Dorian Gray’in Portresi
Oscar Wilde
Oldukça sevimli ve yakışıklı olan Dorian Gray, bu özellikleriyle ona tapınma derecesinde hayranlık besleyen ressam arkadaşının ilgisini çeker. Tanrı’nın bu bağışları ile ressamın sanat kabiliyeti bir araya gelince de muhteşem bir şaheser çıkar ortaya. İşte Dorian Gray’in Portresi!.. Bir mucize olur ve portre, Dorian Gary’e ebedî bir gençlik aşılar. Fakat bu mucize büyük bir vicdani hesaplaşmayı da beraberinde getirecektir… “Dorian Gray’in Portresi” Oscar Wilde’ın tek romanıdır. Wilde bir mektubunda karakterlerin kendisini yansıttığını belirtmiştir: “Basil Hallward kendi hakkımda düşündüklerim: Lord Henry dünyanın hakkımda düşündükleri: Dorian -belki başka yaşlarda- olmak istediğim…” "Dorian kafasını sallayıp gülümserken 'Bu dediklerini yaşadım.' dedi. 'Şimdi çok mutluyum. Mesela vicdanın ne demek olduğunu biliyorum artık. Bana tarif ettiğin gibi bir şey değilmiş. İçimizdeki en kutsal şeymiş. Onu küçümsememelisin Harry; en azından bundan sonra benim yanımda bunu yapma. İyi bir insan olmak istiyorum. Ruhumun çirkinleşmesi fikrine dayanamıyorum.' "
Oscar Wilde
Dorian Gray’in Portresi
Önsöz
Sanatçı, güzel şeyler yaratandır. Sanatı öne çıkarmak ve sanatçıyı gizlemektir sanatın amacı. Eleştirmen, güzel şeylerin kendisinde bıraktığı intibayı farklı bir surete veya yeni bir cisme dönüştürebilendir.
Eleştirilerin -en evlasından en bayağı olanına kadar- her biçimi otobiyografik tarzdadır. Güzel şeylerde çirkin manalar bulanlar, cazibeden nasibini alamamış, pespaye kişilerdir. Bu tutum bir hatadır.
Güzel şeylerde güzel manalar bulanlar, irfan sahibi kişilerdir. Bunlar umut vadederler. Bu kişiler güzel şeylerde sadece güzelliği gören seçkin kişilerdir.
Ahlaki veya gayriahlaki kitap diye bir şey yoktur. İyi yazılmış veya kötü yazılmış kitaplar vardır. Konu bundan ibarettir.
On dokuzuncu yüzyıldaki realizme yönelik nefret, Caliban’ın aynada kendi suretini görmemesinden duyduğu nefretin aynısıdır.
On dokuzuncu yüzyıldaki romantizme yönelik nefret ise Caliban’ın aynada kendi suretini görmemesinden duyduğu nefretin aynısıdır.
İnsanın ahlaki yaşantısı sanatçının ana fikrinin bir kısmını teşkil eder; ancak sanatın ahlakı, kusurlu araçların kusursuz biçimde kullanılmasından müteşekkildir. Hiçbir sanatçının herhangi bir şeyi ispat etmek gibi bir arzusu yoktur. Özünde doğru olan şeyler bile ispat edilebilir. Hiçbir sanatçı ahlakiliği kayıran görüşlere sahip değildir. Bir sanatçının ahlakiliği kayıran görüşlere sahip olması, mazur görülemez bir üslup yanılgısıdır. Marazi sanatçı yoktur. Sanatçı dilediği her şeyi ifade edebilir. Düşünce ve dil sanatçı için sanat yaratmakta kullanılan araçlardır. Günah ve erdemler sanatçının sanat yaratmakta kullanacağı malzemelerdir. Biçim bağlamında, tüm sanatların cinsi müzisyenin sanatı gibidir. Hissiyat bağlamında ise emsal, aktörün hüneridir. Tüm sanatlar aynı anda hem dış yüz hem de semboldür. Dış yüzün ardını irdeleyenler, kendi kendilerini riske atarlar. Aynı şekilde, sembolü okumaya çalışanlar da kendilerini riske atarlar. Sanat aslında izleyeni yansıtır, hayatı değil. Bir sanat eseri hakkındaki fikir ayrılıkları, bu eserin yeni, karmaşık ve canlı olduğunun işaretidir. Eleştirmenler ihtilaf hâlinde ise sanatçı kendisi ile uyum içindedir. Ürününe hayranlık duymadığı sürece, faydalı bir ürün ortaya koyan kişiyi mazur görebiliriz. Faydasız bir ürün meydana getirmeyi mazur görmeyi mümkün kılan tek bahane ise bu ürüne karşı yoğun bir hayranlık beslenmesidir.
Tüm sanatlar ziyadesiyle faydasızdır.
OSCAR WILDE
1. BÖLÜM
Güllerin yoğun kokusu atölyeyi doldurmuştu, hafif bir yaz rüzgârı bahçedeki ağaçların arasında kıpırdadıkça leylakların şiddetli ve hoş kokusu ve pembe çiçekler açan akasyanın çok daha zarif rayihaları açık kapıdan girerek içeriye ulaşıyordu.
Lord Henry Wotton, üzerine uzandığı, küçük Acem kilimleriyle örtülü divanın köşesinde oturmuş, âdeti olduğu üzere arka arkaya sigara içerken titrek dalları alevlenen bir güzelliğin yükünü zar zor taşıyormuş gibi görünen sarısalkım ağacının bal tadında ve rengindeki hoş çiçeklerinin parıltılarını görebiliyordu. Bazen de büyük pencerenin önüne çekilmiş, ham ipekten uzunca bir perde boyunca, havada uçuşan kuşların masalsı gölgelerinin oluşturduğu şöyle bir Japon havası estirerek, ona hareket etmesi mümkün olmayan bir sanat türü aracılığıyla hızın ve devinimin sunduğu hissi aktarmaya çalışan Tokyo’daki soluk ve yeşilimsi suratlı ressamları hatırlatan o görüntüyü yakalıyordu. Uzun süredir biçilmemiş otlar arasında yol alan veya perişan hanımelilerinin altın sarısı uzantıları etrafında tekdüze bir ısrarla uçuşan arıların kasvetli uğultusu sükûneti daha da arttırıyordu. Londra’nın boğuk uğultusu, uzaklardaki bir orgdan gelen kalın bir notanın melodisine benziyordu.
Odanın tam ortasında, dik duran bir tuval sehpasına yerleştirilmiş, olağanüstü güzelliğe sahip genç bir adamın tablosu duruyordu ve onun biraz önünde ise tabloyu resmeden sanatçının ta kendisi -Basil Hallward- oturuyordu. Sanatçı birkaç sene evvel aniden ortalıktan kaybolduğunda halk arasında bir telaş ve birçok tuhaf söylenti peyda olmuştu.
Muazzam bir hünerle sanatına döktüğü zarif ve alımlı surete bakarken ressamın yüzünde memnuniyetten kaynaklanan bir tebessüm belirdi ve orada kaldı. Fakat ressam, birden ayaklandı, gözlerini kapattı ve sanki uyanmaktan korktuğu ender bir rüyayı zihninin içinde hapsetmeye çalışıyormuş gibi parmaklarını göz kapaklarının üzerine koydu.
“Bu senin en iyi işin Basil, şimdiye kadar yaptığın en muhteşem şey.” dedi Lord Henry baygın bir şekilde. “Önümüzdeki yıl bunu mutlaka Grosvenor’a[1 - 19. yüzyılda özellikle deneysel sanat eserlerini sergilediği için eleştirilere maruz kalan sanat akademisi. (ç.n.)] göndermelisin. Akademi ziyadesiyle büyük ve bayağı. Oraya ne zaman gitsem ya insanlarla dolup taştığı için resimlere bakamıyorum -bu bir rezalet- ya da o kadar çok resim oluyor ki insanları görmeye fırsat bulamıyorum; bu daha da kötü. Cidden, bu resmi göndermen gereken tek yer Grosvenor.”
Ressam, tuhaf bir şekilde başını geriye savurarak -Oxford’dayken bu hareketi arkadaşlarını güldürürdü- “Bana kalırsa resmi hiçbir yere göndermemeliyim.” diye cevap verdi. “Hayır, hiçbir yere göndermeyeceğim onu.”
Lord Henry kaşlarını kaldırdı ve bolca afyon kattığı sigarasından kıvrım kıvrım çıkan, mavimsi ve tuhaf halkaların arasından şaşkın bir ifadeyle ressama baktı. “Hiçbir yere göndermeyecek misin? Ah canım arkadaşım, neden? Bir sebebin var mı? Siz ressamlar ne kadar tuhaf adamlarsınız?! Bu hayatta yaptığınız her şeyi itibar kazanmak için yapıyorsunuz. Ve itibar elde ettiğinizde ise bu itibarı sanki üstünüzden atmak istiyorsunuz. Bu tutumunuz çok gülünç, nitekim dünyada insanların bahislerine konu olmaktan daha kötü bir şey varsa o da hiçbir bahse konu olmamaktır. Bunun gibi bir portre İngiltere’deki tüm gençleri geride bırakmanı ve tüm ihtiyarları da kıskandırmanı sağlayabilir; tabii ihtiyarlar hâlâ bir şeyler hissedebiliyorlarsa.”
“Bana güleceğini biliyorum.” dedi. “Ancak resmi gerçekten sergileyemem. Ona kendimden çok fazla şey kattım.”
Lord Henry divanın üstünde gerindi ve güldü.
“Evet, güleceğini biliyordum ama bu böyle, aynen söylediğim gibi.”
“Kendinden çok fazla şey mi kattın?! İnanamıyorum sana Basil. Bu kadar kibirli olduğunu bilmezdim ve ben, o kaba, sert yüzün ve kömür karası saçlarınla senin ve sanki fildişi ile gül yapraklarından yaratılmış bu genç Adonis’in arasında herhangi bir benzerlik göremiyorum. Dinle, sevgili Basil; o bir Narkissos, öte yandan senin yüzünde bilgelik taşıyan bir ifade yok diyemem. Fakat güzellik, yani gerçek güzellik bilgeliğin başladığı yerde son bulur. Bilgelik başlı başına bir mübalağadır, yüzlerdeki ahengi yok eder. Her kim oturup düşünmeye başlasa anında yekpare bir burun veya alın hâline gelir veya bir çirkinlik abidesine dönüşür. Bilgelikle başarı kazanmış meslek erbaplarına bir bak. Ne karda çirkinler! Tabii ki, kilisedekiler hariç. Ama ne var ki, kilisedekiler de düşünmezler. Bir papaz, on sekiz yaşında bir çocukken kendisine anlatılanları, seksen yaşında anlatmaya devam eder ve bunun doğal bir sonucu olarak, her daim kusursuz bir letafete sahiptir. Bu, ismini bir türlü benimle paylaşmadığın ancak resmi beni benden alan gizemli genç arkadaşın hiç düşünmüyor. Bundan adım gibi eminim. Kışın çiçeklerden mahrum kaldığımızda, yazın zihinlerimizi serinletmeye ihtiyaç duyduğumuzda yanımızda olması gereken, akılsız ve güzel bir yaratık o. Kendini methetme Basil, ona bir nebze olsun benzemiyorsun.”
Sanatçı “Beni anlamıyorsun Harry.” diye cevap verdi. “Tabii ki ona benzemiyorum. Bunun farkındayım. Açıkçası, ona benzemek beni kahrederdi. Sen istediğin kadar omuzlarını silkebilirsin. Sana doğruyu söylüyorum. Bedensel ve zihinsel tüm üstünlükler, musibeti; tarih boyunca kralların tereddütlü adımlarını izleyip duran bir musibeti peşinden sürükler. İnsanın hemcinsleri arasında sivrilmemesi daha iyidir. Çirkinler ve aptallar, bu dünyanın sefasını sürerler. Rahatlarını bozmadan, ağızları açık bir şekilde dönen oyunları izlerler. Zafere dair hiçbir şey bilmiyor olabilirler ama aynı zamanda yenilgiden de haberdar değildirler. Hepimizin aslında yaşaması gerektiği gibi yaşarlar; rahatsız edilmeden, sivrilmeden ve huzurlarını hiç bozmadan. Ne başkalarına eziyet verirler ne de yaban ellerin hoyratlığına maruz kalırlar. Senin statün ve servetin Harry, benim -eh değer her ne ise-aklım ve sanatım, Dorian Gray’in güzelliği… Hepimiz Tanrı’nın bize bahşettiği şeylerin cefasını ziyadesiyle çekeceğiz.”
“Dorian Gray mi? İsmi bu mu?” diye sordu Lord Henry, atölyenin öbür yanında oturan Basil Hallward’a doğru yürürken.
“Evet, ismi bu. Aslında ismini sana söylemek gibi bir niyetim yoktu.”
“Peki neden?”
“Ah, bunu açıklayamam. Birisini çok sevdiğimde onun ismini kimseyle paylaşmam. Bunu yapmak, sanki o insanın bir parçasından vazgeçmek gibi benim için. Mahremiyeti sever oldum zamanla. Bu, günümüz yaşantısını gizemli ve fevkalade kılan yegâne şeymiş gibi geliyor bana. Birisi onu sakladığında, en aleni şey bile latif bir hâl alıyor. Artık ne zaman şehir dışına çıksam, etrafımdaki insanlara nereye gittiğimi hiç söylemiyorum. Söylesem, yaşadığım tüm keyif yok olacak. Bu saçma bir alışkanlık, bunu söylemekten çekinmiyorum; ancak bana öyle geliyor ki, insanın hayatına fazlasıyla romantizm katıyor bence. Sanıyorum bu yüzden benim bir aptal olduğumu düşünüyorsundur?”
“Hiç de değil.” diye cevap verdi Lord Henry. “Hiç de değil sevgili Basil. Evli olduğumu unutmuş gibi konuşuyorsun; ayrıca evlilik kurumunun cazibelerinden biri de yalana dayalı bir hayatı taraflar için mutlak biçimde gerekli kılmasıdır. Ben eşimin nerede olduğunu asla bilmem ve eşim de benim neler yaptığımı bilmez. Bir araya geldiğimiz zamanlarda -ki ara sıra bir araya geliyoruz- beraber yemek yediğimizde veya dükü ziyaret ettiğimizde, en ciddi tavrımızı takınıp birbirimize duyabileceğin en saçma hikâyeleri anlatıyoruz. Eşim bu konuda oldukça iyi ve doğruyu söylemek gerekirse benden çok daha başarılı. Randevu tarihlerini asla şaşırmaz ama ben bunu hep yaparım. Yine de ne zaman beni yakalasa hiç mesele çıkarmaz. Bazen tartışma çıkarmasını isterim, ama o buna gülümseyip geçer.”
Bahçeye açılan kapıya doğru yürürken “Evliliğin hakkında bu şekilde konuşman hiç hoşuma gitmiyor Harry.” dedi Basil Hallward. “Bana kalırsa sen gerçekten çok iyi bir eşsin ama kendi erdemlerinden çok utanıyorsun. Sen sıra dışı bir adamsın. Asla ahlaki bir söz söylemez ve yanlış bir iş de yapmazsın. Alaycı tavırların bütünüyle bir maske.”
“Tabii olmak başlı başına bir maske ve benim gördüğüm en rahatsız edici maske!” diye haykırdı Lord Henry gülerek.
İki adam birlikte bahçeye çıktılar ve büyük bir taflanın gölgesi altında duran, bambu ağacından yapılmış, uzunca bir banka kuruldular. Güneş ışığı parlak yaprakların arasından sızıyordu. Ürkek, beyaz papatyalar çimenlerin arasında titriyorlardı.
Lord Henry, biraz durup saatini çıkardı. “Korkarım gitmem gerekiyor Basil.” diye mırıldandı. “Gitmeden önce, biraz evvel sorduğum bir sorunun cevabını vermen konusunda ısrar edeceğim.”
Gözleri yere sabitlenmiş bir şekilde “Nedir o?” dedi ressam.
“Gayet iyi biliyorsun.”
“Bilmiyorum Harry.”
“Peki, sana ne olduğunu söyleyeceğim. Dorian Gray’in resmini neden sergilemeyeceğini açıklamanı istiyorum. Gerçek nedenini söylemeni istiyorum.”
“Sana gerçek nedenini söyledim.”
“Hayır, söylemedin. Bana, resme kendinden çok fazla şey kattığın için sergilemeyeceğini söyledin. Ve bu çocukça bir açıklama.”
“Harry!” dedi Basil Hallward, doğrudan adamın yüzüne bakarak. “Duygularla resmedilen her portre, sanatçının portresidir; modelin değil. Model sadece bir tesadüf, bir vesiledir. Ressamın açığa vurduğu model değildir. Ressam o renkli tuvalin üzerinde aslında kendi tecellisini yansıtır. Bu resmi sergilemeyecek olmamın nedeni, korkarım onun üzerinde kendi ruhumun sırlarını göstermiş olmamdır.”
Lord Henry güldü. “Peki nedir o?” diye sordu.
“Sana söyleyeceğim.” dedi Hallward, fakat yüzünde bir tereddüt ifadesi belirdi.
Gözlerini ona çevirdi ve “Pürdikkat bekliyorum Basil.” diye devam etti ahbabı.
Ressam “Ah, aslında anlatacak çok bir şey yok Harry.” diye karşılık verdi. “Ve korkarım anlatacağım şeyi pek anlamayacaksın. Belki de inanmakta güçlük çekeceksin.”
Lord Henry tebessüm etti ve eğildi, pembe taç yapraklı bir papatya koparıp incelemeye başladı. “Anlayacağım konusunda hiç şüphem yok.” diye cevap verdi, çiçeğin ortasındaki küçük, beyaz tüyleri olan, altın rengi kısma bakarken. “Ve inanmak konusuna gelecek olursak; ben, tamamen inanılmaz olması şartıyla, her şeye inanabilirim.”
Rüzgâr, ağaçları sallayarak kimi çiçeklerini döktü, bir araya toplanmış yıldızları andıran yapraklarının ağırlığıyla leylak çiçekleri sakin havanın içinde ileri geri sallandılar. Duvarın hemen yanında bir ağustos böceği cırlamaya başladı, mavi bir ipliği andıran, ince ve uzun yusufçuk böceği, şeffaf kahverengi kanatlarını çırpıp süzülerek, geçip gitti. Lord Henry bir an için Basil Hallward’ın kalp atışlarını duyar gibi oldu, kendisini neyin beklediğini çok merak ediyordu.
Biraz sonra ressam “Hikâye özetle şöyle.” dedi. “İki ay evvel Leydi Brandon’lardaki büyük bir davete katıldım. Biz fukara sanatçıların, arada bir topluma kendimizi göstermemiz gerektiğini bilirsin; onlara bizim birer yabani olmadığımızı hatırlatmak için yaparız bunu. Koyu renk bir ceket giyip beyaz bir kravat takmıştım, hatırlarsın, bir seferinde bana herkesin, hatta bir borsa simsarının bile bu kıyafetlerle medeni bir imaj yaratabileceğini söylemiştin. Her neyse, odalardan birinde on dakika takıldım ve kocaman abartılı elbiseler içindeki gösteriş meraklısı kadınlarla ve insanı canından bezdiren akademisyenlerle konuşurken aniden birinin bana baktığını fark ettim. Yana doğru döndüm ve Dorian Gray’i ilk kez o an gördüm. Bakışlarımız buluştuğunda elimin ayağımın boşaldığını hissettim. Üzerime nadiren hissettiğim bir korku hissi hücum etti. İzin verdiğim takdirde, sadece kişiliği ile benim tabiatımı, bütün ruhumu, bizzat sanatımı istila edebilecek kadar büyüleyici bir şahsiyetle karşı karşıya olduğumu anladım. Hayatımda hiçbir haricî tesire yer vermek istemezdim. Sen de bilirsin Harry, ben yapım gereği bağımsız bir adamımdır. Her zaman kendi kendimin efendisi olmuşumdur, en azından Dorian Gray ile tanışana kadar bu böyleydi. Ama sonra… Bunu sana nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Sanki bir şey bana hayatımda korkunç bir buhranın eşiğinde olduğumu söylüyordu. Kaderin benim için muazzam zevkler ve acılar hazırladığına dair tuhaf bir his kapladı içimi. Dehşete kapılıp odayı terk ettim. Bunu bilinçli olarak yapmamıştım: Bu bir tür korkaklık refleksiydi. Kaçmaya çalışmamın yükümlülüğü bana ait değil.”
“Şuur ve korkaklık aslında aynı şeyler Basil. Şuur sadece vitrindeki ismi. O kadar.”
“Buna inanmıyorum Harry, senin de inandığını düşünmüyorum. Gelgelelim, o anki dürtülerim her ne ise -ki bu gurur olabilir, nitekim o zamanlar çok mağrur birisiydim- beni kesinlikle kapıya doğru yöneltmişti. Orada, hâliyle, Leydi Brandon engeline takıldım. ‘Bu kadar erken ayrılmıyorsunuz değil mi Bay Hallward?!’ diye bağırdı. Onun o tuhaf tiz sesini biliyorsun, değil mi?”
Lord Henry uzun ve sinirli parmaklarıyla papatyanın yapraklarını koparırken, “Evet, o kadın güzelliği hariç her yönüyle tavus kuşuna benziyor!” dedi.
“Ondan bir türlü kurtulamadım. Beni asilzadelerin, yüksek rütbeli insanların ve devasa taçlar takmış, papağan burunlu yaşlı kadınların yanlarına sürükledi. Benden sanki en yakın arkadaşıymışım gibi bahsetti. Onunla ömrümde sadece bir defa karşılaşmıştım, ama o beni herkesle tanıştırmayı kafasına koymuştu. Sanıyorum o zamanlarda bazı resimlerim ciddi başarı elde etmişti, en azından ucuz gazetelerde eserlerin bahsi geçmişti ki bu on dokuzuncu yüzyıl standartlarında ölümsüzlük demektir. Şahsiyetiyle çok tuhaf bir biçimde heyecanlanmama neden olan bu genç adamla bir anda yüz yüze geldim. Çok yakındık, neredeyse birbirimize değecektik. Bakışlarımız tekrar buluştu. Pervasızca davrandığımı biliyorum ama yine de Leydi Brandon’dan bizi tanıştırmasını istedim. Her şeye rağmen, belki o kadar da pervasız bir hareket değildi. Âdeta kaçınılmazdı. Hiçbir girizgâha ihtiyaç duymaksızın muhabbet etmiştik. Bundan şüphem yok. Daha sonra Dorian da bana aynısını söyledi. Tanışmamızın kaderimizde yazılı olduğunu o da hissetmiş.”
“Peki Leydi Brandon bu fevkalade genç adam için neler söyledi?” diye sordu arkadaşı. “Tüm misafirleri hakkında çabucak özet geçmek için can attığını biliyorum. Beni, her tarafı nişaneler ve rozetlerle kaplı, zalim ve kırmızı suratlı bir beyefendinin karşısına dikip, odadaki herkesin duyabileceği bir tonda, adam hakkındaki dehşet verici detayları kulağıma tısladığını hatırlıyorum. Resmen kaçmıştım. Ben insanları kendi kendime tanımayı tercih ederim. Fakat Leydi Brandon’ın misafirlerine karşı tutumu, bir müzayedecinin sattığı mallara karşı tutumundan farksız. Ya onların neyi var neyi yoksa ortaya döker ya da sana onlar hakkında öğrenmek istediklerin haricindeki her şeyi anlatır.”
Hallward, “Zavallı Leydi Brandon! Çok üstüne gidiyorsun Harry!” dedi kayıtsız bir ifadeyle.
“Sevgili dostum, o kadın bir salon sahibi olmak istedi ve sadece bir restoran açmayı başardı. Onu takdir etmem nasıl mümkün? Lütfen anlatır mısın? Dorian Gray hakkında neler söyledi?”
“Ah şöyle bir şeydi: ‘Yakışıklı bir genç adam; sevgili anneciği ve ben hiç ayrılmayız. Ne yaptığını hep unuturum, korkarım hiçbir şey yapmıyor, ah, evet piyano çalıyor, yoksa keman mı çalıyordunuz saygıdeğer Bay Gray?’ İkimiz de kendimizi gülmekten alıkoyamadık ve anında dost olduk.”
Başka bir papatya koparırken “Gülmek bir dostluk için hiç de fena bir başlangıç değil ve hatta en iyi nihayettir.” dedi genç lord.
Hallward başını salladı. “Sen dostluğun ne olduğunu bilmiyorsun Harry.” diye homurdandı. “Ve dolayısıyla düşmanlığı da bilmiyorsun. Sen herkesi seversin; başka bir deyişle, senin için kimse diğerinden farklı değil.”
Şapkasını geriye atıp, parlak beyaz renkte, sökülmüş bir ipek kumaşın çilelerini andıran, yaz mevsimine özgü turkuaz mavisi gökte sürüklenen küçük bulutlara bakarken “Çok haksızlık ediyorsun!” diye bağırdı Lord Henry. “Evet son derece haksızsın. İnsanlar arasında ziyadesiyle fark gözetirim. Dostlarımı hoş görünümlü insanlardan, tanışlarımı iyi karakterli insanlardan ve düşmanlarımı ise zeki insanlardan seçerim. İnsan düşman seçerken yeterince temkinli davranamaz. Benim hiç aptal bir düşmanım yok. Hepsi belli bir zihinsel kapasiteye sahip ve sonuç olarak hepsi benim kıymetimin farkında. Bu beni kibirli biri yapar mı? Bence fazlasıyla yapar.”
“Haklı olabilirsin Harry. Fakat senin sınıflandırmana göre ben senin için sadece bir tanışım.”
“Ah sevgili Basil, sen bir tanıştan çok daha ötesisin.”
“Ve bir dosttan daha azısın. Bir tür kardeş gibi, sanırım?”
“Ah, kardeşler! Kardeşlerden hoşlanmam. Ağabeyim ölmek bilmiyor ve küçük kardeşlerim ise ölmekten başka bir şey yapmıyor.”
Hallward kaşlarını çatarak, “Harry!” diye haykırdı.
“Sevgili dostum, beni bu kadar ciddiye alma. Yine de akrabalarımdan tiksinmek konusunda elimden bir şey gelmiyor. Sanırım bunun altında yatan neden, hiçbirimizin kendi hatalarımızı başka insanlarda görmeye dayanamamasıdır. İngiliz demokrasisinin yüksek sınıfın ayıpları dedikleri şeye karşı beslediği öfkeyi gerçekten anlayabiliyorum. Avam kesimi ayyaşlığın, aptallığın ve ahlaksızlığın kendilerine özgü hasletler olarak kalması gerektiğine inanıyor, ayrıca bizlerden biri kendini gülünç duruma düşürdüğünde onların çöplüğüne izinsiz girdiğimizi düşünüyorlar. Zavallı Southwark boşanma davası için mahkemeye çıktığında, avamın öfkesi görülmeye değerdi. Hem zannetmiyorum ki işçi kesiminin onda biri dürüst bir hayat sürüyor olsun.”
“Söylediklerinin bir kelimesine bile katılıyorum diyemem, ayrıca Harry, bence sen de kendi söylediklerine inanmıyorsun.”
Lord Henry sert, kahverengi sakalını okşadı ve püsküllü, fildişi bastonuyla rugan ayakkabılarının topuklarına vurdu. “Tam bir İngiliz’sin Basil! Aynı görüşü ikinci kez belirtiyorsun. Şayet gerçek bir İngiliz beyefendisi bir fikir ileri sürerse -ki bu çok cüretkâr bir davranıştır- bu fikrin doğru mu yoksa yanlış mı olduğuna dair bir değerlendirme yapmayı aklından bile geçirmez. Değerlendirme yapacak kadar önem atfettiği tek husus, bu fikre kendisinin de inanıp inanmadığıdır. Yani, bir fikrin taşıdığı değer ile o fikri beyan eden adamın samimiyeti arasında hiçbir bir ilişki yoktur. Doğrusu, bir adam ne kadar samimiyetsiz ise beyan ettiği fikir o denli irfan doludur; bu şartlar altında fikir, adamın istekleri, arzuları veya ön yargıları ile kirletilmemiş olur. Ne var ki, benim amacım siyasi, sosyolojik veya metafizik konuları seninle tartışmaya açmak değil. Ben ilkelerden ziyade insanları severim ve özellikle de ilkesiz insanları bu dünyadaki her şeyden daha çok severim. Bana Dorian Gray hakkında biraz daha fazla bilgi ver. Onu ne sıklıkla görüyorsun?”
“Her gün. Onu her gün görmezsem rahat edemem. Ona resmen ihtiyaç duyuyorum.”
“Ne kadar tuhaf! Sanatından başka hiçbir şeyi umursamadığını sanıyordum.”
Ressam usulca, “Bana göre artık benim bütün sanatım ondan ibaret.” dedi. “Harry, bazen düşünüyorum, bence dünya tarihinde önem arz eden sadece iki an mevcut: Birincisi sanat için yeni bir aracın ortaya çıkışı ve ikincisi de yine sanat için yeni bir şahsiyetin ortaya çıkışıdır. Venedikliler için yağlı boyanın icadı ne anlama geliyorsa, Antinous’un çehresi son dönem Yunan heykelciliği için ne ifade ediyorsa, bir gün Dorian Gray’in yüzü de benim için aynı anlamı ve ifadeyi taşıyacak. Yaptığım şey onu resmetmek, çizmek veya onun eskizlerini yapmak değil sadece. Elbette bunları da yaptım. Ama o, benim için bir modelden çok daha fazlası. Sana onunla ilgili çalışmalarımdan memnun olmadığımı veya sahip olduğu güzelliğin sanatla ifade edilemeyeceğini söyleyecek değilim. Sanatın ifade edemeyeceği hiçbir şey yoktur, ayrıca Dorian Gray’le tanıştıktan sonra yaptığım işlerin gayet başarılı çalışmalar, hayatımdaki en iyi işler olduğunu biliyorum. Beni anlayabilir misin bilmiyorum, ama tuhaf bir biçimde, onun kişiliği bana tamamen yeni bir sanat tarzı, yepyeni bir üslup kazandırdı. Her şeyi daha farklı görüyor, daha farklı idrak ediyorum. Artık benden şimdiye kadar saklanmış bir üslupla hayatı yeniden yaratabiliyorum. ‘Efkâr günlerinde bir suretin hayali’ sözünü kim söylemişti hatırlamıyorum ama Dorian Gray, bu ifadenin bendeki karşılığıdır. Henüz yirmili yaşlarında olmasına rağmen gözümde bir çocuktan farklı değil ancak bu delikanlının gözle görülen, evet sadece görünen varlığı benim için böyle bir anlam ifade ediyor! Acaba bu söylediklerimin manasını idrak edebiliyor musun? Bu delikanlı, bilinçsiz bir şekilde benim için yeni bir akımın sınırlarını çiziyor; aşkın ruhunun bütün tutkusunu, Yunan ruhunun bütün mükemmelliğini içinde barındıran bir akım… Ruh ve bedenin ahengi; bu ne muazzam bir şeydir! Bizler aptallığımızdan ötürü bu ikisini ayırdık ve gerçekçilik adı altında kabalığı, idealcilik kisvesi altında anlamsızlığı icat ettik. Harry! Dorian Gray’in bana ne ifade ettiğini keşke anlayabilseydin! Agnew’u[2 - Thomas Agnew&Sons. İngiltere’nin önde gelen sanat galerilerindendir. (y.n.)] teklif ettiği yüksek meblağa rağmen vazgeçmediğim manzara tablomu hatırlıyor musun? Bu yaptığım en iyi şeylerden birisiydi. Peki neden? Çünkü ben o tabloyu yaparken, Dorian Gray yanımda oturdu. Ondan bana, idrak etmesi çok güç bir etki geçti ve hayatımda ilk defa, düz bir ağaçlık arazide hep aradığım ve her zaman hasretini çektiğim o mucizeyi gördüm.”
“Basil bu olağanüstü bir şey! Bu Dorian Gray’i mutlaka görmem lazım.”
Hallward oturduğu yerden kalktı ve bahçede bir aşağı bir yukarı yürüdü. Bir süre sonra geri geldi. “Harry…” dedi. “Dorian Gray, benim için sadece sanat yapmamda itici güdü. Sen onda hiçbir şey görmeyebilirsin. Ben ise onda her şeyi görüyorum. Onun mevcudiyeti, eserimde sureti yer almadığında olduğundan daha fazla değil. Daha önce söylediğim gibi, o yeni bir tarzın telkini. Onu belli birtakım çizgilerin kıvrımlarında, kimi renklerin güzelliğinde ve ince detaylarında seziyorum. Hepsi bu.”
Lord Henry “O hâlde neden portresini sergilemiyorsun?” diye sordu.
“Çünkü kasıtsız da olsa tüm bu tuhaf, sanatçı putperestliğinin ifadesini o portreye aktardım. Pek tabii, şimdiye kadar bu husustan ona bahsetme zahmetine hiç girmedim. Bundan hiç haberi yok. Bunu hiçbir zaman öğrenmemeli. Fakat dünya bu çıkarımı yapabilir ve ruhumu onların meraklı gözlerine ifşa etmeye niyetim yok. Gönlüm asla onların mikroskoplarının altına koyulamaz. Bu eserde kendimden çok fazla şey var Harry; bunda çok fazla ben varım!”
“Şairler senin kadar evhamlı değiller. Onlar, tutkunun yayıncılık için ne kadar faydalı olduğunu çok iyi bilir. Bugünlerde kırık bir kalp çok baskı yapıyor.”
“Bu yüzden onlardan tiksiniyorum!” diye bağırdı Hallward. “Bir sanatçı güzel şeyler yaratmalıdır, fakat ona kendi hayatına ait hiçbir şey katmamalıdır. Yaşadığımız devirde, insanlar sanata sanki bir tür otobiyografiymiş gibi bakıyor. Soyut güzellik algısını unuttuk resmen. Bir gün dünyaya bunun ne olduğunu göstereceğim ve bu nedenle dünya Dorian Gray portremi asla görmemeli.”
“Bence yanılıyorsun Basil, ama seninle tartışmayacağım. Her kim tartışırsa orada entelektüellik kaybeder. Söyle bakalım, Dorian Gray senin üzerine titriyor mu?”
Sanatçı birkaç dakika düşündü. Biraz duraksadıktan sonra “Beni sever.” diye cevap verdi. “Beni sevdiğini biliyorum. Tabii ki onu fazlasıyla methediyorum. Söylediğim için pişman olmam gerektiğini bildiğim şeyleri ona söylemekten tuhaf bir zevk duyuyorum. Çoğu zaman bana çok sevimli geliyor, atölyede oturuyoruz ve bir sürü konudan bahsediyoruz. Ne var ki, bazen inanılmaz derecede düşüncesiz biri oluyor ve bana acı vermekten ciddi manada keyif alıyormuş gibi görünüyor. Ardından Harry, ruhumu tamamen, sanki ceketine taktığı bir çiçek, sattığı cakayı sevimli göstermek için kullandığı bir süs, yaz günü taktığı bir aksesuar muamelesi yapan birine teslim ediyormuş gibi hissediyorum.”
“Basil, yaz günlerini de arkamızda bırakmak üzereyiz.” diye mırıldandı Lord Henry. “Belki ondan evvel bıkacaksın. Bu düşünmesi elem verici bir şey fakat dehanın güzellikten daha uzun ömürlü olduğu inkâr edilemez bir gerçek. Bu gerçek, o kadar acı verdiği hâlde neden kendimizi bu denli eğitime verdiğimizi de açıklıyor. Bu çetin varoluş mücadelesinde, sürüp gidecek bir şeylerin peşinde koşuyoruz ve yerimizi tutmak gibi beyhude bir umutla zihnimizi saçmalıklarla ve olgularla dolduruyoruz. Ciddi manada irfan sahibi olmuş bir adam; işte modern ülkü bu. Ve ciddi manada irfan sahibi olan kişinin aklı dehşet verici bir şey. Tıpkı bir süs eşyası dükkânı gibi, her yerde canavarlar ve tozlar, her şeye hak ettiğinin üzerinde bir değer biçilmiş. Ne olursa olsun, önce sen sıkılacaksın. Bir gün arkadaşına bakacaksın ve o taslağın biraz dışına çıkmış gibi görünecek veya o anki rengin tonunu beğenmeyeceksin yahut herhangi başka bir neden olacak. Acı bir biçimde onu kendi gönlünde ayıplayıp gerçekten sana çok kötü davrandığına kanaat getireceksin. Sonrasında seni aradığında tam anlamıyla buz gibi ve kayıtsız kalacaksın. Gerçekten yazık olacak, nitekim bu seni değiştirecek. Bana anlattığın şeyler gerçek bir aşk, sanat aşkı diyebiliriz. Ve ne çeşit olduğu fark etmeksizin aşkın tezahürünün en kötü yanı, bittiğinde muhatabını aşksız bırakmasıdır.”
“Harry, böyle konuşma. Yaşadığım müddetçe, Dorian Gray’in şahsiyeti üzerimdeki hâkimiyetini sürdürecek. Sen benim hissettiğim şeyi hissedemezsin. Sen sürekli bir değişim hâlindesin.”
“Ah sevgili Basil, tam da bu sebepten hissettiklerini hissedebilirim. Sadıklar, aşkın sadece değersiz kısmından haberdardır: Aşkın felaketlerini sadakatsiz olanlar bilir.” Ve Lord Henry, sanki tüm dünyayı bir kalıpla özetlemişçesine kendini bilen ve tatminkâr bir edayla zarif, gümüş bir tabakadan sigarasını çıkarıp tüttürmeye başladı. Parlak yeşil sarmaşık yapraklarının arasında cıvıldayan serçelerin çıkardığı hışırtıları vardı ve çimlerin üzerinde, kırlangıçlar gibi birbirlerini kovalayan bulutların mavi gölgeleri geçiyordu. Bahçede muazzam bir huzur hâkimdi! Ve diğer insanlar çok latif duygular içindeydi! Ona göre, akıllarından geçen düşüncelerden çok daha güzeldi bu duygular. Kişinin kendi ruhu ve dostlarının tutkuları; hayattaki büyüleyici şeyler bunlardı. Kendi kendine, sessiz bir keyifle Basil Hallward’ın yanında çok uzun kaldığı için atlattığı sıkıcı öğlen yemeğini düşündü. Eğer teyzesine gitseydi, muhakkak Lord Goodboody ile karşılaşacaktı ve orada sadece fakirleri beslemek ve kiralık evlerin gerekliliği hakkında muhabbet edeceklerdi. Her sınıf, kendi hayatlarında yer vermeye gerek duymadıkları erdemlerin önemi hakkında vaaz verecekti. Zenginler tutumluluğun ne kadar mühim olduğu ve işsiz avareler de çalışmanın onuru hakkında dil dökecekti. Tüm bunlardan kurtulmuş olmak çok güzeldi! Teyzesini düşündüğünde aklında bir fikir belirdi. Hallward’a doğru döndü ve “Sevgili dostum, şimdi hatırladım.” dedi.
“Neyi hatırladın Harry?”
“Dorian Gray’in adını nerede duyduğumu.”
Hafifçe somurtarak, “Nerede peki?” diye sordu Hallward.
“Bu kadar sinirlenme Basil. Teyzem Leydi Agatha’dan duydum. Doğu yakasında kendisine yardım edecek olan muhteşem bir delikanlı keşfettiğini anlattı bana ve o delikanlının adı Dorian Gray’di. Şunu da belirtmeliyim ki onun yakışıklı biri olduğunu hiç söylemedi. Kadınlar, güzelliği hiç takdir etmezler, en azından iyi kadınlar böyledir. Çok ağırbaşlı ve zarif bir mizacı olduğunu söyledi. Bir seferinde gözlüklü, düz saçlı, acayip çilli ve kocaman ayakları üzerinde gezinen birini hayal etmiştim. Keşke onun senin dostun olduğunu bilseydim.”
“Bilmediğine çok sevindim Harry.”
“Neden?”
“Onunla tanışmanı istemiyorum.”
“Onunla tanışmamı istemiyor musun?”
“İstemiyorum.”
Uşak bahçeye geldi ve “Bay Dorian Gray atölyedeler efendim.” dedi.
“Beni hemen tanıştırmalısın!” diye haykırdı Lord Henry gülerek.
Ressam, güneş ışığı altında gözlerini kısarak duran hizmetçisine döndü. “Bay Gray’e beklemesini rica ettiğimi söyle Parker. Birkaç dakika içinde geliyorum.”
Adam eğildi ve yürümeye koyuldu.
Ardından ressam, Lord Henry’ye baktı. “Dorian Gray benim en yakın arkadaşım.” dedi. “Çok yalın ve güzel bir mizaca sahip. Teyzen onunla ilgili söylediklerinde haklıydı. Bu adamı heba etme. Onu etkilemeye çalışma. Senin yaratacağın etkiden fayda gelmez. Dünya oldukça büyük ve bir sürü olağanüstü insan yaşıyor üstünde. Sahip olduğu bütün zarafeti sanatıma bağışlayan yegâne insanı benden alma. Bir sanatkâr olarak hayatım onun ellerinde. İtiraz etme Harry, sana güveniyorum.” Tane tane konuşmuştu ve sanki kelimeler onun iradesi dışında ağzından çıkmıştı.
Gülümseyerek “Ne saçmalıyorsun sen?!” dedi Lord Henry ve Hallward’ın koluna girerek onu eve sürükledi.
2. BÖLÜM
İçeri girdiklerinde Dorian Gray’i gördüler. Piyanonun önünde oturmuş, sırtı onlara dönük bir şekilde, Schumann’ın Orman Manzaraları eserinin sayfalarını çeviriyordu. “Bunları bana ödünç vermelisin Basil!” diye haykırdı. “Bunları öğrenmek istiyorum. Çok etkileyiciler.”
“Bu, tamamen bugün nasıl oturacağına bağlı Dorian.”
Piyano sandalyesi üzerinde yaramaz ve fevri bir tavırla dönen delikanlı “Of, modellik yapmaktan bıktım, gerçek boyutlu bir portremin olmasını da istemiyorum.” diye karşılık verdi. Lord Henry’yi görünce yanaklarında bir anlığına ürkek bir allık belirdi ve ayağa kalktı. “Çok affedersin Basil, yanında birinin olduğunu bilmiyordum.”
“Bu beyefendi Lord Henry Wotton’dır Dorian, kendisi Oxford’dan eski bir arkadaşım. Ben de ona senin ne kadar mükemmel bir model olduğundan bahsediyordum ama sen her şeyi berbat ettin.”
Bir adım yaklaşıp, elini uzatarak “Yine de sizinle tanışma zevkini berbat etmediğinizi söyleyebilirim Bay Gray.” dedi Lord Henry. “Teyzem sizden pek çok kez bahsetmişti. Onun gözdelerinden birisiniz ve korkarım, aynı zamanda kurbanları arasındasınız.”
Yüzünde gülünç bir pişmanlık ifadesiyle “Artık Leydi Agatha’nın kara listesine girdim.” diye karşılık verdi Dorian. “Geçtiğimiz salı günü, onunla Whitechapel’da bir cemiyet kulübüne gideceğime söz vermiştim ama sonra bunu hepten unuttum. Onunla birlikte düet yapmayı planlamıştık, üç şarkıydı zannediyorum. Bana ne der bilmiyorum. Onu ziyaret etmeye çok çekiniyorum.”
“Ah, teyzemle aranızı düzelteceğim. Size pek düşkündür kendileri. Ayrıca oraya gitmemiş olmanızın çok da sorun teşkil edeceğini sanmıyorum. Dinleyiciler zaten düet yaptığını sanmıştır. Nitekim Agatha teyzem piyanonun başına oturduğunda iki kişiye denk gürültü çıkarmayı başarır.”
“Bu onun için kötü bir durum ve benim için de pek hoş değil.” diye cevapladı Dorian gülerek.
Lord Henry gözlerini ona çevirdi. Evet, incecik, kıvrımlı, al dudaklarıyla, parlak mavi gözleriyle ve altın sarısı, kıvırcık saçlarıyla gerçekten de eşsiz bir güzelliğe sahipti. Yüzünde, insanların ona anında güvenmelerini sağlayan bir şey vardı. Gençliğin getirdiği tüm samimiyetin yanı sıra, yine gençliğe ait ateşli bir masumiyet de çehresinde yer etmişti. Hiçbir leke almadan kendini dünyadan sakınmış denilebilirdi. Basil Hallward’ın onu taparcasına sevmesi çok doğaldı.
Lord Henry, “Siz, hayır işleriyle ilgilenemeyecek kadar çekicisiniz Bay Gray, ziyadesiyle sevimlisiniz.” dedi ardından kendini divanın üstüne attı ve tabakasını açtı.
Bu sırada ressam, boyalarını karıştırmakla ve fırçalarını hazırlamakla meşguldü. Endişeli bir hâli vardı, Lord Henry’nin son sözlerini duyduğunda bakışlarını ona çevirdi, bir anlığına duraksadı ve “Harry, bu resmi bugün bitirmek istiyorum. Senden gitmeni istesem kabalık etmiş olduğumu düşünür müsün?” dedi.
Lord Henry gülümseyerek Dorian Gray’e baktı. “Gideyim mi Bay Gray?” diye sordu.
“Ah, lütfen kalın Lord Henry. Görünen o ki, Basil’in aksiliği yine üzerinde ve o bu hâldeyken ona katlanmak benim için çok güç oluyor. Ayrıca, neden hayır işlerine dâhil olmamam gerektiğini bana anlatmanızı istiyorum.”
“Size bunu anlatmalı mıyım bilmiyorum Bay Gray. Bu o denli sıkıcı bir konu ki, bu husustan ciddiyetle bahsetmek gerekir. Fakat şu an benden kalmamı istediğiniz için kaçıp gidecek değilim. Senin için sorun olmaz, değil mi Basil? Modellerinin sohbet edebilecekleri birilerinin olmasını istediğini söylerdin bana hep.”
Hallward dudağını ısırdı. “Şayet Dorian istiyorsa elbette kalabilirsin. Dorian’ın dilekleri herkes için emirdir, kendisi hariç.”
Lord Henry şapkasını ve eldivenlerini aldı. “Çok ısrarcısın Basil, ancak korkarım gitmek zorundayım. Orleans’ta bir dostumla buluşacağıma söz verdim. Hoşça kalın Bay Gray. Bir öğleden sonra Curzon Sokak’a beni görmeye gelin. Saat beşte hep evde olurum. Geleceğiniz zaman bana yazın. Siz geldiğinizde evde olmamak beni üzer.”
“Basil!” diye bağırdı Dorian Gray. “Eğer Lord Henry Wotton giderse ben de giderim. Resim yaparken hiç ağzını açmıyorsun, bir platform üzerinde dikilip hâlimden memnunmuş gibi görünmeye çalışmak inanılmaz derecede sıkıcı bir şey. Ondan kalmasını rica et. Bunda ısrar ediyorum.”
Çizdiği resme dikkatle bakarken, “Kal Harry, hem Dorian’ın hem de benim hatırım için kal.” dedi Hallward. “Söyledikleri çok doğru, çalışırken asla konuşmam ve söylenenleri dinlemem. Bu durum modellerim için son derece can sıkıcı olsa gerek. Senden kalmanı rica ediyorum.”
“Peki Orleans’ta buluşacağım arkadaşıma ne olacak?”
Ressam güldü. “Bunun herhangi bir sorun teşkil edeceğini sanmıyorum. Tekrar otur Harry. Dorian platforma çık ve çok fazla kıpırdama, Lord Henry’nin söylediklerine de fazla kulak asma. Ben hariç, arkadaşları üzerinde gerçekten kötü bir etkisi vardır.”
Dorian Gray genç bir Antik Yunan şehidi edasıyla platformun üzerine adım attı ve büyük bir yakınlık hissettiği Lord Henry’ye dönerek, hoşnutsuzluğunu ifade etmek için dudaklarını hafifçe büzdü. Lord, Basil gibi değildi. İkisi şahane bir zıtlık oluşturuyorlardı. Ayrıca sesi çok güzeldi. Birkaç dakika sonra Dorian Gray, “Gerçekten çok kötü bir etkiniz mi var Lord Henry? Basil’in söylediği kadar kötü mü?” diye sordu.
“İyi etki diye bir şey yoktur Bay Gray. Tüm etkiler ahlak dışıdır; bilimsel açıdan da ahlak dışıdır.”
“Neden?”
“Çünkü bir insanı etkilemek, ona kendi ruhunu vermektir. Etkilenen insan artık kendi özgün fikirlerini düşünemez veya kendine has tutkuların ateşiyle yanamaz. Erdemleri ona ait olmaz. Günahları -şayet günah diye bir şey varsa- eğretidir. Yabancısı olduğu bir müziğin yankısı, onun için yazılmamış bir senaryonun aktörü hâline gelir. Hayatın amacı, kendini geliştirmektir. İnsanın doğasını eksiksiz bir biçimde anlamak; işte bu hepimizin bu dünyaya gelme nedeni. Günümüzde insanlar kendilerinden korkuyorlar. En ulvi görevlerini, kendilerine karşı yükümlü oldukları görevi unuttular. Pek tabii, hepsi yardımsever şahsiyetler. Yoksulları doyuruyor ve garipleri baştan ayağa donatıyorlar. Lakin kendi ruhları aç ve çıplak kalıyor. Cesaret, soyumuzu terk etmiş durumda. Belki de hiç cesaretimiz olmadı. Ahlakın temelini oluşturan toplumdan çekinme, dinin sırrını teşkil eden Tanrı korkusu; bizlere hükmediyor. Hâl böyleyken…”
Kendini tamamen işine veren ve yalnızca delikanlının suratında daha önce hiç görmediği bir ifade oluştuğunu fark eden ressam “Uslu bir çocuk gibi başını hafif sağa çevir Dorian.” dedi.
Lord Henry, alçak ve ahenkli sesiyle, Eton Kolejindeki öğrenciliğinden beri, karakteriyle özdeşleşmiş olan zarif el hareketlerinin eşliğinde “Hâl böyleyken…” diye devam etti. “kanaatimce tek bir insan bile hayatını dolu dolu yaşasaydı, tüm duygularına hayat verseydi, her düşüncesini ifade etseydi, düşlerinin hepsini gerçekleştirseydi, dünya öyle büyük bir mutluluğa kavuşurdu ki, Orta Çağ’dan bu yana çektiğimiz tüm dertler unutulur ve Antik Helen ideasına, belki de Helen ideasından çok daha iyi ve zengin bir şeye geri dönebilirdik. Fakat aramızdaki en cesur adam bile kendinden korkar. Vahşi olanın kendini yok etme hasleti, hayatlarımızı mahveden kendini inkâr etme davranışında trajik bir biçimde varlığını sürdürmektedir. İnkârımızın cezasını çekmekteyiz. Boğmaya çalıştığımız her dürtü, aklımızda kuluçkaya yatar ve bizi zehirler. Beden bir kez günahını işler ve günahla işi biter; nitekim eylem, bir tür arınmadır. Sonrasında ise keyfin yâd edilmesinden veya pişmanlığın sunduğu zevkten başka hiçbir şey kalmaz geriye. Bir cazibeden kurtulmanın yegâne yolu o cazibeye kapılmaktır. Karşı koyduğumuz takdirde, bizzat koyduğu korkunç yasaların korkunç ve gayrimeşru kıldığı şeylere yönelik arzular eşliğinde ruhumuz kendine yasak ettiği şeylerin özlemiyle hasta düşer. Söylenen odur ki, dünyanın en muhteşem olayları zihinde gerçekleşir. Yerküre üzerindeki en büyük günahlar zihnimizde, yalnızca zihnimizde vuku bulur. Siz Bay Gray, gül kırmızısı gençliğinizle ve gül beyazı delikanlılığınızla bizzat siz dahi, tüylerinizi ürperten tutkulara kapıldınız, sizi dehşete düşüren düşünceleriniz oldu, uykularınızda ve uyanıkken, sadece hatırlamanın dahi yanaklarınıza utancın allıklarını süren hayallere daldığınız oldu…”
Dorian Gray “Yeter!” dedi titrek bir sesle. “Durun! Zihnimi bulandırıyorsunuz. Neden bahsettiğinizi anlamıyorum. Söylediklerinize karşılık bir cevap muhakkak vardır fakat ben o cevabı bilmiyorum. Konuşmayın. Düşünmeme müsaade edin. Daha doğrusu düşünmemeye çalışmak için bana izin verin.”
Ağzı açık ve garip bir şekilde parıldayan gözleriyle yaklaşık on dakika olduğu yerde durdu. İçine yepyeni etkilerin nüfuz ettiğinin belli belirsiz farkındaydı. Yeni olmalarına rağmen, hepsinin kaynağı kendi benliğiymiş gibiydi. Basil’in arkadaşının ağzından çıkan birkaç söz, şüphesiz ki gelişigüzel söylenmiş ve bilinçli bir çelişki barındıran bu birkaç söz, daha önce hiç temas edilmemiş, ancak o anda titrediğini ve tuhaf dürtüleri titrettiğini hissettiği bazı sırların tellerine değmişti.
Daha önce müzik benzer heyecanları uyandırmış, pek çok defa onu altüst etmişti. Fakat müziğin dili bariz değildi. Yeni bir dünya kurmuyordu, içimizde yeni bir kaos yaratıyordu. Kelimeler! Saf kelimeler! Ne kadar da korkunçtular! Aşikâr, yalın ve zalim kelimeler! İnsan onlardan kaçamazdı. Yine de bu sözlerde saklı bir büyü vardı! Biçimsiz şeylere yapay biçimler verebiliyordu, en az keman veya ud kadar hoş, kendilerine özgü müzikleri vardı. Safi kelimeler! Kelimeler kadar gerçek bir şey var mıydı?
Evet, delikanlılık çağlarında anlamadığı şeyler vardı. Şimdi onları anlıyordu. Hayat aniden coşkun renklere bürünmüştü onun gözünde. Daha önce hep ateşin üzerinde yürümüştü sanki. Neden anlamamıştı bunu?
Lord Henry gizli bir tebessümle onu izliyordu. Hiçbir şey söylememesi gerektiği o psikolojik anı çok iyi tanıyordu. Yoğun bir alaka beslediğini fark etti. Sözlerinin yarattığı ani tesir kendisini büyülemişti, on altı yaşında okuduğu, daha öncesinde çok az şey bildiğini ona gösteren bir kitabı hatırlarken Dorian Gray’in de benzer bir deneyim yaşayıp yaşamadığını merak etti. Yaptığı sadece havaya bir ok atmaktı. Ok hedefi bulmuş muydu? Genç adam ne kadar da büyüleyiciydi!
Hallward, sadece ve sadece kuvvetten gelen, sanat kapsamındaki gerçek inceliğe ve mükemmel zarafete sahip, ayrıca fevkalade cüretkâr dokunuşlarıyla resim yapmaya devam etti. Sükûnetin farkında değildi.
Dorian Gray “Basil, dikilip durmaktan yoruldum!” diye sızlandı. “Dışarı çıkıp bahçede oturmalıyım. Buradaki hava beni bunaltıyor.”
“Sevgili dostum, çok üzgünüm. Resim yaparken başka bir şey düşünemiyorum. Fakat daha önce hiç bu kadar güzel poz vermemiştin. Mükemmel bir biçimde sabittin. Ayrıca istediğim etkiyi yakalamıştım; hafif aralık dudaklar ve gözlerde parlak bir bakış. Harry sana ne anlatıyordu bilmiyorum, ancak sende harikulade bir ifade ortaya yaratmayı başarmıştı. Zannediyorum ki sana iltifatlar yağdırıyordu. Söylediği tek bir söze bile inanmamalısın.”
“Kesinlikle bana iltifat filan etmiyordu. Belki de bu yüzden söylediği sözlere inanmıyorumdur.”
Hülyalı, baygın gözlerle ona bakarken, “Sen de biliyorsun ki hepsine inanıyorsun.” dedi Lord Henry. “Seninle birlikte bahçeye çıkacağım. Atölyenin içi aşırı sıcak. Basil, bize buzlu içecekler ikram et. İçinde çilek de olsun.”
“Tabii ki Harry. Sen zili çal, Parker geldiğinde ona ne istediğinizi söylerim. Arka plan üzerinde çalışmalıyım, daha sonra size katılırım. Dorian’ı fazla oyalama. Bugün daha önce hiç olmadığı kadar iyi resim yapıyorum. Bu benim şaheserim olacak. Şu anki hâliyle bile benim şaheserim sayılır.”
Lord Henry bahçeye çıktığında Dorian Gray’i yüzünü muhteşem leylak çiçeklerinin arasına gömmüş, kokularını şarap misali içine çekerken buldu. Ona yaklaştı ve elini gencin omzuna koydu. “Bunu yapmakta sonuna kadar haklısın.” diye mırıldandı. “Duyulardan başka hiçbir şey ruhu iyileştiremez. Tıpkı duyuları ruhtan başka bir şeyin iyileştiremediği gibi.”
Delikanlı irkilerek geri çekildi. Başında şapka yoktu, yapraklar asi saç kıvrımlarını dağıtmış ve parlak saç tellerini birbirine karıştırmıştı. Gözlerinde, tıpkı aniden uyanan insanların yüzlerinde beliren, korkulu bir bakış vardı. Zarif biçimli burun delikleri kıpırdadı, gizli bir güç kırmızı dudaklarını soldurup titretti.
“Evet…” diye devam etti Lord Henry. “bu hayatın en büyük sırlarından birisidir; duyular sayesinde ruha deva bulmak ve ruh sayesinde de duyulara deva bulmak. Sen muhteşem bir yaratıksın. Zannettiğinden çok daha fazlasını biliyorsun, aynı şekilde bilmek istediklerinden de daha azını biliyorsun.”
Dorian Gray kaşlarını çattı ve başını diğer yöne çevirdi. Hemen yanında duran uzun boylu, ağırbaşlı genç adamı sevmekten kendini alamıyordu. Coşkulu, esmer yüzü ve yüzündeki yıpranmış ifade, ilgisini cezbediyordu. Baygın ses tonunda kesinlikle büyüleyici bir şeyler vardı. Dingin, beyaz, çiçekleri andıran elleri bile ender görülen bir cazibeye sahipti. O konuştuğunda tıpkı musiki gibi hareket ediyorlardı, kendilerine özgü bir dile sahiptiler sanki. Lakin ondan korkuyordu ve korktuğu için utanç hissediyordu. Neden kendini kendine aşikâr etme işi bir yabancıya kalmıştı ki? Basil Hallward’ı aylardır tanıyordu, ama arkadaşlıkları kendisinde hiçbir değişikliğe sebep olmamıştı. Birdenbire hayatın sırrını ona gösteren bir adam karşısına çıkmıştı. Peki korktuğu şey neydi? Bir okul çocuğu veya küçük bir kız değildi ki o. Korkmak çok anlamsızdı.
“Haydi gidelim, gölgede oturalım.” dedi Lord Henry. “Parker içeceklerimizi getirdi ve bu güneşin altında durmaya devam ederseniz pişeceksiniz ve Basil de asla resminizi yapmayacak. Kesinlikle güneş yanıklarından kaçınmalısınız. Bu hiç hoş olmaz.”
Bahçenin sonundaki sandalyeye otururken gülerek, “Ne fark eder ki?” diye haykırdı Dorian Gray.
“Sizin durumunuzda bu çok fark eder Bay Gray.”
“Neden?”
“Çünkü siz her şeyden daha değerli olan gençliğe sahipsiniz, gençlik sahip olmaya değer yegâne şeydir.”
“Ben böyle düşünmüyorum Lord Henry.”
“Doğru, şimdi böyle düşünmüyorsunuz. Bir gün, yani yaşlandığınızda, yüzü kırış kırış, çirkin bir adam olduğunuzda, düşünceler alnınızı çizgileriyle dağladığında, tutku dudaklarınızı korkunç alevleriyle mühürlediğinde bana hak vereceksiniz, hem de ziyadesiyle. Bugün, nereye giderseniz gidin büyülüyorsunuz. Bu hep böyle mi olacak? Olağanüstü güzellikte bir yüzünüz var Bay Gray. Kaşlarınızı çatmayın, doğruyu söylüyorum. Güzellik dehanın bir çeşididir; hiç şüphesiz, dehadan daha üstündür, bunu açıklamaya gerek yok. Dünyadaki en muazzam hakikatlerden birisidir; tıpkı gün ışığı, bahar mevsimi veya Ay ismini verdiğimiz gümüş güllenin karanlık sulardaki yansıması gibi. Sorgulanamaz. İlahi hâkimiyet hakkına sahiptir. Ona sahip olanları prens mertebesine yükseltir. Gülümsüyorsunuz? Ah! Onu kaybettiğinizde gülümsemeyeceksiniz… İnsanlar bazen güzelliğin yüzeysel bir şey olduğunu söyler. Belki de öyledir; ancak düşünceler kadar yüzeysel olmadığını söyleyebilirim. Bana kalırsa güzellik harikaların en üstünüdür. Görünüşe değer biçmeyenler sadece sığ kişilerdir. Dünyanın asıl gizemi görünür olandır, görünmeyen değil… Evet, Bay Gray, Tanrılar size lütufta bulunmuşlar. Ancak Tanrılar verdiklerini hızlı bir şekilde geri alır. Gerçekten, mükemmel ve dolu dolu yaşamak için sadece birkaç seneniz var. Gençliğiniz yitip gittiği zaman, güzelliğiniz de onunla birlikte sizi terk edecek ve elinizde övünecek hiçbir şeyin kalmadığını birden fark edeceksiniz, geçmişinizin sunduğu anılarla hayatı yenilgilerden bile daha acı kılan acımasız iftiharlarla kendinizi teselli etmek zorunda kalacaksınız. Geçip giden her ay, sizi başka bir rezalete yaklaştıracak. Sizi kıskanan zaman, zambaklarınıza ve güllerinize karşı savaş açmış durumda. Solgun, yanakları çökmüş ve donuk bakışlı bir adam olacaksınız. İnanılmaz derecede acı çekeceksiniz… Ah! Hazır elinizdeyken gençliğinizin farkına varın. Günlerden müteşekkil hazinenizi, sıkıcı şeyler dinleyerek, umutsuz hataları düzeltmeye çalışarak veya ömrünüzü cehalete, bayağı ve pespaye şeylere hibe ederek israf etmeyin. Bu saydıklarım çağımızdaki iğrenç hedefler, yanlış ideallerdir. Yaşayın! İçinizdeki muhteşem hayatı yaşayın! Sizde var olan hiçbir şeyin kaybolmasına müsaade etmeyin. Yeni coşkular arayın her zaman. Hiçbir şeyden korkmayın… Yeni bir hazcılık; yüzyılımızın istediği şey bu. Onun gözle görülür sembolü olabilirsiniz. Kişiliğiniz sayesinde yapamayacağınız hiçbir şey yok. Dünya bir mevsimliğine size ait… Sizinle tanıştığım anda kendinizin ne olduğunun, ne olabileceğinizin bilicinde olmadığınızı fark ettim. Sizde o denli bir cazibe vardı ki, kendimi size sizinle ilgili bir şeyler anlatmaya mecbur hissettim. Sizi heder etmenin bir felaket olacağına kanaat getirdim. Nitekim gençliğinizin son bulmasına çok kısa bir zaman kaldı; hem de çok kısa. Hep rastlanan bayır çiçekleri solarlar, ancak tekrar açarlar. Sarısalkım, bir sonraki haziranda da şimdi olduğu kadar sarı olacak. Bir ay sonra filbahri üzerinde mor renkli yıldızlar olacak ve yıllar geçtikçe yapraklarındaki yeşil gece o mor yıldızları tutmaya devam edecek. Ancak bizler, gençliğimizi asla geri alamayacağız. Yirmili yaşlarımızda atan neşenin nabzı daha sonra yavaşlayacak. Bacaklarımız çökecek, duyularımız bozulacak. Çirkin kuklalara dönüşeceğiz, ödümüzü koparan tutkuların ve teslim olacak cesareti bulamadığımız olağanüstü cazibelerin hatıraları yakamızı bırakmayacak. Gençlik! Gençlik! Dünyada kesinlikle gençlikten gayrı hiçbir şey yok!”
Dorian Gray kocaman açılmış gözleriyle, endişe içinde dinliyordu. Leylak dalı elinden kayıp çakılların üzerine düştü. Bir yaban arısı geldi ve bir süre dalın etrafında dönüp durdu. Minik çiçeklerin dairesel yıldız biçimindeki yuvarlakları üzerinde dolanmaya başladı. Genç adam, çok önemli şeyler bizleri ürküttüğünde veya ifade edemediğimiz yeni bir duygu yüzünden heyecanlandığımızda yahut dehşetli bir fikir zihnimizi istila edip bizi teslim olmaya çağırdığında sıradan şeylere karşı duymaya çalıştığımız o tuhaf alakayla arıyı izledi. Bir süre sonra arı uçup gitti. Delikanlı, onu eflatun renkli çit sarmaşığının lekeli, boru şeklindeki çiçeklerinden birinin içine sokulurken gördü. Çiçek titrer gibi oldu ve sonra öne arkaya hafifçe sallandı.
Ansızın atölyenin kapısında ressam belirdi ve onları içeri davet eden keskin hareketler yaptı. Birbirlerine baktılar ve gülümsediler.
“Bekliyorum!” diye bağırdı. “İçeri gelin. Işık mükemmel, içeceklerinizi de getirebilirsiniz.”
Birlikte ayağa kalkıp, umursamaz adımlarla yürüdüler. Yeşil ve beyaz renklerde iki kelebek kanat çırparak yanlarından geçti ve bahçenin köşesindeki armut ağacının üzerinde bir ardıç kuşu şakımaya başladı.
Dorian Gray’e bakarak “Benimle tanıştığınıza memnunsunuz, değil mi Bay Gray?” dedi Lord Henry.
“Evet, artık memnunum. Acaba her zaman memnun kalacak mıyım?”
“Her zaman! Bu ifade tüylerimi ürpertir. Duyduğumda tireme alır beni. Kadınlar bu ifadeyi kullanmayı pek sever. Tüm aşkları, sonsuza kadar sürdürmeye çalışarak berbat ederler. Aynı zamanda anlamsız bir ifadedir bu. Şımarıklık ve ömür boyu süren bir tutku arasındaki tek fark, şımarıklığın biraz daha uzun sürmesidir.”
Atölyeye girerlerken Dorian Gray elini Lord Henry’nin koluna attı. Sergilediği cüretin etkisiyle yüzü kızarırken “O hâlde, arkadaşlığımız bir şımarıklık olsun.” diye fısıldadı ve platforma çıkıp poz vermeye devam etti.
Lord Henry kendini hasır bir sandalyenin üzerine attı ve Dorian Gray’i izledi. Hallward’ın eserini uzaktan süzmek için ara sıra geriye doğru birkaç adım atması sayılmazsa sükûneti bozan sadece fırçanın tuval üzerindeki vuruşları ve sürtünmeleriydi. Kapı aralığından süzülen ışık hüzmeleri içindeki altın rengindeki tozlar dans ediyorlardı. Yoğun gül rayihaları her şeye hükmediyorlardı sanki.
Yaklaşık on beş dakika sonra Hallward resim yapmayı bıraktı, kaşlarını çatmış bir şekilde kocaman fırçasının ucunu ısırırken, uzun uzun Dorian Gray’i süzdü ve ardından yine uzun uzun resme baktı. “Neredeyse bitti!” diye bağırdı en sonunda ve eğilerek, tuvalin sol tarafına parlak kırmızı renkte harflerle adını yazdı.
Lord Henry yaklaştı ve resmi inceledi. Hiç şüphesiz muhteşem bir sanat ürünüydü ve modele benzerliği de fevkaladeydi.
“Sevgili dostum, seni en samimi şekilde tebrik ediyorum.” dedi. “Günümüzün en güzel portresi bu. Bay Gray, gelin ve kendinize bakın.”
Delikanlı, sanki bir rüyadan uyanmışçasına ayağa kalktı.
Platformdan aşağı inerken “Gerçekten bitti mi?” diye mırıldandı.
“Neredeyse bitti.” dedi ressam. “Bugün gerçekten muhteşem bir şekilde poz verdin. Sana gerçekten minnettarım.”
Lord Henry “Bu tamamen benim sayemde.” diye araya girdi. “Öyle değil mi Bay Gray?”
Dorian karşılık vermedi, umursamaz bir şekilde resme doğru yürüyüp yüzünü ona döndü. Portreyi görünce geriye doğru çekildi ve bir anlığına, yanakları keyiften kızardı. Sanki kendisini ilk defa görüyormuş gibi, gözlerini neşe dolu bir ifade kapladı. Duygusuz bir hâlde ve merak içinde durduğu yerden, Hallward’ın kendisiyle konuştuğunu zorlukla algılıyor ama kelimelerinin anlamlarını idrak edemiyordu. Kendi güzellik algısı, ona vahiy gibi geldi. Daha önce hiç böyle bir şey hissetmemişti. Basil Hallward’ın iltifatları ona arkadaşlığın cana yakın abartıları gibi gelmişti sadece. O söylenenleri dinlemiş, gülmüş ve unutmuştu. Onlar, onun mahiyetine hiç etki etmemişti. Sonra gençliğe yaptığı alışılmamış övgüler ve gençliğin ne kadar kısa olduğuyla ilgili ürkütücü uyarılarıyla Lord Henry Wotton çıkagelmişti. Bu sözler onu heyecanlandırmıştı, şimdiyse kendi güzelliğinin gölgesine bakarken, kelimenin tam manasıyla hakikat onu baştan aşağı çarpmıştı. Evet, bir gün gelecek, yüzü kuruyup kırışacak, gözlerindeki renk solacak, suretinin zarafeti çökecek ve çirkinleşecekti. Dudaklarındaki kırmızılık ve saçlarının altın sarısı uçup gidecekti. Onun ruhunu meydana getiren yaşam, bir gün vücudunu mağlup edecekti. Gün gelecek ürkütücü, çirkin ve incelikten yoksun bir hâle bürünecekti.
Bu düşünceler içindeyken, içine can yakıcı, şiddetli bir sancı bıçak gibi saplanmış, yaradılışındaki narin kişiliğinin her zerresini sızlatmıştı. Gözleri yoğun bir ametist moruna dönüşmüş ve gözyaşlarıyla buğulanmıştı. Buzdan bir el kalbini kavramış gibi hissetti.
“Beğenmedin mi?” diye bağırdı Hallward en sonunda, delikanlının sessizliğine kırılmıştı, bu hâline anlam verememişti.
“Tabii ki beğendi.” dedi Lord Henry. “Kim beğenmez ki? Modern sanatın en görkemli eserlerinden biri bu. Bu resim için sana istediğin fiyatı ödemeye hazırım. Buna sahip olmalıyım.”
“Resim bana ait değil Harry.”
“Kime ait peki?”
“Dorian’a tabii ki.” diye cevap verdi ressam.
“Çok şanslı bir delikanlı.”
“Ne kadar hazin!” diye mırıldandı Dorian Gray. Gözleri kendi tablosuna sabitlenmişti. “Ne kadar hazin! İhtiyarlayacak, korkunç ve ürkütücü bir hâle bürüneceğim. Ama bu resim her daim genç kalacak. Hiçbir zaman bu haziran gününden daha yaşlı olmayacak. Keşke tam aksi olsaydı! Keşke ben her daim genç kalsaydım ve resim ihtiyarlasaydı! Bu uğurda… Bu uğurda her şeyimi veririm! Evet, bunun için dünyada veremeyeceğim hiçbir şey yok. Ruhumu dahi satardım bu uğurda!”
“Böyle bir anlaşma senin pek işine yaramazdı Basil!” diye bağırdı Lord Henry gülerek. “Eserin için büyük talihsizlik olurdu.”
“Buna şiddetle itiraz ederdim zaten, Harry.” dedi Hallward.
Dorian Gray döndü ve ona baktı. “Eminim yapardın Basil. Sanatına arkadaşlarından daha fazla değer veriyorsun. Yeşil, bronz bir heykelden daha fazla anlam taşımıyorum senin için. En fazla onun kadar, bana kalırsa.”
Ressam hayretle bakakaldı. Hiç de Dorian’ın sözleri değildi bunlar. Ne olmuştu? Bir hayli öfkeli görünüyordu. Yüzüne kan hücum etmiş ve yanakları kıpkırmızı olmuştu.
“Evet!” diye devam etti. “Senin o fildişi Hermes’in veya gümüş Faun’un kadar değerim yok gözünde. Onları her daim seveceksin. Peki, beni ne zamana kadar seveceksin? İlk kırışıklık yüzümde belirinceye kadar sanırım. Artık anlıyorum ki, bir kişi güzelliğini kaybettiği zaman, kim olursa olsun, her şeyini kaybetmiş oluyor. Senin resmin işte bunu öğretti bana. Lord Henry Wotton tamamen haklı. Gençlik sahip olmaya değer tek şey. İhtiyarlamaya başladığımı fark ettiğimde kendimi öldürmem lazım!”
Hallward’ın yüzü bembeyaz oldu ve delikanlının elini tuttu. “Dorian! Dorian!” diye bağırdı. “Lütfen böyle söyleme. Daha önce senin gibi bir arkadaşım hiç olmadı, bundan sonra da asla olmayacak. Sen bu dünyevi şeyleri kıskanmıyorsun değil mi? Bunların herhangi birinden daha zarif olan sen!”
“Ben güzelliği ölümsüz olan her şeyi kıskanıyorum. Beni resmettiğin portreyi kıskanıyorum. Benim kaybetmek zorunda olduğuma o niye sahip olsun ki? Gelip geçen her an benden bir şeyler götürürken ona bir şeyler katıyor. Ah, keşke tam aksi olsaydı! Değişen resim olsaydı da ben her zaman şu an olduğum gibi kalsaydım! Bu resmi neden yaptın ki? Gün gelecek benimle alay edecek… Fena hâlde alay edecek!” Gözlerini sıcak gözyaşları doldurdu; ellerini çekti ve kendini divanın üstüne atıp sanki dua ediyormuş gibi yüzünü yastıklara gömdü.
Acı acı “Bunun müsebbibi sensin Harry!” dedi ressam.
Lord Henry omuzlarını silkti. “Gerçek Dorian Gray bu; hepsi o kadar.”
“Hayır değil!”
“Şayet değilse benim elimden ne gelir?”
Ressam “Senden rica ettiğimde gidebilirdin!” diye mırıldandı.
“Benden istediğinde burada kaldım.” diye cevap verdi Lord Henry.
“Harry, en iyi iki dostumla aynı anda bozuşamam, ama ikiniz bir olup şimdiye kadar yaptığım en iyi eserden nefret etmeme sebep oldunuz ve ben de bu eseri yok edeceğim. Tuval ve boyalardan başka bir şey değil bu en nihayetinde. Üçümüzün de hayatını etkilemesine ve mahvetmesine müsaade etmeyeceğim.”
Dorian Gray altın sarısı başını yastıkların arasından kaldırdı ve uzun perdeli camın altında duran çam ağacından yapılmış resim masasına doğru ilerlerken donuk bir yüz ve yaşlı gözlerle ressama baktı. Orada ne yapıyordu? Parmakları teneke tüpler ve kuru fırçalar arasında geziniyor, bir şeyler arıyordu. Evet, uzun palet bıçağını arıyordu, esnek çelikten yapılmış o ince bıçağı… Sonunda buldu. Tuvali paramparça edecekti.
Hıçkırıklarını içinde tutan delikanlı kanepeden sıçradı ve Hallward’a doğru hızla ilerledi, elindeki bıçağı atölyenin en köşesine fırlattı. “Hayır Basil, yapma!” diye haykırdı. “Bu bir cinayet olur!”
Şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra, soğuk bir ifadeyle “Sonunda çalışmamı beğenmen beni çok sevindirdi Dorian.” dedi ressam. “Beğeneceğini hiç düşünmemiştim.”
“Beğenmek mi? Ona âşık oldum Basil. Bu benliğimin bir parçası resmen. Bunu hissedebiliyorum.”
“Peki, o zaman, kurur kurumaz, verniklenip, çerçeveletip evine göndereceğim. Ondan sonra kendinle istediğini yapabilirsin.” Ardından odayı boydan boya yürüdü ve çay istemek için çıngırağı çaldı. “Çay içersin değil mi Dorian? Sen tabii ki Harry? Yoksa sen böyle basit hazlara karşı mısın?”
“Basit hazlara hayranım.” dedi Lord Henry. “Onlar komplekslerin son sığınağıdır. Fakat sahne haricinde, dekorları sevmem. Ne kadar tuhaf adamlarsınız, ikiniz de! İnsanı rasyonel canlılar olarak tanımlayanın kim olduğunu merak ediyorum. Şimdiye kadar yapılmış en ham tanımlama. İnsan birçok şeydir, fakat rasyonel değildir. Aslına bakarsan iyi ki de değil; bununla birlikte, keşke siz ikiniz bu resim için tartışmasanız. Doğrudan bana verseydin çok iyi olacaktı Basil. Bu sersem çocuğun onu istediği pek söylenemez ama ben gerçekten çok istiyorum.”
“Eğer resmi benden başkasının almasına izin verirsen Basil, seni asla affetmem!” diye haykırdı Dorian Gray “Ve insanların bana sersem çocuk demelerine de göz yummam.”
“Resmin senin olduğunu biliyorsun Dorian. Daha ortada yokken sana vermiştim onu.”
“Ayrıca biraz sersemce davrandığınızı da biliyorsunuz Bay Gray ve oldukça genç biri olduğunuzun hatırlatılmasına da itirazınız olduğunu sanmıyorum.”
“Bu sabah kesin bir şekilde itiraz etmeliydim Lord Henry.”
“Ah, bu sabah! Bu sabahtan beri epey yaşlandınız.”
Kapı vuruldu ve elinde dolu bir tepsiyle uşak içeri girip tepsiyi küçük bir Japon masasının üstüne bıraktı. Bardakların ve çay tabaklarının şangırtısının yanı sıra oluklu Gürcü semaverinin ıslığı duyuluyordu. Genç bir uşak iki büyük porselen tabak getirdi. Dorian Gray masaya doğru ilerledi ve çay doldurdu. Diğer ikisi baygın bir edayla masaya yürüdü ve kapakların altında neler olduğuna baktı.
“Hadi bu akşam tiyatroya gidelim.” dedi Lord Henry. “Muhakkak bir yerlerde bir şeyler vardır. White’ta[3 - İngiltere’nin en köklü centilmenler kulübü.] birine yemek sözüm var, kendisi sadece eski bir arkadaşım; hasta olduğumu söyleyen veya sonradan ortaya çıkan bir iş nedeniyle gelemeyeceğimi bildiren bir not gönderebilirim. Sanırım ikincisi daha hoş bir bahane: Samimiyetin tüm sürprizini taşıyor.”
“Etkinlikler için giyinmek çok sıkıcı bir iş.” diye homurdandı Hallward. “Ayrıca bu giysiler insanın üstünde çok korkunç duruyorlar.”
Lord Henry dalgın bir şekilde “Evet.” diye cevapladı. “On dokuzuncu yüzyıl kıyafetleri mide bulandırıcı. Çok kasvetli, çok can sıkıcılar. Modern çağda hayata gerçekten renk katan tek unsur günahlar.”
“Dorian’ın önünde böyle şeyler söylememelisin Harry.”
“Hangi Dorian’ın önünde? Bize çay dolduran Dorian mı yoksa portredeki mi?”
“Her ikisinin de.”
“Sizinle birlikte tiyatroya gelmeyi çok isterim Lord Henry.” dedi genç adam.
“O hâlde gelmelisiniz ve geleceksiniz, Basil ya sen?”
“Doğrusu ben gelemem. Gelmemeyi yeğlerim. Yapacak çok işim var.”
“Peki, o zaman siz ve ben baş başa gideriz Bay Gray.”
“Bu çok hoşuma gider.”
Ressam dudaklarını ısırdı ve elinde bir bardakla portreye doğru yürüdü. “Ben gerçek Dorian’la kalacağım.” dedi üzgün bir şekilde.
Portrenin modeli, ressamın üzerine yürüyerek “Gerçek Dorian o mu?” diye bağırdı. “Ben gerçekten böyle miyim?”
“Evet, tıpkı bunun gibisin.”
“Ne kadar muhteşem, Basil!”
Hallward, “En azından görüntüde aynısınız. Fakat o asla yaşlanmayacak.” diye iç geçirdi. “Bu muhteşem bir şey.”
“İnsanlar sadakati ne kadar da abartıyor!” diye haykırdı Lord Henry. “Neden? Aşkta bile her şey tamamen fizyolojik. Kendi irademizin hiçbir rolü yok. Gençler sadık kalmak ister ama bunu yapmazlar; yaşlılar sadakatsizlik peşindedirler fakat bunu yapamazlar. Bu konuda söylenecek başka sözüm yok.”
Hallward, “Bu gece tiyatroya gitme Dorian.” dedi. “Kal ve birlikte yemek yiyelim.”
“Yapamam, Basil.”
“Neden?”
“Çünkü Lord Henry Wotton’a onunla gideceğime dair söz verdim.”
“Verdiğin sözlerde durman onu daha memnun etmeyecektir. O kendi verdiği sözlerde hiç durmaz. Gitmeni istemiyorum.”
Dorian Gray güldü ve başını salladı.
“Sana yalvarıyorum!”
Delikanlı tereddüde düştü ve gayet memnun bir gülümsemeyle onları izlemekte olan Lord Henry’ye doğru baktı.
“Gitmeliyim Basil.” diye karşılık verdi.
“Peki öyleyse.” dedi Hallward ve gidip bardağını tepsinin üzerine koydu. “Çok geç oldu ve giyinmeniz de gerektiğinden artık zaman kaybetmeseniz iyi olur. Hoşça kal Harry. Hoşça kal Dorian. Yakın zamanda ziyaretime gel. Yarın uğra.”
“Kesinlikle.”
“Unutmazsın değil mi?”
“Hayır, tabii ki unutmam.” diye çıkıştı Dorian.
“Ve… Harry!”
“Evet Basil?”
“Bu sabah bahçedeyken senden istediğim şeyi hatırından çıkarma.”
“Unuttum ben onu.”
“Sana güveniyorum.”
Lord Henry gülerek “Keşke ben de kendime güvenebilseydim.” dedi. “Gelin Bay Gray, faytonum dışarıda, sizi evinize bırakabilirim. Elveda Basil. Çok enteresan bir akşamdı.”
Kapı arkalarından kapandığında ressam kendini bir kanepeye attı ve yüzünü acı dolu bir ifade kapladı.
3. BÖLÜM
Sonraki gün saat on ikide Lord Henry Wotton, biraz kaba üslubuna rağmen, neşeli ve yaşlı bir bekâr olan, kendisinden özellikle bir fayda görmeyen dış dünyanın bencil diye nitelediği, ancak kendisini eğlendiren kişileri doyurması nedeniyle sosyete nazarında cömert biri olarak görülen amcası Lord Fermor’u ziyaret etmek için Curzon Sokağı’ndan geçip Albany Oteli’nin yolunu tuttu. Babası Madrid elçisi olarak görev yaptığı sırada, Isabella küçük bir prensesti ve General Prim’in adı bile duyulmamıştı ancak Paris büyükelçiliğine getirilmemesinden kaynaklanan, bir anlık öfkeyle diplomatik görevinde ayrılmıştı; hem kökenleri, tembel mizacı, raporlarında İngilizceyi iyi kullanışı ve ileri derecedeki haz düşkünlüğü sebebiyle bu görevi hak ettiğini düşünmüştü.
Kendisine sekreterlik yapan oğlu ise onunla birlikte istifa etti. O zamanlar bunun biraz aptalca bir hareket olduğu düşünülmüştü ama birkaç ay içerisinde lord unvanını elde edince aristokrasinin o muhteşem sanatı üzerinde ciddi bir çalışmaya adadı kendini; yani -tam anlamıyla- hiçbir şey yapmamaya. Şehirde iki büyük evi olmasına rağmen, daha az külfetli olduğunu düşündüğü otel odalarında kalırdı ve çoğu zaman yemeklerini kulübünde yerdi. Midland bölgesindeki kendine ait kömür madenlerinin işletmesiyle ilgilenirdi, bu pespaye sektörde bulunmak için kendini inandırdığı bahane ise kömür sahibi olmanın bir beyefendiye kendi şöminesinde odun yakma imkânı sağlıyor olmasıydı. Siyasette ise muhafazakârların tarafındaydı; yalnız muhafazakârlar iktidar olduğunda, onları bir avuç radikal olmakla suçlayıp ağzına geleni söylemekten çekinmezdi. Zorbalık ettiği uşağının gözünde bir kahraman ve yine zorbalık etmekten çekinmediği neredeyse tüm akrabaları için ise şeytanın ta kendisiydi. Onun gibi birini yalnızca İngiltere yetiştirebilirdi; ülkenin itin kopuğun eline geçeceğini söyler dururdu. Prensiplerinin taş devrinden kaldığı iddia edilebilirdi ancak ön yargıları hakkında söylenebilecek söz yoktu.
Lord Henry odaya girdiğinde amcasını üzerinde kalın av ceketiyle, elinde ince bir puro, TheTimes gazetesine söylenirken buldu. “Evet, Harry!” dedi yaşlı beyefendi. “Bu kadar erken gelmenin sebebi nedir? Senin gibilerin saat ikiden önce yataktan kalkmadığını ve saat beşten önce de insan içine çıkmadığını sanırdım.”
“Seni temin ederim, yalnızca akraba sevgisi George amca. Senden bir şey almaya geldim.”
Lord Fermor yüzünü buruşturarak “Tahminimce para.” dedi. “Peki, otur ve anlat bakalım. Gençler bugünlerde her şeyin paradan ibaret olduğunu zannediyor.”
Paltosunun düğmesini çözerken “Evet.” diye mırıldandı Lord Henry. “Ve yaşlandıklarında bunun gerçek olduğunu öğreniyorlar. Fakat ben paranı istemiyorum. Sadece faturalarını ödeyen insanlar para ister George amca ve ben faturalarımı hiç ödemem. Borç, küçük oğulların sermayesidir, insan borç üstünde gül gibi yaşar gider. Ayrıca, ben daima Dartmoor’lu tüccarlarla iş yaparım, hâliyle onlar da beni asla rahatsız etmezler. Benim istediğim şey bilgi. Faydalı bilgi değil, işe yaramayan bilgiler istiyorum.
“O zaman sana, parlamento raporlarında yazan her şeyi anlatabilirim Harry. Her ne kadar bu adamlar son zamanlarda bir sürü saçmalık yazsa da. Ben diplomaside görevdeyken her şey çok daha düzgündü. Ancak duyduğuma göre artık sınavla işe alıyorlarmış. Ne beklersin? Sınavlar, bayım, baştan aşağı şarlatanlıktır. Bir adam şayet bir beyefendi ise zaten yeterince bilgilidir, ama bir beyefendi olamamışsa bildikleri onun zararındadır.”
Lord Henry “Bay Dorian Gray, parlamento raporlarında yer almıyor George amca.” dedi gülerek.
Kaşları çatılmış bir şekilde, “Bay Dorian Gray mi? O kim?” diye sordu Lord Fermor.
“Ben de bunu öğrenmek için gelmiştim George amca. Şöyle söyleyeyim: O, Lord Kelso’nun torunu. Annesi Devereux ailesinden, Leydi Margaret Devereux. Bana annesi hakkında bildiklerini anlatmanı istiyorum. Nasıl birisiydi? Kiminle evlendi? Dönemindeki neredeyse herkesi tanırsın sen, onu da tanıyor olma ihtimalin var. Bay Gray ziyadesiyle ilgimi çekiyor şu aralar. Daha yeni tanıdım kendisini.”
Yaşlı adam “Kelso’nun torunu!” diye tekrarladı. “Kelso’nun torunu!.. Tabii ya!.. Annesini çok yakından tanırdım. Sanırım onun vaftiz törenine gitmiştim. Margaret Devereux çok güzel bir kızdı ve beş parası olmayan genç bir adamla kaçtığında tüm erkekleri şaşkına çevirmişti; adam tam bir hiçti, önemsiz bir alayda astsubay veya onun gibi bir şeydi. Ciddiyim. Tüm olanları sanki dünmüş gibi hatırlıyorum. Zavallı adam, evlendikten birkaç ay sonra Spa’da bir düelloda öldürüldü. Olayla ilgili berbat bir hikâye anlatılırdı. Damadına insan içinde hakaret etmesi için Kelso’nun aşağılık bir serseri olan Belçikalı bir caniye para verdiğini söylediler. Para vermiş bayım, bunu yapması için para vermiş ve bu adam da onu bir hayvan gibi şişlemiş. Tüm mesele örtbas edildi ama ah Tanrı’m, Kelso bir süre sonra kulüpte yemeklerini tek başına yemeye başladı. Duyduğuma göre, kızını yanına geri getirtmişti ama kız onunla bir daha hiç konuşmamış. Ah evet, çok berbat bir olaydı. Kızcağız da bir sene sonra öldü. Ardında bir erkek evlat bırakmış öyle mi? Bunu hatırlamıyorum. Nasıl bir delikanlı? Eğer annesine çektiyse çok yakışıklı bir genç adamdır.”
Lord Henry “Ziyadesiyle yakışıklı.” diye tasdik etti.
“Umarım doğru kişilerin himayesine girer.” diye devam etti yaşlı adam. “Eğer Kelso çocuk için doğru olanı yaptıysa eline yüklü miktarda para geçmiş olması lazım. Annesinin de parası vardı. Dedesi üzerinden, Selby’lerin tüm mal varlığı ona geçmişti. Dedesi Kelso’dan nefret ederdi, onun itin teki olduğunu düşünürdü. Gerçi o da çok farklı biri değildi. Bir seferinde ben oradayken Madrid’e gelmişti. Aman Tanrı’m, ondan resmen utanmıştım. Kraliçe eskiden bana tarifeleri yüzünden sürekli arabacılara çatan İngiliz’in kim olduğunu sorardı. Bu mevzudan epeyce hikâye çıkardılar. Bir ay boyunca hanedanlık makamına çıkmaya cesaret edemedim. Umarım torununa, arabacılara davrandığından daha iyi davranmıştır.”
Lord Henry “Bilmiyorum.” diye cevap verdi. “Çocuğun yüklü bir servete kavuşacağından şüphem yok. Henüz reşit değil. Selby Şatosu’nda oturuyor. Bana söylemişti. Ayrıca… Annesi çok mu güzeldi?”
“Margaret Devereux gördüğüm en güzel kadınlardan birisiydi Harry. Şu evlilik işine neyin sebep olduğunu hiçbir zaman anlayamadım. Kimle istese evlenebilirdi. Carlington onun için kafayı yedi. Romantik bir kadındı aslında. O ailedeki tüm kadınlar öyleydi. Ne var ki, ailenin erkekleri katır kadar çirkindi. Ah Tanrı’m, ne muhteşem kadınlardı! Carlington onun ayaklarına kapanmış. Bana bunu kendisi söylemişti. Kız da onunla alay etmiş; ama o zamanlarda Londra’da o adamın peşinden koşmayan bir tek kadın yoktu. Bu arada Harry, uygunsuz evliliklerden bahsetmişken, babanın bana söylediği, Dartmoor’un bir Amerikalıyla evlenmek istediğiyle ilgili şu saçmalık neyin nesi? İngiliz kızları ona yetmiyor mu?”
“Bu aralar Amerikalılarla evlenmek oldukça revaçta George amca.”
Lord Fermor masaya yumruğunu vurarak “İngiliz kadınlarını tüm dünyaya karşı savunurum Harry!” dedi.
“Bahisler Amerikalıların üzerinde.”
“Çok fazla tutunamazlar, bana söylenen bu.” diye homurdandı amcası.
“Uzun süren nişanlılık onları bitap düşürür ama engelli koşularda onların üstüne yoktur. Üstünlük sağlamayı biliyorlar. Dartmoor’un pek şansı olduğunu düşünmüyorum.”
Yaşlı adam “Peki hangi aileden geliyor?” diye homurdandı. “Bir ailesi var mı bu arada?”
Lord Henry başını salladı. Ayrılmak için ayağa kalkarken “Amerikalı kızlar ailelerini gizlemek konusunda, İngiliz kadınlarının geçmişlerini gizlemeleri kadar başarılılar.” dedi.
“Domuz kasabı olmasınlar?”
“Dartmoor’un iyiliği için umarım öyledirler George amca. Duyduğuma göre domuz konserveciliği Amerika’daki en kazançlı mesleklerden birisiymiş, tabii siyasetten sonra.”
“Kız güzel mi?”
“Güzelmiş gibi davranıyor. Amerikalı kadınların çoğu böyle davranır. Cazibelerinin sırrı bunda yatıyor.”
“Bu Amerikalı kadınlar neden kendi ülkelerinde kalmıyorlar? Bize her zaman, orasının kadınların cenneti olduğundan bahsederler.”
“Öyle zaten. Bu yüzden, tıpkı Havva gibi, oradan çıkmaya can atıyorlar.” dedi Lord Henry. “Hoşça kal George amca. Biraz daha kalırsam öğle yemeğine gecikeceğim. İstediğim bilgileri paylaştığın için teşekkür ederim. Daima yeni arkadaşlarım hakkındaki her şeyi öğrenmek hevesindeyken eski dostlarım hakkında hiçbir şeyi bilmek istemem.”
“Öğle yemeğini nerede yiyeceksin Harry?”
“Agatha teyzemlerde. Kendimi ve Bay Gray’i yemeğe davet ettirdim. Kendisi teyzemin son gözdesi.”
“Hıh! Agatha teyzene söyle, beni artık şu bağış talepleriyle rahatsız etmesin. Bıktım artık. Bu nazik hanım, onun saçma hevesleri için çekler yazmaktan başka işim olmadığı fikrine nereden kapıldıysa!”
“Peki George amca, ona söylerim, ama bir tesirim olacağını sanmıyorum. Hayırsever kişiler, insan mantığından mahrumdur. Onların ayırt edici özelliği bu.”
İhtiyar beyefendi onaylar biçimde homurtular çıkardı ve uşağını çağırmak için zili çaldı. Lord Henry alçak kemerin altından geçip Berkeley Meydanı’na doğru yürümeye başladı.
Demek Dorian Gray’in aile geçmişi böyleydi. Üstünkörü anlatılan bu hikâye, içinde gizlediği tuhaf ve modern sayılabilecek romantizmiyle onu etkilemişti. Delice bir tutku için her şeyini riske atan, güzel bir kadın. Çirkin, hain bir günahla son bulan, mutluluk taşan, deli dolu haftalar. Izdırapla geçen ayların ardından acılara gözünü açan bir bebek. Ölümün alıp götürdüğü bir anne, yalnızlığa ve sevgisiz, bunak bir dedenin zulmüne mahkûm edilmiş bir çocuk. Evet, enteresan bir geçmişti. Çocuğu şekillendirmiş, mükemmelliğe taşımıştı. Tüm kusursuz şeylerde olduğu gibi, bu vakanın da arka planında bir parça trajedi vardı. En sefil tohumun bile çiçek açabilmesi için yeryüzünün doğum sancıları çekmesi gerekir. Dün geceki yemekte, harika yüzüne daha da dolgun bir pembelik veren mum ışığı eşliğinde, hayret dolu bir keyifle açık kalmış ağzı ve ürkek gözleriyle kulüpte karşısında otururken ne kadar da büyüleyiciydi. Onunla konuşmak, şahane bir kemanı elinize alıp çalmak gibi bir şeydi. Yaydaki her dokunuşa ve titreşime karşılık veriyordu. Yarattığı etkide inanılmaz bir cazibe vardı. Benzeri bir etkiye daha önce hiç şahit olmamıştı. İnsanın ruhunu zarif bir surete yansıtması ve o surette bir anlığına asılı kalmasını sağlaması, kendi düşüncelerinin tutku ve gençlik melodileri eşliğinde yaptığı yankıları dinlemesi, kendi sıcaklığını sanki gizli bir sıvı veya tuhaf bir parfümmüş gibi başka birisine aktarması, hakiki bir hazdı; içinde bulunduğumuz bu denli bayağı ve kısıtlı çağda, zevklerin kabaca şehvetli ve hedeflerin bir o kadar alelade olduğu çağımızda, belki de bize kalan en tatminkâr haz… Tuhaf bir tesadüf sonucunda Basil’in atölyesinde tanıştığı bu çocuk müthiş bir karakterdi veya en azından müthiş bir karaktere evrilebilirdi. Zarafet sahibiydi ve delikanlılığın bahşettiği bir saflığı vardı, mermerden Yunan heykellerinin bizim için muhafaza ettikleri türden de bir güzelliği. İnsanın onunla birlikte yapamayacağı hiçbir şey yoktu. Bir titan da olabilirdi, bir oyuncak da. Böyle bir güzelliğin solacak olması ne kadar üzücüydü!.. Ya Basil?.. Psikolojik açıdan çok ilginç bir adamdı! Sanatın yeni üslubu, hayata yönelik daha önce görülmemiş bir bakış açısı, oldukça tuhaf bir biçimde fazlasıyla mütevazı bir varlığa sahip ve hayattan bihaber bir adam tarafından ortaya atılmıştı; loş bir ormandan açık araziye gözlere değmeden yürüyüp geçen bu sessiz hayalet bir anda, orman perisi misali korkusuzca kendini göstermişti, çünkü o sessiz hayaleti arayan adamın ruhunda yalnızca mucizelerde görülebilen, olağanüstü bir imgelem can bulmuştu; nesnenin sade şekilleri ve kalıpları, deyim yerindeyse, sanki farklı ve daha mükemmel bir biçimin kalıplarıymışçasına, saf bir hâle bürünüyor ve bir çeşit sembolik anlam kazanıyorlardı, bu farklı ve mükemmel biçimlerin gölgelerini hakikate taşıyorlardı: Tüm bunlar ne kadar da tuhaftı! Tarihte buna benzer bir vaka hatırladı. Bunları ilk analiz eden kişi, düşünce sanatkârı Platon değil miydi? Bir sone dizisinin renkli mermerlerine işleyen Buonarotti[4 - Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni. Rönesans’ın ünlü sanatçısı Michelangelo. (ç.n.)] değil miydi? Fakat içinde bulunduğumuz çağda bu çok tuhaftı… Evet, onun haberi olmaksızın, o muhteşem portreye şekil veren ressamın nazarında bu delikanlı ne anlam taşıyorsa kendisi de Dorian Gray’in için aynı anlamı taşıyacaktı. Ona hâkim olmanın yolunu bulacaktı ki, bu yolu hâlihazırda yarılamıştı zaten. O muhteşem ruha sahip olacaktı. Bu aşkın ve ölümün çocuğunda büyüleyici bir şeyler vardı.
Birden durdu ve başını kaldırıp evlere baktı. Teyzesinin evinden biraz uzaklaştığını fark etti ve kendi kendine gülümseyerek geri döndü. Kasvetli bir havası olan hole girdiğinde uşak evdekilerin yemeğe geçtiklerini söyledi. Uşaklardan birine şapkasını ve bastonunu verdikten sonra yemek odasına geçti.
Teyzesi başını sallayarak, “Her zamanki gibi geciktin Harry!” diye bağırdı.
Sudan bir bahane uydurdu ve teyzesinin yanındaki boş sandalyeye oturup yemekte kimlerin olduğuna baktı. Masanın ucunda oturan Dorian, yanaklarında memnuniyetten oluşan bir allıkla, utangaç bir şekilde onu başıyla selamladı. Karşısında Harley düşesi oturuyordu; kendisini tanıyan herkesçe sevilen ve günümüz tarihçileri tarafından düşes sıfatına malik olmayan kadınlar söz konusu olduğunda şişmanlık olarak tasvir edilen, heybetli bir yapıya sahip, iyi huylu, sevecen bir kadındı. Onun yanında, sağ tarafında, kamusal yaşamında önderinin izinden giden, özel hayatında ise en iyi aşçıları takip eden, iyi bilinen ve akılcı kabul edilen bir düstur doğrultusunda muhafazakârlarla yemek yiyip, liberallerle birlikte düşünen, radikal parlamenter Sir Thomas Burdon oturuyordu. Düşesin solundaki sandalyeyi hatırı sayılır bir cazibeye ve kültüre sahip olan, ne var ki, bir zamanlar Leydi Agatha’ya anlattığı üzere, otuz yaşına gelmeden söylenecek her şeyi söylediği için suskunluk gibi kötü bir alışkanlığın pençense düşen Treadley’den Bay Erskine işgal ediyordu. Lord Henry’nin yanında ise teyzesinin en eski dostlarından biri olan Bayan Vandeleur vardı; kadınlar arasındaki en kusursuz azize olmasına rağmen, öylesine rüküş bir hanımefendiydi ki, kötü ciltlenmiş ilahi kitaplarını hatırlatıyordu. Neyse ki kadının diğer tarafında Lord Faudel oturuyordu; bu adam oldukça zeki, orta yaşlarda, tam bir sıradanlık abidesiydi, Avam Kamarasındaki bakan sözleri kadar cüretkâr bir kafası vardı. Kadın onunla oldukça samimi bir şekilde konuşuyordu, bu yapılabilecek en büyük hataydı; nitekim bu hata, adamın bir defasında bizzat ifade ettiği gibi tüm iyi insanların kapıldığı ve hiçbirinin kendini kurtaramadığı bir hataydı.
Hoş bir ifadeyle masanın karşısından başını sallayan düşes, “Biz de zavallı Dartmoor’dan bahsediyorduk Lord Henry.” dedi. “Sence gerçekten bu muhteşem gençle evlenecek mi?”
“Sanıyorum, kadın ona evlilik teklif etmeyi kafasına koymuş düşes.”
“Bu korkunç bir şey!” dedi Leydi Agatha. “Gerçekten, birinin buna mâni olması lazım.”
Sir Thomas Burdon kibirli bir ifadeyle, “Güvenilir kaynaklardan öğrendiğime göre kadının babası bir Amerikan manifatura dükkânı işletiyormuş.” dedi.
“Amcam domuz konservecisi olduklarını söylemişti, Sir Thomas.”
Düşes “Manifaturacı demek!” dedi. Şaşkınlıkla ellerini havaya kaldırıp cümlenin yüklemini özellikle vurgulayarak “Amerikan manifaturası nedir ki?” diye sordu.
Kendisine bıldırcın eti alırken “Amerikan romanları.” diye cevap verdi Lord Henry.
Düşesin kafası karışmıştı.
Leydi Agatha “Ona aldırma canım.” diye fısıldadı. “Laf olsun diye konuşuyor.”
Radikal parlamento üyesi “Amerika keşfedildiğinde…” diye söze başlayıp birtakım sıkıcı bilgiler paylaşmaya başladı. Bir bahsin cılkını çıkarmaya çalışan her insan gibi o da dinleyicilerini bitap düşürüyordu.
Düşes iç geçirdi ve söze karışma ayrıcalığını kullandı. “Keşke hiç keşfedilmemiş olsaydı!” diye bağırdı. “Doğrusu, kızlarımız bugünlerde çok kısmetsiz. Bu tam anlamıyla haksızlık.”
Bay Eskine, “Her şeye rağmen, Amerika belki de hiç keşfedilmemiştir.” dedi. “Bana kalırsa sadece yeri belli oldu.”
Düşes belli belirsiz, “Ah, ama ben oraya yerleşen tiplerden bazılarını gözlerimle gördüm.” diye cevapladı. “İtiraf etmeliyim ki, çoğu oldukça sevimli. Ayrıca çok da hoş giyiniyorlar. Kıyafetlerini hep Paris’ten alıyorlar. Keşke benim maddi gücüm de buna yetseydi.”
Humour’s’un bir kenara attığı kıyafetlerden müteşekkil koca bir gardıroba sahip olan Sir Thomas “İyi Amerikalılar öldüklerinde Paris’e gider, diye bir söz var.” diyerek güldü.
“Gerçekten mi?! Peki kötü Amerikalılar öldüklerinde nereye giderler?” diye sordu düşes.
Lord Henry “Onlar da Amerika’ya giderler.” diye homurdandı.
Sir Thomas’ın kaşları çatıldı. Leydi Agatha’ya hitaben “Korkarım yeğeniniz bu muhteşem ülkeye karşı ön yargılar besliyor.” dedi. “O ülkenin dört bir tarafını, mevzubahis konularda fazlasıyla medeni diyebileceğimiz idareciler tarafından bana tahsis edilen araçlarla gezdim. Sizi temin ederim, o ülkeyi ziyaret etmek insana çok şey öğretiyor.”
Bay Erskine, hâlinden hiç de memnun olmayan bir ifadeyle “Peki bilgimizi ve görgümüzü artırmak için Chicago’yu da görmemiz gerekiyor mu gerçekten?” diye sordu. “Böyle bir seyahati kaldıracağımı sanmıyorum.”
Sir Thomas elini şöyle bir sallayıp “Treadley’den Bay Erskine dünyayı kitap raflarında tutuyor. Benim gibi icraat adamları ise var olanlar hakkında yazılanları okumaktan ziyade, onları gözümüzle görmeyi yeğleriz. Amerikalılar oldukça ilginç insanlardır. Gayet mantıklılar. Bana kalırsa bu onların ayırt edici özelliği. Evet, Bay Erskine, onlar gerçekte de çok mantıklı insanlar. Sizi temin ederim, saçma atfedebileceğiniz hiçbir nitelikleri yok.”
Lord Henry “Bu çok korkunç!” diye haykırdı. “Kaba kuvvet katlanabileceğim bir şeydir, fakat kaba ve ham bir mantığa katlanamam. Kaba mantığa başvurmak yanlıştır. Zekâya yapılan bir hakarettir.”
Sir Thomas kızararak “Sizi anlamıyorum.” dedi.
Bay Erskine yüzünde bir gülümsemeyle “Ben anlıyorum Lord Henry.” diye mırıldandı.
Baronet “Paradokslar kendi içlerinde pekâlâ tutarlıdır.” diye cevabı yapıştırdı.
Bay Erskine, “Bu bir paradoks muydu?” diye sordu. “Hiç sanmıyorum. Belki de öyledir. Sonuçta, paradoksların yolu, gerçeğin yoludur. Gerçeği sınamak için onu gerilmiş ip üstünde yürürken görmeliyiz. Şayet hakikatler ip üzerinde cambazlık yapabiliyorsa onları yargılamamız mümkün olabilir.”
“Aman Tanrı’m!” dedi Leydi Agatha. “Siz erkekler nasıl tartışıyorsunuz öyle! Sizin nelerden bahsettiğinizi asla anlayamayacağım. Ah! Harry, sana çok gücendim. Neden Doğu Yakası’dan ayrılması için sevgili Bay Dorian Gray’in aklını çelmeye çalışıyorsun? Emin ol ki, orada el üstünde tutulacaktır. Piyano çalışına hayran olacaklardır.”
Lord Henry gülümseyerek, “Onun benim için çalmasını istiyorum!” diye bağırıp, masanın diğer ucuna baktı ve cümlesine karşılık olarak parıltılı bir bakış yakaladı.
Leydi Agatha “Fakat Whitechapel’dakiler[5 - 19 yüzyılda Londra’nın ayaktakımının yaşadığı ve Karındeşen Jack’in cinayetleriyle adı duyulan semt. (ç.n.)] çok mutsuz insanlar.” diye devam etti.
Lord Henry omuzlarını silkerek, “Izdırap hariç her şeye sempati duyarım.” dedi. “Acıya yakınlık duymam. Çok tatsız, korkunç ve can sıkıcı bir şey. Çağımızdaki ızdıraba duyulan yakınlığın son derece hastalıklı bir tarafı var. İnsan renklere, güzelliklere, hayatın neşesine sempati beslemeli. Hayattaki cefalardan ne kadar az bahsedersek o kadar iyi.”
Vakur bir baş hareketiyle “Yine de Doğu Yakası sorunu çok mühim bir konu.” diyerek görüşünü paylaştı Sir Thomas.
“Kesinlikle öyle.” diye cevapladı genç lord. “Bu bir kölelik sorunudur ve bu sorunu köleleri eğlendirerek çözmeye çalışıyoruz.”
Siyasetçi adam ona sert bir bakış attı ve “Ne gibi bir değişim öneriyorsun o hâlde?” diye sordu.
Lord Henry güldü. “İngiltere’nin ikliminden başka hiçbir şeyini değiştirmeye niyetim yok.” diye cevap verdi. “Felsefi düşünceden gayet memnunum. Ancak on dokuzuncu yüzyıl aşırı sempati kurmamız yüzünden sıfırı tükettiğinden içinde bulunduğumuz durumu düzeltmek için bilime başvurmamız gerektiğini düşünüyorum. Duyguların üstünlüğü bizi yoldan çıkarmalarıdır ve bilimin üstünlüğü ise duygusal olmayışıdır.”
Bayan Vandeleur çekingen bir girişimde bulunarak “Ama çok ciddi sorumluluklarımız var.” dedi.
Leydi Agatha “Hem de çok ciddi.” diye tekrarladı.
Lord Henry Bay Erskine’e bakarak “İnsanlık kendini gereğinden fazla ciddiye alıyor. Bu insanların ilk günahı. Eğer mağara adamları gülmeyi bilselerdi, tarih farklı yazılmış olurdu.” dedi.
Düşes titrek sesiyle “Beni gerçekten rahatlatıyorsunuz.” dedi. “Doğu Yakası sorununa ilgi göstermediğim için teyzenizi her ziyaret edişimde kendimi çok suçlu hissediyordum. Bundan sonra, yüzüm kızarmadan onun yüzüne bakabileceğim.”
Lord Henry “Yüzümüzün kızarması çok çekicidir düşes.” dedi.
Kadın “Eğer gençseniz öyledir.” diye cevapladı. “Şayet benim gibi yaşlı bir hanımefendinin yüzü kızarıyorsa bu kötüye işarettir. Ah! Lord Henry, keşke yeniden genç olmanın bir yolunu gösterseniz.”
Lord bir an düşündü. Masanın karşısında oturan kadına bakarak “Geçmişinizde yaptığınız büyük bir hatayı hatırlayabiliyor musunuz düşes?” diye sordu.
“Korkarım, bir sürü!” diye haykırdı.
“O hâlde onları tekrar edin.” dedi ciddi bir ifadeyle. “İnsan yeniden genç olmak için sadece vaktiyle yaptığı ahmaklıkları tekrar etmelidir.”
Kadın “Ne muhteşem bir teori!” diye bağırdı. “Bunu mutlaka uygulamalıyım.”
Sir Thomas’ın gergin dudaklarından “Tehlikeli bir teori!” cümlesi döküldü. Leydi Agatha kafasını sağa sola sallıyordu fakat söylenenlerden duyduğu keyfe engel olamıyordu. Bay Erskine dinlemekle yetindi.
“Evet…” diye devam etti Lord Henry. “bu, hayatın muhteşem sırlarından birisi. Günümüzde çoğu insan, yerlerde sürünen sağduyu uğruna ölüp gidiyor ve ancak iş işten geçtiğinde asla pişman olmadığı yegâne şeyin yaptığı hatalar olduğunu idrak ediyor.”
Masadaki herkes güldü.
Lord Henry ortaya attığı fikirle istediği gibi oynuyor; onu evirip çeviriyor, havaya atıp tutuyor, şekilden şekile sokuyordu. Süsleyip parlattığı fikrine paradokslardan kanat takıyordu. O devam ettikçe, ahmaklığa övgü yükselerek bir felsefeye dönüşüyor; hazzın çılgın melodilerini yakalayıp, kolayca hayal edilebileceği gibi, üzeri şarap lekeleriyle dolu cübbesi ve başında sarmaşıktan tacıyla, şarap tanrısı Bacchus’un sarhoş rahibeleri misali hayatın kırlarında dans ediyor; kendisine ayak uyduramayan akıl hocası Silenus’u ayık olmakla itham edip onunla alay ediyordu. Gerçekler, onun karşısında korkmuş orman yaratıkları gibi kaçıştı. Beyaz ayakları, bilge Ömer Hayyam’ın yanındaki muazzam fıçının içindeki üzümleri ezdi; ta ki kaynayan üzüm suları yükselip, mor köpük dalgaları hâlinde çıplak bacaklarına erişene veya fıçının damlatan, sızdıran siyah kenarlarında kırmızı köpüklere dönüşene kadar. Olağanüstü bir doğaçlamaydı. Dorian Gray’in gözleri kendisine sabitlenmiş gibi hissediyordu ve dinleyicileri arasında tabiatını etkilemeyi umduğu birisinin olduğunu bilmek, nüktedan zekâsını ortaya çıkarıyor ve hayal gücüne renk katıyordu sanki. Zekiydi, sıra dışıydı ve mesuliyetlerden sıyrılmıştı. Dinleyicilerini büyüleyip kendilerinden kurtarmıştı ve onlar da güle oynaya onun kavalının peşinden gitmişti. Dorian Gray bakışlarını ondan alamamıştı, sanki bir büyünün tesirindeymiş gibi orada öylece oturmuştu, dudaklarında gülücükler birbirini izlemiş ve merak duygusu gittikçe kararan gözlerinde kara delik açmıştı sanki.
Sonunda, gerçeklik çağın üniformasına bürünmüş olarak, düşese arabasının geldiğini bildirmek için bir uşak kılığında odadan içeri girdi. Kadın alaycı bir acınma ifadesiyle ellerini ovuşturdu. “Ne fena!” diye bağırdı. “Gitmek zorundayım. Eşimi kulüpten alıp Willis’s Rooms’ta başkanlık edeceği saçma sapan bir toplantıya götürmem gerekiyor. Gecikirsem kesinlikle çok kızacak ve başımdaki bu şapkayla olay çıkarmak istemiyorum. Ziyadesiyle hassastır. Ağır bir kelam onu mahvedebilir. Hayır, gitmeliyim sevgili Agatha. Hoşça kalın Lord Henry. Çok tatlısınız ve insanı gerçekten baştan çıkarıyorsunuz. Fikirleriniz hakkında ne söyleyeceğimi gerçekten bilemiyorum. Bir akşam mutlaka bize yemeğe gelmelisiniz. Salı uygun mudur? Salı günü yapacağınız bir iş var mı?”
Lord Henry eğilerek “Sizin için herkesi ekebilirim düşes.” dedi.
“Ah! Çok hoşsunuz ve de çok kötüsünüz!” diye bağırdı. “Mutlaka bekliyorum.” dedi ve Leydi Agatha ile odadaki diğer hanımefendiler eşliğinde odadan çıktı.
Lord Henry tekrar yerine oturduğunda Bay Erskine dolanıp ona yakın bir sandalyeye oturdu ve elini lordun koluna attı.
“Sürekli kitaplardan bahsediyorsunuz.” dedi. “Neden bir kitap yazmıyorsunuz?”
“Kitap okumayı o kadar çok seviyorum ki Bay Erskine, kitap yazmaya kıyamıyorum. Kesinlikle bir roman yazmalıyım, bir Acem halısı kadar güzel ve hayalî bir kitap. Fakat İngiltere’de gazeteler, küçük el kitapları ve ansiklopedilerden başka bir şey okuyacak bir edebiyat kitlesi mevcut değil. Dünyadaki tüm halklar arasında İngilizler, güzel edebiyat algısından en yoksun olanıdır.”
“Korkarım haklısınız.” diye karşılık verdi Bay Erskine. “Geçmişte edebî hırslar beslerdim doğrusu, ama uzun süre önce bunlardan vazgeçtim. Şimdi ise sevgili genç dostum, sana böyle hitap etmemde bir sakınca yok umarım, sana yemekte söylediklerinde ciddi olup olmadığını sorabilir miyim?”
Lord Henry “Söylediklerimi tamamen unuttum.” diye güldü. “Çok kötü şeyler mi söyledim?”
“Gerçekten de çok kötü şeyler. Açıkçası sizin çok tehlikeli birisi olduğunuza kanaat getirdim ve sevgili düşesimize bir şey olursa baş sorumlu olarak hepimiz sizi göreceğiz. Fakat sizinle hayat hakkında konuşmayı çok isterim. Benim neslim sıkıcı bir nesildi. Bir gün, olur da Londra’dan bıkarsanız Treadley’ye gelin ve şans eseri elime geçen muhteşem Burgundy şarabı eşliğinde bana haz felsefenizi açıklayın.”
“Çok memnun olurum. Treadley ziyareti benim için bir ayrıcalıktır. Kusursuz bir misafirperverlik ve mükemmel bir kütüphaneye sahip bir yer.”
Yaşlı beyefendi nazik bir şekilde eğilerek “Sizinle birlikte tamam olacak bir yer.” diye karşılık verdi. “Artık çok değerli teyzenize veda etmeliyim. Athenaeum Oteli’nde beni bekliyorlar. Orada şu an uyku saatimiz.”
“Hepinizin de mi Bay Erskine?”
“Kırkımızın da, kırk sandalyede. Bir İngiliz edebiyat akademisi için prova yapıyoruz.”
Lord Henry güldü ve ayağa kalktı. “Ben parka gidiyorum!” diye bağırdı.
Kapıdan çıkarken, Dorian Gray onun koluna dokundu. “Sizinle gelmeme müsaade edin.” diye fısıldadı.
Lord Henry “Ama sizin Basil Hallward’a onu görmeye gideceğinize söz verdiğinizi sanıyordum.” diye karşılık verdi.
“Sizinle gelmeyi yeğlerim; evet, sizinle gelmem gerektiğine inanıyorum. Müsaade edin. Ayrıca yol boyunca benimle konuşacağınıza söz verin. Kimse sizin kadar güzel konuşmuyor.”
Lord Henry gülerek “Ah! Bugün için yeterince konuştum.” dedi. “Şimdi tek istediğim hayatı seyretmektir. Siz de gelip benimle birlikte seyredebilirsiniz, eğer dilerseniz.”
4. BÖLÜM
Bir ay sonra, bir ikindi vakti Dorian Gray, Lord Henry’nin Mayfair’deki evinin kütüphanesindeki gösterişli bir koltuğa kurulmuştu. Zeytin rengi uzun meşe kaplama panelleri, krem rengi frizleri ve kabartmalı alçı işleme tavanı, uzun saçaklı, üzerindeki ipek Acem kilimleri ile kiremit rengi keçe halısıyla, bu odanın kendine özgü oldukça etkileyici bir havası vardı. Atlas ağacından yapılmış küçük bir masanın üzerinde bir Clodion heykelciği duruyordu ve onun yanında ise Clovis Eve tarafından Valois’lı Margaret[6 - 1553-1615 arasında yaşayan Fransa kraliçesi. (ç.n.)] için ciltlenmiş ve üzeri kraliçenin arması için seçtiği yaldızlı papatyalarla süslenmiş Les Cent Nouvelles’in bir nüshası yer alıyordu. Şömine rafı üzerinde birkaç tane büyük, mavi Çin vazosu ve renkli laleler diziliydi, pencerenin küçük, kurşuni çerçevelerinden içeri Londra’ya özgü bir yaz gününün şeftali rengi ışıkları süzülüyordu.
Lord Henry daha gelmemişti. Prensip gereği -ki bu prensibe göre dakiklik zaman hırsızlığı ile aynı şeydi- her zaman geç kalırdı. Bitkin parmaklarıyla, kitap sandıklarından birinde bulduğu Manon Lescaut’nın özenle süslenmiş resimli bir baskısının sayfalarını çevirmekte olan gencin yüzü asıktı. Louis Quatorze marka saatten muntazam bir tekdüzelikle çıkan sesler onu rahatsız etmişti. Bir veya iki kez kalkıp gitmeyi düşündü.
En sonunda dışarıdan gelen bir ayak sesi duydu ve kapı açıldı. “Ne kadar da geciktin Harry!” diye homurdandı.
Tiz bir sesle “Korkarım Harry demeyecektiniz, Bay Gray.” diye karşılık verdi.
Hemen bakışlarını çevirdi ve ayağa kalktı. “Affedesiniz. Sanmıştım ki…”
“Eşimin geldiğini sanmıştınız. Fakat sadece hanımı burada. Kendimi tanıtmama müsaade edin. Ben sizi fotoğraflarınız sayesinde gayet iyi tanıyorum. Zannedersem eşimde onlardan on yedi tane filan var.”
“On yedi değildir, Leydi Henry?”
“Peki, on sekiz olsun o hâlde. Ayrıca geçen akşam operada sizi onun yanında gördüm.” Kadınının yüzünde gergin bir gülümseme vardı ve “Beni sakın unutma!” ifadesini taşıyan, müphem bakışlarıyla genç adamı izliyordu. Kıyafetleri her daim sanki öfkeyle tasarlanmış ve zorla giydirilmiş gibi görünen bu kadın, meraklı bir mizaca sahipti. Her zaman birilerine âşık olur ve tutkuları asla karşılık bulamadığı için hep kendi kuruntularıyla kalırdı. Sürekli güzel görünmeye çalışır ama sadece pasaklı olmayı başarırdı. Adı Victoria’ydı ve kilise ziyaretleri hususunda çok takıntılıydı.
“Sanırım Lohengrin Operası’ndan bahsediyorsunuz Leydi Henry?”
“Evet, pek değerli Lohengrin’deydi. Wagner’in müziklerini diğer herkesten daha çok severim. Müziğin sesi o kadar yüksek oluyor ki, diğer insanlar söylediklerinizi duymadan tüm etkinlik boyunca konuşabiliyorsunuz. Bence bu muhteşem bir avantaj, sizce de öyle değil mi Bay Gray?”
Kadın ince dudaklarından aynı kısa ve keskin tonda bir kahkaha attı ve parmaklarıyla kaplumbağa kabuğu saplı uzun zarf bıçağıyla oynamaya başladı.
Dorian gülerek başını salladı:
“Korkarım ben böyle düşünmüyorum Leydi Henry. Ben müzik esnasında asla konuşmam; en azından iyi müzik çalınırken. Şayet kötü müzik çalınırsa o müziği muhabbetle bastırmak elbette insanın boynunun borcudur.”
“Ah! Bu Harry’nin fikirlerinden birisi, öyle değil mi Bay Gray? Harry’nin fikirlerini, onun arkadaşlarının ağzından çok sık duyarım. Bu fikirlerden sadece bu şekilde haberdar oluyorum. Ancak iyi müzikten hoşlanmadığımı düşünmemelisiniz. İyi müziğe hayranımdır, ama ondan korkarım da aynı zamanda. Beni çok duygusallaştırır. Oldum olası piyanistlere âdeta taparım; Harry’nin söylediğine göre bazen ikisine birden. Fakat hangi vasıfları beni bu hâle sokuyor bilmiyorum. Belki de ecnebi kökenli oldukları içindir. Nitekim hepsi öyle, değil mi? Hatta İngiltere’de doğanlar bile bir süre sonra ecnebileşiyorlar, değil mi? Gerçekten çok akıllılar ve sanat için övünç kaynağıdırlar. Sanatı tüm dünyaya ait kılıyorlar? Daha önce hiçbir partime katılmamıştınız değil mi Bay Gray? Mutlaka gelmelisiniz. Orkidelere bütçem yetmiyor fakat ecnebilerden paramı esirgemiyorum. İnsanın evini gerçekten renklendiriyorlar. İşte Harry de geldi! Harry, sana bir şey sormak için geldim buraya; sorumu unuttum ve burada Bay Gray’e rastladım. Müzik hakkında çok hoş bir sohbet ettik. Aynı fikirleri paylaşıyormuşuz. Hayır, sanırım fikirlerimiz hiç uyuşmuyor. Ancak kendisi oldukça kibardı. Onu gördüğüme çok memnun oldum.”
Hilal şeklindeki, koyu renkli kaşlarını kaldırıp her ikisine birden memnun bir tebessümle bakarak, “Çok etkilendim sevgilim, gerçekten etkilendim.” dedi Lord Henry. “Geciktiğim için çok üzgünüm Dorian. Eski bir sırma parçası bulmak için Wardour Caddesi’ne gittim ve orada saatlerce pazarlık etmek zorunda kaldım. Bugünlerde insanlar her şeyin ücretini çok iyi biliyor ancak hiçbir şeyin kıymetini bilmiyorlar.”
Komik ve apansız gülümsemesiyle ortamdaki tuhaf sessizliği bozarak “Korkarım gitmem gerek!” diye bağırdı Leydi Henry. “Araba gezintisinde düşese eşlik edeceğime söz verdim. Hoşça kalın Bay Gray. Hoşça kal Harry. Sanırım akşam yemeğini dışarıda yiyeceksin? Ki ben de öyle yapacağım. Belki seninle Leydi Thornbury’nin evinde görüşürüz.”
Lord Henry, tüm gece yağmurda kalmış bir cennet kuşu edasıyla süzülerek odadan ayrılan ve geride frangipani çiçeği parfümünün egzotik kokusunu bırakan kadının arkasından kapıyı kapatırken “Belki de sevgilim.” dedi. Sonra bir sigara yakıp kendini kanepeye attı.
Birkaç nefes çektikten sonra “Saman sarısı saçları olan bir kadınla asla evlenme Dorian.” dedi.
“Neden Harry?”
“Çünkü çok hassas olurlar.”
“Ama ben hassas insanları severim.”
“En iyisi sen hiç evlenme Dorian. Erkekler, yorgun düştükleri, kadınlar ise meraklı oldukları için evlenirler. Her iki taraf da hayal kırıklığına uğrar.”
“Evlenmemin pek muhtemel olduğunu düşünmüyorum Harry. Evlenemeyecek kadar âşığım. Bu da senin aforizmalarından birisi. Söylediğin her şey gibi bunu da hayata geçiriyorum.”
Lord Henry, kısa bir duraksamanın ardından “Kime âşıksın?” diye sordu.
Yüzü kızaran Dorian Gray, “Bir aktrise.” dedi.
Lord Henry omuzlarını silkti:
“Bu, çok sık rastladığımız bir açılış sahnesi!”
“Onu görsen böyle konuşmazdın Harry.”
“Kim bu kadın?”
“İsmi Sibyl Vane.”
“Bu ismi daha önce hiç duymadım.”
“Kimse duymadı. Ama bir gün herkes duyacak. O bir dâhi.”
“Sevgili genç dostum, dâhi kadın yoktur. Kadınlar süs için yaratılmış bir cinstir. Hiçbir zaman söyleyecek bir şeyleri yoktur ama çok alımlı konuşurlar. Erkekler aklın ahlak karşısındaki zaferini temsil ederken, kadınlar da maddenin akıl karşısındaki zaferini simgelerler.”
“Harry, bunu nasıl söylersin?!”
“Sevgili Dorian, hakikat bu. Şu an kadınları analiz etmekteyim, dolayısıyla bunu bilmeliyim. Bu konu zannettiğim kadar çetrefilli değil. En nihayetinde, kanaatimce sadece iki tür kadın mevcut; sade ve boyalı kadınlar. Sade kadınlar ziyadesiyle faydalıdırlar. İtibar sahibi bir insan olarak nam salmak istiyorsan onları şehirde bir yemeğe çıkarman yeterli. Diğer gruptaki kadınlar ise çok çekicidirler. Bununla birlikte, bir kusurları vardır. O da genç görünmek gayretiyle boyanmalarıdır. Büyükannelerimiz şaşaalı sohbetler yapabilmek için boyanırlardı. Ruj ve neşe, geçmişte el ele yürürdü. Artık bundan eser kalmadı. Bir kadın öz kızından on yaş daha genç görünmeyi başardığında ziyadesiyle tatmin oluyor. Sohbet hususunda ise Londra’da konuşmaya değer sadece beş kadın kaldı ve bunlardan ikisi pek muhterem sosyete topluluğuna giremiyor. Her neyse, sen şu dehadan bahset bana. Ne zamandır tanıyorsun bu kadını?”
“Ah! Harry, fikirlerin beni korkutuyor.”
“Sen bunları boş ver. Bu kadınla ne zaman tanıştın?”
“Yaklaşık üç hafta önce.”
“Peki, onunla nerede karşılaştın?”
“Sana anlatacağım Harry, ama bu konuda şaka yapmanı istemiyorum. En nihayetinde, seninle tanışmamış olsaydım tüm bunlar gerçekleşmeyecekti. Hayattaki her şeyi bilmeyi isteyen coşkun bir tutku aşıladın bana. Seninle tanıştıktan sonra, günler boyunca sanki damarlarımda bir şey geziniyormuş gibi hissettim. Önceleri, parkta[7 - Hyde Park. (ç.n.)] dolaşırken veya Picadilly’ye inerken yanımdan geçen herkesin yüzüne bakar ve bu insanları nasıl bir hayat sürdüklerine dair delice bir meraka kapılırdım. Bazıları beni çok etkilemişti. Diğerleri ise içime korkular salmıştı. Havada tatlı bir zehir vardı. Hayattaki tüm heyecanlara karşı tutkular beslerdim… Sonra, bir akşam saat yedi sularında, bir tür macera arayışı içerisinde dışarı çıkmaya karar verdim. Senin bir seferinde tarif ettiğin gibi sayısız insanları, sefil günahkârları ve muhteşem günahlarıyla şu gri renkli, muazzam Londra’mızın benim için muhakkak bir şeyler sakladığına dair içimde bir his vardı. Aklımdan binlerce şey geçti. Sırf tehlikenin kendisi keyiflenmeme neden olmuştu. Beraber ilk kez yemek yediğimiz o muhteşem akşamda söylediğin, ‘Hayatın gerçek sırrı güzelliği aramaktır.’ sözünü hatırladım. Ne beklediğimi bilmiyordum, ama dışarı çıktım ve doğuya doğru ilerledim, bir süre sonra pis sokaklardan ve yeşillikten yoksun simsiyah meydanlardan oluşan bir labirentte yolumu kaybettim. Saat sekiz buçuk sularında titrek ışıklı gaz lambaları altında, estetikten yoksun oyun afişlerinin asılı olduğu, küçük ve gülünç bir tiyatronun yanından geçtim. Hayatımda gördüğüm en enteresan yeleği giyen gudubet bir Yahudi girişte durmuş, iğrenç bir sigara içiyordu. Yağlı saç bukleleri ve kirli tişörtünün tam ortasında parıldayan kocaman bir mücevheri vardı. Beni gördüğünde, ‘Bir loca tutun lordum.’ dedi ve tam bir yalaka edasıyla şapkasını çıkardı. Onda beni eğlendiren bir şeyler vardı Harry. Tam bir ucubeydi. Biliyorum bana güleceksin ama bir sahne locası tutmak için ona çeyrek altın[8 - O dönemde lüks tüketim malları ve eğlence hizmetlerinin fiyatı sterlin yerine altın üzerinden belirlenirdi. (ç.n.)] ödedim. O gün neden öyle yaptığımı şu an kestiremiyorum; ayrıca sevgili Harry, bunu yapmamış olsaydım, hayatımın en muhteşem aşkını kaçırmış olacaktım. Bak, gülüyorsun. Korkunç birisin!”
“Gülmüyorum Dorian, en azından sana gülmüyorum ama hayatımın en muhteşem aşkı da dememelisin. Hayatımın ilk aşkı demelisin. Sen her zaman sevilecek ve her daim aşka âşık olacaksın. Tutkulu aşk, yapacak işi olmayan insanlara tanınmış bir ayrıcalıktır. Bir ülkedeki işe yaramazlar güruhunun tek işlevi budur. Korkma. Seni bu hayatta çok seçkin şeyler bekliyor. Bu sadece bir başlangıç.”
Dorian Gray öfkeli bir şekilde “Benim bu kadar sığ biri olduğumu mu düşünüyorsun?” diye bağırdı.
“Hayır, bence çok derin bir karaktere sahipsin.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Sevgili genç dostum, hayatlarında yalnızca bir kez âşık olan kişiler gerçekten sığ kişilerdir. Onların sadakat ve adanmışlık dedikleri şeye ben alışkanlığın miskinliği veya hayal gücü yetmezliği diyorum. Zekâ için durağanlık ne ise duygusal bir hayat için sadakat de odur; tam anlamıyla başarısızlığın tasdikidir. Sadakat!.. Bir gün bunu incelemem gerek. Sadakatte sahipliğe yönelik bir tutku var. Eğer başkalarının almasından korkmasaydık, sahip olduğumuz birçok şeyi atıp kurtulurduk. Ama sözünü bölmek istemem. Hikâyene devam et.”
“Sonrasında kendimi berbat bir özel locada oturmuş, pespaye bir sahne perdesine bakarken buldum. Locanın perdesini aralayıp mekâna bir göz attım. Üçüncü sınıf bir düğün pastasını andıran, her tarafta aşk tanrısı Cupid ve bereket boynuzu süslemeleri olan çok zevksiz bir yerdi. Üst balkon ve parter kısmı doluydu fakat kirli paslı koltukların ilk iki sırasında kimse yoktu, sözde birinci balkon dedikleri yerde de en fazla bir kişi vardı. Kadınlar ellerindeki portakallar ve zencefilli biralarla ortalıkta dolanıyorlardı ve aşırı miktarda fındık tüketimi söz konusuydu.”
“Britanya tiyatrosunun parlak günlerindeki gibi olsa gerek.”
“Aynen öyleydi sanırım ve gerçekten iç karartıcıydı. Oyun afişini gördüğümde ne halt edeceğimi düşünmeye başladım. Tahmin et hangi oyun sergileniyordu Harry?”
“Bana kalırsa AptalOğlan veya AhmakAmaMasum[9 - Çocuk öyküleri yazarı Mary Martha Sherwood (1775-1851) tarafından kaleme alınan ve tiyatro oyunu olmamasına rağmen 1870’lerde hayli ünlü olan öğretici hikâye kitabı. (ç.n.)] oyunu sergileniyordu. Atalarımız geçmişte bu tür eserleri çok severdi. Ne kadar çok yaşarsam Dorian, atalarımız için yeterince iyi olan şeylerin bizleri tatmin etmediği kanaati bende o kadar çok pekişiyor. Siyasette olduğu gibi sanatta da les grandperes ont toujours tort.”[10 - “İhtiyarlar hep yanılır.” (ç.n.)]
“Bu oyun bizi tatmin edecek nitelikteydi Harry. Romeo ve Juliet’i oynuyorlardı. İtiraf etmeliyim, Shakespeare’in oyunlarından birini böyle sefil bir mekânda izleme fikri beni çok rahatsız etmişti. Yine de bir yönden merakımı cezbetmedi değil. Her hâlükârda, ilk perdeyi görene kadar beklemeye karar verdim. Akordu bozuk piyanonun başında oturmuş genç bir Yahudi tarafından yönetilen korkunç bir orkestra vardı; onlar yüzünden neredeyse kaçıp gidiyordum ama perde açıldı ve oyun başladı. Romeo karakterini kaşları siyaha boyanmış, boğuk, acıklı bir sese sahip ve bira fıçılarını andıran iri kıyım, yaşlı bir beyefendi canlandırıyordu. Mercutio da ondan geri kalmıyordu. Onu da kendi şakalarını oyuna katan ve parterdekilerle pek samimi olan bayağı bir komedyen canlandırıyordu. Her ikisi de en az sahne dekoru kadar tuhaflardı ve sahne dekoru sanki bir köy kulübesinden çıkmış gibiydi. Ama Juliet! Harry, en fazla on yedi yaşında, çiçekleri andıran küçük bir yüze sahip, koyu kahverengi, kıvır kıvır saç örgüleri sarkan Yunan büstü gibi ufak bir kafası, tutkunun menekşe rengi kuyularını andıran gözleri ve bir gülün taç yapraklarına benzeyen dudakları olan bir kız hayal et. Hayatımda gördüğüm en güzel şeydi. Bir seferinde bana acıma duygusunun insanı hareketsiz kıldığını ama güzelliğin, saf güzelliğin insanın gözlerini dolduracağını söylemiştin. Sana söylüyorum Harry, gözlerime dolan yaşların buğusundan bu kızı zar zor görebildim. Ve sesi… Böyle bir ses daha önce hiç duymadım. Başta, insanın kulaklarına tek tek düşen derin ve yumuşak notalar gibiydi ve zor duyuluyordu. Daha sonra ses yükseldi ve bir flüt veya uzakta çalan bir obua sesi gibi gelmeye başladı. Bahçe sahnesinde ise hani şafaktan önce şakıyan bülbüllerin nağmesinde işitilen o ürkek coşku bütünüyle duyuluyordu sesinde. Daha sonra, zaman zaman, kemanların vahşi ihtirasları vardı. Bir sesin insanı nasıl heyecanlandırdığını bilirsin. Senin sesin ve Sibyl Vane’in sesi asla zihnimden çıkmayacak iki şeydir. Gözlerimi kapattığımda iki sesi de duyabiliyorum ve her ikisi de birbirinden farklı sözler söylüyor. Hangisine itaat etmem gerektiğini bilmiyorum. Onu neden sevmeyecekmişim? Harry, onu seviyorum. O benim için bu hayattaki her şey demek. Her gece onun oyununu görmeye gidiyorum. Bir akşam Rosalind oluyor ve bir diğer akşamda Imogen. Onu, sevgilisinin dudağındaki zehri emip bir İtalyan mezarlığının karanlığında can verirken gördüm. Külotlu çorap, gömlek ve sevimli bir şapka giymiş bir erkek çocuğu kılığında, Arden Ormanı’nda oraya buraya koştururken izledim onu. Deliriyor ve suçlu bir kralın huzuruna çıkıyordu; o krala takması için sedefler ve tatması için acı otlar veriyordu. Masumdu ve kıskançlığın kapkara elleri, onun kamışı andıran boğazını sıkıyordu. Onu her yaşta ve her kılıkta gördüm. Sıradan kadınlar, insanın hayal gücüne hitap etmezler. Kendi yüzyıllarında takılıp kalmışlardır. Hiçbir büyülü dokunuş onların suretini değiştirmez. İnsan, onların aklından geçenleri, şapkalarını görebildikleri kadar kolay görebilir. Onları her aradığında bulursun. Gizemli bir tarafları yoktur. Sabahları parkta gezintiye çıkarlar ve akşam vakti çay partilerinde lakırtı ederler. Tekdüze bir gülümsemeleri ve asortik tavırları vardır. Her hâlleri fazlasıyla aşikârdır. Ama aktrisler! Aktrisler ne kadar da farklı! Harry, âşık olmaya değer yegâne şeyin bir aktris olduğunu neden bana söylemedin?”
“Birçoklarına âşık oldum da ondan Dorian.”
“Ah, evet, saçları ve yüzleri boyalı korkunç insanlar!”
“Boyalı saçları ve yüzleri küçük görmemelisin. Onların olağanüstü bir cazibesi vardır bazen.” dedi Lord Henry.
“Keşke sana Sibyl Vane’den hiç bahsetmeseydim diyorum şimdi.”
“Buna engel olamazdın Dorian. Hayatın boyunca yaptığın her şeyi bana anlatacaksın.”
“Evet Harry. Sanırım bu doğru. Sana bir şeyler anlatmak söz konusu olduğunda kendimi tutamıyorum. Üzerimde tuhaf bir etkin var. Şayet bir suç işlemiş olsaydım, gelir sana anlatırdım. Sen de beni anlardın.”
“Senin gibi insanlar -hayatımızın inatçı gün ışıkları- suç işlemezler Dorian. Fakat yine de iltifatların için müteşekkirim. Ve şimdi anlat bakalım… Kibar bir çocuk olup şu kibritleri uzatabilir misin, teşekkür ederim… Anlat bakalım senin Sibyl Vane’le o gerçek münasebetin tam olarak nedir?”
Kırmızı yanakları ve alevli gözleriyle Dorian Gray birden ayağa fırladı. “Harry! Sibyl Vane mukaddes birisi!”
Sesinde tuhaf bir acıma belirtisiyle “Dokunmaya değer tek şey kutsal olanlardır Dorian.” dedi Lord Henry. “Ama senin canını sıkan nedir? Bu kız bir gün senin olacak herhâlde. İnsan âşık olduğunda önce kendini, sonra da başkalarını kandırır. Aşk dedikleri şey bu. Onunla tanıştığını zannediyorum?”
“Tabii ki onunla tanıştım. Tiyatroya gittiğim ilk gece, oyun bittikten sonra o çirkin yaşlı Yahudi locama gelip beni kulise götürmeyi teklif etti ve beni tanıttı. Adama çok kızmıştım ve ona Juliet’in yıllar önce öldüğünü ve bedeninin Verona’daki mermer bir makberin içinde olduğunu söyledim. Bakışlarındaki hayret ifadesinden anladığım kadarıyla benim çok fazla şampanya içtiğimi filan zannetmişti.”
“Buna şaşırmadım.”
“Sonra bana herhangi bir gazetede yazarlık yapıp yapmadığımı sordu. Ona herhangi bir gazete bile okumadığımı söyledim. Bu cevap karşısında hayal kırıklığına uğradı ve bana tüm tiyatro eleştirmenlerinin onun aleyhinde olduğunu ve tüm bu eleştirmenlerin parayla satın alınabilecek insanlar olduğunu söyledi.”
“Bu hususta haklı çıksa hiç şaşırmam. Ama diğer yandan, bu eleştirmenlerin görüntülerine bakılırsa fiyatlarının çok yüksek olduğu söylenemez.”
Dorian Gray, “Ne var ki, bu adam onları satın almaya gücünün yetmeyeceğini düşünüyordu sanırım.” diye güldü. “Her neyse, tiyatrodaki ışıkları söndürüyorlardı ve benim de gitmem gerekiyordu. Israrla tavsiye ettiği birkaç sigarayı denememi istedi. Ben de reddettim. Sonraki gece, pek tabii, mekâna tekrar gittim. Beni gördüğünde önümde eğildi ve benim kesinlikle sanatın cömert koruyucusu olduğumu söyledi. Son derece itici bir yaratık olmasına rağmen, müstesna bir Shakespeare tutkunuydu. Bir seferinde gururlu bir edayla bana, Şair yüzünden -Shakespeare’den bahsederken ısrarla bu ifadeyi kullanıyordu- beş defa iflas ettiğini söyledi. Bunun bir üstünlük olduğu kanaatindeydi.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/oskar-uayld/dorian-gray-in-portresi-69428755/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
19. yüzyılda özellikle deneysel sanat eserlerini sergilediği için eleştirilere maruz kalan sanat akademisi. (ç.n.)
2
Thomas Agnew&Sons. İngiltere’nin önde gelen sanat galerilerindendir. (y.n.)
3
İngiltere’nin en köklü centilmenler kulübü.
4
Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni. Rönesans’ın ünlü sanatçısı Michelangelo. (ç.n.)
5
19 yüzyılda Londra’nın ayaktakımının yaşadığı ve Karındeşen Jack’in cinayetleriyle adı duyulan semt. (ç.n.)
6
1553-1615 arasında yaşayan Fransa kraliçesi. (ç.n.)
7
Hyde Park. (ç.n.)
8
O dönemde lüks tüketim malları ve eğlence hizmetlerinin fiyatı sterlin yerine altın üzerinden belirlenirdi. (ç.n.)
9
Çocuk öyküleri yazarı Mary Martha Sherwood (1775-1851) tarafından kaleme alınan ve tiyatro oyunu olmamasına rağmen 1870’lerde hayli ünlü olan öğretici hikâye kitabı. (ç.n.)
10
“İhtiyarlar hep yanılır.” (ç.n.)