Salon Köşelerinde

Salon Köşelerinde
Safveti Ziya
“Beni anlamak istemiyorsunuz. Off! Niçin, niçin bana böyleişkenceler etmekten tat alıyorsunuz? Ben size sevgiden, dostçasevgiden bahsetmiyorum. Ben size ‘aşk’ diyorum, Miss Lydia,aşk, aşk! ‘Beni aşkla sevmiyorsunuz!’ diyorum; evet beni sevmiyorsunuz,beni sevmiyorsunuz, Lydia!” Üzüntüyle başını salladı; elini saçlarına götürüp ensesindekifirizeleri okşadıktan sonra: “Farz ediniz ki…” dedi. “Sizi sevmiyorum. Sevmemden ne fayda olacak? Söyleyiniz, ne fayda olacak?” Üzüntüyle haykırmak istedim. “Ya bu ızdırap, beni helak eden bu tereddüt… Bunların sizceönemi yok mudur? İşte beni bunlardan, bu elemlerden, bu ateşlihummadan, bu tereddütten kurtarmış olacaksınız…” Tebessüm etti; iki eliyle masaya dayanarak doğruldu, bir kenara bıraktığı eldivenlerini, dans defterini, menekşe demetini alıp bırakmakla meşgul görünerek dedi ki: “Biraz da muzdarip olunuz, biraz da tereddüt ve şüphe içinde kalınız… Güven ve aşk hiçbir zaman beraber yaşayamaz… Hem sevilmek yahut sevilmemek; bana öyle geliyor ki bunun sevmekte bir payı, bir tesiri olmayacak; doğru değil mi?” 1900’lü yılların başında, eski İstanbul’da, yabancı aileler arasındaki bir Türk’ün yaşayışını, onlarla kendi milleti arasındaki uyuşmazlıkları, yer yer onlara öykünüp yer yer kendi özüne dönüşünü bir sevda öyküsüyle harmanlayarak anlatan Salon Köşelerinde, edebiyatımızdaki önemli eserler arasında yerini almıştır.

Safveti Ziya
Salon Köşelerinde

Mehmet Rauf Bey biraderime…
Uzun bir kış günüydü; zaman öldürmek için bir şey düşünüyor, sigaramın dumanlarını savurarak odamda dolaşıyordum; birdenbire kapı açıldı. Hizmetçi, elinde bir mektup ve ufak bir paketle içeri girdi. Mektup, okul arkadaşlarımdan Ahmet Hulusi tarafından gönderilmişti. Diyordu ki:
“Azizim, sana acı bir haberle tatlı bir hikâye yolluyorum. Zavallı Şekip!.. Dün, biçareyi görmek için Büyükada’ya gitmiştim. Keşke gitmeseydim, o hâli keşke görmeseydim… Validesini teselli etmek istedim; biçare kadın gözyaşları arasında oğlunun son arzusunu yerine getirmek istedi. Yolladığım paket, işte Şekip’in herkesten gizli, hasta yatağında karaladığı son hikâyesiymiş. ‘Hulusi’ye verin, okusun.’ demiş… Ben de okur okumaz sana göndermeyi düşündüm. Şekip’i hepimiz severdik; şüphesiz son eserini sen de okumayı arzu edersin… Gidip validesini görmeyi ihmal etme…”
Gözlerim yaşararak ellerim titreyerek paketi açtım. Uzun mavi kâğıtlar üzerinde düzgün, sevimli bir el yazısıyla şunlar yazıyordu:
O akşam Pera Palas’ta büyük bir balo veriliyordu. Kış mevsiminin ilk ve kibar balolarından biri olduğu için, Beyoğlu’nun kibar aileleri bu fırsatı kaçırmamışlardı… Saat ondan sonra takım takım, o büyük binanın muhteşem kapısı önünde arabalardan hızla inerek dans salonlarına ilerliyorlardı.
O gece, gönlümde yine anlayamadığım bir sıkıntı, içimde adını koyamadığım bir üzüntü hissettiğim için, birkaç kez baloya gitmekten vazgeçerek masamın üzerinde çoktan beri ele alınmayı bekleyen bir iki hikâyecikle kalıp onları tamamlamak ve temize çekmek istemiştim.
Ah o uğursuz sinirlerim! Bir kere ruhuma azap vermeye başladı mı artık yazı yazmak, kitap okumak, zihnimi bir şeyle meşgul etmek mümkün olamazdı! Yine en iyisi giyinip baloya gitmekti. Bu gönlümün üzüntüsü, bu ruhumun ezintisi geçer ve belki de eğlenebilirdim!
Büyük bir özenle giyindim… Ne yapayım?.. Böyle yerlere gidildiği zaman isterim ki bizler -Türkler- de zarafetimiz, tavrımız, duruşumuz, terbiye ve nezaketimizle dikkatleri çekelim. Bir fesliyle güzel bir kadının vals yaptığını görenlerin bir an durup “Şu genç Türk, ne güzel vals yapıyor!” demelerini arzularım.
Bastonumu koltuğumun altına aldım. Hem beyaz eldivenlerimi giymeye çalışıyor hem de yürüyordum… Böyle kış gecelerinde ortalık kurak, gökyüzü yıldız dolu, sokaklar aydınlık olduğu zamanlar yürümeyi, düşünmeyi, tesadüfün meçhul elinin bizim için hazırlamakta olduğu saadet ve felaketleri, muvaffakiyet ve mahrumiyetleri düşünmeyi, kısacası, hayatı hissetmeyi pek severim.
Beş on gün evvel, şiddetli bir kar yağmış; şimdi de keskin bir poyraz rüzgârıyla yerler buz kesilmiş, taşlar donmuştu. Yürürken ayaklarımın sesini duyuyordum. Gecenin serinliği, üzerimdeki sıkıntıyı alır gibi olmuştu. Kâh gökyüzünde o parıl parıl parıldayan yıldızlara bakıyor; bizden uzak bütün bu esrar dolu âlemlerin gizli kucağında benim için, benim gönlüm için gizlenmiş gibi duran kadın çehrelerine gönlümden tebessümler yolluyor, kâh mesut bir hızla geçen arabaların, dumanlı camları altından tanımadığım, fakat bütün letafet, gençlik ve işveleriyle hissettiğim, beyaz, pembe, mavi, birtakım kadın hayallerine karşı hasretle, yalvarırcasına boyun bükerek biraz sonra orada, o gösterişli, o süslü, o müzik dolu salonlarda bir valsın nağmeleri arasında kucaklayacağım bu meçhul hayallere, kadınlara, ruhumdan; bu üzüntülü, bu garip ruhumdan taşan ateşli tapınışlar sunuyordum.
Yol üzerindeki çiçekçiye uğradım; her zamanki gibi “fujr”suz, hiçbir yaprağı olmayan, sade, ufak bir menekşe demetini şöyle gelişigüzel, perişan bir şekilde bağlayıvermesini tembih ettim. Ve o anda gözlerim hazin bir manzaraya takıldı.
Orada, tahta bir masa üzerinde, yenmiş iki kap yemek yanında; solmuş çiçek yaprakları, kurumuş menekşe demetleriyle, o gün vefat eden bir genç kızın yarın kaldırılacak cenazesine yetiştirilmek üzere hazırlanmış beyaz krizantemlerle süslü bir matem tacının yanı başında; yaldızlı rengârenk kurdelelerle, taze kamelyalar, gardenyalar, menekşelerle bağlanmış, süslenmiş bir sepet duruyordu. Elimde olmadan yaklaştım. Üzerinde bir kart iğneliydi. Ötede, gür sarı bıyıklı, sevimli, güler yüzlü bir genç, hasır bir sandalyeye bir ayağını koymuş, dizinin üzerinde açmış olduğu cüzdanda bir şeyler arıyordu. Yine elimde olmadan yan gözle karta baktım. Üzerinde Fransızca olarak: “Benim minimini Siziska’cığıma!” biraz aşağıda basılı olarak: “Halis Bey” yazılıydı.
Benim!.. Minimini!.. Ve sonra Siziska! Yani Kristal’in, Konkordiya’nın en ucuz, orta malı fahişesi!.. Oof, Ya Rabb’i! Bu zavallı sefileyi minimini eden, ona sahiplenmeye özenen, bu masum, bu günahsız çiçekleri, ona kurban eden gence kalbimde bir merhamet hissi uyandı; sonra öteki kızı, genç yatağında ebedî uykusuna dalmış o masum bakireyi düşündüm, bütün bu pisliklerden kurtulmak, hayatın bu mevsimsiz fecaatlerinden ruhumu, fikrimi kurtarmak için gözlerimi kapayarak çiçekçinin hazırlayıp verdiği minimini menekşe demetini kokladım. Ve hemen oradan, bana hayatın bütün dertlerini, bütün haksızlıklarını bu yarı ölgün, zavallı çiçeklerin sessiz diliyle haykıran o uğursuz yerden kaçtım. Artık yürüyemiyordum; yürüyemezdim. Bir arabaya atladım. Arabacı:
“Bey, sonra darılmayınız…” diyordu. “İki çeyrekten aşağı olmaz.”
Oof, bu hayat mücadelesi, bu geçim kavgası! Niçin, niçin bu gece… Özellikle bu gece, bu balo gecesi, bana o dehşet dolu yüzünü göstermekte böyle ısrar ediyordu; niçin?
Büyük salona girilecek kapının önünde, bir demet taze tarafından “Fakirler için!” sözüyle mütebessimane bir demet çiçek uzatıldı. Ufak bir masa üzerinde duran tepsiye münasip bir şey bıraktım. Tebessüm ettim ve dedim ki: “Çiçeğim var, müsaade edin de bu demeti yine fakirleriniz için buraya bırakayım!..” Ve geçtim.
Pera Palas’ın iki büyük salonu baştan başa çiçekler, kıymetli halılarla süslenmişti. Ortada latif bir valsin latif havasıyla vecde gelmiş gençler, cazibeli tüller, ipekler, kokular arasında dönüp duruyordu. O zaman aklıma bir şey geldi, kapıya döndüm; orada balo komitesi üyelerinden bir bildiğime müracaatla bir “karne” istedim. “Neler oynanıldı?” diye sordum.
“Geç kaldın, azizim.” dedi. “İki vals kaçırdın.” Ve anlamlı bir tebessümle ilave etti: “Lakin kendini arzulatmak, aratmak istedinse…”
“Adam sen de!” dedim. Gülüştük. Ayrıldım…
Öteki uçta pek yakından görüştüğüm bir iki aile, bir köşede halka teşkil etmişler, yelpazelerin altında dedikoduya dalmışlardı. “Affedersiniz.”, “Müsaade buyurur musunuz?”, “Aman rica ederim.” cümleleri arasında süzülerek oraya yaklaştım. Aralarında tanımadığım iki kadın daha vardı. Onlara da hafifçe baş eğdikten sonra sandalyelerin gerisine çekilerek durdum.
Çok hikâye okuyanlar ve okudukları hikâyelerin gerçek hayatta benzerini aramayı merak edenler, o dakikada hissettiğim kalp çarpıntımı pek güzel tasavvur edebilirler. Evet, lakırtı etmekten men edecek kadar şiddetli bir kalp çarpıntısıyla o iki yabancı kadına göz atmıştım. Bunlar o derece birbirine benziyorlardı ki ya ana kız ya iki kız kardeş olduklarına ilk bakışta hüküm verilebilirdi. Derhâl Guy de Maupassant’ın Fort Comme la Mort’undaki (Ölüm Kadar Güçlü) düşesle kızı; Anny’le Annet hatırıma gelmişti. Kadınlardan gözümü ayıramıyordum. Ne benzerlik, Ya Rabb’i! Duruş, bakış, ses… Tekrar tekrar okuduğum ve her okuyuşta ağladığım o aşk faciasının ilk sayfaları, gerçek olarak gözümün önünde canlanıyor sandım.
Derhâl yüreğime bir korku; manasız, anlaşılmaz bir korku sindi. Hissettim ki bu kadınları, özellikle bu genç kızı -ve o zaman bakışlarım bütün kuvvetiyle tazesinin, mavilisinin, üzerine takılıp kalmış, genç kız da elinde olmadan kim bilir belki de tesadüfen dönüp bana bakmıştı- tanıyacak, onlarla konuşacak olursam mutlaka ama mutlaka bedbaht olacağım. Oradan savuşmak; onları tanımadan, bir daha yüzlerine bakmadan savuşmak, kaçmak istedim.
O dakikada Madam Jackson bana dönerek dedi ki:
“Şekip Bey, sizi Miss Lydia’ya takdim edeyim de vals yapınız. Kaç kişi rica ettiyse reddetti. ‘İstanbul’da kimse vals yapamıyor.’ diyor… Bir Türk olduğunuz için bu söz sizin onurunuza dokunmalı; matmazele valsinizi beğendirmelisiniz… Yoksa karışmam!”
Sonra mütebessim bir ağırbaşlılıkla takdim etti: “Şekip Bey… En iyi valsörlerimizden biri. Madam Sanşayn, Miss Lydia Sanşayn… Bu senenin en mükemmel ve en müşkülpesent valsözü.”
Saygıyla eğilerek kadınları selamladım. Her ikisi de aynı hareketlerle beyaz eldivenler içinde mahpus minimini bir el uzattılar. Yine aynı hareketlerle başlarını eğerek mütebessimane:
“Teşerrüf ettik!..” dediler. Sonra Miss Lydia, ortası büyücek bir gül yakutla süslü, altından kalın bir zincir bileziğe platinden incecik bir zincirle bağlı, gayet kısa saplı, bağa gözlüğünü sağ eliyle gözlerine doğru götürdü; gözlerini kısarak bana baktı ve dedi ki:
“Gözlerim o kadar kötü ki sizi daha göremedim. Müsaade edersiniz, iyice göreyim. Çünkü iyi valsörleri tanımak isterim.”
Sonra Madam Jackson’a döndü:
“Fakat siz beni korkuttunuz, madam.” dedi. “Beyle vals etmeye bir türlü cüret edemeyeceğim…”
Ben tekrar eğildim ve dedim ki:
“İsteğimin reddedileceğini bildirmek istiyorsanız, matmazel, beni üzersiniz.”
“Ooo!.. Mösyöö…” dedi ve hemen yerinden kalktı. Sol eliyle eteğini düzeltti; sağ kolunu hafif bir hareketle döndürerek gözlüğünün ince zincirini bileğine salıverdi. Gözlüğü de eldiveniyle avucunun arasına sıkıştırdıktan sonra:
“Başlıyoruz, değil mi?” dedi. Evet başlıyorduk. Miss Lydia sol elini, okşar gibi omzuma iliştirmişti. Ben parmaklarımın ucunun ucuyla denilecek saygılı ve hafif bir şekilde beline sarıldım… Bir iki defa döndük. Birbirimizi tecrübe ediyorduk; daha yek ahenk, yekvücut olamıyorduk…
Ben beline biraz daha sarıldım. Ellerimizi daha kuvvetlice sıktık. İşte o zaman o latif valsin büyülü ahengiyle kendimizden geçtik. Yekvücut olduk. Kalbimiz bile aynı çarpıntıyla, aynı şiddetle çarpıyordu. Mest edici bir aşk girdabı içinde dolanan ruhlarımız, raks perisinin pembe kanatları üzerinde uçuşuyor, çırpınıyor, dönüyor, sürekli olarak dönüyordu.Yarı kapalı gözlerim, o latif omuzlara, o billur sineye, o pembe cilde bakıyor… Yalnız o dalgalanma içinde hüzün dolu mütebessim bir çehre; helecanlı bir sine, ahenkle dalgalanan bir demet mavi tül görüyordum ve menekşe kokuları; hafif, nazik, tesirli menekşe kokuları duyuyordum.
Daima, ara vermeden dönüyorduk. Etrafımız tenhalaşıyordu. Ben bir şeyler söylemek istiyor, fakat başaramıyordum. Dudaklarımın bir kelime bile söyleyemeyeceğini hissediyordum. Bana öyle geliyordu ki eğer kalplerin dili varsa benim kalbim o dakika pek tesirli, pek perişan birçok söz söylüyordu ve bir türlü o sözleri kesmeye kıyamıyordum. Ah! Nasıl kıyabilirdim?.. Beni bu fikrimde desteklemek, devam ettirmek istiyormuş gibi o da, Lydia’nın minimini eli de bu defa korunma istercesine, bir teslimiyet edasıyla omzuma yaslanıyordu. Saçları… O gür, kumral, maharetle dalgalandırılmış kumral saçları, vakitli vakitsiz gözlerimi, dudaklarımı okşuyor, bıyıklarıma karışıyordu… Kendimden geçiyordum!
Birdenbire orkestra durdu; elde olmaksızın bir iki defa daha döndükten sonra biz de durduk. O zaman gördüm ki Lydia gözlerini açıyordu. Birbirimizden ayrıldık; içimde o derece bir keder, şu saadet rüyasından uyandırıldığımdan dolayı o kadar acı bir hüzün vardı ki… Miss Lydia gözlerini kısarak yüzüme baktı; kendim de bilmeksizin alışkanlıkla uzatmış olduğum koluma yavaşça kolunu geçirdi:
“İşte şimdi…” dedi ve gülümsedi. “Şimdi yine hayat başlıyor.”
Ve hemen ciddi bir tavır alarak ilave etti: “Fakat siz ne kadar güzel vals yapıyorsunuz! Bir Türk için harikulade bir şey!”
Bu tür bir övgüye canım sıkılıverdi. Kırgın bir sesle dedim ki:
“Matmazel, üzülerek bu sözünüzü bir iltifat kabul edemeyeceğim.”
Hayretle yüzüme baktı.
“Söylediğinizi anlayamıyorum, efendim.”
“Pek sade bir şey… Bir Avrupalı için tabii olan bir şey, bir Türk için neden harikulade olsun? Emin olunuz ki matmazel, şimdi memleketimizde Avrupalılar kadar, belki daha duygusal, daha ahlaki, terbiye ve tahsil görmüş pek çok genç vardır.”
Birdenbire kızardı. Sesi değişti:
“Emin olunuz…” dedi. “Hiç o maksatla söylemedim. Sizi gücendirdimse kendimi asla affedemem.”
Sesimi çıkarmadım. Elimde olmadan gücenik duruyordum. Mendilini dudaklarının kenarına götürdü. Saçlarını düzeltti. Durdu ve “İşte bunu severim!” dedi. “Bir erkek vatanını, milletini sevmeli.” Koluma daha çok yaslandı, hafif, dalgın bir sesle: “Ben de…” diye ekledi. “Ben de vatanımdan uzak yaşamaya mecbur olsaydım mutlaka ölürdüm!”
Evvelki sözlerinin tabii bir neticesi olduğunu ima eder bir tavır almıştı. Göğsü kabarıp iniyor, omuz başlarından parlak bir gölge titreyerek geçiyordu. Sözüne devam etti: “Şu hâlde zannediyorum ki sizinle pek iyi ahbap olacağız.”
Madamların yanına yaklaşmıştık. “Teşekkür ederim.” diyerek kolumu bıraktı. Yerine oturduktan sonra ben de teşekkür ettim. Oraya şimdi birkaç erkek gelmiş olduğu için, kadınların yanından ayrılabilirdim. Biraz dolaşmak, tanıdığım başka kadınları görmek üzere çekiliyordum. Lydia karnesini uzattı:
“İsminizi yazar mısınız, vals yaptığım mösyölerin ismini karnemde bulundurmak merakımdır; bir hatıra olur.”
“Ooo!.. Matmazel…” dedim. “Allah bilir ki bu defa değmez!..” Gelgelelim karnenin o valse isabet eden sırasına ismimi yazdım, fakat Türkçe. Defteri iade ettiğim zaman, Miss Lydia yine gözlerini kısarak baktı:
“Ne iyi düşünmüşsünüz.” dedi ve eliyle yanındaki iskemleyi göstererek neşeli neşeli “Otursanıza, canım!” diye ekledi.
Ve birden tavrını değiştirerek: “Fakat sizi alıkoymayayım, belki gitmek istersiniz.” dedi. Tebessüm ederek oturdum. Başını, başıma yaklaştırdı. Saçlarının latif dokunuşunu, vücudunun sıcaklığını hissediyordum.
“Okur musunuz? Nasıl telaffuz etmeli isminizi?” diye sordu.
“Şekip.”
“Şe-kip. Doğru mu? Şekip… Şekip… Fakat pek güzel sizin isminiz!”
Sonra bacağını, bacağının üstüne attı. Mavi atlastan mendilini bana uzatarak karnesini dizinin üzerine koydu.
“Durunuz, yanı başına da ben, isminizin Fransızcasını yazayım.” dedi. O latif baş, bir iki dakika minimini defterin üzerine dokunurcasına eğilip durdu. Eldiven içinde mahpus parmaklar güçlükle hareket ediyordu. Nihayet, “İşte.” dedi. “Yazdım… Fakat böyle mi yazılacak?”
“Pek iyi yazmışsınız.” dedim. “Tamamıyla böyle.”
Mendiliyle defterini iade ettim. Mendili, defterin arasına sıkıştırdı. Annesine döndü.
“Anne…” dedi. “Biraz yelpazeni versene, ateş içindeyim.” Ben bu fırsattan istifade ederek rica ettim:
‘‘Büfeye kadar teşrif etmez misiniz? Biraz serinlerdiniz.” Gidebilir miyim der gibi annesine baktı. Annesi bu sessiz soruya açıktan cevap verdi:
“Şüphesiz, beyle elbette!”
Kolumu verdim. Büfeye doğru ilerledik. “Siz, Şekip Bey…” diyordu. “Bana da, anneme de pek ziyade tesir ettiniz. Lakin bilseniz annem ne kadar müşkülpesenttir… Canım, bu balolarda insan bin türlü adam tanımaya maruz kalıyor; hele tazeler… Bunun için ben, pek fazla ölçülü davranarak pek aziz ahbabımız tarafından takdim edilmeyince kimseyi tanımak istemem… Pederim derseniz, ooo!.. Kolunda gezdiğim bir gencin üç kuşak evveline kadar ecdadını soruşturmadıkça rahat edemez… Eminim ki şimdi birisini yakalamış, sizi soruyordur!”
Gerçekten, o aralık tek gözlüklü, uzun kır sakallı, zarif giyinmiş biri, yanında dostlarımdan bir Avusturyalı subayla bize doğru ilerliyordu. Geldiler. Arkadaşım bizi tanıştırdı:
“Mösyö Sanşayn… Şekip Bey.”
El verdik. Şiddetle elimi sıktı.
“Sizi tebrik etmek isterim.” dedi. “Tebrik ve teşekkür etmek… Ne güzel dans ediyorsunuz. Lydia artık bahtiyardır…”
“Beni cidden mahcup ediyorsunuz.” dedim. “Asıl siz Miss Lydia gibi bir kızınız olduğu için tebriğe layıksınız. Bu kış, en birinci valsözümüz kızınız olacaktır.”
“Lütfediyorsunuz… Evet, fena dans etmez. Paris’te, Perem’den ders aldırdım.”
Sesindeki heyecan ve gözlerindeki sevinç alevi, bu babanın kızına hayran olduğunu gösteriyordu. Miss Lydia dedi ki:
“Büfeye gidiyoruz baba…”
“Hayhay, sizi alıkoymak istemem.”
Biz ilerlerken adamcağız arkamızdan haykırıyordu: “Lydia, Lydia! Sakın soğuk bir şey içme, hasta olursun!”
Lydia yelpazesini sallayarak, gözlerini kısarak etrafını süzüyor, küçük parmaklarıyla saçlarını dağıtıyordu.
“Sizi tebrik ederim, babamı büyülediniz. Evet büyülediniz, çünkü arkamdan büfeye kadar gelmeyip beni sizin refakatinize emanet etmesini başka türlü açıklayamam.”
Gülümsedim.
“Babaları büyülemek pek kolaydır; bunun için biraz ciddiyet ve itaat yeterlidir.”
Büfenin önündeydik. Korkarak sordum:
“Size ne ikram edebilirim?”
Güldü.
“Tabii ki soğuk bir şey!”
“Ooo!” dedim. “O hususta kesin emirler aldım, matmazel. Dünyada bir kişiyi büyülemeyi başardım. Onu da gücendirmek istemem.”
“Fakat terli değilim, bak, Allah bilir terli değilim.”
O aralık babası gözüme ilişti. Elimle işaret ettim.
“Mösyö…” dedim. “Yarım saattir matmazelle mücadele ediyoruz, ben mağlup olmak üzereyim. Soğuk bir şey istiyorlar.”
Yavaşça ilave ettim:
“Ancak hiç terli değiller. Zannederim ki bir kadeh şampanyaya müsaade edebilirsiniz.”
Derhâl bir kadeh şampanya buldum. Lydia teşekkür ederek aldı ve “Ben yavaş yavaş içerim, siz ayakta rahatsız olacaksınız.” dedi.
“Hayır matmazel.” dedim. “Size bakarım. O zaman yorulmam, emin olunuz.”
Güldü.
“Eğer bu sizi mutlu etmek için yeterliyse pekâlâ, fakat ben o kadar seyretmeye düşkün olmadığım için…” Cevap verdim:
“Kimse sizin kadar seyredilmeye değer değildir de onun için.” Yine güldü. Dudaklarının kenarında şampanyanın ince köpükleri duruyordu.
“Ondan değil.” dedi. “Bu hâl benim tabiatımda olmalı.” Şimdi felsefenin sırası gelmişti. Başladım:
“Sizi etkileyecek, düşündürecek bir kimseye tesadüf etmemişsiniz ve tabiatınızı tecrübe edememişsiniz de ondan böyle söylüyorsunuz. Genç kızların yerleşmiş hiçbir tabiatı yoktur. Onlar için her gün, her saat, yeni bir şey hazırlar. Bugün neşeli, yarın mahzundurlar. Şimdi hayattan bezgin görünürlerken biraz sonra hayata dört elle sarılırlar. Her defasında da ‘Ne yapalım, tabiatımız böyle!’ diyerek kendilerini temize çıkarmak isterler. Sözün kısası, genç kızlar saygıya ve sevgiye değer oldukları kadar; sakınılacak, çekinilecek varlıklardır. Başkalarına karışmam, fakat ben onlardan pek korkarım.”
“Biraz daha devam ederseniz beni de korkutacaksınız.” dedi ve gülerek kadehini uzattı.
“Şunu yerine bırakınız da sonra gelip şu genç kızların neden bu kadar korkunç olduklarını bana anlatınız.”
Yanına döndüğüm zaman, sarı bıyıklı bir subayla konuşuyorlardı. İkisinin de ellerinde karneleri; bir şey aramakla meşguldüler. Subay diyordu ki:
“Hiç unutmak mümkün olur mu matmazel! Siz bir şey vadedersiniz de ben onu yanlış anlar mıyım?.. Pek iyi biliyorum, bu fadrili (kadril) istirham etmiştim. Bir müddet düşündükten sonra dediniz ki: ‘Pekâlâ! Haydi bu olsun.’ Hatta karnenize ismimi de yazdırdınız. Gördünüz mü, işte.”
Lydia cevap verdi:
“Pekâlâ, pekâlâ, haklısınız. Kadril başlayınca gelir beni bulursunuz, olmaz mı?” Sonra bana döndü.
“Kolunuzu verir misiniz, biraz annemi görmek isterim.” Kol kola ilerleyerek o kalabalık içinde annesini arıyorduk. Lydia ara sıra gözlüğünü, gözlerine yaklaştırıp etrafı inceliyor, sonra ince platin zincirin şıkırtısı duyulacak derecede asabi bir hareketle gözlüğü elinden düşürüyordu. Birdenbire haykırdı:
“İşte annem! Galiba o da beni arıyor.”
Sonra yelpazesini yukarı doğru kaldırdı, salladı.
“İşte bizi gördü. Oraya gidelim, olmaz mı?”
Annesinin yanında bilmediğim birçok kadın ve taze vardı. Ben bu defa madamın yanına oturdum. Miss Lydia arkadaşlarıyla bir şeyler konuşup gülüşüyordu. Madamla oradan buradan konuştuk. Londra’da oturduklarını, altı ay için İstanbul’a geldiklerini, bir iki aya kadar yine memleketlerine döneceklerini, Lydia’dan başka çocukları olmadığını, İstanbul’dan pek hoşlandıklarını söyledi. Bilmem niçin, bu sözler beni hüzünlendiriyordu. Hele Lydia’nın ötede gizli gizli konuşup gülüşmesi bana bir kat daha azap veriyordu. Zannederim ki o tazelere benden bahsediyor, “İşte bu adam genç kızlardan korkuyormuş!” diyor ve onlarla birlikte çılgın çılgın gülerek benimle eğleniyordu.
Eminim ki madama verdiğim cevaplar, pek karışık, pek manasızdı. Miss Lydia’ysa benimle hiç meşgul değildi. Bulunduğu topluluğa şimdi birkaç genç daha katılmış, İngilizce konuşuyorlar ve sürekli gülüşüyorlardı.
Madam Sanşayn’dan izin alıp kalktım. Biraz uzakta pembe bir tuvaletin letafetini arttıran ince güzelliğiyle genç Madam Daven, tanıdıklarımdan birinin kolunda ilerliyordu. Beni görünce yelpazesiyle yanına gelmemi işaret etti. Hemen o tarafa yöneldim. Madam Daven “Şekip, kadrili kiminle oynuyorsunuz?” diye sordu.
“Kendi kendimle, madam!”
“O hâlde şu köşedeki ufak kanepeye kadar bana eşlik ederseniz palmiyelerin yaprakları altında sizinle, balodakileri rahat rahat çekiştiririz.”
Madam Daven’nun kavalyesi tebessüm etti ve dedi ki: “Siz ikiniz bir araya gelecek olursanız çaresiz insanlığın vay hâline!..”
Bu gayet güzel; lüzumundan fazla güzel, ince, az sarı bıyıklı, pembe -inadına pembe- yanaklı, ela gözlü bir gençti. İçimde birdenbire açılan bir neşeyle madama dedim ki:
“Hatta şimdiden başlayabiliriz. Elektrik ışıklarının gösterişi, palmiyelerin gölgesinden aşağı kalmaz. Hem uzağa gitmeye de gerek yok. Bakınız şu aziz Fernan’a -arkadaşını gösteriyordum-insaf edin. Madam, bir erkek için bu kadar letafete, bu derece güzelliğe izin var mıdır? Söyleyiniz, şimdi bu genç buradaki birçok kadının hukukunu gasp etmemiş mi? Azizim, ben senin yerinde olsam bu hâlde ortaya çıkmaya utanır, gidip bir yere başımı sokar, güzelliğimi gizlerdim. Öyle değil mi Allah aşkına, madam?”
Madam Daven kahkahalarla gülüyordu. Dedi ki:
“Zavallı Şekip seni kıskanıyor. Zaten bu genel bir kuraldır;
kadınlar pek güzel kadınların güzelliğini bazen affederler, fakat erkekler hiçbir zaman güzel erkekleri çekemezler. Ben sizin yerinizde olsam ne yapardım biliyor musunuz? Şekip Bey’i hangi kadının yanında görürsem derhâl gider, bir rakip olmak üzere kendimi takdim ederdim.”
Fernan da gülüyordu. Dedi ki:
“O hâlde, madam, sizin yanınızdan ayrılmamam lazım gelir.” Sonra bana döndü:
“Bana kalsa giderdim, azizim, lakin cezayı madam kendisi tertip etti, kadril başlayıncaya kadar burada kalmaya mecburum. Ancak ondan sonra gider, dediğiniz gibi başımı bir yere sokup güzelliğime ağlarım. Nasıl, işinize geliyor mu?”
“Hayhay, fakat esefler ederim ki kadril işte başlıyor. Şimdi size âcizane bir nasihat vereyim mi azizim? Durmayıp hemen gidiniz, valsözünüzü arayınız, çünkü biraz geç kalacak olursanız, ‘Güzelliğine mağrur da aceleye lüzum görmüyor!’ derler, karışmam.”
“Korktum, Şekip… Sizden korktum. Siz insanın yüzüne karşı böyle yaparsanız, kim bilir ufak kanepede, palmiyenin altında neler yapmayacaksınız!..”
Madam Daven arkasından haykırdı:
“Merak etmeyiniz, Fernan, arkanızdan ne söylerse birer birer size yetiştiririm.”
Madama kolumu takdim ederek dedim ki:
“Gittikten sonra da yine kendinden bahsolunacak ümidinde bulunuyorsa kendi hakkında güzel bir fikri var demek oluyor! Deminden beri o pek güzel çehresiyle canımızı sıktığı elvermemiş gibi…”
Madam sözümü kesti:
“Yok, düzeltelim rica ederim, azizim.” dedi. “ ‘Canımızı sıktı.’ demeye hiç hakkımız yok, yalnız ‘Canımı sıktı!’ derseniz o başka! Fernan’ın dilber çehresi benim pek hoşuma gider. Ben erkek değilim, beyefendi!”
Bir kahkaha salıverdim:
“Kadın da değilsiniz öyleyse! Çünkü, o derece güzel erkekten, hakikaten kadın olan hoşlanamaz.”
Madam Daven durdu, kolunu kolumdan çekti, yelpazesini yarım açtı; dikkatle yüzüme bakıyordu.
“Demek, ciddiymiş… Fernan’ı hakikaten kıskanıyormuşsunuz, öyle mi?..”
Sesime sahte bir hüzün verdim. Önüme baktım, helecanlı görünmemek için kendimle mücadele ediyormuşum gibi davranarak gayet yavaş
“Sizi…” dedim. “Sizi herkesten… Herkesten kıskanırım. Bilmem niçin, öteden beri siz de beni kıskandırmaktan, bana ızdırap çektirmekten zevk alırsınız.”
Yine koluma girdi, minimini tül yelpazesiyle çenesini, dudaklarını örterek konuşmaya başladı:
“Ben zannediyordum ki o sizin herkesçe bilinen ateşli sevdanız artık sönüp bitmiştir. Demek ki yanılıyormuşum. Bu kadar meşguliyet arasında, o ölmüş aşkı hatırlamaya tenezzül ettiniz öyle mi?..”
“Doğrusu beni güldürüyorsunuz!”
“Siz de benimle böyle eğlendikçe beni yaralıyorsunuz! Benim ne kadar hassas, ne kadar samimi, size olan hayranlığımın ne derece ciddi olduğunu bilirsiniz, o hâlde…”
“O hâlde, azizim, eski hastalığın nüksetmemesi için hemen tedbir almanızı tavsiye ederim. Bütün nükseden hastalıklar pek vahimdir! Hele kalp hastalıkları; âdeta öldürücü olurlar. Ölümünüze sebep olmayı istemem!”
Eliyle bir köşede duran kadınları göstererek
“Sonra bunların elinden kurtulamam, beni parçalarlar! Benimle eğleniyorsunuz, fakat zararı yok, ben bundan şikâyetçi değilim, çünkü beni de eğlendiriyorsunuz; benim aşk felsefeme göre kadınları eğlendirmeyi başarmak ilerisi için büyük bir ümittir.” dedi
Palmiyelerin altında duran kanepeye yaklaşmıştık. Madam Daven yorgun bir edayla kendini oraya attı, yelpazesiyle yanını göstererek dedi ki:
“Şimdi oturunuz da güzel güzel konuşalım.”
Düz, parlak ve gayet kalın pembe atlastan tuvaleti o kadar sade, o kadar sadeydi ki ne bir dantela ne bir kurdele parçası; hiçbir şey o sadeliği bozmuyordu. Yalnız, göğsüyle kollarının içinden ince bulutlar gibi pembe pembe muslinler dışarı doğru düşüveriyor; bunlar gayet nazik olan tenine âdeta bir şeffaflık veriyordu. Beline aynı renkte kurdeleden bir kemer takmış, kemerin yan tarafına da bir demet menekşe iliştirmişti.
Bu demetten bir iki menekşe çıkardı. Bunları dişleriyle koparıp dudaklarının arasında bir müddet oynadıktan, parçaladıktan sonra, ağzının şirin bir hareketiyle o zavallı menekşe parçalarını birer birer ufalayıp attı. Gülerek dedim ki:
“Şu hâliniz tabiatınızı ne güzel gösteriyor, bilseniz! Bir şeyi evvela göğsünüzde, kalbinizin üzerinde taşırsınız; sonra onu dişlerinizle parçalar ve dudaklarınızın ufak, tabii, elde olmayan, belki sizce de hissedilmeyen bir hareketiyle ayaklar altına atarsınız! İşte siz! Siz bu hareketlerle tamamıyla kendinizi açıklıyorsunuz!” Cevap verdi:
“İhtimal ki haklısınız, fakat bir müddet kalbimin üzerinde bulunmak için, daha sonra böyle yerlere atılmaya razı olanlar pek çoktur, dersem bana inanır mısınız?”
“Hatta iman ederim!..”
O aralık el ele tutuşmuş yüzlerce kadın erkek gülüşerek, birbirini çekerek önümüzden geçiyorlardı. Bu alay, önce sağdan sola doğru koşuşurken birdenbire bir ses “Sola!” komutunu verince hep birden sola döndüler. Kadınlar, kızlar, kendilerini büsbütün bırakmışlar, âdeta sürükletiyorlar, erkekler düşmemek, kadınların eteklerine ayaklarını dolaştırmamak için önlerine bakarak ilerliyorlardı. Bu çılgın, bu pürneşe dans alayı aralıksız önümüzden geçiyordu:
“Ne güzel!” dedim. O:
“Gerçekten pek güzel!” dedi; sonra kaşının ucuyla öteden gelen Miss Lydia’yı gösterdi.
“İşte kalbinizin hâkimi geliyor! Selama hazırlanın!” Ve ayağını ayağının üzerine atarak güzel başını kanepenin kenarına doğru bıraktı. Yelpazesiyle çenesini gizleyerek uzun ve gaddar bir kahkaha salıverdi.
“Ne tabiat Ya Rabb’i!” diyordu. “Ne tabiat!” Ben de elimde olmadan ona uyarak gülüyor ve soruyordum:
“Allah bilir ki ne demek istediğinizi anlayamıyorum?”
“Bırakın Allah aşkına, demincek nasıl vals ettiğinizi görmedim mı zannediyorsunuz?”
Eteğini okşayarak, kanepenin üzerinden mendilini, yelpazesini alarak ayağa kalktı. Ben hâlâ yerimden kımıldamamıştım. Ciddi bir tavırla dedi ki:
“Size gayet ciddi bir şey söyleyeyim mi, Şekip? Emin olunuz ki on beş güne kalmayacak, siz bu çirkin kızı çıldırasıya seveceksiniz!..”
Yine uzun bir kahkahadan sonra elini uzatarak “Şimdilik adio!” dedi, iki adım yürüdükten sonra döndü, hâlâ gülüyordu. Dedi ki:
“Bakınız ne kadar iyi kalpliyim, size bir haber daha vereceğim, iki ay sonra da…”
Gözlerini kırptı. Sol elini kaldırdı. Parmaklarını oynatarak uzağı gösterdi, pembe dudaklarıyla zayıf bir ıslık çalarak
“Uçtu… u… u…” dedi ve durmadan gülerek pembe atlas tuvaletinin alaycı hışırtısıyla ilerledi, kalabalığa karıştı. Gözden kayboldu!
İşte o zaman düşündüm; gönlümün pek harap olduğunu anladım; artık sevemiyordum… Bu karışık, kararsız, mağrur kadınları sevemiyordum. Bir buçuk sene evvel yanında her türlü çılgınlığı yapmaya hazır olduğum şu kadının yanında şimdi zerre kadar duygulanım, heyecan hissedemeyişimin sebeplerini incelemek istedim. Ah, acaba benim kalbim, başka erkeklerin, başka gençlerin kalbine benzemiyor muydu? Niçin en ufak, en adi bir sebeple bütün bağlılığım sona ermeye yüz tutuyor?.. Bir gün evvel sevdiğim, taptığım, yolunda her fedakârlığı yapmaya kendimi hazır hissettiğim bir kadından bir söz, bir tavır yahut adi bir his için nefret edercesine soğuyordum? Ah ben ne arıyordum?.. Nasıl bir kalp, nasıl bir sevgi, nasıl bir kadın hayal ediyordum? Artık bıkmış, usanmıştım; bir romanın malum kısımları gibi sürüp giden o belirli, o bilinen devrelerden geçmeye mahkûm salon sevdalarından artık tiksinmiştim. Ya müsrif, havai bir eşin intikamını almaya yahut ihtiyar, hasta bir kocanın vazifesindeki noksanları, ihmalleri karşılamaya alet olmayı adi, pek adi buluyordum…
Fakat ne istiyordum? Acaba nasıl bir sevgi, nasıl bir kadın hayal ediyordum?
Gönlümde, bütün o şehvetli, o titretici aşklar hakkında derin bir nefret hissi uyanmıştı. Artık bu aşk koleksiyonları yapan üzücü, harap edici kadınlardan; âlemi, huzurlarında tapınmak için diz çökmüş görme isteği uğruna bütün aşk heyecanlarını ekmek kırıntıları gibi avuç avuç salondan salona serpen bu üzücü, harap edici kadınlardan nefret etmiştim. Hissediyorum ki bütün kalbim, bütün ruhumla saf, hissî, tabii, samimi ve masum bir aşk özlüyordum; bir aşk, bir sevda ki belirli bir maksattan, her türlü ümitten arınmış olsun!..
Bir sevgi ki itiraf edilmeden, içyüzü bilinmeden, sırları açıklanmadan öylece kalbimde bir yer bulsun ve sevdiğim kadın onu hissetmekle mağrur ve mesut olabilsin… Öyle bir sevda ki beni geceleri yıldızlara karşı dilsiz ve hayran, karanlıklara karşı şaşkın ve kendinden geçmiş bıraksın… Güzel bir müzik dinlerken onunla ağlayayım, dünyanın, tabiatın güzelliklerini onunla seveyim, sevebileyim… Bir kadın ki beni düşündürsün, acı versin, istemeyerek, bilmeyerek kederlendirsin… Bir kadın ki karşı konulması, yok edilmesi mümkün olmayan engeller beni kendisinden ayırsın, söyleyemeyeyim, aşkımı mümkün olup da cüret edip de ona söyleyemeyeyim; o kadar mukaddes, o kadar muhterem… O kadın o derece her şeyin üstünde olsun!
İşte ben bunu, bu kadını, bu ızdırabı, bu ölümü, kısacası bu aşkı istiyordum ve bunun için kalbimde bir boşluk, bir haraplık duyuyor, tamir edilemeyecek bir viranlık hissediyordum.
Yavaşça omzuma dokunan bir el beni bu kederli düşüncelerden ayırdı. Kolunda -bu yaz İstanbul’a gelmiş ve Nedim’in, aziz dostlarından bir güzel yaverin büyük aşkı yüzünden bir türlü geri dönmeye karar verememiş olan-Amerikalı Miss Lilian Clark’la güzel Fernan karşımda duruyordu.
Fernan dedi ki:
“Seni aşk dolu hayallerinden ayırdığım için affını dilerim. Miss Clark’ın sana söyleyeceği varmış, buraya kadar birlikte gelmemi emrettiler de…”
Ayağa kalkıp kolumu takdim etmeme vakit bırakmadan Miss Lilian sormaya başladı:
“Nedim Bey nerede? Niçin gelmedi? Acaba gelir mi? Sakın rahatsız olmasın? Kuzum, benden saklamayınız…”
“Rahat olunuz, miss.” dedim. “Sıhhati yerindedir, yalnız bu akşam nöbetçidir zannederim, yoksa bu baloyu, hele sizi görmek vesilesini feda etmezdi.”
Güzel miss kaşlarını çattı.
“Beni aldatıyorsunuz!” dedi. “Nedim dün nöbetçiydi. İki akşam sırasıyla nöbetçi olamaz. Mutlaka başka bir davete gitti. Benim burada olduğumu bildiği hâlde başka yere gitti, fakat nereye gitti? Elbet siz bileceksiniz…”
Canım sıkılmaya başladı, bu rahatsız edici sevdazededen kurtulmak istedim.
“Dün gündüz nöbetçiydi.” dedim. “Şimdi de gece nöbetçisidir. İnanmazsanız, şurada arkadaşlarından birine sizi takdim edeyim, kendiniz sorunuz, anlayınız.”
Kaşlarını daha çok çattı! Ağlar gibi bir sesle dedi ki:
“Ne can sıkıcı şey; işte bütün gecem berbat oldu! Bense ne kadar eğlenecek, danslar edecektim!..” Sonra elimi sıktı, yalvarırcasına gözlerime baktı. “Rica ederim…” dedi. “Siz onu görürsünüz değil mi? Bu gece hiç kimseyle dans etmediğimi kendisine söyler misiniz?”
“Kusur etmeyeceğimden emin olunuz, miss!” dedim. Bu aralık birinin kolunda Miss Lydia geliyordu. Lilian ona doğru ilerledi, önünde durdu, beni takdim ederek dedi ki:
“Şekip Bey, en aziz dostlarımdan…” Miss Lydia güldü.
“Fakat ben Şekip Bey’i tanıyorum, azizem!” dedi Miss Lydia Lilian hayret etti.
“Nasıl, tanışıyor musunuz?.. Yaa, nasıl oldu da bana söylemediniz?”
“Tanışmamız pek yeni, henüz bu gece görüştük.”
“Dans ettiniz mi?”
“Şüphesiz.”
“Öyleyse vah vah, sizi seyredemediğime çok üzüldüm!”
Orkestra Strauss’un bir valsini çalmaya başlamıştı. Koca salonda bir hareket, bir telaş, bir kıyamet uyandı. Miss Lydia’nın, Miss Clark’ın etrafını ellerinde karneleriyle birçok genç sardı:
“Matmazel, bu vals, kulunuza vadedilmişti.”
“Hayır dostum, bu vals benimdi; size vadedilen öbürüdür.”
“Miss, akşamdan beri beklemekteyim.”
“Bu sefer de mi başkalarıyla oynayacaksınız, miss?”
Bu ısrarlı istekler arasında Miss Lydia kavalyesinin kolunu bırakarak bana doğru yöneldi.
“Zannederim bu valsi size vadetmiştim, Şekip Bey?” Bu söz, kalbimin üzerinden hafif bir titreme geçirtti. Kirpiklerim birbirine karıştı. Gözlerimi bir pembe duman kapladı. Hemen ilerledim. Hiçbir şey söylemeyerek beline sarıldım ve derhâl dönmeye başladık.
Bir çift acemi oyuncunun, bir aralık bize çarpmalarına ramak kalmıştı. Lydia’yı şiddetle göğsüme doğru çektim; dudaklarım alnının kenarına şakaklarındaki dağınık saçlara tesadüf etti.
“Affedersiniz.” diyebildim. “Size çarpacaklar diye korktum da…”
“Zarar yok, yalnız sizin yüzünüz acıdı zannederim…” Bir müddet yine konuşmadan vals ettik, sonra konuşmaya başladık:
“Ne güzel hava! İnsanı elinde olmadan oynatıyor.”
“Bu havayla sabaha kadar vals ederim.”
“Ben sizin gibi latif ve mahir bir valsözle hangi havayla olursa olsun ömrüm oldukça vals edebilirim!”
“Ömrümüz oldukça mı? Ooo, pek çabuk yorulursunuz! Hele benimle…”
“Niçin hele sizinle?.. Anlayamadım.”
“Beni daha iyi tanırsanız anlarsınız.”
Daha seri dönmeye başladık. Lydia’nın etekleri her dönüşte beni sarıyor, hafif, titrek bir temastan sonra ayrılıyor, yine sarıyor, yine çekiliyordu. Dansın hızından seslerimiz heyecan dolu, nefeslerimiz sık ve kesikti, bununla beraber devam ediyorduk.
“Genç kızlardan korkarım demekte haklı olduğumu tasdik edersiniz ya?”
“Hiçbir şeyi tasdik etmem, yalnız bazı genç kadınlardan daha fazla korkmanızı size tavsiye ederim.”
Cevap verecektim. Ne söyleyeceğimi bilmediğim hâlde bir cevap verecektim, o dakikada bıyıkları tıraşlı, maymun suratlı bir İngiliz yanımıza yaklaştı, bizi takip ederek İngilizce dedi ki:
“Miss, vaadinizi unutmayınız.”
Lydia derhâl omzumdan elini çekti ve resmî bir tebessümle bana, “Mersi mösyö.” dedi. İngiliz de gayet hafif bir selamla beraber üzerime belirsiz bir bakış fırlatarak “Pardon!” diye mırıldandı ve hemen valse başladılar. Ben belli belirsiz bir hüzün içinde, olduğum yerde kalmıştım. Elimde olmadan gözlerimle onları takip ediyor, adamın valsinde bir kusur, bir noksan arıyordum. Lakin kâfir İngiliz o kadar latif vals ediyordu ki âdeta kıskandım. Hatta bir aralık sağa vals ederken birdenbire yönünü değiştirerek sola vals etmeye, sırayla bir iki defa sağa, bir iki defa sola dönerek “boston” diye tabir ettikleri valsi büyük bir ustalıkla oynamaya başladı.
İşte o zaman derin bir üzüntü hissettim: Off, böyle senelerden beri, çocukluktan beri cemiyet içinde yetişip büyüyen, bu yaşayışa, bu tavra, duruşa doğuştan, soydan sahip olan bu adamlarla, bunların zarafetiyle mücadele etmek nasıl mümkün olacaktı? Beş on sene sürekli vals etmeden bu maharet nasıl, nasıl kazanılabilirdi? Senelerce bu siyah elbise giyilmeyince, bu beyaz boyun bağı bağlanmayınca, bu zarafet, bu tabii zarafet, bu sadelik içindeki fevkalade zarafet nasıl ortaya çıkardı? Kendimi pek küçük, pek âciz, pek eksik, pek zavallı görmeye başladım.
Üstümden başımdan, noksan zarafetimden utanıyordum. İngiliz’de öyle hususi bir şıklık, o derece asil bir duruş vardı ki ümitsizliğe kapılıyordum ve mahzun mahzun bıyıklarımın ucunu çekiştiriyordum. Birdenbire, arkamda bir yelpazenin sallandığını hissettim. Şiddetle döndüm. Madam Daven karşımdaydı.
Dedi ki:
“Seviyorsunuz… Kıskanıyorsunuz!.. Zavallı çocuk, lakin bilmiyorsunuz ki siz ondan bin kere daha sevimlisiniz.” Tebessüm etti, saygıyla eğildim.
“Beni ümitlere düşürüyorsunuz, madam; kimseyi sevmiyorum, kimseyi de kıskanmıyorum. Yalnız şu İngiliz’in oynayışına hayran oluyorum; bostonu ne güzel dans ediyor.”
Başını salladı.
“Bir şey değil, güzellik valsin kendisindedir. Emin olunuz ki bir iki defa tecrübe etseniz, siz bu maymun heriften daha güzel oynarsınız.”
“Hiç zannetmem, madam.”
“Bahşeder misiniz? Yarın çayınızı gelin bizde içiniz. Ben size bostonu göstereyim, bakın ne kadar çabuk öğreneceksiniz. Size hocalık edişim kibrinize dokunmaz ya?”
Minimini elini avucuma alarak sıktım.
“Teşekkür ederim, azizim.” dedim. “Zaten her konuda ben sizin hayran, minnet dolu öğrencinizim. Cemiyet içinde beni siz yetiştirdiniz, hiçbir zaman bu iyiliğinizi unutamam!”
Yanakları memnuniyetinden pembe pembe oldu. Ellerini çekmeyerek gözleriyle tebessüm etti.
“Ooo, Şekip Bey, çok fazla alçak gönüllülük gösteriyorsunuz; sizi tanıdığım zaman zaten mükemmeldiniz!”
Ve derhâl maksada dönerek
“O hâlde karar verildi, yarın saat beşte sizi beklerim. Biraz dedikodu eder, çay içer sonra da boston ederiz. Yarın kimlere gideceksiniz?”
Biraz düşünür gibi yaptım; dedim ki:
“Madam Jackson’a gitmeyeli bir asır oldu, yarın günüdür, biraz uğramak niyetindeyim. Tabii Madam Dölans’a da giderim. Akşam yemeğine de Rustov’lara davetliyim. Gelgelelim bunların hepsini bir yana bırakıp yemek zamanına kadar sizinle bulunmayı tercih edeceğim.”
Sevinçle ellerini çırptı.
“Ben de Rustov’lara davetliyim hatta, müjdelerim; dans dahi edilecek, o hâlde sizi yarın altı buçuğa kadar alıkoyarım, saat sekizde yine bize gelirsiniz, Rustov’lara eşim de gidecek, hep beraber gideriz. Olmaz mı?”
“Memnuniyetle!” dedim. Elini öptüm. Ayrıldık.
Artık baloda durmak, Miss Lydia’yı bir daha görmek istemedim. Çıkıp gitmek üzere ilerliyordum. Geçeceğim salonun kapısında Lydia bir iskemleye oturmuş, yelpazeleniyordu. Dudaklarının üzerinde, şakaklarında, gözlerinin altında ufak ufak billuri ter taneleri parıldıyor; yelpazeyi salladıkça gür, dalgalı, kumral saç yığınının ötesinden, berisinden sıyrılıp kaçan teller uçuşuyordu. Bir müddet durdum, bu genç kızı dikkatle incelemeye koyuldum: Güzel değildi, âdeta hiç güzel değildi. Yumuk çehresinde göze çarpacak hiçbir şey yoktu. İnce ince kumral kaşları, biraz ucu kalkık düz burnu, kalınca dudakları, daima yarı kapalı yeşil gözleriyle bu çehre pek düzgün ve sevimli, fakat hiç güzel değildi. Her parçasını ayrı ayrı tetkik ettikçe hepsinde küçük birer kusura tesadüf ediyordum, lakin hepsi bir araya gelince öyle güzel bir uyum, öyle bir çekicilik vardı ki insan elinde olmadan tutuluyordu. Bu çehreye kendine has bir gariplik, bir başkalık, bir hususilik veren şey, teniyle saçlarıydı. Gayet kumral, gayet sık, gayet gür olan bu saçlarda o kadar incelik, parlaklık, toplanışında o derece düzgünlük, zarafet görülüyordu ki bunların elle taranıp o hâle getirilmiş olduğuna ihtimal verilemezdi. Sanki bu saçları, Tanrı böylece, bu biçimde, bu vaziyette yaratmış! Bu saçlar, bu tazenin vücudundan ayrı, büsbütün ayrı, büsbütün başka bir parça zannedilirdi. Hele ensesinin düzlüğü… Gerdanının beyazlığı ve biçimi… Ensesinden yukarı doğru kaldırılmış saçların intizamı, parlaklığı… Pembe kamelyalar kadar düz, taze ve âdeta şeffaf duran ince latifliği Lydia’ya hakikaten bir harikuladelik veriyordu. Raksın verdiği hararetle de yanakları kızarmıştı. Göğsü hafif hafif kımıldıyordu.
Ben bunları tetkik ettiğim sırada gönlümde öyle bir usanç duyuyordum ki birkaç defa kendi kendime,
Ben de amma tuhaf olmuşum, hislerimi inceleyeceğim diye kendi kendime sahte üzüntüler icat ediyorum.dedim, gelgelelim Lydia’dan gözümü ayıramıyordum. Çıplak omuzlarının, açık göğsünün kısacası dekolteli hâlinin zarafet ve letafeti beni pek fazla hislendiriyordu. Bu kadar güzel dekolte, bu derece parlak ve tahrik edici omuzlar görmemiştim.
İnkâr edilemezdi! Evet, bu kızda bir başkalık, bir benzersizlik vardı. Başını tutuşu, gözlerini süzerek bakışı, tavırlarının sadeliği, ağırlığı, kibarlığı bu genç kızın yaradılışında bir seçkinlik, bir fevkaladelik olduğunu gösteriyordu.
Ah! Kim bilir bu çehrenin kalbi nasıl bir kalp; nasıl başka bir kalp, ne türlü ihtiyaçlar, ne türlü emel ve ihtiyaçlarla dolu bir kalpti? Diyordum ki; “Ruhun aynası olan gözlerin arkasında gizlenen kalp de tanınması, içine girilmesi mümkün olmayan, kapalı bir kalptir. Bu kalp, pek çok kişi için bir bilmece, çözülmesi gereken bir bilmece, hâlinde kalacaktır.”
İncelemem bu dereceyi bulunca göğsümden doğru bir şeyin uyandığını, oynadığını duydum. Tarif edemeyeceğim, anlatamayacağım bir şey!.. Zannediyorum ki göğsüm latif bir serinlik, bir boşlukla genişliyor. Sonra birdenbire yine göğsümde bir küçülüş, bir daralış hissettim. Kalbim kasılıyor, boğazıma bir şeyler tıkanır gibi oluyordu.
“Aman, budalalık!” dedim ve geniş bir nefes almak istedim. Mümkün olmadı. Kalbimin üzerinde bir tıkanıklık, bir ağırlık duyuyordum. Nefes alamıyordum. Bir iki defa birbiri ardınca yutkundum. Alnımda toplanan soğuk terleri sildim. Başımı salladım. Çok şampanya içtiğime hükmediyordum ve kendi kendime hiddetle,
Bende de hiç ölçülülük yoktur ki!diyordum. Hâlbuki iki kadehten fazla şampanya içtiğimi hatırlamıyordum. Artık oradan çekilmeye, biraz hava alarak şu sıkıntımı defetmeye karar verdim. İlerlemek üzereydim ki Lydia yerinden kalktı. Dudaklarında hafif bir tebessüm, göz kapaklarında o daimî, o latif kasılmayla ağır ağır bana doğru yürüyordu. Yanıma gelecek zannettim. Hâlbuki o ağırbaşlı bir hareketle beni geçti. Sonra dönüp gözlerini daha fazla süzerek, başını biraz ilerleterek bana baktı.
“Aa…” dedi. “Az kaldı sizi tanıyamıyordum. Nasıl, güzel eğleniyor musunuz?”
Ve cevabımı beklemeden ağır ağır yürüdü, gitti…
Bir müddet arkasından bakakaldım. Giyinişinde bile bir hususiyet vardı… Gayet sade, gayet ince, nazik bir tuvalet: Açık mavi yanardöner canfes üzerine ince ince kıvrılmış gayet bol bir mavi tül geçirilmiş, belinde koyu mavi kalın atlas bir kurdele birkaç defa gelişigüzel sarılıvererek bir kemer teşkil etmiş, kemerin arka tarafına pırlanta ve firuzeyle süslü büyük bir toka iliştirilmişti. Bu tokanın altında atlas kurdelenin iki ucu eteklerine kadar sallanıyordu. Kollarında, göğsünde, elinde hiçbir şey, gereksiz bir süs eşyası, yoktu. Yalnız saçının arka tarafına, en kabarık yerine yine firuzeyle pırlantadan ince, düz bir broş takılıydı. Dirseğinden yukarısına kadar ellerini örten podösüet beyaz eldivenlerde buruşarak düşmemek için yine yer yer firuzeli elmaslı hafif, görünmeyecek kadar hafif, birer altın bilezikle tutturulmuştu.
Özetle Lydia’yı, her gören, bir bakışta Batı medeniyetinin zarafeti içinde doğup büyümüş nadir, ince ve nazik bir çiçeğe benzetirdi. Ben o dakika hiçbir şeye benzetecek hâlde değildim. Yalnız dalgın bakışlarımla onu takip ediyordum.
O bir kerecik bile arkasına dönmeden, etrafa bakmadan yürüyordu. Dans başlayacağı için etrafını birçok genç sardığı hâlde hiçbirine bakmıyor, arada başını sallıyor, karnesini uzatıyor, istekli bir el oraya bir şey işaret ediyordu… Ben bunları uzaktan görüyor ve niçin bilmem onlara katılıp bir vals de ben istemeye cesaret edemiyordum. Göğsümde yine o serinlik, o boşluk ve ardından o tıkanıklık peyda oluyordu. Nihayet sanki üzerimdeki bu üzüntüyü dökmek istiyormuşum gibi omuzlarımı silkerek
“Ooo!” dedim. “Aptallaşmanın âlemi yok, şimdi de bu İngiliz kızıyla mı uğraşacağız!..”
“Pade patinör” dedikleri bir dans oynanıyordu. Hemen gittim bildiklerimden gayet çılgın, gayet hırçın, gayet şen bir tazenin önünde eğildim.
“Matmazel…” dedim. “Bu dansı bütünüyle bana bağışlayınız.”
“Pek geç hatırınıza geldim!” dedi. “Gelgelelim ben iyi bir kızım, dostlarımı gücendirmek istemem.”
Dans ediyorduk. Kızcağız bana birtakım şeyler, birçok şeyler soruyordu. Galiba ben de cevap veriyordum, fakat ne diyordum, bilmem. Gözlerimle, o kadar kişinin, o kadar kalabalığın arasında onu, Miss Lydia’yı arıyordum. Niçin arıyordum? Hiç… Bir şey için değil. Yalnız bakacaktım, kiminle dans ediyor görecektim; merak bu ya… Başka ne maksadım olabilirdi?..
Lakin göremiyordum ve göremediğim için ızdırap duyuyordum. Bir dakika, Lydia’nın büyük salona geçmiş olması ihtimali zihnimi gıcıklıyor. Derhâl oraya gitmek lüzumunu hissettim.
“Haydi öbür salona geçelim, orası daha tenhadır.” dedim. Cilalı parke üzerinde yavaşça kayarak öbür salona geçtik. Lydia oradaydı, fakat oynamıyordu. Annesinin yanına oturmuş, gözlüğünü gözlerine, o süzgün, o daima yarı kapalı duran gözlerine yaklaştırmış, dansı takip ediyordu. Arkasında bir sıra genç eğilmişler, mütebessimane bir şeyler söyleyip gülüşüyorlardı.
Dönüp hiçbirisiyle doğrudan doğruya konuşmuyor, lakin uygun bulur gibi hafif hafif baş sallıyor, arada bir tebessüm ediyor ve durmadan halkı incelemekle meşgul bulunuyordu.
Bir aralık annesine bir şeyler söyledi, ikisi de aynı kararda olduklarını gösterir bir tebessümle başlarını eğdiler. Bilmem ben niçin şaşırmıştım.
Valsözüm iyi oynamadıkça, bir eksik, bir yanlış yaptıkça âdeta hiddetleniyordum. Hatta bir aralık gücenmiş bir tavırla,
“İşte yine usulü kaybettik!” dedim. O çılgın çılgın güldü. “Ne yapalım?” dedi. “Bunun için matem tutacak değiliz ya!..”
“Lakin herkese karşı gülünç oluyoruz, matmazel!” Yine gülmesine devam etti.
“Ne kadar naziksiniz, azizim! Fakat müsterih olunuz, bizimle kimsenin meşgul olduğu yok. Hiç merak etmeyiniz!”
O dakikada, gönlümün o perişanlığı arasında bu ikaz bana bir hakaret tokadı kadar cana dokunur geldi. Fena hâlde kızardığımı duydum, gözlerimi bir alev bürüdü. Meçhul bir mahcubiyet, bir küçüklük altında izzetinefsimin kırıldığını, ezildiğini hissediyordum. Kesik bir sesle
“Evet, hakkınız var.” dedim. “Pek hakkınız var!..”
Samimi olan teessürler, ciddi olan mahzunluklar yayılır derler; pek doğrudur. Şimdi ikimize de bir mahzunluk, bir durgunluk gelmişti, sanki bilmeyerek, haberimiz olmayarak irade dışı dans ediyorduk. Müzik kesildiği zaman âdeta bir kurtulma hissiyle nefes alarak durduk. Matmazeli yerine kadar götürdüğüm sırada dedi ki:
“Biliyor musunuz, bu gece benimle hiç neşeli değildiniz! Evvela sürekli olarak cenkleştiniz! Sonra da suratınızı bir karış astınız! Bunu başka biri yapmış olsaydı hemen, Allah’a ısmarladık der, onu olduğu yerde bırakır kaçardım.”
Biraz düşündükten sonra ilave etti:
“Ve öyle yapmadığıma hata ettim, çünkü işte hüznünüz bana da geçti!”
“Beni affediniz, matmazel.” dedim. “Ne garip mahluk olduğumu bilirsiniz, yine bu gece başımda bahar var!”
Bu defa kahkahalarla güldü.
“Azizim, başında baharı olan evinde oturur!”
Ben de gülmeye mecbur oldum.
“Ya başımdaki baharı burada topladımsa?”
Ufacık parmaklarıyla iki yanından eteklerini tuttu, bir dizini indirerek uzun bir reverans yaptı.
“O hâlde…” dedi. “Vakit kaybetmeden eve dönmeli.” Ve sevinçli bir gülüşle karışık ilave etti:
“Adio mahzun bey, neşeli olmaya gayret ediniz.”
“Adio!”
Artık durmadım, bir daha dönüp o telaşlı, o gürültülü salonlara bakmadım; kapıya doğru ilerledim… Birçok kişi daha çıkıyordu. Bir müddet durmaya mecbur oldum ve bilmem nasıl oldu, elimde olmadan döndüm; gözlerim onu, yine Miss Lydia’yı aradı ve derhâl buldu.
İşte orada, ayakta mermer direğin yanında, ellerini eteğinin ortasında çaprazlamış, yine maymun çehreli zarif İngiliz’le ince ince tebessüm ederek, ağır ağır başını sallayarak, mütemadiyen gözlerini süzerek konuşuyordu…
“Pardon! Pardon!” diye birkaç kişiyi itip geçerek Pera Palas’ın mermer merdivenlerine kendimi attım. Makferlanımın numarasını verdiğim hademenin gelmesini beklediğim sırada içerden, neşeli melodiler arasında grand villa valsi işitiliyordu. Tekrar salona girmek, yine herkesi itip geçerek ona, Lydia’ya kadar ulaşmak, yalvarır, perişan bir sesle bu valsi, bütün bu valsi bana bağışlamasını istirham etmek, tekrar onu kucaklayarak onunla birlikte kendimden geçercesine dans etmek, onun saçlarının temasıyla sersem olmak, omuzlarını, sinesini bir daha seyretmek istedim. Bu arzu, bir şimşek hızıyla zihnimden geçti. Bir iki defa ayağımı merdivenin basamağına koydum, indirdim; nihayet, “Ne olursa olsun.” dedim. “Gidiyorum.”
“Mösyö, Mösyö, paltonuz… Beş kuruş vereceksiniz…”
O vakit kendime geldim. Cinnetimi anladım. Hiçbir söz söylemeyerek, artık hiçbir şey düşünemeyerek düzensiz hareketlerle makferlanımı omzuma taktım. Bastonumu aldım. Bir rüyada gibi hissiz, idraksiz, bir arabaya kadar yürüdüm.
Arabanın kapısını açan uşağın yardımıyla içeri girdim. Araba hareket edinceye kadar bir şey düşünmemeye, bir şey arzu etmemeye gayret ediyordum. Araba birdenbire hareket etti. Köşesine büzüldüm. Yine düşüncelerimin hazin yollarına nefsimi teslim etmemek için açık pencereden saplanmış, boş gözlerle sokağa bakmaya başladım: Tepebaşı Tiyatrosu’ndan birçok maske, gülüşerek, bağrışarak, şakalaşarak çıkıyordu. Biraz ötede iki kişi bir araya gelmiş gizli gizli konuşuyor, daha ötede bir maske bir kadını kolundan çekip sürüklemek istiyor, şurada bir fenerin demirine yaslanmış bir belediye çavuşu sönük bir gözle arabacılara bakıyor, daha ilerde bir alay maskara önlerine bir laterna katmışlar oynayarak, sıçrayarak gidiyor… Düşündüm ki; Bunlar, bu merhamete değer gördüğüm mahluklar bahtiyar, hayattan kendi idrakleri derecesinde istifade etmektedirler. Biraz sonra her biri kendi sahiplenme ihtiyacına yetecek kirli bir kucakta mesut bir uykuya dalacak. Asıl merhamete ihtiyacı olan, asıl zavallı, yine ben, bu anlaşılmaz, bu memnun edilemez kalbimle yine bendim ve biliyordum ki bu gece uyuyamayacak, ateşli bir ümitsizlik humması içinde sebepsiz, kendi iradem, kendi arzumla hayatın usancını hissetmekte, muzdarip olmakta devam edecektim…
Tokatlıyan’ı geçtik. Odeon’un önünde yine aynı halk… Aynı pervasız, hissiz adamlar… Aynı fuhuş, aynı hayata boşvermişlik… Bastonumla cama vurdum, arabacı eğildi; fenerlerin titrek ışığı içinde beyaz sargılı başını, kızarmış burnunu, çipil gözlerini fark ettim, elimle ilerisini göstererek “Sür, sür!” dedim.
İşte o zaman tekrar köşeme büzülerek düşünmeye başladım: Ben neyim? Ne arzu ediyorum, niçin böyle muzdaribim?.. Şimdi açık camlardan, soğuk bir hava cereyanı hissediliyor, terli saçlarımla tenimi, nemli gözlerimi donduruyordu. Koruma hissiyle alelacele camları kapadım, paltomun yakasını kaldırdım, bastonumu köşeye bırakarak ellerimi cebime soktum. Evet, ben neydim, ne arzu ediyor, niçin böyle muzdarip oluyordum?
Ben bu ince, bu hassas kalbimle bir zavallı, bir gariptim! Bunu pekiyi hissediyordum… O zengin, o kayıtsız adamlar; hayatı arzularına tabi kılmaya, arzularının gerçekleşmesi için her türlü fedakârlıkta bulunmaya kabiliyet hisseden; o zarafetleri, servisleri, bilgileri, mağrur bakışlarıyla dünyayı küçümser gibi duran; her şeyi gördükleri için hiçbir şeye şaşmayan; bir şey beğenmeyen, beğenmeye tenezzül etmeyen bu adamların yanında ben, bizler pek zavallı, pek garip kalıyorduk. Âdeta hür insanların yanında zincire bağlanmış esirlere benziyorduk ve bunu şimdi daha feci, daha acı surette hissediyordum…
Yokuşa gelmiştik. Arabacı yerinden inmiş, artık bu yokuşları inip çıkmadan, kamçı altında, yağmurlar karlar altında, hayatı sürüklemeden bezmiş zavallı hayvanları gayrete getirmek için başlarından çekiyor, garip garip sözler söylüyordu. Sanki bu hayvanlarla o muhtaç arabacı arasında; kimsesizlere, bedbahtlara hayatta düşmemek için birbirine dayanarak gitmeye mecbur olanlara mahsus kederli bir lisan vardı da bunlar onunla konuşurlardı.
Araba sarsıla sarsıla o tekdüze sesler arasında camları sallana sallana güçlükle, arzusuzlukla yürüyordu. Bense köşede büzülmüş, terli gömleğim soğuk soğuk göğsüme, arkama yapışmış, bütün vücudum ansızın sarsılmaya başlamış, başım arabanın gâh arkasına gah yanına çarparak gidiyordum.
Derken birdenbire Miss Lydia’yı düşündüm. Bu aczim, bu kederim içinde onun hatırası beni son derece muzdarip etti.
Ümitsizce gözlerim kapandı ve derhâl Lydia o mağrur duruşuyla karşıma geldi. Onu görüyordum, bir hakikatmiş gibi görüyordum; Pera Palas’ın büyük salonuna girilecek kapının yanında fıstıki meşinden sandalyede oturuşunu, gözlerini süzerek yelpazelenişini, üzerinde ter tanecikleri parıldayan omuzlarını, sinesini, yumuk çehresini görüyordum… Sonra ağırbaşlılıkla ilerliyordu; yanıma gelişini, mağrur çehresini, süzgün gözlerini hissettim.
“Aaa!..” diyordu. “Sizi tanıyamıyordum…”
Yine kalbim kasıldı, hızlı geniş bir nefes aldım. Artık yerimde duramıyordum. Bir hareket, bir değişiklik, bir başkalık, mutlaka lazımdı. Hissettim ki bu köşede kalacak, bu sarsıntılı arabada yine böyle iki tarafıma çarpmakta devam edecek olursam fena olacağım. Bağırmak, haykırmak, bu kara düşüncelerin hücumundan kurtulmak için olduğum yerde fırlamak istedim. Şiddetle arabanın kapısını açtım, basamağa bastım, arabacıya
“Dur hemşehri, dur, vazgeçtim, ineceğim!” diye haykırdım ve bastonumu alınca atladım. Araba parasını vermekle meşgul olduğum sırada herif mırıldanıyordu:
“Bu altıncı seferimdir, efendi, ama yine giderdik.”
Arabanın kapısı kuru bir sesle kapandı. Arabacı yerine atladı. Bir kamçı sesi duydum. Hayvanlar sevinçle dörtnala gittiler. Sık adımlarla yürüyor, düşünüyordum:
Beni tanımamış, beni tanıyamamıştı. Onun gözünde benim varlığımla yokluğum birdi!.. Ah o mağrur, o vakur kız acaba orada, o sandalye üzerinde, uzak bir ufukta ve meçhulde kaybolmuş süzgün bakışlarıyla neyi, kimi tanımaya, görmeye çalışıyor, kimi düşünüyordu ve yanımdan nasıl geçmişti? Hissiz, varlığımdan habersiz, ağırbaşlılıkla, mağrurane!.. Yolunun üzerinde görmek istemediği, tanımak istemediği, ilgili olmadığı bir şeye, bir engele tesadüf etmiş gibi daima o meçhul ve uzak hayale tebessümler saçarak geçip giderken
“Aaa!..” demişti. “Sizi tanıyamıyordum.”
Şimdi hızlı hızlı yürüyordum. Bütün hislerim, izzetinefsim belirsiz bir hakaret altında kamçılanıyor, kanıyordu… Nefret ediyordum; o mağrur, o kibirli genç kızlardan… Bizleri kendilerine yabancı, kendilerinden uzak, başka bir âlemden, başka bir cemiyetten, başka bir mayadan sayan o halktan nefret ediyordum! Bütün gençlik gücüm bir araya gelmiş, isyan ediyordu.
Onlara hükmetmek, onlara aşağılayarak bakmak, böyle yapabilecek bir hâle gelmek, onların arasında benzersiz biri olmak, onların kibir ve gururunu kırmak arzusu o dakika bütün hislerimi kapladı. Şiddetle,
“Ben de bu kızın kalbine sahip olacağım!” dedim. “Mutlaka bu kız da beni sevecek; beni görünce kalp çarpıntılarına uğrayacak; beni düşünecek; buradan giderse İstanbul’u, benim vatanımı özleyecek; bu mağrur İngiliz kızının kalbi genç bir Türk’ün sevgisiyle çırpınacak!.. Mutlaka, mutlaka!..”
Saat kulesinin önündeydim. Birdenbire saat on biri çaldı. Bir müddet durdum, dinledim. Bulunduğum sırttan deniz gözüküyordu. Her şey sessiz ve sakindi. Gemi ve vapur direklerinin akisleri, denizin üzerinde uzanıp gidiyordu; ufukta ince bir sis uyanıyor gibiydi. Karşıki dağların zirvesine, sırtların kenarına beyaz beyaz tüller yayılıvermişti, sanki meçhul bir el onları hafif hafif kımıldatıyordu.
Vücudumda bir ürperme duydum, bastonumu koltuğuma kıstırıp makferlanıma iyice sarıldım, acele acele yürümeye başladım.
Şimdi kendi kendime gülüyor, kendi kendimle alay ediyordum ve kendim için, “Balzac’ın kahramanlarına döndüm!” diyordum.
Balzac’ın Rastignac’i de bir balodan dönüşünde böyle yıldızlı bir semaya karşı Paris kaldırımlarında durmuş, “Bu şehir benim olacaktır!” dememiş miydi. Ben de onun gibi; “Lydia’nın kalbi benim olacak!” diyordum. Tekrar hislerimi inceledim. Kendimi ve kalbimi yokladım.
Böyle buhranlı zamanlarımda âdetim olduğu üzere kendi kendime hitap ederek
“Tabii değilsin, Şekip!” dedim. “Kendini aldatıyorsun yavrum!.. Miss Lydia’yı bir daha gördüğün anda seveceksin ve sonra ebediyen muzdarip olacaksın!”
Yine o süzgün gözler, o yarı mütebessim dudaklar, o kumral saçlar, o yumuk çehre, o beyaz omuzlar gözümün önüne geldi, elimde olmadan yüreğim çarptı, bastonumu şiddetle savurdum.
“Ne olursa olsun!” dedim. “Hayata, kadere tabi olalım ve artık düşünmeyelim.”
Eve de varmıştım. Cebimdeki anahtarla yavaşça kapıyı açtım. Kimseyi uyandırmamak için sessiz sessiz odama çıktım. Şafak henüz atıyordu. Odamda bir aşağı bir yukarı gezinerek soyunduğum sırada Lydia’yla oynadığımız valsi mırıldanıyordum.
Ertesi gün saat beşi çeyrek geçe Madam Daven’nun kapısındaydım. Beni karşılayan beyaz boyun bağlı, fraklı hizmetkâra bastonumla paltomu verdiğim sırada sordum:
“Madam kabul ediyor mu?”
“Evet bey, madam küçük salondadır.”
Önüme düştü, palmiyelerle, halılarla süslü mermer merdivenden çıktık. Büyük salonun kapısı açılınca derinden kahkahalarla karışık kadın sesleri duyuldu. Salonda halılar kaldırılmış, cilalı parke parıldıyor, açık piyanonun yanında bir tapör, yani ücretle tutulmuş biri, birtakım notaları karıştırıyordu. Hizmetkâr mavi atlas üzerine sırma işlenmiş Kütahya işi bir perdeyi usulca kaldırdı, kenara çekildi, içeriye girdim.
Bu ufak boduvar’da Matmazel Markeza’larla Madam Dölans bulunuyordu. Madam Daven’nun elini öptükten sonra matmazellere hürmetlerimi sundum. Madam Daven’ya dedim ki:
“Salona şöyle bir göz gezdirdim madam, halılar kaldırılmış, tapör cenapları da piyanonun başındaki yerlerini almışlar… Demek dört gözle gelişim bekleniliyormuş. Lakin şimdiden haber vereyim, bir şeye başlamak hususunda benim kadar yeteneksiz, ahmak adam yok gibidir.”
Hepsi birden söylemeye başladılar. Bu söz hücumu arasında beni şaşırttılar.
“Boş yere üzülmeyiniz, Şekip. Sizin zekânızı, kavrayışınızı övmemeye karar verdik, onun için boşuna kendinizi yormuş olursunuz.”
Yine hepsi birden gülüyorlardı. Madam Daven bana yer gösterdi.
“Şaşırmayınız, oturunuz.” dedi.
Hep beraber oturduk, bir halka teşkil ederek konuşmaya başladık.
Madam Daven devam etti:
“Dün geceki baloda hiç eğlenmedim. O kadar kalabalık arasında dans etmek bir azap! Hele kotilyonda oturacak yer bulamadık. Ta üçüncü sırada kaldık!”
“Ya komite üyesinin nezaketsizliği!.. Kotilyonu yalnız bildiklerine dağıttılar. Aynı parçadan bir kadına üç dört tane birden verdiler de sonra hiç almayanlara terbiyesizce ‘Kalmadı efendim, ne yapalım? Yaratalım mı?’ gibi davranışlarda bulundular!”
Madam Dölans da oradan atıldı:
“Canım ne vakit öğreneceksiniz?.. Bu Beyoğlu’nda her kusurdan, her ayıptan aklanmış ve saygıdeğer olmak için ya elçiliklerin ileri gelenlerinden yahut İngiliz olmalı, şüphesiz dün akşamki o çirkin, o soğuk İngiliz kızına dikkat etmişsinizdir. Kotilyondan sonra yalnız çiçeklerini iki kişi taşıyordu. Bari güzel bir şey olsa!”
Matmazel Laura Markeza da söze karıştı:
“Yok, doğrusu ben pek beğendim o kızı, üzerinde bir kibarlık, bir zarafet var. Bana sorarsanız dün gece en iyi tuvalet onunkiydi. Tabii Madam Daven müstesna…”
Madam Daven hafif hafif öksürdü ve dedi ki:
“Şekip Bey bir şey söylemiyor! Acaba genç miss’i o nasıl buluyor?”
“Nafile!” dedim. “Benden bir şey alamazsınız. Kadınlar hakkında, kadınların yanında görüş açıklamaktan daima kaçınırım.” Matmazel Alice Markeza güldü.
“Canım, Şekip Bey de artık baştan aşağı fazilet oldu. Daha önce böyle değildiler. Bu değişim neden acaba?”
Madam Daven:
“Neden olacak?” dedi. “Şüphesiz yeni bir aşktan!.. İnsanı aşk kadar; tedbirli, ağzı sıkı, başkalarına karşı hoşgörülü eden bir şey yoktur!”
İki kız kardeş birden atıldılar:
“Çok tuhaf. Şekip Bey âşık olur muymuş? Acaba bu zor beğenen kişi, kimi sevebildi?”
Madam Dölans manalı bir biçimde tebessüm ederek dedi ki:
“Dün gece baloda en çok kiminle vals ettiğine dikkat ettiyseniz anlamışsınızdır.”
Madam Dölans gayet çirkin, ikiyüzlü, son derece kıskanç bir kadındı; ki eşinin memurluğu ve kendisinin büyük serveti sayesinde cemiyet içinde önemli bir yer edinmiş olduğundan genç kadınlar bir araya geldikçe, fırsat buldukça arkasından söylemediklerini bırakmayarak içlerini döküp rahatlamakta devamla beraber, yüzüne karşı olağan dışı bağlılıkla hürmet ederler; genç kızlarsa şerrinden sakınmak, salonunda, gece eğlencelerinde bulunarak yardımıyla parlak bir evlilik yapabilmek için kendisine son derece sevgi gösterirler, emirlerine boyun eğerlerdi. Hakikaten de Madam Dölans’ın salonuna kabul edilmek, cemiyet içinde bir yer tutmak, her salon için bir giriş biletine sahip olmak demektir.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/safveti-ziya/salon-koselerinde-69428728/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Salon Köşelerinde Safveti Ziya
Salon Köşelerinde

Safveti Ziya

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Beni anlamak istemiyorsunuz. Off! Niçin, niçin bana böyleişkenceler etmekten tat alıyorsunuz? Ben size sevgiden, dostçasevgiden bahsetmiyorum. Ben size ‘aşk’ diyorum, Miss Lydia,aşk, aşk! ‘Beni aşkla sevmiyorsunuz!’ diyorum; evet beni sevmiyorsunuz,beni sevmiyorsunuz, Lydia!” Üzüntüyle başını salladı; elini saçlarına götürüp ensesindekifirizeleri okşadıktan sonra: “Farz ediniz ki…” dedi. “Sizi sevmiyorum. Sevmemden ne fayda olacak? Söyleyiniz, ne fayda olacak?” Üzüntüyle haykırmak istedim. “Ya bu ızdırap, beni helak eden bu tereddüt… Bunların sizceönemi yok mudur? İşte beni bunlardan, bu elemlerden, bu ateşlihummadan, bu tereddütten kurtarmış olacaksınız…” Tebessüm etti; iki eliyle masaya dayanarak doğruldu, bir kenara bıraktığı eldivenlerini, dans defterini, menekşe demetini alıp bırakmakla meşgul görünerek dedi ki: “Biraz da muzdarip olunuz, biraz da tereddüt ve şüphe içinde kalınız… Güven ve aşk hiçbir zaman beraber yaşayamaz… Hem sevilmek yahut sevilmemek; bana öyle geliyor ki bunun sevmekte bir payı, bir tesiri olmayacak; doğru değil mi?” 1900’lü yılların başında, eski İstanbul’da, yabancı aileler arasındaki bir Türk’ün yaşayışını, onlarla kendi milleti arasındaki uyuşmazlıkları, yer yer onlara öykünüp yer yer kendi özüne dönüşünü bir sevda öyküsüyle harmanlayarak anlatan Salon Köşelerinde, edebiyatımızdaki önemli eserler arasında yerini almıştır.

  • Добавить отзыв