kaldırdılar. Kayıktan çıkmasına yardım ettiler ve kayalığın tepesine yükselen basamaklara doğru sürüklediler. Dantés hiç karşı koymadı. Ağır ağır yürümesi karşı koymaktan değil, bütün hislerinin uyuşmuş olmasından ileri geliyordu. Hiçbir şey duymuyor, sarhoş gibi sendeliyordu. Kendisini kayığın döşemesinden kaldıran tekmeleri hissetmiş, ardından kapanan bir kapıdan geçtiğini görmüş fakat bütün bunları yoğun bir sis içindeymiş gibi hiç düşünmeden yapmıştı. Nihayet durdular. Onun artık kaçamayacağına kanaat getiren jandarmalar kendisini serbest bıraktılar.
On dakika kadar bekledikten sonra bir ses “Mahkûm beni takip etsin!” dedi. “Onu hücresine götüreceğim.”
Jandarmalardan biri Dantés’yi dürttü.
“Yürü!”
Dantés, rehberinin peşinde çıplak, rutubetli duvarları gözyaşları ile ıslanmış gibi, hemen hemen yer altında olan bir odaya girdi. Fitili pis kokulu bir yağda yüzen, sandalye üstündeki bir tür lamba bu korkunç yeri aydınlatıyordu. Dantés bu lambanın ışığında kirli elbiseli, aptal yüzlü, alt kademelerde bir zindancı olan rehberini gördü.
Adam, “Bu gece burada yatacaksın.” dedi. “Vakit geç oldu. Müdür uyuyor. Yarın, hakkındaki talimatı okuduktan sonra belki başka bir yere koyar seni. Al sana biraz ekmek vereyim. Testide su var. Şu köşedeki samanın üstünde de yatarsın. Görüyorsun ya bir mahkûm için ne lazımsa var burada. Tanrı rahatlık versin.”
Dantés’nin bir şey söylemesine fırsat vermeden lambayı alarak dışarı çıktı. Zifirî bir karanlık içinde kalan Dantés’nin üstüne kapıyı kitledi.
Günün ilk ışıkları hücreye hafif bir aydınlık serptiği sırada tekrar geldi. Aldığı talimata göre Dantés bu hücrede kalacaktı.
Dantés gece hücreye girdiği zamandan beri hiç kımıldamamış gibi olduğu yerde duruyordu. Bütün gece gözünü bir an yummamıştı. Zindancı ona doğru yürüdü. Dantés onu görmemiş gibiydi. Zindancı onun omzuna dokundu.
“Uyumadın mı sen?”
“Bilmiyorum.”
“Aç değil misin?”
“Bilmiyorum.”
“Bir şey istiyor musun?”
“Müdürü görmek istiyorum.”
“Bunun imkânı yok.”
“Niçin?”
“Çünkü hapishane kurallarına göre, mahkûmlar böyle bir istekte bulunamazlar.”
“Burada mahkûmlara ne gibi haklar tanınır?”
“Eğer parasını verirse daha iyi yiyecek, açık havada gezinti. Bazen de kitap.”
“Benim kitaba ihtiyacım yok. Gezmek de istemiyorum.
Vereceğiniz yiyecek yeter bana. Ben yalnız bir şey istiyorum:
Müdürü görmek.”
“Bana bak, böyle olmayacak şeylerle kafanı yorma, yoksa iki haftaya varmaz oynatırsın.”
“Öyle mi sanıyorsun?”
“Tabii! Delilik hep böyle başlar. Bu hücrede vaktiyle bir rahip vardı. Kendisini serbest bıraktığı takdirde müdüre bir milyon frank vereceğini söyler dururdu. Sonunda keçileri kaçırdı.”
“Ne yaptılar kendisini?”
“Zindana attılar.”
“Beni dinle. Ben ne rahibim ne de deliyim! Bir milyon frank da veremem. Fakat sana vereceğim bir mektubu Marsilya’ya gittiğin zaman Mercédés adında bir kıza iletirsen sana üç yüz frank veririm. Hatta mektup bile değil. Sadece iki üç satır.”
“Eğer bu iki üç satır üstümde yakalanırsa beni kovalarlar. Ben buradaki işimden senede bin frank kazanıyorum. Yemem içmem de buradan. Üç yüz frank kazanacağım diye bin frangı tehlikeye atmam için deli olmam lazım.”
“Eğer Mercédés’e bir mektup götürmeyi yahut ağızdan benim burada olduğumu söylemeyi reddedersen bir gün senin geleceğin saatte kapının arkasına saklanır ve şu sandalyeyi kafanda parçalarım!”
Zindancı geri çekilip müdafaa durumu alarak “Tehdit, değil mi?” dedi. “Rahip de böyle başlamıştı. Üç gün sonra sen de onun gibi çıldıracaksın. Bereket versin İf Kalesi’nde zindan çok.”
Dantés sandalyeyi kavradı.
Zindancı “Pekâlâ, pekâlâ!..” dedi. “Madem bu kadar ısrar ediyorsun, söylerim müdüre.”
“Ha şöyle!”
Sandalyeyi yere koyarak hakikaten delirmiş gibi çatılmış kaşlar ve bitkin bakışlarla üstüne oturdu.
Zindancı çıktı. Az sonra bir onbaşı dört askerle tekrar geldi.
“Müdür emretti; mahkûmu bunun altındaki kata indirin.” dedi.
Onbaşı, “Zindana mı?” diye sordu.
“Evet. Deli, delinin yanına yakışır.”
Askerler, büyük bir hissizliğe gömülen ve hiç karşı koymayan Dantés’yi yakaladılar. On beş basamak indiler. Bir hücre kapısı açıldı. Dantés kendi kendine “Doğru; deli, delinin yanına yakışır!” diye mırıldanarak içeri girdi.

7
Paris’te, Tuileries Sarayı’ndaki küçük çalışma odasında, sürgün bulunduğu Hartwell’den gelirken beraberinde getirdiği çok sevdiği ceviz masasının başında oturmuş olan Kral XVIII. Louis, pek önem vermeden ak saçlı, asil görünüşlü, elli yaşlarında bir adamı dinliyordu, bir taraftan da elindeki kitabın kenarına bazı notlar alıyordu. Bir aralık,
“Ne diyorsun Tanrı aşkına?” diye sordu.
“Son derece üzgün olduğumu söylüyordum efendimiz. Güneyde bir fırtınanın kopmak üzere olduğuna inanmak için elimde bir sebep var.”
“Sana yanlış haber vermiş olacaklar dük. Orada havanın güzel olduğundan eminim.”
“Efendimiz, Fransız halkının sağduyusuna güvenmekte haklıdır. Ben de ümitsizce bir teşebbüsün muhtemel olduğundan korkmakta tamamıyla haksız değilim.”
“Kim yapacak bu teşebbüsü?”
“Bonapart yahut taraftarları.”
“Azizim Blacas, korkun çalışmama engel oluyor.”
“Sizin de kendinizi bu kadar emniyet içinde hissetmeniz benim uykularımı kaçırıyor efendimiz. Benim telaşım; doğruluğu belli olmayan, yersiz söylentiler değil; bana bunu haber vermek için Marsilya’dan yeni gelmiş zeki, güvenilir bir adamın sözlerine dayanıyor. Bana, ‘Kralı büyük bir tehlike bekliyor!’ deyince hemen size geldim efendimiz. Mösyö de Villefort’yu muhakkak görmeniz lazım.”
Kral, “Mösyö de Villefort mu?” dedi. “Marsilya’dan gelen o mu? Niye bunu bana hemen söylemedin?”
“Bu ismi bildiğinizi ummuyordum efendimiz.”
“Bilmez olur muyum? Villefort ciddi, şerefli, zeki ve bilhassa son derece hırslı bir gençtir. Babasını da tanıman lazım.”
“Babası mı?”
“Evet. Adı Noirtier’dir.”
“Noirtier de Girondin mı?”
“Tabii!”
“Efendimiz böyle bir adamın oğlunu emrinde mi çalıştırıyor?
“Blacas, dostum sen çok dar görüşlüsün. Sana Villefort’nun çok hırslı olduğunu söyledim. İhtirası uğuruna her şeyi; babasını bile feda eder.”
“Çağırayım, gelsin mi efendimiz?”
“Tabii, hemen.”
Dük, genç bir adam çevikliği ile hemen dışarı çıktı. Kısa bir zaman sonra da Villefort ile geri döndü. Kapı açılınca Villefort kendisini kral ile burun buruna buldu. Hemen durdu.
Kral, “Girin içeri Mösyö de Villefort.” dedi. “Girin içeri.”
Villefort eğilerek birkaç adım attı. Kralın sormasını bekledi.
XVIII. Louis, “Mösyö de Villefort…” dedi. “Dük, bana mühim bir şey söyleyeceğinizi haber verdi.”
“Dükün hakkı var efendimiz. İşlerim dolayısıyla öğrendiğim korkunç bir suikastı, doğrudan doğruya efendimizin tahtını hedef alan gerçek bir fırtınayı haber vermek için mümkün olduğu kadar süratle Paris’e geldim. Efendimiz, zorba üç gemiyi teçhiz etmiş olarak belki şu anda Elba Adası’ndan ayrılmış bulunuyor. Nereye gideceği belli değil. Fakat muhakkak ki ya Napoli’de ya Toskana’da yahut da bilhassa Fransa’da karaya çıkacaktır. Zorbanın İtalya ve Fransa’da taraftarlar bulduğundan muhakkak ki efendimizin haberleri vardır.”
Kral adamakıllı heyecanlanmış şekilde, “Evet biliyorum.” dedi. “Lütfen devam edin siz. Bütün bunları nasıl öğrendiniz?”
“Uzun zamandan beri her hareketini kolladığım ve Marsilya’dan ayrıldığım gün tutukladığım bir adamdan. Bonapart taraftarı olduğundan şüphelendiğim kavgacı bir gemici olan bu adam gizlice Elba Adası’na gitti. Mareşal ona, Paris’te, adını söyletmeye muvaffak olamadığım bir Bonapart taraftarına ağızdan söylenmek üzere bir haber verdi. Öğrendiğime göre zorbanın çok kısa bir zaman içinde dönüşüne taraftarlarını hazırlamak üzere Paris’teki Bonapart taraftarına talimat verecekti.”
“Nerede bu adam şimdi?”
“Hapiste efendimiz.”
Dük, “İşte Mösyö Dandre de geldi!” dedi.
Polis müdürü eşikte göründü. Sapsarı yüzünde korkudan iri iri açılmış gözleri ile titriyordu.
Kral, önünde oturduğu masayı hırsla iterek bağırdı: “Ne oluyorsunuz baron? Telaş içindesiniz. Bu telaşın, Mösyö de Villefort’nun söyledikleri ile bir ilişkisi var mı?”
Baron, “Efendimiz, efendimiz…” diye kekeledi.
“Konuş!”
Polis müdürü ümitsizlikle kralın ayaklarına kapanarak “Müthiş bir felaket efendimiz!” dedi. “Zorba, şubatın yirmi sekizinde Elba Adası’ndan ayrılmış, bir martta da Antibes civarındaki küçük bir limanda Fransa’ya ayak basmış.”
“Zorba, 1 Mart günü Paris’ten sadece iki yüz elli fersah mesadeki Antibes’de Fransa’ya ayak basıyor da sen bunu bugün, martın üçünde mi haber alıyorsun? İmkânı yok! Ya sana yanlış haber verdiler yahut da sen çıldırmışsın!”
“Maalesef dediklerim doğru efendimiz.”
Hırs ve korkudan ne söyleyeceğini şaşıran XVIII. Louis ayağa, fırladı.
“Fransa’da ha?” diye bağırdı. “Zorba, Fransa’da ha! Hani göz hapsinde idi. Ama kim bilir kimler onunla iş birliği yapıyorlar.”
Dük, “Aman efendimiz…” dedi. “Mösyö Dandre gibi bir insandan kimse şüphelenemez. Hepimizin gözleri kör oldu. O da bu genel körlüğe katıldı.”
Villefort, “Fakat…” dedi. Sonra hemen bitirdi cümlesini: “Bağışlayın efendimiz, kusurumu bağışlayın! Heyecanlandım.”
“Konuşun, açık konuşun. Bizi felaket konusunda ikaz eden tek insan siz oldunuz. Şimdi bunun çaresini bulmak için bize yardım edin.”
“Efendimiz, güneyde zorbadan nefret edilir. Provance ve Languedoc halkını onun aleyhinde ayaklandırmak zor olmasa gerek.”
Polis müdürü, “Muhakkak.” dedi. “Fakat zorba, Gap ve Sisteron üzerinden ilerliyor.”
Kral, “İlerliyor mu?” dedi. “Paris’e mi yürüyor demek istiyorsun?”
Polis müdürü, en açık bir onaylamadan farksız bir şekilde sustu.
Kral, “O takdirde size ihtiyacım yok, gidebilirsiniz.” dedi. “Bu durum karşısında ne yapılması gerektiğini harbiye nazırı düşünsün. Mösyö de Villefort, muhakkak ki bu uzun yolculuk sizi çok yormuştur. Gidin istirahat edin. Babanızda kalacaksınız, değil mi?”
Villefort bayılacağını hissetti.
“Hayır efendimiz.” dedi. “Rue de Tournon Madrid Otelinde kalacağım.”
Kral gülümsedi.
“Tabii. Mösyö Noirtier ile ihtilaf hâlinde olduğunuzu az daha unutuyordum. Krallık uğruna katlandığınız bir fedakârlık da budur. Bunun için sizi mükâfatlandırmam lazım.”
“Efendimiz, şahsıma karşı gösterdiğiniz teveccüh, hizmetlerimi kat kat karşılayan en büyük mükâfattır benim için.”
“Hizmetleriniz hiçbir zaman unutulmayacaktır.”
Kral, Saint Louis nişanının yanında taşıdığı legion d’honneur nişanını çıkararak Villefort’ya verdi.
“Bunu alın.”
Villefort’nun sevinç ve gururdan gözleri yaşardı. Nişanı alarak öptü.
Kral, “Şimdi gidin.” dedi. “Kralların hafızası zayıf olur, eğer sizi unutacak olursam kendinizi hatırlatmaktan çekinmeyin.”
Villefort, polis müdürü ile Tuileries’den çıkarken polis müdürü, “Şahane bir başlangıç Mösyö de Villefort.” dedi. “İstikbaliniz artık teminat altındadır.”
Villefort, Acaba ne kadar sonra?diye düşünüyordu.

8
Olaylar birbirini kovaladı. Napolyon’un Elba Adası’ndan bir mucizeyi andıran dönüşü herkesin malumudur. Geçmişte bir benzeri olmayan bu olay, belki gelecekte de tek kalacaktır.
XVIII. Louis bu darbeyi bertaraf edemedi. Yeniden kuruluşunu ancak tamamlayan krallık, sağlam olmayan temelleri üzerinde sallandı ve Napolyon’un tek bir hamlesi, eski kinlerle yeni fikirlerin şekilsiz bir karışmasından başka bir şey olmayan bütün yapıyı çökertmek için yeterli oldu. Villefort bu yüzden, kralın sadece faydasız değil hatta tehlikeli minnettarlığından başka bir şey elde edemedi. Eğer babası Mösyö Noirtier, Yüz Gün sarayında büyük nüfuz sahibi olmasaydı Napolyon muhakkak onu işinden uzaklaştırırdı.
Villefort işinden olmadı ama evlenmesi, gelecek mesut günlere ertelendi. Eğer Napolyon iktidarda kalsaydı Villefort kendisine başka bir eş arayacaktı. Nitekim babası aramaya başlamıştı bile. Aksi hâlde ikinci bir restorasyon, Kral Louis’yi tekrar tahta çıkardığı takdirde Mösyö de Saint Méran’nun nüfuzu bir misli daha artacak, onun kızı ile evlenmek Villefort için her zamankinden çok daha faydalı olacaktı.
Dantés’ye gelince; hâlâ hapisteydi. Karanlıklarına gömülmüş olduğu zindanında, XVIII. Louis’nin düşüşünden, imparatorluğun çöküşünden habersiz yaşıyordu.
İmparatorluğun, Yüz Gün denen kısa canlanışı sırasında Mösyö Morrel üç defa Villefort’yu ziyarete gelmiş; Dantés’nin serbest bırakılması için ısrar etmişti. Her seferinde de Villefort onu vaatlerle, ümitlerle oyalamıştı. Morrel, genç dostu için ne yapmak mümkünse yapmıştı. Onu kurtarabilmek için İkinci Restorasyon Döneminde göstereceği gayretler ise kendisini tehlikeye atmaktan başka bir şey ifade etmezdi.
XVIII. Louis tekrar tahta çıktığı zaman Villefort, boş olan Toulouse savcılığını istedi. İsteği yerine getirildi. İki hafta sonra da saraydaki mevkisi eskisinden çok daha fazla kuvvetlenmiş olan Marki de Saint Méran’nun kızı ile evlendi.
Napolyon’un kısa iktidarı sırasında Danglars çok korktu. Dantés’nin intikam hisleri ile dolu, tehdit eder bir şekilde her an karşısına dikilmesini bekledi. Bu yüzden Mösyö Morrel’e istifasını vererek bir İspanyol tüccarın yanına girdi. Madrid’e gitti. Bir daha da kendisinden bir haber alınamadı.
Siyasi durum Fernand’yu pek ilgilendirmedi. Dantés ortalıkta yoktu. Onun da istediği buydu. Dantés’nin neden ortadan kaybolduğunu sorup soruşturmadı bile. Bu arada imparatorluk, askerlerine başvurdu. Eli silah tutan herkes imparatorun emrine koştu. Fernand, kendi yokken rakibinin çıkagelmesi ve sevdiği kadınla evlenmesi ihtimalinin korkunç düşüncesi içinde Mercédés’i geride bırakarak diğerleri ile beraber gitti.
Fernand’nun Mercédés’e bağlılığı, yalandan da olsa onun ızdırabına gösterdiği ilgi, asil bir kalpte meydana getirmesi muhakkak olan minnet hissini uyandırdı. Mercédés arkadaş olarak Fernand’yu daima sevmişti. Şimdi bu sevgisine bir de minnet eklenmişti. Fernand askere -eğer Dantés bu arada ortaya çıkmazsa- Mercédés’in bir gün kendisinin olacağı ümidi ile gitti.
Mercédés yalnız kalmıştı. Onu gözleri yaş içinde bazen güney güneşinin müthiş sıcağı altında hareketsiz dururken bazen kıyıda oturmuş denizin ezelî iniltilerini dinleye dinleye ümitsiz bir bekleyişin ızdırapları içinde kıvranacağına bu sularda kaybolup gitmenin daha hayırlı olacağını düşünerek küçük Katalan köyünde durmadan dolaşırken görüyorlardı. Kendini öldürmekten korkuyordu. Böyle bir şey yapmaması dinî inançlarından ötürü idi.
İmparator düşünce Dantés’nin babası bütün ümitlerini kaybetti. Oğlundan ayrılışından beş ay sonra Mercédés’in kollarında son nefesini verdi. Mösyö Morrel, yaşlı adamın cenazesini kaldırdı ve onun hastayken aldığı küçük borçları ödedi. Bütün bunlar cesaret isteyen işlerdi. Çünkü güney kaynıyordu. Dantés gibi tehlikeli bir Bonapart taraftarının babasına yardım etmek, o adam ölüm döşeğinde bile olsa çok tehlikeliydi.

9
Dantés, bir zindana atılıp unutulan mahkûmların katlandığı bütün ızdırap devrelerini geçirdi. Bu devrelere, ümit edenlerin ve masumluğuna inananların gururu ile başladı. Sonraları masum oluşundan bile şüphe etmeye başladı. Daha sonra gurur da kayboldu ve önce Tanrı’ya değil de insanlara yalvarmaya başladı. Daha altta, daha karanlık bile olsa olduğu yerden alınıp başka bir hücreye konulması için yalvardı. Kendi aleyhine dahi olsa bir değişiklik, ona bir müddet için oyalanma imkânı verecekti. Kendisine kitap verilmesi, açık havada dolaşmasına müsaade edilmesi için yalvardı. İstediklerinin hiçbiri yapılmadı. Fakat o istemeye devam etti.
Nihayet insanlardan ümidini kesince Tanrı’ya yöneldi. Annesinin öğrettiği duaları hatırladı ve bu dualarda daha önce fark etmediği manalar buldu. Çünkü mesut bir adamın duası, Tanrı’ya hitap edeceği yüksek dilin manasını ona izah eden üzüntülü günler gelinceye kadar, karmakarışık kelimelerden ibarettir.
Ateşli dualarına rağmen hapisten kurtulamadı. Ruhu karardı. Gözleri dumanlandı. Kafası yalnız bir düşünce ile doldu: Ortada hiçbir sebep yokken saadeti bozulmuştu.
Ümitsizliği zamanla yerini hiddete bıraktı. Zindancısını korkudan titreten bir şekilde bağırıp küfrederek kendini zindanının duvarlarına çarpmaya başladı. Villefort’nun kendisine gösterdiği ihbar mektubu aklına geldi. Bu mektuptaki her satır ateşten kelimeler hâlinde gözlerinin önünde yanmaya başladı. Kendisini şimdi içinde bulunduğu cehenneme atanın Tanrı’nın gazabı değil, insanların nefreti olduğunu kabullendi. Bu insanları, ateş püsküren hayal gücünün yaratabildiği bütün işkencelere mahkûm etti. Fakat işkenceden sonra gelecek olan ölüm, bir hissizlik sağlayacağı için tasarladığı en zalimce işkenceleri dahi onlar için az buluyordu.
Ölümün insanları ızdıraptan kurtaracağı düşüncesi, onda kendini öldürme fikrini uyandırdı. Kendini bu fikre verince teselli buldu. Ölüm perisinin ağır ağır yaklaşması ile bütün üzüntü ve ızdırabı zindanından uzaklaşmaya başladı. Hayatını, eski bir elbise gibi istediği zaman tutup bir kenara fırlatabileceği kanaatine varınca zindan daha tahammül edilir bir hâl aldı.
Kendisini iki türlü öldürebilirdi: Mendilini pencere demirlerinden birine bağlayarak kendini asmak yahut da açlıktan ölmek. Birinci şekli iğrenç buldu. Gemilerin seren direklerine asılarak öldürülen korsan hikâyeleri ile korkutularak büyütülmüştü. Kendini asmak bu bakımdan şerefsiz bir ölümdü. İkinci şekli seçti ve aç kalmak suretiyle kendini öldürmeye yemin etti. Verilen yemeği pencereden atarım, onlar da yedim zannederler,diye düşündü.
O günden itibaren, günde iki defa yiyeceğini, önceleri neşe ile daha sonra düşünceli düşünceli, en sonra da pişmanlıkla sadece göğü seyredebildiği demir parmaklıklı küçük pencereden attı. Kendisine verilmekte olan yemeği ilk zamanlar iğrenç bulurdu. Fakat şimdi açlık yüzünden bu yemek gözlerine iştah açıcı görünüyor, kokusu burnuna çok hoş geliyordu. Bazen bir saat kötü bir et parçasını, yahut küflü ekmeği seyrediyordu. Fakat sonra ettiği yemini hatırlıyor, kendisinden nefret etme korkusu ile yeminine sadık kalıyordu. Nihayet öyle bir gün geldi ki yemeği pencereden atacak kuvveti kendinde bulamadı.
Ertesi gün artık gözleri bir şey görmüyor, kulakları da pek az işitiyordu. Zindancı onun son derece hasta olduğuna kanaat getirmişti. Dantés de kısa bir zaman sonra öleceğini umuyordu; içinde bir parça saadet olan büyük bir uyuşukluğa gömüldü. Midesindeki acılar dindi. Gözlerini kapadığı zaman beyaz ışıklar görmeye başladı…
Gece saat dokuza doğru, yanındaki duvardan birtakım sesler geldiğini duydu. Zindandaki çeşitli iğrenç hayvanların çıkardığı seslere öyle alışmıştı ki hiç rahatsız olmadan uyuyordu. Fakat bu sefer, açlıktan hisleri daha keskinleştiği için mi yoksa ses her zamankinden daha kuvvetli geldiği için mi yahut da hayatının bu en hassas devresinde her şey daha büyük bir önem kazandığı için mi her ne sebepten ise kafasını kaldırıp dinlemeye başladı. Büyük bir tırnak, kuvvetli bir diş yahut herhangi bir aletle yapılan düzenli bir kazıma sesi duydu. Ses üç saate yakın devam etti. Sonra bir ufalanma sesi geldi. Gürültü dindi.
Ses ertesi sabah tekrar başladı. O kadar iyi geliyordu ki hiç gayret sarf etmeden duyabiliyordu. Kendi kendine Artık bunun şüphe edilecek tarafı kalmadı, dedi. Ses gündüz de devam ettiğine göre kaçmaya hazırlanan bir mahkûm olmalı bu. Ah beraber olsaydık. Ona nasıl yardım ederdim!Sonra kafasında doğan bu ümidin üstünden kara bir bulut geçti. Ya ses yandaki bir hücreyi tamir eden işçilerden geliyorsa?Zindancıya sorarak sesin ne olduğunu anlamak kolaydı ama böyle bir soru da tehlikeli olurdu. O kadar hâlsiz ve sersemlemiş bir durumda idi ki doğru dürüst düşünemiyordu. Ancak bir şekilde aklı başına gelebilirdi; zindancının bırakmış olduğu çorbayı alarak içti. Kafası daha iyi işlemeye başladı.
Kendi kendine söylendi: “Başımı derde sokmadan bu işi anlamanın bir yolu var. Duvara vururum. Eğer öbür taraftaki bir işçi ise bir müddet durur, sesin nereden geldiğini düşünür, sonra tekrar işine döner. Fakat eğer bu işi yapan bir mahkûmsa korkar, işi bırakır ancak gece olduktan, herkesin uyuduğuna kanaat getirdikten sonra tekrar çalışmaya başlar.”
Kalktı. Artık ayakları titremiyor ve her şeyi görüyordu. Zindanın bir köşesine gitti. Rutubetin etkisiyle yerinden oynamış bir taşı duvardan çıkardı. Duvarın, sesi en iyi duyduğu tarafına üç defa vurdu.
Gürültü birdenbire kesildi. Dantés dikkatle dinledi. Bütün gün bir daha hiçbir gürültü olmadı. Büyük bir sevinçle. “Bu bir mahkûm!” dedi. Bütün canlılığını tekrar kazandı. O gece hiç uyumadı. Fakat hiçbir ses de duymadı.
Ertesi sabah, zindancının getirdiği yemeği yedi. Hürriyete kavuşmak için kendisi kadar istekli başka bir mahkûmun işine mâni olduğunu düşünemeyecek kadar ihtiyatlı olan öbür mahkûmun bu hâlinden dolayı öfkelenerek sesin tekrar başlamasını bekledi. Üç gün, dakikası dakikasına yetmiş iki saat geçti. Nihayet bir gece, zindancı son bir defa zindanları dolaştıktan sonra Dantés belki yüzüncü kere kulağını duvara yapıştırdı ve çok güçlükle fark edilecek bir ses duydu. Sükûnet bulmak için uzun uzun dolaştı. Aynı yere gelip tekrar kulağını duvara dayadı. Artık şüphesi kalmamıştı. Duvarın öbür tarafında bir şeyler oluyordu. Mahkûm, ilk teşebbüsünün tehlikesini fark etmiş olacaktı ki işine emniyetle devam edebilmek için bu sefer mesela bir keski yerine manivela filan kullanmaya başlamıştı.
Dantés bu yorulmak bilmez işçiye yardım etmeye karar verdi. Sesin geldiği duvarın önündeki yatağını öne çekti. Etrafta, kendisine faydalı olabilecek bir alet aradı. Hiçbir şey bulamadı. Ne bir bıçağı ne de madenî bir aleti vardı. Penceredeki demir parmaklığın sağlamlığından o kadar emindi ki onu yerinden oynatmaya çalışmakta bir fayda görmedi. Ancak toprak testiyi kırabilir ve onun sivri uçlu bir parçasını kullanabilirdi. Testiyi havaya kaldırıp bıraktı. Testi parça parça oldu.
Dantés, kırılan testinin sivri uçlu parçalarından iki üç tanesini alarak yatağının altına sakladı. Öbürlerini olduğu gibi bıraktı. Testinin kırılması o kadar tabii bir kaza idi ki zindancının oralı olmayacağı muhakkaktı.
Dantés’nin önünde koca bir gece vardı. Fakat karanlıkta çalışmak zor oluyordu. Çok geçmeden elindeki şekilsiz aletin sert taşa sürtüne sürtüne körleştiğini fark etti. Bu yüzden yatağını tekrar eski yerine itti. Ve sabahı bekledi. Bütün gece, tanımadığı mahkûmun yer altındaki çalışmasını dinledi.
Ertesi sabah zindancı geldiği zaman Dantés testinin elinden kaydığını ve yere düşerek parçalandığını söyledi. Zindancı söylenerek yeni bir testi getirmeye gitti. Parçaları toplamak zahmetine bile katlanmamıştı. Tekrar geldiği zaman Dantés’ye daha dikkatli olmasını söyledi ve gitti. O çıkar çıkmaz Dantés yatağını çekti ve geceki çalışmasının faydasızlığını gördü. Çünkü taşın etrafındaki kireçli harcı kazıyacağına, doğrudan doğruya taşı kazımaya çalışmıştı. Harcı kazıyabileceğini görünce kalbi sevinçle çarpmaya başladı. İş kolay değildi ama yarım saatte bir avuç dolusu harç kazıdı.
Üç gün sonra, taşın etrafındaki bütün harcı kazımıştı. Şimdi taşı çıkarmak lazımdı. Bu işi tırnakları ile becermeye çalıştı. Fakat imkânı yoktu. Manivela gibi kullanmak istediği testi parçaları kırıldı. Boşu boşuna bir saat uğraştıktan sonra büyük bir ızdırapla doğruldu. Daha işin başında iken vazgeçmek mecburiyetinde mi kalacaktı? Öbür mahkûm elinden geleni yaparken kendisi tembel tembel oturup bekleyecek miydi?
Birden aklına bir şey geldi. Gülümsedi. Zindancı her gün onun çorbasını maden saplı bir kapla getirirdi. Dantés bu maden sap için ömrünün on yılını vermeye hazırdı. Zindancı her zamanki gibi o gün de kâsesini bu maden saplı kaptan doldurdu. O gittikten sonra Dantés kâsesini masa ile kapının arasına bıraktı. Zindancı geldiği zaman kâseyi ezerek parçaladı. Bu sefer Dantés’ninsuçu yoktu. Kâsesini yere bırakmakla hata etmişti ama zindancının da yürürken önüne bakması lazım değil miydi? Adam biraz söylendi. Çorbayı koyacak başka bir kap aradı. Fakat zindanda bu işi görecek hiçbir şey yoktu.
Dantés, “Çorba kabını bırak.” dedi. “Yarın sabah geldiğin zaman alırsın.”
Bu fikir zindancının da hoşuna gitti. Şimdi bir kâse için yukarı çıkacak, inecek, tekrar çıkacaktı. Çorba kabını bıraktı. Dantés sevinçten titriyordu. Belki zindancı fikrini değiştirir, tekrar gelir diye bir saat bekledikten sonra yatağını çekti. Çorba kabının sapını manivela gibi kullanarak yerinden oynamış taşı çıkarmaya çalıştı. Bir saat sonra, yarım metreye yakın çapta bir çukur oluşacak şekilde taşı duvardan çekti. Elindeki aletten hiç olmazsa o gece için azami derecede faydalanmak gayesiyle hızlı hızlı çalışmaya devam etti.
Zindancı ertesi sabah masasının üstüne bir parça ekmek bıraktı.
Dantés, “Bana kâse getirmedin mi?” diye sordu.
Zindancı, “Hayır.” dedi. “Eline ne geçerse kırıyorsun. İlk önce testiyi kırdın sonra da kâseni. Çorbanı bu kaba koyacağım. Ondan iç.”
Dantés gözlerini tavana dikerek ellerini yorganın altında kavuşturdu. Ömründe hiçbir şeye karşı duymadığı minneti bu kaba karşı hissetti.
Kendi çalışmasının öbür mahkûmu durdurduğunu fark etmişti. Bu durum kendisinin durması için bir sebep değildi. Eğer komşusu ona gelmezse kendisi komşusuna giderdi. Bütün gün durmadan çalıştı. Akşama kadar duvardan en aşağı on avuç dolusu harç ve küçük taş çıkardı. Zindancının akşam ziyareti saati gelince işi bıraktı ve çorba kabının yamulmuş sapını mümkün olduğu kadar düzeltti.
Zindancı gider gitmez tekrar çalışmaya başladı. İki üç saat çalıştıktan sonra bir engelle karşılaştı. Eliyle yokladı. Bir kiriş, açtığı çukuru boydan boya kesiyordu. “Tanrı’m!” diye söylendi. “Sana o kadar uzun zamandır dua ettim ki nihayet bana merhamet ettiğini sanıyordum. Tanrı’m acı bana! Ümitsizlik içinde öldürme beni!”
Yer altından gelir gibi boğuk bir ses “Kim o bir solukta hem Tanrı’dan hem de ümitsizlikten bahseden?” dedi.
Dantés saçlarının diken diken olduğunu hissetti. Fakat cevap verdi: “Kimsen, bir daha konuş Tanrı aşkına!”
Ses, “Kimsin sen?” diye sordu.
Dantés cevap verdi: “Zavallı bir mahkûm!”
“Ne zamandan beri buradasın?”
“28 Şubat 1815’ten beri.”
“Suçun neydi?”
“Ben suçsuzum.”
“Neyle suçlandırdılar seni peki?”
“Napolyon’un dönmesi için fesat hazırlamakla.”
“Ne? Napolyon iktidarda değil mi artık?”
“1814’te Fontainebleau’da hükümdarlıktan feragat etti. Elba Adası’na sürüldü. Sen ne zamandan beri buradasın ki bunları bilmiyorsun?”
“1811’den beri.”
Dantés ürperdi. Bu adam ondan dört yıl fazla bir zamandan beri buradaydı.
Sesin sahibi hızlı hızlı, “Kazdığın çukur ne derinlikte?” diye sordu.
“Yer hizasında.”
“Nasıl saklıyorsun?”
“Yatağımın arkasına düşüyor.”
“Hapishaneye girdiğinden beri kimse yatağını kımıldattı mı?”
“Hayır.”
“Hücrenin dışında ne var?”
“Bir dehliz var.”
“Nereye gidiyor bu dehliz?”
“Bir avluya.”
“Eyvah!”
“Ne oldu?”
“Yanılmışım. Planımdaki bir hata yanılttı beni. Bu yanlış çizgi beş metre fark etti. Kalenin duvarı diye senin duvarını deldim.”
“O duvar denize çıkar ama.”
“Ben de onu istiyordum. Denize atlayıp Daume yahut Tiboulen Adası’na yahut da doğrudan doğruya karaya yüzmeyi tasarlıyordum.”
“O kadar mesafeyi yüzebilir misin?”
“Tanrı bana o kuvveti verirdi ama şimdi hepsi bitti. Açtığın çukuru dikkatle ört. Artık kazma. Benden haber bekle.”
“Kim olduğunu söyler misin bana?”
“Ben… Ben yirmi yedi numaralı mahkûmum.”
“Bana güvenmiyor musun?”
Acı bir kahkaha duydu.
“Kaç yaşındasın sen? Sesin genç bir adamın sesine benziyor.”
“Yaşımı bilmiyorum. Çünkü buraya geldiğimden beri geçen zamanı hesaplamadım. 1815’te tutuklandığım zaman yirmi yaşımdaydım.”
“Yirmi yedi filan öyleyse. İnsan bu yaşta hain olamaz daha.”
Dantés, “Hayır!” diye bağırdı. “Parça parça doğrasalar ele vermem seni!”
“Yaşın bana güven veriyor. Geleceğim oraya. Bekle.”
“Ne zaman geleceksin?”
“Tehlikeyi bir düşüneyim de. Sana işaret veririm.”
“Gelmezlik etmezsin değil mi? Beraber kaçarız. Kaçamazsak da konuşuruz hiç olmazsa. Eğer gençsen senin arkadaşın olurum. Yaşlı isen oğlun olurum.”
“Pekâlâ. Yarına öyleyse.”
Dantés doğruldu. Taşı duvardaki yerine koydu. Yatağı önüne dayadı. O andan itibaren de kendini tamamıyla bu yeni saadete verdi. Artık bundan sonra yalnız kalmayacak, belki de hürriyetine kavuşacaktı.
O gece öbür mahkûmun, sessizliği ve karanlığı fırsat bilerek kendisi ile tekrar konuşacağını ümit etti fakat yanılmıştı. Bütüngece hiçbir ses duymadı. Ertesi sabah, zindancının sabah ziyaretinden sonra duvara üç defa vurulduğunu duydu.
“Sen misin?” diye sordu. “Buradayım.”
“Zindancın gitti mi?”
“Evet. Artık akşama kadar uğramaz. On iki saat serbestiz.”
Bir müddet sonra dökülen taş ve toprak sesleri duydu. Kazmaya başladığı geçidin dibinde bir delik açıldı. Bu delikten bir başın uzandığını gördü. Az sonra bir adam kendini delikten yukarı çekip hücreye girdi.

10
Dantés, uzun zamandan beri sabırsızlıkla beklediği arkadaşının boynuna sarıldı ve onu, iyice görebilmek için hafif bir ışığın girdiği pencereye doğru götürdü.
Mahkûm, saçları yaşlılıktan değil de ızdıraptan aklaşmış, oldukça kısa boylu bir adamdı. Delici gözleri; kalın, kırlaşmış kaşlarının altında kaybolmuş gibiydi. Hâlâ siyah olan sakalı göğsüne iniyordu. Bedeni ile değil de kafası ile çalışan insanlarda olduğu gibi ince yüzü kırış kırıştı. Elbisesi öyle feci bir şekilde yıpranmıştı ki ilk hâlini göz önüne getirmenin imkânı yoktu.
En aşağı altmış beş yaşında gösteriyordu. Fakat hareketlerindeki canlılık, bu tahminin gerçek yaşından değil de mahkûmiyetten ötürü olduğunu kanıtlar gibiydi.
Adam, Dantés’nin gösterdiği içten yakınlığa sevindi. Ruhundaki buzlar bir an erir gibi oldu. Hürriyete kavuşacağı yerde kendisini başka bir hücrede bulmanın acı hayal kırıklığına rağmen ona oldukça sıcak bir yakınlık gösterdi.
“Bakalım bu deliği senin zindancından gizlemek mümkün mü?” dedi.
Taşı yerine koydu.
“Çok biçimsiz çıkarılmış bu taş. Doğru dürüst bir aletin yok muydu elinde?”
Dantés hayretle, “Sizin var mı?” diye sordu.
“Ben kendim yaptım. Törpü hariç, bana lazım olan her şey var. Keski, kerpeten ve bir de manivela.”
Ona tahta saplı, sağlam, keskin bir bıçak gösterdi.
“Bu bıçağı nasıl yaptınız?”
“Yatak demirinden. Buraya kadar olan on beş metrelik geçidi hep bununla kazdım.”
Dantés dehşetle “On beş metre mi?” diye haykırdı.
“Evet, fakat bütün emeğim boşa gitti. Senin hücrenin önündeki geçit, asker dolu. Hiçbir kaçış yolu yok burada. Tanrı’nın dediği olur, ne yapalım.”
Yaşlı adamın yüzü mütevekkil bir hâl aldı. Dantés, senelerce besleyip kuvvet verdiği bir ümitten böyle filozofça umudunu kesen adama hayret ve takdirle baktı.
“Kim olduğunuzu söylemeyecek misiniz bana?” diye sordu.
“Artık sana bir faydam dokunamayacağı hâlde yine de merak ediyorsan söyleyeyim. Ben Rahip Faria’yım. İf Kalesi’ne 1811’de getirildim. Daha önce üç yıl Fenestella Kalesi’nde hapistim. 1811’de Piedmont’tan Fransa’ya nakledildim.”
“Neden hapsettiler sizi?”
“Çünkü 1807’de, Napolyon’un 1811’de yürürlüğe koymak istediği projeyi uygulamayı düşündüm çünkü İtalya’yı aciz, zalim, küçük kötü yuvalarhâline getiren prenslikler yerine Makyavel’in istediği gibi tek bir büyük imparatorluk istiyordum. Çünkü beni mahvetmek için görüşlerimi anlar görünen taçlı bir delide, aradığım Sezar Borjiya’yı bulduğumu sanmıştım!”
Dantés bir insanın böyle şeyler için hayatını nasıl tehlikeye atabileceğini anlamadı. Zindancısının fikrini paylaşmaya başlayarak “Siz yoksa o… O hasta rahip misiniz?” diye sordu.
“Deli demek istiyorsun değil mi?”
Dantés gülümsedi.
“Cesaret edemedim.”
Faria acı acı gülerek “Evet.” dedi. “Ben, o deli sandıkları rahibim.”
Dantés bir an sustu. Sonra “Kaçma fikrinden vazgeçtiniz mi?” diye sordu.
“Artık buna imkân olmadığını görüyorum. Tanrı’nın arzusuna aykırı bir şeye teşebbüs etmek ona isyan etmek olur.”
“Niye ümidinizi kaybediyorsunuz? İlk teşebbüste başarılı olmayı istemek Tanrı’dan çok fazla lütuf beklemek olmaz mı? Niçin başka bir yöne yeni bir geçit kazılmasın?”
“Yeni bir geçit mi? Sen açtığım bu geçidin nasıl meydana geldiğini biliyor musun? Aletleri yapmak için tam dört sene uğraştığımı biliyor musun? Granit gibi bir toprağı tam iki sene kazıp temizlediğimi biliyor musun? Kımıldatmada bile başarılı olacağımı sanmadığım taşları yerlerinden çıkardığımı biliyor musun? Bütün bu taş ve toprağı bir yere yığmak için bir merdiven duvarını deldiğimi ve şimdi duvarda bir avuç toz bile koyacak yer kalmadığını biliyor musun? Ve nihayet, tam işin sonuna geldiğimi düşündüğüm ve kendimde ancak işi bitirebilecek kadar kuvvet kaldığını hissettiğim bir sırada bütün bu çalışmaların heba olduğunu anladığımı biliyor musun? Yok, hayır, Tanrı benim buradan kurtulmamı istemediği için; hürriyetimi elde etmek üzere artık hiçbir şey yapmayacağım.”
Dantés, bir arkadaş bulmuş olma sevincinin, onun bütün üzüntüsünü paylaşmasına mâni olduğunu belli etmemek için başını önüne eğdi.
Faria devam etti: “On iki senelik hapishane hayatım boyunca dikkatle tarihteki bütün meşhur kaçışları düşündüm. Başarılı firarlar son derece nadirdir ve en ince teferruatına kadar düşünülmüş, sabırla hazırlanılmıştır. Bundan sonra bir fırsat kollayacağız. Eğer o fırsat gelirse istifade etmeye bakacağız.”
Dantés iç çekti.
“Siz bekleyebilirsiniz. Uzun çalışmalarınız sizi meşgul edebilmiş. Zihninizi işgal edecek işiniz olmadığı zamanlar da sizi teselli eden ümitleriniz varmış.”
“Ümit benim tek meşgalem değildi.”
“Başka ne yaptınız?”
“Yazı yazarım.”
“Kâğıt, kalem, mürekkep veriyorlar mı?”
“Hayır. Ben yapıyorum bunları.”
Dantés hayretle sordu: “Kâğıdınızı, kaleminizi, mürekkebinizi siz mi yapıyorsunuz?”
“Evet.”
Dantés ona hayranlıkla baktı. Fakat dediklerine inanmak çok zordu. Faria onun bu tereddüdünü sezdi.
“Hücreme gelirsen; hayatım boyunca yaptığım inceleme ve çalışmalarımın, bütün düşüncelerimin mahsulü olan kitabı sana gösterebilirim.” dedi. “Adı ‘İtalya’da Kurulabilecek Umumi Bir Krallık Hakkında Risale’dir.”
“Burada mı yazdınız?”
“Evet. İki gömleğe mal oldu bana. Kumaşı parşömen gibi düz ve katı yapan bir terkip keşfettim. Bize ara sıra verdikleri koca balıkların başlarındaki kıkırdaklardan da nefis yazı kalemleri yapıyorum.”
“Ya mürekkep? Mürekkebi nasıl yapıyorsunuz?”
“Hücremde vaktiyle bir ocak varmış. Ben gelmeden bir süre önce körletilmiş. Fakat uzun zaman kullanılmış olacak ki içi bir kurum tabakası ile kaplıydı. Pazar günleri bana verdikleri şarabın birazının içinde bir parça kurum eritiyorum. Mükemmel mürekkep oluyor. Yazının belirli bir yerine dikkati çekmek istediğim zaman da bir parmağımı hafifçe deliyorum ve o kısmı kanımla yazıyorum.”
“Bütün bunları ne zaman görebilirim?”
“Ne zaman istersen.”
“Şimdi.”
“Takip et beni.”
Dönüp yer altı geçidinde kayboldu. Dantés de onu takip etti.
İnsana pek zorluk vermeden aşağı doğru bükülen yer altı geçidini geçtikten sonra, geçidin, rahibin hücresine açılan öbür başına geldiler. Dantés hücreye girer girmez dikkatle etrafını inceledi. Hiçbir fevkaladeliği yoktu.
Rahibe, “Hazinelerinizi çok merak ediyorum.” dedi.
Faria gidip ocağın ağzındaki taşı kaldırdı. Dantés’ye bahsettiği şeyler burada duruyordu.
“Önce neyi görmek istersin?” diye sordu.
“İtalya’daki krallık hakkında yazdıklarınızı.”
Faria on santimetre eninde, otuz beş santimetre uzunluğunda; hepsi numaralı ve yazılı üç dört kumaş tomarı çıkardı. Yazı, Dantés’nin, Provanslı olduğu için, çok iyi anladığı İtalyanca ile yazılmıştı.
Faria, “İşte bunlar.” dedi. “Yirmi sekizinci tabakanın altına son kelimesini yazalı ancak bir hafta oldu. Bütün bu iş için iki gömlekle bütün mendillerimi kullandım. Eğer bir gün kurtulursam ve eğer İtalya’da bunu basmaya cesaret edecek birini bulursam meşhur olurum.”
Dantés’ye, yaptığı yazı kalemlerini gösterdi. Faria’nın bunları nasıl bir aletle bu kadar düzenli kesebildiğini anlamak için Dantés etrafına baktı.
Faria, “Bıçağı arıyorsun, değil mi?” diye sordu. “İşte. Bu benim şaheserimdir. Eski bir demir şamdandan yaptım.”
Bıçak, ustura gibi keskindi. Faria devam etti: “Geceleri çalışabilmek için lambam bile var.”
“Onu nasıl yaptınız?”
“Yemek için verdikleri etin yağını ayırıp eritiyorum. Böylece bir çeşit kandil yağı meydana getiriyorum.”
Dantés’ye lambasını gösterdi.
“Peki kibriti nereden buluyorsunuz?”
“Cilt hastalığım varmış gibi yaptım. Kükürt istedim. Verdiler.”
Dantés elindekileri masanın üstüne koydu Rahibin zekâsı ve azmi karşısında bunalarak başını önüne eğdi.
Faria, “Hepsi bu kadar değil.” dedi. “Bütün servetimi aynı yerde saklamak akıllıca bir hareket olmazdı. Bunu kapayalım.”
Taşı yerine koydular. Rahip, taşın üstüne toz serperek ayağı ile bastırdı. Sonra giderek yatağını çekti. Yatağın ardında, bir taşla çok iyi bir şekilde kapatılmış bir delikte, yedi buçuk ile on metre arasındaki bir uzunlukta ip bir merdiven vardı. Dantés merdiveni kontrol etti ve son derece sağlam buldu.
“Bu fevkalade merdiveni yapmak için ipi nereden buldunuz?” diye sordu.
“İlk olarak birçok gömleğimi, sonra da Fenestella’daki üç senelik mahkûmiyetim sırasında yatak çarşaflarının ipliklerini sökmek suretiyle onu yaptım. İf Kalesi’ne nakledilirken bir kolayını bulup iplikleri de yanıma aldım. İşime burada devam ettim.”
“Peki zindancılar çarşafların dikişsiz olduğunu fark etmiyorlar mıydı?”
“Sonra bu iğne ile tutturuyordum.”
Dantés’ye uzun, keskin ve ucunda hâlâ iplik olan bir balık kılçığı gösterdi.
“Önceleri demir çubukları söküp pencereden kaçmayı düşündüm. Bu pencere senin hücrendekinden genişçedir. Kaçacağım zaman biraz daha genişletebilirdim de. Fakat pencere bir iç avluya açılıyordu. Tehlikesi yüzünden bundan vazgeçtim fakat belki beklenmedik bir fırsat çıkar diye ip merdiveni sakladım.”
Dantés, ip merdiveni inceler gibi görünürken başka bir şey düşünüyordu: Bir türlü anlayamadığı kendi bahtsızlığının içyüzünü, o kadar zeki, marifetli ve anlayışlı olan bu adam aydınlatamaz mıydı acaba.
Faria gülümseyerek “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
“Bana hayatınızı anlattığınızı fakat sizin, benim hayatım hakkında daha bir şey bilmediğinizi düşünüyordum.”
“Senin kısa ömründe çok mühim olan ne olabilir delikanlı?”
“Hiç olmazsa büyük bir bahtsızlık var. Hiç hak etmediğim ve bazen yaptığım gibi bundan dolayı Tanrı’ya isyan etmeyi değil de buna insanların sebep olduğunu düşünmeyi istediğim bir bahtsızlık.”
Rahip, gizli yeri örtüp yatağı eski yerine iterek “Anlat bana öyleyse hayatını.” dedi.
Dantés ona; bir defa Hindistan’a, iki üç defa da Yakın Doğu’ya yaptığı seyahatler çerçevesi içindeki hayat hikâyesini anlattı. Nihayet son seyahatine gelerek Kaptan Leclére’nin ölümünü; onun ölmeden önce Elba Adası’na götürmesini istediği paketi; Elba Adası’nda mareşalin Paris’te Mösyö Noirtier’ye götürülmek üzere kendisine verdiği mektubu; Marsilya’ya gelişini; babasını ziyaretini; Mercédés’e olan aşkını; düğün ziyafetini; tutuklanmasını; sorguya çekilişini; adliye sarayında kısa bir zaman için alıkonuluşunu ve nihayet İf Kalesi’ne getirilişini anlattı. Bundan sonrasını, hatta ne zamandan beri tutuklu olduğunu bile bilmiyordu.
Sözlerini bitirdiği zaman Faria düşünceli düşünceli uzun zaman sustu. Sonra “Bir hukuk düsturu vardır…” dedi. “ ‘Suçluyu bulmak istiyorsan her şeyden önce cinayetin kime faydası dokunabileceğini bul.’ der. Bunun gibi, senin ortadan yok oluşun da kime faydalı olabilir?”
“Hiç kimseye. Ben mühim bir kimse değilim ki!”
“Öyle söyleme. Her şey birbirine bağlıdır. Sen Firavun’un kaptanı olacaktın değil mi?”
“Evet.”
“Güzel bir kızla da evlenmek üzere idin?”
“Evet.”
“İlk olarak senin Firavun’un kaptanı olmanı istemeyen kimse var mıydı?”
“Hayır. Bütün mürettebat beni severdi. Eğer kaptanlarını kendileri seçebilselerdi eminim ki beni seçerlerdi. Bütün gemide, beni sevmemesi için bir sebep gösterebilecek yalnız bir kişi vardı. Onunla bir defa kavga etmiştik. Bu anlaşmazlığı ortadan kaldırmak için düello teklif etmiştim. Ama kabul etmemişti.”
“Tamam… Neydi bu adamın ismi?”
“Danglars. Geminin kâtibi idi.”
“Eğer geminin kaptanı olsaydın onu gemide tutar mıydın?”
“Elimde olsaydı tutmazdım. Tuttuğu hesaplarda hatalar vardı.”
“Peki. Kaptan Leclére ile olan son konuşma sırasında yanınızda başka kimse var mıydı?”
“Hayır, yalnızdık.”
“Biri bu konuşmaları duymuş olabilir mi?”
“Zannediyorum kapı açıktı. Durun durun… Evet, Kaptan Leclére bana paketi verdiği sırada Danglars kapının önünden geçti.”
“Galiba doğru yoldayız. Elba Adası’na çıktığın zaman yanına kimseyi aldın mı?”
“Hayır.”
“Oradan aldığın mektubu ne yaptın?”
“Evrakı mı sakladığım çantaya koydum.”
“Çantan yanında mıydı?”
“Hayır, gemide idi. Gemiye döndükten sonra çantaya koydum.”
“Adadan dönüp çantaya koyuncaya kadar ne yaptın mektubu?”
“Elimde taşıdım.”
“Yani gemiye döndüğün zaman elinde bir mektup olduğunu herkes gördü, değil mi?”
“Evet.”
“Danglars da?”
“Evet.”
“Şimdi beni iyi dinle ve hafızanı toplayarak hatırlamaya çalış; ihbar mektubunda ne dendiğini söyleyebilir misin bana?”
“Tabii. Üç defa okudum. Her kelimesi kafama kazınmıştır.”
Kelimesi kelimesine ihbar mektubunu okudu.
Rahip, omuz silkti.
“Gün gibi aşikâr. Bunu yazanın kim olduğunu daha o zaman tahmin etmemek için çok temiz kalpli olmak lazım. Danglars’nın el yazısı nasıldır?”
“Güzel bir yazısı vardır.”
“İhbar mektubu nasıl yazılmıştı?”
“Geriye doğru yatık bir yazı ile.”
“Bir dakika!”
Bir yazı kalemi alarak yazı yazmak için hazırlamış olduğu bir kumaşın üstüne sol eliyle birkaç satır yazdı. Dantés geri çekildi ve âdeta korkarak Faria’ya baktı.
“Hayret… Öbür yazıya ne kadar benziyor!”
“Demek ki ihbar mektubu sol elle yazılmış. Sol elle yazılmış bütün yazıların birbirine benzediğine dikkat etmişimdir. Şimdi gelelim ikinci soruya: Mercédés ile evlenmeni istemeyen kimse var mıydı?”
“Vardı. Onu seven Fernand adında bir Katalanyalı vardı.”
“Bu mektubu o yazabilir mi?”
“Hayır; o ancak beni bıçaklayabilirdi. Sonra mektupta yazılı olanların hiçbirini bilmiyordu ki o. Kimseye bahsetmemiştim bunlardan. Mercédés’e bile.”
“Fernand, Danglars’yı tanır mıydı?”
“Hayır… Evet evet… Şimdi hatırlıyorum. Evleneceğim günden iki gün önce onları meyhanenin çardağında beraber otururlarken gördüm. Danglars onunla samimi samimi konuşuyor, şakalaşıyordu. Fernand ise üzgün ve düşünceli idi. Yanlarında Caderousse adında, çok iyi tanıdığım bir terzi vardı ama Caderousse fitil gibi sarhoştu.”
“Şimdi bana teferruatlarla ilgili kesin bilgi vermen lazım.”
“Siz sorun bana; çünkü siz benim hayatımı benden çok daha açık olarak görüyorsunuz.”
“Tutuklanmandan sonra kim sorguya çekti seni?”
“Savcı yardımcısı.”
“Nasıl davrandı sana?”
“Çok iyi.”
“Her şeyi söyledin mi ona?”
“Evet.”
“Bu sorgunun herhangi bir safhasında, durumunda bir değişiklik oldu mu?”
“Evet. Bana Elba Adası’nda verilen mektubu okuduğu zaman, bahtsızlığımdan son derece üzülmüş bir hâl aldı.”
“Onun, senin bahtsızlığına üzülmüş olabileceğine emin misin?”
“Öyle sanıyorum. Çünkü bana gösterdiği yakınlığı kuvvetlendiricek bir şey yaptı. Mektubu gözlerimin önünde yakarak ‘Hakkındaki başlıca delil bu mektuptur. Gördüğün gibi onu da ortadan kaldırdım.’ dedi.”
“Bu, normal olmaktan uzak, çok asil bir hareket ama…”
“Öyle mi düşünüyorsunuz?”
“Eminim. Mektup kime yazılmıştı?”
“Mösyö Noirtier’ye. 13 Rue Coq Heron, Paris.”
“Savcı yardımcısının, bu mektubu yok etmekte şahsi bir çıkarı olamaz mı?”
“Mümkündür. Kendi menfaatim icabı olduğunu söyleyerek kimseye bu mektup hakkında bir şey söylemeyeceğime, bu adamın ismini ağzıma almayacağıma yemin ettirdi.”
Faria düşünerek “Noirtier… Noirtier…” diye söylendi. “Etruria kraliçesinin sarayında Noirtier adında birisini tanımıştım. İhtilal sırasında Girondin idi… Seni sorguya çeken savcı yardımcısının adı neydi?”
“Villefort.”
Faria kahkahalarla gülmeye başladı.
“Vah zavallı delikanlı! Bu adam sana yakınlık gösterdi değil mi?”
“Evet.”
“Mektubu gözlerinin önünde yaktı ve Noirtier adını ağzına almayacağına sana yemin ettirdi ha?”
“Evet.”
“Bu Noirtier’nin kim olduğunu biliyor musun?.. Savcı yardımcısının babası.”
Dantés, “Babası mı?.. Babası mı?..” diye söylenerek ayağa kalktı.
Yerinden fırlamasına mâni olmak ister gibi başını ellerinin arasına alan Faria tekrar etti: “Evet babası. Noirtier de Villefort.”
Dantés’nin kafasında bir şimşek çaktı ve o zamana kadar belirsiz ve karanlık bir şekilde kafasında yer etmiş olan şeyler, gün ışığına çıkmış gibi aydınlandı. Sorgu sırasında Villefort’nun tutumunda meydana gelen değişiklik, imha ettiği mektup, kendisine ettirdiği yemin, âdeta yalvaran sesi; hepsi tekrar Dantés’nin gözlerinin önüne geldi. İnleyerek sarhoş gibi bir an sendeledi. Sonra kendi hücresine giden geçide koştu. Bir taraftan “Yalnız kalıp bunların hepsini düşünmem lazım.” diye bağırıyordu.
Hücresine gidince kendini yatağına attı. Akşam, zindancı hücreye girdiği zaman Dantés’yi, gözleri sabit bir noktaya dikili, yüzü gerilmiş, bir heykel gibi sessiz ve hareketsiz buldu.
Göz açıp kapayacak kadar kısa bir an sürmüş gibi gelen bütün bu dalgınlık saatlerinde Dantés korkunç bir karara vararak dehşetli bir yemin etti.
Nihayet bir sesle kendine geldi. Faria, akşam yemeğini beraber yemeleri için onu hücresine davet ediyordu. Dantés onun peşinden öbür hücreye gitti. Yüzündeki sert, kesin ifade bir karara vardığını gösteriyordu. Faria gözlerini ona dikerek “Sana geçmişini aydınlatmak için yardım ettiğim için üzgünüm.” dedi.
“Niçin?”
“Çünkü sana, daha önce kalbinde yer etmemiş olan bir hissi aşıladım. İntikamı.”
Dantés gülümsedi.
“Başka şeylerden bahsedelim.”
Rahip ona bir müddet daha baktı, üzgün üzgün başını salladı, sonra Dantés’nin isteğine uyarak başka şeylerden bahsetmeye başladı.
Yaşlı mahkûm, bilgili konuşması ile kendisini dinleyenlerin ilgisini daima uyanık tutabilecek biri idi. Buna rağmen kendisinden hiç bahsetmiyor, hiç kendi bahtsızlığından konuşmuyordu. Dantés onun her sözünü hayranlıkla dinliyordu. Bir müddet sonra “Bildiklerinizi bir parça da bana öğretin.” dedi. “Hiç olmazsa benden sıkılmanızı önlemek için yapın bunu. Bana öyle geliyor ki benim gibi cahil ve basit biri ile arkadaşlık etmektense yalnız kalmayı tercih edersiniz.”
Faria gülümsedi.
“Bu doğru değil oğlum. İnsan bilgisi sınırlıdır. Sen de benim gibi matematik, fizik, tarih ve üç dört dil öğrenmiş olsaydın bildiklerimi sen de bilirdin. Bütün bildiklerimi iki yılda sana öğretebilirim.”
“İki yılda mı? Bütün bunları iki yılda öğrenebileceğime inanıyor musunuz?”
“Her şeyi öğrenmene lüzum yok. Esaslarını öğrenmen yeterli.”
Dantés’nin eğitimi için iki mahkûm o akşam bir program hazırladılar. Ertesi günden itibaren de bu programı tatbik etmeye başladılar. Dantés’nin müthiş hafızası; işlek, keskin bir zekâsı vardı. Kafasının matematiğe yatkın olması hesap işlerini kolaylıkla çözmesine faydalı oluyor, bütün denizciler gibi şiirden zevk alması öbür dersleri öğrenmesini kolaylaştırıyordu. Zaten İtalyanca ve Doğu’ya yaptığı yolculuklar dolayısıyla biraz da Yunanca biliyordu. Bu iki dilin yardımı ile kısa zamanda öbür dillerin yapısını da öğrendi. Altı ayda İspanyolca, İngilizce ve Almanca konuşmaya başladı. Günler geçiyordu… Fakat her geçen gün o kadar öğretici oluyordu ki bir sene sonunda Dantés bambaşka bir insan hâlini aldı.
Faria’ya gelince; Dantés ile olan bu meşguliyeti kendisini oyalamasına rağmen her geçen gün biraz daha durgunlaşıyordu. Kafası daima belirli bir düşüncenin etkisi altındaymış gibiydi. Zaman zaman dalıyor, farkında olmadan iç çekiyor, birdenbire kalkarak hücrede bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlıyordu. Bir gün yine böyle dolaşırken birdenbire durdu.
“Ah, nöbetçi olmasaydı!” diye bağırdı.
Dantés heyecanla “Kaçmak için bir çare mi buldunuz?” diye sordu.
“Evet ama nöbetçinin kör ve sağır olması lazım.”
Dantés, rahibi korkutan kararlı bir sesle “Gerekirse kör ve sağır olur!” dedi.
Faria bağırdı: “Hayır! Kan dökülmemeli!”
Dantés konu hakkında konuşmak istiyordu. Fakat Faria başını salladı ve bu hususta başka bir şey söylemedi. Üç ay daha geçti. Faria bir gün “Kuvvetli misin?” diye sordu.
Dantés cevap vermeden keskiyi aldı, ikiye büktü, sonra tekrar, düzeltti.
“Başka hiçbir çare kalmayıncaya kadar nöbetçiyi öldürmemeyi kabul ediyor musun?”
“Evet. Yemin ederim.”
“Öyleyse planımızı tatbik edebiliriz.”
“Ne kadar sürer?”
“En aşağı bir yıl. Planım şu.”
Çizdiği bir krokiyi gösterdi. Bu, kendilerine ait iki hücre ile aradaki geçidi gösteriyordu. Geçidin ortasından, bir nöbetçinin aşağı yukarı dolaştığı dehlizin altına çıkan bir tünel kazacaklardı. Sonra dehlizin zeminini döşeyen iri, yassı taşlardan birini yerinden oynatacaklardı. Bu taş nöbetçinin ağırlığına dayanamayacak ve asker, alttaki geçide yuvarlanacaktı. O zaman Dantés askeri yakalayarak bağlayacak, ağzını tıkayacak ve iki mahkûm dehlizdeki pencerelerin birine çıkıp ip merdivenin yardımı ile duvardan inerek kaçacaklardı.
Dantés, gözleri ışıldayarak ellerini çırptı. Plan o kadar basitti ki başarılı olmamasının imkânı yoktu. Aynı gün çalışmaya başladılar.
Bütün bu işler bir seneden fazla sürdü. Bu arada derslere de devam ediyorlardı. Bir buçuk sene sonra kazı bitti ve üstlerinde nöbetçinin ayak seslerini duymaya başladılar. Şimdi bütün yapacakları aysız, karanlık bir geceyi beklemekti. Döşeme taşının vaktinden önce düşmesine mâni olmak için temelde buldukları küçük bir kirişi de destek yaptılar. Dantés tam desteği koyma işini bitirmiş ki kendi hücresinde kalmış olan Faria’nın ızdırapla inlediğini duydu. Çabucak geri döndü. Rahip yere uzanmış yatıyordu. Yüzü bembeyazdı. Yumruklarını sıkmıştı. Alnında ter damlaları birikmişti.
Dantés, “Aman Tanrı’m!” dedi. “Ne oldu size?”
Faria, “Benim sonum geldi!” diye inledi. “Dinle beni. Kötü, belki de sonu feci olan bir hastalığa tutulmak üzereyim. Krizin yaklaştığını hissediyorum. Hapsedildiğim ilk sene de böyle bir kriz geçirmiştim. Bunun sadece bir ilacı vardır. Hücreme koş, yatağın ayağını kaldır. Ayağın içi boştur. Bu boşlukta, yarıya kadar kırmızı bir sıvı ile dolu küçük bir şişe bulacaksın. Getir bana o şişeyi. Hayır hayır! Zindancı beni burada görebilir. Bana yardım et de hâlâ biraz kuvvetim varken hücreme gideyim.”
Dantés, Faria’yı dikkatle yer altı geçidinden geçirerek hücresine götürdü. Yatağına yatırdı.
Buzlu sudan çıkmış gibi tirtir tireyen Faria “Teşekkür ederim.” dedi. “Kriz geliyor. Şimdi kataleptik bir nöbete tutulacağım. Adalelerim donacak. İrade ve hissim kaybolacak. Belki ağzım da köpüklenir, vücudum çırpınmalar içinde sertleşir, bağırırım. Eğer bağırırsam sesimi duymalarına mâni ol. Çünkü beni başka bir hücreye kaldırırlar ve sonsuza kadar ayrılırız. Eğer beni tamamıyla hareketsiz, ölü gibi soğumuş görürsen o zaman -ama ancak o zaman- kenetlenmiş dişlerimi bıçakla ayır ve o sıvıdan sekiz, on damla ağzıma akıt. Belki kurtulurum.”
“Belki mi?”
Tam o sırada Faria “İmdat imdat!” diye bağırdı. “Öl… Ölü…”
Kriz öyle ani ve öyle şiddetli gelmişti ki Faria sözünü tamamlamaya imkân bulamadı. Gözleri büyüdü, ağzı çarpıldı, yanakları morardı, kıvrıldı, ağzı köpürdü ve bağırdı. Dantés Faria’nın dediğini yaparak bir battaniye ile bu feryatları boğmaya çalıştı. Krizin bu faslı iki saat sürdü. Son bir çırpınmayla vücudu buz gibi soğudu, beyazlaştı ve katılaştı. Dantés bıçağını alarak Faria’nın kenetlenmiş dişlerini dikkatle araladı. Ağzına on damla kırmızı sıvıdan damlattı. Beklemeye başladı.
Aradan bir saat geçti. Faria’da en ufak bir kımıldama yoktu. Dantés başını elleri arasına almış ona bakıyordu. Nihayet rahibin yanakları hafifçe pembeleşti. Hep açık olan gözlerine bir canlılık geldi. Hafifçe inleyerek kımıldadı.
Dantés, “Kurtuldunuz kurtuldunuz!” diye bağırdı.
Faria daha konuşamıyordu. Fakat belli bir endişe ile elini kapıya doğru uzattı. Dantés dinledi ve zindancının yaklaşmakta olan ayak seslerini duydu. Hemen fırladı yerinden. Geçide girerek taşı yerleştirdi ve kendi hücresine döndü. Hemen ardından kapı açıldı. Zindancı onu her zamanki gibi yatağının üstünde oturur buldu. Zindancının ayak sesleri dehlizde kaybolur kaybolmaz Dantés ağzına bir lokma bir şey koymadan Faria’nın hücresine döndü.
Rahibin aklı başına gelmişti. Fakat hâlâ bitkin bir hâlde yatıyordu.
“Seni bir daha görebileceğimi sanmıyordum.” dedi.
“Niçin göremeyesiniz? Öleceğinizi mi sanmıştınız?”
“Hayır. Kaçman için her şey hazırdı. Kaçacağını umuyordum.”
Dantés hırsla kıpkırmızı oldu.
“Siz olmadan mı?” diye bağırdı. “Bunu yapabileceğime inanıyor muydunuz?”
“Yanıldığımı şimdi anladım. Ohhh öyle bitkin, öyle perişanım ki!..”
Dantés Faria’nın yanına oturup elini ellerine alarak
“Kuvvetiniz yerine gelecek.” dedi.
Faria başını salladı.
“Bundan önceki kriz yarım saat sürmüştü. Krizden sonra da açlık duymuş ve yardımsız kalmıştım. Hâlbuki şimdi kolumu bile kımıldatamıyorum. Üçüncü bir kriz beni ya öldürür yahut da felç bırakır.”
“Hayır hayır üzülmeyin, ölmeyeceksiniz. Üçüncü bir kriz gelse bile siz burada olmayacaksınız ve biz, sizi burada olduğu gibi yine kurtaracağız. Hatta buradan daha iyi şartlar içinde. Çünkü mümkün olan en iyi tıbbi bakımı göreceksiniz.”
Yaşlı adam, “Kendini aldatma dostum.” dedi. “Şu geçirdiğim kriz, benim ömrüm boyunca hapishaneden çıkamamama sebep olacak. Çünkü ben artık hiçbir zaman yüzemem. Bu kola artık ebediyen felç indi. Yalnız şu an için değil; ebediyen. İnan bana, daha krizi geçirdiğim andan beri böyle bir neticeyi bekliyordum. Çünkü bütün ailemde vardır bu hastalık. Büyükbabam da babam da üçüncü krizde öldüler. Meşhur Doktor Cabanis bana bu ilacı verirken benim de sonumun onlar gibi olacağını söyledi.”
“Doktor yanılmış olabilir. Kolunuzdaki felce gelince; hiç önemi yok. Sizi sırtıma alır öyle yüzerim.”
“Sen denizci ve iyi bir yüzücüsün oğlum. Eminim ki sırtında böyle bir yük olan kimsenin elli kulaçtan fazla yüzemeyeceğini bilirsin. Hayır, ben burada kalıp kurtuluşumu bekleyeceğim; o da artık ölümden başka bir şey olamaz. Sen kaç, kurtul. Gençsin. Sıhhatli ve kuvvetlisin. Beni düşünme.”
“Öyleyse ben de kalırım.”
Kalktı. Yaşlı adamın üstüne eğildi.
“İsa hakkı için yemin ederim ki siz hayatta oldukça buradan bir yere gitmeyeceğim.”
Faria bu asil yürekli, doğru sözlü gence baktı, onun en içten inanç ifadesinin ışıldadığı yüzünde, ağzından çıkan sözlerin samimiyetini okudu.
“Öyle olsun peki.” dedi. “Teşekkür ederim.”
Sonra, genç adamın elini tutarak devam etti:
“Belki ileride bu fedakârlığının mükâfatını görürsün. Şimdi mademki buradan ayrılmıyoruz, dehlizin altındaki tüneli doldurmamız lazrm. Nöbetçi gezinirken bastığı yerin altının boş olduğunu fark edebilir. Bu da bizim suçumuzun meydana çıkmasına ve ayrılmamıza sebep olur. Haydi git şimdi orayı doldur. Gerekirse bütün gece çalış ve yarın sabah, zindancı gitmeden gelme. O zaman sana önemli bir şey söyleyeceğim.”
Dantés dostunun elini sıktı. Saygı ve bağlılıkla yanından ayrıldı.

11
Dantés ertesi sabah, Faria’nın hücresine girdiği zaman, onu sağlam sol elinde bir kâğıt parçası ile sakin sakin oturur hâlde buldu. Faria hiçbir şey söylemeden kâğıdı Dantés’ye gösterdi.
Dantés, “Nedir bu?” diye sordu.
Rahip gülümseyerek cevap verdi: “Dikkatle bak bakayım.”
“Baktım. Garip bir mürekkeple ve Gotik harflerle üstüne bir şeyler yazılmış yarısı yanmış bir kâğıt.”
“Benim hazinem işte bu kâğıt parçası dostum. Bugünden itibaren bu hazinenin yarısı senindir.”
Dantés soğuk soğuk terlediğini hissetti. Faria’yı tanıdığından beri kendisinden başka herkesin onu hapishanede deli sanmasına sebep olan meşhur hazineden bahsetmemeye çalışmıştı.
Faria gülümsedi.
“Tüylerinin ürpermesinden ne düşündüğünü anlıyorum. Fakat merak etme, ben deli değilim. Bu hazine sahiden var ve eğer kader ona sahip olmanı diliyorsa sahip olacaksın. Herkes beni deli sandığı için kimse sözlerime kulak vermek istemedi fakat sen pekâlâ deli olmadığımı biliyorsun. Onun için beni dinle, inanıp inanmamak konusunda sonra karar ver.”
Dantés, “Geçirdiğiniz kriz sizi yorgun düşürdü.” dedi. “Biraz dinlenmek istemez misiniz? Hikâyenizi yarın dinlerim. Bugün istirahat edin.” dedi.
Sonra gülümseyerek ilave etti: “Hem bu durumda, hazinenin bizim için pek acelesi de yok, değil mi?”
“Var var. Yarın üçüncü bir kriz geçirmeyeceğim ne malum. Görüyorum bana inanmıyorsun. Bir delil istiyorsan bugüne kadar kimseye göstermediğim şu kâğıdı oku.”
Dantés, yaşlı adamın deliliğine inanmak istemeyerek “Yarın.” dedi.
“Hazine meselesini yarın konuşuruz. Fakat şu kâğıdı şimdi oku.”
“Susun… Ayak sesleri var. Biri geliyor. Gitmem lazım. Hoşça kalın.”
Dostunun deliliğine kendisini inandırmaktan başka bir şeye yaramayacak olan bir hikâyeyi dinlemektense oradan kaçmayı daha iyi bularak bir yılanın sürat ve çevikliği ile yer altı geçidinde kayboldu. Faria’nın deliliğine inanmak mecburiyetinde kalacağı o korkunç anı mümkün olduğu kadar geriye atmak için o gün bir daha hücresinden çıkmadı.Fakat zindancı gelip gittikten sonra Dantés’nin dönmediğini gören Faria, onun hücresine gitmeye çalıştı. Dantés, felçli kol ve bacağını sürüyerek geçitte ilerlemeye çalışan yaşlı adamın iniltilerini duyunca titredi. Faria’nın yalnız başına hücreye gelmesine imkân olmadığı için ona yardımetti.
Faria içten bir gülümseme ile “Elimden kurtulamayacaksın.” dedi. “Benim cömertliğimden kaçacağını sanmıştın ama kaçamayacaksın. Şimdi dinle beni.”
Başka çare olmadığını gören Dantés onu yatağa oturttu. Kendisi de sandalyeyi çekip karşısına oturdu. Faria anlatmaya başladı:
“Bildiğin gibi ben bir zamanlar Spada sülalesinin son vârisi Kont Spada’nın kâtibi ve yakın arkadaşı idim. Dünyada saadet olarak ne tattıysam bu çok kıymetli kişiye borçluyum. Kendisi zengin değildi fakat mensup olduğu ailenin zenginliği bir zamanlar dillere destan olmuştu. Herhangi bir kimsenin servetinin büyüklüğü anlatılmak istenildiği zaman ‘Spada’lar gibi zengin’ derlerdi. Kont Spada’nın sarayı benim cennetimdi. Onun yeğenlerine ders verirdim. Fakat yeğenleri öldüler. Onlar ölünce hayatta yapayalnız kalan efendime minnet borcumu, onun her isteğini yerine getirmek suretiyle ödemeye çalıştım.
Sarayda her yere girer çıkardım. Kontu daima eski kitapları incelerken ve ailesinden kalan tozlu evrakları karıştırırken görüyordum. Bir gün ona, bu lüzumsuz uğraş ile sabahlara kadar yorulduğunu, ondan sonra da sıkıntı ve strese kapıldığını söyleyerek bu hâlinden kendisine şikâyet ettim. Acı acı gülümsedi ve Roma şehri tarihine dair bir kitabı açtı. Kitapta, Papa VI. Alexander’ınhayatından bahseden on ikinci fasılda, hiç unutamadığım şu satırları gördüm:

Büyük Romagna Savaşları bitti. Zaferini tamamlayan Sezar Borjiya’nın bütün İtalya’yı satın alabilmek için çok paraya ihtiyacı vardı. Son fikir değişikliklerinden ötürü kendisi için hâlâ dehşet verici olan Fransa Kralı XII. Louis’den kurtulmak için papanın da paraya ihtiyacı vardı. Bu bakımdan, o günlerin bunalmış ve fakirleşmiş İtalya’sında gittikçe daha zor bir hâl almakla beraber bazı kârlı spekülasyonlar yapmak lazımdı.
Mukaddes pederin bir fikri vardı. İki yeni kardinal atayacaktı. Roma’nın en büyük ve en zengin iki adamını seçmek suretiyle bu teşebbüsü son derece kârlı bir hâle sokabilirdi. Önce bu iki adamın, hâlen sahip oldukları mevkileri ve unvanları satar, sonra yeni iki kardinale bahşedeceği şerefler karşılığında onlardan çok yüksek, paralar isteyebilirdi. Üçüncü bir husus vardı ki o da daha sonra gelecekti.
Papa ve Sezar Borjiya, bu iki kişinin, papalık idaresinde tek başına en yüksek dört makama sahip olan Giovanni Rospigliosi ile Roma’nın en zengin ve en asil kişilerinden biri olan Caesar Spada olmasını tercih ettiler. Sezar Borjiya sonra, bunlardan boşalacak makamları satın alacak olanları buldu. Netice itibarıyla Rospigilosi ile Spada kardinal olmak için para öderlerken sekiz kişi de onlardan boşalan makamlara gelmek için para ödediler. Spekülatörlerin kasalarına sekiz yüz bin altın girdi.
Şimdi gelelim spekülasyonun üçüncü kısmına. Papa, minnetlerinin hakiki borcunu ödemek ve Roma’da yerleşmek için Kardinal Rospigliosi ile Kardinal Spada’nın servetlerini topladıklarına kanaat getirdikten sonra Sezar Borjiya ile beraber, onları akşam yemeğine davet etti. Bu davet mukaddes peder ile oğlu arasında ihtilafa sebep oldu. Sezar, en yakın arkadaşlarının tasarrufunda olan tertiplerden birini kullanmak fikrinde idi. Bazı kimselere bir dolabı açtırdıkları meşhur anahtar vardı. Bu anahtarın sapında, ihmal neticesi meydana gelmiş küçük bir sivrilik bulunuyordu. Dolabın kilidi zor açılırdı. Dolabı açması istenilen kimse bu yüzden anahtarı biraz zorlayınca sivri kısım eline batar, ertesi gün de o kişi ölürdü. Sonra sezarın bazı kimselerin elini sıkacağı zaman parmağına taktığı arslan başlı yüzük vardı. Tokalaşma esnasında arslan başı adamın avcuna batar, yirmi dört saat sonra da o adam ölürdü.
Bu bakımdan Sezar kardinallerden ya dolabı açmalarını istemeyi yahut da içten bir hareketle onların ellerini sıkmayı teklif etti. Fakat VI. Alexander şu cevabı verdi: ‘Bu kıymetli kardinallere bir yemeği çok görmeyelim. Hem hazımsızlığın hemen kendini belli ettiğini unutuyorsun. Hâlbuki senin yöntemin ancak ertesi gün yahut iki gün sonra netice verir.’
Sezar, babasının sözlerini mantıklı bularak kendi teklifinden vazgeçti ve iki kardinal yemeğe davet edildi. Sofra, kardinallerin bahsini çok duydukları papaya ait Sen Pietro in Vincoli civarındaki bir bağda hazırlanmıştı.
Yeni makamının gururu ile dolu olan Rospigliosi midesini bu ziyafete hazırladı. Yüzüne en sevimli gülümsemesini yerleştirdi. Geleceği parlak genç bir yüzbaşı olan yeğeninden başka kimseyi sevmeyen ve akıllı bir adam olan Spada ise eline bir kâğıt kalem alarak vasiyetnamesini yazdı. Sonra kendisini bağ civarında beklemesi için yeğenine haber gönderdi fakat, haberi götüren adam, genç yüzbaşıyı bulamadı. Spada, Papalık makamının bu çeşit davetlerini bilirdi. Hristiyanlık, uygarlaştırıcı tesirini Roma’ya getirdiğinden beri artık herhangi zorba bir hükümdarın gönderdiği yüzbaşı ‘Sezar sizin ölmenizi istiyor!’ değil; papanın gönderdiği bir elçi, tatlı bir tebessümle ‘Mukaddes peder sizin kendisi ile yemek yemenizi istiyor.’ diyordu.
Spada bağa geldiği zaman papa kendisini bekliyordu. Spada’nın gözüne ilk çarpan, Sezar Borjiya’nın son derece içten dikkati altındaki yeğeni oldu. Spada’nın rengi sarardı. Sezar ona her türlü tedbiri aldığını, tuzağın çok iyi hazırlandığını ifade eden alaycı bir bakış fırlattı.
Ziyafet başladı. Spada yeğenine ancak ‘Sana gönderdiğim haberi aldın mı?’ diye sorabildi. Yeğen, almadığını söyledi. Sorunun anlamını çok iyi anladı ama geç kalınmıştı. Çünkü uşağın getirdiği nefis bir şarabı az önce içmişti. Spada’nın şarabını başka bir şişeden koydular. Bir saat sonra bir doktor ikisinin de yedikleri mantardan zehirlendiklerini bildiriyordu. Spada bağ kapısının eşiğinde öldü. Yeğeni de kendi evinin kapısında, karısına, onun anlayamadığı bir işaret yaparken son nefesini verdi.
Sezar ve papa, Spada’nın evrakını gözden geçirmek bahanesi ile vasiyetnameyi elde etmeye çalıştılar fakat vasiyetname olarak Spada bir kâğıdın üstüne yalnız şunları yazmıştı: ‘Sevgili yeğenime kasalarım ve kitaplarımla beraber, kendisini çok seven amcasından bir hatıra olarak saklayacağı ümidi ile altın köşeli dua kitabımı bırakıyorum.’ Spada’nın vârisleri her tarafı aradılar, dua kitabına hayran oldular, eşyaları götürdüler fakat Spada gibi zengin bir adamın bu kadar sefil bir amca olmasına hayret ettiler çünkü hazine hiçbir yerde yoktu. Sezar ile babası da aradılar, her yeri karıştırdılar, sorup soruşturdular. Fakat onlar da bir şey bulamadılar. Spada yalnız iki sarayla bir bağ bırakmıştı. Bunlar da papa ile oğlunun aç gözlerini tatmin etmekten uzak olduğu için ailede kaldı.
Aylar ve yıllar geçti. Papa ile oğlunun ölümünden sonra, Spada Ailesi’nin eskiden olduğu gibi gene lüks içinde yaşayacağı sanıldı fakat öyle olmadı.Şöyle böyle bir hayat sürdüler ve karanlık konu, esrar içinde gömülü kaldı. Genel düşünce, babasından daha kurnaz olan sezarın iki serveti de babasından kaçırdığı idi. İki servet de diyorum. Çünkü hiçbir tedbir almamış olan Kardinal Rospigliosi tamamıyla soyulmuştu.”
Faria gülümseyerek “Buraya kadar hikâyede hiçbir mantıksızlık yok, değil mi?” dedi.
Dantés, “Kesinlikle.” dedi. “Üstelik çok da ilgi çekici. Devam edin lütfen.”
“Devam ediyorum:Spada Ailesi zamanla kendilerini bu hâle alıştırdılar. Yeni yetişenlerden kimi asker kimi de diplomat, din adamı, banker oldu. Kimi zenginleşti kimi elde, avuçta kalanı da kaybetti.”
Faria, “Şimdi…” dedi. “Ailenin son ferdine, kendisine kâtiplik ettiğim Kont Spada’ya geliyorum. Meşhur din kitabı ailede kalmıştı. Son sahibi de Kont Spada idi çünkü ele geçen tek vasiyetnamedeki o garip ibare, kitabı, ailenin âdeta batıl bir ihtirasla sakladığı kutsal bir emanet hâline getirmişti.”
Ben bu hazineden Borjiya’ların da Spada’ların da faydalanmadıklarından bunun, Arap masallarındaki, bir perinin başında beklediği toprak kâseler içindeki servetler gibi sahipsiz olarak durduğundan emindim. Her yeri aradım, defalarca ailenin son üç yüz yıl içindeki gelir ve giderlerini hesap ettim fakat ne ben bir şey öğrenebildim ne de Kont Spada fakirlikten kurtuldu.
Kontum ölürken bana, içinde meşhur dua kitabı da olan beş bin ciltlik kitaplığını ve her sene onun adına dinî bir ayin yapılması ve ailesinin bir tarihini yazmam şartı ile bin kron bıraktı.
1807 yılında, Kont Spada’nın ölümünden on beş gün sonra ve tutuklanmamdan bir ay önce, saray bir yabancıya satıldığı, ben de Roma’dan ayrılıp Floransa’ya yerleşmek üzere hazırlandığım için belki bininci defa evrakları düzenliyordum. Hem yorulmuş hem de yediğim ağır öğle yemeğinden ötürü uykum gelmişti. Başım düştü. Uyuyakalmışım. Saat öğleden sonra üçtü.
Saat altıyı vururken uyandım. Her taraf karanlıktı. Işık getirmelerini söylemek üzere zili çaldım. Fakat gelen olmadı. Bunun üzerine elime bir mum alarak ocaktaki kordan ucunu yakmak üzere bir kâğıt parçası aramaya başladım. Karanlıkta yanlışlıkla kıymetli bir evrakı alırım diye korkuyordum. Aklıma, yanımdaki masanın üstünde duran meşhur dua kitabının arasında gördüğüm, sahifeyi işaretlemek için yüz yıllar önce konduğu muhakkak olan ve ailenin de bir çeşit saygı hissi ile yerinde bıraktığı eski, sararmış kâğıt geldi. El yordamı ile kâğıdı buldum, kıvırdım ve bir ucunu ocaktaki kor ile yaktım.
Ateş alır almaz sanki sihirli bir el değmiş gibi kâğıtta sarı harflerin belirdiğini gördüm. Dehşet içinde kaldım. Kâğıdı avcumda sıkarak alevi söndürdüm. Mumu doğrudan doğruya ocaktaki kordan yaktım ve anlatılmaz bir heyecan içinde kâğıdı düzelttim. Kâğıdın üstündeki yazının sıcak görünce meydana çıkan görünmez mürekkeple yazıldığını anladım. Mektubun üçte birinden fazlası yanmıştı. Sabahleyin sana gösterdiğim kâğıt o idi. Al şimdi oku onu. Bitirince kâğıttaki boş yerleri tamamlayacağım sana.”
Faria kâğıdı Dantés’ye verdi. Bu sefer Dantés, kâğıtta yazılı olanları büyük bir ilgi ile okudu.

Mukaddes Peder VI. Alexander’a akşam...........................
1498 yılı nisanının 25. günü olan bugün, mukad......................
karşılığında beni ödemeye mecbur ettiği meb.........................
mirasıma da sahip olmak istemesinden ve bana da ze.............
öldürülen Kardinal Crapara ile Kardinal Ben...........................
layık görmesinden korkarak tek vârisim, ye.............................
bildiririm ki külçe, altın, para ve mü.........................................
her şeyi Guido Spada’nın da benimle zi..................................
Kristo Adası mağaralarına gömdüm. Gui..............................
körfezden doğuya doğru düz bir hat üzer...................................
yirminci kayanın altında bulacağı bu ha.................................
bilmemektedir. Bu mağaralarda iki oyuk açıl...........................
ikinci oyuğun sonundadır. Bu hazineyi tek vâ...........................
miras olarak bırakıyorum.
25 Nisan 1498
    CA.............................
Faria, Dantés’ye, üstünde yine bazı yazılar bulunan başka bir kâğıt verdi.
“Şimdi de bunu oku.” dedi. Dantés kâğıdı alıp okudu.

    ....................................................yemeğine davetli olduğum
    .............................................................des pederin kardinallik
     .........................................................lağdan tatmin olmayarak
     ................................................................hirlenmek suretiyle
    ...........................................................tivoglio’nun akıbetlerini
    .............................................................ğenim Guido Spada’ya
    .............................................cevher olarak sahibi bulunduğum
     ...........................................................yaret ettiği küçük Monte
    ..................................................do Spada’nın, adadaki küçük
     .................................................................inde gidildiği zaman
    .......................................................zineyi benden başka kimse
     ..........................................................................mıştır. Hazine
     .................................................................risim olan yeğenime
    ESAR SPADA
Dantés okumasını bitirince Faria, “Şimdi parçaları yan yana koy ve hükmünü ver.” dedi. Dantés, Faria’nın dediğini yaptı. Yan yana getirilmiş iki parçadan şu bütün meydana çıktı:

Mukaddes Peder VI. Alexander’a akşam yemeğine davetli olduğum 1498 yılı nisanının 25. günü olan bugün, mukaddes pederin kardinallik karşılığında beni ödemeye mecbur ettiği meblağdan tatmin olmayarak mirasıma da sahip olmak istemesinden ve bana da zehirlenmek suretiyle öldürülen Kardinal Crapara ve Kardinal Bentivoglio’nun akıbetlerini layık görmesinden korkarak tek vârisim yeğenim Guido Spada’ya bildiririm ki külçe, altın, para ve mücevher olarak sahibi bulunduğum her şeyi Guido Spada’nın da benimle ziyaret ettiği küçük Monte Kristo Adası mağaralarına gömdüm. Guido Spada’nın, adadaki küçük körfezden doğuya doğru düz bir hat üzerinde gidildiği zaman yirminci kayanın altında bulacağı bu hazineyi benden başka kimse bilmemektedir. Bu mağaralarda iki oyuk açılmıştır. Hazine, ikinci oyuğun sonundadır. Bu hazineyi tek vârisim olan yeğenime miras olarak bırakıyorum.
    25 Nisan 1498 CESAR SPADA
Faria, “Şimdi anlıyor musun?” diye sordu.
Dantés hâlâ tereddüt ediyordu.
“Bu, kardinalin kendi ifadesi ve gerçek vasiyetnamesi mi?” diye sordu.
“Evet.”
“Bu şekilde kim tamamladı noksan olan tarafları?”
“Ben. Kâğıda göre satırların uzunluğunu ölçtüm ve eldeki kısma göre de noksan olan kelimelerin anlamlarının ne olabileceğini tahmin ettim.”
“Peki bu sırrı keşfettikten sonra ne yaptınız?”
“İtalya’nın bir krallık hâlinde birleşmesi hakkındaki büyük eserimi yanıma alarak hemen Roma’dan ayrıldım. Fakat o günlerde İtalya’nın birleşmesine son derece karşıt olan imparatorluk polisi uzun zamandan beri beni takip ediyordu. Benim Roma’dan aniden ayrılışım, onları şüphelendirdi ve tam Piombino’da gemiye bineceğim sırada tutuklandım.”
Faria, babacan bir ifade ile Dantés’ye bakarak “Dostum…” dedi. “Bu mesele hakkında sen de benim kadar bilgi sahibi oldun. Eğer kaçabilirsek hazinenin yarısı senindir. Fakat ben burada ölürsem ve sen yalnız kaçarsan hepsi seninolsun.”
Dantés tereddütle, “İyi ama hiçbir yerde hazinenin sizden daha meşru bir sahibi yok mu?” diye sordu.
“Hayır. Bu bakımdan için rahat olsun. Bütün aile öldü. Zaten Kont Spada o sembolik dua kitabını, içindeki her şeyle bana bırakmak suretiyle beni vâris yapmıştı. Eğer bu hazineye sahip olabilirsek kesinlikle vicdan azabı duymadan kullanabiliriz.”
Dantés rüya gördüğünü sanıyor, şüphe ve mutluluk arasında bocalıyordu.
Faria sözlerine devam etti: “Senin hakkında tam bir kanaate varmak ve sana bir sürpriz yapmak için bu sırrı uzun zaman senden sakladım.”
“Hazine sizindir dostum. Benim hiçbir hakkım yok bu hazinede. Sizle akraba bile değiliz.”
Yaşlı adam “Sen benim oğlumsun!” diye haykırdı. “Sen benim hapislik günlerimin çocuğusun. Mesleğim, beni bekâr kalmaya mahkûm etti. Fakat Tanrı seni, beni -hem baba olamamış bir adamı hem de hürriyetine kavuşamayacak bir mahkûmu- teselli etmek için gönderdi.”
Faria elini uzattı. Dantés onun boynuna sarılarak ağlamaya başladı.

12
Bu kadar zamandan beri bütün düşüncelerinin merkezi olan hazinenin bir evlat gibi sevdiği genç adamın gelecekteki mutluluğunu temin edeceği ihtimali, onun, Faria’nın, gözlerindeki kıymetini bir kat daha arttırmıştı. Bir insanın böyle bir servetle arkadaşlarına sağlayabileceği faydaları Dantés’ye anlatarak her gün hazinenin büyüklüğünden bahsediyordu. O zamanlarda yaptığı intikam yeminini hatırlayan Dantés’nin yüzü kararıyor, bir insanın böyle bir servetle düşmanlarına yapabileceği kötülükleri düşünüyordu.
Faria, Monte Kristo Adası’nı bilmiyordu. Fakat Dantés biliyordu. Korsika ile Elba arasındaki Pianosa’dan yirmi beş mil mesafedeki bu küçük adanın önünden birçok defa geçmiş, bir defasında karaya da çıkmıştı. Bir püskürmeyle denizin dibinden fırlamış hissini veren huni biçimindeki kayalık ada tamamıyla boştu.
Faria’nın tahmin ettiği gibi el ve ayağındaki felç geçmedi ve Faria, kendisinin hazineye ulaşabilmesi ümidini hemen hemen kaybetti. Fakat genç arkadaşı için kaçış planları düşünmekten vazgeçmedi. Elindeki kâğıdın kaybolması ihtimaline karşı orada yazılı olanları kelimesi kelimesine Dantés’ye ezberletti.
O sıralarda bir gece Dantés çağrılıyormuş gibi bir hisle uyandı. Gözlerini açarak kendini karanlığa alıştırmaya çalıştı. Kulağına adını söylemeye çalışan hafif bir ses geldi. Yataktan fırlayarak dinledi. Ses, Faria’nın hücresinden geliyordu.
Dantés, “Tanrı’m yoksa…” diye mırıldanarak yatağını beriye çekti. Hemen yer altı geçidine girip geçidin öbür başına ulaştı. Ağızdaki döşeme taşı kaldırılmıştı. Dantés, daha önce bahsini ettiğimiz lambanın ışığında, yüzü ölü gibi sararmış ve ilkinde kendisini müthiş korkutmuş olan o dehşetli belirtilerle gerilmiş ihtiyar adamı gördü.
Faria her şeyi kabullenmiş olarak “Anlıyorsun değil mi dostum?” dedi. “Sana açıklama yapmaya lüzum yok. Bundan sonra yalnız kendini düşün. Mahkûmluğunu tahammül edilebilir bir hâle sok. Kaçma imkânlarını zorlamaya gayret et. Artık bundan sonra sana bağlı olarak bütün hareketlerini köstekleyen yarı ölü bir vücut yok. Tanrı nihayet senin için iyi bir şey yapıyor. Benim ölüm saatim geldi.”
Dantés ellerini birleştirerek “Dostum dostum!..” diye inledi.
Sonra biraz cesaretini toplayarak “Sizi bir defa kurtarmıştım, yine kurtaracağım.” dedi. Yatağın ayağını kaldırarak üçte biri hâlâ o kırmızı sıvı ile dolu olan küçük şişeyi çıkardı.
Faria başını salladı.
“Artık ümit yok. Ama istersen bir defa daha dene. Her yanım buz gibi. Kanın beynime hücum ettiğini ve o korkunç titremenin bütün bedenimi sarsmaya başladığını hissediyorum. Beş dakika sonra kriz başlayacak, on beş dakika sonra da benden sadece bir ceset kalacak.”
Dantés’nin kalbi parça parça oluyordu. Faria devam etti:
“Daha önce yaptığın gibi yap. Fakat bu sefer o kadar bekleme.
Ağzıma on iki damla akıttıktan sonra kendime gelmediğimi görürsen geri kalanı da boşalt. Şimdi beni yatağıma götür. Ayağa kalkamıyorum.”
Dantés yaşlı adamı kaldırarak yatağına yatırdı.
Faria, “Dostum.” dedi. “Tanrı’nın bana biraz geç gönderdiği -fakat her şeye rağmen yine de gönderdiği-zavallı hayatımın tek tesellisinden sonsuza kadar ayrılmak üzere olduğum şu anda sana, layık olduğun bütün mutluluk ve refaha kavuşmanı dilerim. Tanrı yardımcın olsun oğlum!”
Dantés diz çökerek başını yatağa dayadı.
Yaşlı adam şiddetle sarsıldı. Titreyen eliyle Dantés’nin elini tutarak “Hoşça kal!” dedi. “Hoşça kal!..”
Kriz korkunç oldu. Az önceki insandan sadece çarpılmış uzuvlar, şişmiş göz kapakları, kanlı bir köpük ve hareketsiz bir beden kaldı. Vaktin geldiğine hükmeden Dantés bıçakla Faria’nın kenetlenmiş dişlerini araladı ve sıvıdan on iki damla ağzına akıttı. On dakika, on beş dakika, yarım saat geçti. Faria’da hiçbir hareket yoktu. Alnı soğuk bir ter tabakası ile örtülmüş olarak titreyen Dantés son çareye başvurma vaktinin geldiğine kanaat getirerek şişedeki geri kalan sıvıyı da Faria’nın ağzına boşalttı.
İlaç, galvanik bir etki yaptı. Yaşlı adamın her uzvu sarsılmaya başladı. Gözleri açıldı. Ağzından, feryadı andıran bir ses çıktı. Titreyen bedeni ağır ağır tekrar katılaştı. Kalbinin son çarpıntıları dindi. Yüzü morardı. Açık kalan gözlerindeki ışık tamamıyla söndü.
Sabahın altısı idi. Günün ilk ışıkları, cesedin yüzünde, zaman zaman sanki o yüzde hayat varmış gibi büyülü akisler yaparak hücreye girdi. Gece ile gündüz arasındaki mücadele devam ettiği müddetçe Dantés durumdan şüphe etti. Fakat gün iyice ışıyınca bir cesetle baş başa olduğunu anladı. Müthiş bir korkuya kapıldı. Ne yatağın kenarından sarkan ele bir defa daha dokunmaya ne de kapatmak için birçok defa uğraştığı hâlde her seferinde tekrar açılan ve boş boş bakan gözlere bakabildi. Lambayı söndürerek dikkatle sakladı. Döşeme taşını mümkün olduğu kadar iyi yerleştirmeye çalışarak geçitte kayboldu.
Dantés hücresine tam zamanında dönmüştü. Çünkü zindancı geliyordu. Bu sefer Dantés’nin hücresinden başlamıştı. Zavallı dostunun hücresinde neler olacağını anlayabilmek için kıvranan Dantés, zindancı gider gitmez yer altı geçidine girdi.
Zindancı, diğer zindancıları da yardıma çağırdı. Hepsi geldiler. Daha sonra ağır, ölçülü adımlarla askerler, en son da hapishane müdürü geldi.
Dantés, ölü adamı kaldırmak istedikleri zaman yatağın gıcırdadığını duydu. Müdür, Faria’nın yüzüne su serpilmesini emretti. Bunun bir netice vermediğini görünce doktoru çağırttı. Sonra da hücreden çıktı. Dantés’nin kulağına, kaba ve kahkahalarla söylenen karışık sözler geldi.
Bir ses, “İhtiyar deli hazineyi bulmaya gitti.” dedi. “Haydi uğurlar olsun!”
“Milyonlarına rağmen bir kefen parası yoktu.”
“İf Kalesi’nin kefenleri pahalı değildir yahu!”
“Bu, papaz olduğu için belki biraz fazla masraf ederler.”
“Doğru. Cenaze daha şerefli kalksın diye belki çuvala koyarlar.”
Dantés her söyleneni dikkatle dinledi fakat yine pek bir şey anlamadı. Az sonra sesler kesildi. Hücrede kimse kalmamış gibiydi. Gelgelelim Dantés hücreye girmekten korkuyordu. Cesedi beklemek üzere bir zindancıyı hücrede bırakmış olabilirlerdi.
Aradan bir yahut bir saatten fazla bir zaman geçmişti ki gittikçe kuvvetlenen sesler duyuldu. Peşinde doktor ve hapishanenin başka yetkilileri olduğu hâlde müdür geldi.
Kısa bir sessizlik oldu. Herhâlde doktor cesedi muayene ediyordu. Doktor mahkûmun ölmüş olduğunu söyleyerek ölüm sebebini bildirdi.
Müdür, “Sakın aklına uzmanlığından şüphe ettiğim gelmesin ama doktor bu gibi hâllerde böyle üstünkörü bir muayene ile yetinemeyiz. Kanun ne emrediyorsa onu yerine getirin.” dedi.
Doktor, “Pekâlâ.” dedi. “Isıtın demirleri.”
Bu emir, Dantés’yi ürpertti. Telaşlı ayak sesleri ve açılan bir kapının gürültüsünü duydu. Bir müddet sonra hücreye bir zindancı girdi. Dantés’nin hücrede olup bitenleri dinlediği duvardan mide bulandırıcı yanmış bir et kokusu yayıldı. Dantés, alnında ter damlacıkları belirdi ve bayılacağını sandı.
Doktor, “Görüyorsunuz ya sahiden ölmüş.” dedi. “Topuktaki bu yanık kesinlikle bunu gösteriyor. Zavallı! Deliliğinden ve mahkûmiyetinden kurtuldu.” dedi.
Dantés kumaş hışırtısı gibi bir ses duydu. Yatak gıcırdadı. Bir adamın sırtında yük varmış gibi ağır ayak sesleri duyuldu. Yatak, üstüne konan bir şeyin ağırlığıyla tekrar gıcırdadı.
Adamlardan bir tanesi “Ayin yapılacak mı acaba?” diye sordu.
Müdür, “Hayır.” dedi. “Hapishane papazı dün benden bir hafta izin istedi ve gitti. Eğer zavallı rahip ölmekte bu kadar acele etmeseydi gerekli dinî tören yapılırdı.”
Doktor, kendi mesleğindekilerin dinsizliği ile “Zararı yok.” dedi. “Tanrı, şeytanı, bir rahibi karşılamak zevkinden mahrum edecek.”
Kahkahalar yükseldi.
Müdür, “Bu gece.” dedi.
Zindancılardan biri “Saat kaçta?” diye sordu.
“Her zamanki gibi saat on on bir civarında.”
“Ölünün yanında biri kalsın mı?”
“Hayır, ne lüzumu var? Sağmış gibi kapıyı kilitleyin yeter.”
Konuşmalar sona erdi ve ayak sesleri kesildi. Yalnızlıktan daha hüzün verici bir sessizlik -ölümün sessizliği- her yeri işgal ederek Dantés’nin kalbinin derinliklerini ürpertti. Dantés, geçidin ağzını örten döşeme taşını başı ile ağır ağır yeriden oynattı. Hücreye bir göz attı. İçerisi tamamıyla boştu. Girdi. Pencereden giren soluk ışığın aydınlığında, içindeki uzun, sert şekli belli eden bir çuval gördü. Bu, Faria’nın, zindancılara göre çok ucuz olan kefeni idi. Dantés dostundan sonsuza kadar ayrılmıştı. İyi bir insan ve iyi bir dost olan Faria artık sadece hafızasında yaşayacaktı. Korkunç yatağın kenarına oturarak acı acı düşünmeye başladı.
Yapayalnızdı… Tekrar yapayalnız kalmıştı… Arkadaşının varlığı ile uzaklaşmış olan kendini öldürme fikri, onun cesedi yanında bir hayalet gibi tekrar görünmüştü. “Ah bir ölebilsem!” diye söylendi. “Ölebilsem ben de onun gittiği yere gider, tekrar onunla beraber olurdum. Kendimi nasıl öldürsem?”Bir an düşündü. Sonra gülümseyerek “Çok kolay.” dedi. “Burada durur ve içeriye ilk girene saldırırım. Onu boğarım. Onlar da benim başımı keserler.”
Sonra böyle çirkin bir ölüm şeklinden kendini sıyırdı. Ümitsizlikten hayat ve hürriyet için susamış bir ruh hâline geçti. “Ölmek mi? Hayır hayır!” diye söylendi. “Eğer kendimi öldüreceksem neden bugüne kadar yaşadım ve bu kadar ızdırap çektim? Hayır, yaşamak, sonuna kadar mücadele etmek istiyorum. Elimden alınan mutluluğu tekrar elde etmek istiyorum. Ölmeden önce düşmanlarımı cezalandırmalı, dostlarımı mükâfatlandırmalıyım… Fakat onlar beni burada unutacaklar ve ben buradan yalnız Faria gibi kurtulabileceğim!”
Bu sözleri mırıldanırken aklına korkunç bir fikir gelmiş insanların hâliyle dimdik dikeldi, boşluğa baktı. Sonra başı dönüyormuş gibi elleriyle kafasını tutarak ayağa kalktı. “Bu fikir nereden aklıma geldi? Sen mi gönderdin Tanrı’m? Buradan yalnız ölüler çıktığına göre, ben de bir cesedin yerini alacağım.” diye mırıldandı.
Bu ümitsiz kararı tekrar düşünmek gereğini hissetmeden çuvala eğildi. Faria’nın yaptığı bıçakla çuvalı açtı. Cesedi çıkarıp kendi hücresine taşıdı, yatağına yatırdı. Başına, her zaman kendi başına sardığı eski bez parçasını sardı. Üstüne battaniyeyi çekti. Faria’nın buz gibi olmuş alnını son defa öptü. Açık kalmakta inat eden göz kapaklarını kapatmak için bir defa daha uğraştı. Cesedin başını o şekilde duvara doğru çevirdi ki böylece zindancı akşam yemeğini getirdiği zaman, onu her zamanki gibi uyumuş zannedecekti. Sonra Faria’nın hücresine döndü. Zindancıların onun giyinik olduğunu hissetmemeleri için elbiselerini çıkardı. Eline iğne ve iplik aldı. Çuvala girdi. Faria’yı yatırmış oldukları şekilde çuvalın içine uzandı, ağzını içeriden dikti. Eğer zindancılar o sırada hücreye girselerdi onun kalp atışlarını muhakkak duyarlardı.
Planını gayet iyi hazırlamıştı. Eğer mezarcılar bir ceset yerine canlı bir insan taşıdıklarını anlarlarsa elindeki bıçakla hemen çuvalı kesecek, bu durumdan dehşete düşecek olan adamların tereddüdünden istifade ederek kaçacaktı. Engel olmaya kalkıştıkları takdirde de bıçağını kullanacaktı. Bir şey fark etmezlerse mezara konmasını ve üstünün örtülmesini bekleyecek, onlar gittikten sonra da etraf karanlık olduğu için, yumuşak toprağı üstünden atarak kurtulmaya çalışacaktı. Üstüne örtülecek toprağın çok sert olmamasını temenni ediyordu. Aksi takdirde havasızlıktan ölürdü. Bu ihtimal bile onu korkutmuyordu.
Akşam saat yediye doğru heyecanı adamakıllı arttı. Bütün uzuvları titriyor, kalbi bir mengene ile sıkıştırılmış gibi oluyordu. Hapishanede hiçbir hareket olmadan saatler geçti. Şu ana kadar hilesi meydana çıkmamıştı. Nihayet merdivende ayak sesleri duyuldu. Vakit gelmişti. Bütün cesaretini topladı, nefesini tuttu, kalp çarpıntısını bastırmaya gayret etti.
Kapı açıldı. Dantés’nin gözlerine hafif bir ışık geldi. Çuval bezinin gözeneklerinden, iki gölgenin yaklaştığını gördü, üçüncüsü kapıda durmuş, ışık tutuyordu. Adamlar çuvalın iki ucundan tuttular. Dantés vücudunu sertleştirdi.
Adamlardan biri, “Amma da ağırmış ihtiyar.” dedi.
“İnsan ölünce ağırlaşır, derler bilmez misin?”
Çuvalı bir sedyeye koydular. Önde lambalı adamın olduğu cenaze alayı merdiveni çıktı. Dantés birdenbire soğuk, taze gece havasını ve denizden esen sert rüzgârı hissetti.
Adamlar onu on metre kadar daha taşıdıktan sonra durdular. Sedyeyi yere bıraktılar. Dantés adamlardan birinin ayrıldığını duydu. Acaba neredeyim?diye düşündü.
Aklına ilk gelen, hemen kaçmak oldu. Fakat bu fikirden çabuk caydı. Birkaç dakika sonra adamlardan birinin kendisine doğru geldiğini ve yere ağır bir şey bıraktığını duydu. Aynı zamanda da ayaklarının, canını acıtacak şekilde bir iple bağlandığını hissetti.
Boşta olan adam “İlmiği iyi attın mı?” diye sordu?
“Hem de nasıl…”
“Haydi öyleyse gidelim!”
Sedye tekrar kaldırıldı, kafile yine yola düştü. Üstünde İf Kalesi’nin bulunduğu kayalara çarpan dalgaların sesi, Dantés’ye her adımda daha da net olarak geliyordu.
Adamlardan biri “Ne berbat hava!” dedi. “Dünyada bu havada suda olmak istemem.”
“Bir de rahibe sormalı!”
Güldüler.
Dantés bu konuşmalardan bir şey anlamadı ama saçları diken diken oldu.
İlk konuşan adam bir müddet sonra “Geldik.” dedi.
“Hayır hayır, biraz daha gidelim. Biliyorsun bundan önceki, kayalara düşerek parçalandı. Müdürün küfürlerini unutmadım daha.”
Birkaç adım daha attılar. Sonra Dantés baş ve ayaklarından, kaldırıldığını, ileri geri sallandırıldığını hissetti.
“Bir, iki, üç…”
Üç der denmez de Dantés kendini boşlukta buldu. Yaralı bir kuş gibi aşağı düşerken kalbini müthiş bir korku sardı. Sonsuz gibi gelen bir zamandan sonra sular fışkırdı ve Dantés buz gibi denize gömüldü. Bağırmak için açılan ağzına sular doldu. Ayaklarına bağlı top güllesi yüzünden hızla batıyordu.
İf Kalesi’nin mezarlığı denizdi!
Dantés şaşırmış ve havasızlıktan bunalmış olmakla beraber sağ elinde tuttuğu bıçak ile hemen çuvalı yırttı. Sonra kıvrılıp ayaklarına bağlı top güllesinin ipini kesti. Ayaklarını birbirine vurdu. Nefessizlikten boğulacak hâle geldiği bir sırada da suyun üstüne çıktı. Derin bir nefes alacak kadar suyun üstünde kaldıktan sonra, görülmekten korkarak tekrar daldı.
İkinci defa suyun üstüne çıktığı zaman denize düştüğü yerden yirmi beş metre ötede idi. Başının üstünde siyah, fırtınalı bir gök; önünde, yaklaşmakta olan fırtınanın tesiri ile çalkalanan simsiyah bir deniz; arkasında ise gökten de denizden de siyah korkunç bir hayalet gibi yükselen dev kayalık vardı. Dantés, en yakın boş ada olan beş mil ötedeki Tiboulen Adası’na yüzmeyi düşündü fakat etrafını saran koyu karanlık içinde adayı nasıl bulacaktı. Ansızın, bir yıldız gibi ışıldayan Planier deniz fenerini gördü. Eğer fenere doğru yüzerse Tiboulen Adası solunda kalırdı. Fenere değil de biraz sola doğru yüzmesi gerekiyordu. Hapishanede geçen yılların ne kuvvetine ne de enerjisine tesir etmemiş olduğunu sevinçle gördü. İstediği gibi yüzebiliyordu.
Tasarladığı yöne doğru bir saat kadar devamlı yüzdü. Eğer yanılmamışsam Tiboulen Adası’ndan uzak olmamam lazım, diye düşündü. Fakat ya yanılmışsam? Titredi ve dinlenmek için bir müddet kendini suyun üstüne bıraktı. Fakat hava öyle sertleşmişti ki fazla kalamadı. “Sonuna kadar, kollarımı kaldıramayacak, kımıldayamayacak hâle gelinceye kadar giderim sonra da boğulurum.” dedi. Ümitsizliğin verdiği bir kuvvet ve gayretle tekrar yüzmeye başladı.
Karanlık gök, birdenbire sanki daha kararmış ve yağmur yüklü ağır bir bulut üstüne çöküyormuş gibi geldi. Aynı zamanda dizinde keskin bir acı duydu. Bir mermi ile yaralandığını sandı ve silah sesini bekledi. Fakat beklediği sesi duymadı. O sırada eline sert bir cisim değdi. Karada idi. O zaman, bulut sandığı şeyin on metre ötesinde sönmüş kömür gibi garip şekilli kayalardan meydana gelmiş Tiboulen Adası olduğunu anladı.
Dantés doğruldu. Birkaç adım attı. “Tanrı’ya şükürler olsun!” diye mırıldanarak kendisine, o anda, o güne dek yattığı yatakların en yumuşağı gelen sivri uçlu kayalara uzandı. Rüzgâra, fırtınaya ve yağmaya başlayan yağmura rağmen uyudu.
Bir saat sonra müthiş bir gök gürültüsü ile uyandı. Fırtına bütün şiddeti ile başlamadan önce çıkıntılı bir kayanın altına sığındı. Gökleri aydınlatan bir şimşeğin ışığında, bir bir buçuk mil ötede rüzgâr ve dalgalarla sürüklenen küçük bir balıkçı teknesi fark etti. Tekne iki dalga arasında kayboldu. Bir an sonra başka bir dalganın üstünde göründü. Dantés, korkunç bir hızla adaya doğru sürüklenen teknenin içindeki adamları yaklaşmakta oldukları felaketten haberdar etmek için bağırarak onlara sallamak üzere bir şey arandı. Fakat adamlar muhakkak ki durumun farkında idiler. İkinci bir şimşeğin aydınlığında teknedeki beş kişiden dördünün direklere tırmandığını gördü. Beşincisi de kırık dümen yekesini yakalamıştı. Bir an sonra müthiş bir çatırtı ve bağrışmalar duydu. Üçüncü bir şimşeğin aydınlığında kayalara çarpıp parçalanmış küçük tekneyi ve adamların enkaz arasında ümitsizce çırpındıklarını gördü. Her yer tekrar karanlıklara gömüldü. Dantés denize yuvarlanmak pahasına acele acele kaygan kayalardan indi. Etrafı araştırarak kulak kabarttı. Fakat ne bir şey gördü ne de bir ses duydu. Uğuldayan rüzgârları ve köpüren dalgaları ile ortada fırtınadan başka bir şey yoktu.
Rüzgâr ağır ağır dindi. Kül rengi büyük bulutlar batıya doğru uzaklaştı. Az sonra doğu ufkunda kırmızıya çalan uzun bir çizgi belirdi. Bu ışık aniden dalgaları ışıtarak onların köpüklü sırtlarını altın sorguçlar hâline soktu. Gün doğmuştu.
Dantés, İki üç saat sonra zindancı benim hücreme girerek zavallı dostumun cesedini bulacak ve durumu bildirecek,diye düşündü. Beni denize atanları sorguya çekecekler. Silahlı askerlerle dolu kayıklar denizde beni arayacak, top atarak durumdan kıyı muhafazasını haberdar edecekler, çıplak ve aç bir hapishane kaçkınının herhangi bir yere sığınmaması için gereken bütün tedbirleri alacaklar. Beni ele vererek yirmi frank kazanacak olan köylünün merhametine kalacağım. Tanrı’m, sen ne kadar acı çektiğimi biliyorsun, Tanrı’m bana yardım et. Artık ben kendime yardım edemeyeceğim.
Duasını henüz bitirmişti ki ufukta, Marsilya’dan gelen ve bir Ceneviz teknesine ait olduğunu anladığı bir Latin yelkeni gördü. “Ah…” dedi. “Bir hapishane kaçkını olduğum anlaşılıp tekrar Marsilya’ya götürülmekten korkmasam yüze yüze yarım saatte teknenin önüne çıkardım. Bu adamlar, hep kaçakçı ve yarı korsandır. Kârsız bir iş görmektense beni esir olarak satmayı tercih ederler. Ne uydurmalı acaba onları kandırmak için? Buldum. Dün gece kayalıklarda parçalanan teknenin tayfalarından olduğumu söylerim. Parçalanan teknedekilerin hiçbiri sağ kalmadı ki beni yalanlasın.” Böyle diyerek küçük teknenin parçalandığı yere baktı. Bir iki tahta parçası suyun üzerinde yüzüyordu. Bir kayanın üstünde de gemicilerden birinin kasketi vardı.
Dantés suya atlayarak o kayaya doğru yüzdü. Kasketi başına geçirdi. Tahtalardan birine sarılarak Ceneviz yelkenlisinin geçeceği yere doğru yüzmeye başladı.
Gemi kendisine iyice yaklaşınca büyük bir gayretle bedenini, sudan çıkararak kasketini sallamaya ve bağırmaya başladı. Teknenin burnu kendisine doğru çevrildi. Gemicilerin kayık indirmeye hazırlandıklarını gördü. Artık tahta parçasına ihtiyacı olmadığını anlayınca serbestçe gemiye doğru yüzmeye başladı fakat gittikçe gücünü kaybediyor, bacakları ve kolları son derece ağır hareket ediyor, göğsü hırıldıyordu. Kayıkta kürek çeken iki kişi gayretlerini arttırdılar. Bir tanesi İtalyanca,
“Ha gayret!” diye bağırdı.
Dantés bir müddet daha ümitsizce mücadele etti. Sonra sulara gömüldü. Saçlarından çekildiğini hissetti. Bayıldı.
Gözlerini açtığı zaman kendini geminin güvertesinde sırtüstü uzanmış yatarken buldu. Bir gemici yün bir battaniye ile kolunu, bacağını oğuyor, kendisine “Ha gayret!” diye bağırmış olan tayfa ağzına su kabağı kabuğundan yapılmış bir çanakla rom tutuyor;
bir üçüncüsü de -geminin kaptanı- bir gün önce kendisinin atlattığı fakat ertesi gün yine başına gelebilecek olan bir talihsizlik karşısında birçok kimsenin duyabileceği bencil bir merhametle ona bakıyordu.
Kaptan kötü bir Fransızca ile “Kimsin sen?” diye sordu.
Dantés aynı derecede kötü bir İtalyanca ile cevap verdi: “Maltalı bir gemiciyim. Siraküza’dan geliyorduk. Dün gece Margiou Burnu açıklarında fırtınaya tutulduk. Fırtına bizi şuradaki kayalıklara attı. Bir ben kurtuldum. Sizin geldiğinizi görünce kayıktan kopmuş bir tahta parçasına sarılarak geçeceğiniz yola doğru yüzmeye başladım. Adamlarınızdan biri saçlarımdan tutup çekmeseydi boğulacaktım.”
Samimi yüzlü bir gemici “Bendim o.” dedi. “Saçlarından yapışmasaydım gidiyordun!”
Dantés ona elini uzattı.
“Evet gidiyordum. Teşekkür ederim arkadaş.”
“Bir taraftan da korktum doğrusu. On beş santim sakalın, otuz santim saçınla hayduda benziyordun.”
Dantés hapishanede kaldığı müddetçe saçını, sakalını kesmemiş olduğunu hatırladı.
“Daha önce de böyle bir kaza geçirmiştim.” dedi. “O zaman eğer kurtulursam on sene saçımı sakalımı kesmeyeceğim hususunda Azize Piedigrotta adına yemin ettim. On sene bugün doldu. Fakat ben bugünü boğulmak suretiyle kutlayacaktım!”
Kaptan, “Şimdi ne yapacağız seni?” diye sordu.
“Ne isterseniz. Ben iyi bir gemiciyimdir. İlk uğrayacağınız limanda beni bırakırsanız bir tüccar gemisinde iş bulurum.”
“Akdeniz’i iyi bilir misin?”
“Çocukluğumdan beri Akdeniz’deyim. Gözlerim kapalı girip çıkamayacağım liman yok gibidir.”
Dantés’nin hayatını kurtarmış olan gemici Jacopo
“Niye bizimle beraber kalmıyor kaptan?” diye sordu.
Kaptan, “Eğer çok para istemezsen seni gemide alıkoyarım.” dedi.
“Öbür gemicilere ne veriyorsanız bana da onu verin yeter.”
“Kabul. Bu adama ödünç verebileceğin elbisen var mı Jacopo?”
“Fazla bir pantalonla, bir gömleğim var!”
Dantés, “Onlar da bana yeter.” dedi.
Jacopo bir ambar ağzında kayboldu. Kısa bir zaman sonra elinde pantalon ve gömlekle geldi.
Kaptan, “Başka bir şey istiyor musun?” diye sordu.
“Bir parça ekmekle, az önce tattığım nefis romdan istiyorum.”
Jacopo ona rom çanağını verdi. Başka bir gemici de ekmek getirdi.
Dantés dümen başına geçip geçemeyeceğini sordu. İşten kurtulacağına çok sevinen dümenci, kaptana baktı. Kaptan da ona, işi yeni arkadaşına devretmesini söyledi. Dantés dümeni aldı. Dikkatle Marsilya kıyılarına bakıyordu. Yanına oturan Jacopo’ya “Ayın kaçı bugün?” diye sordu.
“Şubatın yirmi sekizi.”
“Hangi yıldayız?”
“Hangi yıldayız ne demek? Hangi yılda olduğumuzu bilmiyor musun?”
Dantés güldü.
“Dün gece öyle korktum ki az daha aklımı kaybedecektim. Kafam karmakarışık. Bir türlü toparlayamıyorum. Hangi yıldayız sahi?”
“1829.”
Dantés tutuklanalı on dört yıl geçmişti. İf Kalesi’ne girdiği, zaman yirmi yaşında idi. Şimdi ise otuz dört. Yüzünü garip bir gülümseme kapladı. Mercédés ne yapıyordu acaba şimdi? Bütün bunlara sebep olan o üç kişi aklına gelince gözleri nefretle doldu. Danglars, Fernand ve Villefort için hapishanede ettiği intikam yeminini tekrarladı. Artık bu yemin boş bir tehdit de değildi çünkü şu anda pupa yelken, dalgalar üstünde sekerek Leghorn’ya doğru yol alan küçük gemiyi Akdeniz’in en hızlı gemisi bile yakalayamazdı.
Dantés o gün, akşama doğru Genç Amelie adındaki bu Ceneviz gemisinin bir kaçakçı gemisi olduğunu anladı. Bu bakımdan, kaptan kendisinin kim olduğunu öğrenemeden kendisi kaptanın kim olduğunu öğrenebilirdi. Uydurduğu yalana, Marsilya kadar iyi bildiği Napoli ve Malta hakkında doğru bilgilerini de ekleyerek sıkı sıkıya tutundu. Cenevizli açıkgöz kaptan bile bu hikâyeye tamamıyla kandı.
Leghorn’ya gelince Dantés, on dört yıldan beri görmediği yüzünü tanıyıp tanımayacağı hususunda büyük bir meraka kapıldı. Karaya çıkar çıkmaz saç ve sakalını kestirmek üzere bir berbere gitti. Traş işini bitirdikten sonra Dantés bir ayna isteyerek yüzüne baktı.
Dediğimiz gibi şimdi otuz dört yaşında idi ve on dört yıllık hapishane hayatı yüzünü adamakıllı değiştirmişti. İf Kalesi’ne yuvarlak, sevimli yüzlü; hayatta başarılı biri; geleceğine güvenen genç bir adam olarak girmişti. Şimdi bütün bunlar değişmişti. Yuvarlak yüzü uzamış; gülümseyen ağzı kararlı bir çizgi hâline gelmişti. Kaşları, alnındaki derin bir çizgi ile kemerlenmiş; zaman zaman koyu bir nefretle aydınlanan gözleri üzgün bir hâl almış; bu kadar yıl güneş görmeyen derisi solmuş; edindiği bilgi, yüzüne akıllı, kendine güvenen bir ifade vermiş; zaten iyi olan yapısı, kuvvetini belli etmeyen sağlam, enerjik bir hâl almış; uzun zaman karanlık ve yarı karanlık içinde kalan gözleri sırtlan ve kurt gözleri gibi eşyaları karanlıkta da seçebilme hassaslığını kazanmıştı.
Dantés berberin verdiği aynada kendisine bakarken gülümsedi. Eğer hâlâ hayattaysa en iyi arkadaşının bile kendisini tanımasına imkân yoktu. O bile kendisini tanımamıştı.
Genç Amelie’ye döndüğü zaman kaptan ona daimî olarak gemide kalması için teklifini tekrarladı. Fakat başka düşünceleri olan Dantés yalnız üç ay için bu teklifi kabul etti.
Leghorn’ya geldiklerinden bir hafta sonra gemiye, vergi memurlarının damgalamayı ihmal ettikleri muslin, pamuk, İngiliz barutu ve tütün yüklendi. Şimdi bütün mesele bu malı, gümrük resmi ödemeden Leghorn’dan çıkarmak ve bazı kimselerin bu malları kaçak olarak Fransa’ya sokacakları Korsika kıyılarında sahile çıkarmaktı.
Yelken açtılar. Dantés kendini bir defa daha, hapishanede rüyalarına giren mavi deniz üstünde yol alırken buldu.
Kaptan ertesi sabah güverteye çıktığı zaman Dantés’yi küpeşteye dayanmış, yüzünde garip bir ifade ile doğan günün altında pembe pembe ışıldayan granit bir kaya yığınına bakarken buldu. Burası Monte Kristo Adası idi. Genç Amelie adanın bir buçuk mil açığından geçti. Çok şükür ki Dantés beklemesini öğrenmişti. Hürriyetine kavuşabilmek için on dört yıl beklemişti. Zengin olmak için de altı ay, yahut bir yıl bekleyebilirdi. Kardinalin mektubunu kelimesi kelimesine aklından tekrar etti.
İki buçuk ay geçti. Bu müddet zarfında Dantés mükemmel bir kaçakçı olarak yetişti. O kıyı boyundaki bütün kaçakçılarla tanıştığı gibi bu yarı korsanların birbirlerini tanıdığı bütün masonik işaretleri de öğrendi. En aşağı yirmi defa Monte Kristo Adası’nın önünden geçti. Fakat bir sefer dahi olsun adaya çıkmak için bir fırsat kendini göstermedi.
Genç Amelie gemisi kaptanı ile olan anlaşması biter bitmez bir küçük kayık kiralayarak Monte Kristo Adası’na gitmeyi kararlaştırdı. Hazineyi ancak yalnız olarak adaya giderse rahat rahat arayabilirdi. Beraber gideceği kim olursa olsun muhakkak onun adadaki hareketlerini izleyecekti. Bu tehlikeyi göze almaya mecburdu. Kendisini oraya götürecek birisi olmadan başka herhangi bir şekilde adaya gidebileceğini sanmıyordu.
Bir gece yine bu düşüncelerle boğuşurken kendisine çok güvenen ve gemide kalmasını çok arzulayan kaptan, onu, Leghorn kaçakçılarının tercih ettikleri bir buluşma yeri olan Via del Oglio’daki bir meyhaneye götürdü. Çok önemli bir meseleyi görüştüler. Bu mesele Türk halıları, şal ve kumaş gibi Doğu’ya ait bazı mallarla ilgili idi.
Bu malların el değiştirmesi, sonra da Fransa kıyılarına çıkarılması için emin bir yer bulmak lazımdı. İşte başarılı olunduğu takdirde büyük kâr vardı. Adam başına elli altmış gümüş İspanyol lirası düşecekti.
Genç Amelie’nin kaptanı, boş, askeri ve gümrük memuru olmayan Monte Kristo Adası’nın yükü boşaltmak için çok uygun bir yer olduğunu söyledi. Monte Kristo adını duyunca Dantés sevinçle ürperdi. Heyecanını belli etmemek için kalkarak sigara dumanı dolu meyhanede bir aşağı bir yukarı dolaştı. Gelip tekrar masaya oturunca malın Monte Kristo Adası’na çıkarılmasına ve ertesi gece hareket edilmesine karar verildi.

13
Ertesi akşam saat yedide her şey hazırdı. Yediyi on geçe feneri kıvrıldılar. Hava sakindi. Güneydoğudan tatlı bir rüzgâr esiyordu.
Ertesi akşam saat beşte Monte Kristo Adası göründü. Onda karaya çıktılar. Buluşma yerine ilk gelen Genç Amelie olmuştu. Dantés her zaman kendine hâkim olmasına rağmen bu sefer öyle olmadı. Herkesten önce karaya ayak basan o oldu. Eğer cesaret edebilseydi toprağı öpecekti. Araştırmaya gece başlamak faydasız olacaktı. Bu bakımdan araştırmayı üzülerek ertesi güne bıraktı. Hem yarım mil açıktan verilen bir işaret veGenç Amelie’nin aynı şekilde verdiği cevap işin başlayacağını gösteriyordu. Açıktaki gemi, adadan verilen işaret üzerine bembeyaz bir hayalet gibi yaklaştı, kıyıya yakın demirledi. Sonra yük boşaltma işi başladı. Dantés çalışırken kafasındakileri söylediği takdirde bütün bu adamların sevinçten nasıl bağıracaklarını düşünüyordu.
Ertesi sabah eline bir tüfek alıp kayadan kayaya atladıklarını gördüğü yaban keçilerinden bir tane vurmak istediğini söylediği zaman kimsenin aklına başka bir şey gelmedi ve onun bu arzusunu ya avlanmaktan hoşlandığına yahut da yalnız kalmak isteğine verdiler. Onunla beraber gelmek isteyen tek kişi Jacopo oldu. Bir şüphe uyandırmaktan korktuğu için Dantés ona olmaz diyemedi. Fakat beş yüz metre kadar gittikten sonra bir keçi vurmayı becererek hayvanı Jacopo ile geri gönderdi ve keçiyi pişirmelerini, pişince de havaya bir el ateş ederek kendisine haber vermelerini söyledi.
Dantés zaman zaman dönüp arkasına bakarak yoluna devam etti. Nihayet mağaraların bulunduğunu tahmin ettiği yere geldi. Her yeri büyük bir dikkatle incelerken birçok kayanın üstünde bir insan eli ile yapıldığı muhakkak çentikler olduğunu gördü. Muhtemelen bir yolu işaretlemek maksadı ile hepsi aynı biçimde yapılmıştı. Bu işaretler Dantés’ye ümit verdi. Yeğenine yolu göstermek için kardinal tarafından yapılmış olamaz mıydı bu çentikler? Dantés, bittiği yere kadar çentikleri takip etti fakat bir mağaraya ulaşmamıştı. Sağlam bir zemine yerleşmiş büyük, yuvarlak bir kaya bu çentiklerin ulaştığı hedef idi. Dantés. yolun sonunda değil de başında olabileceğini düşündü ve dönerek izi geriye doğru takip etmeye başladı.
Bu arada gemiciler keçiyi pişirmişlerdi. Tam hayvanı uydurma şişten indirecekleri sırada Dantés’yi kayadan kayaya atlarken gördüler, işaret vermek üzere havaya bir el ateş ettiler. Dantés yönünü değiştirdi ve koşarak onlara doğru gitmeye başladı. Hepsi ona bakıyordu. Bu sırada Dantés’nin ayağı kaydı. Onun bir kayanın kenarında sendelediğini ve kaybolduğunu gördüler. Üstün vasıflarından ötürü hepsi Dantés’yi sevdiği için o yöne doğru koşmaya başladılar.
Onu kan içinde ve baygın bir hâlde buldular. Beş altı metrelik bir yükseklikten düştüğü muhakkaktı. Ağzına biraz rom damlattılar. Dantés dizinin acıdığından başında bir ağırlık olduğundan sırtında tahammül edilemez ağrılar hissettiğinden şikâyet ederek gözlerini açtı. Onu kıyıya götürmek istediler. Ellerini değdirdikleri anda Dantés inlemeye başladı ve gidemeyeceğini söyledi. Hemen hareket etmek mecburiyetinde olan kaptan onu gemiye taşımaları hususunda ısrar etti fakat Dantés götürülürken çekeceği ızdıraba katlanmaktansa orada ölmeyi tercih edeceğini söyledi.
“Bana biraz bisküvi, avlanmak için bir tüfek ve beni almak için gelmeniz geciktiği takdirde sığınabileceğim bir yer yapmak üzere bir kazma bırakın.” dedi.
Kaptan, “Açlıktan ölürsün!” dedi. “En aşağı bir hafta sürer bizim seni almaya gelmemiz.”
Jacopo, “Ben bir çare buldum kaptan.” dedi. “Ben burada kalır ona bakarım.”
Dantés, “Yani burada kalmak için kârdaki hissenden vazgeçeceksin öyle mi?” diye sordu.
“Evet. Hiç de pişman olmam.”
“Sen iyi bir dostsun Jacopo. Tanrı seni bu iyi kalpliliğin için mükâfatlandıracaktır fakat ben yanımda kimseyi istemiyorum. Bir iki gün dinlenince bir şeyim kalmaz.”
Sevgi ile Jacopo’nun elini sıktı. Yalnız kalmak hususunda ısrar etti. Kaçakçılar nihayet ona istediği şeyleri vererek gittiler.
Bir saat sonra küçük gemi gözden kaybolmuştu. Dantés dağdaki keçiler gibi çevik bir hareketle kalktı. Bir eline tüfeği, ötekine de kazmayı alarak çentiklerin son bulduğu kayaya doğru koştu.
Kayanın dibinden itibaren çentikleri geriye doğru takip ederek bir kayığın girebileceği büyüklükte bir ağzı ve içinde durabileceği kadar derinliği olan küçük bir koya ulaştı. Görünmek istemeyen kardinalin bu koyda karaya çıktığı, kayığı orada sakladığı, çentiklerle işaretlenen yolu takip ederek o yolun sonunda hazineyi gömdüğü neticesine vardı. Bunun üzerine tekrar büyük, yuvarlak kayaya gitti.
Orada bu varsayımı altüst oldu. Kaya en az iki yahut üç ton ağırlığında idi. Kardinal bu kayayı nasıl buraya oturtabilirdi?
Aklına yeni bir fikir geldi. Kaya buraya oturtulmak üzere kaldırılmamış, aksine indirilmiş olamaz mıydı? Eskiden durduğu yeri bulmak için kayanın üstüne çıktı. Bir bayır gördü. Kaya bu bayırdan şimdiki yerine kaydırılmış ve takoz gibi kullanılan alelade bir yapı taşı ile de şimdiki yerine oturtulmuştu.
Dantés bir zeytin ağacı kesti. Dallarını budadı ve kayayı ağacın gövdesi ile kaldırmaya çalıştı. Fakat kaya o kadar ağır ve altındaki kaya takoz ile olduğu yere o kadar sağlam bir şekilde yerleşmişti ki insan gücü ile kımıldatmanın imkânı yoktu. Bir müddet düşündü. Sonra bütün gücünü, o takozu oynatmak için sarf etmeye karar verdi. Etrafına baktı. Gözlerine, arkadaşı Jacopo’nun verdiği barut ilişti.
Kazma ile koca kayadan takoza doğru uzun bir delik kazdı. Deliğe barut doldurdu. Mendilinden bir parça kopararak fitil yaptı. Fitilin bir ucunu barut dolu deliğe soktu. Öbür ucunu ateşleyerek oradan kaçtı. Az sonra barut patladı. Bu muazzam kuvvetle büyük kaya bir an yerinden oynar gibi oldu. Altındaki takoz da parçalandı.
Dantés kayanın yanına geldi. Hiçbir dayanağı kalmamış olan koca kaya, sırtın ucunda ha düştü ha düşecek durumda idi. Dantés kayanın çevresinde dolaşarak yere en gevşek şekilde dayandığı noktayı buldu. Zeytin ağacının gövdesini buraya yerleştirdi ve bütün gücü ile üstten abandı. Kaya sarsıldı. Sonra tamamıyla yerinden oynadı ve denize uçtu. Üstünde durduğu noktada, ortasında demir bir halka olan dört köşe bir taş meydana çıktı.
Dantés hayret ve sevinçle bağırdı. Bacakları öyle titremeye, kalbi öyle atmaya başladı ki bir an öyle durmaya mecbur oldu. Sonra ağaç gövdesini bu halkadan geçirerek dört köşe taşı şiddetle çekti. Kenara attı. Taşın daha önce olduğu yerde, alttaki mağaranın karanlık derinliklerine doğru giden dik bir merdiven gördü.
Onun yerinde kim olsa sevinçle bağırarak bu merdivene atılırdı. Dantés tereddütle durdu. Yüzü sarardı. “Bir hayal kırıklığına uğrarsam kendimi bırakmamalıyım.” diye söylendi. “Yoksa çektiğim bütün ızdırap boşa gider.” Yüzünde mütereddit bir gülümseme ile mağaranın merdivenini inerken “Kim bilir…” diye söyleniyordu.
Karanlıkta görmeye alışkın olan gözleri, mağaraya girdikten birkaç saniye sonra etrafını iyice seçmeye başladı. Mağaranın duvarları granit idi. Kardinalin mektubundaki kısmı hatırladı: Hazine, ikinci oyuğun sonundadır. Daha birinci mağarayı bulmuştu. Şimdi ikincisini araması lazımdı. Elindeki kazma ile duvarlara vurdu. Böyle vura vura granitin daha boş, daha boğuk ses verdiği bir noktasını buldu. Burasına daha kuvvetle vurdu. Bu sefer gözüne başka bir şey çarptı. Vurduğu yerden astar gibi bir şey sarkmış, altından kül renginde daha yumuşak bir taş çıkmıştı. Granit kayadaki delik başka bir taşla kapatılmış, üstüne, granit kayanın rengi verilmiş bir sıva çekilmişti. Dantés kazmasının ucu ile bu taşa dokundu. Kazma üç santim taşa girdi.
Dantés bir müddet böyle çalıştıktan sonra bu taşın bir bütün olmadığını, çeşitli taşların üst üste konmasından meydana geldiğini ve hepsinin üstüne de bir sıva çekildiğini anladı. Bu taşların arasına kazmanın ucunu sokarak sapı çekti. Bir taş ayaklarının dibine düştü. Öbür taşları da aynı şekilde düşürdü. Uzun bir tereddütten sonra da açılan delikten ikinci mağaraya girdi.
Burası da birinci mağara gibi boştu. Eğer doğruysa hazine bu mağaranın dibine gömülmüştü. En mühim an gelmişti. Büyük mutluluğu yahut isteği ile kendi arasında ancak iki adım vardı. Mağaranın en dip köşesine doğru yürüdü. Sonra ani bir kararla kazmasını yere indirmeye başladı. Beşinci yahut altıncı vuruşta kazmanın ucu madenî bir şeye çarptı. Çarptığı yerin biraz yan tarafına dokundu. Kazmanın ucu hâlâ sert bir şeye çarpıyordu ama ses aynı değildi. Kendi kendine “Demir çemberli tahta bir sandık bu.” diye söylendi.
Tam o sırada ışık bir an için gölgelendi. Dantés elinden kazmayı atarak tüfeğini kavradı ve hızla mağaradan çıktı. Bir yaban keçisi birinci mağaranın ağzının üstünden atlamıştı ve ötede Dantés’ye bakıyordu.Dantés bir an düşündü. Küçük bir çam ağacı kesti. Kıyıya gitti. Gemicilerin keçiyi pişirmek için yaktıkları ateşten elindeki çam ağacını ateşledi. Az sonra görmeyi ümit ettiği şeyin en küçük bir parçasını bile gözden kaçırmak istemiyordu.
Elindeki meşaleyi, kazdığı son yere doğru tuttu. Yanılmamıştı. Kaz ma, tahta ve madenden bir şeye çarpmıştı. Çam ağacının sapını toprağa soktu ve işine devam etti. Bir müddet sonra doksan santim uzunluğunda ve altmış santim eninde bir yeri temizlemişti. Ortaya demir çemberli bir meşe sandık çıktı. Kapağın ortasındaki gümüş bir levhada -Faria kendisine defalarca çizip gösterdiği için- kolayca tanıdığı Spada Ailesi’nin arması vardı. Artık en ufak bir şüpheye mahâl yoktu. Hazine orada idi. İçindekileri aldıktan sonra boş bir sandığı yerine bırakmak için kimse bu kadar zahmete katlanmazdı.
Dantés süratle sandığın etrafını temizledi. Önce kilit, sonra da sandığın her iki tarafındaki kulplar meydana çıktı. Bu kulplar, en basit madenleri bile bir sanat eseri hâline getiren bir devrin anlayışı ile yapılmıştı. Dantés bu kulplardan tutarak sandığı kaldırmak istedi; kilitli idi. Kazmanın ucunu sandıkla kapağı arasına soktu ve kazma sapını aşağı doğru bastırdı. Kapak çıtırdadı, sonra da açıldı.
Dantés gördüklerinden şaşkına döndü. Bir çocuk gibi gözlerini yumdu, açtı ve dili tutulmuş gibi öylece kalakaldı.
Sandık üç bölmeye ayrılmıştı. Bu bölmelerden ilkinde sarı sarı altınlar ışıldıyordu. İkincisinde düzenli bir hâlde yerleştirilmiş külçe altınlar vardı. Ancak yarısına kadar dolu olan üçüncü bölümde de elmaslar, inciler ve yakutlar duruyordu. Dantés bu bölmeye ellerini daldırarak avuç dolusu mücevheri kaldırdı sonra parmaklarını araladı. Taşlar ışıltılı bir çağlayan gibi parmaklarının arasından dökülürken pencere pervazlarına çarpan dolu taneleri gibi sesler çıkarıyordu.
Dantés bu hazineyi görüp titreyen ellerini altın ve mücevherlere daldırdıktan sonra çıldırma derecesine gelmiş insanların o korkunç heyecanı içinde mağaradan fırladı. Adanın çepeçevre etrafını gören bir kayaya tırmandı. Evet, bu hesapsız, bu duyulmamış, kendisine ait bu efsanevi servetle baş başa idi. Fakat acaba uyanık mıydı yoksa rüya mı görüyordu? Altınlarını tekrar görmek istedi fakat o anda bu hazineye bakmak cesaretini kendinde bulamadı. Aklını kaçırmaktan korkar gibi elleri ile başını sıktı. Yaban keçilerini ve martıları ürküten bağırmalar ve el hareketleri ile deli gibi adanın etrafında koşmaya başladı. Sonra geri döndü. Rüya görüp görmemiş olduğundan hâlâ şüphe duyarak mağaraya koştu ve kendini tekrar altın ve mücevherlerin karşısında buldu. Ellerini kalbine bastırarak diz çöktü ve yalnız Tanrı’nın bildiği bir dua okudu.

14
Dantés ertesi gün ceplerini mücevherlerle doldurdu. Sandığı dikkatle tekrar gömdü. Hiç belli olmayacak şekilde mağaranın ağzını kapattı. Sonra sabırsızlıkla arkadaşlarının gelip kendisini almalarını beklemeye başladı. Faydasız bir hazineyi bekleyen canavar gibi adada kalıp altın ve mücevherlerini seyretmek istemiyordu. Tekrar insanların arasına karışıp büyük servetlerin sağladığı mevki, kuvvet ve kudreti elde etmenin vakti gelmişti.
Kaçakçılar, ayrılışlarının altıncı günü adaya döndüler. Dantés, Genç Amelie’yi daha çok uzaklarda iken tanıdı ve kıyıya indi. Arkadaşları karaya çıktıkları zaman, onlara acı ve ızdırabının hâlâ devam ettiğini fakat eskisiden çok daha iyi olduğunu söyledi. Sonra onların son sefer hakkında anlattıklarını dinledi. Sefer başarılı olmuştu. Hepsi, bilhassa Jacopo, Dantés’nin de aralarında olup adam başına elli gümüş İspanyol lirası tutan hissesini alamadığına çok üzülmüşlerdi. Dantés gülümsemesini tutmasını bildi. Genç Amelie Monte Kristo’ya sırf onu almaya gelmiş olduğu için o akşam Leghorn’a doğru yola çıktılar.
Leghorn’ya vardıkları gün Dantés, en küçük boydaki dört elmasını -her birini beş bin frank karşılığında- orada tanıştığı bir Yahudi tüccara sattı. Ertesi gün Jacopo’ya küçük bir tekne satın aldı ve Marsilya’ya gidip Louis Dantés adında yaşlı bir adamla, Mercédés adında genç bir kadın hakkında bilgi toplaması şartı ile tekneye tayfa tutabilmesi için bu hediyeye yüz gümüş İspanyol lirası ekledi. Jacopo rüya gördüğünü sanıyordu. Dantés ona sırf bir gençlik hevesi ile gemiciliğe atıldığını ve Leghorn’ya gelince amcasından kalmış bir mirası aldığını söyledi. Dantés’nin geniş bilgisi bu hikâyeyi inanılır bir hâle sokmuştu. Jacopo inanmakta tereddüt etmedi. Ertesi gün Marsilya’ya doğru yola çıktı. Dantés ile Monte Kristo Adası’nda buluşacaklardı.
Dantés aynı gün Genç Amelie mürettebatına da hediye olarak bolca para dağıttı. Kaptana tekrar görüşmek vaadinde bulunarak onlardan ayrıldı. Doğru Cenova’ya gitti. Şehre geldiği gün, Cenevizlilerin Akdeniz’in en iyi gemi inşaatçıları olduklarını duymuş olan bir İngiliz tarafından ısmarlanmış küçük bir yatı satın aldı. İngiliz, kırk bin franga yatı satmaya razı olmuştu. Dantés yatın hemen teslim şartı ile altmış bin frank verdi. Yatı inşa etmiş olan adam, mürettebat bulmak üzere Dantés’ye yardım teklif etti. Dantés yalnız seyahat etmek niyetinde olduğunu fakat yata gizli bir bölme yapılırsa çok memnun kalacağını söyledi. Bölme ertesi gün tamamlandı. İki saat sonra da Dantés Monte Kristo Adası’na doğru Cenova Limanı’ndan yola çıktı
İkinci gün akşama doğru adaya geldi. Mükemmel bir tekne olan yatı bu mesafeyi otuz beş saatte almıştı. Adada kimsecikler yoktu. Dantés doğru hazinenin saklı olduğu yere gitti ve sandığı bıraktığı gibi buldu.
Ertesi gün bu muazzam hazine yata taşınmış ve gizli bölmeye kilitlenmişti.
Dantés adada sekiz gün bekledi. Bu süre içinde yatla adanın, çevresinde dolaşarak atını kontrol eden bir binici gibi tekneyi kontrol etti. Bu arada geminin bütün iyi ve kötü taraflarını belirledi. İyi taraflarını daha mükemmel hâle sokmaya, kötü taraflarını da düzeltmeye karar verdi.
Jacopo, sekizinci günün akşamında geldi. Küçük teknesini Dantés’ninyatına bağladı. Dantés’nin öğrenmek istediği şeyler hakkında getirdiği haberlerin ikisi de üzücü idi. İhtiyar Louis Dantés ölmüştü. Mercédés de kaybolmuştu. Dantés, Jacopo’yu dinlerken sarsıldı. Sonra hemen tek başına karaya çıktı. Kimsenin kendisi ile beraber gelmesini istemedi. İki saat sonra döndü. Jacopo’nun gemisinden iki tayfa ona yardım etmek üzere yata geldiler. Dantés, Marsilya’ya doğru hareket emrini verdi.
Babasının ölüm haberi, beklemediği bir şey değildi. Fakat Mercédés’e ne olmuştu? Öğrenmek istediği başka şeyler de vardı ama bunlar hakkında kendisine bilgi edinebilecek, güvendiği kimse yoktu. Leghorn’daki berberin aynası, kendisi için tanınma tehlikesi olmadığını ortaya koymuştu. Üstelik kim olduğunu açıklamadan dolaşabilmek için her türlü imkâna sahipti. Bu bakımdan, peşinde Jacopo’nun gemisi olan yat, bir sabah cesaretle Marsilya Limanı’na girdi ve Dantés’nin İf Kalesi’ne götürülmek üzere kayığa bindirildiği yerin karşısında demirledi.
Dantés, karantina kayığı ile bir jandarmanın yata geldiğini gördüğü zaman heyecanlanmadı değil. Fakat Leghorn’da temin ettiği bir İngiliz pasaportunu büyük bir soğukkanlılıkla jandarmaya gösterdi. Hiçbir zorluk yaşamadan da karaya çıktı.

15
Fransa’nın güneyini yaya olarak dolaşmış olanlar, Bellegarde ile Beaucaire arasında, önündeki demir levhada iri harflerle Pont de Gardeyazılı küçük hanı bilirler. Son yedi sekiz yıldan beri bu hanı bir karı koca işletmekteydi. Fakat Beaucaire ile Aigues Mortes arasında açılan kanal, hanın üstünde bulunduğu yolun bütün müşterisini aldığı için şimdi işleri hiç de iyi gitmiyordu.
Bu talihsiz hancı, Dantés’nin eski arkadaşı Gaspard Caderousse ile karısından başkası değildi. Caderousse günlük işlerle uğraşırken soluk yüzlü, zayıf, hastalıklı karısı hemen hemen daima ateşi olduğu için hanın ikinci katındaki yatak odasında yatıyordu. Kadın bu kötü talihlerine söylendikçe adam “Ne yapalım. Tanrı’nın dediği olur.” diyordu.
Caderousse bir sabah han kapısının önünde durmuş, üzgün gözlerle bomboş yolun altına ve üstüne bakarken uzakta, Bellegarde taraflarından gelen bir atlı gördü. Gelen, siyahlar giyinmiş ve müthiş sıcağa rağmen başında üç köşeli şapka olan bir rahipti. Rahip hanın önünde attan indi. Kırmızı keten bir mendille alnındaki terleri sildi.
Caderousse sevinçle onu karşıladı. Rahip iki üç saniye dikkatle ona baktıktan sonra İtalyan şivesi ile “Siz Mösyö Caderousse’sunuz, değil mi?” diye sordu.
Hancı hayretle “Evet efendim.” dedi. “Gaspard Caderousse. Bir emriniz mi var?”
“Eskiden terzi değil miydiniz siz?”
“Evet. Fakat işlerim bozuldu. Marsilya’da hava o kadar sıcaktır ki Marsilyalıların artık elbise giymediklerini duyarsam hiç şaşmayacağım. Sıcak dedim de… Bir şey içmek istemez misiniz?”
“Evet… Bana en iyi şarabınızdan getirin. Sizle biraz sohbet edelim.”
Caderousse birkaç dakika sonra döndüğü zaman rahibi bir sandalyeye oturmuş, dirseklerini de masaya dayamış buldu. Önüne şarapla bardağı koyduğu zaman rahip, “Burada yalnız mısınız?” diye sordu.
“Hemen hemen… Zavallı karım her zaman hasta. Bana pek faydası olmuyor.”
“Evlisiniz demek?”
Rahip, harap eşyalara bir kıymet biçer gibi gözlerini etrafta gezdirdi. Caderousse iç çekerek “Görüyorsunuz ki zengin değilim.” dedi. “Ama elden ne gelir Bu dünyada mutlu yaşamak için namuslu olmak yeterli değil.”
Rahip ona gözlerini dikti. Hancı da ona aynı şekilde bakarak sözlerine devam etti: “Evet namuslu. İftihar ederek söylerim bunu. Bunu söyleyebilecek çok kimse yok zamanımızda.”
“Eğer sözleriniz doğru ise talihiniz var demektir. Eminim ki er geç iyiler iyiliklerinin mükâfatını, kötüler de kötülüklerinin cezasını görürler.”
Caderousse acı acı “Sizin mesleğiniz böyle konuşmayı gerektirir.” dedi. “Fakat herkes buna inanmaya mecbur değil.”
“Böyle düşünmekle hata ediyorsunuz çünkü ben size bu sözlerimin doğruluğunu ispat edebilirim.”
Caderousse hayretle “Nasıl?” diye sordu.
“İlk önce aradığım adamın gerçekten siz olup olmadığınızı bilmem lazım… 1814 yahut 1815 yılında Dantés adında bir gemici tanıdınız mı?”
“Dantés mi?.. Tabii tanıdım. Zavallı Edmond! En iyi arkadaşlarımdan biri idi benim. Onu tanıyor musunuz? Sağ mı? Serbest mi? Mesut mu?”
“Sefil ve perişan bir hâlde hapishanede öldü.”
Caderousse sarardı. Başını çevirdi. Boynuna sardığı kırmızı mendille gözlerini sildi.
“Zavallı çocuk!..” diye söylendi. “İşte size demin söylediklerimin bir örneği de bu çocuktur. Tanrı yalnız kötülerin yardımcısıdır. Dünya gittikçe beterin beteri oluyor.”
“Dantés’yi sever görünüyorsunuz.”
“Evet çok severdim fakat ne yalan söyleyeyim, çok kısa bir zaman için onu kıskanmıştım. O zamandan beri de kötü talihine daima yanmışımdır.”
Kısa bir sessizlik oldu. Rahip dikkatle hancının yüzüne bakıyordu.
Caderousse, “Siz onu tanıdınız mı?” diye sordu.
“Ölürken ona son dinî telkinlerde bulunmak üzere çağrıldım. Bana İsa hakkı için yemin ederek neden hapsedildiğini bilmediğini söyledi.”
“Doğru. Bilemezdi. Yalan söylememiş zavallı çocuk!”
“Kendisinin hiçbir zaman anlayamadığı bu talihsizliğine neyin sebep olduğunu öğrenmemi ve bu lekeyi temizlememi benden rica etti. Onunla beraber hapiste olan fakat İkinci Restorasyonda serbest bırakılan zengin bir İngiliz, tahliye edilirken geçirdiği bir hastalık sırasında kendisine kardeş gibi bakmış olan Dantés’ye hatıra olarak çok kıymetli bir elmas yüzük hediye etmiş. Dantés bu yüzükle zindancıları yola getirmeyi düşüneceğine, belki bir gün kurtulur ümidi ile kendisine servet sağlayacak olan hatırayı saklamış.”
Caderousse, gözleri parlayarak “Dediğiniz gibi, herhâlde çok kıymetli bir elmas olmalı.” dedi.
“Dantés için çok kıymetli idi. Elli bin frank kıymet takdir ettiler.”
Caderousse hayretle tekrar etti: “Elli bin frank!..”
“Elmas şimdi bende. Dantés, arzusunu yerine getirmek vazifesini bana verdi. ‘Çok iyi üç arkadaşım ile nişanlım vardı. Eminim ki dördü de hâlâ benim için üzülüyorlardır. Arkadaşlarımdan bir tanesinin adı Caderousse idi.’ dedi.”
Caderousse ürperdi. Rahip, onun bu hâlini fark etmemiş görünerek sözlerine devam etti: “Sonra dedi ki ‘İkincisinin adı Danglars idi. Üçüncüsü rakibimdi ama o da beni severdi. Adı Fernand idi. Nişanlımın adı da Mercédés idi. Marsilya’ya gidin. Bu elması satın. Parayı beşe bölün ve beni seven bu insanlara verin.’ ”
“Niye beşe bölün dedi? Siz sadece dört kişiden bahsettiniz.”
“Beşinci ölmüş. Dantés’nin babası idi. Marsilya’da söylediler bana onun öldüğünü.”
Çok lakayt görünmeye çalışarak devam etti: “Dantés’nin babası öleli o kadar zaman olmuş ki niçin, nasıl; öldüğü hususunda hiçbir şey öğrenemedim. Acaba siz bu hususta bir şey biliyor musunuz?”
“Benden başka kimse bu hususta bir şey bilemez. Dantés’nin babası ile komşu idik… Evet, oğlunun arkasından bir sene bile yaşamadı zavallı ihtiyar.”
“Neydi ölüm sebebi?”
“Yanılmıyorsam doktorlar ‘bağırsak iltihabı’ dediler. Kendisini tanıyanlar ise üzüntüsünden öldüğünü söylediler. Fakat ben bu ölümün sebebini çok iyi biliyorum. İhtiyar…”
Caderousse sustu. Rahip ilgi ile sordu: “Evet neden öldü?”
“Açlıktan.”
Rahip, “Açlıktan mı?” diye bağırarak ayağa fırladı. “Hayvanlar bile ölmez açlıktan! Sokaklarda dolaşan bir köpek bile daima kendisine kuru ekmek atacak birisini bulur. Şimdi siz bana bir adamın kendilerini Hristiyan sayan başka adamların ortasında açlıktan öldüğünü söylüyorsunuz, imkânı yok! Hayır imkânı yok!”
“Size doğrusunu söyledim.”
Merdiven başından bir ses “Ama hata ettin.” dedi.
Adamlar başlarını çevirdiklerinde konuşulanları dinlemek için merdiven başına kadar kendini sürüklemiş olan Caderousse’un karısının bitkin yüzünü gördüler. Kadın başını dizlerine dayamış olarak en üst basamakta oturuyordu.
Caderousse, “Seni ilgilendirmez bu! Bu efendi bizden bazı bilgiler istedi.” dedi. “Söylememek ayıp olurdu.”
“Ama söylemek de pek akıllıca bir hareket değil. Senden niçin bu bilgiyi alıyor biliyor musun budala?”
Rahip, “Yalan söylemediği müddetçe kocanızın bir şeyden korkmasına neden yok madam.” dedi. “Benim yüzümden size bir kötülük gelmeyeceğinden emin olabilirsiniz.”
Caderousse’un karısı anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı. Tekrar başını dizlerine koydu ve titremeye devam etti. Yerinden kımıldamadı.
Rahip, “Fakat zavallı adamın bu şekilde ölmesi için herkes tarafından terk edilmiş olması lazım.” dedi.
Caderousse cevap verdi: “Hayır. Mercédés ile Mösyö Morrel onu terk etmediler.” Sonra alaycı bir gülümseme ile devam etti:
“Fakat ihtiyar adam, Dantés’nin size arkadaşım diye bahsettiği Fernand’dan hiç hoşlanmazdı.”
“Fernand hakikaten arkadaşı değil miydi onun?”
Merdivenin başındaki ses, “Sözlerine dikkat et Gaspard.” dedi.
Caderousse omuz silkerek devam etti: “İnsan, karısına göz diktiği adamın arkadaşı olabilir mi? Dantés’nin altın gibi bir kalbi vardı. Herkese ‘dostum’ derdi… Zavallı Edmond! Bütün bunları öğrenmediği çok iyi oldu. Yoksa ölürken onları affetmek kendisi için çok zor olurdu ama kim ne derse desin ben bir ölünün lanetinden çok canlı bir adamın nefretinden daha fazla korkarım.”
“Fernand’nun, Dantés’ye nasıl kötülük yaptığını biliyor musunuz?”
“Tabii biliyorum.”
“Söyleyin bana bildiklerinizi öyleyse.”
Madam Caderousse tekrar seslendi: “Gaspard, istediğin gibi hareket etmekte serbestsin fakat beni dinlersen bir şey söylememelisin.”
Caderousse, “Bu sefer haklısın.” dedi.
Rahip sordu: “Bu mesele hakkında başka bir şey söylemek istemiyor musunuz?”
“Ne faydası var? Eğer Edmond sağ olsaydı ve bana gelip sahici dostlarının kimler olduğunu öğrenmek isteseydi ona söylerdim fakat bana söylediğinize göre Edmond öldü ve gömüldü. Artık bundan sonra ne kimseden nefret edebilir ne de kimseden intikam alabilir. Bırakalım bütün bunları.”
“Hakiki dost oldukları için kendilerine verilmesi istenen hediyeleri, dost olmadıklarını söylediğiniz bu insanlara vermemi ister misiniz?
“Hayır, istemem tabii! Hem zavallı Dantés’nin vereceği hediyeden ne olacak bu adamlara? Denizde bir damla gibi!”
Karısı tekrar söylendi: “Ama unutma ki bu adamlar isteseler seni küçük parmakları ile ezebilirler.”
Rahip “Peki bu adamlar bu kadar zengin ve kudretli kimseler mi oldular?” diye sordu.
“Bilmiyor musunuz onların hikâyelerini?”
“Hayır. Anlatın bana.”
Caderousse bir an düşündü.
“Hayır, çok uzun sürer.”
Rahip lakayıt bir ifade ile “Konuşmamakta serbestsiniz dostum.” dedi. “Tereddüdünüze hürmet ederim. Artık bu hususta hiç konuşmayalım. Ben elması satayım.”
Elması cebinden çıkardı ve Caderousse’un hayran bakışları altında, elinde evirip çevirmeye başladı.
Caderousse, “Gel şuna bak.” diyerek karısını çağırdı.
Kadın, “Elmas!” diyerek kalktı ve basamakları inmeye başladı. “Nereden geldi bu?”
“Duymadın mı? Dantés; babasına, nişanlısına ve üç arkadaşı Fernand, Danglars ve bana bırakmış.”
“İnsana, ihanet eden adam arkadaş değildir.”
“Ben de onu söylüyordum. İhaneti, hatta cinayeti mükâfatlandırmak, mukaddesata tecavüz olur.”
Rahip sükûnetle elması cübbesinin cebine koyarken “Bu kabahat sizin olacak.” dedi. “Şimdi söyleyin bana, Dantés’nin arkadaşlarını nerede bulabilirim.”
Caderousse’un alnında iri iri ter taneleri belirdi. Rahibin, atına bir göz atmak için kapıya kadar gittiğini, sonra geri döndüğünü gördü. İzahı mümkün olmayan bir şekilde karısı ile bakıştılar.
Caderousse, “Elmas sadece bizim olabilir!” dedi.
Karısı, “Emin misin?” diye sordu.
“Bir din adamı yalan söylemez.”
“Ne istersen yap öyle ise. Sen bilirsin.”
Ağır ağır basamakları çıktı. Son basamakta durarak döndü.
“İyi düşün Gaspard.”
“Düşündüm.”
“Neye karar verdiniz?” diye sordu rahip.
“Size her şeyi anlatmaya.”
“Galiba en doğrusu da bu. Sakın, bana söylemek istemediğiniz şeyleri merak ediyorum sanmayın fakat Dantés’nin mirasını, onun arzusuna uygun şekilde dağıtabilirsem çok iyi olacak.”
Caderousse’un yanakları ümit ve hırsla kızardı.
“Öyle sanırım.”
“Sizi dinliyorum.”
“Fakat önce bana söz verin.”
“Ne hususta?”
“Size anlatacağım şeylerden herhangi bir kimseye bahsedecek olursanız kesinlikle bunları benden duyduğunuzu söylemeyeceksiniz çünkü bahsini edeceğim kimseler zengin ve mevki sahibidirler. Beni bir sinek gibi ezebilirler.”
“Merak etmeyin dostum. Ben rahibim. Rahipler kendilerine yapılan itirafları katiyen açıklamazlar. Unutmayın ki bütün gayemiz, bir dostumuzun son arzusunu yerine getirmektir. Onun için açık ve rahat konuşun. Fransız değil İtalyan’ım ve hemen, ölen bir kimsenin arzusunu yerine getirmek için ayrıldığım manastırıma döneceğim.”
Caderousse rahibe inanmıştı.
“Öyle ise size, Dantés’nin gerçek dost bildiği bu adamlar hakkındaki bütün hakikati anlatacağım. Üzücü bir hikâyedir. Başlarını belki biliyorsunuzdur.”
“Evet. Düğün sofrasında tutuklanıncaya kadar olan kısmı Dantés bana anlatmıştı.”
“Edmond tutuklandıktan sonra, bu tutuklama hakkında bilgi alabilmek için Mösyö Morrel de ziyafetten ayrıldı. Getirdiği haber çok üzücü idi. Edmond’nun babası eve tek başına döndü ve bütün gün odasından çıkmadı. O gece hiç uyumadı. Ben hemen onun altındaki odada oturduğum için bütün gece onun bir aşağı bir yukarı dolaştığını duydum Bu yüzden ben de uyumadım. Yaşlı adamın üzüntüsü bana çok dokunmuştu. Sanki göğsümün üzerinde geziniyormuş gibi attığı her adımdan ızdırap duyuyordum.
Mercédés ertesi gün Mösyö de Villefort’dan yardım istemek üzere Marsilya’ya geldi fakat hiçbir yardım göremedi. Sonra yaşlı adamı ziyaret etti. Onun ne kadar ızdırap içinde olduğunu görüp bir gün öncesinden beri ne uyuduğunu ne de ağzına bir lokma bir şey koyduğunu öğrenince onu yanına almak ve bakmını üstlenmek istedi fakat yaşlı adam bu tekifi kabul etmeyerek ‘Hayır…’ dedi. ‘Buradan ayrılmam. Oğlum beni dünyada her şeyden çok sever. Hapishaneden kurtulabilirse ilk geleceği yer burasıdır. Burada olup onu karşılamazsam ne der sonra?’
Yaşlı adam gün geçtikçe daha da içine kapanmaya, herkesten uzaklaşmaya başladı. Mösyö Morrel ile Mercédés kendisini sık sık görmeye geliyorlar fakat kapıyı kapalı buluyorlardı; evde olduğunu çok iyi bildiğim yaşlı adam kimseye kapıyı açmıyordu. Bir gün nasıl olduysa Mercédés’e kapıyı açtı ve ona ‘İnan bana kızım, Dantés öldü.’ dedi. ‘Şimdi o bizi bekliyor. Ben bu bakımdan talihliyim çünkü senden daha yaşlıyım. Onu senden daha önce göreceğim.’
İnsan ne kadar iyi kalpli olursa olsun gün geliyor kendisine ızdırap veren kimseyi görmemeyi tercih ediyor. Çok geçmeden yaşlı adam yapayalnız kaldı. Onu görmeye gelen kimseler, ellerinde birtakım paketlerle odadan çıkan yabancılardı. Bu paketlerin ne olduğunu sonra anladım. Yaşlı adam, yaşayabilmek için peyderpey her şeyini satıyordu. Nihayet satacak hiçbir şeyi kalmadı. Üç aylık kira borcu da vardı. Ev sahibi onu sokağa atmakla tehdit etti. Sonra bir hafta daha müsaade etti. Bütün bunları ben ev sahibinden öğrendim.
Bu bir haftanın ilk üç günü, onun yine her zamanki gibi odasında bir aşağı bir yukarı dolaştığını duydum. Fakat dördüncü günü ses seda kesildi. Onu görmeye çıktım. Kapısı kilitliydi. Anahtar deliğinden baktım. Yüzü o kadar sarıydı, öyle bitkin bir hâli vardı ki ağır hasta olduğuna hükmettim.Mösyö Morrel’le Mercédés’e haber gönderdim. İkisi de hemen geldiler. Mösyö Morrel gelirken bir de doktor getirmişti. Doktor, yaşlı adamın hastalığına bağırsak iltihabı teşhisini koydu ve perhiz tavsiye etti. Ben de yanlarında idim. Doktor teşhisini söylediği zaman yaşlı adamın yüzündeki gülümsemeyi hiçbir zaman unutamayacağım.
O günden sonra artık kapısını kilitlemedi. Yemek yememek için bir mazereti vardı şimdi. Doktor perhiz tavsiye etmişti. Mercédés bir dahaki gelişinde onu o kadar kötü buldu ki bir daha Dantés’nin tutuklandığı gün teklif ettiği gibi onu alıp evine götürmek ve bakımını üstlenmek istedi. Mösyö Morrel de aynı fikirdeydi fakat yaşlı adam bunu yine istemedi. Mösyö Morrel, giderken ocak rafının üstüne, içinde para olan bir kese bıraktı fakat yaşlı adam hiçbir şey yememekte inat ediyordu. Nihayet dokuz günlük bir ızdırap ve açlıktan sonra öldü. Ölürken bütün bu hâllere sebep olanlara lanet etti. Mercédés’e de ‘Eğer Edmond’mu görürsen onun için dua ederek öldüğümü söyle.’ dedi.”
Rahip kalkarak bir müddet dolaştı. Boğuk bir sesle “Ne korkunç bir talihsizlik!” dedi.
“Asıl korkunçluk, bu talihsizliğin Tanrı’dan değil de insanlardan gelmiş olmasında.”
“Şimdi bana ötekilerden bahsedin.” dedi rahip ve âdeta tehdit eder gibi ilave etti:
“Bana her şeyi söylemeyi kabul ettiniz. Oğlun ümitsizlikten, babanın da açlıktan ölmelerine sebep olanlar kimlerdi?”
“Bunlar Dantés’yi kıskanan iki kişiydi. Biri aşk yüzünden, öteki de açgözlü oluşu nedeniyle onu kıskanıyordu: Fernand ve Danglars.”
“Kıskançlıkları nasıl gösterdi kendini?”
“Dantés’yi Bonapart taraftarı bir ajan diye ihbar ettiler.”
“Fakat asıl ihbar eden kim? Asıl suçlu kimdir?”
“İkisi de suçlu. Biri mektubu yazdı öteki de postaya attı.”
“İhbar mektubu nerede yazılmıştı?”
“Meyhanede. Düğün ziyafetinden bir gün önce.”
Rahip birdenbire, “Fakat siz de oradaydınız!” diye bağırdı.
Caderousse hayret etti.
“Benim orada olduğumu size kim söyledi?”
Boş bulunduğunu fark eden rahip hemen sözlerine başka bir anlam verdi:
“Kimse söylemedi fakat teferruatı o kadar iyi biliyorsunuz ki sizin de orada bulunmuş olmanız lazım.”
“Doğru. Ben de oradaydım.”
“Öyle iken onlara engel olmadınız. Siz de suç ortağı sayılmaz mısınız?”
“Beni öyle sarhoş ettiler ki ne yaptığımı bilmiyordum. Bu hâlimle engel olmak ne kadar mümkünse o kadar engel oldum ama bana bütün bunları şaka olsun diye yaptıklarını söylediler.”
“Fakat ertesi gün şaka olmadığını anlayabilirdiniz. Dantés tutuklandığı zaman siz de orada idiniz.”
“Evet. Bildiklerimi söylemek istedim fakat Danglars beni kandırdı. ‘Eğer hakikaten suçlu ise onun tarafını tutan da suç ortağı diye hapsedilir.’ dedi. O günlerde olup bitenleri gördüğüm için politik olaylardan korkuyordum. Onun için sesimi çıkarmadım. Biliyorum; yaptığım çok korkakça bir hareket ama hiç olmazsa bir suç değil.”
“Anlıyorum. Siz işleri oluruna bıraktınız.”
“Evet. Ama hâlâ gece gündüz pişmanlık duyarım. Tanrı’ya beni affetmesi için yalvarırım. Bana vicdan azabı çektiren, hayatım boyunca yaptığım tek harekettir bu ve eminim ki talihimin kötü gitmesi hep bu hadise yüzündendir. Bir anlık bir bencilliğin cezasını hâlâ çekiyorum. Karım ne zaman şikâyete başlasa ona ‘Sus, Tanrı’nın dediği olur.’ derim.”
Son derece samimi bir pişmanlıkla başını önüne eğdi.
Rahip, “Çok samimi konuştunuz.” dedi. “Kendisini bu şekilde itham eden bir kimse affedilmeye layıktır.”
“Fakat maalesef Edmond sağ değil. Beni de affetmemiştir.”
“Fakat o bir şey bilmiyordu ki…”
“Şimdi öğrenmiştir. Ölülerin her şeyi bildiğini söylerler.”
Kısa bir an sessizlik oldu. Rahip kalkarak bir müddet dolaştı. Sonra geri yerine oturdu.
“Birçok kez Mösyö Morrel diye birinden bahsettiniz. O kimdi?”
“Firavun gemisinin sahibi.”
“Bu acı hikâyede onun rolü ne oldu?”
“Mösyö Morrel namuslu, cesur ve dostlarına sadık bir adamdır. Dantés için en az yirmi defa araya girdi. İmparator dönünce dilekçeler yazdı, rica etti ve o kadar zorladı ki İkinci Restorasyondan sonra Bonapartçı taraftarı olarak adamakıllı baskı gördü. Daha önce de söylediğim gibi Dantés’nin babasını sık sık görmeye gelirdi. Yaşlı adamı evine götürmek istemişti. Yine dediğim gibi, yaşlı adamın ölümünden bir gün önce ocak rafının üstüne içinde para olan bir kese bırakmıştı. Edmond’nun babasının cenazesi bu para ile kalktı, borçları bu para ile ödendi. Yaşlı adam nasıl hayatında kimseye zarar vermedi ise o şekilde de öldü. Kese hâlâ bendedir.”
“Mösyö Morrel sağ mı?”
“Evet.”
“Herhâlde Tanrı’nın lütfuna mazhar olmuş mesut ve zengin bir kimse olmalı.”
Caderousse acı acı güldü.
“Ben ne kadar mesutsam o da o kadar mesut.”
“Mösyö Morrel kötü durumda mı?”
“Neredeyse elindeki bütün parayı, daha kötüsü şerefini de kaybetmek üzere. Yirmi beş yıllık bir çalışma ile Marsilya iş dünyasında en yüksek mevkiyi elde ettikten sonra mahvoldu. İki yılda beş gemisi battı. Üç firması iflasını istedi. Şimdi bütün ümidi, zavallı Dantés’nin eskiden çalıştığı Firavun gemisinde. Firavun, Hindistan’dan yüklediği kırmızı boya ve çivit yükü ile şimdi Marsilya yolunda. O da ötekiler gibi batarsa Mösyö Morrel tamamı ile mahvoldu demektir.”
“Bu zavallı adamın karısı ve çocukları var mı?”
“Evet. Melek gibi bir karısı, bir oğlu ile bir de kızı var. Kız sevdiği bir adamla evlenmek üzereydi ama adamın ailesi şimdi, oğullarının, bu hâle düşmüş birinin kızı ile evlenmesini istemiyor. Oğlu teğmendir. Zavallı adamın belini büken de ailesi zaten. Eğer kimsesi olmasaydı çoktan bir kurşunla beynini dağıtır, olur biterdi.”
“Feci bir şey! Peki Danglars’ya ne oldu? Asıl kışkırtıcı ve suçlu oydu değil mi?”
“İspanyol bir bankerin yanında çalışmak üzere Marsilya’dan ayrıldı. İspanya Savaşı’nda Fransız ordusu için bazı malzeme taahhüdüne girişti. Bu yüzden bir servet elde etti. Spekülasyon yaparak bu serveti dört misline çıkardı. Yanında çalıştığı bankerin kızı olan ilk karısı öldükten sonra, sarayda iyi bir mevki sahibi olan dul Madam de Nargonne ile evlendi. Zaten milyonerdi. Bu evlilikten sonra da baron oldu. Şimdi Rue du Mont-Blanc’da bir malikânesi, ahırlarında on atı, altı uşağı ve kim bilir kaç milyonu olan Baron Danglars’dır.”
“Ya Fernand? Hiç tahsili ve parası olmayan Katalanyalı fakir bir balıkçı nasıl olur da bir servet elde eder? Emin olun anlamıyorum.”
“Efendim, İkinci Restorasyondan az önce Fernand askere alınmıştı. Hududa hareket etmek üzere olan bir birliğe sevk edildi. Ligay Savaşı’na katıldı. Savaş gecesi, düşmanla gizli temasta olan bir generalin kapısında nöbetçi idi. Aynı gece general İngilizlere teslim oldu. Fernand’ya da beraber gelmesini teklif etti. Fernand nöbeti bırakarak generalle birlikte gitti.
Eğer Napolyon iktidarda kalsaydı bu hareketinden ötürü Fernand muhakkak harp divanına verilirdi fakat tahta geçen Bourbon’lar için bu hareket takdire layık görüldü. Fransa’ya döndüğü zaman teğmenliğe terfi ettirildi. İspanya Savaşı başladığı zaman yüzbaşı idi. İlk spekülasyonlarına da bu sırada başladı. İspanyol asıllı olduğu için vatandaşlarının hislerini öğrenmek üzere İspanya’ya gönderildi. Orada Danglars’ya rastladı. Çok samimi dost oldular. Fernand ona Fransa’da kraliyetçilerden her türlü yardım sağlayacağı konusunda söz verdi. Sonuç olarak İspanya’daki hizmetlerinden ötürü albaylığa yükseltildi. Legion d’honneur nişanını aldı ve kendisine kontluk verildi.”
“Bak şu kadere!”
“Evet fakat daha bitmedi. İspanya ile olan savaş bitince uzun barış dönemi Fernand’nun meslek hayatını tehlikeye soktu. O sırada Yunanistan, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı başkaldırmış ve bağımsızlık savaşına başlamıştı. Bütün gözler Atina’ya çevrilmişti. Yunanistan’a acımak ve yardım etmek moda idi. Fernand, Fransız ordusundaki rütbesini kaybetmeden Yunanistan’da, Türkler’e karşı savaşmak için müsaade istedi ve bu izni aldı. Bir müddet, sonra Moroert kontunun -bu Fernand’nun sıfatı idi- general rütbesi ve danışman sıfatı ile Ali Paşa’nın hizmetine girdiği öğrenildi. Bildiğiniz gibi Ali Paşa öldürüldü fakat ölmeden önce Fernand’ya büyük bir miras bırakarak onu mükâfatlandırdı. Fernand, Fransa’ya dönünce tuğgeneralliğe terfi ettirildi. Şimdi Paris’te. Rue du Helder 27 numarada şahane bir malikânede yaşıyor.”
Rahip konuşmak için ağzını açtı. Bir an tereddüt etti. Sonra gayret ederek “Ya Mercédés ne oldu?” diye sordu. “Onun kaybolduğunu söylediler bana.”
“Kayıp mı? Evet kayboldu. Tıpkı ertesi gün daha fazla parlamak üzere akşamları kaybolan güneş gibi.”
Rahip alaycı bir gülümseme ile “O da mı zengin oldu yoksa?” diye sordu.
“Mercédés şimdi Fransa’nın en asil kadınlarından biridir. İlk zamanlar Edmond’nun başına gelen felaket yüzünden çok üzgündü. Onun Villefort’ya, Edmond için nasıl yalvardığını, Edmond’nunbabasına nasıl büyük bir yakınlık gösterdiğini size söylemiştim. Bu ızdırabı arasında başka bir üzüntü daha başına geldi. Fernand askere gitti. Onun, Edmond’ya neler yaptığını Mercédés bilmiyordu. Fernand’yu bir kardeş gibi seviyordu. O da gidince büsbütün yalnız kaldı. Üç ay geçti. Ne Edmond’dan ne de Fernand’dan bir haber geldi. Mercédés’in tek gördüğü kimse, her gün biraz daha ölen yaşlı bir adam, yani Edmond’nun babası idi.
Fernand, sırtında teğmen üniforması ile bir gece çıkageldi. Tabii Fernand’nun askere gitmesi Mercédés’in üzüntüsünün asıl sebebi değildi ama eski hayatının bir parçası olduğu için Fernand’yu büyük bir sevinçle karşıladı. Artık yeryüzünde yapayalnız değildi fakat Fernand bu sevinci yanlış anladı. Mercédés’in kendisini sevdiğini sandı.
Anlattığım gibi Edmond’nun babası öldü. İhtiyar adam ölmeseydi Mercédés kimse ile evlenmezdi çünkü onun kendisini sadakatsizlikle itham edeceğinden çekinirdi. Bunu Fernand da biliyordu. Nitekim yaşlı adamın ölümünü haber alır almaz tekrar geldi. İlk gelişinde Mercédés’e olan aşkından bahsetmemişti fakat bu sefer açıldı. Mercédés, kendisine altı ay müsaade etmesini, Edmond’yu altı ay daha bekleyip matem tutacağını söyledi.”
Rahip acı bir gülümseme ile “Haklı kadın.” dedi. “Daha ne kadar beklesin değil mi?”
Sonra İngiliz şairinin sözlerini mırıldandı: “Ey zaaf, kadındır senin adın!”
Caderousse devam etti: “Altı ay sonra da Eglise des Accoules’de evlendiler.”
“Edmond’yla evlenecek olduğu kilisede, değil mi? Değişen tek şey damat olmuş!”
Caderousse devam etti: “Gelgelelim bu evlenme Mercédés’in durumunda hiçbir değişiklik meydana getirmedi. Yine üzgündü. Eğer kalbinin derinliklerine baksaydı hâlâ sevdiğini anlayacağı adamla on sekiz ay önce düğün yemeğini yediği meyhanenin önünde geçerken bayıldı.
Fernand’yu o zaman bir defa gördüm. Mesuttu fakat Edmond’nun her an ortaya çıkması ihtimalinden korkuyordu. Düğünden hemen sonra gittiler. Katalan köyü hem hatıralarla dolu idi hem de birçok tehlikeye gebeydi.”
“Mercédés’i ondan sonra hiç gördünüz mü?”
“Evet. İspanya Savaşı sırasında Perpignan’da gördüm. Fernand, onu orada bırakmıştı. Oğluna ders veriyordu.”
Rahip şaşırdı. “Oğlu mu?”
“Evet. Oğlu Albert’e.”
“Fakat Mercédés oğluna nasıl ders verebilir? Aklımda kaldığına göre Edmond onun güzel fakat cahil, basit bir balıkçı kızı olduğunu söylemişti.”
“Edmond nişanlısını ne kadar az tanıyormuş. Mercédés’in serveti büyüdükçe kendisi de büyüdü. Resim ve müzik dersleri aldı. Her şeyi öğrendi. Aramızda kalsın, benim anladığıma göre Mercédés bütün bunları sırf kendini meşgul etmek için öğrendi. Bütün bunları sırf kalbindekileri unutabilmek için kafasına doldurdu. Zengin olmasına zengin. Üstelik kontes de… Ama…”
“Ama?”
“Ama eminim ki mutlu değil.”
“Nasıl hükmediyorsunuz buna?”
“Sıkıntılarım artık tahammül edilmez bir hâl alınca belki eski arkadaşlarımın herhangi bir şekilde bir faydası dokunur, diye düşündüm ve Fernand’yu görmeye gittim fakat beni kabul etmedi. Bir uşakla yüz frank gönderdi.”
“Mercédés’i de göremediniz mi?”
“Hayır. Fakat malikâneden ayrılırken ayaklarımın dibine bir kese düştü. İçinde yirmi beş Louis altını vardı. Hemen malikânenin pencerelerine baktım. Mercédés panjurları kapatıyordu.”
“Peki ya Mösyö Villefort?”
“O benim arkadaşım değildi. Tanımazdım bile kendisini. O yüzden kendisine başvurmadım.”
“Onun ne olduğunu, Edmond’nun talihsizliğinde onun rolünü bilmiyor musunuz?”
“Hayır. Yalnız Edmond’nun tutuklanmasından bir müddet sonra Matmazel de Saint Méranile evlenerek Paris’e gitti. Muhakkak talih ona da gülmüş, o da Danglars gibi zengin olmuş, Fernand gibi şana, şöhrete erişmiştir. Tanrı’nın unuttuğu bir insan olarak yalnız fakir ve zavallı ben kaldım.”
“Yanılıyorsunuz dostum. Tanrı bazen unutmuş görünür ama er geç hatırlar; işte ispatı.”
Rahip böyle diyerek cübbesinin cebinden elması çıkardı ve Caderousse’a verdi: “Alın. Sizindir bu.”
Caderousse şaşkınlıkla “Yalnız benim mi?” diye bağırdı. “Benimle alay etmiyorsunuz değil mi?”
“Elmas, Edmond’nun arkadaşları arasında taksim edilecekti fakat onun sizden başka arkadaşı yokmuş. Bunu alın ve satın. Dediğim gibi elli bin frank kıymetindedir. Bu para da sizi sefaletten kurtarır sanıyorum. Alın bunu fakat…”
Parmaklarını elmasa değdirmiş olan Caderousse hemen elini çekti. Rahip gülümsedi.
“Fakat bunun karşılığında, Mösyö Morrel’in ocak rafı üstünde bırakmış olduğu keseyi bana verin. Bu kesenin hâlâ sizde olduğunu söylemiştiniz, değil mi?”
Büyük bir şaşkınlığa düşen Caderousse duvardaki meşe dolaba giderek kapağı açtı ve rengi solmuş kırmızı bir ipek kese çıkardı. Rahip keseyi alarak elması Caderousse’a verdi. Hancının minnet ve şükran sözleri arasında dışarı çıktı. Atına atladı. Caderousse’a veda ederek geldiği yöne doğru uzaklaştı.
Caderousse geri döndüğü zaman omuz başında, eskisinden daha sarı bir yüzle karısını gördü.
Kadın, “Duyduklarım doğru mu?” diye sordu.
Sevinçten aklını oynatma derecesine gelmiş olan Caderousse cevap verdi: “Ne duydun? Bütün elması bize verdiğini mi?”
“Evet.”
“Bundan daha doğru hiçbir şey olamaz. İşte!”
Kadın bir an elmasa baktı. Sonra boğuk bir sesle “Ya sahici değilse bu elmas?” dedi. “Ya taklitse?”
Caderousse’un rengi attı.
“Taklit mi? Niye taklit bir elmas versin bana?”
“Metelik vermeden bildiklerini öğrenmek için, budala.”
Caderousse bu ihtimal karşısında adamakıllı şaşırmıştı. Bir müddet sonra şapkasını alarak kırmızı bir mendille sardığı başına koydu.
“Öğreniriz.” dedi.
“Nasıl öğrenirsin?”
“Beaucaire’de panayır var. Paris’ten kuyumcular geldi. Gider onlara gösteririm elması. Sen hana göz kulak ol. İki saate kadar dönerim.”
Dışarı çıkarak yolun aşağısına doğru koşmaya başladı. Madam Caderousse kendi kendine söylendi:
“Elli bin frank az para değil… Ama bir servet de değil…”

16
Caderousse’un hanındaki bu olayın ertesi günü, hem kıyafet hem de şive bakımından bir İngiliz’i andıran otuz yaşlarında bir adam kendisini Marsilya belediye reisine tanıtıyordu:
“Mösyö, ben Roma’daki Thomson ve French firmasının genel kâtibiyim. On seneden beri Marsilya’daki Morrel ve Oğlu firması ile iş yaparız. Firmadan aşağı yukarı yüz bin frank kadar bir alacağımız var. Bu alacak bizi düşündürüyor. Çünkü aldığımız haberlere göre firma iflasın eşiğindeymiş. Roma’dan buraya sırf bu konu hakkında sizden bilgi almak için geldim.”
“Mösyö Morrel’in son dört beş yıldan beri işleri iyi gitmiyor. Benim de şirkette on bin franklık hissem var. Bununla beraber firmanın mali durumu hakkında size bilgi verecek durumda değilim. Eğer şahsi kanaatim sorarsanız size şu kadarını söyleyebilirim ki Mösyö Morrel son derece namuslu bir insandır. Bugüne kadar da bütün yükümlülüklerini titiz bir hassasiyetle yerine getirmiştir. Eğer bu konuda daha fazla bilgi edinmek istiyorsanız size Hapishaneler Müfettişi Mösyö de Boville’i salık verebilirim. Kendisinin şirkette iki yüz bin franklık hissesi vardır. Onun yatırımı benimkinden çok daha fazla olduğu için, eğer hakikaten bir tehlike varsa sizi benden çok daha iyi aydınlatabilir.”
İngiliz, belediye reisinin yanından ayrıldı ve İngilizlere has o yürüyüşle hapishaneler müfettişini görmeye gitti.
Mösyö de Boville makamında idi. İngiliz ona, az önce belediye reisine sorduğu şeyi tekrarladı.
Mösyö de Boville “Korkunuz maalesef hiç de yersiz değil.” dedi. “Karşınızdaki, bu konuda bütün ümitlerini kaybetmiş bir adamdır. Mösyö Morrel’in firmasında iki yüz bin franklık hissem var. Bu para kızımın çeyiz parası idi. İki hafta sonra düğün yapmayı düşünüyorduk. Bu ayın on beşinde yüz bin frank alacaktım. Yüz bin frank da gelecek ayın on beşinde. Yarım saat önce Mösyö Morrel beni görmeye geldi ve Firavun gemisi bu ayın on beşine kadar gelmediği takdirde parayı veremeyeceğini söyledi. Bu bana bir iflas gibi görünüyor.”
“Şu hâlde şirketteki hissenizden adamakıllı endişeli olmanız lazım.”
“Bu parayı batmış olarak kabul ediyorum.”
“Hisse senetlerini sizden satın alabilirim.”
“Büyük bir indirimle herhâlde?”
“Hayır. Yine aynı tutara. Şirketimiz bu gibi alışverişlerde son derece dürüsttür.”
“Ödeme şekli ne olacak?”
“Nakit para.”
İngiliz, cebinden, Mösyö de Boville’in hissesinin en aşağı iki misli tutarında bir para tomarı çıkardı. Adamın yüzünden bir neşe parıltısı geçti fakat belli etmemek için büyük bir gayret sarf ederek “Sizi ikaz edeyim…” dedi. “En iyi bir ihtimalle bu hisseler karşılığında elinize geçecek para bana vereceğinizden yüzde altı daha az olacaktır.”
“Bu husus beni ilgilendirmez. Bunu kendi adlarına iş gördüğüm Thomson ve Frenchfirması düşünsün. Belki de bu suretle rakip bir firmanın ortadan kalkmasını çabuklaştırmak istiyorlar. Eğer bir feragat senedi verirseniz ben size bu parayı ödemeye hazırım. Yalnız sizden bir komisyon rica edeceğim.”
Mösyö de Boville neşe ile “Gayet tabii.” dedi. “Komisyon genel olarak yüzde bir buçuktur ama siz kaç istiyorsunuz? İki, üç, yoksa daha fazla mı?”
İngiliz güldü.
“Mösyö, bu konularda ben de çalıştığım firma gibiyimdir. Benim istediğim komisyon başka türlü.”
“Söyleyin lütfen.”
“Siz hapishaneler müfettişisiniz değil mi?”
“Evet.”
“Her mahkûma ait kayıtlar bulunur mu sizde?”
“Evet, her mahkûma ait kayıtlar vardır.”
“İyi. Beni Roma’da, bir gün ansızın ortadan kaybolan fakir bir rahip büyütmüştü. Sonradan öğrendiğime göre İf Kalesi’nde hapsedilmiş. Onun ölümü hakkında bilgi edinmek istiyorum.”
“Adı neydi?”
“Rahip Faria.”
“O mu? Gayet iyi hatırlıyorum kendisini. Deliydi. Büyük bir hazinenin yerini bildiğini iddia eder, serbest bırakılması karşılığında hükûmete büyük paralar teklifinde bulunurdu. Beş altı ay önce, geçen şubatta öldü. Tarihini hatırlıyorum çünkü zavallının ölümü çok farklı bir olayla ilgilidir.”
“Nedir bu olay? Öğrenebilir miyim acaba?”
“Tabii! Faria’nın hücresi 1815’te birçok zorbanın geri dönmesini sağlayan ve çok tehlikeli bir adam olan eski bir Bonapart taraftarı ajanın hücresinden on beş metre uzaklıktaydı. Faria’yı ya 1816 ya da 1817 yılında hücresinde görmüştüm. Üzerimde çok derin bir tesir bırakmıştı. Yüzü hep gözlerimin önündedir.”
İngiliz belli belirsiz gülümsedi. Adam devam etti: “Anlaşıldığına göre Dantés…”
İngiliz onun sözünü kesti: “Dantés bu tehlikeli Bonapart taraftarı ajan mıdır?”
“Evet, Edmond Dantés. Anlaşıldığına göre Dantés ya bazı aletler temin etmiş yahut yapmış; çünkü iki mahkûmun hücreleri arasında bir yer altı geçidi bulundu.”
“Kaçmak için yapılmış olmalı bu geçit herhâlde?”
“Muhakkak fakat maalesef Faria bir kriz sonunda öldü. Dantés kaçmaktan ümidini kesmemişti. Herhâlde İf Kalesi’nde ölen mahkûmların alelade bir mezarlığa gömüldüklerini sanmış olacak ki Faria’nın cesedini kendi hücresine taşımış, kendisi de onun içine konmuş olduğu çuvala girmiş ve gömülmeyi beklemiş. Fakat İf Kalesi’nde mezarlık yoktur. Ölen mahkûmlar, ayaklarına bir top güllesi bağlanmak suretiyle denize atılır. Tabii kayalıktan fırlatıldığını anlayınca Dantés’nin ne kadar şaşırmış olacağını gözlerinizin önüne getirebilirsiniz. Çok isterdim o zaman yüzünü görmeyi.”
İngiliz, “Pek kolay olmazdı bu.” dedi.
İki yüz bin frangını kurtaracağından dolayı çok neşeli olan Mösyö de Boville,
“Tabii…” dedi. “Ama gözlerimin önüne, getirebiliyorum.” Ve kahkahalarla gülmeye başladı.
İngiliz de başka anlama gelecek şekilde gülerek “Ben de.” dedi. Sonra sordu: “Tabii, boğuldu değil mi?”
“Ona ne şüphe!”
“Pekâlâ… Şimdi gelelim kayıtlara.”
“Ah evet, affedersiniz, hikâye beni konudan uzaklaştırdı. İçeri gelin lütfen, size kayıtları göstereyim.”
Yandaki odaya geçtiler. İngiliz bir koltuğa oturdu. Müfettiş, içinde İf Kalesi’ne ait kayıtların bulunduğu dosyayı ona verdi. Rahat rahat incelemesini söyleyerek kendisi de bir köşeye çekildi ve gazete okumaya başladı.
İngiliz, çabucak Rahip Faria’ya ait kayıtları buldu. Fakat Mösyö de Boville’in anlattığı hikâye kendisini çok ilgilendirmiş olacak ki rahibe ait kayıtları okuduktan sonra sayfaları çevirerek Edmond Dantés’den bahseden kısma geldi. Dantés ile ilgili bütün vesikalar orada idi: İhbar mektubu, sorgu, Morrel’in dilekçesi, Villefort’nun tavsiyeleri… İngiliz yavaşça ihbar mektubunu katlayarak cebine soktu. Sonra sorguyu okudu. Sorgunun hiçbir yerinde Noirtier adının geçmediğini gördü. Morrel’in 10 Nisan 1815 tarihli dilekçesini okudu. Morrel bu dilekçede, Napolyon o tarihte iktidarda olduğu için, Dantés’nin imparatorluk uğrunda yaptığı hizmetleri abartarak anlatıyordu. Şimdi artık her şeyi anlıyordu. İkinci Restorasyonda bu dilekçe Villefort’nun elinde müthiş bir silah olmuştu. Onun için, kayıtlarda, adının yanında şu satırları görünce hiç hayret etmedi:

Edmond Dantés: Ateşli bir Bonapart taraftarıdır. Napolyon’un Elba’dan dönüşünde aktif bir rol oynamıştır. Tek kişilik hücrede tutulması ve sıkı kontrol altında bulundurulması lazımdır.
Bu yazı ile Morrel’in dilekçesine verilmiş şerhi inceledi. Yazı aynı elden çıkmıştı. İkisi de Villefort tarafından yazılmıştı.
İngiliz dosyayı kapayarak “Teşekkür ederim.” dedi. “İstediklerimi öğrendim. Şimdi sözümü yerine getirmek sırası bende. Bir feragat senedi hazırlayın, paranızı vereyim.”
Mösyö de Boville büyük bir telaşla senedi hazırlarken İngiliz de paraları sayıyordu.

17
Morrel ve Oğlu firmasını bilen ve birkaç yıl önce Marsilya’dan ayrılmış olan biri hikâyemizin geçtiği sırada şehre dönmüş olsaydı firmayı bıraktığından çok daha başka bir durumda bulurdu. İşleri yolunda bir ticarethanenin refah ve saadet fışkıran o havası; koridorlarda telaşla gidip gelen kâtipleri; ticaret malları; hamalların kahkaha ve gürültüleri ile dolu ardiyeleri yerine dikkatini çeken ilk şey üzüntü ve büyük bir sessizlik olurdu. Yazıhaneleri dolduran memur kalabalığı şimdi iki kişiye inmişti. Bunlardan biri, Mösyö Morrel’in kızını seven ve ailesinin istifa etmesi için yaptığı tüm ısrara rağmen şirkette kalan yirmi üç yirmi dört yaşlarındaki Emmanuel Herbault; öteki de iyi kalpli, sabırlı ve işine bağlı bir adam olan fakat iş hesaba gelince bütün dünyaya hatta gerekirse Mösyö Morrel’e dahi kafa tutan yaşlı, tek gözü sakat Veznedar Coclés idi. Coclés yirmi yıldan beri şirkette idi ve kurumuna olan güveni bütün gücü ile devam ediyordu. Bir önceki aya ait bütün ödemeler zamanında ve tam olarak yapılmıştı.
Fakat bu başarıyla atlatılan aydan sonra Mösyö Morrel birçok ızdıraplı saatler geçirmişti. Bu ödemeleri yapabilmek için bazı fedakârlıklara katlanmak mecburiyetinde kalmıştı. Bu çarelere başvururken görülür ve içinde bulunduğu sıkıntı Marsilya’da dedikodulara sebep olur diye korktuğu için karısının bazı mücevherleri ile bir kısım gümüş takımını satmak üzere Beaucaire Sergisi’ne gitmişti. Bu sayede müessesenin şerefini kurtarabilmişti ama artık bütün imkânları da tükenmişti. O ayın on beşinde Mösyö de Boville’e ödemek mecburiyetinde olduğu yüz bin frankla öbür ayın on beşinde ödemek mecburiyetinde olduğu üç yüz bin frank tutarında bir meblağı karşılamak için tek ümidi Firavun’un dönmesi idi. Firavun’la aynı zamanda Kalküta’dan hareket etmiş olan başka bir gemi iki hafta önce Marsilya’ya geldiği hâlde Firavun’dan hâlâ hiçbir haber yoktu.
Thomson ve French şirketinin temsilcisi. Mösyö Morrel’i ziyarete geldiği zaman şirketin durumu bu hâlde idi. Temsilciyi Emmanuel ve Coclés karşıladı. Ziyaretçiyi Mösyö Morrel’in yazıhanesine götürmesini söyledi. Merdivende, yabancıya kuruntu ile bakan on altı on yedi yaşlarında güzel bir kıza rastladılar.
Veznedar, “Mösyö Morrel odasında mı Matmazel Julie?” diye sordu.
Kız tereddütle, “Galiba.” dedi. “Ben bir haber vereyim.”
İngiliz, “Haber vermenize lüzum yok matmazel.” dedi. “Mösyö Morrel beni tanımaz. Ben babanızla iş yapan Thomson ve French şirketinin genel kâtibiyim.”
Kız sarararak merdivenden aşağı inmeye devam etti. Coclés ile yabancı da üst kata çıktılar. Kız, Emmanuel’in odasına girerken Coclés de üçüncü katta yalnız kendisinde olan bir anahtarla bir kapıyı açtı; yabancıyı bekleme odasına aldı; ikinci bir kapıdan çıkarak kapıyı ardından kapadı, içeride fazla kalmadan döndü ve yabancıyı buyur etti.
Mösyö Morrel kalkarak yabancıya yer gösterdi. Bu saygıdeğer adam, on dört yılda çok değişmişti. Şimdi elli yaşındaydı. Saçları ağarmış, alnı kırış kırış olmuş, vaktiyle o kadar kendinden emin ve hâkim bakan gözleri kararsız ve bitkin bir hâl almıştı.
İngiliz ona içten gelen bir ilgi ile baktı.
“Hangi müesseseyi temsil ettiğimi biliyorsunuz değil mi?”
“Veznedarım Thomson ve French’in genel kâtibi olduğunuzu söyledi.”
“Evet. Müessesem bu ay ve gelecek ay Fransa’da bir hayli ödemelerde bulunacak. Bu bakımdan, sizin ne kadar dürüst iş gördüğünüzü bildikleri için üstünde sizin imzanız olan senetlerden mümkün olduğu kadar topladılar ve senetlerin zamanı gelince paraları sizden tahsil etmek üzere beni görevlendirdiler.”
Morrel derin bir soluk koyuvererek elini alnından geçirdi.
“Şu hâlde elinizde benim imzalı senetlerim var.”
İngiliz, cebinden bir tomar kâğıt çıkararak “Evet.” dedi. “İlk olarak Mösyö de Boville tarafından şirketimiz adına yapılmış iki yüz bin franklık bir feragat senedi var. Mösyö de Boville’e olan bu borcu kabul ediyor musunuz?”
“Evet. Bu, Mösyö de Boville’in aşağı yukarı beş yıl önce yüzde dört buçuktan şirketimize yaptığı bir yatırımdır. Bunun yarısının vadesi bu ayın on beşinde, öbür yarısının vadesi de gelecek ayın on beşindedir.”
“Tamam. Şunlar da bu ayın sonunda vadesi gelecek olan başka senetler ki tutarı otuz iki bin beş yüz franktır.”
Mösyö Morrel, hayatında ilk defa olmak üzere, kendi imzasına bakıp -belki de karşılayamayacağı düşüncesinden doğan bir utançla- kızararak “Onları da kabul ediyorum.” dedi. “Hepsi bu kadar mı?”
“Hayır. Vadeleri gelecek ayın sonunda gelecek olan şu senetler de var elimizde. Bunların da tutarı elli beş bin frank. Toplam olarak elimizde iki yüz seksen yedi bin beş yüz franklık senet var.”
Bu rakamlar söylenirken Mösyö Morrel’in ızdırabını tarif etmek mümkün değildi. Elinde olmadan tekrarladı: “İki yüz seksen yedi bin beş yüz frank.”
“Evet.”
İngiliz, kısa bir duraksamadan sonra konuşmaya devam etti: “Sizden saklamayacağım Mösyö Morrel; fevkalade dürüst bir insan olarak şöhretinize rağmen, Marsilya’da, borçlarınızı karşılayacak durumda olmadığınız hakkında söylentiler dolaşıyor.”
Bu azap verici samimiyet karşısında Morrel belli olacak şekilde sarardı.
“Bu müessese bana babamdan kaldı. Otuz beş sene o işletmişti. Bütün bu otuz beş sene içinde Morrel ve Oğlu imzasını taşıyan hiçbir senet karşılıksız kalmadı.”
“Bunu biliyorum. Biz şerefli iki insanız. Bana bütün samimiyetinizle söyleyin bu senetleri de aynı şekilde ödeyebilecek misiniz?”
“Mademki bu kadar açık kalplilikle sordunuz ben de size aynı açık kalblilikle cevap vereyim: Eğer ümit ettiğim gibi gemim kazasız belasız gelirse ödeyeceğim çünkü, bugüne kadar başıma gelen talihsizliklerle sarsılan kredimi bu gemi düzeltecektir fakat son ümidim olan Firavun gelmezse üzülerek söylemek zorundayım ki borçlarımı ödemeyi daha geç bir tarihe bırakmak mecburiyetinde kalacağım.”
“Buraya gelirken bir geminin limana girmek üzere olduğunu gördüm.”
“Biliyorum. O da Hindistan’dan geliyor fakat benimki değil.”
Sonra yumuşak bir sesle ilave etti: “Bu gecikme doğal değil. Firavun, Kalküta’dan şubatın beşinde hareket etti. Bir ay önce burada olmalıydı.”
Bir sese dikkatle kulak veren İngiliz, “Bu nedir acaba?” dedi. “Bu gürültü ne?”
Morrel, “Tanrı’m!” diye inledi. “Yine ne oldu?”
Merdivende telaşlı ayak sesleri vardı. İki erkek sesi bir de ümitsizlik ifade eden bir feryat duydular. Morrel kapıya gitmek için ayağa kalktı fakat dizleri büküldü ve tekrar koltuğuna çöktü. O sırada gürültü kesildi. Fakat Morrel’in bir şey bekler gibi bir hâli vardı.
Dış kapının kilidinde dönen bir anahtar sesi duyuldu.
Morrel, “Yalnız Julie ve Coclés’de bu kapının anahtarları vardır.” dedi.
O sırada iç kapı da açıldı ve yanakları gözyaşından sırılsıklam olmuş bir hâlde Morrel’in kızı içeri girdi. Genç kız kendisini babasının kollarına atarak “Baba, babacığım cesaret!” diye inledi.
Morrel kısık bir sesle “Firavun battı, değil mi kızım?” diye sordu.
Kız cevap vermedi fakat babasının göğsüne yapıştırdığı başını salladı.
Morrel, “Ya mürettebat?” diye sordu.
“Şimdi limana giren gemi hepsini kurtarmış.”
Morrel şükranla gözlerini kaldırdı. “Çok şükür sana Tanrı’m!” dedi. “Hiç olmazsa benden başka kimseye zarar vermedin.”
O sırada, peşinde Emmanuel olduğu hâlde ağlayarak Madam Morrel içeri girdi. Onların gerisinde, bekleme odasında yarı çıplak durumda yedi sekiz tane gemici vardı. Gemicileri gören İngiliz şaşkınlıkla onlara doğru bir adım attı. Sonra kendini toplayarak odanın en uzak köşesine çekildi.
Morrel, “Nasıl oldu bu felaket?” diye sordu.
Emmanuel, “Gel içeri Penelon.” dedi. “Anlat bize her şeyi.”
Ellerinde buruşuk bir şapka olan, güneş yanığı, yaşlı bir gemici içeri girdi. Sanki Marsilya’dan bir gün önce ayrılmış gibi “Günaydın Mösyö Morrel.” dedi.
Gemi sahibi, gözlerindeki yaşlara rağmen gülümseyerek “Günaydın dostum.” dedi. “Kaptan nerede?”
“Kaptan hasta Mösyö Morrel; Palma’da kaldı ama Tanrı isterse bir iki güne kadar benim gibi sapasağlam burada olur.”
“İyi… Şimdi bana olanları anlat Penelon.”
Penelon ağzındaki tütün lokmasını sağ avurdundan sola aktardı. Eliyle ağzını sildi. Başını geri çevirip tütün suyunu aralığa tükürdü. Öne doğru bir adım atarak anlatmaya başladı:
“Efendim… Cape Blanc ile Cape Boyador arasında, tatlı bir güney-güneybatı rüzgârı ile seyrediyorduk ki Kaptan Gaumard yanıma geldi -söylemeyi unuttum ben dümendeydim o sırada- ve ‘Penelon…’ dedi. ‘Ufkun şurasından üstümüze doğru gelen bulutlara ne dersin?’ dedi. ‘Ne düşündüğümü söyleyeyim sana kaptan… Bu bulutlar lüzumundan hızlı geliyorlar. Ve bu bulutları ben hiç beğenmiyorum kaptan.’ dedim. Kaptan, ‘Haklısın Penelon.’ dedi. ‘Bir fırtına geliyor.’ dedi. ‘Fırtına mı?’ dedim. ‘Ne fırtınası kaptan, düpedüz berbat bir kasırga değilse bu, ellerimi keserim!’ Rüzgâr, toz bulutu gibi kalkmış öyle geliyordu üstümüze. Uzatmayayım, on iki saat kasırga ile cebelleştikten sonra tekne su almaya başladı. Kaptan ‘Penelon galiba batıyoruz.’ dedi. ‘Dümeni ben alıyorum, sen git ambara bak.’ Ambara indim, bir de ne göreyim? Doksan santim su var. ‘Pompalar! Pompaları getirin!’ diye bağırarak güverteye fırladım. Geç kalmıştık ama çalışmaya başladık. Sanki ne kadar su pompalarsak o kadar su içeri giriyordu. Dört saat uğraştıktan sonra ‘Bu gemi nasıl olsa batacak, bari bırakalım da rahat rahat batsın!’ dedim fakat kaptan ‘Sen başkalarına böyle mi örnek oluyorsun Penelon?’ dedi. Kamarasından bir çift tabanca alarak geldi. ‘Pompayı bırakanın beynini dağıtırım!’ dedi. Durum böyle olunca herkes kahraman kesildi tabii. O ara rüzgâr da biraz dinmişti. Fakat su hâlâ yükseliyordu. Yükseliyordu ama çok değil, saatte beş santim kadar. Saatte beş santim bir şey değilmiş gibi geliyor insana ama on iki saatte altmış santim eder. Eee doksan santim de zaten var. Etti mi sana bir buçuk metre. Bir teknede de bir buçuk metre su olunca çekiver kuyruğunu artık. Kaptan sonra ‘Bırakan pompaları!’ dedi. ‘Gemiyi kurtarmak için ne mümkünse yaptık. Şimdi kendimizi kurtaralım. Hemen kurtarma kayıklarına!’ dedi. Biz Firavun’u seviyorduk Mösyö Morrel ama bir gemici gemisini ne kadar severse sevsin kendi canını daha çok sever. Onun için kaptan ‘Hemen kurtarma kayıklarına!’ dediği zaman karşı koymadık. Nasıl koyardık ki; sanki gemi homurdanıyor; ‘Çabuk olun, gidin gidin!’ diyordu bize. Yalan da söylemiyordu zavallı Firavun, çünkü altımızdaki teknenin sulara gömüldüğünü hissediyorduk. Göz açıp kapayıncaya kadar sekizimiz birden kurtarma kayığına atlayıp suya indik. Biz iner inmez de güverte, devrilen bir ağaç gibi çatırdadı. Önce baş, sonra da kıç taraf suya girdi. Koca gemi, kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi fırıl fırıl dönmeye başladı, sonra kayboldu gitti. Üç gün ağzımıza bir lokma yiyecek, bir damla su koymadan yol aldık ve artık aramızdan kimi yiyeceğimiz hususunda kura çekmeyi konuşuyorduk ki Gironde bizi kurtararak Marsilya’ya getirdi. Size gemicilik şerefim üzerine yemin ederim ki her şey böyle cereyan etti. Değil mi arkadaşlar?” Herkesten onaylayıcı sesler duyuldu.
Mösyö Morrel, “Siz elinizden geleni yapmışsınız arkadaşlar.” dedi. “Siz hepiniz iyi insanlarsınız. Bu işlerde benim kötü talihimden başka kimsenin suçu olmadığını zaten biliyorum. Tanrı böyle istedi. Suç bizim değil. Size ne kadar borcum var söyleyin bana?”
“Şimdi bunu konuşmanın sırası mı Mösyö Morrel?”
Gemi sahibi üzgün bir gülümseme ile “Sırasıdır, konuşalım.” dedi.
Penelon, “Üç aylık.” dedi.
“Coclés, bu cesur arkadaşların her birine iki yüz frank ver. Başka zaman olsaydı ‘Herkese iki yüz frank daha ver.’ derdim ama benim için çok talihsiz olan günlerdeyiz arkadaşlar. Elimdeki pek az para da artık benim değil. Onun için lütfen kusuruma bakmayın ve beni kötülemeyin. Şimdi paralarınızı alın ve eğer başka bir gemi bulursanız orada çalışın. Serbestsiniz artık.”
Cümlesinin son kısmı mert gemiciler üzerinde çok şiddetli bir etki yaptı. Şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Penelon az kalsın ağzındaki tütün lokmasını yutuyordu. Bereket versin tam zamanında elini boğazına götürdü.
“Neden Mösyö Morrel?” dedi. “Neden işten çıkartıyorsunuz bizi? Bizden memnun değil misiniz?”
“Öyle değil dostlarım. Sizden memnun olmamak değil; tam aksine… Fakat elimden ne gelir ki? Başka gemim yok. Gemiciyi ne yapayım? Yeni gemi yapacak param da yok.”
“Paranız yoksa vermeyin, bizim paralarımızı. Biz o para olmadan da geçinir gideriz.”
Heyecanından tıkanacak hâle gelen Mösyö Morrel “Yeter dostlarım yeter!” dedi. “Umarım, daha iyi günlerde tekrar buluşuruz. Emmanuel onlarla beraber git ve dediklerimi yap.”
Coclés’ye bir işaret yaptı. Veznedar dışarı çıktı. Gemiciler onu takip etti. Onların ardından da Emmanuel çıktı. Mösyö Morrel karısına ve kızına döndü.
“Beni biraz yalnız bırakın. Bu beyle konuşmam lazım.”
Bütün bu konuşmalar boyunca odanın bir köşesinde sessiz sedasız durmuş olan İngiliz’e baktı. İki kadın onları yalnız bırakarak çıktılar. Mösyö Morrel koltuğuna çökerken “İşte her şeyi gördünüz ve duydunuz.” dedi. “Size bu konuda söyleyebileceğim başka hiçbir şey yok!”
“Bundan öncekiler gibi hiç de hak etmediğiniz yeni bir felaketin kurbanı olduğunuzu görüyorum. Bu olay size faydalı olabilmek konusundaki arzumu kuvvetlendirdi. Ben sizin başlıca alacaklılarınızdan biriyim, değil mi?”
“Hiç olmazsa vadeleri en kısa zamanda gelecek senetlerin sahibisiniz.”
“Ödeme tarihini ertelememi ister misiniz?”
“Böyle bir erteleme benim şerefimi, dolayısıyla hayatımı kurtarır.”
“Ne kadar bir müddet istersiniz?”
Morrel tereddüt etti.
“İki ay…”
“Size üç ay müddet veriyorum.”
“Fakat ya firmanız…”
“Ben bütün sorumluluğu üstüme alıyorum. Bugün haziranın beşi. Bu senetleri beş eylül tarihine göre yenileyin. Beş eylül sabahı…”
O sırada saat on biri vurmuştu. İngiliz devam etti: “Saat on birde burada olacağım.”
Yeni senetler hazırlandı. Eskiler yırtılıp atıldı. Zavallı gemi sahibi bu suretle son imkânlarını seferber etmek üzere hiç olmazsa üç ay kazanmış oldu.
İngiliz, Mösyö Morrel’in teşekkürlerini her zamanki soğukkanlılığı ile karşıladı. Ona veda etti. Merdivende Julie’ye rastladı. Julie basamakları iner gibi yaptı. Aslında onu bekliyordu. Ellerini kavuşturarak “Oh mösyö…” dedi.
“Matmazel, Gemici Sinbadimzalı bir mektup alacaksınız. Bu mektup size ne kadar garip görünürse görünsün içinde yazılanları aynen yapın.”
“Peki.”
“Mektupta yazılı olanları yapacağınıza söz veriyor musunuz?”
“Yemin ederim.”
“Güzel. Hoşça kalın matmazel. Her zaman böyle iyi ve dürüst olun. Eminim ki Emmanuel’i size eş olarak vermekle Tanrı sizi mükâfatlandıracaktır.”
Julie hafif bir feryat kopararak kıpkırmızı oldu. İngiliz, avluda, ellerinde birer tomar para olan ve bu paraları ne yapacağı konusunda kesin bir karar verememiş gibi duran Penelon’a rastladı.
“Gel benimle dostum.” dedi. “Seninle konuşmak istiyorum.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/aleksandr-duma/monte-kristo-kontu-69428875/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
  • Добавить отзыв
Monte Kristo Kontu Александр Дюма

Александр Дюма

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Стоимость: 100.67 ₽

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Bu dünyada ne saadet vardır ne de bedbahtlık. Sadece bu hâlin ötekisi ile mukayesesi vardır. Yalnız en büyük ümitsizliği tadan bir kimse en büyük saadeti hissetmeye muktedir olabilir. Yaşamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu anlayabilmek için ölümü istemiş olmak lazımdır.” *** “Kendimi, lanetlenmiş bir şehri mahvetmek için gökten inmiş bir ateş bulutu gibi görmeye başladım. Tehlikeli bir sefere çıkacak maceracı bir kaptan gibi hazırlıklarımı yaptım, silahlarımı doldurdum, her türlü hücum ve savunma tedbirini aldım, bedenimi en ağır hareketlere, ruhumu en şiddetli sarsıntılara alıştırdım. Koluma öldürmeyi, gözlerime ızdırabı seyretmeyi, dudaklarıma en müthiş hâllerde bile gülümsemeyi öğrettim. Bir zamanlar olduğum gibi iyi, inanan ve affeden insandan; kinci kurnaz ve zalim yahut sağır gibi duygusuz ve kader gibi kör bir insan meydana getirdim. Sonra önümde uzanan yola koyuldum; karşıma çıkanları felaket içinde bırakarak hedefime ulaştım.” Mercédés, “Yeter Edmond!” dedi. “Seni tanıyan tek kadının, aynı zamanda seni anlayan tek kimse olduğunu söylersem inan bana. Beni yolunda ezseydin bile sana yine hayran olacaktım Edmond. Benimle geçmiş arasında nasıl geniş bir uçurum varsa seninle öbür erkeklerin arasında da öyle geniş bir uçurum var. Benim için en büyük işkence, seni başkaları ile karşılaştırmak olmuştur, inan bana çünkü dünyada senin gibi olan ve sana benzeyen hiç kimse yoktur. Artık bana ‘Hoşça kal!’ de Edmond ve ayrılalım…”