Aşk Politikası

Aşk Politikası
Burhan Cahit Morkaya
Birbirinizi çok sevin, yalnız muahede (antlaşma), gönüllerin taşkınlığını tevkif edemez. Koskoca devletler imzaladıkları muahedelerin daha mürekkebi kurumadan birbirlerini boğazlıyorlar. Ailenin temelini ne noter kâğıdı ne belediye sicili ne de mahkeme ahitnamesi kurabilir. Asıl temel sevgidir. Aşk politikasının bu temelini sıkı tutun…” Burhan Cahit Morkaya Aşk Politikası’nda aşk, sevgi, evlilik ilişkilerini dönemin akıcı Türkçesiyle ele alıyor.

Burhan Cahit Morkaya
Aşk Politikası

1. Bölüm
Kemal Bey, pantolon askısının aşınmış lastiğini kopardı, fırlattı:
“Ver şurdan benim bel kayışımı!” dedi. “Sağlam bir şey kalmadı ki!”
Calibe Hanım gardırobun gözlerini aradı. Bel kayışını buldu.
“Her şeyimiz eskidi. Dayanmıyor ki. Benim de korsemin lastikleri gevşedi, yenilenmek istiyor… Ha bak aklıma geldi. Necati para istiyor, spor ayakkabısı patlamış.”
Kemal Bey sık sık nefes aldı. İstim koyveren bir lokomotif gibi fosladı.
“Patlar zahir.” dedi. “Patlar zahir, öyle tabanı yanmış kalafatçı köpeği gibi koşacak ne var? Şişli’den Kilyos’a kadar yürüyecek ne var?”
“Ne yaparsın Bey, sporcu değil mi?”
“Sporcu, sporcu! Onun da bir usulü, erkânı var. Vaktiyle biz de sporculuk ettik amma her hafta bir çift fotin eskitmedik. Bunlar gün geçmiyor, kundura patlatıyorlar. Biraz da kafa patlatsalar, hiç olmazsa herkesin yanında mahcup olmazlar. Mısır’dan bahsederken Avrupa’nın en güzel yeri demezler. Alplerden konuşurken Hindistan’ın en yüksek tepesi deyip, âleme kendilerini gülünç etmezler.”
Kemal Bey kravatını bağlıyordu. Calibe Hanım aşçının puslasını uzattı:
“Bugün sabunumuz da bitti. Geçen seferki gibi biraz fazla al da kurusun, yaş sabun hiç dayanmıyor. Dün üç lira vermiştim, bak aşçı yetiştirememiş.”
“Yetiştirememiş mi? Yahu evin içinde yağ var, şeker var, pirinç var, varoğlu var; yalnız ete, zerzevata üç lira yetmiyor mu? Ne yazmış, ne almış teres?”
Küçük puslayı okudu: “Bir okka et 130, sekiz patlıcan 60, yüz dirhem peynir 30, komposto için yarım okka armut 30, börek için altı yumurta 20, iyi su 35, fasulye bir okka 39, yekûn 344.”
“Vay, efendim vay, vay efendim vay. Yahu ailece Tokatlayan’da yemek yesek, yine bu kadar masraf olur. Bu herif muhakkak çalıyor. Çalıyor ama kim farkında?.. Mahtum Bey’in aklı fikri stadyumda. Has fırından ekmek çıkıyor ya, gel keyfim gel. Hanımefendi dersen terzi hesabı tutmaktan, mutfak hesabına bakmaya vakti yok… Herif bize kıvırcık fiyatına paçavra gibi maryayı yediriyor, on beş kuruşluk fasulyeyi, kırk diye yutturuyor. Yirmi lira aylığını elliye, altmışa getiriyor. Kimse farkında olmuyor. Buyurun bakalım işte bugün dört lira… Mahtum Bey’in kundurası yarına kalsın. Bir günde bu kadar para verirsem pek hafiflerim, yüz kere söylüyoruz ki; işler eskisi gibi gitmiyor, kriz var, işler durgun, ortalıkta para yok. Amma kime anlatırsın? Mahtum Bey, akşama kadar o meydan senin, bu meydan benim, koşu rekoru kıracağım, patlamada birinci geleceğim, madalya alacağım diye kundura patlatır. Aldığı madalyalar da para eder şey olsalar, yüreğim yanmaz. Paslı silik demir parçaları. Bunları spor mağazalarında düzinesiyle satıyorlar; bir lira verdin mi göğsünü baştan başa donatır, kendini dünya şampiyonu diye ilan edersin. O kadar zahmete ne lüzum var? Bunlar hep toyluk, tecrübesizlik amma neylersin, oğlan etrafından azıyor. Koskoca, aklı başında sandığım adamlar, şimdi sporcu, kulüpçü… Ömründe bir kedi kovalamamış, bir incir ağacına tırmanmamış, bir kavgada iki yumruk atmamış lapacılar, şimdi kulüp hamisi, yahut azası. Amma onların da başka dalavereleri var. Allah için de hükûmet gençliğe çok kıymet veriyor . Bütçesinden para ayırıyor, hiç tatlı olan yerden sinek eksik olur mu? Bu beyler de otuz beş derecelik bir spor hamisi görünüp gençlerin başına geçmek için yarış ediyorlar, ara sıra bedava Avrupa seyahatleri, kulüp ziyafetleri, nutuk irat etmeler, gençlerle resim çektirip gazetelerde halka görünmeler… Kendinden bahsettirmeler… Bunlar doğrusu hoş şeyler… Nerde benim mendillerim? Canım kaç kere söylüyorum. Bana şu masanın üstüne temiz iki mendil hazırlayın diye. Geçen gün mendil almadan çıkmışım. Bir dükkândan iki mendil aldım. Yeni mendil insanın yüzünü otalıyor… Necati bugün öğle yemeğinde görünürse söyle… Bizim Samatya’daki kiracıya gitsin; ayın haftası oldu, herif hâlâ para vermedi. İstesin… Sırık kadar adam oldu. Mektep yok, iş yok, bari böyle işlere yarasın.”
Kemal Bey söylene söylene giyindi ve çıktı.
***
Kemal Bey’in oğlu, Galatasaray’dan diploma alalı daha iki hafta olmuştu. Ele avuca sığmaz, akıllı ve haylaz bir gençti. Fransızcayı mektepten ziyade, Beyoğlu’nda ahbap olduğu Yahudi, Rum kızlarından öğrenmişti. Çatır çatır konuşuyor, fakat o Yahudi kızları gibi her satırında bir iki yanlış yapıyordu. Babası onun Fransızcası ile alay ederdi. Baba oğul haftada bir, on beş günde bir yemekte karşılaşırlarsa, Kemal Bey ağır fakat kusursuz Fransızcası ile ona sualler sorar, oğlunun yaptığı kaide hatalarını yüzüne vururdu, o da babasının, düşüne düşüne, ağır ağır söylediği Fransızcaya için için gülerdi.
Bu yıl mektebi zahmetle bitirdi. Tarihi ve matematiği o kadar zayıftı ki; nasıl geçtiğine kendi de şaştı, arkadaşlarının çoğu gibi, o da dersten ziyade idmanla uğraşıyordu. Bahçede futbol, voleybol oynar, sınıfta tarih hocası Fransa inkılabını anlatırken, o arka sırada birkaç arkadaşı ile boş sigara kutularını baş parmakla delmek, çifte kurşun kalemini orta parmakla kırmak idmanı yapardı. Futbol takımının merkez muhacimi olan Necati’ye arkadaşları “pire” adını takmışlardı. Yüksek atlamada rekor daima ondaydı. Kafa vuruşları, otuz metreden şut çekişleri birer harika idi.
Yarı talihin, tesadüfün, yarı hocaların yardımı ile mektebi bitiren Necati, iki haftadan beri gezip tozuyordu. Gürbüz, kuvvetli, çevik bir gençti. Başındaki saç kadar, peşinde kız vardı.
Mektep biteli on beş gün olduğu hâlde, evinde kaldığı geceler bunun yarısı bile değildi. Çok defa sabahları geliyor, buz gibi duşun altına giriyor, şakır şakır yıkanıyor, sonra çırılçıplak yatağına uzanıp yatıyor, öğleye kadar tok bir arslan gibi uyuyordu.
Calibe Hanım da Kemal Bey de oğullarının bu hâllerine alışmışlardı.
Kemal Bey tecrübeli bir erkek gibi, oğlunu uslandırmak için derhâl evlendirmeyi tasarlıyordu. Elde, yakında münasip, dayısının kızı Aysel de vardı. Hele şu yaz sıcakları geçsin, kışa doğru işi ortaya atmak fena olmaz, diyordu.
Niyeti, onu yazıhanesine almaktı. Kendisi esans üzerine iş yapıyordu. Avrupa’nın en meşhur lavanta fabrikalarının Türkiye vekili idi. Muntazam çalışmasını seven Kemal Bey, hem müşterilerine hem fabrikalarına o kadar emniyet getirmişti ki, muamele yaparken en yüksek itibarı gösteriyor, bir sözü ile siparişlerini kabul ediyorlardı.
Necati’yi de bu tatlı, zahmetsiz ve aynı zamanda kârlı işe alıştırmak fena olmayacaktı. Son zamanlarda koku üzerine öyle iş oluyordu ki… Hemen her sokakta bir lavantacı dükkânı açıldı. Dükkâncılar, aldıkları esanslara fena ispirtoları karıştırıp türlü isimlerle kokular icat ediyor, yirmi kuruş sermayeli, kokulu ispirtoyu bir liraya satıyorlardı.
Kemal Bey, oğlu için böyle düşünüyordu. Eylüle, ekime kadar Necati’yi serbest bırakacak, mevsim sonunda evvela yazıhaneye, sonra gerdeğe sokacaktı.
Kemal Bey, en ziyade ağabeyi Hamdi Bey’in, oğlunun fikrini çelmesinden korkuyordu. Hamdi Bey ailenin, hayatı macera dolu ihtiyar bir çapkını idi. Hiç evlenmemişti. Ve elli beş yaşına geldiği hâlde, hâlâ ufak tefek çapkınlıklardan geri kalmıyor, akşamları Galatasaray’la Taksim arasında, bastonuna dayana dayana gezip, körpe, kıvırcık, pürneşe genç mektepli kızları seyrediyordu.
Necati de amcasını çok severdi. Onlar âdeta bir mektep arkadaşı gibi konuşur, birbirlerine takılır, şakalaşırlardı. Kemal Bey tam evlendirip uslandıracağı sırada Necati’nin, amca beyin fikriyle büsbütün gemi azıya almasından korkuyordu.
Evden çıkıp yazıhaneye gidinceye kadar hep bunu düşünüyordu.
***
Necati, öğleye doğru stadyumdaki atletizm talimlerinden bitkin bir hâlde geldi. Bacakları, kolları, sert bir tünel kayışı gibi gerginleşen, göğüs kemikleri sayılacak kadar yağsızlaşan delikanlının yüzü bronz hâlini almıştı. Ter içinde idi. O hâliyle hemen banyoya koştu. Terden ağırlaşan spor fanilasını sırtından çekip fırlattı. Banyonun duş musluğunu çevirdi. Ve o kızgın vücudunu buz gibi soğuk su yağmurunun altına bıraktı.
Calibe Hanım, oğlunun bu hareketlerine o kadar alışmıştı ki, hemen yeni gömlek, yeni çorap hazırladı. Banyo dairesinin kapısına astı:
“Necati her şeyin burada, çıkınca bulursun.”
Delikanlı, duşun altında elleriyle vücuduna masaj yapıyor, ara sıra derin derin ferahlık alametleri gösteriyor, oh, oh diye inliyordu.
On dakika sonra beyaz spor gömleği, beyaz pantolon ile annesinin karşısına geldi. İki kolunu yardalık kumaş ölçer gibi iki yanına açtı:
“Demir gibi oldum anne.” dedi. “Bugün bir rekor daha kırdım. Geçen gün bir seksen dört atladım. Müsabakalarda rekor bende kalmazsa bileklerimi keserim.”
Calibe Hanım, bunları o kadar çok dinlemişti ki; cevap vermedi:
“Haydi yemeğe!” dedi. “Saat ikiye geliyor.”
Necati annesini belinden tutunca havaya kaldırdı.
“Hopla!. Bir, iki, üç!”
Ve üç adımda kadıncağızı yemek salonuna götürdü. Sandalyesine oturttu:
Aşçı, hizmetçi, onun bu hâllerine alışmışlardı. O neşeli oldu mu, ağır olmak şartıyla, eline ne geçerse yakalar, birkaç defa döndürür, kaldırır, sonra:
“Hopla!” diye yerine bırakır. Bu kaldırılıp konan şeyler içinde annesi, markiz koltuklar, orta masası, hizmetçi kalyopi, yatak odasındaki gece dolabı, aşçıbaşı Abdurrahman, amca Hamdi Bey ve eve gelip giden irili ufaklı, kadınlı, erkekli teklifsiz misafirler hep vardılar.
Bu muameleden kendini kurtarabilen, yalnız babası idi. Kemal Bey sert, mutaassıp, eski terbiyede kalmış bir adam değildi. Oğlu ile şakalaşmayı hoş görür, onun kuvvetinden, cevvaliyetinden iftihar duyardı. Fakat Necati’nin bütün hevesini spora vermesine kızardı; o hiddetle delikanlı böyle azgınlaştığı zaman tersler:
“Haydi efendim, haydi, pehlivan olacak değilsin ya. Birazda kafanın içine idman yaptır bakalım. (Roma lejyonları) gibi sade kol bacak kuvvetiyle yaşanmaz.” diye oğlunu süklüm püklüm ortadan çekilmeye mecbur ederdi.
“Yemekten sonra Samatya’daki kiracıya gidip para isteyeceksin Necati. Baban artık mektep yok, iş yok, bari bunlarla uğraşsın dedi.”
El içi kadar bir bifteği, vahşi bir kartal gibi parçalayıp yemekle meşgul olan delikanlı homurdandı:
“Öğleden sonra Beykoz’a kayık yarışlarına gideceğim. Bizim arkadaşlar davet ettiler. Samatya’ya mamatyaya, gidemem. Hem beni öyle yerlere yollamayın. Herif parayı vermedi mi, suratına bir kudirek çekerim, başım belaya girer.”
Calibe Hanım hiddetlendi:
“Öyle şey olmaz. Sporcu demek, külhanbey demek değil ya… Hem kendine pek güvenme… Ummadığın taş baş yarar. Babanın hakkı var. Mektepten çıktın. Tatil de geçip gidiyor. Artık biraz aklını başına toplayıp iş adamı olmaya çalışmalısın. Bak büyük amcanın oğlu Felemenk Bankasına girdi. Geçen gün Fener yolunda bir kızla da nişanlamışlar. Ekimin haftasında düğününe davetliyiz.”
Necati bardak dolusu buzlu suyu sonuna kadar içti.
Bir iki kere göğüs geçirdi, dudaklarını büktü:
“Sezai hımbılın biridir zaten.” dedi. “Ömründe sahaya çıkıp da topa bir tekme vurmamış adamdan hayır gelir mi?”
“Ama mektepten ikinci çıktı.”
“Hafız da ondan!”
“Ne demek?”
“Kafası kitaptan kalkmayan ezbercilere hafız derler. Okurlar, okurlar, mankafa olurlar.”
“Ya sizin gibiler… Spor diye can veriyor, sonra küçük bir hesap işine akıl erdiremiyorsunuz… Erkek dediğin biraz kafalı olmalı. Kayış gibi bacaklara iş başında yer vermiyorlar. Bak, Sezai bankanın müsabakasını nasıl kazandı.”
“Babası iltimas etti de öyle kazandı. Bizim kulüp reisi söyleyecek, beni Güç Bankasına aldıracak. Hem sade beni değil, bütün bizim takımı alacaklar. Yaşasın spor!”
Necati, sofradaki bir okkaya yakın şeftaliyi yalnız başına yedi, gerindi, esnedi, ana oğul karşılıklı birer sigara tellendirdiler. Sonra delikanlı giyindi, Beykoz’a kayık yarışlarına gitti.
Calibe Hanım, bu ele avuca sığmaz delikanlıyı yumuşatmak için yalnız tavsiyenin, nasihatin fayda etmeyeceğini zannediyordu. Bu cıva gibi oynak, lastik gibi gergin, kayış kadar sert genci, çekip toparlamak kolay değildi. Babasının bugünkü terbiye telakkilerine göre modası geçen, hazmı güçleşen nasihatlerine, bu koca çocuk dudaklarını büküyor, kulaklarının arkasını gösteriyordu; başka usul, başka plan lazımdı. Ve Calibe Hanım hatırından geçen birkaç tertibin başında, Necati’yi her fırsattan istifade ederek evlendirmek fikrini, en muvafık olarak buluyordu.
Bu yaştaki gençler, artık ana, baba tesirlerinden silkinip atılmak hevesindedirler. Daima yürüyen hayat onların telakkilerini değiştirmiştir.
Babaların her hareketi, her sözü, tarihî bir vaka, bayat bir makale mevzu gibi alakasızlıkla karşılanır. Hiçbir baba, bu daima değişen hayat sahneleri içinde, yetiştirdiği çocuğu ile beraber değişsin, onun gözü ile görsün, onun dimağıyla düşünsün… Buna imkân yoktur. Yetişenlerin oturmaları, kalkmaları, yemeleri, içmeleri şapka giymeleri, yürümeleri, konuşmaları, her şeyleri başkadır.
Hayat daima değişir. Âdet değişir, zihniyet değişir, maişet usulü değişir. Ve gençler bu değişikliklere çabucak uyarlar. Fakat genç görünmek, zamana karışmak için istedikleri bütün gayretlere rağmen yaşlılar, yürüyen hayata kolaylıkla ayak uyduramazlar.
Baba oğul arasında bir kaynayış olmayacağını hisseden Calibe Hanım, evinin yirmi yıllık ahengini bozmamak için yegâne çareyi, Necati’yi süratle evlendirmekte buluyordu. Bu haşarı ve atılgan genci zapt etmek için karşısına yine kendi yaşında, kendi kafasında bir eş çıkarmalıydı. Zeki ve hayata hazırlanmış bir genç kız, bu başıboş, kalbi boş delikanlıya gem vurabilirdi.
Calibe Hanım apartmanın denize, Çamlıca tepelerine bakan terası önünde hem sigarasını içiyor, hem bunları düşünüyordu. O, Kemal Bey’in artık koflaşan, çürük bir mantar gibi hafifleşen nasihatleri ile Necati’nin eve ve işe bağlanmayacağını çok iyi biliyordu. Onun azgın başına, zahirde ipek kadar yumuşak, fakat hakikatte çelik gibi sert bir ağ örmek lazımdı. Ve bunu ancak hassas ve zeki bir genç kızın eli yapabilecekti.
Bu erbap çehreler arasında Calibe Hanım’ın gözleri önüne ilk defa Aysel geliyordu.
Yakın akraba olmalarına rağmen sık görüşemezlerdi. Onlar Erenköy’de otururlardı. Aysel biraz liseye, daha fazla sörlere devam etmiş, resme ve elbiseye meraklı, çevik, şen, lakırdıcı bir kızdı. Belki çok güzel değil, fakat şirin ve sevimli, her şeyden evvel iyi konuşmasını, sevdirmesini bilen bir kız… Koyu kestane gözlerinde istihza ile karışık örtülü bir zekâ var.. Resme meraklı olduğu için süslenmekte mahir. En büyük kusuru ev işi bilmeyişi… Bir gün aşçıları gitse, ana kız yemek için lokantaya haber gönderirler, hizmetçileri kaçsa bir hafta süpürmeden, silmeden otururlar, evde ne kadar bardak, fincan varsa hepsini kullanırlar, kirlileri yıkamak zahmetini kabul etmezler. Aysel’in en büyük zevki, sabah kahvaltısını yatağında yapmak, öğleye kadar pijama ile piyano çalmak ve resim yapmaktı.
Necati ile ne zaman buluşsalar, bir akran iki gencin tabii duygularla kaynaşması beklenirken, onların iki yaramaz ve geçimsiz mektep arkadaşı gibi sert münakaşalarla kavga ettikleri ve her tesadüften dargın olarak ayrıldıkları görülürdü. Mamafi kadın ve erkek temayüllerini pek iyi bilen Calibe Hanım, bu neticeyi daha tabii görüyordu. Aynı histe, aynı fikirde olanlar birbirlerine tattıracak değişik zevk ve değişik arzudan mahrumdurlar. Ve kız erkek iki genç arasında kavga ile devam eden münakaşalar, daha heyecanlı sulh ve muhabbet arzularıyla nihayet bulur.
Ve şimdi Necati mektebini bitirmiş, serbest bir gençti. Yalnız bu vaziyeti idare edebilmek için Aysel’i de hazırlamak lazımdı.
Calibe Hanım buna karar verdiği zaman, yetişmiş oğlunu tam erkeklik çağına erişmiş görmekten gelen bir sevinçle göğüs geçirdi. Ve hemen işe başlamış olmak için hazırlandı. İki kırk vapuru ile Haydarpaşa’ya geçti. Erenköy’e gitti.
Caddebostan sahilinde geniş bir bahçe içindeki köşke gittiği zaman ilk defa Aysel’i gördü. Genç kız boya takımını yanına yerleştirmiş, besleme kızın portresini yapıyordu; Calibe Hanım artık zihninde bir hakikat gibi yerleşen düşünceleri içinde onu o kadar benimsemişti ki; genç kızı, kendisi görmeden bir müddet durup uzaktan seyretti.
Aysel, geniş dallı bir çınar gölgesinde, elinde paleti dikkatle çalışıyordu. Başında bir beyaz bere, arkasında kurşuni bir iş gömleği vardı.
“Gözlerini oynatma!” diyordu. “Beş dakika böyle dur, sonra ne istersen vap!”
Calibe Hanım’ı gören, genç kızın sevgili köpeği Aşil oldu. Keskin bir havlama ile Aysel’in etekleri arasından fırladı. Genç kız süratle başını çevirdi.
“Aşil, Aşil! Aman yenge kımıldama sakın!”
Ve bu sert kurt köpeğinin arkasından koştu. Aşil, gelenin yabancı olmadığını anlayınca yumuşadı. Kuyruğunu salladı. Bahçeye, ısırılmayacak bir dost gelmesinden memnun kalmamış gibi homurdanıyordu.
Aysel, bu ücra köyde yalnızlıktan o kadar sıkılıyordu ki, köşke gelen herhangi bir misafir, gurbetten gelmiş bir hasretli gibi onu sevindiriyordu.
Calibe Hanım’ı bir çılgın gibi kucakladı. Yüzünü, gözünü öptü. Bir dakikada bin bir kelimeyi birbirine katarak içeriye sürükledi.
Genç kız, bugün bir kuş gibi neşeli, bir çiçek kadar sevimli idi. Annesiyle yengesinin konuşmasına meydan vermeden söylüyor, gülüyor, bir bahisten bir bahse atlıyordu.
Calibe Hanım, müstakbel gelinini bu defa tam alıcı gözü ile tetkik ediyor, onu Necati’nin karısı olarak tahayyül ediyor, oğlunun, bu temiz ve zeki kızla mesut olacağına aklı yatıyordu.
Erenköy’de, bu çamlar içine gömülmüş sakin köşkte, Aysel nadide bir çiçek gibi yetişiyordu. Genç kız, bu tenha ve eğlencesiz köyde, kendisine hoş ve faydalı meşguliyetler bulmuştu. Yatak odasının yanındaki büyük daireyi kütüphane ve atölye hâline koymuştu. İç içe geçilir bu iki odanın biri, oldukça zengin bir kütüphane idi. Ötekini, iki pencere arasını açtırarak, divan camekânlı bir resim atölyesi yapmıştı.
Yazın bütün vaktini bahçede geçiren Aysel, kış gelince bu odadan çıkmazdı.
Calibe Hanım, gittikçe daha tedbirli, daha muntazam olmaya başlayan genç kızı, bu ziyaretinde biraz daha ilerlemiş buldu.
Necati’nin de bu yıl Galatasaray’ı bitirdiğinden, yakında çalışmaya başlayacağından bahsetti. Ve nihayet onları, Cuma günü Şişli’ye yemeğe davet etti.
“Babası Necati’nin çocukluktan çıkması şerefine bir şenlik yapmak istiyor. Siz de gelin ki, o da memnun olsun.” dedi.
Aysel ve annesi daveti teşekkürle kabul ettiler. Calibe Hanım, bu ziyafetten asıl gayenin ne olduğunu çıtlamak istedi. Yutkundu, dudaklarını ısırdı, fakat genç kızın yanında birdenbire açılmaya cesaret edemedi. Ağabeyi burada olsaydı evvela onunla anlaşabilirdi. Fakat Kâğıt ve Kalem İnhisarı Müdürü olan Nedim Bey, bir buçuk aydan beri Anadolu’da teftişte idi. Aysel’in üzerinde babasının tesiri, annesinden fazla idi. Artık ilk münasebeti ziyafet günü hazırlamak, sonra asıl kararı Nedim Bey’in dönüşüne bırakmaktan başka çare yoktu.
Aysel, yengesini istasyona kadar getirdi. Calibe Hanım yüreği sükûn ve sevinç içinde geri döndü.
O akşam sofrada, karı koca yine yalnız kalmışlardı. Necati görünürlerde yoktu. Kemal Bey söylenmeye başladı.
“Bak Hanım, oğlunu çek, çevir; böyle vakti, saati belirsiz adama kimse iş vermez. Şimdiye kadar mektebi vardı, şusu vardı, busu vardı, ses çıkarmıyorduk. Fakat artık adam olmak zamanı geldi, geçti bile. Tavuk kümesini, tilki yuvasını bilir. Gece yarılarına kadar sokaklarda işi ne… Gezmesi eğlentisi kâfi.. Şöyle aklı başında adam olacaksa ne âlâ, niyeti yoksa o başka…”
Ve hiddetli hiddetli lokmalarını kopararak sordu:
“Samatya’ya, kiracıya gitti mi acaba?”
Calibe Hanım ne cevap vereceğini şaşırmıştı. Fakat Kemal Bey’in, oğullarının münasebetsizliğine ait bütün kabahati kendisine yükletişi: “Oğlunu çek çevir!” diye kestirip atışı, onu kızdırmıştı. Onun için kocasının sualini işitmemiş gibi:
“Necati benim oğlumsa, senin komşun değil ya!” dedi. “Babası değil misin? Lazımsa sende çalış… Cahil, tecrübesiz çocuk, o yaşta delikanlı kuru nasihatla yola gelir mi? Biz onu o kadar serbest büyüttük ki. Şimdi birdenbire avucumuzun içine almamıza imkân yoktur. Fakat her yaşta, herkesin zayıf bir tarafı vardır. Onu da ıslah etmek için en iyi çare evlendirmektir.”
Ve birdenbire yüzü gülerek, bir müjde verir gibi ilave etti.
“Ben bugün Erenköy’e gittim.”
Bahsin ortasında, birdenbire karışan bu haber Kemal Bey’e asıl meseleyi bir hamlede izah etti. O da gülümsedi:
“Ya!” dedi. “Ne haber?”
“Daha bir şey yok tabii… Onları cuma günü yemeğe çağırdım; evvela şöyle bir zemini hazırlayalım. Ağabeyim teftişten gelince işe başlarız.”
“Bakalım Aysel bizim serseriyi beğeniyor mu? Kendi kendimize gelin güvey olmayalım.”
Bu nokta Calibe Hanım’ın annelik gururuna dokunmuştu. Hiddetle:
“Neden beğenmeyecekmiş!” dedi. “Necati’nin ne kusuru var? Böyle zamanda öylesine, çöpsüz üzüm derler. Bir evin bir oğlu. Hem de tam şimdiki kızların istediği gibi delikanlı.”
Kemal Bey ağır ağır başını salladı.
“Daha ilave edecek sıfatlar da var. Haylaz, tembel, küstah.”
“Onların hepsi gençlik, tecrübesizlik. Bir işe girsin, bir evlensin bak, Necati ne ciddi adam olacak.”
“İnşallah!”
Karı koca, birbirlerini teselli ederek neşeli yemeklerini bitirdiler. O akşam Necati gece yarısına doğru eve geldiği zaman, babası çoktan yatmıştı.
Calibe Hanım, merak ve hiddetle ona kapıyı açtı. Delikanlı adam akıllı çakır keyifti. Kafesten kurtulmuş azılı bir kaplan gibi, antrenin duvarlarına düşüp sendeleyerek odasına girdi. Calibe Hanım arkasından gitmek, babasını uyandırmaması için yavaş olmasını söylemek istedi, o, ıslıkla bir dans havasına başlarken, açık duran kanada bir tekme indirdi. Kapı, apartmanı sarsan bir sademe ile kapandı.
Oğlunun bu huylarını bildiği için ona salonun yanındaki küçük odayı ayırmıştı.
Aradaki uzun koridor, arka yatak odalarına ses gitmesine mâni oluyordu. Calibe Hanım dönüp odasına geldiği zaman, ıslık sesi hâlâ geliyordu.
***
“Yarın yemekte Aysel'le annesi var. Hamdi amca da gelecek. Sakın bir yere gideyim deme. Bu ziyafeti, ben senin mektepten çıkman şerefine yapıyorum. Beni kepaze etme ha!”
Calibe Hanım oğlunun ne dik başlı olduğunu biliyordu. Bu daveti, daha bir hafta evvelden söylese, onu zapt etmek, yarın sofrada bulundurmak imkânı olmayacaktı. Zaten bugünden haber vermesi bile, onu aksilendirmeye kâfi geldi. Necati, avuta kaçırmış bir topa bakar gibi annesine dik dik baktıktan sonra dudaklarını büktü:
“İş sanki, ziyafet çekecek de âlemi başına toplayacak. Şu ziyafet parasını bana versen de ben Maksim’de kendi kendime ziyafet çeksem olmaz mı?”
“Saçmalama da dinle! Dayın teftişte idi. Eğer gelmişse yarın o da bulunacaktır.”
“Âlâ, yarın burası ukala dolacak demek… Hamdi amca gelirse fena değil, yemekten sonra onunla kirişi kırarız.”
Calibe Hanım fena hâlde sıkılıyordu:
“Hamdi amca ile gideceğine, kendi akranınla, Aysel’le git bari… Kızcağız Erenköy’de sıkılıp duruyor. İstanbul’a gelmişken biraz gezsin, gözü gönlü açılsın.
“Onunla gezilmez ki, sağa bakar, sola bakar, adamın sinirini oynatır.”
Calibe Hanım artık dayanamadı:
“Elin sürtük karıları ile barlara, bahçelere gidersin de yanında pırlanta gibi kızla gidince mi sıkılırsın? Aysel gibi hem ciddi, hem nazik, terbiyeli kıza rastgeldin mi acaba?”
Necati cevap vermedi… Beyaz pantolonunun üstüne açık lacivert ceketini giydi. Başı açık dışarı çıktı.
O gün apartmanda mühim hazırlık vardı. Yemek salonunda, masanın yedek tahtaları konup genişletilmiş, üzeri çiçekle işlenmişti. Kemal Bey çok neşeliydi. Hamdi amca erkenden gelmiş, Necati ile salonda çene çalıyor; Calibe Hanım her şeyin yerinde ve zamanında olması için sağa sola koşuyordu.
Saat on bir buçukta Aysel, annesi, babası geldiler. Nedim Bey teftişten bir akşam evvel geri dönmüş, bu ziyafeti kaçırmak istememişti. Bu samimi aile içtimai, Kemal Bey’e, hayatında yeni bir devreye girmiş hissini veriyordu. O, şimdi yetişmiş oğlunun şerefine yapılan bu toplanışa riyaset etmekten gelen bir gururla, salondan salona geçiyor, hâline, tavrına biraz daha babayanilik vermeye çalışıyor; herkese kızım, evladım diye hitap ediyordu.
Bu ziyafet aynı zamanda ne vakitten beri birbirini görmeyen aile azasını da bir araya topladığı için, büyüklü küçüklü herkes memnundu. Büsbütün kendi âleminde yaşayan Hamdi amca bile, bu aile içtimainden hoşlanmıştı. Geldiğinden beri viski çekiyordu.
Babası, bugün kendi eliyle Necati’ye bira ikram etti. Onu, birkaç defa, burnunun ucunu görmeyecek kadar sarhoş görmüştü. Fakat bugün ilk defa kendi eliyle ona içki vermiş olmak salahiyetini kullanmak keyfine gidiyordu.
“İç, koca oğlan iç bakalım, dedi. Bir bardak biradan bir şey çıkmaz.”
Bugün için baba eliyle başlayan siftah o kadar uğurlu gelmişti ki; daha öğle olmadan Necati bir Taşdelen damacanası gibi çalkanıyordu.
Aysellerin gelişi Hamdi amca ile Necati’nin büfe seferlerine biraz fasıla verdi.
Calibe Hanım uzaktan oğluna işaret ediyor, misafirlere ikram etmesini, öyle manken gibi durmamasını anlatmak istiyordu. Necati biraz canlandı, dayısı rakı getirdi. Aysel’i büfeye çağırdı:
“Haydi bakalım hanımabla, bira mı, viski mi, rakı mı, şarap mı, vermut mu ne istersin? Bugün ev gardenbar oldu. İstersen sana bir de kokteyl yapayım. Hem öyle iyisini bilirim ki; Amerikalılar kırk çeşidini yaparlarmış, ben kırk bir türlüsünü bilirim. Cin de var. Buz da var.”
Aysel, onun meyhane miçosu gibi içkileri tarif edişine gülüyordu. Bu saf ve hilesiz çocuğun hâlleri onun hoşuna gidiyordu:
“Pekâlâ, dedi. Son kırk birinci türlüden bir kokteyl yap da ben de biraz piyano çalayım.”
Zaten ötekiler ısrar ediyorlardı. Genç kız zarif bir süratle piyanonun önüne oturdu. Hamdi amca:
“Aman kızım, alaturka olsun.” diye yalvardı. “Bizim apartmanda altlı üstlü alafranga çalıyorlar. Bıktım, usandım. Hem de şöyle eskilerinden bir şey çal kuzum.”
Kemal Bey, yuvarladığı rakının üstüne bir dilim armut yamayarak latife etti.
“İhtiyarlık bu, insan yaşlandıkça böyle, gençliğine ait havaları dinlemek ister.”
Amca öksürdü:
“Gönül taze olduktan sonra yaşın ne kıymeti olur. Elli üç yaşındayım ama etrafı hâlâ gül pembe görürüm. Sonra… Haydi ne ise, çoluk çocuk yanında söyletmeyin beni. Oğlum Necati, şuradan bana bir viski daha uçur bakalım.”
Aysel, piyanoda amca beyin meşrebine göre eski bir şarkıya başlamıştı.
Artık aile yuvasının neşesi kemaline gelmişti. Hepsi gülüyor, konuşuyor, şakalaşıyordu. Nedim Bey, Necati Bey’e:
“Seni yanıma alayım, kâğıt, kalem inhisarının istikbali çok parlak, para kazanırsın.” diyordu. Hamdi amca:
“Ne münasebet!” dedi. “Necati, olsa olsa ispirto inhisarına memur olur.”
Babası hafif tertip keyiflenmişti. İlave etti:
“Fena olmaz. Talihi varsa, şarap tetkikatı için Avrupa’ya da gönderirler. Gençliğimizde böyle memuriyetler yoktu. işi ticarete döktük. Şimdi Allah için memurlara o kadar iyi bakıyorlar ki; Avrupa’ya seyahat bile var.”
Hamdi amca, rahatı yerinde, kimseye minneti olmayan insanlara mahsus bir laubalilikle sesini yükseltti:
“Yok efendim yok. Memuriyette ne olsa insan kabiliyetini gösteremez. Ben öyle büyük memurlar tanırım ki; eğer vaktiyle serbest işe girmiş olsalardı, dehşetli zengin olurlardı. Memuriyet bana kalsa otomobile binip de yavaş gitmek gibidir. Yavaş gidecek olduktan sonra beygir arabası neyine yetmez. Hayat bir yarıştır. Yarış heyecanlıdır. Bu zevki, bu heyecanı duymadıktan sonra yürümek, yerinde saymaktan farkı olmaz ki!”
Yaşı elli beşi bulan Hamdi amcanın bu fikirlerine hepsi gülüştüler. Kemal Bey:
“Hâlâ mı amca bey hâlâ mı?” dedi. “Bu yaşa kadar hep koştun, hâlâ yorulmadın mı?”
O, viskinin kalanını boşaltarak cevap verdi:
“Ne demek efendim, yorulmak demek; bitmek, yok olmak demektir. Dünya, Galata Tüneli gibidir. Bir deliğinden girip ötekinden çıkıncıya kadar bütün ömrümüz geçer. Bu kısa yolda ne kadar gülersek o kadar yaşarız. Ağladığımız, sıkıldığımız günleri hayattan çıkarırsak geriye ne kalır ki?
Bu mütalaya Aysel de iştirak etti:
“Vallahi doğru amca bey… Asıl neşeli günlerimizi sayacak olsak ömrümüzün bir ayını doldurmaz.”
Hamdi amca bir şey hatırlamış gibi sabırsızlandı:
“Size bektaşi dedesinin fıkrasını anlatayım, ister misiniz?”
Hep birden cevap verdiler:
“Aman anlat, anlat amca bey.”
Yeni dolan viski bardağını yarıladıktan sonra amca bey anlattı:
“Dedenin biri, şark vilayetlerinde seyahat ediyormuş. Yolu bir kızılbaş köyüne rastlamış. Akşam üzeri köye yaklaşırken mezarlığın yanından geçmiş. Sofuluğu tutmuş, şunlara bir fatiha okuyayım, demiş. Dede fatihasını okurken gözü mezar taşlarına ilişmiş, garip garip yazılar… Okumuş, birinde ‘Üç gün yaşayıp vefat eden Ahmet Ağa’, birinde ‘Yedi gün yaşayıp ölen Hüseyin Efendi’, birinde ‘On gün yaşayıp vefat eden İmam Riza Efendi! yazılı.”
Bu tarihlerden bir şey anlamayan dede merak etmiş. Köye girince doğru kahveye varmış. Ağalar, dedeyi ağırlamışlar, yedirip içirmişler, çubuklarını tellendirirken sormuşlar:
“Dedem nereden gelip nereye gidiyorsun?
“Garp’tan geldim, Şark’a gidiyorum.” demiş. “Erenlerin sağı solu olmaz. Nerede akşam, orada sabah.”
Ve köylünün daha başka şey sormasına meydan vermeden hemen ilave etmiş:
“Kuzum ağalar, köyünüze gelirken yolum mezarlıktan geçti, rahmetlilere bir fatiha okuyayım dedim. Bir de baktım, mezar taşlarında, üç gün yaşayıp ölen filan ağa diye yazılar var. Bundan bir şey anlamadım.”
Köylüler susmuşlar. Aksakallı zeki bir ihtiyar cevap vermiş:
“Sana malum olması lazımdı, dedem. Biz fena günlerimizi yaşamaktan saymayız. O gördüğün mezar sahiplerinin her biri altmış, yetmiş sene yaşamışlardır. Fakat bütün ömürlerinde ancak beş günü, on günü ağız tadıyla kasavetsiz geçirmişlerdir. Onun için taşlarına öyle yazılıdır. Mesela ben seksen yaşındayım, ömrümde on iki gün mesut yaşadım, ölürsem böyle yazılacak.”
Bu cevabı alan dede tekke köşelerinde, köy kahvelerinde sürünerek geçen ömrünü düşünerek teessürle cevap vermiş:
“Erenler!” demiş. “Benim adım Ali, babamın adı Veli. Bu gece köyünüze misafirim. Fakat bir emri hak vaki olursa ‘Hiç yaşamadan vefat etti.’ diye yazın e mi?”
Amca beyin hikâyesi, o kadar hoşa gitti ki hep birden kadehlerine sarıldılar:
“Ah ne doğru ne doğru, aman içelim, içelim, gülelim.”
Ve zaten çok samimi bir yol alan aile eğlentisi, bütün neşe ve harareti ile devam etti.
Calibe Hanım, oğlu ile Aysel arasında bir gönül davası açmak ve iki gencin birbirine uygun bir çift olduklarını, bütün aile erkânına ispat etmek fikriyle tertip ettiği bu içtimai, çok keyifli ve şenlikli oldu, fakat ne Aysel de, ne de Necati de birbirini anlamak için kalbi bir temayül alameti görülmedi. Necati içtiği biraların tesiri ile biraz daha açılmış, babasının yanında bar hayatından bahsediyor, Aysel ikide bir piyanoya oturup patırtılı dans havaları çalıyordu.
Bu ziyefette en neşeli görünen yine amca beydi. Onun en muhtaç olduğu, bazen kalbinin en hassas noktalarında yoksuzluğunu duyduğu aile hayatı, bugün onu içine almıştı. Kendi apartmanında her gün hizmetçi elinde hazırlanmış yemeği, yalnız başına yerken, bazen sıkıldığını anlıyor, yaşlandıkça yalnızlığın acılarını tadıyordu.
Bugün ailenin belli başlı azasını bir arada görünce, hayatında bu yeni hissettiği boşluğun dolduğunu anlıyor, bu neşe ile söylüyor, içiyor, gülüyordu.
Yemek yerlerken bütün bu toplanışın gayesini düşünen Calibe Hanım, genç kızın yanına oturttuğu oğluna çıkıştı:
“Aysel’in tabağını değiştirsene çocuk. Kadın yanında oturan erkekler, onların hizmetlerini görürler, öyle heykel gibi ne duruyorsun!”
Onun bu telaşına amca bey cevap verdi:
“Hakkın var kızım. Onları gören âdeta kırk yıllık karı koca zannedecek! Baksana; birbirlerine yabancı gibi.”
Amca bey pot kırmış gibi işi latifeye boğmak için çalışırken Calibe Hanım kaşlarını çattı:
“Niçin amca, karı koca olanlar birbirlerine yabancı mı olurlar? Ne tuhafsınız amca bey.” Ve bu fırsatı kaçırmamak için hemen ilave etti:
“Necati nasıl oğlumsa, Aysel de kızım sayılır. Onların şimdi, gülüp eğlenecek zamanları. Öyle değil mi ağabey?”
Nedim Bey, lakırdının aldığı bu cereyanı pek kavrayamamış gibi başını salladı:
“Öyle ya!” dedi. “Gençlik bulunur şey mi?”
Kemal Bey:
“Hele şimdiki gençlik!” diye ilave etti. “Akılları başlarından bir karış yukarı.”
Calibe Hanım itiraz etti:
“Bizimkiler öyle değil. Maşallah, ikisi de akılları başlarında gençler. Birbirlerine o kadar uygunlar ki!”
Amca bey, muhaverenin şeklinden Calibe Hanım’ın maksadına intikal etmişti. Deminki kırdığı potu tamir etmek için lakırdıya karıştı:
“Uygun da söz mü? Aysel de, Necati de tam birbirlerinin dengi.”
Calibe Hanım:
“Oh, söyle, söyle!” der gibi gözleriyle amca beyi teşvik ediyordu. Ömrünün sonbaharına kadar bekâr kalmış bir adamdan, böyle taze bir izdivaç için yardım beklemek tehlikeli bir şeydi. Nitekim Calibe Hanım’ın umduğu teşvik ve yardımı, amca bey, kendi felsefelerine göre bir tekerleme ile berbat etti:
“Zaten dünyada kadın erkek bir akılda, bir seviyede, bir yaşta oldular mı, mesele kalmamıştır.”
Calibe Hanım sevinçle tasdik etti:
“Öyle ya, öyle ya!”
Fakat amca bey, maksadını bir cümle ilavesiyle şöyle izah etti:
“Böyle insanlar, evlendiklerinin haftasında iki eski dost hâline geçerler.”
Bu hükümden bir şey anlamayan Calibe Hanım merakla dinliyordu. Amca bey eski şen, pervasız vaziyetini takınmış, gülerek devam etti :
“Birbirlerinin tam dengi oldukları için söyleyecek sözleri, tattıracak zevkleri kalmamıştır da ondan!”
Bu son cümle bütün planı altüst etti. Calibe Hanım o kadar kızdı ki; sert bir cevapla aile içtimaini perişan etmemek için dudaklarını sıktı. Yalnız Kemal Bey, temkinli bir ev sahibi gibi, iki kelime ile vaziyeti kurtarmaya çalıştı:
“Bu bir telakki meselesi… Siz Nedim Beyefendi, bir elma daha almaz mısınız?”
Bu, bahsin kapandığına işaretti. Sofraya nagihani çöken soğukluk, bilhassa Aysel ile Necati’yi, âdeta birbirine dargın iki mektep çocuğu hâline getirmişti.
Yemekten sonra sohbet zemini, hep havai dedikodulara bağlı kaldı. Davetliler hep beraber gittiler. Calibe Hanım, bugün, amca beyin mütemadi falsolarıyla yarım kalan maksadı telafi için, Aysel’le annesi çıkarlarken yakında Erenköy’e gelip birkaç gece kalmak istediğini söyledi. İçkinin hepsine verdiği mayhoşlukla bol neşeler ve sürekli kahkahalar içinde ayrıldılar.
***
Necati’ye Galatasaray’daki tütüncünün önünde tesadüf eden amcası onu bir vermut içmek için Degüstasyon’a davet etti.
Hamdi Bey, onu her yakalayışta böyle içecek, konuşacak bir yere götürür, yeni eğlenti âlemleri hakkında tafsilat alırdı. Biri eski devrin eski usul çapkınlığından diploma almış bir mütekait, biri yeni hayatın eğlencelerinde nam salmış bir delikanlı olan bu iki akran, çapkın arkadaş gibi konuşur, çene çalar, dedikodu ederlerdi.
“Vermutun içine biraz da cin koyunuz. Sen de öyle içersin değil mi Necati?”
Genç adam gergin omuzlarını oynatarak güldü:
“Benimkinin cini fazla olsun. Hamdi amca diş gıcırtısına benzeyen bir çene oynatışı ile cevap verdi.”
“Ah gidi gençlik.”
Ve masaya dayanarak sordu:
“Eh, ne var ne yok bakalım? Annen seni daha evlendirmedi mi?”
“Bugün Erenköy’e gitti bakalım ne havadis getirecek.”
“Aysel, bu hazırlığın farkında mı?”
“Bilmem!”
“Olur iş değil, biri Fransız mektebinde, Biri Galatasaray’da okumuş iki genç evlendiriliyor da kendilerinin haberi yok. Kuzum Necati, doğru söyle, sen bu işe ne diyorsun?”
“Hiç, ben işin alayındayım canım. Ama birdenbire kestirip atınca annem kızacak, babama karşı beni müdafaa etmeyecek. İyisi mi suyuna giderim, olur biter.”
“Peki ama iki gözüm. İşin içinde yalnız sen olsan ne ise. Aysel, kafalı bir genç kızdır. Annen bu işi pişirir, hazırlarken tabii onun da haberi olacak, sonra sen işi sallar, alaya dökersen, genç kız bunu bir izzeti nefis meselesi yapmaz mı?”
“İç bakalım.”
Amca yeğen karşılıklı kadehleri boşalttılar. Necati cevap verdi:
“Bu işte Aysel de alay geçiyor galiba.”
“Nerden anladın?”
“Bana geçen hafta, Avrupa’ya gidip resme çalışacağını söyledi.”
“Kim bilir, belki. Sen ne dedin?”
“Fena fikir değil. Babam para verse ben de giderdim dedim.”
“Aranızda aşku alakaya ait hiçbir şey geçmedi mi?”
“Yoook!”
Amca Bey vermutları tazelerken gülümsüyordu.
“Olur adam değilsin Necati, insan Aysel gibi bir kızla akraba olur da sevişmez mi?”
Necati, dışarıdan geçen nefti şapkalı, kıvrak bir kadına selam verdikten sonra sırıttı:
“Sevişmek kolay amca, ama Aysel gibi bir kızla sevişince evlenmeli.”
“İyi ya!”
“Uslu oturmalı.”
“Tabii!”
“Barları, kadınları, sporu bırakmalı.”
“Oldukça!”
“Arkadaşları, kulübü, olimpiyat seyahatlerini unutmalı.”
“Az çok!”
Bu fedakârlıklar bir kadın için değer mi?”
“Kadına, adamına, kalbine, gönlüne göre!”
“Sen ne dersin amca?”
Hamdi amca arkaya doğru yaslandı, yeni yaktığı küçük yaprak sigarasını çeke çeke avurtlarını şişirdi. Mühim bir münakaşada, rey veren bir âyan reisi tavrıyla yavaş yavaş cevap verdi:
“Ben elli altı yaşında bir bekârım; böyle meselede kanaata itibar edilmez. Yalnız, tecrübelerimi söylersem belki istifade edersin. Bazı erkekler, doğuşlarında bir kadınla yaşamaya elverişlidirler. Evlenmek, onlar için öyle rahatlıktır ki; ateş etrafında dolaşan pervaneler gibi döne döne nihayet muratlarına ererler. Artık sabahleyin ellerine verilen köpüklü bir fincan kahve, ayaklarına çevrilen bir çift terlik, önlerine sürülen bir iki kap yemek ve her yıl kollarına verilen bir çocuk onları zaman zaman taze sevinçlere gark eder.
Bazıları da vardır ki; kendilerinin ne olduklarını tartıp hesaplamadan evlenirler. Bunlar aç karnına iştihalı bir sofraya oturmuş pehlivanlara benzerler. İlk hamlede ağızlarını şapırdatıp, avurtlarını şişirerek boğazlarına kadar tıkabasa yerler, şişerler ve sonra yavaş yavaş açıldıkça yemeklerin çeşitlerini, cinsini beğenmez olurlar. Evlilik, ilk zamanlar böyledir, ilk kadının kokusu, sıcaklığı, sesinin ahengi, yürüyüşünün kıvraklığı, her şeyi erkeği mest eder. Gırtlağına kadar mesut olduğunu zanneder. Sonra tabiattaki bütün eşya gibi manzara durgunlaşır, renk bayağılaşır, yürüyüşünün kıvraklığı kaybolur, sesinin ahengi umumileşir ve artık gönül dolduran o genç, güzel, kokulu, lezzetli hayat arkadaşı; mesela duvarları süsleyen çerçevesi çarpık, boyası silik bir karlı dağ lavhası gibi görünür.
Eskilerden biri kadını yemek listesine benzetmişti. En güzel yemeklerin bütün bir hafta hiç değişmeden listeye girmeleri, en aç insanlara bile nasıl dudak büktürecek, iştihasızlık getirecek bir sebepse, aynı kadının bir yıl, on yıl hayatına karışması o kadar usanç getirecek bir felakettir derdi.
Bana kalırsa kadın meraklı, heyecanlı, insana bazen aşk buhranları duyuran, bazen hayatı bir ebedî çiçek bahçesi gibi sevdiren feerik bir filmdir. Bunu bir kere seyretmek insanın ruhuna, sinirine ve kemiğine kadar lezzet ve heyecan verir. İkinci defa temaşasında bu lezzetin yarısı erimiştir. Üçüncü bir defası dayanılmaz bir işkencedir… Sorayım sana, şimdiye kadar seyrettiğin en fevkalade filmler içinde, bir ikinci defa temaşasını arzu ettiğin var mıdır? Mamafi, bu da telakki ve görüş meselesi.”
İngiliz muharrirlerinden biri: ‘Cennette evlilik yokmuş. Pek tabii, çünkü izdivaçta cennet yoktur.’ diyor. Hele ‘Shakespeare’in izdivaç için verdiği hüküm müthiştir. Bu dâhi:
‘Erkekle kadının müştereken yaptıkları belahetin en büyüğü izdivaçtır.’ diyor.
Ama bunlar, anormal insanların kanaatleridir. Büyük bir dâhi böyle söyledi diye, milyarlarca insan evlenmek fikrini değiştirmemiştir. Bu bir hürriyet ve zevk meselesidir. Hürriyetini çok isteyen, nefsinden fedakârlığa razı olmayan erkek, evlilikte saadet bulamaz. Çünkü birleşen hayat iki tarafın da hürriyetinden en etli filetoluk tarafını keser, alır. Geriye kemik ve sinir kalır. Sinirin sağlamsa dayan artık!.. Hatırıma geldi. Yine İngiliz muharrirlerinden biri: ‘İzdivaç dilimizle bağladığımız bir düğümdür ki sonra dişimizle koparmaya çalışırız.’ demiş, yalan değil.
Ne olursa olsun, şunun bunun hükmüyle yaşanmaz; doktor her hastaya aynı ilacı vermiyor ki… Sen kendini yokla, tart, düşün, karar ver.
Rusların bir söz temsili vardır. Tam sırasındadır; Ruslar:
‘Denize çıkarken bir kere, muharebeye giderken iki kere, evlenirken üç kere düşünmeli.’ derler. Evlenmenin ne mühim olduğunu anladın değil mi?
Bizim ediplerimizden birinin, eski süslü ifadesiyle söylediği bir cümle ezberimdedir. Sırası gelmişken onu da ilave edeyim. Bu edip diyor ki: ‘Gelin odası, cehenneme açılan süslü bir intizar salonudur.’ ”
Amca beyin ara sıra vermutla dudaklarını ıslatarak sayıp döktüğü bu kuvvetli felsefeler, Necati’yi evlenmek fikrinden benzin pedalına basılmış bir yarış otomobili gibi kaçırıyordu. Son cümle delikanlıyı güldürdü:
“Bu salona girmek tehlikeli iş amca.” dedi. “Dünya cennetinde yaşamadan, cehenneme gitmeye niyetim yok!”
Eski bekâr, memnun, yalan davayı kazanmış cerbezeli bir avukat gibi pürneşe devam etti:
“Evlenmek, karpuz seçmek gibidir.
Dudakların hararetten yanar, için sıcaktan tutuşur, canın serin, leziz bir şey çeker. Bu ihtiyacı yol üstü bir yerden rastgele seçip beğendiğin bir meyve ile teskin et. Fakat dikkat et, bu meyve kabuklu olmasın! Sonra ya kabak çıkar, ya kokmuş. Kadın erkek münasebeti, kesmece pazar usulü olursa baş ağrıtmaz. Fakat dilini tutar, gözünü kapar da alırsan üstünde kalır. Artık Arnavut’un peynir diye sabun alıp yediği gibi, sen de apursa da köpürse de yemeye mecbur kalırsın! Ama diyeceksin ki şimdi, eski usul evlenme yok, görüşme, tanışma, anlaşma var. Var ama; gel gelelim bu kadınların içleri de yüzleri gibi bir kararda, bir renkte durmaz.
Sabahleyin evden siyah saçlı, kara kaşlı, beyaz yüzlü çıkan kadın kuaföre uğrayınca, evine kızıl saçlı, kumral kaşlı ve hülyalı bir çehre ile dönüyor. Kocaları bile karılarını tanımıyor.
Yüzlerin böyle kalıptan kalıba girdiği zamanda, gönüllerde neler neler olmaz! Zaten ben sana bir şey söyleyeyim mi, şimdi kadınlar âdeta erkeklere rakip oldular. Eskiden kadın ailenin dahiliye nazırı idi. Şimdiki kadınlar, Sinyor Musolini gibi Hariciye, Harbiye, Ticaret, Maliye nezaretlerini de elimizden aldılar. Eskiden erkeğin geliri, gideri hesabı, kitabı, bilançosu kendine malumdu. Bütçenin amiri, itası kendisi idi. Şimdiki kadınlar, divanı muhasebat gibi her hesabı kontrol ediyorlar. Sen dışarda keyfin için bir masraf yapmak istersen yapamazsın. Divanı muhasebat, hiç olmazsa tahsisatı mesture kabul eder. Bunlar, fasıldan fasıla hesap geçmesine bile müsade etmezler. Ama kendi arzuları için ne maddeleri yıkar, ne fasılları altüst ederler. Yaz gelir, hanıma pilaj takımı lazım olur. O fasılda para yoksa, haydi efendim ev kirası faslına müracaat. Sen artık mal sahibini oyalamak için tatlı tatlı dil dök… Kış gelir, hanımefendiye kürk manto lazım olur. Fasılda para yok, haydi efendim odun kömür faslından nakil. Çünkü amiri ita o!..”
Garson beşinci, altıncı vermutları getirmişti. Amca bey içtikçe neşeleniyor, neşelendikçe yıllardan beri kafasını dolduran düşünceleri, tıpası çekilmiş bir bostan havuzu gibi boşaltıyordu.
O akşam Maksim’de arkadaşlarının bir yemeğine davetli olan Necati, kalktı. Mazeretini söyleyerek amcasından müsaade aldı. Delikanlı şapkasını giyerken:
“Çapkın!” dedi. “Hamdi amca, kim bilir ne kadar eğleneceksin, nasıl Maksim’de güzel parçalar var mı?”
“Tek tük, sen uğramıyorsun amca.”
“Bu gece niyetim var. Yemekten sonra şöyle bir uğrarım.”
Ayrıldılar.
***
O akşam Maksim’de dört arkadaştılar. Adana taraflarında arazisi günlerce devam eden çifliklere sahip zengin bir babanın oğlu olan Macit, arkadaşlarına veda ziyafeti çekiyordu. Fütürist ve kübik fenerlerle, kolonlarla süslenen barın, cazbanda yakın bir masasını işgal eden dört genç, yemeye rakı ile başladılar. Hepsinin başında yirmi yaşın o deli rüzgârı esiyordu. Kahkahalar birer havai fişek gibi yükselip yükselip barın tavanlarında saklanıyor, öteki masalarda yemek yiyen kadınlı erkekli gruplar, bu neşe ve şetaret saçan, genç, gürbüz arkadaşlara gıpta, haset ve zevkle bakıyorlardı.
Arkada iki üç masa, ilerde bar artistlerinden ikisi sigara içiyorlardı. Macit onları işaret ederek arkadaşlarına fısıldadı:
“İster misiniz? Davet edelim, yemeği beraber yeriz.”
Ziyafet sahibinin bu teklifi, zaten kaplarına sığmayan misafirleri o kadar sevindirdi ki önlerindeki kadehleri bir hamlede boşalttılar.
“Peki kim yapacak bu daveti?” dedi Macit.
Sporcu, haşarı şeylerdi. Fakat, bu hayata yeni alışıyorlardı. İçkinin yardımı olmasa, belki bu davetten sıkılacaklardı bile. Fakat damarları gergin bir yay gibi sertleşmiş, başları şeytani düşüncelerle kıvılcımlanmıştı. Küçük bir tereddütten sonra Necati kalktı:
“Şimdi!” dedi. “Ben yaparım.”
Ve pişkin, alışkan görünmeye çalışan bir tavırla kadınlara yaklaştı. Eğildi, Fransızca:
“Matmazeller!” dedi. “Ben ve arkadaşlarım, yemeği beraber yemek için masamıza gelmenizi rica ediyoruz.”
Yarım saatten beri, genç adamların, çiçekler, içkiler, elektiriklerle süslenmiş şirin ve neşeli masalarını gönülden gelen bir arzu ile benimseyen artistler, daveti hemen kabul ettiler.
Şimdi masanın etrafı daha genişlemişti. Başgarson sokulmuş yeni emirler bekliyordu, Necati ilk tanışıklığın verdiği salahiyetle, kadınların isimlerini sordu. Arkadaşlarını onlara tanıttı.
Bunlardan biri, iri yeşil gözlü, kumral saçlı, düzgün vücutlu genç bir Rus; Şura… O kadar tatlı bakışları vardı ki, bu kadar samimi ve munis bakışlı bir kızın bar hayatında nasıl muvaffak olduğuna hayret edilirdi.
Öteki, Essi isminde bir Macardı.
Kadınlar birer votka istediler. Necati, yanında oturan Şura’ya hizmet etmeye başlamıştı. İçkiler üzerine konuştular. Sonra mevzu değişti.
Spordan, modadan bahsettiler. Ve yemeye başladılar.
Necati, genç kadına, ne zaman İstanbul’a geldiğini sordu.
Çağla bademi renginde, beline kadar sıkı, alt kısmı gelişigüzel serpilmiş, çok şık bir tuvalet içinde, vücudu bir fildişi gibi görünen genç kadın, kırmızı bir turpu dişlerinin beyazlığında kaybederek cevap verdi:
“İki hafta… Ve bir ay sonra gideceğim.”
“Niçin?”
“Kardeşim Paris’te. Buraya geldiğim zaman mektup aldım. Beni de yanına çağırıyor.” Ve bu vakanın derin, uzun sebepleri, mazisi öldüğünü anlatmak ister gibi, gözlerini uzaklara götürerek yavaşça ilave etti:
“Hadiseler, inkılaplar bizi rahat bırakmıyor ki!”
Necati, bu güzel genç kızın, içten gelen şikâyetini deşmek istedi. Fakat o sırada Macit, eline aldığı şarap kadehini kaldırıp onları da beraber içmeye davet etmişti.
“Bu gecenin şerefine!”
“Matmazellerin şerefine!”
İçiyorlardı. Necati, yavaşça Şura’ya eğilerek ilave etti:
“Saadetiniz şerefine!”
“Mersi!”
Artık klasik parçalar bitmiş, cazbant başlamıştı. Necati, ilk dansı Şura’ya teklif etti. Kalktılar.
Rus kadınlarının gürbüzlüğü ile Çerkez kadınlarının inceliğini, sıhhatli ve narin vücudun de birleştiren genç kız neşelenmişti. Ramona çalıyordu. Ve iki genç, bu güzel valsi bütün zerafetiyle oynuyorlardı.
“Demin, Paris’e gideceğinizi söylüyordunuz.” dedi. “Necati, buradan memnun değil misiniz?”
Genç kızın yüzü yine bulutlandı. Kısa ve kaim, aralarında altınlaşmış gibi teller parlayan kaşları titredi. Gergin ve gelincik yaprağına benzeyen dudakları kımıldadı:
“Bu o kadar uzun mesele ki.” dedi. Ve sonra gülerek devam etti:
“Hem sizi alakadar etmez ki, biz gülelim, eğlenelim.”
Genç kızın bu cevabı, Necati’yi daha fazla meraklandırdı. Geniş Rus ırkının, bu gürbüz ve ateşli kızının ne hülyalı gözleri vardı. Bu taze ve gergin vücudun, bir Çerkez bedenini andıran ince beline sarılı eli, gayriihtiyari gevşemişti. Buna mukabil başı, sıcak yüzü genç kızın omuzlarına eğildi. Ona emniyet veren bir dost sesi ile devam etti:
“Maksadınızı anladım, dediğinizi kabul ediyorum. Bu akşam gülelim, eğlenelim. Fakat isterim ki başka bir zaman bana hikâyenizi anlatınız. Ve bu zaman, içkinin, cazbandın, elektriklerin olmadığı, saf, gürültüsüz bir gün olsun. Yarın sizi öğle yemeğine Tokatliyan’da bekleyebilir miyim?”
Şura’nın, içinde güneşler çalkanan dalgalı bir deniz parçasına benzeyen gözleri gülümsedi. Bir saniye düşündü. Sonra genç adamın avucundaki parmakları hareket etti. Necati, bu pembe, yumuşak parmakların hararetini etine ve kemiğine kadar hissetti:
“Teşekkür ederim, gelirim.”
Ramona; bu sevda ve tahassür şikâyetleriyle dolu güzel vals bitmişti. Masaya geri döndüler.
Artık bardaki hayat kıvamını bulmuş, hemen bütün masalar dolmuştu. Fakat onların masası o kadar neşeliydi ki. Cazbantta çalan saksafoncu Arap bile yerinden kalkmış, onların yanında çalıyordu.
Necati, pudra, ubigan, içki kokuları içinde sarhoş olmuştu. Arkadaşları da aynı hâlde idiler. Numaralar başlamıştı. Şura’nın tam saat on ikide küçük bir numarası vardı. Genç kız, müsade alarak içeri gitti. Biraz sonra elektrikler hafiflemişti. Karşı taraftaki projektör pistin üzerine mavi bir mehtap aydınlığı döktü. Müzik oynak bir hava çalmaya başlarken, arkadan Şura bir kelebek elbisesiyle göründü. Mavi aydınlığın içinde, bu beyaz kanatlı elbise, hele başındaki tüyden taç, aralarında tıpkı kelebek başında görülen yaldızlı, uzun teller, genç kıza o kadar yakışmıştı ki daha ilk adımda bütün masalardan sürekli bir el şakırdısı koptu. Kelebek dansı, hafif, kibar, ahenkli bir danstı. Genç kız uçları ponponlu, altları pamuklu beyaz patiklerle, pist üzerinde bir kelebek cevvaliyetiyle dalgalanırken Necati, onun taze vücudunu, çok düzgün bacaklarını, kıskanç bir gözle seyretti. Alkışlar, alkışlar, localardan atılan çiçekler, serpantinler içinde Şura, dansı bitirdi. O belki gidip soyununcaya kadar bu candan el şakırtıları: “Biz!” sedaları devam etti.
Biraz sonra genç kız, rengini bir kat daha açan pembe bir tuvaletle yerine geldi. Macit, bu dansın şerefine şampanya ısmarlamıştı. Coşkun bir sevinç ile kadehlerini birbirine yaklaştırdılar. Altı genç baş ve altı kalp biribirine sokuldu:
“Dostluğumuza!”
“Gecemizin şerefine!”
“Viva!”
Bütün başlar, çılgın bir neşe ile coşan bu masaya çevrilmişti. Onlar kadehlerini dudaklarına götürdükleri vakit, barın uzak, yakın her köşesinden, hemen her masasından bir alkış başladı. Ve heveskâr, kıskanç ellerin fırlattığı renk renk serpantinler, keskin bir hışırtı ile havayı yararak bu mesut başların üzerine düştü.
Saat biri geçiyordu. Artık konuşmalar tonunu yükseltmeye, kadınlar daha serbestleşmeye, erkekler daha çapkınlaşmaya başladılar. Saat birden sonra, barların havasında eski Roma orjinlerini hatırlatan çılgın bir sefahet kokusu tütmeye başlar… Bu kokuda, son yıllar kimyasının, erkekleri harekete getirmek için icat ettiği, çeşit çeşit esansların da hissesi vardı. Ve bacakları, göğüsleri, can çeken, gönül avlayan gözleriyle erkekleri tahrik edemeyen kadınlar nihayet bu sıcak memleketlerde yetişen, vahşi çiçek usarelerinden yapılmış hırs ve şehvet kokularıyla, onları mağlup etmenin sırrını öğrenmişlerdir. Kokunun tahrik kudreti o kadar hâkimdir ki; hatta banyosundan yeni çıkmış bir kadının çıplak vücudundan fazla, sıcak sularla buharlanan etinin kokusu erkeği mütehassıs eder…

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/burhan-cahit-morkaya/ask-politikasi-69428599/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Aşk Politikası Burhan Cahit Morkaya
Aşk Politikası

Burhan Cahit Morkaya

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Birbirinizi çok sevin, yalnız muahede (antlaşma), gönüllerin taşkınlığını tevkif edemez. Koskoca devletler imzaladıkları muahedelerin daha mürekkebi kurumadan birbirlerini boğazlıyorlar. Ailenin temelini ne noter kâğıdı ne belediye sicili ne de mahkeme ahitnamesi kurabilir. Asıl temel sevgidir. Aşk politikasının bu temelini sıkı tutun…” Burhan Cahit Morkaya Aşk Politikası’nda aşk, sevgi, evlilik ilişkilerini dönemin akıcı Türkçesiyle ele alıyor.

  • Добавить отзыв