Genç Werther’in Acıları

Genç Werther’in Acıları
J. Wolfgang Goethe
Goethe “Genç Werther’in Acıları”nı yazdığında daha 25 yaşındaydı. Roman, yayımlandıktan sonra intihar vakalarına yol açmıştı. Ayrıca Almanya’da bir de “Werther salgını” baş göstermişti; gençler artık mavi ceket, sarı yelek giyiyor, kendilerini kolayca duygularına kaptırıyorlardı… Bu denli etkileyici bir güce sahip, yazarının hayatından esintiler taşıyan bu roman, dünya edebiyatına, coşkulu, türlü ızdıraplar içinde bir delikanlı âşığı hediye etti: Hukuk stajyeri genç Werther! Karşılıksız sevme talihsizliğinde bulunan bu tutkulu delikanlı, günden güne daha çok duygularının hükmü altına girerken, yaşadıklarını, içinden geçenleri, hissettiklerini arkadaşına mektuplar yazarak bildiriyordu. Bu mektuplar birikti, birikti, en sonunda genç Werther’in acılarını ve hazin sonunu tüm dünyaya anlattı…

J. Wolfgang von Goethe
Genç Werther’in Acıları

Zavallı Wether’in hikâyesi hakkında bulabildiğim tüm şeyleri dikkatli bir şekilde bir araya getirdim, işte size takdim ediyorum. Bunun için bana müteşekkir kalacağınızın farkındayım. Onun idrakine, haysiyetine sevgi besleyecek ve hayranlık duyacak; kaderine ise ağlayacaksınız…
Ve sen… Aynı onun gibi tutkularına bağlı isen iyiliksever insan… Onun ızdıraplarıyla teselli bul ve bu senin ister kaderin olsun ister kendi kabahatin olsun candan bir arkadaş bulamazsan bu kitapçığı kendine dost edin.

BİRİNCİ BÖLÜM

    4 Mayıs 1771
Buraya geldiğime ne iyi ettim. Ah, dostum! İnsan kalbi ne anlaşılmaz şeydir! Ben seni bu kadar severken, senden hiç ayrılamazken… Senden ayrılayım da gene memnun olayım? İnanılacak şey miydi? Bununla beraber bu hâlimi hoş göreceğini bilirim.
Başkalarıyla olan bağlarıma gelince: Bunlar hep, benim bu çok duygulu kalbimi iğnelemek için inadına karşıma çıkmış gibi değil miydiler?.. Zavallı Leonore! Bununla beraber benim bu işte suçum yoktu! Böyle olacağını düşünebilir miydim? Ben bir taraftan onun ablasıyla… O cilveli, o fıkırdak ablasıyla gönlümü eğlendirirken öteden onun benim için kara sevdaya uğrayacağı hatırıma gelir miydi? Elbette gelmezdi. Fakat acaba bütün bütün de suçsuz muydum? Onun duygularını bilerek ben beslemedim mi?.. Aslında hiç gülünç olmadığı hâlde kaç kere bizi güldüren o saf heyecanları her defasında beni hoşlandırmaz mıydı?.. Ben değil miyim ki?.. Oh, bu insanlar ne cesaretle gene hâllerinden şikâyet ederler? Sevgili arkadaşım! Sana söz veriyorum: Artık yola geleceğim. Artık eskisi gibi hayatın acılıklarını son damlasına kadar emerek tatmak istemiyorum. Bundan sonra hâlden istifade edeceğim. Geçmiş günler benim için tarihe karışmış olacak.
Evet, dostum, şüphesiz haklısın. Eğer insanlar kafalarında hep geçmiş acıları canlandırmasalar (Ama ne için böyledirler, onu da Allah bilir.), evet hâlden memnun olacak yerde geçmişin hesabına her zaman dertlerini tazelemeseler elbette şimdiki kadar acı duymazlardı.
Ben burada pek iyiyim. Bu ıssız yerlerin tenhalığı hasta ruhuma şifa oluyor. Her şeye taze can veren yeni mevsimin tatlı sıcaklığı içimdeki ürpertileri bastırıyor. Her ağaç, her çit bir çiçek demetidir. Bu renk ve koku denizinde yüzerek gıdalanmak için insanın kelebek olacağı geliyor.
Şehrin kendisi hoş değil. Fakat etrafının güzelliğine hiç diyecek yok. Bunun için Kont Dö M., sağlığında bir tepenin sırtına bir bahçe kurdurmuş. Tepeler binbir değişikliklerle birbiri ardı sıra gelir, araları sisli vadilerle insanın gözünü ve gönlünü çeker. Bahçe hiç gösterişli bir şey değil. Daha içine girilirken bunun, bilgili bir bahçe mühendisi işi olmadığı, yalnız duygulu bir kimsenin bu planı kendi zevki için çizdiği hemen anlaşılır. Yıkık dökük bir çardağın altında kaç kere kontu düşünerek gözyaşı döktüm. Vaktiyle onun çok beğendiği bu yer şimdi de benim en çok sevdiğim yer oldu.

    10 Mayıs
İçimde şaşılacak bir kaygısızlık var. Tadını çıkararak geçirdiğim bahar sabahlarına benziyorum. Onlar da böyle kaygısız! Yalnızım hem öyle bir yerde ki böyle yerler tam benim duygumda olanlar için yaratılmış denilebilir. Öyle mesudum, dostum benliğimin durgunluğuna öyle kendimi bırakmış bir hâldeyim ki bundan hünerim, sanatım eza duyuyor, üzülüyor. Tek bir çizgi bile çizemeyeceğim. Bununla beraber ben hiçbir zaman şimdiki kadar büyük ressam olmadım.
O zaman ki dere boyunun sisleri önümde yükselir, başımın üstünde güneş kızgın oklarını karanlık ormanın sık örtülü kubbesine saplar ve parça parça ışıkları bu ulu mabedin ötesinde berisinde oynaşır; o zaman ki bir dere kıyısında, yüksek otların arasında yere uzanarak yeşil çimenler içinde bilmediğim binbir ot bulunur, bu otların arasında sayısız kurtlarıyla, böceklerle kaynaşan o küçük yaşayış âlemini yakından görürüm; o zaman ki bizi kendine göre uydurup yaratan büyük yaratıcının varlığını anlar ve sonsuz bir zevk denizinde yüzerek tutunurken o büyük sevgi kaynağının soluğunu duyarım; işte o zaman dostum, ah, o zaman ki sonsuz âlemlerin içyüzü gözümün önünde açılmaya başlar ve gökyüzünü bir sevgilinin gönlüme vurmuş aynadaki yüzü gibi düşünürüm; işte o zaman derin derin göğüs geçirir ve şöyle haykırırım: “Ah ne olurdu, şu duyduklarını söyleyebilseydin! Şimdi bu kadar bollukla, bu sıcaklıkla içinde akıp taşan canlılığı bir kâğıda çıkarıp işleyebilseydin! Öyle ki kâğıt senin ruhunun bir aynası olsun, nitekim senin ruhun da sonsuz, ulu bir varlığın aynası olmuştur!..” Fakat dostum, çırpınmak neye yarar? Ben içimden gelen bu ürpertilerin sarsıntısı altında eziliyorum, ezildiğimi duyuyorum…

    12 Mayıs
Bilmem bu yerlerde aldatıcı periler mi dolaşıyor, yoksa gönlüm göklerden inmiş duygularla büyülendi mi? Her yeri cennet gibi görüyorum.
Kasabaya girilecek yerde bir pınar vardır. Melusine ve kız kardeşleri gibi ben de bu pınarın güzelliğine gönül verdim. Bak anlatayım:
Küçük bir tepenin eteğinde bir mağara! Mağaraya gir, yirmi ayak tutan bir merdivenden in! Orada mermerden sızan en temiz ve dünyanın en durulmuş suyunu bulursun. Etrafındaki küçük duvar, burasını gölgeleri altında saklayan ulu ağaçlar, ortalığın serinliği, bütün bunlar sizi kendine çekerken siz de içinizde anlaşılmaz ürpermeler duyarsınız.
Gün geçmez ki orada bir saat olsun kafamı dinlendirmeyeyim. Kasabanın genç kızları oraya testilerini doldurmaya gelirler. Böyle işe yaramayı eski zamanın kral kızları bile hor görmezlerdi.
Burada oturduğum vakit eski din adamlarının hayatı kafamda canlanır. Gençlerin böyle akarsu başlarında nasıl tanışıp sevişerek evlendiklerini düşünür ve böyle yerlerde her vakit iyi ruhların uçuşmakta olduğuna inanırım. Oh! Bunu böyle benim duyduğum gibi duymamış olan bir kimse -kızgın bir güneşin altında çetin yollardan geldikten sonra- benim kadar tadını çıkararak hiçbir zaman böyle bir pınarda içinin ateşini söndürememiştir!

    13 Mayıs
Bana “Kitaplarını göndereyim mi?” diye soruyorsun. Allah aşkına dostum, bırak şunları! Bana yaklaştırma! Benim artık kılavuza, fitillenmeye, alevlenmeye ihtiyacım yok! Kalbimin kendi coşkunluğu bana yeter. Hatta onu uyutacak bir ninniye ihtiyacım var. Bu ninniyi de Homeros’umda bol bol buluyorum. Kaç kere kanım kaynayıp taşarken bu sayede onu dindirmemiş midir? Ah, sen bu kalbi bilmezsin! O ne delişmen ne hoppa şeydir bilsen! Sana mı bilsen diyorum? Sen ki benim düşündürücü bir durgunluktan taşkın bir sevince, tatlı bir mahzunluktan kudurmuş bir çarpıntıya düştüğümü görerek kaç kere benim için merak etmiş, üzülmüşündür!
İşte bunun için ben kalbimi hasta bir çocuk gibi nazlandırıyor ve şımarmasına göz yumuyorum. Sakın bunu kimselere söyleme! Öyle adamlar vardır ki onlarca bu bir büyük suç, bir günahtır!

    15 Mayıs
Saf yürekli köylüler beni artık tanıyorlar, hepsi, hele çocuklar beni çok seviyorlar. Daha birkaç gün evvel yanlarına gidip de bir şeyler sormaya kalkışsam kendileriyle alay etmeye gelmişim gibi birdenbire beni bırakıp giderlerdi. Hoş buna ben de hiç gücenmiyorum ya! Yalnız vaktiyle edindiğim bir fikir bu sefer daha iyi kafama yerleşti. Az çok rütbeli kimseler kendinden aşağı tabakada olanlara çok yüksekten bakıyorlar. Sanki onlara yaklaşmakla kendilerinden bir şeyler eksilecekmiş gibi bir korkuları var. Hele bunların içinde öyleleri vardır ki zavallı halkın katına, gene ancak onları iğnelemek, yaralamak için inerler.
Bilirim ki biz insanlar hepimiz bir değiliz ve bir olamayız. Fakat kendini saydırmak için halktan uzak durmaya mecbur olanlar, bence ölüm korkusuyla düşman karşısında saklananlardan daha az değersiz değildirler.
Geçenlerde gene benim pınar başına gitmiştim. Bir hizmetçi kızı, testisini merdivenin son basamağına koymuş, etrafına göz gezdirerek kendine bir yardımcı arıyordu. Gidip testisini başına koymak lazımdı. Hemen merdiveni inip yüzüne baktım. “Size yardım edeyim mi matmazel?” dedim. Yüzü ateş gibi kıpkırmızı oldu. “Aman… Size zahmet olur…” diyordu. “Yok a canım, hadi gel!..” Ben öyle derken o da başındaki artlığı düzeltiyordu. Testiyi kaldırıp oraya koydum. Teşekkür ederek hemen uzaklaştı.

    17 Mayıs
İyi kimselerle tanıştık ama daha bir sosyete bulamadım. Bende şeytan tüyü mü var, nedir bilmem ki! Herkesin hoşuna gidiyorum. Buranın yerlileri hep beni arar, sorar, bana bağlanırlar. Öyle ki mesela onlarla yollarımız bir düşse beni paylaşamıyorlar ve bu, pek az bir zaman için dahi olsa benim için üzüntülü oluyor.
“Bunlar ne biçim adamlar?” diye soracak olursan cevabım şu olur: “Her yerdekiler gibi!” Âdemoğullarının her yerde şaşılacak bir benzeyişleri var. Bunların çoğu boğaz tokluğuna çalışmakla ömürlerini geçirirler. Arada kendilerine kalan az bir zaman ise onlara o kadar sıkıcı gelir ki o zamanı nasıl geçireceklerini, ne yapacaklarını bilemezler!.. Vah zavallı insanlar vah!..
Bu düşünceleri bırak, bunlar sahi çok temiz adamlar. Bazı kere kendimden geçerek onlarla zevke dalarım. Zevk dediğim de nedir ki! İyi hazırlanmış bir sofranın etrafında hoşça bir sohbet, araba ile şöyle bir gezinti yapmak yahut üzüntüsüz bir balo tertip etmek… Zevk namıyla insanlara nihayet kalabilen bütün bu şeyler bende çok iyi bir iz bırakıyor. Elverir ki o zaman bende uyuyan ve kullanılmadığı için paslanmaya yüz tutan bazı saklı hassalarım[1 - Hassa: Özgülük, özellik, hasiyet. (e.n.)] olduğunu hatırlamalıyım!.. Bunun hatıra gelmesi kalbi sıkıyor! Şu kadar ki anlaşılmamak birçok kimsenin olduğu gibi benim de alnımın yazısıdır!
Ah, gençliğimin tapındığı o sevgili ne oldu! Yok olacak idiyse ben onu niye tanıdım?.. Kendi kendime, “Sen delisin!” diyorum. “Artık dünyada varlığı kalmayan bir şey arıyorsun!”
Fakat ben onu, o sevgiliyi bir zaman sarmıştım. Yüreğinin çarptığını duymuştum. Yüksek yaratılışı önünde kendimi benliğimin üstüne yükselmiş gibi görürüm. Çünkü onun yanında ne kadar olabileceksem o kadar varışlı[2 - Varışlı: Her şeyi çabuk ve iyi anlayan, sezişi güçlü, zeki, arif. (e.n.)] olurdum.
Hey Allah’ım! O zaman ruhumun hiçbir kabiliyeti boş kalır mıydı? Kalbimin bütün dünyayı kucaklamadaki şaşılacak kuvveti, onun önünde tastamam kendini gösteremez miydi? Kalbin derinliklerinden gelen ürpertiler, iki ruhun karşılıklı şimşeklenmesi, aramızda her günün, bir alışverişi gibi değil miydi?.. Ah, onunla her konuşmamız ve iğneli şakalarımıza varıncaya kadar, her sözümüz inci gibi ince idi, ben onu bilirim.
Şimdi ise… Ne yazık! Onun benden birkaç yaş büyük olmasıyla benden evvel ölüme kavuşması gerekti. Unutamayacağım, hiçbir zaman onun ruhunun temizliğini, sağlamlığını, onun o ilahi yumuşaklığını hiçbir zaman unutamayacağım!
Burada tanıştığım kimselerden biri de prensin maiyetindeki hâkimdir: Özü sözü bir, doğru bir adam! Onu, dokuza varan çocuklarının arasında görmek hoş bir şey oluyormuş. Hele büyük kızını söyleye söyleye bitiremiyorlar. Beni davet etti, ilk fırsatta gideceğim. Buradan yaya olarak bir saatlik yol. Uzakta prensin bir av köşkünde oturuyor. Karısı öldükten sonra kendi evinde ve hatta şehirde oturmaya içi yetmediği için prensten bu müsaadeyi almış.
Bundan başka, yolunun üzerinde birçok orijinal karikatürlere de rast geldim. Bunların her hâli, özellikle dost görünmekteki gayretleri hiç çekilmiyor.

    22 Mayıs
Yaşamak bir rüyadan başka bir şey değildir. Bunu benden önce de söyleyenler olmuş fakat bu benzetiş bir gölge gibi benden ayrılmıyor. Düşünüyorum: İnsanların kudret ve kabiliyetleri daracık bir çerçeve içinde sıkışmış, ellerinden ne az bir şey geliyor! Dikkat ediniz: Bizim bütün savaşımız geçinmemize, yaşamamıza yarıyor. Yani yoksuzluklar içinde geçen şu mendebur yaşayışı uzatmaktan başka bir şeye benzemiyor. İçimizin rahat ettiği zamanlarda bile bu rahatlık başımıza geleceklere karşı Allah’a sığınmamızdan ileri geliyor. Böylelikle zindanlarının duvarlarına güzel resimler, gönül açıcı manzaralar yapan mahpuslara benziyoruz. Ah kardeşim, bunları düşündükçe aklım duruyor!
Kendime, kendi içime bakıyorum ve orada koskoca bir âlem buluyorum. Fakat bu âlemde hayat ve hareketten ziyade manalı sezişler ve karanlık istekler var. O zaman her şey karşımda sarsılıyor ve ben gülümsüyorum ve ben her zaman böyle dalgın, derin derin düşünerek gittikçe daha derinliklere dalıyorum.
Haydi diyelim ki çocukların her işi terbiyecilerin ikide bir söyledikleri gibi, düşüncesiz olsun. Fakat yaşını başını almış insanların da birer koca bebekten hiç farkı olmasın, onlar da şu yeryüzünde sendeleye sendeleye, nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilmeksizin emekleye dursunlar. Onların da belli başlı ülküleri olmasın ve onlar da bisküviler, çöreklerle avutulsun ve değneklerle yola getirilsinler… İnanılacak şey midir? Buna kimse inanmaz fakat bana kalırsa bundan daha açık, daha doğru bir şey olamaz.
Şimdiden sana hak veriyorum (Çünkü ne söyleyeceğini biliyorum.), onlar daha bahtiyardır. Evet, onlar, o koca bebeklerdir ki tıpkı çocuklar gibi günü gününe yaşar, bebeklerini gezdirir, soyar, giydirir, şeker veya pastaların saklı bulunduğu dolabın etrafında saygıyla dolaşırlar ve kendilerine biraz o şekerlerden, pastalardan verilirse bütün açgözlülükleriyle kapışarak “Daha yok mu?” diye haykırışırlar… İşte bunlar, evet bunlar, dünyanın en rahat, en talihli mahluklarıdır.
Daha kimlerin uğuru açıktır, biliyor musunuz? O kimselerin ki yaptıkları en değersiz hatta en delice işleri büyük unvanlarla satar ve bu işleri insanlığın kurtuluş ve yükselişi namına yapılmış yüce fedakârlıklar gibi gösterirler. Bu yolda düşünüp yapabilenlerin -ne diyeyim- gene uğurları açık olsun!..
Fakat bütün bu işlerin ucunun nereye varacağını görüp anlayan gösterişsiz, alçak gönüllü bir kimse… Bir kimse ki şu küçük orta hâlli adamın bahçesini nasıl süsleyip bezediğini ve onu nasıl küçük bir cennete çevirdiğini… Şu ağır yükün altında ezilen talihsizin, iniltisiz, nasıl yolda süründüğünü görür ve her ikisinin de meramının bir dakika daha fazla gün görme olduğunu anlar, işte o kimsenin de içi durulmuştur; o da kendi kendine bir âlem kurar, o da bir insan olduğu için bahtiyardır; kudreti ne kadar ölçülü olsa gene içinde hürriyetin tatlı bir duygusunu besler ve bu duyguyla bilir ki o, ne zaman isterse kendini hayat zindanından dışarı fırlatabilecektir.

    26 Mayıs
Eskiden beri tabiatımı bilirsin: Hoşuma giden bir yer buldum mu hemen oraya çekilir, tenhaca ve masrafsızca yaşarım. İşte burada da bulduğum böyle bir yer beni kendine çekti ve bağladı.
Şehirden bir saat uzakta “Wahlheim” isminde bir köy. Bir dağın yamacına yaslanmış, hoş bir görünüşü var. Köye çıkan ince yolda insan yükseldikçe ayağının altında kalan bütün vadiyi bir bakışta kucaklıyor. Yaşına göre dinç görünen hamarat bir kadın orada küçük bir meyhane açmış, gelenlere bira, şarap, kahve getiriyor. Hele kilisenin küçük meydanını kaplayan dalları sık iki büyük ıhlamur var ki bu hepsinden daha hoş.
Köyün bu küçük meydanı her taraftan saman örtülü kulübelerle, ambarlarla çevrilmiştir. Ruhumu bunun kadar okşayacak, bunun kadar işime elverecek tenha ve sevimli bir yeri başka nerede bulabilirdim?
Dükkândan oraya bir küçük masa ile bir iskemle getirtir, kahvemi orada içerim, Homeros’umu da orada okurum.
İlk olarak yolum bu ıhlamurların altına uğradığı vakit bir öğleüstü idi. Meydanda kimseler yoktu. Besbelli herkes tarlasında çalışıyordu. Yalnız yere oturmuş dört yaşında bir oğlancağız vardı ki bacaklarının arasında gene yere oturmuş olan altı aylık bir yavruyu tombul kollarıyla sarmış, göğsünü ona yastık etmişti. Kendi hâlinde sessiz oturuyor fakat parlak, siyah gözleriyle etrafı kolaçan ediyordu.
Manzara hoşuma gitti. Hemen karşısında, bir sabanın üstünde yer aldım. Ve şu altı aylık bebekle onu koruyan dört yaşındaki ağabeyi kâğıt üzerinde çizmeye başladım. Bu resim beni pek eğlendirdi. Beri taraftan çitten bir parça, sonra bir ambar kapısı, birkaç kırılmış saban tekerleği, bütün bunlar rastgele, karmakarışık resme giriyordu. Kendimden hiçbir şey katmadığım hâlde bir saat sonra ortaya hakikaten ilginç, güzel bir resim çıktı. Bundan sonra yalnız tabiatı kendime örnek edeceğim: Kararım iyice kuvvet buldu. Zenginliği tükenmeyen bir o var! Büyük artistleri yetiştiren de yalnız o olduğu gibi…
Şüphesiz toplumsal kanunlar için olduğu kadar sanat kuralları için de söylenecek birçok iyi söz vardır. Sanat kurallarına bağlı bir artist, hiçbir zaman abes ve mutlak surette fena eserler vücuda getirmez.
Nitekim usul ve kanunu kendine kılavuz eden bir kimse de hiçbir vakit ne çekilmez bir komşu ne de namlı bir kötü adam olur. Böyle olmakla beraber her kural -evet, başkaları ne derse desin- bence her kural tabii hisleri boğar ve bu hislerin hakiki ifadesini bozar.
Ah, ey dostlar! İlham dereleri niçin bu kadar seyrek coşup taşıyor? Onun dalgalarının kabarması ve gelip sizin uyuşuk ruhlarınızı sarsması niye böyle seyrek oluyor? Niçin böyle oluyor, biliyor musunuz? Aziz dostlarım, şunun için ki o dere boyunun iki tarafında oturan ağırbaşlı, düşünceli kimseler fidanlıklarını, kulübelerini, laleliklerini, bağlarını, bostanlarını su basmasın diye setler yaparlar, hendekler, arklar açarlar da korktukları tehlikenin böylelikle önünü almış olurlar. Evet, işte bunun için dâhiyane eserler azdır!

    27 Mayıs
Anladığıma göre heyecan içinde, parlak sözlerin ve benzetişlerin akıntısına kapılarak asıl konumu unutmuştum. O resimlerini yaptığım iki çocuğun hikâyesini tamamlamadım, değil mi? Anlatayım: Dün sana oldukça saçma bir mektuba mal olan o artistik hassalarımla tam iki saat sabanın üstünde oturmuş kalmışım.
Akşama doğru, kolunda bir sepet, genç bir kadın, çocuklara doğru yürür, onlar kıpırdamaz, kadın haykırır: “Philipp! Sen iyi bir çocuksun!”
Geçerken bana başıyla selam verir, karşılık onu selamlarım. Yerimden kalkar, yaklaşır ve ona “Çocukların annesi misiniz?” diye sorarım. “Evet.” der. Büyüğüne sepetinden beyaz bir ekmek verir. Küçüğünü kucağına alır ve bütün bir ana sevgisiyle onu kucaklar. Sonra bana dönerek:
“Bu küçüğü Philipp’e emanet ederek kendim büyük kardeşleriyle biraz çarşıya inmiştim. Biraz şeker, bir parça beyaz ekmek, bir de ufak tava almam lazımdı.”
Kapağı düşmüş sepetinin içinde bu dedikleri görünüyordu. O, devam etti:
“Bu akşam küçük Hans’ıma bir tirit yapacağım.” (Hans en küçüğünün adı idi.) “Büyük yaramazım dün Philipp’le didişirken toprak tavayı kırdılar.”
Büyük yaramazının nerede olduğunu sordum. Çayırda kızları kovalamakta olduğunu söylerken sözü ağzında kaldı. Çünkü büyük yaramazı bir taraftan koşa koşa gelmiş, elindeki fındık dalını minimini kardeşine uzatıyordu.
Biz konuşuyorduk. Sonunda anladım ki bu kadıncağız oradaki mektep hocasının kızıymış. Kocası bir miras işinden dolayı İsviçre’ye gitmiş:
“Kendisini aldatmak istiyorlardı. Mektupları hep cevapsız kalıyordu. İşte bu sefer kendisi gitti. Bakalım ne yapacaklar? Allah vere de bir kazaya uğramasa! Çoktandır hiçbir haberini alamadım.”
Ne sade ne pürüzsüz lakırtı söyleyişi vardı! Bu kadından ayrılmak istemiyordum. Çocuklara biraz para verip gönüllerini aldım. Kasabaya indiği zaman küçük Hans’a beyaz ekmek alması için analarının eline de beş on kuruş sıkıştırdıktan sonra oradan uzaklaştım.
Sevgili arkadaşım! Öyle anlıyorum ki ne zaman kanım kaynarsa onun taşkınlığına karşı en faydalı ilaç Allah’ın böyle bir kuluna rast gelmek oluyor. Bir kul ki şu fâni dünyada kendi payına düşen dar bir çerçeve içinde her gün rızkını arayarak tasasız yaşar ve yaprakların birer birer düştüğünü görürken yalnız kışın yaklaştığını düşünür.
O zamandan beri dediğim yere sık sık gidiyorum. Çocuklarla senli benli olduk, kaynaştık. Kahvemi içerken şekerimi onlara veririm. Akşamüstü sütü, tereyağlı pastaları da paylaşırız.
Her pazar haftalıklarını alırlar. Şayet kilise vakti ben orada bulunmazsam meyhaneci kadın, sonra benden almak üzere paralarını dağıtır.
Bu çocuklarda hiç yabanilik yoktur. Bana masallar söylerler. Çocukça duyguları ve hele köyün başka çocukları etrafıma toplandığı vakit, onların kıskançlıklarını belli etmeleri beni eğlendirir.
Yalnız bir düziye “Sizi rahatsız ediyorlar.” diyen analarına meram anlatıncaya kadar başıma hâl geldi.

    30 Mayıs
Bundan evvel resim için söylediğim şeyler şüphesiz şiir için de doğrudur. Mesele tabiatın güzelliklerini yahut şöyle diyeyim, ne olursa olsun “güzel”i görüp tanımak ve onu göstermeye çalışmaktır. Aslı aranırsa bu, az sözde çok mana aramak demektir.
Bugün ben öyle bir sahneye şahit oldum ki hakkıyla yazılabilse en güzel bir şiir, en hoş bir çoban manzumesi vücut bulur.
Fakat niçin her vakit bu sözler?.. Şiir, manzume, sahne… Nedir bunlar? Niçin her vakit böyle örneklere, kalıplara göre yoğrulmak?.. Hâlbuki gerek olan kendini kapıp koyvermek ve tabiatın herhangi bir hadisesini benimsemektir.
Eğer şu başlangıca göre benden yüksek, şatafatlı bir şeyler beklersen aldanırsın. Bendeki bu ürpertilere sadece bir köylü sebep olmuştur. Her vakit olduğu gibi olayı gene fena anlatacağım. Sen de her vakit olduğu gibi işi büyütüyorum sanacaksın. Dinle:
Gece Wahlheim’da… Hep de böyle olmayacak şeyler Wahlheim’da olur. Ihlamurların altındaki kahvede köylüler oturmuş, oldukça kalabalık bir toplantı yapmışlardı. Böyle toplantılardan hoş olmadığı için söze karışmayarak usulca sıvıştım.
Oradaki evlerin birinden genç bir köylü çıktı. Geçenlerde resmini yaptığım saban arabasının bir tarafını tamire başladı. Hâli hoşuma gitti, yaklaştım, hâl ve hatır sordum. Hemen aramızda candan bir anlaşma oldu. Zaten bu saf adamlarla biz her zaman anlaşırız.
Durumunu anlattı. Bir dul kadının yanında çalışıyormuş. Hanımından memnun. Bunu öyle candan anlattı ve hanımını o kadar methetti ki zavallının bütün ruhuyla, vücuduyla ona bağlı olduğunu sezmekte gecikmedim.
“Artık öyle genç değil.” diyordu. “İlk kocasıyla mesut olamamış, bir daha da evlenmek istemiyor.”
Hanımının ne kadar güzel olduğu her sözünden belliydi. Ölen kocasının haksızlıklarını unutturmak için kendisine varmasını öyle istiyor ki! Bu saf köylü kalbinin hanımına nasıl baktığını anlatabilmek için onun sözlerini teker teker sana tekrarlamalıyım. Hayır, gene olmaz. Onun tavırlarındaki ifadeyi, sesinin ahengini, gözlerinin ateşini anlatabilmek için büyük şair kuvveti lazım. Fakat mümkün değil! Onun gözlerine alev, tavırlarına tatlılık veren bu sevgiyi gösterecek ifade hiçbir dilde yoktur. Bu işte beceriksiz ve kaba kalacağımı biliyorum; ne yazsam nafile!
Bana en çok dokunan, zavallı köylünün hanımıyla münasebetine yanlış bir mana vermeyeyim diye korkması ve en ufak bir kuşkuya düşmeme bile razı olmaması idi.
Tazeliğini, yosmalığını kaybettiği hâlde gene güzel olduğu anlaşılan o kadına düşkünlüğünü gördükçe bu gencin sözlerini kalbimin derinliklerinde duyduğum bir zevk ile dinliyorum. Bu kadar temiz, bu kadar da ateşli duyguların bir araya geldiğini hiç görmemiştim. Hatta saflığın bu derecesini şimdiye kadar düşünmemiş olduğumu da söyleyebilirim. Eğer bana darılmayacağını bilsem gönlümü dolduran şu toy aşkın düşüncesiyle hâlâ titrediğimi, hâlâ her yerde o ince duyguların izinden giderek aynı ateşle yandığımı da itiraf ederdim.
Her şeyden önce gidip bir kere şu kadını görsem mi dersin? Hayır, hayır! İyi düşününce onu görmemenin daha tatlı olduğu anlaşılır. Görünce onu ancak yavuklusunun gözüyle görmeli. Kim bilir? Belki de onu düşündüğüm kadar güzel bulmam. O hâlde bu kadar güzel bir hayali niçin bozmalı?

    16 Haziran
Çoktandır niçin sana mektup yazmıyorum: Bunu bana sorabilirsin. Sen ki bu kadar bilgiçsin!.. Vücutça iyiyim… Bunu da anlayabilirsin. Hatta… Uzun sözün kısası, ben bu yakınlarda biriyle tanıştım. Öyle biri ki nasıl anlatayım, gönlümü çok yakından oyalamaya başladı.
Dünyanın en güzel, en sevimli bir kızını nasıl tanıyabildiğimi sana sırasıyla anlatmak biraz güç olacak. Şu hâlinde çok sevinçli ve mutlu olan bu arkadaşın, ne yapayım ki gene bunun için çok fena romancıdır.
Bir melek! Adam sen de! Herkes bunu söyler değil mi? Bununla beraber o ne kadar kusursuzdur, niçin bu kadar kusursuzdur, bunu sana anlatmak elimden gelmez. Şu kadarını söyleyeyim, ötesini sen anla: Ona bütün benliğimle tutuldum.
O billur saflığı içinde bu kadar ince bir anlayış?.. O tüy yumuşaklığı içinde gene demir gibi kalabilmek! O kadar iş güç arasında gene kendi hâlinde, yerinde gibi rahat oluş!
Bunlar söz çerçevesi içine girecek yerler değil. Onu ne kadar anlatmaya çabalarsam sözlerim gene pek yavan ve acınacak derecede kusurlu oluyor.
Vazgeçmeliyim… Başka bir vakit… Hayır başka bir vakit değil! Şimdi anlatmalıyım. Şimdi anlatmazsam başka hiçbir vakit anlatamam, eminim.
Çünkü söz aramızda, mektubuma başlayalı üçtür kalemi elimden fırlatıp hemen hayvanı eyerleyerek çıkmaya can atıyorum. Hâlbuki bu sabah kendi kendime ant içtim: Bugün çıkmayacağım dedim. Öyle iken ikide birde pencereye giderek güneşin yüksekliğini ölçüyorum. Bir türlü akşam olmuyor.
Hayır, bir türlü elimden gelmedi. Onu görmeden yapamıyorum. Gittim, gördüm ve geldim fakat emin ol kardeşim, mektubumu bitirmeden yatmayacağım. İçim bayıldı, bir taraftan tereyağlı ekmeğimi yerken bir taraftan da mektubumu yazarım.
Hepsi canlı ve sevimli olan sekiz kardeşinin ortasında onu seyre dalmak!.. Oh, bu görüş ruhuma ne kadar safa veriyor bilsen!
Lakin ben hikâyemi böyle anlatmaya kalkışırsam sen ne başlangıcını anlarsın ne de sonunu. Öyle ise dinle, biraz etraflıca anlatmaya çalışayım:
Geçenlerde sana Hâkim S… ile tanıştığımı bildirmiştim. O zaman kendisini gidip o tenha kırlardaki evinde ara sıra ziyaret etmekliğimi rica etmiş olduğu hâlde nasılsa elim değmedi. Eğer bu kır evinde gizlenen defineyi tesadüf bana buldurmasaydı belki de buna hiç elim değmeyecekti.
Gençler bir kır balosu düzenlemişler, ben de aralarında bulundum. Kolumu şehrin genç kızlarından birine verdim. Bu kız oldukça güzeldi. Fakat yüzü de hâl ve tavrı gibi manasızdı. Aramızda kararlaştırdık. Dayısının kızı ile beraber onları araba ile toplantı yerine götürecektim. Giderken de hâkimin kızı Charlotte’u yanımıza alacaktık. Hâkimin oturduğu köşke götüren uzun yol koca bir ormanı ikiye bölüyordu. Kız dikkatle yüzüme bakarak “Şimdi kızların en güzelini göreceksiniz!” dedi. Yeğeni de şunu ilave etti:
“Sakın gönül vereyim demeyin!”

    “Niçin?”
“Çünkü başkasına söz kesilmiştir. Nişanlısı nazik bir genç. Babası geçenlerde öldü. Bunun için işlerini yola koymak ve iyi bir memuriyet almak niyetiyle biraz uzaklaştı.”
Bu sözleri ben oldukça kayıtsızlıkla dinliyordum. Güneş tepelerin arkasına gizlenirken arabamız da avlunun kapısında durdu. Havada bir ağırlık vardı. Başımızın üstüne yığılan renksiz toplu bulutlar bir fırtına kopacağını anlatıyordu. Küçük hanımlar korkup telaşa başladılar. Ben de havadan pek anlar gibi onlara cesaret verdim. Hâlbuki kendim bir fırtına çıkıp da balomuzun tadını kaçıracak diye korkmuyor değildim.
Arabadan atladım. Kapıya çıkan bir hizmetçi kız Matmazel Charlotte’un hemen inmek üzere olduğunu söyleyerek biraz beklememizi rica etti.
Ben avluyu geçerek bu güzel yuvaya girdim, yukarı çıktım. Merdiven başında öyle hoş bir manzara ile karşılaştım ki bir eşini daha görmemiştim. İki yaşından on bir yaşına kadar yarım düzine çocuk, genç bir kızın etrafını kuşatmışlardı. Orta boylu ve pek alımlı bir kız!..
Giydiği sade beyaz elbisenin yalnız kollarında ve göğsünde sarı gül fiyonklar vardı. Elindeki esmer bir ekmekten çocukların yaşına ve iştahlarına göre parçalar kesip veriyordu. Görsen ne tatlı bir eda ile kesip veriyor ve görsen onlar da nasıl bir saflıkla “Mersi!” diyorlardı. Daha ekmek kesilirken bir düzine minimini ellerin havada uçuştuğunu görmek oldukça hoş bir şey oluyor.
Payını alanların bazısı sıçrayarak oyuna dalıyor, daha ağırbaşlı olanları da sevgili ablalarını almaya gelen arabaya ve içindekilere bakmak için kapıya koşuyorlardı. Beni görünce en tatlı ve utangaç gülümseme ile “Zahmet ettiniz, affınızı rica ederim.” dedi. “Küçük hanımları da aşağıda beklettim. Biraz ev işleri, biraz tuvalet derken çocukların tayınlarını unutmuşum. Başkasının elinden de hiç ekmek almak istemezler.”
Bu sözlere ruhsuz bir iki kelime ile cevap verdim. Zira bütün ruhumla onun simasına, sesine, tavrına dalıp kalmıştım. Benim bu hayranlığım arasında o da bitişik odaya gitti, eldivenlerini, yelpazesini aldı.
Çocuklar bana uzaktan ve yan yan bakıyorlardı. Bunların içinde en güler yüzlü bulduğum birine doğru ilerledim. Ürktü. Geri geri gidiyordu. Charlotte odaya gidip onu görünce “Louis!” dedi. “Elini dayına ver bakayım!”
Çocuk emniyetle elini uzattı. Küçücük burnunun kirli oluşu hiç gözüme görünmedi. Çocuğu candan kucakladım, öptüm. Sonra elimi Charlotte’a uzatarak “Matmazel…” dedim. “Size akraba olmak şerefine layık olduğumu zannediyor musunuz?”
Dudaklarında bir manalı tebessüm gizleyerek “Oh!” dedi. “Bizde akrabalık çerçevesi çok geniştir. Herkese dayı, dayının oğlu deriz. Sizin akrabalıkta daha geri kalmanıza razı değilim.”
Gideceğimiz sırada kendisinden sonra çocukların en büyüğü olan on bir yaşında bir kıza sıkı sıkı tembih etti: Kardeşlerine bakacak, babaları gezmeden geldiği vakit hep birlikte onu kucaklayacaklardı. Sonra ötekilere dönerek “Ablanızın, tıpkı benmişim gibi sözünü dinleyeceksiniz ha!” dedi. Birçokları başlarıyla bunu vadettiler. Yalnız biri, altı yaşlarında sarışın bir kız, varışlı bakışıyla dönüp gülerek şöyle söyledi:
“Bununla beraber o, hiçbir vakitte senin yerini tutamaz Lotte! Biz onun sen olmasını isterdik!”
Arabaya binildi. Çocukların ikisi arabanın arkasına takıldılar. Benim hatırım için Charlotte bunlara ormandan çıkıncaya kadar müsaade etti. Fakat şu şartla ki onlar da uslu uslu oturacaklar, birbirlerini üzecek şeyler yapmayacaklardı.
Arabada yerleştik. Hanımlar birbirine karşı hâl ve hatır sordular. Âdet yerini bulsun diye birbirlerinin tuvaletini ve şapkalarının süsünü beğendiler. Sonra gideceğimiz toplantı üzerine söz açılırken Charlotte arabacıyı durdurarak kardeşlerini indirtti.
Sevgili yavrular, ablalarının elini bir kere daha öpmek istediler. Büyüğü bu eli öperken âdeta on beş yaşında toy bir delikanlı gibi utangaçtı. Küçüğü daha atik, daha hafiflikle kardeşine uydu. Charlotte da yüzlerinden öperek daha küçükleri, üst üste onlara ısmarladı. Çocuklar döndüler, biz de yolumuza koyulduk.
Okunacak kitaplardan söz açıldı. Charlotte’un bütün sözlerini ruhlu buluyordum. Her sözünde başka bir güzellik keşfediyor, gözlerinde kıvılcımlanan zekâ parıltılarına hayran hayran bakıyordum. O da galiba kendisini anladığımı duymaktan ileri gelen bir hazla neşeleniyor, yüzünde güller açılıyordu. Sözlerinin bendeki derin izlerini belli etmemek istiyordum fakat bir aralık kendimden geçtim. O, Wakefield Papazı’nı bütün inceliğiyle dosdoğru meydana koyduğu zaman dayanamadım. Onun için düşündüklerimi sayıp dökmeye başladım, yanımdakilerin varlığını unutmuştum. Bunu ancak Charlotte onlara dönüp söz söylediği vakit şaşarak hatırladım, o kadar dalmışım. Bizim kuzen ikide bir alaylı gözlerle bana bakıyordu ama ben işi pişkinliğe vurdum.
Söz, dans üzerine düştü. Charlotte dedi ki:
“Dans düşkünlüğü ayıp olsun olmasın, açıkça şunu söylemekten çekinmem ki ben kendi payıma bundan üstün bir eğlence bilmiyorum. Ne zaman içime bir sıkıntı bassa hemen gider akortlu akortsuz piyanoda bir dans havası çalarım. Bir şeyim kalmaz!”
Aman ya Rabbi! Onu nasıl bir açgözlülükle dinliyordum! Siyah gözlerine nasıl bir sabırsızlıkla bakıyor, kırmızı dudaklarına, taze yanaklarına kalbimin en ince telleriyle nasıl bağlanıyordum!
Sözlerinin manası ve bana verdiği çarpıntı içinde kendimi kaybederek kullandığı kelimeleri ayırt edemediğim çok olurdu!
Sen ki beni tanırsın, bütün bu anlatmak istediğim şeyler hakkında elbet bir fikir edinmiş olacaksın. Sözün kısası toplantı evinin önünde durup da arabadan indiğimiz vakit ben rüya görür gibi öyle hülyaya dalmışım ki -aydınlık bir salonun derinliklerinde dalga dalga bizi önleyen- müzik havasını güçlükle fark edebildim.
Mösyö Audran, Mösyö bilmem kim (Bu isimleri nasıl bellemeli?) yani Charlotte’la kuzenin kavalyeleri bizi kapıda karşılayarak hemen damlarını kollarına taktılar. Ben de benimkini aldım, yukarı çıktık. Başlangıçta ikişer ikişer birçok dans ettik. Ben birbiri ardı sıra bütün kadınlara başvurdum. Bunların içinde şüphesiz en tatsızları bir türlü elini vermeye karar veremeyenleriydi.
Charlotte’la kavalyesi bir İngiliz dansına başladılar. Çiftler karşılaşırken onun tam bizim hizamızda karşıma gelmesinden ne kadar hoşlandığımı elbet anlarsın. Onu dans ederken görmeli! Ne candan oynuyor, ne kadar aşka geliyor bilsen! Ondan her şey ahenk oluyor. Öyle özentisiz ve serbest bir dans edişi var ki dünyada bundan başka bir şey düşünmediğine, başka bir şey duymadığına hükmolunabilir. Ve şüphesiz şu anda onun için danstan başka her şey hiçtir!
Kendisini dansa davet ettim. Kabul etti. Bir Alman havası çalınıyordu. Başlangıçta bin türlü kol geçmelerle vakit geçirdik. Her hareketinde, bütün kıvranışlarında o ne güzellik, ne tabiilikti ya Rabbi!
Müzik, vals havasında bizi gökteki yıldızlar gibi birbirimizin etrafında çevirmeye başladığı vakit ortada bir karışıklık oldu. Çünkü çoğu bunu bilmiyordu. Bereket versin biz ihtiyatlı davranarak onlar hızlarını alıncaya kadar bir tarafta bekledik. Hepsi içindeki ateşi püskürdü. En ziyade acemi olanlar da işin içinden çekildiler. Meydan bize kaldı. O zaman biz yeni bir şevk ve hararetle ortaya geçerek dansa başladık. Audran da damı ile beraber ortada idi.
Ömrümde bu kadar canlı ve hafif dans ettiğimi bilmiyorum. Sanki artık etten kemikten yaratılmış bir adam değildim. Kollarının arasında dünyanın en güzel bir kızını sarmak! Bir kasırga içinde onunla uçmak… Etrafında her şeyin geçip gittiğini, her şeyin hiç olduğunu görmek… Ve duymak!
Wilhelm, sana bir şey söyleyeyim mi? Bir kadın ki ben onu seveceğim, ona az çok sözüm geçecek, yemin ederim ki… Daha o zaman yemin ettim ki benden başka hiç kimseyle vals edemeyecektir. Öleceğimi bilsem buna razı olmam! Anlıyorsun, değil mi?
Sonunda biraz dinlenmek ve nefes almak için salonda gezindik. Ondan sonra Charlotte oturdu, kendisi için daha önceden saklattığım portakalları getirdim. Bunlardan başka hiç portakal kalmamıştı. Yüreğine serinlik verdiği için bunlardan pek hoşlandı. Fakat yanındaki boşboğaz bir kadına dilim dilim ikramlarda bulundukça benim içim gidiyordu.
Üçüncü İngiliz kontu valsinde ikinci çift biz olduk. En saf, en temiz bir zevkin pırıltılarıyla ateşlenen gözlerine ve omzunda sıcaklığını duyduğum koluna bağlanarak mesut, onunla beraber dönerken sevimli çehresi gözüme çarpan orta yaşlı bir kadınla karşılaştık. Bu kadın Charlotte’a bakarak gülümsedi. Parmağıyla ona bir tehdit işareti yolladı ve yanımızdan geçerken iki kere manalı bir surette Albert ismini tekrarladı.
Charlotte’a yavaşça “Sormak ayıp olmasın ama kimdir bu Albert?” dedim.
Tam cevap vereceği sırada büyük diziye katılmamız için ayrılmamız icap etti. Önünden geçerken alnında bir düşüncenin gölgesini sezer gibi oldum.
Tekrar birleştiğimiz zaman “Sizden niye saklayayım!” dedi. “Albert nazik bir gençtir ve benim nişanlımdır.”
Bu benim için hiç yeni bir haber değildi. Çünkü bunu daha yolda gelirken öteki hanımlar söylemişlerdi. Fakat işin ucu -böyle az bir zamanda bana çok kıymetli olan- bir kıza dokununca iş değişti. Benim üzerimde hiç beklemediğim bir kara haber izi bıraktı. Fena bozuldum. Ayaklarım dolaştı. Oyun çığırından çıktı. Beni artık Charlotte sürüklüyordu. Ötemden berimden çekerek beni yola koymak için artık uğraştı durdu…
Dans daha bitmemişti ki ne zamandan beri gökyüzünün eteklerinde çakan şimşekler, benim tasarladıklarımı boşa çıkararak gittikçe daha fazla yaklaşmaya, daha keskin ışıklarla parlayıp gürlemeye başladı. Gök gürültüsünden müzik işitilmez oldu. Üç kadın ve onların peşi sıra kavalyeleri danstan vazgeçtiler. Kargaşalık büyüdü. Orkestra da susmaya mecbur oldu.
Eğlence arasında apansız çıkan bu gibi bozgunluklar, herkese başka vakitlerden daha çok dokunuyor. Eğlence ve korku düpedüz birbirine zıt şeyler olmasından mı yoksa bütün duygular daha evvel uyanmış olduğu için böyle sarsıntılara dayanacak yeri kalmamasından mı?.. Nedense birçok kadının keyfi kaçtı, yüzleri ekşidi.
İçlerinden en kendi hâlinde olanı bir köşeye büzülerek arkasını pencereye verdi ve kulaklarını tıkadı. Öbürü bunun önüne diz çökmüş, başını onun kucağına gömüyordu. Bu ikisi arasına sokulan bir üçüncüsü de kız kardeşini kucaklayarak ha bire ağlıyordu. Birtakımı evlerine gitmek isterken birtakımı da bütün bütün kendini bırakmış bulunuyordu. Bunlar sıcak gözyaşlarıyla gökyüzüne bakarak Allah’a candan yalvarırlarken kendileriyle alay etmek isteyen genç züppelerimizin şu hoppalıklarını kıracak kadar olsun kendilerini derleyip toplayamıyorlardı.
Erkeklerden bir küme, rahat rahat pipolarını tüttürmek için aşağı inmişti. Bu sırada ev sahibi madam bir çare düşündü: Pencereleri ve pencere kepenkleri kapalı bir oda varmış. Misafirlerin oraya geçmelerini rica ediyordu.
Gerçekte bu odanın her tarafı kapalı, üstelik perdeleri kalın ve kornişliydi.
İçeri henüz girilmemişti ki Charlotte sandalyeleri yan yana getirerek odanın ortasına onlardan bir çevre yaptı. Herkes sandalyesine yerleştiği zaman o her korkuyu unutturan tatlı bir sesle “Bir şey oynayalım!” dedi.
Bu sözler üzerine birçok zamane gencinin tatlı bir para oyununa dalmak ümidine düştüklerini ve sevimli olmaya çalıştıklarını gördüm. Charlotte dedi ki:
“Şimdi sayı oyunu oynayacağız. Dikkat edin! Ben hep sağdan sola dönerek her birinize işaret vereceğim. İşareti alan, vakit kaybetmeden kendine düşen sayı ne ise onu söyleyecektir. Kim şaşırır ve yahut yarım saniye geçirirse bir tura yiyecektir. Böylelikle bine kadar sayacağız, hadi bakalım!”
Bu görülmeye layık bir şeydi! Charlotte billur kolunu uzatmış, parmağıyla birer birer herkesi işaret ederek dönüyordu. Birincisi “bir” dedi, ikincisi “iki”, daha sonraki “üç”… İşe kolayından başlamıştı. Herkesi böyle alıştırdıktan sonra atlamalar yapmaya ve gittikçe hızını artırmaya başladı. Biri şaşırdı, pat bir tura… Yanındaki ona güldüğü için o da şaşırdı, pat bir tura da ona! O ise gitgide hızlanıyordu.
Ben kendi payıma iki tura yedim. Hatta gizli bir ürperti ile sezer gibi oldum ki bana başkalarından biraz daha hızlı vuruyordu. Katılasıya gülmeler, haykırışmalarla sayımız daha bine varmadan oyun bitti, bu yüzden tanışmalarda daha çok yakınlık oldu. Fırtına geçmişti. Salona gidilirken Charlotte’un arkasından yetiştim. Yolda “Yedikleri turalar…” dedi. “Onlarda ne fırtına korkusu bıraktı ne bir şey!”
Hiçbir cevap vermedim. O, devam etti:
“En çok korkanlardan biri de bendim. Fakat başkalarına cesaret vereyim derken kendim de cesaretli oldum.”
Pencereye yaklaştık. Hâlâ uzaklardan gök gürültüleri geliyordu. Sinsi bir yağmur, tatlı bir şamata ile toprağı ıslatırken artık serinleşen havanın dalgaları bize etek dolusu ot kokuları taşıyordu.
Charlotte dirseğine dayanmış, kırlara bakıyordu. Bakışlarını böyle dolaştırırken göğe çevirdi. Sonra bana baktı. Gözleri yaşlı idi. Sonra elini elimin üstüne koyarak “Ah, ey Klopstock!”[3 - Almanya’nın en meşhur şairlerinden. (e.n.)] dedi. Hemen aklımdan geçen o kıymetli kasideyi hatırladım. Charlotte’un o anda bana verdiği duyguların coşkunluğu içinde boğuluyordum.
Dayanamadım. Elinin üstüne eğildim ve çok tatlı gözyaşlarımla ıslatarak o eli öptüm. Sonra gene gözlerine dalıp kaldım…
Ah, ey ilahi Klopstock! Sen en büyük nasibini bu gözlerde görmeliydin! Ve ben -zındıklığın ikide bir lekelemeye yeltendiği- büyük adını ne olur ömrümün sonuna kadar başka bir ağızdan işitmesem!

    19 Haziran
Bundan önce hikâyemin neresinde kaldığımı bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da şudur: Sana mektup yazdığım gece ancak sabahın ikisinde yatabildim. Ve şunu da biliyorum ki eğer mektup yazacağıma seni karşıma alıp dinletebilseydim güpegündüz oluncaya kadar elimden kurtulamazdın.
Balodan dönüşümüzde neler olup bittiğini sana anlatmadım ama şimdi anlatacak vaktim de yok!
En güzel bir güneş doğumu ile yola çıktık; ıslak ormandan ve serin kırlardan geçiş ne hoştu! Yanımızdaki hanımlardan ikisi bir tarafa yaslanıp ımızganmaya başladılar. Charlotte “Biraz da siz kestirmek istemez misiniz?” diye sordu ve hemen ekledi:
“Rica ederim, hiç benden çekinmeyiniz.”
Gözlerinin içine bakarak “Bu gözler açık oldukça benimkiler kapanmazlar!” dedim. Kapısının önüne gelinceye kadar ikimizin gözümüze uyku girmedi. Hizmetçi kız yavaşça kapıyı açtığı zaman Charlotte, hemen kardeşlerini ve babasını sordu. O da hepsinin iyi olduğunu ve uykuda bulunduklarını söyledi.
Ayrılırken hemen o günü gelip kendisini görmem için müsaadesini istedim. Razı oldu ve gittim, gördüm. Artık güneşler, aylar, yıldızlar istedikleri gibi dönüp dolanabilirler. Ben farkında değilim: Ne vakit gün oluyor, ne vakit gece… Kâinat etrafımdan silindi ve yalnız o kaldı.

    21 Haziran
Allah’ın en sevgili kullarına bağışladığı sevinçli günler yaşıyorum. Bundan sonra başıma ne gelirse gelsin yaşamanın tadını hem de en temiz, en yüksek tadını çıkarmadım diyemem.
Benim Wahlheim’ı bilirsin. Artık orada iyice yerleştim, orada Charlotte’a on beş yirmi dakikalık bir yol var. Orada ben, benliğimi anlıyor ve bir kul için nasip olabilecek saadetin tamamını kendimde buluyorum.
Acayip şey! Buraya gelip de tepeden o güzel vadiye göz gezdirdiğim vakit her tarafı nasıl da ayrı ayrı beğendim, hoşuma gitti. Burada bir küçük koru… Ah! Kabil olsa da onun kuytu gölgeliklerine bir dalabilsek! Ötede bir tepe… Ah, ne olurdu sen oradan şu genişlikleri sarabilseydin! Şu zincirleme tepeler ve aralarındaki ıssız dereler… Oh! Keşke oralarda ben yolumu, izimi kaybetsem!.. Oralarda gezer gezer sonunda aradığımı bulmaksızın geri dönerdim.
Bence bu uzaklıklar ne ise istikbal dediğimiz gelecek zaman da odur. Esrar ile dolu engin bir ufuk ruhumuza karşı açılır durur. Gözümüz nasıl dalarsa duygumuz da o ufkun derinliklerine öyle süzülür. O zaman yalnız bir duygu… Fakat büyük, ışıltılı bir duygu ile kalmak için bütün varlığımızı vermeye can atarız. Koşarız, uçarız. Fakat ne yazık! Uzaklar yaklaşınca, özlediğimiz yere varınca görürüz ki değişen hiçbir şey yoktur. Kendimizi gene o yoksulluğumuzun dar çerçevesi içinde buluruz. Bu böyle gider ve ruhumuz daima elinden kaçan saadetin arkasından içini çeker durur.
İşte bunun için en azılı bir serseri bile sonunda vatanını özleyerek ah eder ve şu geniş toprak üzerinde nafile yere aradığı eğlenceyi gene kendi kulübesinde, karısının, çocuklarının yanında onlara bakıp büyütmekte bulur.
Sabahleyin, güneş doğar doğmaz kalkar, sevgili Wahlheim’ıma giderim. Orada ev sahibi kadının bahçesinde kendi elimle topladığım bezelyeleri -bir taraftan Homeros’umu okuyarak- ayıklarım. Küçük mutfaktan aldığım kuşhaneye biraz tereyağı ile bunu koyarak üstünü kapadıktan sonra ara sıra tencereyi karıştırmak üzere şöylece bir oturdum mu işte o zaman Penelope’un kendini beğenen âşıkları nasıl olmuş da kendi elleriyle öküzleri, domuzları paralayıp kebap etmişler, bunu iyice anlarım. Eski zaman aile hayatı kadar hiçbir şey beni tatlı ve yanılmaz duygularla doldurmuyor ve açık söylüyorum, ben de hayatımı çok şükür o hayata bağlayabilecek bir yaratılıştayım.
Bahçesinde yetiştirdiği lahanayı ehemmiyetle sofrasına koyan bir adamın şu sade ve çocukça keyfini duyacak bir kabiliyette yaratıldığım için ne kadar bahtiyarım! O yalnız önündeki lahananın tadını almıyor, fazla olarak onu diktiği güzel sabahları, suladığı tatlı akşamları ve onları yavaş yavaş büyüttüğünü görmekten ileri gelen keyiflerini de tekrar yaşıyor.

    29 Haziran
Evvelsi gün hâkimi görmek için şehirden doktor geldi. Ben Charlotte’un kardeşlerinin arasında yere oturmuş, onlarla oynuyordum. Kimi omzuma sıçrıyor kimi kolumu çimdikliyordu. Ben de onları gıdıklıyordum. Biz böyle şamata ederken doktor üzerimize geldi.
Bu adam… Nasıl anlatayım? Söz söylerken bir düzine kolluklarının kırmalarını düzeltmek veya kocaman yakalığını çekip uzatmak gibi münasebetsizlikleri kendine iş edinen bu avanak… Evet o şık doktor; o âlim kukla benim bu hâlimi beğenmedi, kendini bilenlere yakışmayacak çocuklardan saydı. Bunu yüzünden pekâlâ anladım, bununla beraber hiç tetiğimi bozmadım. Arkamdan ne söylerse söylesin dedim.
İskambil kâğıtlarından yaptığım köşkü çocuklar bozmuştu. İki dakika sonra gene dağılacak olan bu köşkü özenip bezenerek onun gözü önünde tekrar yapmaktan çekinmedim.
Doktor şehirde kendisini dinleyenlere benim için iyi atmış tutmuş, hâkimin çocukları zaten iyi bir terbiye görmezken “Werther” ismindeki ipsizin elinde bütün bütün çığırından çıkmışlar imiş.
Evet, dostum benim yüreğim herkesten fazla çocuklara karşı açıktır. Onların her hâli bende alaka uyandırır. Ne vakit kendilerini tetkik etsem o küçük yavrularda, büyüdükleri zaman beraber büyüyecek olan bütün yüksekliklerin ve seciyelerin tohumunu bulurum. Bence inatçılıkları ileride kuvvetli bir seciye sahibi olacaklarının, yaramazlıkları ve hatta muziplikleri hayat uçurumlarına düşmeden geçiverecek şen ve hafif bir yaratılışta bulunduklarının alametidir. Hem bütün bunlar ne temiz ne dobraca değil mi? İşte böyle düşündüğüm zaman hep Metr’in “Keşke siz de onlara benzeyebilseniz!” dediğini hatırlarım.
Bununla beraber sevgili kardeşim, o çocuklar ki bize eştirler, belki de bize model olmaya layıktırlar, biz o çocukları kendi keyfimize göre yola koymaya kalkışırız. İsteriz ki olmaz dediğimiz şeyden hemen vazgeçsinler, hiç üstelemesinler! Peki biz kendimiz öyle miyiz? Onlardan fazla nemiz var? Fazla yaşlı ve daha akıllı olmamız mı? Allah’ım, sen bu dünyada yaşlı kocaman bebeklerle küçük yavrular yaratmışsın, başka bir şey değil! Bunların hangisini beğendiğini peygamberin bize söyleyeli çok oldu. Fakat senin kocaman bebeklerin hem iman ederler hem gene kendi bildiklerine giderler (Bu da böyle gelmiş böyle gider, eski bir yoldur.) ve çocuklarını kendilerine benzetmeye çalışırlar ve… Adiyö Wilhelm; bu kadar yeter, fazla tıraşa lüzum yok.

    1 Temmuz
Charlotte bir hastaya nasıl bakarsa ben de şu zavallı kalbimi öyle bakılmaya muhtaç görüyorum: Bu kalp, yatağında inleyen herhangi bir hastadan daha çok ağrı çekiyor.
Charlotte birkaç gün kadar şehirde, zavallı bir kadıncağızın yanında kalacak. Hekimlerin dediğine göre çok zaman yaşamayacak olan bir kadın ki son demlerinde Charlotte’u istemiş.
Geçen hafta onunla beraber köy papazını görmeye gittikti. Bizden yarım saat uzak olan bu köyceğiz yeşil dağların kucağında uyuyor gibidir. Saat dörde doğru oraya vardık. Charlotte küçük kız kardeşini de yanına almıştı.
İki büyük ceviz ağacının gölgesine sığınan avluya girdiğimiz vakit muhterem ihtiyar bir tahta kanepede oturuyordu. Charlotte’u görünce sanki taze can buldu. Boğumlu bastonunu unutarak yerlere yuvarlanırcasına onu karşılamak istedi. Charlotte hemen koştu, ihtiyarı yerine oturttu. Kendisi de yanı başına oturdu. Ona babasının selamını söyledi. İhtiyarın biraz pis ve şımarık olan torununu da sevdi, öptü.
Görmeliydin dostum; ihtiyarla nasıl candan konuşuyor, biraz ağır işiten kulağına hafifçe eğilerek nasıl biraz yüksekçe fakat hiç kararını aşmadan lakırtı söylüyor, ona birçok sağlam gencin apansız nasıl öldüklerini anlatıyor, gelecek yazı Karlsbad kaplıcalarında geçirmek niyetinde olduğunu söyleyerek ilaçların faydasını nasıl izah ediyor; hasılı onu görmeyeli çok fark ettiğini, pek dinç göründüğünü nasıl temin ediyor; orada bulunmalıydın ve bunları görmeliydin!
Kızı, Mösyö Schmidt’le çayıra gitmiş. Çok geçmeden geldi. Charlotte’u candan kucakladı, öptü.
Senden ne saklayayım, kız hoşuma gitti. Bu canlı ve güzel endamlı küçük esmerle köyde pek iyi vakit geçirilebilir. Âşığına gelince (Çünkü biz Mösyö Schmidt’e hemen bunu yapıştırmıştık.): Hâl ve tavrı yerinde fakat çok soğuk bir adamdı. Lafa karışması için Charlotte o kadar uğraştığı hâlde ağzını açıp bir söz söylemedi.
Beni en çok üzen neydi biliyor musun? Yüzünden anladığıma göre bu delikanlı hiç lafa karışmayacak kadar kafasız değildi: Tabiatı böyleydi. Bunu aksiliğinden yapıyordu. Nitekim çok geçmeden anladığım gibi çıktı.
Şöyle bir tur yapalım dedik, kız Charlotte’tan ayrılmıyor fakat bazı kere de benimle yalnız kalıyordu. Dikkat ettim. Schmidt’in zaten esmer olan yüzü enikonu karardı. Bir derecede ki Charlotte kolumu çekip usulca “Aman, kıza karşı biraz soğuk davranın!” demeye mecbur oldu.
İnsanların karşılıklı didişmeleri benim çok canımı sıkan bir şeydir. Fakat daha ziyade üzüldüğüm bir şey varsa o da şudur: Yürekleri her eğlenceye karşı açık olması gereken gençler, tazeler, o kıymetli gençlik günlerini avanakça dertlendirir, iş işten geçtikten sonra da boşu boşuna dövünürler. Ben işte buna tutulurum.
Akşamüstü gezmeden döndük, avluda süt içtik. Şuradan buradan söz açıldı. Hayatın eğlenceleri, sıkıntıları konuşuluyordu. Dayanamadım, bu fırsattan istifade ederek Mösyö Schmidt’in tersliğine karşı olanca kuvvetimle hücum ettim:
“İkide bir…” dedim. “Hayatın mihneti çok, zevki az olduğunu söyler dururuz, haklı mıyız? Bana öyle geliyor ki şikâyetlerimizin çoğu haksızdır. Allah’ın lütfuna, ihsanına karşı yüreğimizi açık tutsak, onları takdir edip hâlimize şükretsek başımıza bir felaket geldiği vakit ona da tahammül edecek kuvveti kendimizde bulurduk.”
Papazın karısı, “Bakalım…” dedi. “Bu bizim elimizde mi? Duygularımıza ne dereceye kadar hâkim olabiliriz ki! Bu bir yaratılış meselesidir. Suratı asık kimseler vardır ki analarından öyle doğmuşlardır. Bir derdi olanın da elbet yüzü gülmez, hiçbir şeyden zevk almaz, nereye gitse gönlü hoş olmaz, öyle değil mi?”
Kadına hak verdim:
“O hâlde…” dedim. “Can sıkıntısını bir hastalık farz ederek tedavi edelim. Asıl bu derdin bir çaresi olup olmadığını kendimizden soralım.”
Charlotte sözümü tasdik ederek “Evet.” dedi. “Hem öyle sanırım ki epeyce de muvaffak oluruz. Bunu kendimde tecrübe ettim de biliyorum. Bir şeye canım sıkıldı, üzüntüm var, değil mi? Hemen bahçeye çıkarım, gezerken iki üç dans havası söylesem yeter, hiçbir şeyim kalmaz.”
“Tamam işte…” dedim. “Ben de bunu demek istiyorum. Neşesizlik de tembellik gibi bir şeydir. Çünkü o da bir türlü tembelliktir. Böyle üstümüze tembellik çöktüğü vakit azıcık zorlanıp kendimize bir iş bulduk mu kolayca çalışmaya ve çalışmada gerçekten bir zevk bulmaya elimiz gücümüz yeter.”
Frederik beni dikkatle dinliyordu, delikanlı benim sözlerime karşı böyle şeylerin insanın elinde olmadığını ve kendine sözü geçmeyeceğini söyleyerek karşı koydu.
“Burada…” dedim. “Mesele içimize bir sıkıntı bastığı zaman ondan kurtulmaya bir çare aramak mümkün olup olmadığıdır. Fakat hiç kimse kuvvetini bir kere denemeden onun derecesini bilemez, birbirimizi bahtiyar edemeyişimiz yetişmiyor mu? Üstelik bir de herkesin zevkine engel olmakta ne mana vardır? Bana hırçın, huysuz bir kimse gösterebilir misiniz ki bu hırçınlığını hiç belli etmesin, başkalarının hiç keyfini kaçırmasın. Daha doğrusu aranırsa bu hırçınlık biraz da kendi kendimize karşı hoşnutsuzluğumuzdan ileri gelmiyor mu? Kendi değersizliğimizi anlıyoruz, içimizde çılgınca bir gösteriş ihtirası da var. Bunlar birleşmiyor. Etrafımızda öyle şen kimseler görüyoruz ki saadetlerinden bize hiçbir şey borçlu değillerdir, bunu ise hiç çekemiyoruz.”
Charlotte benim bu ateşli sözlerime karşı hafifçe gülümsüyordu. Frederik’in gözleri nedense sulanmıştı. Bunu görünce bütün bütün coştum:
“Lanet olsun!..” dedim. “O kimselere ki bir kalpte kendiliğinden filizlenen saf ve nezih zevklere engel olmak için kuvvet ve hâkimiyetlerinden yararlanırlar. Kaba ve ters bir adamın o kabalığıyla zehirlediği bir dem zevki, dünyanın bütün hediyeleri, bütün gönül alışları yerine getiremez.”
İçim dolu idi. Binbir hatıra ile sıkıldım, darlandım, gözlerim yaşardı, heyecanla “Her gün…” dedim. “Kendi kendimize şöyle söylesek: Senin dostlarına karşı vazifen, onların keyfini bozmamak ve saadetlerine ortak olarak o saadeti artırmaktan başka bir şey değildir. Onların ruhu coşkun bir sevgi içinde kıvranır yahut derin bir acı ile inlerken sen yüreklerine birkaç damla su serpebilir misin?”
Gittikçe heyecanlanıyordum, devam ettim:
“Pekâlâ kalbini kemirerek bitirdiğin o zavallı tazenin nihayet ölüm döşeğine uzandığını gözünün önüne getir! İşte bitik bir hâlde sönmüş gözlerini göğe dikmiş, ecel teri döküyor. Sen bir mahkûm gibi döşeğin dibinde ayakta bekliyorsun. Üzülüyorsun, eziliyorsun, için parça parça oluyor. Şu ölüm döşeğindeki hastaya biraz kuvvet, bir damla şifa vermen kabil olsa bunun için dünyayı feda edeceksin ama nerede!”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/iogann-volfgang-fon-gete/genc-werther-in-acilari-69428734/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Hassa: Özgülük, özellik, hasiyet. (e.n.)

2
Varışlı: Her şeyi çabuk ve iyi anlayan, sezişi güçlü, zeki, arif. (e.n.)

3
Almanya’nın en meşhur şairlerinden. (e.n.)
Genç Werther’in Acıları Иоганн Вольфганг Гёте
Genç Werther’in Acıları

Иоганн Вольфганг Гёте

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Goethe “Genç Werther’in Acıları”nı yazdığında daha 25 yaşındaydı. Roman, yayımlandıktan sonra intihar vakalarına yol açmıştı. Ayrıca Almanya’da bir de “Werther salgını” baş göstermişti; gençler artık mavi ceket, sarı yelek giyiyor, kendilerini kolayca duygularına kaptırıyorlardı… Bu denli etkileyici bir güce sahip, yazarının hayatından esintiler taşıyan bu roman, dünya edebiyatına, coşkulu, türlü ızdıraplar içinde bir delikanlı âşığı hediye etti: Hukuk stajyeri genç Werther! Karşılıksız sevme talihsizliğinde bulunan bu tutkulu delikanlı, günden güne daha çok duygularının hükmü altına girerken, yaşadıklarını, içinden geçenleri, hissettiklerini arkadaşına mektuplar yazarak bildiriyordu. Bu mektuplar birikti, birikti, en sonunda genç Werther’in acılarını ve hazin sonunu tüm dünyaya anlattı…

  • Добавить отзыв