Sevenler Yolu
Burhan Cahit Morkaya
Uzun yıllar süren ilişkilerinde bir buhrana doğru giden Ahmet ve Nermin Melih çifti evliliklerini bitirme kararı alır. Bu kararın ardından Nermin Hanım Avrupa'ya seyahate çıkar. Burada kendisini dinlemek ister fakat yaşadığı bir vaka onu daha da huzursuz eder. İstanbul'a döndüğünde kesin kararını verecektir. İnsan ilişkilerinin iki zıt kutbu olan kadın ve erkek konusunu ve insanların birbirlerini aldatmaya yönelmelerinin sebeplerini inceleyen Burhan Cahit Morkaya, Sevenler Yolu'nda Ahmet ve Nermin Melih'in ilişkilerini mercek altına alıyor.
Burhan Cahit Morkaya
Sevenler Yolu
Aralarında kadın bulunmazsa erkekler ne rahat konuşurlar… Tevekkeli İngilizler yalnız erkeklere mahsus kulüpler açmamışlardır. Orada bacaklarını birbirlerinin burnuna uzatarak viskilerini içer, teklifsizce çene çalarlar. Kadının bulunduğu yerde samimiyet olmaz. İnsan ne kadar tok sözlü olursa olsun pot kırmamak için kendini sıkar. Sıkınca da rahatı kaçar.
O gün Palamut Kralı Ahmet Melih Bey’in meşhur “Radyum Palas” apartmanında toplanan misafirler de bu bahsi açmışlardı. Nermin Melih Hanım’ın isim günü idi.
İstanbul’un yerli, yabancı tanınmış çehreleri davetliler arasında göze çarpıyorlardı.
Salonda genç erkekler süslü hanımları eğlendirmek için dil dökerken kış bahçesinde tenha bir köşe bulan orta yaşlı erkekler rahat rahat sigaralarını tellendirip bacak bacak üstüne atarak dedikodu ediyorlardı.
Kırkını geçtiği hâlde hâlâ bekârlığın tadına doyamayan Nazım Cemal yeni tanıştığı bir daktilodan bahsediyordu:
“Cıva gibi bir kız azizim. Öyle de realist ki! Daha yirmi bir, yirmi iki yaşında. Fakat gençlerden hiç hoşlanmıyor.”
Geçen hafta onunla Florya’ya gittik. Hafta arası çalıştığı yerden izin kopardı. Akşama kadar kumlar üstünde yaramazlık ettik. Güneşte kızaran vücudu yapıncak gibi. Parlak siyah gözleri ışıl ışıl.
Denize atladı mı kâfir bir barbunya gibi yüzüyor. Ben…”
Avukat Rıza Sedat lakırtısını kesti:
“Sen arkada kılıç!”
“Onun gibi bir şey… Fakat dedim ya. O gençlerden hoşlanmıyor zaten. Zengin bir yaşlıyı parasız bir gence değişirim, diyor.”
Ev sahibi Ahmet Melih tasdik etti:
“Doğrudur. Şimdi artık genç kızlar da hayatın kuru aşk masallarıyla sökmediğini anladılar.”
“Daha doğrusu ne kazanırlarsa gençliklerinde kazanacaklarını anladılar. Kadın, sevilecek çağını atladı mı, geçmiş ola… Bu hâle gelmiş bir kadının eğer parası veyahut kocası yoksa çilesi var demektir. Böylelerine tesadüf ettikçe kadın doğmadığıma yüz bin kere şükrederim.”
“Lakırtıyı karıştırma da şu daktiloyu anlat bakalım.”
“Hoşunuza gitti galiba. İnsan kırkını atlayınca böyle genç kızların lakırtısını etmek bile hoşuna gider işte. Zaten kadın denilen mahluk taze taze yenecek bir nefis nesnedir. Bayatı mide bulandırır. Kadın bir kere tabii güzelliğini kaybetmeye görsün. Artık ne süs, ne boya ne herhangi bir göz boyayacak numara onu kurtarabilir.
Hele bizim gibi kurt olmuş kadın sarraflarını hiç aldatamaz. Amma biraz dünyalığı varsa aşk piyasasında az çok muamele yapar. Benim daktilo bu esrarı tam zamanında keşfetmiş. Ona kaç kere takıldım: ‘Senin elbette genç arkadaşların, âşıkların vardır. Kim bilir onlarla ne tatlı vakit geçirirsin.’ dedim. Omuzlarını silkti: ‘Genç arkadaşlardan bana ne fayda?’ dedi. ‘Onlar da benim gibi hayatlarını kazanmak için çabalayıp duruyorlar. Beni plaja, sinemaya, konsere götürecek hâlleri mi var?’ ”
Avukat Rıza Sedat güldü:
“Doğru. Senin daktilo sinemaya, plaja seninle gider. Gider ama gönlünü de yine gençlerle eğlendirir.”
Nazım Cemal Bey dudaklarını büktü:
“Ne isterse yapsın. Bana da zevk veriyor ya! Kadına divanı muhasebat azası gibi kaydı hayat şartıyla bağlanmak zaten doğru değil. Kadın balık gibidir azizim. Taze taze yemeli. Ben kırkını geçtim ama daha birkaç genç kızın baharından zevk alabilirim.”
“Demek yeni daktilo da yolcu!”
“Tabii. Yarın öbür gün ya evlenir yahut bir zengin adama daha sıkı bir şekilde bağlanır. Onun da hakkını kabul etmek lazım. Gençliğinden istifade edecek. On yıl geçti mi paydos. Hele şimdiki kızlar. O kadar çabuk soluyorlar ki! On sekizle yirmi sekiz arasında bir şey yapamadılar mı geçti Bor’un pazarı.”
Avukat Rıza Sedat başını salladı:
“Bektaşi’nin hikâyesi.”
“Nasıl?”
“Bektaşi’nin biri henüz mürit iken nasılsa bir güzel kadına gönül vermiş. Ve evlenmiş. İlk gece gelinin duvağını açmış. Kudretin yarattığı o badem gibi gözlere o karanfil dudaklara, taze gül gibi yanaklara bakmış bakmış, Tanrı’nın bu güzel eseri önünde felsefeye dalmış: ‘Hey Allah’ım, hey!’ demiş. ‘Bu kadar nefis bir mahluk yaratırsın da sonra nasıl elin titremeden ona kıyar, canını alırsın.’
Seneler geçmiş, dedenin o bahar gibi taze karısı ihtiyarlamış. Karanfil dudakları solmuş. Badem gözleri çökmüş. O gül gibi ince, şeffaf teni pörsümüş. Pöstekiye dönmüş.
Bektaşi bir akşam demlenirken karısının bu hâline bakmış, sonra düğün gecesi Tanrı’ya yaptığı şikâyet aklına gelince: ‘Beni affet Allah’ım.’ demiş. ‘Hata etmişim. Sen işini bilirsin. Yarattığın güzel mahlukların da canını alırsın ama doğrusu sahiden canları alınacak hâle getirirsin de öyle alırsın!’ ”
“Ehli dil insanlardır vesselam. Ne kadar doğru… Zaten erkeğin kadının bir mühim farkı da şudur: Erkek yaşlandıkça güzelleşir; kadın yaşlandıkça kötüleşir, çirkinleşir.
Geçen gün on iki yıl evvel âşık olduğum bir kadını gördüm. Ve nasıl olup da bu kadın için çılgınlıklar geçirdiğime şaştım. Kendi kendimden utandım. Öyle bir hâle gelmiş ki… Facia… Kadın bir kere yıkılmaya başladı mı tamir kabul etmiyor. Ne kadar çırpınsa, süslense, boyansa nafile.
Bu mevsime giren kadınlar bence artık dişi olmaktan çıkmışlardır. Erkeği tutuşturmaktan kalan bir kadın artık sönmüş demektir. Ama bu pek de yaşa göre olmaz. Kadının içinde öyle bir dişi ruh vardır ki bu canlı kaldıkça kadın çekiciliğini kaybetmez. Fakat o dişilik ruhu tükendiği gün bir külçedir artık!”
Avukat Rıza Sedat içini çekti:
“Öyledir azizim. Bağ bozumundan sonra kadın, iç sıkıcı, yürekler acısı bir mahluk olur. Bu kadın eğer bir erkeğin hayatına bağlanmışsa yapacağı bir iş kalmıştır. Elinden geldiği kadar kocasına arkadaş olmak ve boş yere kıskançlık gürültüleri çıkarmamak.
Sevilmek çağını atlamış, çekiciliğini kaybetmiş bir kadın eğer bunları yapamazsa erkek için canlı bir felaket olur. Bu kadın artık faydasız, manasız bir yükten başka bir şey değildir.”
Tatlı tatlı konuşan dört erkek hep birden içlerini çektiler:
“Öyledir efendim öyledir!”
O anda salonla kış bahçesini ayıran saksı ağaçlarının geniş yaprakları hışırdadı. Başlarını çevirdikleri zaman pembe tuvaletli, kızıl saçlı bir kadının kendini göstermemeye çalışarak salona geçtiğini gördüler. Ahmet Melih Bey:
“Eyvah!” dedi. “Hanım bizi dinliyordu galiba.”
Nâzım Cemal Bey teklifsizce:
“Git bir dolaş bakalım.” dedi. “Kadınları şüphelendirmeye gelmez.”
Yalnız kaldıkları zaman Avukat Rıza Sedat gülümsedi:
“Karısı konuştuklarımızı işittiyse hepimizi aforoz edecek.”
O zamana kadar pek lakırtıya karışmayan Mühendis Ragıp Bey tasdik etti:
“Etse de haklıdır. Bahsettiğimiz kadınlar arasına girmek üzere.”
“Girdi de geçti bile! Nermin Hanım’ı ben on beş yıldan beri tanırım. Ahmet Melih’le evleneli birkaç yıl olmuştu. Aşağı yukarı otuz sekiz, otuz dokuz vardır. Otuz yaşına kadar her yıl dönümünde ziyafet verirdi. Otuzu geçince artık bu davetlerin adı değişti. Şimdi isim günü diye çağırıyor.”
Nâzım Cemal hafızasını yoklamaya çalışarak ilave etti:
“Tamam otuz dokuz yıl var. Mısır’dan geldiğim sene idi. O zamandan beri Nermin Hanım isim günlerine başladı. Demek bu gün, tam otuz dokuz yaşında.”
Avukat Rıza Sedat eski bir macera hatırlar gibi gözlerini süzdü:
“Evet, zaman ne çabuk geçiyor. Ben Nermin Hanım’ı, kızlığından tanırım. Feneryolu’nda otururlardı. Hiç unutmam o zaman birçok isteyen arasında bizim Doktor Cevdet de vardı. Oğlan az kalsın mesleğinden olacaktı. Vapurda, yolda görebilmek için muayenehanesini bıraktı. Nihayet ümidi kesince bir sıhhiye müdürlüğü aldı, Anadolu’ya gitti. Kurtuldu. Kısmet Ahmet Melih’inmiş.”
“Nermin Hanım da zengindirler. Babası eski sefirlerdendir. Yakın vakitlere kadar İstanbul’un en şık en güzel kadını yine oydu ya… Son senelerde bozuldu. Bizim kadınlar böyledir zaten. En dayanıklısı otuzdan sonra gevşer ve diriliğini kaybeder. Otuzla kırk arası şöyle bir olgunluk, hâlleri de vardır ki, fena değildir. Hani ballanmış, yumuşamış incir gibi. O zaman öyle bayıltıcı, ezici bir lezzetleri vardır ki doyum olmaz. Fakat bu mevsim çabuk geçer. Ecnebi kadınlar sporla, rejimle bu mevsimi uzatmanın kolayını buluyorlar. Bizimkiler de aksine süsle, tuvaletle, boya ile bu çöküntünün önüne geçmeye çalışırlar. Çürük binaya boya fayda eder mi?”
Avukat Rıza Sedat güldü:
“Düşman geliyor, diye Yedikule duvarlarını badana ettiren vezir gibi.”
“Bravo. Yaşını doldurmuş kadın için de erkek bir düşmandır. Onu avlamak için bütün hünerini, hilelerini göstermeye mecburdur. Genç kız ve genç kadın hiç zahmet çekmeden erkeği mağlup eder. Fakat dişilik, çekicilik kudretini kaybeden bir kadın için erkeği zapt etmek ne güçtür. Ve bu galebeyi kazanabilmek için kadın neler neler feda etmez.”
Nâzım Cemal etrafına bakarak cevap verdi:
“Salonda bu seriden bir düzineye yakın kadın var.”
“Allah yardımcıları olsun.”
Doktor Cevdet hizmetçinin dolaştırdığı tepsiden likörünü alırken Nâzım Cemal Bey’e sordu:
“Demek şimdi de bir daktilo buldun ha! Bari kendi yazıhanene al.”
Nâzım Cemal başını salladı:
“İşte onu yapamam. Hoşuma giden kızı yazıhanemde çalıştırdığım gün ipin ucunu kaçırdım demektir. Yüzgöz olunca iş çığırından çıkar. Sonra onu idare etmek de güç olur. Dışarıda başka eğlencelere de başlar. O zaman Nâzım Cemal’in daktilosunu baştan çıkaranların dedikodusunu dinle artık… Neme lazım azizim. Biz yaşını başını almış insanlarız. Gençlikte yaptığımız gibi muvaffakiyetlerimizi âleme ilan edecek değiliz ya. O bir nevi sarhoşluktur ki insan ilk sevgilerin neşesiyle kabına sığamaz. Sevincini herkese duyurmak ister. Biz artık işin profesyoneli olduk azizim. Şan olsun diye değil, zevk olsun diye çapkınlık ederiz.”
Elinde sigara kutusu ile dönen Ahmet Melih Bey’in yüzü gözü karışmıştı:
“Bizimki çok sinirli azizim. Herhâlde söylediklerimizi duymuş olacak. Bir şey sormak bahanesiyle konuşmak istedim. Barut gibi.”
Nâzım Cemal şeytani bir tebessümle dudaklarını büktü:
“Hâlbuki bahsettiğimiz kadınlarla Nermin Hanımefendi’nin bir münasebetleri yok. Kendileri…”
Ahmet Melih sözünü kesti:
“Münakaşaya ne lüzum var canım? Biz ne kadar nazik olsak hakikati değiştiremeyiz ya.”
Mühendis Ragıp işi tatlıya bağlamak istedi:
“Kabahat bizde. Böyle bahisleri kadınlardan en aşağı birkaç kilometre uzakta açmalı. Kendimizi Nâzım Cemal’in bekâr apartmanında zannettik. Kalkın salona geçelim. Hanımları kızdırmaya gelmez.”
Nâzım Cemal başını salladı:
“Olamaz. Hele şu sigaralarımız bitsin. Malum ya kadınlar her şeyde bizimle beraberlik iddia ederler de bir sigara kokusuna bile tahammül edemezler. Kâfirler iyi, hoş mahluklar ama hâllerini bilmezler.”
Mühendis Ragıp tekrar yerine oturdu:
“Daha doğrusunu isterseniz azizim, kadınlar yatak odasının dışında hiç de lüzumu olmayan mahluklardır. Eski erkeklerin rahat yaşamalarına sebep kadını sadece dişi olarak tanımış olmalarıdır. Kadın içimize ve işimize girdikçe ne karıştırıcı, ne bozucu, ne sinirlendirici olduğu anlaşılıyor. Tanıdık zenginlerden birine Büyükdere’de bir villa yapıyorum. Projeleri hazırladım. Parayı esirgemeyeceğini bildiğim için ben de özendim, günlerce uğraştım. Arz üstünde araziyi, manzarayı, rüzgârları, güneşi hesap ederek çok güzel bir plan yaptım. Bütün meslek arkadaşlarım da beğendiler. Fakat adamcağız biraz kılıbık. ‘Bir kere de hanım görsün!’ dedi.
Hakkıdır tabii. Dedim ki: ‘Hanımefendi arzu ederlerse kendilerine plan üstünde izahat verebilirim.’
Çok memnun oldu. Ertesi gün öğle yemeğine çağırdı. Planları aldım, gittim.
Sizin de tanıdığınız hanımefendi, ilk hamlede planı pek güzel buldu. Tebrik etti. Ben planda alt katta bir de kadın odası yapmıştım. Yeni Alman mimarisinde bu kabul edilmiş. Ev hanımının her gün rahatça oturacağı oda. Bunu da çok beğendi.
Kendi kendime, ‘Aşk olsun. İşte sanattan anlayan zeki bir kadın.’ dedim.
Acele etmişim. Bu gün tamam üç hafta oldu azizim, hâlâ plan üstünde münakaşa ediyoruz.”
Mühendis Ragıp ayrı ayrı arkadaşlarının yüzüne bakarak devam etti:
“Evet tamam üç hafta oldu. Önce yatak odasının pencerelerine itiraz etti. Ben yatıldığı zaman bile karşı sırtların manzarasını kesmeyecek alçak ve uzun pencereler çizmiştim. O bir yerde görmüş kübik pencere istedi. ‘Aman hanımefendi. Öyle pencereler ancak antrelere, hollere, banyo dairelerine yapılır.’ dedim. Neden sonra razı oldu. Bu sefer salondan geçilen okuma odasını parmağına doladı. Okuma odasına ne lüzum var. Orasını salona ilave etmeli. Bir suare verdiğim zamanlar misafirlerim rahat rahat dans etsinler diye tutturdu. Ben onu düşünmüş, soldaki kış bahçesinin camekânını sökülüp kaldırılır şekilde hafif ve geniş yapmıştım. Bunu da kabul ettirdim. Şimdi verandanın münakaşasını yapıyoruz.”
Mühendis Ragıp ümitsiz bir hareketle sigaranın külünü üfledikten sonra, içini çekti:
“Şimdiye kadar birinci katı yapmıştık. Hanımefendi daha ne saçma şeyler icat edecek bilmem?”
Nâzım Cemal göbekleşen karnını hoplattı:
“Kabahat ona akıl danışan erkekte. En makul kadın bile muhakemesi ile değil hissi ile yaşar azizim. Biz fikir arkadaşı, hayat arkadaşı yok bilmem ne diye kadınlara paye veriyoruz. Onlar da bundan cesaret alıp vara, yoğa parmaklarını sokuyorlar. Herkese kudretine, kabiliyetine göre vazife vermeli. Bostancıbaşıdan sadrazam yapınca gül gibi memleketi mısır tarlasına çevirir.”
Mühendis Ragıp başını salladı:
“Bir kere kadın denilen mahlukta ölçü, hesap, hendese yok. Hattı müstakim denilen düz çizgi kadınlarca meçhul. Onun için düşünüşleri de, yürüyüşleri de, giyinişleri gibi eğri, büğrü. Dikkat edin, Tünel’den Taksim’e kadar rastgele takip edeceğiniz bir kadına bakın. Kaç yerde lamelif olur. Elbiselerine, tuvaletlerine bakın bir tarafı uzunsa öte tarafı kısadır. Bir yanı mavi ise öbür köşesi beyazdır. Yemek yemelerinde bile çarpıklık görürsünüz. Çorbadan evvel hıyar turşusu yerler. Hele konuşmaları. Bir kadının en can alacak bir bahis üstünde beş dakika durduğunu gördünüz mü? Kafalarının içi Haçopulo pasajına benzer. Bir kadın meclisini uzaktan seyredin, gürültülü bir ilk mektep dershanesi en şık kadınlar meclisinden daha sakindir. Tevekkeli babalarımız münakaşalı toplantılar için:
‘Kadınlar hamamına döndü!’ demezlermiş. Eskisi, yenisi, bu günkü, yarınki ne olursa olsun kadın kadındır azizim. Onların değiştikleri yok. Biz onların yerlerini değiştiriyor, sonra da böyle nazlarını, dertlerini çekiyoruz.”
Avukat Rıza Sedat güldü:
“Nazı çekilecekler de vardır ya! Uzun etme!”
“Senin daktilo kim bilir ne nazlıdır.”
“Naz etse de haklıdır azizim. Zaten kadınlar, nazlarının çekilmediği devreye girdiklerini bilseler o kadar sıkıcı olmazlar. Fakat hangi yaşı ilerlemiş kadın bunu kabul eder. Genç kızın haydi haydi bir genç kadının nazı, hoppalığı hatta darılışı, kaçınışı erkeği şahlandırabilir. Fakat laf aramızda mesela Meliha Hanım gibi artık sinirleri çamaşır ipine dönmüş kadının hoppalığı çekilir mi Allah aşkınıza? Hâlbuki kadınların çoğu iki otuzunda bile kendilerini bebek sanıyorlar. Bunlar nezaketimizi suistimal ettiklerinin farkında olsalar eğer artık köşelerine çekilip kocalarına takke süveter örmekle vakit geçirirler. Ama bir genç kız tasavvur et ki, kanatlarının her tüyünde bin renk, gözlerinin her hareketinde bin hile sezilen bir bahar kuşu gibi cıvıldaşıp duruyor. Elini uzatırken havalanıyor. Tutmak isterken daldan dala kaçıyor. Dipdiri, taptaze, tırnaklarına kadar hayat dolu. Böyle bir genç kızın nazı çekilmez mi azizim?”
Dört erkek derin derin içlerini çektiler. Ve ezberlemiş gibi bir ağızdan söylendiler:
“Çekilmez olur mu?”
Ahmet Melih Bey dalgın ve isteksiz, Nâzım Cemal’e ve Mühendis Ragıp’a dönerek mırıldandı:
“Siz yine şükredin, bekârsınız.”
Nâzım Cemal iki elini havaya kaldırıp dua eden bir Protestan misyoneri gibi tavana baktı:
“Çok şükür. Yüz bin kere şükür. Hayatımda birçok sersemlik ettim. Fakat nasılsa bu gafleti yapmadım.”
Ahmet Melih kızdı:
“Sen zaten kendinden başkasını sevmezsin de ondan… Evlenmek için sevmek lazım.”
Nazım Cemal güldü:
“Sevgi ile evlenmenin münasebeti ne ki? Bilakis insan sevdiği kadınla evlenirse bu sevgiye nihayet vermiş olur. Almanların bir söz temsili vardır. Derler ki: ‘Erkek evlendiği gün bütün kadınların kendi karısından güzel olduğunu anlar.’ Evlenmeyi bir yol arkadaşlığı manasına anlarım. Fakat sevişmekle evlenmek arasında hiçbir münasebet yoktur azizim… Bunu ispata bile lüzum yok. Zatıaliniz Nermin Hanımefendi ile sevişerek evlendiniz. Fakat sorarım azizim, bu güne kadar kaç kadının peşinden koştun, kaç kızın aşkına çanak tuttun? Hepimiz macera geçirdik, sevdik, bu sevgiler yüzünden günlerce, haftalarca, hatta aylarca üzüldük. Böyle bir kadına gönül verdiğimiz sıralarda başkasını düşündük mü? Ne gezer? O sırada karşımıza dünyanın en güzel kadınını getirseler gözümüze akrep gibi, çıyan gibi görünür. Çünkü içimiz doludur. Cümlei asabiyemiz ancak o sevdiğimiz kadının harareti ile ısınır, hareket eder. Varsa da odur, yoksa da odur. Ama gelgelelim bu sevginin de bir hamlık, sonra bir olgunluk devri vardır. Bunları geçirdik mi mesele kalmaz. Gördüğümüz zaman bile bize çarpıntılar geçirten bu çehre artık ankebutlaşır ve nihayet silinir gider.Maazallah bu mahluk hayatımıza kolayca çıkmayacak şekilde girmiş, yapışmışsa…”
Nâzım Cemal devam edemedi. Yanındaki evli arkadaşlarına baktı. Yutkundu, sonra gülümsedi:
“Bununla beraber bunu da bir saadet bilenler vardır ya!”
Ahmet Melih Bey salondan tarafa baktı. Kendilerinden başka kimse olmadığını görerek cevap verdi:
“İşte biz Avukat Sedat’la beraber bu mesut insanlardanız.”
Nâzım Cemal göbeğini fıkırdatarak bir kahkaha attı:
“Kıskanılacak bir saadet doğrusu.”
Sonra yavaşça ilave etti:
“Geçen kış Şevkiye’ye âşık olup peşinden ‘Kahire’ye kadar gittiğin zaman bu saadeti nerede bırakmıştın acaba? Semiramis Oteli’nin damgasıyla yolladığın mektuplar hâlâ duruyor. Şevkiye için yazdıklarını bir araya toplasam roman olur. Bizim Palamut Kralı Ahmet Melih Bey âdeta muharrir, şair kesilmişti. Şimdi ne oldu? Ehramlarda, Helyopolis’te geçen bir diğer haftalık maceradan sonra bırakıverdin. Bu en yenisi. Evlendiğinden beri yaptığın çapkınlıkları, geçirdiğin gönül buhranlarını saysam sabahı buluruz.
Haydi azizim bu masalları ben çok evlilerden dinledim. İddia ederim ki benim gibi kırk beşlik bir bekârın macerası sizin gibi kaşarlanmış evlilerin yanında bir genç kız sevgisi gibi masum kalır. Burada çok konuşmayalım. Nermin Hanımefendi zaten kuşkulandı. Bana göre hava hoş ama sizi düşünürüm. Kalkın haydi.”
İç içe üç salonda elli altmış davetli vardı. Nermin Melih Hanımefendi pek uzak olmayan şöhretli günlerinin bıraktığı emniyet ve gururla misafirleri arasında dolaşırken onun hâlâ sevilecek bir kadın olduğunu fısıldaşan gençler bir köşede dedikodu ediyorlardı.
Bir bankada servis şefi olan Reşit Turgut sık sık yanlarına gelip birkaç kelime ile gönüllerini alan ev sahibesinin bu akşamki tuvaletini pek beğenmişti.
“Fondan gibi bir kadın.” diyordu. “Yaldızlı, çiçekli kâğıtlara sarılmış bir fondan.”
Zengin babanın bir türlü okşamadığı haylaz oğlu, Şair Fazlı dudaklarını büktü:
“Fakat o kadar bayat ki tadına kanmadan ağızda eriyecek.”
Mütemadiyen dolaştırılan bol bardaklarını geri çevirmeden boşaltan genç Doktor Nusret Ziya salondaki kadınları, bekleme odasına biriken hastalarını on iki katlı bir apartman görmüş gibi lezzetle seyrederken lakırtıya karıştı:
“Bunlar mükemmel kadınlar monşer, mükemmel kadınlar!” dedi. İkramiyeli çikolata gibi. Ne kadar bayatlasalar yine müşterisi vardır. Çünkü zengindirler.”
Sonra gözlüğünün altından sinsi sinsi bakarak güldü:
“Kadınlar asıl otuz yaşlarını geçtikten sonra bize faydalı olurlar.”
“Ne demek?”
Genç doktor mühim bir sır verir gibi yavaşça ilave etti:
“Otuzdan sonra kadınların tamir devri başlar. Vücutlarını olduğu kadar ruhlarını da tamir etmek ister. İlk gençliğindeki sevgi kabiliyetini kaybeden kadınların en samimi dostları biziz.”
Reşit Turgut bir kahkaha attı:
“Vay kâfir… Sizin muayene odaları aynı zamanda birer aşk yuvası desene! Öyle söylerler ya… Doktorların şöhretini yapan kadınlardır.”
“Doktoruna göre!”
“Orası öyle… Zaten şimdi kadın hastalıkları mütehassısından geçilmiyor. Eskiden kadınlar ne bu kadar hastalanırmış ne de bu kadar mütehassıs varmış. Şimdi manikürcü kadar kadın hastalıkları mütehassısı var ve kazanıyorlar da… Şu salonda kim bilir kaç hastan var senin?”
“Hiç yok!”
Şair Fazıl öksürdü:
“Yok değil, belki de hepsi… Fakat söylenmez tabii. Meslek esrarı. Gevezelik edeceğimize hanımların yanına gidelim de dedikodu edelim.”
Geç vakte kadar devam eden toplantıda grup grup eğlenceler, briç, poker oynayanlar sekiz buçuğa doğru dağıldılar. Ahmet Melih Bey’in ısrarıyla iki arkadaşı Nâzım Cemal’le Mühendis Ragıp yemeye kaldılar.
Onlar Radyum Palas’ın Marmara’ya uzanmış gibi binadan ayrılan geniş taraçasında rakıya başlamışlardı ki Melek Hanım yorulduğunu söyleyerek misafirleriyle kocasını yalnız bıraktı. Odasına çekildi.
Hakikaten çok yorgundu.
Her yıl isim gününün gecesi sabaha kadar eğlenirlerdi. Hatta evdeki eğlencelere kanmadıkları bile olurdu. O zaman sırf değişiklik olsun diye otomobillere atlar; nerede açık bir gazino, bar, hatta meyhane bulurlarsa girerlerdi.
Salonlarının ipek kadife, atlas döşemelerine alışkın bu süslü insanlar bu şehirden uzak kır meyhanelerinin hasır ve tahta iskemlelerinden hiç şikâyet etmezler, kalın ve kirli kadehlerle içtikleri ağır, fena içkilerden zevk alırlardı.
Ne iyi eğleniyorlardı.
Nermin Melih hiçbir eksikleri olmadığı hâlde hayatının ve muhitinin böyle can sıkacak kadar sakinleşmesine mana veremiyordu. Bu gece misafirleri de kendisi gibi neşesizdi. Onlar âdeta resmî bir ziyafet savmak endişesiyle akşamın bir an evvel geceye kavuşmasını beklemişlerdi.
Havada gönülleri ağırlaştıran bir sıkıntı var gibiydi. Genç erkekler bile isteksiz, heyecansız görünüyorlardı. Hele daha iki yıl evvel âdeta yapışkan, gönülsüz bir âşık gibi sırnaşıklık eden Doktor Nusret bu akşam ne kadar somurtkandı.
Odasının bütün elektriklerini yaktı. Küçük tuvaletinin önündeki tabureye ilişti. Evlendiği günden beri en samimi arkadaşı olan yuvarlak ayna ile karşı karşıya kalmıştı. Bu yuvarlak cam parçası onun ne azametli günlerine şahit olmuştu! Tam on sekiz yıl bu aynanın karşısında erkek gözlerini kıvılcımlandıracak bakışları, hareketleri, mimikleri tecrübe etmiş; yüzünün, dudaklarının, kaşlarının hatları üzerinde etütler yapmıştı.
On sekiz yıl, evet bu gün evlendiğinin tam on sekizinci yıl dönümü idi. Ahmet Melih’le yirmi yaşında evlenmişti. Şu hâlde otuz sekiz yaşında idi.
Bir zamanlar isim günlerinde bu yaş bahsini ne emniyetle açardı.
“Bu yıl yirmi beş yaşıma bastım!” dediği zaman âdeta gözleri parlardı.
Yirmi beş yaşında evli bir kadın ne mesut kadındı! Evli, bekâr, genç ve ihtiyar her erkeğin gözünde arzular kaynaştığını görmek ne zevkli şeydi! O, kocasının sevgisine bağlı kaldığı hâlde bu gözlerden sızan arzuları, yıllarca ne tatlı heyecanlarla seyretmişti.
Bu tılsım nasıl çözüldü?
Bu arzular neden kendini belli etmez oldu?
Hâlbuki daha bir hafta evvel bu gün giydiği tuvaletin provasını yapan terzisi vücudunun dişi hatlarını sevip okşayarak:
“Oh Madam Melih, sizin vücudunuz her zaman genç kız kalacak!” diye hayretini saklayamamıştı.
Yaşını ifşa eden nesi vardı ki etrafındaki erkek arzular hayretini kaybetmişti?
Bulunduğu salonlarda kendisine tesadüf etmek, yalnız tesadüf edip birkaç kelime konuşabilmek için davet edildiği yerleri polis hafiyesi gibi araştıran erkeklere ne olmuştu?
Genç kadın bu alakasızlığı ne zamandan beri hissediyor, fakat benimsemiyor, bunu tesadüfün aksiliğine veriyordu. Fakat tanıştığı, hatta sırnaşırca takiplerine karşı gizli ve tatlı heyecanlar duyduğu erkek gözlerindeki kıvılcımlar neden sönmüştü?
O erkek bakışlarının manasını pek iyi bilirdi. En miskin erkek gözlerinde bile zaman zaman öyle alevli kurt bakışları parlardı ki!
Üzerinde kümelenen bu erkek bakışları kalbini gıcıkladıkça kadınlık gururu da beraber şahlanırdı.
Onlara ümit verecek zayıf bir harekette bulunmadığı hâlde duyduğu zevkin hissedilmesi endişesiyle ince kaşlarını asabiyetle gerginleştirir; ağır, ciddi bahisler açarak kendini meşgul ederdi. Bütün bu söylenmeyen, lezzeti yalnız hissedilerek duyulan arzu ve sevgilerin izi yavaş yavaş kaybolmuştu.
Bunu ne zamandan beri hissediyordu? Üzerinde toplanan erkek bakışlarının harareti mi kalmamıştı?
Ona hoş görünmek, onu takdir etmek, onu beğendiklerini belli etmek için giydiği elbiseden, beğendiği filme kadar her fırsattan istifade ederek şaklabanlık eden erkeklerin dili mi tutulmuştu?
İlk zamanlar bunu kendi kendine izah etmek için çok düşündü. İlk vardığı netice şu olmuştu? Muhtelif fırsatlarla tanıştığı bu erkekler onun güzelliği karşısında pek haklı olarak gıcıklanmışlar, hislerini ve arzularını anlatmak için terbiyeli bir insanın yapabileceği kadar fırsatlardan istifade etmişlerdi. Fakat bütün bu hissî hareketleriyle onun kalbini harekete geçiremediklerini görünce heyecanlarını zapt etmeye çalışmışlardı. Bu muhakkak böyle idi.
Her terbiyeli erkek böyle hareket edebilirdi.
Daha iki yıl evvel büyük İstanbul balosunda Sabri Hami ona ne kadar takılmıştı? Her danstan sonra büfeye giderlerken hâlleriyle, sözleriyle neler anlatmak istemişti?
Fakat her güzel kadına yılışkanlığıyla hele sarhoş zamanlarında sırnaşıklığıyla şöhret bulan Sabri Hami’ye o kadar ağır davranmıştı ki adamcağız üçüncü danstan sonra, bir daha gelip davet etmeye cesaret edememişti.
Kocasının adına hürmet ettirmek isteyen her şerefli kadın şüphesiz böyle hareket ederdi. Fakat kendine hâkim olduktan, hislerini idare edebildikten ve en tehlikeli vaziyeti kurtardıktan sonra bu temayüllere müsamaha etmekten ne çıkardı?
Kadın isterse en çetin erkeği en harlı dakikasında bir kedi gibi dizlerinin dibinde yaltaklandırabilir. Bunu yapabildikten sonra onlara biraz ümit vermekte, gönül heyecanlarıyla eğlenmekte ne tehlike olabilirdi? Bu, böyle idi.
Fakat şimdiye kadar bunu düşünmemişti bile! Kızlığından beri erkeklere karşı garip bir titizlik hissetmişti. Bu belki de eski terbiyenin tesiri idi. Ahmet Melih’le evlenişi de sevgi neticesi olmamıştı. Eski, klasik evlenme… Bu evlenmelerde belki de sevgi yoktu, samimiyet yoktu. Fakat onların yerine hislere ve itiyatlara da hâkim olan öyle kuvvetli bir inanış vardı ki az bir zaman karı kocaya birbirinin hakiki eşleri olduğu kanaatini veriyordu.
Zaten insanları birbirlerine bağlayan hislerin kökü hep bir kaynaktan fışkırmıyor mu? Ve nihayet bütün sevgiler dönüp dolaşıp aynı kalıba dökülmüyor mu?
Nermin Melih, evlenişinin ilk günleriyle son yılları arasında büyük bir fark görmemişti. Hummalı bir sevgi ile başlamayan bu evlilik hayatı zaten hızlanmamış ve alevlenmemişti ki bu ateşini ve süratini kaybetsin. Bu, belki de biraz hareketsiz ve heyecansızdı ama öyle olduğu için de devamlı olmuştu. Bu durgun hayatı ara sıra bulandıran ve onun kadınlık hislerini şahlandıran vakalar sade kocasının ara sıra kulağına kadar gelen çapkınlık dedikoduları idi.
O zaman gururu incitilmiş bütün kadınlar gibi kıskançlık buhranları içinde intikam hisleri kabarır, kocasının bu sadakatsizliğine karşı aynı silahla mukabele etmeyi aklından geçirirdi.
Bunlar da ne tatlı ve heyecanlı buhranlardı!
Her defasında kocasının eskisinden daha sıcak bir sevgi ile kendine avdet edişini görmek ne iç gıcıklayıcı bir muvaffakiyetti!
O henüz intikam hisleriyle yaşarken Ahmet Melih başladığı taze macerayı eskitmiş, evinin sakin havasına avdet etmiş bulunduğu için arzuları yaşamadan sönerdi.
Ve on sekiz yıl, bu, hep böyle devam etmişti.
Sevilmek ihtiyacını duyduğu zamanlarla kocasının başka kadınlarla maceralar geçirdiği zamanlara tesadüf etmiş olsaydı bu iki kuvvetli his belki de onu tehlikeye atacaktı. Hayatta tesadüflerin ne görülmez ve hissedilmez mühim rolleri olur!
Şimdi yuvarlak aynanın önünde bu on sekiz yıllık ömrünün sade, hareketsiz fakat sevimli ve bilhassa acısız nasıl akıp gittiğini düşünüyordu. Bu hayatın ilk yılları oldukça hareketli geçmişti. Bir çocukları olmuştu.
Dört yıl her genç annenin duyduğu bütün o içli sevgiyi İlhan’ın üstüne toplamıştı. Fakat çocuklara hiç acımayan o zalim ölüm henüz dillenen ve asıl sevilecek çağa giren yavruyu ellerinden alınca önce hayata bir küskünlük geldi. Aylarca odasından bile çıkmadı. Nihayet doktorun ısrarıyla yaptıkları Avrupa seyahati, araya giren daha başka düşünceler bu ilk acıyı unutturdu.
Babası Viyana’da siyasi vazifede iken iki yıl kadar orada kalmıştı. Genç kızlığının en neşeli zamanına ait bu hatıraların saklı kaldığı şehirde her şeyi unuttu. Seyahatten döndükleri zaman ahbapları onu eskisinden daha şen ve güzel buldular.
Kadın kalbinde her acının bir panzehiri vardır. Fakat cinsî cazibesinin eriyip tükenmesinden gelen acıya şifa verecek şey ne olabilirdi?
Nermin Melih, on sekiz yıl kendine gülen aynanın önünde bu akşamki kadar zavallı olduğunu hatırlamıyordu.
Şair Fazlı’ya nükteler, teşbihler ilham eden cıngılı yeşil gözlerinde bile eski parlaklık kalmadığını bu akşam anlamıştı. Zaten daha iki yıl önce o gümrah kestane saçları arasında yakaladığı küstah bir beyaz teli bir hırsız gibi kimseye göstermeden koparıp yok ettikten sonra sık sık tesadüf ettiği bu muzır mahluklara karşı çetin bir mücadeleye başlamıştı.
Bu akşamki ziyafet için hazırlanırken titiz bir dikkatle saçlarını kontrol etmiş, tamam on bir tane beyaz teli dibinden koparıp atmıştı. Şimdi güzel başına bakarken o kestane saç dalgaları arasında yine bir beyaz telin zalim bir düşman gibi kendine güldüğünü gördü. Şimşek süratiyle hareket eden parmakları tabiatın masum bir çiçeğinden başka bir şey olmayan bu teli kopardı, attı.
Fakat bu ipek gibi ince beyaz tel onun sinirlerini oynatmaya kâfi gelmişti.
Az endişeli, az heyecanlı geçen evlilik hayatının hareketsiz yılları şimdi kesilip biçilmeden eskimiş ve modası geçmiş bir top ipekli kumaş gibi gözlerinin önünde açılıp çözülüyor; soluk, renkli, buruşuk parçaları birbirine karışıyordu. Gençliğini ne budalaca geçirmişti!
Zevke ve heyecana karşı o ne kapalı kanaatti!
Yalnız beğenilmenin duyurduğu zevkle iktifa etmek ne çocukça bir kanaatti!
Hâlbuki kendisinden çok daha az güzel kadınlar ne çılgın sevgilerin nöbetleri içinde kana kana hayatı ve aşkı tatmışlardı…
Nermin Melih bunları düşünürken bu akşam kış bahçesinde kulağına çalınan dedikoduları hatırladı.
Nâzım Cemal Bey nelerden bahsediyordu?
“Sevilmek çağını atlamış, çekicilik kudretini kaybetmiş bir kadın erkek için canlı bir felaket olur.”
Acaba şimdi o da kocası için bir felaket mi? O hâle geldi mi? Çekicilik kuvvetini kaybetti mi?
Birkaç yıldır üzerinde toplanan erkek bakışlarının ağırlığı, kesafeti kalmadığını kendi de hissediyordu. Bunu önceleri artık itiyat hâline gelen kendi durgunluğuna veriyordu. Fakat belliydi ki genç ve orta yaşlı erkek bakışları dolmuş bir tramvay gibi önünde durmadan geçip gidiyordu. Eskiden Beyoğlu’na indiği zamanlar onun otomobilinden inişini veyahut bir mağazadan çıkışını görmek için yolunu kesen, hatta otomobil kapısını açmaya koşan, sakat iğneci çocuk gibi kalabalığı yarmaya çalışan erkeklerin şimdi sadece başlarının bir hareketi ile iktifa ettiklerini görüyordu.
Vakıa eski çevikliğinin, eski alımının kalmadığını kendisi de biliyordu. Biraz yağlanmıştı. Yüzünün hatlarında eski elastikiyet kalmamıştı. Fakat terzisi, manikürcüsü, iskarpincisi ve emektar oda hizmetçisi her vesile ile temin ediyorlardı ki o daha çok gençtir.
Kendisini yokluyor. Vücudunu âdeta yıpranmamış, içindeki kadınlık arzularını hâlâ ilk evlilik zamanlarındaki kadar taze buluyordu.
Yalnız bir defa ana oluşunun da tesiri vardı. Hayatı rahat geçmişti. Üzüntüsü yoktu. Etleri, sinirleri cinsî ve tabii acıları o kadar az duymuştu ki bu maddi tazyik ve işkenceleri tatmak ihtiyacını bile hissettiği zamanlar olmuştu. Fakat varlığının en az yaşayan köşesi kalbi idi. O, yıllarca kapalı kalmış bir bonbon vazosu gibiydi. Bunu açmak kimseye nasip olmamıştı. Hayatında etine ve kemiğine en çok yaklaşan kocası bile kalbinin tılsımını bulup açamamıştı.
Acaba Nâzım Cemal’in dediği gibi o çekicilik kudretini kaybetmiş miydi? Kalbini yokluyor, aynada gözlerinin içine bakıyor, bütün kadınlık hislerini kontrol ediyor, fakat kendisiyle meşgul oldukça endişeleri artıyordu.
Hakikat, artık bir erkeği kendisiyle meşgul edemeyecek hâle gelmiş miydi? Şüphenin verdiği ızdırabı başka ne verebilir? Bu öyle zalim bir şüphe ki mağrur bir kadını hırsından kahredebilir.
Elindeki aynaya şimdi düşman gibi bakıyordu. Ne kendisi ve ne bu yuvarlak cam parçası bu elim şüpheyi silecek cevap verebilecekti.
Çekicilik kudretini kaybedip kaybetmediğini anlamak için bitaraf gözlerin ifadesi lazımdı. Fakat ne olursa olsun, son birkaç yılın taze hatıraları bu şüpheyi kuvvetlendiriyordu.
Kendisi de hissediyordu ki erkekler üzerinde eski tesiri kalmamıştı.
Balolarda kendisine verilen şerefli mevkilerin yavaş yavaş başkaları tarafından işgal edildiğini; dans davetlerinin azaldığını görmek ve kendi yanında gençlikleri ve güzellikleriyle şöhret kazanmış kadınlar üzerinde mütalaa yürütüldüğünü duymak kendi şöhretinin artık durduğu, güzelliğinin maziye ait bir hatıra olmaya başladığını anlatmıyor muydu?
Aynayı şiddetle elinden fırlattı.
Fil dişi çerçeveli, yuvarlak, billur parçası hakikati söylemenin cezasını üç parça olmakla ödedi.
Şimdi kumral başını yumuşak yastıklara gömmüş, derin bir yeis içinde ağlıyordu.
Buhran uzun sürdü.
Aşağıda kıranta, bekâr arkadaşlarıyla maceralardan, yeni eğlencelerden konuşa konuşa bol bol içen Ahmet Melih Bey misafirlerini geçirip odasına çıktığı zaman o hâlâ aynı vaziyette dalgın yatıyordu. Ahmet Melih’in arkadaşları birdenbire Beyoğlu’nda bir eğlenti icat ederek kalkmışlardı.
Ahmet Melih onlarla beraber gitmeye can attığı hâlde böyle geç vakit sebepsiz evden çıkmanın bu akşam zaten sinirleri bozuk görünen karısını altüst edeceğini düşünmüş, kalmıştı.
Yorgundu da.
Karısının hâlâ soyunmamış olduğunu görünce latife etti:
“Ne o, yine bir gece âlemi yapmak mı istiyorsun?”
Bu ses, Nermin Hanım’ı dalgınlıktan uyandırmaya kâfi geldi.
Biraz evvelki düşünceleri arasında bu hatıra da vardı. Eskiden isim gününün gecesini hep yeni âşık ve maşuklar gibi sabahlara kadar uzak ve değişik yerlerde âdeta bir bohem hayatı içinde geçirirlerdi.
Birdenbire başını kaldırdı. Islak gözlerinde canlı bir neşe doğuvermişti.
Bu teklif ona hâlâ eski mesut günlerinin devam ettiğini müjdeliyordu.
Bir çocuk sevinci ile kocasına baktı:
“Tabii, çıkmayacak mıyız bu gece?”
Çözülmeyen kravatını hızla çekip çıkaran Ahmet Melih Bey içkiden mahmurlaşan yorgun gözlerini yumdu:
“Bu saatten sonra mı? Vazgeç canım. Öyle uykum var ki!”
Biraz evvel arkadaşlarıyla eğlentiye gitmek için can attığı hâlde karısının yatak odasına girince uyumaktan başka bir şey düşünmeyen Ahmet Melih Bey ceketini de çıkarırken:
“Hem kimse kalmadı ki. Hepsi gitti.”
“Biz ikimiz varız ya. Karı koca gideriz.”
İskarpinlerinin bağlarını çözmekle uğraşan Ahmet Melih Bey’in göz kapakları kurşun bağlanmış gibi düşüyordu. Eğilip kalkmaktan yorulduğu için oflayıp puflayarak cevap verdi:
“ Sen hâlâ yorulmadın galiba. Benim öyle uykum var ki.”
Parlamamak için kendini güçlükle tutan Nermin Hanım’ın sesi titriyordu:
“Eskiden böyle olmuyordu. Beraber, baş başa gezmemizi sen istiyordun. Misafirlerden sıkıldığını sen söylüyordun. Doğum günümün programını sen hazırlıyordun.”
Pijamasının pantolonunu ayağına geçirmek için sendeleyen Ahmet Melih Bey öksürüklere karışan bir kahkaha arasında cevap verdi:
“Ooo karıcığım! Sen bizi hâlâ yeni gelin güvey mi zannediyorsun? Nerede o günler? Keşke geri dönseler…”
Nermin Hanım’ın mukavemeti kırılıyordu. Sinirlerine hâkim olamıyordu. Son bir gayretle ve sükûnetle omuzlarını silkerek:
“Değişen bir şey yok zannederim.” dedi. “Ben böyle bir şey hissetmiyorum.”
Ahmet Melih Bey arkadaşlarıyla geçen muhavereyi hatırladı. Sevilmek kudretini kaybettikleri hâlde bunu hissetmeyen kadınların biçareliğinden bahsetmişlerdi. Karısının son cümlesi bu iddianın ne taze bir ifadesi idi.
Tam istirahat edeceği bir sırada tatsızlık çıkarmamak için sakin, yavaş adımlarla karısına yaklaştı. Ancak bir kardeş şefkati hissini veren laubali, fakat heyecansız bir sevgi ile saçlarını okşadı:
“Haydi yavrum, yatalım artık. Senin de gözlerinden uyku akıyor. Bak kıpkırmızı.”
Ve onu alnından öperek ilave etti:
“Bizim gibi birbirini çok seven ve sevgileri yıllarca süren insanların en büyük zevki uyumaktır.”
Ve gülerek ilave etti:
“Uyku en büyük gıdadır. İyi uyuyan insanlar daha iyi sevişirler. Çünkü…”
Karısının yüzündeki çizgilerin gerildiğini, gözlerinin kıvılcımlandığını fark etmeyen Ahmet Melih vinçten kurtulmuş bir balya gibi kendini yatağa atarak cümlesini bitirdi:
“Çünkü birkaç saat uyursak birbirimizi daha çok özleriz.”
Bu söz, Nermin Melih Hanım’a bir duş gibi tesir etti. İsyan etmek, parlamak hisleri sönüverdi. Kocasından ilk defa dinlediği bu fikirler ne zamandır etraftan sezdiği ve hissettiği alakasızlığın manasını ikmal etmiyor muydu?
Demek artık kocası bile onun gözlerinde, vücudunda bir erkeği kandıracak, çıldırtacak harareti ve hareketi bulamıyordu.
Demek etraftaki erkek arzularının sönüşü onun gururundan, mukavemetinden değildi. Bu muhakkak böyle idi.
Aşağıda, kış bahçesinde kulağına çalınan fikirleri benimsemekte haklı idi.
Artık çekicilik kudretini kaybetmişti. Kocası bile bu en mesut gecesinde onunla baş başa bir eğlenti yapmayı gülünç buluyor, hatta eski hatıralarını olsun tazeleyecek birkaç kelime konuşmayı lüzumsuz görerek ve onun soyunup yatmasını da beklemeyerek bir külçe gibi yatağa uzanıyordu.
Ahmet Melih Bey gözleri kapalı, yatağından seslendi:
“Haydi Nermin! Elektrikleri söndür. Bilirsin aydınlıkta uyuyamam.”
Kızmadan, hırslanmadan kalktı.
Büyük orta lambasını söndürdü. Yalnız mavi abajurlu gece lambası kaldı. Şimdi odaya bir türbe rengi ve sükûneti çökmüştü.
Kocası uyumuştu.
Onun kırçıl başına, yüzünün gevşek hatlarına baktı, baktı. Bütün gençliğini işte bu baş için vermişti. Yirmi yaşından beri gözlerinin en derin sevgisi ile ona bakmış, kollarının en kuvvetli kucaklayışıyla onu sevmişti. Ve kendinde hâlâ o kudreti görüyordu. İçinde hâlâ o ilk sevginin heyecanını hissediyordu. Fakat kendi hisleri ve heyecanları nasıl olup cevapsız, mukabelesiz kalıyordu? Erkek bakışları nasıl olup da gözlerindeki arzuyu sezmiyorlardı? Kabahat onların zevksizliklerinde mi yoksa kendisinde mi idi? Etrafında dönüp dolaşan erkeklere karşı lakayıt, isteksiz davranmış olması mı bu alakasızlığa sebep oluyordu? Fakat bu isteksizliği kocasına karşı da göstermiş değildi ki! Artık bunu kabul etmek lazımdı.
Kış bahçesinde kulağına çalınan dedikodular acı olmakla beraber biraz hakikatti. Yalnız onları, kadınlar hakkında bu dedikoduyu yapan erkekleri aldatan bir nokta vardı: Kadınlar çekicilik kudretlerini her erkeğe hissettirmezler ve hangi yaşta olursa olsun, her kadının erkeği yenecek ihtiyat silahları mevcuttur.
***
Gecenin son saatlerine kadar kocasının horultularını dinleyerek hayatını düşünen, hatıralarıyla yaşayan Nermin Melih Hanım yatağına uzandığı zaman kararını vermişti. Bu isteksiz, hareketsiz, hararetsiz hayata tahammül etmeyecekti. Sevilmedikten, beğenilmedikten sonra bir kocanın adını taşımaya ne lüzum vardı?
Kış bahçesinde konuşan erkekler hükümlerini vermişlerdi. Erkeği tutuşturmaktan kalan bir kadın artık sönmüştür, diyorlardı. Kocası onda bu ateşi sezmiyordu. O hâlde bu kuru, hareketsiz hayatı beraber sürüklemeye ne lüzum vardı?
Aralarındaki en kuvvetli bağ sevgileri idi. O bu sevginin artık itiyat hâline gelen samimi hareketlerine kanaat ediyordu. Fakat artık bu itiyatlar, bu samimi ve karşılıklı duygular da çözülmeye başlamıştı. Karı kocalığı birbirine karşı mukavele ile bağlanmış iki iş adamının münasebetine çeviren bu netice üstünde durmak manasızdı.
Kış bahçesinde çene çalan erkeklerin verdikleri hükümler arasında daha acıları da vardı. Artık sevilmekten kalan kadın kocası için bir felakettir, demiyorlar mıydı?
Yirmi yaşından beri gençliğinin bütün çiçeklerini verdiği kocasını böyle bir felaketten kurtaracaktı.
***
Birkaç güne kadar yeni palamut mahsulü üzerine tetkikler yapmak için İzmir’e gidecek olan Ahmet Melih Bey uyandığı zaman karısını odada bulamadı.
İçkinin ağırlığı sersemlik vermişti. Saatin ona geldiğini görünce fırladı. Ziraat Bankası’nda öğleden evvel bulunmak lazımdı.
Kahvesini getiren hizmetçiye sordu:
“Hanım nerede?”
“Çıktı efendim.”
“Çıktı mı? Ne münasebet?”
Kız hafifçe gülümseyerek uzaklaştı. Hanımın nereye ve niçin gittiğini hizmetçiye soramazdı. Herhâlde terziye gitmiş olacaktı.
Öğleden sonra kalabalık olduğu için o provalara sabahları giderdi. Yahut da kim bilir belki de yorgunluğuna rağmen her sabahki yürüyüş programını bozmamıştı.
Aşağıya indiği zaman otomobili kapıda buldu.
Şoföre sordu:
“Hanımı götürmedin mi?”
“Hayır efendim.”
Bu cevap Ahmet Melih Bey’in kanaatini kuvvetlendirdi. Karısı sabahları yürümek için Tünel’e kadar gidip geliyordu.
“Çabuk bankaya!”
İzmir ve Aydın palamut mahsulünü bir elde toplayan Ahmet Melih son zamanlarda bu işe başka sermayedarların da karıştığını gördüğü için tedbirli davranmak istiyordu. Tehlike karşısında zararı nerede durdurmak mümkünse yapmak lazımdı. Bu palamut işi başka şeye benzemezdi. İçine başka, rakip eller girince tılsımı bozulurdu. Hiçbir sermayesi olmayan bu mahsulü ecnebi piyasalarına tok fiyatla satabilmek için bir elden idare etmek mecburiyeti vardı.
Ahmet Melih Bey bu meseleyi aylarca düşündükten sonra aradığı çareyi buldu. Palamut işini banka hesabına fakat kendi vasıtasıyla yapmak için bir mukavele yaptı. Bu gün öğleden evvel bu mukaveleyi imzalayacaktı. Bu mukavele ile vakıa işin kaymağı elinden gidiyordu. Fakat ne olsa kazancın bir kaymak altı tarafı ve tortusu vardı. Senenin bir nihayet iki ayında onu meşgul edebilen bir iş için bu da az sayılamazdı. Fazla olarak şimdi bankadan geniş mikyasta bir kredi de elde ediyordu. Zaten kurulmuş, kendi kendine işlemeye alışmış, satıcısı, müşterisi hazır bir ticaret işi için büyük sermayeye ihtiyaç yoktu. Mahsulünü toplamazdan evvel yazıhaneye başvuran çiftçiye faizini de hesap ederek mal karşılığı ödünç para vermek daha istifadeliydi.
Ahmet Melih Bey vaktiyle bu işe bir Musevi ile ortak olarak başlamıştı. İzmir’in meyan kökü ile palamudunun Avrupa piyasasında pek makbul maddeler olduğunu keşfeden Musevi ortağı yıllarca bu işi yalnız başına yapmış, sonra daha geniş mikyasta çalışmak için bürosunu Marsilya’ya nakletmişti. Sekiz seneden beri Ahmet Melih Bey yalnız başına çalışıyordu.
Eylül, teşrin aylarına doğru İzmir’e kadar gidip birkaç hafta kalmaktan ve muameleye yakından nezaret etmekten başka zahmeti olmayan palamut işi her cihetten onu memnun ediyordu.
***
Bankadaki mühim toplantıdan saat bire doğru kurtulan Ahmet Melih imza muamelesinin şerefine komisyon azasından yemeği beraber yemelerini rica etti. Beyoğlu’nun büyük otellerinden birinin hususi salonunda hazırlanan bu ziyafet pek resmî idi. Oldukça uzun sürdü. Akşam için de arkadaşlarını davet etmişti. Bir eğlenti yapacaklardı. Bilhassa Nâzım Cemal, Mühendis Ragıp, Avukat Rıza Sedat bu eğlentiyi istemişler, hatta yerini kendileri tayin etmişlerdi. Böyle hususi eğlencelerin tertibini pek iyi bilen Nâzım Cemal programı çizmişti.
Sıraserviler’de Ruhsar Hanımefendi’nin apartmanında toplanacaklardı. Burada tabiat sahibi zenginler ara sıra buluşur, poker oynar, alaturka saz âlemi yaptırırlardı. Ruhsar Hanım eski ailelerdendi. Yedi ceddi vezirdi. Ehli dil, iyiden, güzelden anlar; güngörmüş bir hanımefendi idi. Dostları, tanıdıkları çoktu. Herkes hatırını sayardı. İstanbul kibar âleminin maruf çehreleri Ruhsar Hanımefendi’nin salonuna hiç yabancı değillerdi. Onun her yerde her köşede eli vardı. Genç ve güzel kadınlar hanımefendi ile tanışabilmek, onun salonuna kabul edilmek için can atarlardı. Zaten adı çok söylenmezdi. Hatta çokları bilmezlerdi bile… Ona herkes sadece “Hanımefendi” derdi.
Ahmet Melih gibi zevk ve para sahipleri güzel ve genç kadınları Hanımefendi’nin yardımı ile tanıdıkları için onlarca da itibar görürdü.
Poker partileri, saz âlemleri Hanımefendi’nin daire masrafını fazlasıyla çıkarıyordu.
Nazım Cemal, Hanımefendi’nin bu muvaffakiyetle kendisini incitmeden alay etmek için ona “Monte Karlo Prensesi” adını vermişti.
Monte Karlo Prensesi de kumar ve eğlence sayesinde geçindiği için bu benzetiş hiç de yanlış değildi. Ve çok geçmeden Hanımefendi’nin adı “Prenses” oluverdi.
Ahmet Melih Bey’in palamut mukavelenamesi şerefine tertip edilen ziyafet için Prenses’in apartmanından münasip yer neresi olabilirdi?
Palamut Kralı bir gece evvel karısının yıl dönümü için yaptığı masrafın on mislini bu gece yapacaktı ve onun için dün gece mümkün olduğu kadar az yorulmuş ve erken yatmıştı.
Şimdi bu günkü muvaffakiyetin müjdesini karısına verirken aynı zamanda gece için de müsaadesini isteyecekti. Yazıhaneye döndüğü zaman programını çizdi. Telefonu açacak, önce imza meselesini müjdeleyecek, sonra bankanın ileri gelenlerine bu akşam bir ziyafet vermeye mecbur olduğunu, tanımadığı kimseleri evine davet etmektense bunu münasip bir lokantada vermenin daha doğru olduğunu söyleyecekti. Ve muhakkak ki zaten makul bir kadın olan karısı bunu pek doğru bulacaktı. Ziyafeti nerede vereceğini sorarsa vereceği cevabı da hazırladı. Her ihtimale karşı bunu meçhul bırakmak lazımdı. Belki de mühim bir şey çıkar, telefonla olsun aranabilirdi.
Bütün bunları inceden inceye düşünen Ahmet Melih Bey telefonu açtı. Saat altıya geliyordu.
Söyleyeceği kelimeleri zihninden kaçırmamaya çalışarak karısının sesini beklerken kulağına hizmetçinin sesi geldi.
“Hanım nerede?”
Karısının oda işlerine ve orta hizmetine bakan Çerkez kızı hanımefendinin henüz gelmediğini söyledi.
Ahmet Melih o kadar meşguldü ki sabahleyin apartmandan ayrılırken karısının kendinden evvel sokağa çıkmış bulunduğunu bile hatırlamadı. Hatta onun henüz eve gelmeyişini bir lütufu sayarak bu akşam yemeğe gelemeyeceğini, ziyafet meselesini hanımın dönüşünde hemen söylemesi için hizmetçiye emirler vererek telefonu kapattı. Büyük bir yükten kurtulmuştu. Telefonda karşısına karısı çıkmış olsaydı yine bin türlü serzenişler, şikâyetler dinleyecekti. On sekiz, yirmi yıllık bir evlilikten sonra bu kadar yapışkanlık da pek gülünç ve usandırıcı oluyordu.
Bugünkü işler yolunda gidiyordu.
Bankacıları memnun etmişti. Şimdi arkadaşlarıyla eğlenmek hakkıydı. Nâzım Cemal belki şimdiden Prenses’in apartmanına damlamıştı.
Mühendis Ragıp zaten ne zamandır böyle bir eğlenceye susadığını söyleyip duruyordu. Yalnız Avukat Rıza Sedat’ın geleceği şüpheliydi. Karısı yakasını bırakırsa bu eğlenceyi kaçırmayacağını söylemişti.
Onun için kazak bir erkek derlerdi. Fakat bu onun sinirine, keyfine göre değişiyordu. Onu çok defa umumi balolarda karısı ile değil daktilosu ile görenler olurdu. Fakat karısıyla bulunduğu zamanlar yanında bir kedi gibi yaltaklandığını da görenler çoktu. Garip bir adamdı. Mahkemelerdeki o müthiş Rıza Sedat bazen o kadar yumuşak, o kadar kılıbık olurdu ki yakından tanımayanlar bu kadar silik ve donuk bir adamın en çetin ve karışık davaları iki satırlık bir müdafaa ile çözüverdiğine inanmazlardı.
Nâzım Cemal ve Ahmet Melih hususi eğlence âlemlerinde tatlı fıkralarıyla kendini aratan Avukat Rıza Sedat’a bu akşam için ısrar etmişlerdi.
Ahmet Melih ötekilerin geleceğinden şüphe etmediği için avukatın yazıhanesine telefon etti. Kendisini bulamadı. Kâtibi avukatın birdenbire çıkan bir iş için Feneryolu’na kadar gittiğini söyledi.
“O hâlde gelir gelmez, bu akşam toplantıda kendisini beklediğimizi söyle!”
“Başüstüne efendim.”
Artık yapacak bir iş kalmamıştı. Yazıhaneden çıktı. Otomobile atladı:
“Taksim’e.”
Sinemanın önünde otomobilden indi:
“Sen apartmana git. Hanım bir yere çıkmak ister belki… Sonra garaja gidersin. Ben taksi ile dönebilirim.”
Ve otomobil döner dönmez Sıraselviler’e doğru yürüdü.
***
Bu geceki eğlenti için Prenses yeni tanıdığı iki genç kadını davet etmişti.
Bunlardan biri bir hariciye memuru ile bir zaman yaşamış şık, zeki bir kadındı. İyi tahsil, terbiye görmüş, seyahatler yapmış; giyinmesini, yakıştırmasını iyi kavramış bir kadın, Prenses’in apartmanında kendini Necla diye tanıtmıştı. Fakat asıl ismi olmadığı muhakkaktı. Çekik siyah gözlü, duru beyaz tenli, narin vücutluydu.
Öteki genç kadın Esved isminde, adının aksine pembe, sarışın, iri mavi gözlü bir gençti. Geniş omuzları ve kalçaları, uzun boyu ilk hamlede Necla’dan çok göz alıyordu. Fakat ötekindeki incelik bunda yoktu.
Ruhsar Hanımefendi dışarıdaki vasıtalarıyla ele geçirdiği bu kadınları tecrübelerine göre âdeta imtihandan geçirdikten sonra kabul ettiği için bu dairede görülen kadınların en inatçı ve titiz erkekleri memnun edecek kadınlar olduğuna şüphe etmemek lazımdı.
İki kadın daha gündüzden apartmana gelmişler, tuvaletlerini tazelemişlerdi. Ruhsar Hanımefendi Nâzım Cemal’in meclis odası adını verdiği büyük yemek salonunda zengin bir masa hazırlamıştı.
İlk gelen Nâzım Cemal oldu.
Onun böyle eğlencelere yüzü yoktu. Hiçbir kadının tahakkümünü kabul etmeden yaşayan Nâzım Cemal Bey kırk beş yaşının artık hesaplı, temkinli olmak hususundaki ikazlarına rağmen kendini üst üste eğlencelerden vazgeçiremiyordu.
Saçlarındaki beyazlar siyahları mağlup etmişti. Göbeği vücudunu ikiye bölecek kadar yükselmişti. Göz kapaklarındaki çizgiler kalınlaşmış, perde hâline gelmişti. Fakat o, bu çöküntü âlemlerinden korkmuyordu. Bu her fâni mahlukun ne kadar itina etse yine mukadder akıbeti idi. O asıl ruhi inkırazdan korkuyordu.
Arzuların bittiği yerde insan bir külçe ve hayat bir işkence sayılırdı. Ve çok şükür Nâzım Cemal henüz nefsinde böyle bir isteksizlik, yorgunluk hissedenlerden değildi.
Sıraselviler’deki apartmanda onu ilk karşılayan Ruhsar Hanımefendi oldu. Kuyruklu sürmelerle göz bebekleri dışarı fırlamış gibi çiğ bakan Prenses, katmerli gerdanını titreten bir eğreti heyecan içinde pırlanta, yakut ve zümrüt yüzüklerin kümelendikleri ellerini uzattı:
“Hoş geldiniz, safa geldiniz beyefendi. Göreceğimiz gelmişti vallahi.”
Misafir ağırlamasını, herkesin zevkine göre vaziyet almasını o kadar iyi biliyordu ki bu apartmana gelip de onun tatlı diline, güler yüzüne hayran olmadan çıkan işitilmemişti.
Nâzım Cemal yarını düşünmeyen insanlara mahsus bir gönül rahatlığı içinde teklifsiz, laubali, salona geçerken soruyordu:
“Hani ya, bizimkiler yoklar mı daha?”
“Nerede ise gelirler beyefendi.”
Ve sonra bayat bir şuhluk içinde gülerek ilave etti:
“Onlar sizin gibi genç değiller… Geç kalırlar.”
Ve kalın, kof kahkahalar içinde tuvalet teşhir eden birer mağaza gibi ayakta duran kadınları gözünün ucuyla işaret etti:
“Tanışmazsınız zannederim. Necla Hanım, Esved Hanım.”
Ve onlar üç dört saatten beri bekledikleri bu erkek misafirin gelişinden sıkılmışlar, utanmışlar gibi utanmaya benzer bir büzülüşle ellerini uzattılar. Nâzım Cemal o kadar pişkin ve alışkındı ki değil böyle sıkılma, utanma numaraları yapan kadınları, bu hayata hakikaten ilk olarak adımını atınca heyecandan ve hicaptan ağlayan, yalvaran ve kaçmak isteyen kadınları bile bir iki saat içinde bir kadehten içki içecek kadar eğlendirmenin yolunu bilirdi.
Daha oturmadan şakalaşmaya başladı.
“Her şeyden evvel bu güzel hanımların isimlerini değiştirmeli. Böyle kanarya gibi mahlukun adı Esved olur mu canım?”
Ve bir eski ahbap teklifsizliği ile çenelerini, yüzlerini okşayarak aralarına girdi. İki hizmetçinin henüz mezelerini yerleştirmeye çalıştıkları yemek salonuna doğru sürükledi.
“Bizimkiler gelmeden birer tane çakabiliriz. Oooh doğrusu nefis şeyler… Bizim Prenses tabiat sahibidir canım. Bu kadar şık bir sofra hazırlamak herkesin harcı değildir vallahi.”
Ruhsar Hanımefendi göz bebeklerini devirip gerdan kırarak gülümsedi:
“İltifat ediyorsunuz canım. Fevkalade ne var ki?”
İki genç kadın çekingen ve isteksiz, bu teklifsizlikleri ayıplar gibi dudak bükerek birbirlerine bakıyorlardı.
Aralarında en samimi olan yine Nâzım Cemal Bey’di. O böyle eğlentilerin kurdu olmuştu. Bu süs ve şatafat içinde sahiden hanımefendi rolü oynayan Prenses’in ne düşük ve aşağılık bir nazenin eskisi olduğunu biliyordu. Bu salona giren kadınların da evlerinden zorla getirilmiş namus ve ismet kurbanları olmadıklarına şüphe yoktu. Bunun için böyle toplantılarda kendinden başkasını düşünmezdi. Bütün bu sıkılmaların, dudak bükmelerin, yapmacıkların ve iğretiliklerin mesleğin iğrenç ve bayağı birer cilvesi olduğu malumdu. İlk görüştükleri anda bu numaraları yapan kadınların bir iki kadeh içtikten sonra şıkır şıkır oynadıklarını çok görmüştü.
Ağız ağıza doldurduğu kadehleri işaret etti:
“Haydi bakalım küçük hanımlar, çekelim.”
Ve onları beklemeye bile lüzum görmeden kendi kadehini yuvarladı.
“Ooooh! Rakı da güzel. Ben rakıyı başka içkilere tercih ediyorum. Çünkü az içilirse mide bozmuyor. Şarap bana baş ağrısı yapıyor. Ama biz içmesini bilmiyoruz doğrusu. Şarap yemek arasında bir kadeh içilirse faydalıdır. Fakat çokları şişeyi deviriyorlar. Sonra iki gün baş ağrısı çekiyorlar.”
Kadınların kadehlere yalnız dudaklarını dokundurup bıraktıklarını fark etmişti. Gülerek Prenses’e işaret etti:
“Bu küçük hanımlar nazlanmak istiyorlar galiba. Eh haydi bakalım! Kadehlerini verelim de bitirip öyle bıraksınlar.”
Kümese yeni atılmış yabancı hindiler gibi birbirine sokularak fıkırdaşan iki kadın fısıldaştılar:
“Ne tuhaf adam!”
Nâzım Cemal bunu işitmişti, güldü:
“Tuhaf ya… İçin bakalım, eğleneceğiz. Öyle değil mi Prenses?”
Ruhsar Hanımefendi kaşla gözle ötekilere içmelerini işaret ediyordu:
“Değil mi beyefendi?” dedi. “Herhâlde sıkılıyorlar ama ben kendilerine söyledim. Gerek sizden, gerek Ahmet Melih Beyefendi’den bahsettim. Zaten isimlerinizi tanıyorlar. Fakat ne kadar olsa… Toyluk işte.”
Ruhsar Hanımefendi’nin toy diye tanıtmak istediği iki kadının bu âleme, bu hayata gözlerini yeni açmış ev kuzuları olmadıkları besbelliydi. Nâzım Cemal toyluktan bahsedilince iki kadını ilk defa şöyle alıcı gözüyle baştan aşağıya süzdü. Hafifçe gülümsedi:
“Çabuk açılırlar merak etme!”
Ve kadehleri ikinci defa dolduruyordu ki kapının zili koridorda aksetti.
“Geldiler.”
Mühendis Ragıp’la Ahmet Melih Bey gelmişlerdi.
Artık meclis tamam sayılırdı.
Yalnız Avukat Rıza Sedat yoktu. Ahmet Melih:
“İki defa telefon ettim.” dedi. “Acele bir iş için Feneryolu’na gitmiş. Gelir gelmez haber verecekti. Hatta kâtibe tembih ettim. Yazıhaneye uğramadan evine giderse, evine haber bırakacak.”
Mühendis Ragıp genç kadınlardan Necla ile ahbap çıkmıştı. Bu eski dostluk hepsinin arasında paylaşıldığı için salonun havası değişiverdi. Necla birdenbire açılıvermişti. Şimdi Nâzım Cemal’in teklifsizliği hepsine sirayet etmişti. Birkaç dakika içinde senli benli oluverdiler.
Ruhsar Hanımefendi bir aralık Ahmet Melih’e yaklaşarak kulağına fısıldadı:
“Mukaddes sizi sorup duruyor. Kendisini gördüğünüz yok galiba.”
Ahmet Melih’in yüzü güldü:
“Hakkı var. O kadar işim vardı ki arayamadım. Birkaç kere yazıhaneye de telefon etmiş. Kocası İstanbul’da mı acaba?”
“Zannetmem, İstanbul’da olsaydı beni aramazdı.”
“Bir telefon etsek bulabilir miyiz acaba?”
“İsterseniz arayayım. Yalnız bunlar varken bilmem gelir mi?”
“Zarar yok. O gelsin. Arka odaya alırsın. Ben bir bahane ile çıkarım.”
Biraz sonra kapıda tekrar görünen Ruhsar Hanımefendi ötekilere belli etmeden Ahmet Melih’e işaret etti. Dışarı çağırdı. Koridorda fısıldaştılar.
“Gelecek. Arka odada küçük bir masa hazırlatayım mı?”
Ahmet Melih birdenbire keyiflenmişti. Prenses’in arkasını okşadı:
“Yamansın vallahi. Öyle iyi düşünürsün ki! Bizimkiler eğlenirken, kaçamak yapmak öyle hoş olacak ki!”
Hanımefendi bu iltifattan gururlanmış gibi omuzlarını oynattı:
“Öyledir efendim. Erkekler böyle kaçamak eğlencelerden daha çok zevk alırlar.”
Beraber salona döndükleri vakit iki genç kadının Mühendis Ragıp’la Nâzım Cemal tarafından paylaşıldığını gördüler.
Nâzım Cemal, Necla’yı dizlerine oturtmuş bir kadehten içirmeye çalışıyordu.
Artık eğlence hararetlenmişti. Tatlı tatsız şakalar, yerli yersiz nükteler, kadınların hoppalığı, erkeklerin yapışkanlığı başlamıştı.
Bir aralık kapının çalındığını duyunca hep birden haykırdılar.
“Meşhur avukat geldi.”
Ev sahibi dışarı çıktı, fakat yalnız olarak döndü.
“O değil mi?”
“Hayır. Kapıcı bira getirdi.”
Ve ötekiler yanlarındaki kadınlara avdet ederlerken Ahmet Melih’e işaret etti.
Ahmet Melih birkaç gün sonra çıkacağı yeni İzmir seyahatine beraber götürmek istediği Mukaddes Hanım’ın geldiğini anlamıştı.
Arkadaşları, o kadar dalmışlardı ki bir bahane bulmaya bile lüzum görmeden yavaşça dışarı çıktı. Her ihtimale karşı onları meşgul etmesi için de ev sahibine işaret etti.
Mukaddes Hanım, kibar âleminin bu güzel kadını, küçük odada bekliyordu.
Bu evli bir kadındı. Güzeldi. İyi konuşur, lisan bilir, musikiden anlar ve her şeyden fazla çok şık giyinmesini bilirdi. Fakat bu şık giyinmek, her eğlenceye gitmek, çay, dans saatlerini kaçırmamak pek kolay değildi. Şık bir kadının haftanın birkaç gününde danslı çaylara, sinemaların ilk gösterişlerine, tiyatrolara ve her mevsim eksik olmayan balolara iştirak edebilmesi için kolay kolay sarsılmayacak bir bütçesi olması lazımdı. Hâlbuki kocası nihayet aylıklı bir adamdı. Genç ve güzel karısının pek alıştığı arzularını karşılayacak vaziyette değildi. Ara sıra poker masasında oldukça mühim yekûnlar bırakan bu şık kadın, başı sonu belli bir aylıkla idare edilemezdi. Vakıa kocası çalıştığı müessese hesabına memleket içinde uzun seyahatler yapıyor, aylığından başka ücret de alıyordu. Ve ancak bu seyahatler Mukaddes Hanım’ın bütçesini biraz doldurabiliyordu. Bu seyahatler kocasından ziyade kendisi için istifadeli olduğundan o İstanbul’da yalnız kalmaya can atıyordu.
Kocası bir hafta evvel yeni bir yolculuğa çıkmıştı. Bir ay sürecek olan yeni seyahat Mukaddes Hanım’ın kış hazırlıkları için pek hayırlı olacağa benziyordu. Bunun en hayırlı alameti bu akşam Ahmet Melih Bey’i bulmuş olmasıydı.
Bu gece de pek şıktı. Giydiğini yakıştırmasını bilen bir kadının kendini beğendireceği erkeğin karşısına çıkması için ne yapmak lazımsa yapmıştı. Ve zaten ne zamandır onu özleyen Ahmet Melih için bu kadar zahmete bile lüzum yoktu.
Bu üçüncü görüşmeleriydi.
Ahmet Melih onu büyük bir baloda tanıdığı zaman aralarında hafif bir aşinalık belirmişti. Genç kadın bir delikanlı ile dans ederken kendisini vaktiyle takip eden meşhur palamut tüccarına iltifat etmeyi unutmamıştı. Ahmet Melih bundan sonrasını Hanımefendi’nin gayretine bıraktı ve bir hafta sonra idi ki Nişantaşı’nın bu şık kadını bu apartmanda onu bekliyordu.
Küçük odada baş başa kaldıkları zaman Ahmet Melih sevgilisine kavuşmuş toy bir liseli heyecanıyla genç kadının ellerine sarıldı. Gözünü onun büyük mavi gözüne dikti. Ve içini çekti:
“Ne güzelsin!”
Genç kadın tatlı bir göğüs geçirdi:
“Sizi o kadar göreceğim geldi ki!”
“Ya benim.”
“Ama hiç aramadınız.”
“İmkânı var mı? Senin için düşündüğümü bilsen.”
Gözleri parıldayan genç kadın heyecanla sordu:
“Ne düşündünüz?”
“Seninle bir İzmir seyahati yapmak.”
Bu hiç beklemediği bir cevaptı. Bir Avrupa seyahati demiş olsaydı muhakkak ki kendini ağır satmak arzusuna rağmen boynuna atılacaktı.
Bükülen dudakları isteksizce cevap verdi:
“Kabil mi? Nasıl giderim? Ne derler?”
Ahmet Melih Bey genç kadının kalbinden geçenleri sezmemişti:
“Ne çıkar?” dedi. “Seninki nasıl olsa burada yok!”
Çok şeyler ümit ettiği bu meşhur zengini darıltmış olmamak için biraz yumuşadı:
“Sizi kırmak istemem, eğer imkân bulursam hay hay…”
Ahmet Melih, genç kadına sokulmuştu. Gündüzkü muvaffakiyetli işlerin verdiği serbestlik içkinin keyfine de karışarak onu azdırmıştı. Artık her şeyi tabii, mümkün ve kolay buluyordu.
Genç kadının çekinmelerine rağmen onunla salondaki kadınlar gibi derhâl teklifsiz oluverdi. Ötekilerin uzaktan işitilen kahkahaları bunların cesaretini arttırıyordu.
Arkadaşlarını şüphelendirmemek için ara sıra kapıdan görünüp gelen Ahmet Melih onların artık kendisiyle meşgul olamayacak hâle geldiklerini görünce küçük odanın kapısını kapadı.
Nâzım Cemal Bey’in zevk ve safa mabedi adını verdiği bu apartmanda taze aşk sahneleri canlanmaya başlamıştı.
Yaşını, başını oldukça almış bu adamlar bol bol içiyor, kahkahalar atıyor ve doya doya eğleniyorlardı.
***
Saat henüz on buçuktu.
Elektrik zili koridordan taşarak salona, hatta Ahmet Melih Bey’in uzaktaki küçük aşk yuvasına kadar sesini duyurdu.
Bu saatte kim gelebilirdi?
Hanımefendi dairesini o kadar muntazaman idare ediyordu ki şimdiye kadar hiçbir münasebetsiz ziyaret vaki olmamıştı.
Bunu bildikleri için hepsi de yüzünü buruşturdu:
“Kim acaba?”
Hanımefendi hiç istifini bozmadı.
“Keyfinize bakınız, şimdi haber veririm.” dedi ve çıktı.
İki dakika geçmemişti ki Avukat Rıza Sedat’ı salonun kapısında gördüler. Nâzım Cemal’le Mühendis Ragıp düşe kalka ona doğru koştular:
“Nerede kaldın yahu? Akşamdan beri seni bekliyoruz. Şimdi sana ceza var. Bu dakikaya kadar ne kadar içtikse sen hepsini birden içeceksin.”
Avukat Rıza Sedat isteksiz, somurtkan, etrafına bakınarak gülmeye çalıştı:
“Ahmet Melih nerede?”
Ötekiler Ahmet Melih’in yanlarında olmadığını ancak şimdi fark etmişlerdi. Onlar da etraflarına baktılar:
“Sahi Ahmet Melih nerede?”
Hanımefendi derhâl araya girdi:
“Ellerini yıkamak için çıkmıştı. Şimdi gelir.”
Rıza Sedat kollarına yapışan arkadaşları arasında sürüklenirken mırıldandı:
“Ya… Demek o da burada!”
Hanımefendi dışarı çıkmıştı.
Nâzım Cemal onu kadınlara tanıtırken Mühendis Ragıp:
“Elbette burada ya.” dedi. “Ziyafeti veren o…”
“Haydi bakalım sen otur da bize yetişmeye çalış. Hanımlar sana rakı versinler. Haydi kızım Esved, doldur bakalım şu kadehleri!”
Böyle eğlenti meclislerinde kendisini daima aratan Avukat Rıza Sedat’ın bu gece neşesi yoktu. Her fırsatta hoş bir hikâye anlatan avukat üst üste verilen rakıları içerken salona dönen Hanımefendi’yi gözleriyle istintak ediyordu:
“Nerede Ahmet Melih?”
Ev sahibinin cevap vermesine hacet kalmadan Ahmet Melih seyrek saçları yüzüne dökülmüş, kravatsız gömleğinin yakası kopmuş, askılarının bir teki bağlanmamış içeri girdi. O kadar dalgındı yahut o kadar sarhoştu ki Avukat Rıza Sedat’ı görmedi bile!
Ev sahibi ona avukatın geldiğini söylediği için cigara dumanları arasında gözleriyle onu aradı:
“Nerede bizim haylaz bakalım? Gelmeseydi ceza verecektik.”
Rıza Sedat’ın kolları onu kucakladı:
“Bu ne hâl çelebi?”
Ve sonra dikkatle üstünü, başını gözden geçirdi. Ahmet Melih’in beyaz ipek gömleğinin kollarındaki çapraz sürme izlerini görünce onu ters yüzüne sürükledi, salondan çıkardı.
Ahmet Melih şaşırmıştı:
“Ne var canım? Niye çıkıyoruz?”
Rıza Sedat koridora çıkınca onu bıraktı. Kapının yanındaki aynayı gösterdi:
“Kendini bir muayene et bakalım.”
Ahmet Melih’in gözleri zor açılıyordu. Ne kolundaki çapraz sürme izini, ne de yakasındaki pembelikleri görmesine imkân vardı.
Rıza Sedat arkadaşını aynaya yaklaştırdı. Parmaklarıyla bu lekeleri gösterdi.
Ahmet Melih birdenbire sarsıldı:
“Eyvah!”
“Eyvah ya… Nerede eğleniyorsan git de bunları yapana temizlet. Sonra da işi paydos et, seninle görüşeceğim mühim bir iş var.”
Ahmet Melih kendini toplamıştı. Arkadaşının yüzüne baktı. Avukat çok ciddi görünüyordu.
Omzunu okşayarak ilave etti:
“Haydi dostum. Zaten geç oldu. Biraz daha eğlen. Ben de birkaç tane içeyim. Beraber çıkalım.”
Ve Ahmet Melih’e aralığından ışık sızan arka odayı gösterdi:
“Haydi marş!”
Salona döndüğü zaman masa başındakiler kadınlı erkekli bir şarkı tutturmuşlardı.
Nâzım Cemal artık kıvamını bulmuştu. O içkiyi de ancak keyiflenecek kadar içmesini bilirdi. Kadına karşı iradesine nasıl hâkimse içkiye karşı da aynı metanetini gösterebiliyordu.
Fakat Mühendis Ragıp, artık ipin ucunu kaçırmıştı. Avukat Rıza Sedat’ın gelişi onu büsbütün coşturdu.
İçtiler, içtiler.
***
Saat on ikiyi geçiyordu.
Avukat Rıza Sedat arkadaşlarının ısrarıyla epey içmişti. Bir aralık dışarı çıktı. Biraz evvel aralığından ışık sızan kapıya yaklaştı.
Kapalıydı. Ses de gelmiyordu. Parmaklarının ucuyla vurdu. İşittiremedi. Elinin tersiyle vurdu. Duyuramadı. Yumrukladı. Yine cevap alamadı. Kapıyı yokladı. Kilitli değildi. Açtı. İçerisi aydınlıktı.
Rıza Sedat bütün dikkatini toplayarak başını içeri uzattı. Gördüğü manzara onu gülmeye mecbur etti.
Ahmet Melih ve genç kadın sızmışlardı.
Küçük ceviz yatakta bir külçe, bir kalın halat düğümü hâlinde sızmışlardı. Genç kadının yüzü değil, güzel ensesi ve başı görünüyordu. Ahmet Melih’in kafası onun omzundan sarkmıştı. Rıza Sedat ortada duran masadaki rakı sürahisine baktı, boşalmıştı. Bu manzara Ahmet Melih’in bu gece kendine gelemeyeceğini anlatıyordu. Yavaşça kapıyı çekti.
Salona döndüğü zaman meydanda Hanımefendi’den başka kimseyi göremedi.
Prenses gülüyordu:
“Odalarına çekildiler.”
Rıza Sedat zaten kalmak niyetinde değildi. Cebinden çıkardığı karta birkaç satır yazdı. Hanımefendi’ye uzattı.
“Ahmet Melih Bey uyanınca verirsiniz. Buraya da yazdım ya, evine gitmeden bana gelsin.”
Ve bir harabe hâline gelen geniş sofraya baktı. Hafifçe güldü.
“Allah’a ısmarladık.”
“Güle güle beyefendi.”
Hanımefendi onu kapıya kadar geçirirken yavaşça fısıldadı:
“Kalmak isterseniz yerimiz var Rıza Beyefendi.”
Başını salladı:
“Teşekkür ederim. Hayır.”
Ve bahşiş almak için o saate kadar bekleyen kapıcıya bir kâğıt uzattı. Caddeye çıktı.
Saat dokuza doğru gözlerini açan Ahmet Melih genç kadını ayakta buldu. Giyinmişti. Tuvaletini bile yapmıştı. Uyandığını görünce yaklaştı. Parmaklarıyla çenesini okşadı:
“Bonjur cici.”
Ahmet Melih çenesini okşayan eli tutmak istedi. Fakat genç kadın fırsat vermedi:
“Saat dokuz. Hem size bir kart var, bakın.”
Ahmet Melih gözlerini ovuşturarak kartı okudu:
Saat dokuzda yazıhanedeyim. Eve dönmeden bana gel.
Yüzünü buruşturdu:
“Saçma!” diye kartı fırlattı.
Başını kaşıdı. Rıza Sedat’ın akşamki lakırtıları hatırına geldi. Herhâlde mühim bir şey olacaktı. Göz ucuyla onu tetkik eden genç kadın sordu:
“Arkadaşlarınız henüz kalkmadılar. Çayınızı getirteyim mi?”
Ahmet Melih zahmetle yataktan atladı.
“Evet, evet, yalnız bir çay.”
Ve hemen giyinmeye başladı.
Genç kadının çantasına koyduğu elli liralıktan başka Hanımefendi’ye de yüz elli lira masraf parası veren Ahmet Melih caddeye çıktığı zaman saat ona yaklaşıyordu.
Bir taksiye atladı. Galata’ya indi. Rıza Sedat onu sabırsızlıkla bekliyordu. Arkadaşını artık konuşulur bir hâlde yakalamıştı. Önce gülerek sordu:
“Eh, nasıl geçirdin bakalım, geceyi? Yüzünü görmedim ama yanındaki herhâlde nefis bir şeydi. Ensesine bayıldım doğrusu. Piyasa malı olmadığı belli. Bulursun kâfir. Nâzım Cemal’i görmedin mi bu sabah?”
Ahmet Melih başını salladı:
“Hayır.”
Ve akşamki içkinin ve yorgunluğun hâlâ geçmeyen harareti ile dilini şapırdattı:
“Bir çay söylesene!”
Sonra koltuğa yaslanarak sordu:
“Akşamdan beri ne oluyorsun Allah aşkına? Bu sabah gözümü açar açmaz kartını burnuma dayadılar. Ferman almış cellatlar gibi ne oluyorsun? Ne var sanki?”
Rıza Sedat yazıhane koltuğundan kalktı. Arkadaşının yanındaki kanepeye oturdu.
“Dün gece eğlendin ya?”
“Şöyle böyle!”
“Dün beni aradığın zaman buradan ne cevap verdiler sana?”
“Feneryolu’na mı gitmişsin, Kalamış’a mı?”
“Tamam, Feneryolu’na gitmiştim. Nereye gittiğimi de ben söyleyeyim, Nermin Hanımefendi çağırmıştı.”
Ahmet Melih’in kaşları kalktı:
“Bizim…”
“Evet.”
“Münasebet?”
“Ben de şaşırdım. Fakat kendisiyle görüştükten sonra büsbütün…”
Ahmet Melih doğruldu. Bakışları canlandı. Bir hadise karşısında olduğunu anlamıştı.
“O Feneryolu’nda mı?”
“Evet.”
Dünden beri karısını görmediği için yirmi dört saatlik vakaları bir anda hatırlamaya çalıştı. Demek dün sabah karısı apartmandan çıktıktan sonra bir daha dönmemişti.
Birdenbire sordu:
“Peki seni niçin çağırtmış?”
Rıza Sedat’ın yüzü değişmişti. Vazife sırasında kabaran yüzünün hatları yine kalınlaşmıştı. Dedi ki:
“Hanımefendinin bana da garip gelen bir fikri var. Ayrılmaya karar vermiş.”
Ahmet Melih yerinden fırladı:
“Ne diyorsun?”
“Evet. Buna kati surette karar vermiş. Bunu sana söylemek vazifesini de bana verdi. Otur ve sakin ol da konuşalım.”
Ahmet Melih koltuğa tekrar gömüldü. Fakat bir anda rengi ve sesi bile değişmişti.
“Aranızda mühim bir hadise geçmedi değil mi?”
“Hiç!”
“Zaten bunu kendisi de söyledi. Onunla iki saatten fazla konuştuk. Ona bu ayrılış kararını verdiren sebebi anlamak için çalıştım. Hatta daha ileri giderek kendi cephesinden bir münasebet olup olmadığını araştırdım. Bunca yıllık avukatlığımın bütün tecrübeli metotlarını kullandım.”
“Evet.”
“Ve buna rağmen anlayamadım.”
“Garip şey. Peki ne diyor?”
“Dediği şu, daha doğrusu garip bir felsefe. Erkekle kadını birbirine bağlayan münasebetler tabii olarak zamanla gevşiyormuş. Hızlarını, hararetlerini kaybeden münasebetleri sürüklemeye çalışmak manasızmış. Bu bağların çözüldüğünü bu ilk duyguların gevşediğini anlayanlar için ayrılmaktan tabii bir şey olamazmış.”
Ahmet Melih dudakları düşmüş, şaşkın şaşkın dinliyordu. Rıza Sedat devam etti:
“Kendisine dedim ki, bu fikrini kabul etmek lazım gelirse hayatta birbirine bağlı bir çift kalmaz. Her izdivaç tabiatın hükümlerine göre aynı yollardan geçer. İlk aşkı sonuna kadar yaşamış insanlara tesadüf edilmiş değildir. Kim iddia ederse etsin, ilk sevginin harareti yaşlar ilerledikçe söner. En çılgın aşk kahramanları bile aynı akıbetle karşılaşmışlardır. Yalnız bir nokta vardır, izdivaçla birbirinin sevgisini paylaşan insanlar zamanla öyle kaynaşırlar ki ilk sevgilerinin ifadesi değişir. Aşkları devamlı bir arkadaşlık şekline girer ve ancak bu kuvvetli bağdır ki, sevgilerin çözüldüğünü hissettirmeden insanları yaşatır.
Bütün bunları âdeta bir içtimaiyat, ruhiyat profesörü gibi anlattım. Münakaşa ettik, fakat kendi kendine öyle bir telkin yapmış ki, kararından geri çevirmeye muvaffak olamadım. Israr etti. ‘Ayrılmamız lazım. Çünkü artık birbirimize duyuracak zevkimiz kalmadı.’ diyor.
Senden hiç şikâyeti yok. Kabahati tabiatta buluyor. On sekiz yıllık karı kocalığın elyafı gevşemiş, suyu çekilmiş bir nebata benzeyen posasını sürüklemek için sebep olmadığını, her iki tarafın da hürriyetini birbirine iade etmesinden başka çare bulunmadığını söylüyor. Tabirlere dikkat ediyor musun? Aynen tekrar ediyorum. Nermin Hanım on sekiz yıllık karı kocalığı elyafı gevşemiş bir nebata benzetiyor. Hani işe tabiat cephesinden bakınca insan kolay cevap veremiyor.
Hayatta tabiatın kanunlarına uygun taraf kalmadı ki! Hele kadın erkek münasebetleri bugüne kadar öyle birbirine zıt şekillere, kalıplara döküldü ki, en tabii olanı hangisidir diye kestirmek imkânı yok.
Eski Yunanlılarda izdivaçtan maksat çocuktu. Ve çocuk cemiyetin malı idi. Bugünün büsbütün aksine olarak kan babadan değil, anadan geliyordu. Babası kim olursa olsun onunla kimse meşgul olmazdı. Ve eski Yunan nesli kadın erkek münasebetinin bu şekline rağmen tarihin kaydettiği en kuvvetli nesillerden sayılırdı.
Sonra bu fikir değişti. Kadın hakkı babaya geçti. Fakat bugün gerek Amerika’da ve gerek Afrika içlerindeki kabileler arasında öyle izdivaç şekilleri görülüyor ki, hukuk âlimlerinden ziyade ruhiyat ve içtimaiyat mütehassıslarını alakadar ediyor. Mesela Kongo havzasındaki kabileler arasında müşterek izdivaçlar var. Yani bir kabilenin herhangi bir erkeğine gelin gelen kadın yalnız o erkeğin değil bütün kabile erkeklerinin malı oluyor.
Bugünkü medeniyet dünyasının izdivaç kanunları az çok esasta birleşmişlerdir. Bunlar daha ziyade kuvvetlerini mukaddes kitapların emir ve nehiy çizgilerinden almışlar. Eski dinlerin tesiri altında kalan kütleler içtimai kanunlarından henüz bu izleri silmiş değillerdir. Hâlbuki mukaddes kitapların nüfuz mıntıkasından uzak kalan yerlerde yalnız tabiatın değişmez kanunlarıyla yaşayan eski kabileler, aşiretler arasında iş büsbütün aksine olmuştur. Oralarda ne yerden ne gökten emir alarak yaşayan insanlar yalnız tabii hisleriyle, tabii ihtiyaçlarıyla buldukları yaşama, birleşme şekillerini örf ve âdet hâline getirmişlerdir. Bu şekil hayatı geçiren kabileler arasında tetkikat yapan âlimler oralarda kadın yüzünden kan döküldüğünü işitmemişlerdir. Çünkü onlar arasında geçen ahkâm tabiatın diğer mahlukları arasında hâkim olan hissî ahkâm. Bir sinek gebe kalınca artık hiçbir erkek sinek ona yaklaşmaz. Bu kabileler arasındaki örf ve âdet de budur. Dişi gebe kalınca kabilenin hiçbir erkeği ona yaklaşmaz. Ve o, artık herkesin hürmet ettiği, yarı mukaddes bir mahluktur.
Ha ne anlatıyordum? Bugünün medeni izdivaç kanunları hükümlerini hep mukaddes kitapların koydukları temelden aldıkları için birbirlerinin eşidirler. Medeniyet dünyasının her tarafında kadın ve erkek münasebetleri hemen hemen aynı çerçeve içindedir. Yalnız birleşmek ve ayrılmak usullerinde bazı kanunlar serttir, bazısı hafiftir. Fakat esas yine birdir. Kocasının adını taşıyan kadın kocasınındır. Gelelim şekilde, içtimai nizamda bu böyle amma hakikatte, tabiatta bu hükümler tamamıyla yer bulabiliyor mu?
Eski dinî kanunlar, zina eden kadını recme mahkûm ederdi. Fakat bu fiilde müşterek olan erkek için bu kadar şiddetli bir ceza yoktu. Hatta kabile hayatından büyük siyasi teşekküllerden evvelki feodalite devrine kadar kadın galibin, kuvvetlinin kayıtsız, şartsız tasarruf ettiği bir mahluktu. Tarihin birçok devrinde kadın sadece bir dişidir. Dişinin siyasi ve içtimai hiçbir hakkı yoktur. Kuvvetin her şeye hâkim olduğu devirlerde insanlar böyle düşünür ve böyle yaşarlardı.
Kanun devri başladığı zaman cemiyet hayatı da değişmişti. Bugüne kadar geçirilen tecrübeler şunu anlatıyor ki, izdivaç hiçbir devirde en doğru ve tabiata yakın şeklini bulmuş değildir.
Bugün Amerika’da ve Avrupa’da bilhassa yüksek tabakalar arasında sık sık tesadüf edilen geçimsizlikler, yavaş yavaş orta ve aşağı sınıflara doğru iniyor. İnsanlar ruhi bir kararsızlık içindeler. Hislerde göze çarpan buhran gittikçe derinleşiyor.
Muharebelerin bıraktığı teessürler sosyal ızdıraplar, sitelerin hummalı hayatı, birdenbire kazanılan servet, birdenbire elden giden sermaye, zevk ve eğlencenin, içki ve sefahatin nesiller üzerinde yaptığı bozgunluklar insanları, kadını ve erkeği çok değiştirmiştir.
Hele kadının hisleriyle beraber muhakemesiyle de yaşamaya başlaması evlilik hayatında büyük bir hadise yapmıştır.
Eski kadın az düşünür, az hisseder ve daha ziyade adalesiyle vazife görürdü. Şimdiki kadın en az adalesiyle ve en çok hisleri ve muhakemesiyle yaşıyor. Aradaki fark bugünkü kadını erkek için bir dişi olmaktan uzaklaştırmıştır.
Bugünün kadını haricî ve maddi vasıfları itibarıyla dişidir. Fakat ruhi teşekküller ile dişi olmaktan çıkmıştır. Hislerde ve düşüncelerde birleşen kadınla erkek adalî münasebetlerde eski hayatiyetlerini tamamıyla kaybetmişlerdir.
Eski kadın, dişi kadın bir ihtiras aleti ve nihayet çocuk yuvası idi. Bu kabul edilmişti ve bu kanaat, eski insanları dişili erkekli mesut etmeye kâfi idi. Bugünün kadını adalesinden ziyade sinirinin ve kafasındaki fosforunun tahakkümü altındadır. Bunun içindir ki, bugünün kadını hırçındır, iddiacıdır ve mütehakkimdir. Onu mesut etmek için en münevver erkekler bile yanlış yollardan yürürler. Onu hâlâ dişi vaziyetinde görüp koku, ipek, kürk ve hayatın göz kamaştırıcı oncuk buncuk kabilinden binbir oyuncağını önüne dökmekle gözlerinde bir yudum sevinç uyandırmaya kalkmak ne budalalıktır bilsen.
Kadını bunlarla zapt etmenin modası çoktan geçmiştir. Müsavi haklar iddia eden bir mahluka daima dişiliğini anlatan bu hulul tarzını değiştirmedikçe onu mesut etmeye imkân yoktur. O şimdi heyecandan dudakları titreyerek siyasi davaların içine atılmaya hazırlanıyor.
Bu sırada ona vizon kürkten ve birman krepinden bahsetmek hakaret olur. Üzeri makine yağlarıyla lekelenmiş bir deri ceket bugünün kadını için İskoç bir mantodan, emprime bir elbiseden daha kıymetlidir.”
Ahmet Melih arkadaşının âdeta bir konferansa benzeyen sözlerini şaşkın şaşkın dinliyordu. O kadar dalmıştı ki, bu bahsin asıl hareket noktası olan karısının kararını bile unutmuşa benziyordu. Avukat Rıza Sedat ona bir cigara uzatarak devam etti:
“Velhasıl bu iş pek karışmıştır azizim. O kadar ki tabii sevgi ve temayüllerin mahsulü olan izdivaçlar bile azalmaya başlamıştır. En kuvvetli sevgilerle bir çatı altına başlarını sokan ve ilk hamlede mesut görünen çiftler yavaş yavaş, hayatın maddi tazyikleri altında sevgilerinin çözüldüğünü görüyorlar ve daha fenası bunların yerini sevgi eseri olmayan ve sırf karşılıklı menfaatler üzerine kurulan birtakım izdivaçlar kuvvet buluyor.
Bunu bir iktisadi hadise saymak da mümkündür. Cemiyet hayatında mühim rol oynayan sermaye, kadın erkek münasebetlerini de tahakkümü altına alıyor. Servet hislere ve sevgilere hâkim oluyor. Aşk da yavaş yavaş para ile satın alınan bir ticaret maddesi hâline geliyor.
Şimdi seninle, kafalarıyla yaşayan iki erkek gibi görüşüyoruz. Akıl, mantık, muhakeme varken hayale, evhama kapılacak değiliz. Nermin Melih Hanımefendi dönmemek azmiyle verdiği bu kararı neticelendirmek için beni vekil yapmak istedi. Eski bir aile dostunuz olduğum için böyle bir vazifeyi kabul etmeme imkân yoktur. Elimden geldiği kadar aranızı bulmaya çalışacağım. Nitekim dün son vapura kadar Feneryolu’nda kalarak hanımefendiyi fikrinden vazgeçirmeye gayret ettim. Muvaffak olamadım. Fakat ümidimi kesmiş değilim. Onun daha sakin bir zamanında daha makul düşüneceğini tahmin ediyorum. Ne kadar olsa kadındır. İlk heyecanı geçince tabiileşir. Ben o kanaatteyim ki, birkaç gün sonra kendisiyle yine temas edersem dünkü kadar şiddetli bulmayacağım.”
Ahmet Melih dalgındı.
“Çok şey, garip şey!” diye söyleniyor. “Hiç beklemediği, hatırından geçirmediği bu hadiseyi tahlil edemiyordu.”
Rıza Sedat dedi ki:
“Onunla istersen sen de görüşmeye çalış. Ben ayrılırken kendisine: ‘Ahmet Melih’i size getireyim. Muhakkak ki on sekiz yıllık hayat arkadaşınızı feda etmeye kıyamayacaksınız.’ dedim. Şiddetle başını salladı. ‘Bunu yapmayınız, çünkü faydasızdır.’ dedi. Buna rağmen ben ümidimi kesmiş değilim, sen doğrudan doğruya bir ziyaret yaparsan umarım ki!”
Ahmet Melih dudaklarını büktü. Yirmi dört saat evvel karısıyla aralarında geçen son konuşmayı hatırlamaya çalıştı. O gece ne kadar dalgındı. Ve zihni ne kadar yorgundu.
Karısının soyunmadan kendisini beklediğini pek iyi hatırlıyordu. Ve ona eskisi gibi, evliliklerinin ilk yıllarında yaptıkları gibi bir gece gezintisi teklif etmişti. Hatta şimdi karısının kullandığı kelimeler bile kulağında tekrar ediyor gibiydi.
Evet, o gece pek tabii görünmüyordu.
Yattıktan sonra karısının bir zaman dalgın, eli şakağında düşündüğünü görmüş, sonra kendisi uykuya dalıvermişti. Ve ondan sonra karısının yüzünü görmek kısmet olmamıştı. Fakat bu neticeyi nasıl tahmin edebilirdi?
Rıza Sedat arkadaşının dalgınlığını görünce bir cigara daha uzattı:
“İç bakalım çelebi. Dün geceki içtiklerine benzemese de zarar yok!”
Ahmet Melih müteessirdi. Gözlerinde ince bir sis belirmişti. Dün geceyi hatırlatan arkadaşına acı acı baktı.
Rıza Sedat gülümsedi:
“Ne bakıyorsun? Dün gece vaziyeti sana haber vermeye kıyamadım. Çünkü nasıl olsa bir şey yapma imkânı yoktu. Bir gecelik eğlenceni zehirlemeye ne lüzum vardı? Dünya böyledir işte, hani ne derler: ‘Gün doğmadan meşimei şebden neler doğar.’[1 - Gün doğmadan gecenin karnından neler doğar. (e.n.)] Hiç akla gelecek şey miydi bu. Kadınlar muammadır azizim. En aklı başında görünenine bile güvenilmez.”
Yorgun bir aşk ve eğlence gecesinin sabahında karşılaştığı bu fırtına ile sersemleşen Ahmet Melih ne yapacağını kestiremiyordu. Karısının böyle bir karar vermiş olmasını bir türlü kabul edemiyordu. Şimdiye kadar aralarında birçok kıskançlık münakaşası olmuştu. Hatta bir defasında daha ileri gitmişler, bir ay dargın durmuşlardı. Ahmet Melih’in bir İzmir dönüşü Fikriye isminde bir kadın için Beyoğlu mağazalarından birine yaptırdığı kısa kürkün faturasını yazıhaneye gönderecek yerde apartmana göndermiş olmaları Nermin Hanım’ı altüst etmişti. Genç kadın bu faturayı görünce hemen mağazaya telefon etmiş, yanlışlık olduğunu söylemişti. Kendisi böyle bir kısa kürk yaptırmamıştı. Fakat aldığı cevap ona her şeyi anlattı. O zaman bu müdafaası imkânı olmayan ihanetin cezasını Ahmet Melih pek ağır çekti. Tam bir ay tek kelime konuşmadan tatsız, berbat bir hayat geçirdiler. Öyle anlar oldu ki Ahmet Melih böyle dargın durmaktansa büsbütün ayrılmayı bile düşündü. Nihayet karısının teyzesi aralarını buldu. Barıştırdı.
O hadise bile Nermin Hanım’a böyle bir karar verdirmemişti. Hâlbuki şimdi ortada fol yok, yumurta yoktu. Hiçbir kadınla bağlantısı yoktu. Gelip geçici münasebetleri bile gayet gizli geçiyordu. O hâlde karısını böyle birdenbire ayrılmaya sevk eden sebep ne olabilirdi?
Ahmet Melih’in kalbine bir anda acı bir şüphe geldi.
Acaba karısı birisini mi seviyordu!
Yüzüne ateş çıktı. Bu ihtimal bugüne kadar zihnini kemirmiş değildi. Hatta yıllarca evvel karısının en şahane zamanlarında bile bu şüphe kalbinde yer tutmamıştı. Ona o kadar emniyeti vardı ki… Ve karısından o kadar kuvvetli bir sevgi görüyordu ki bu kadar hummalı bir sevginin taksime uğramasına imkân yoktu. Ve o çapkın erkek kuşkusuyla genç karısını ve genç karısının etrafında cephe alan erkek gözlerini pek iyi kontrol etmişti. Nermin bir melekti. Üzerinde toplanan bakışların erkek hislerini hürmete mecbur edecek kadar masum bir melek.
Ve hayatları hep böyle pürüzsüz, endişesiz geçmişti. Fakat bugün ne olmuştu?
Kendi tarafından çıkarılmış bir hadise olmadan karısının apartmanı bırakıp evine gitmesi ve ayrılma kararı vermesi için elbette bir sebep olacaktı. Bu sebep de…
Evet bu sebep de… Ahmet Melih bütün düşüncelerine hâkim oluveren bu sebebi ifşa etmekten çekiniyordu. Bu o kadar elim bir şeydi ki! O kadar masum zannettiği karısının bir macera kahramanı olmasını havsalası almıyordu.
Havsalası almıyordu. Fakat…
Başka ne sebep olabilirdi?
Rıza Sedat’ın parmaklarını başında hissetti:
“Ne düşünüyorsun?”
Boş, hareketsiz göz bebekleri arkadaşının gözlerine dikildi:
“Aklıma başka şey geliyor.”
“Ne gibi?”
“Sen hiç düşünmedin belki… Ona bu kararı verdiren sebep bir başka erkek sevgisi olmasın?”
Rıza Sedat’ın dudakları büküldü.
“Zannetmem.”
Ahmet Melih’in gözleri aşikâr bir sevinçle parladı:
“Niçin?”
“Çünkü mesleğim icabı. Böyle davalarda her şeyi kurcalamak vazifemdir. Nermin Hanım’dan bu noktayı da sordum. Hiddetle ve nefretle başını salladı. Utandım.”
Ahmet Melih sükûnet bulmuştu. Bir an için kafasını burgu gibi oyan elim düşünce çözülüverdi. Rıza Sedat ciddi buhran geçiren arkadaşına en doğru yolu göstermeye karar vermişti. Dedi ki:
“Bu meseleyi fazla konuşmayalım. Her şey nihayet karşı tarafın göstereceği ısrara veyahut ricata bağlıdır. Nermin Hanım’ın kararından vazgeçmediğini farz edersek netice mahkemeye intikal edecektir.”
Rıza Sedat arkadaşının gözlerine bakarak devam etti:
“Bu takdirde sen ayrılmamak için ısrar edecek misin?”
O hiçbir şey düşünmüyordu. Hadise o kadar tepeden inme olmuştu ki yarını düşünemiyordu.
Saat on ikiye gelmişti.
Rıza Sedat çağırdığı daktilosuna işler hakkında bazı emirler verdikten sonra tekrar Ahmet Melih’e döndü:
“Öğle oldu. Kalk bir yerde yemek yiyelim. Şimdiki hâlde unut bütün bu olan biten şeyleri.”
O kadar kendini kaybetmişti ki avukatın yanında uykuda gezer bir insan gibi yürüyordu. Çıktılar. Caddenin serin havası ve gürültüsü onu biraz değiştirdi.
Rıza Sedat koluna girmiş onu âdeta sürüklüyordu. Galata’da bir lokantaya girdiler.
Rıza Sedat son bir defa o bahse avdet etti:
“Bundan şimdilik kimseye bahsetmeye lüzum yok, hiçbir şey olmamış gibi hareket edelim.”
Rıza Sedat yemekte her zamanki tatlı fıkralarına başlamıştı. İstemediği hâlde Ahmet Melih’e üst üste iki bardak şarap da içirdi. Yemek, şarap ve dinlediği hoş fıkralar Ahmet Melih’i kâfi derecede teskin etmişti. O kadar ki çıkarlarken bir gün evvelki mağrur iş adamı Ahmet Melih yine sokakta idi.
Rıza Sedat onu akşam yazıhanesine gelip bulacağını söyleyerek ayrıldı. Ahmet Melih Galata’nın o saatlerindeki gürültüsüne o kadar alışıktı ki her günkü gibi dudaklarında purosu, ağır ve tok adımlarla yürürken taş duvarlarda akisler yapan bu sokak gürültüsünü bir ninni gibi dinleye dinleye hana girdi. Yazıhanesine çıktı.
Odacı karşıladı.
Ona kahve söylerken her zamanki gibi keyifli idi. Daktilo birkaç mektup getirdi. İmzalanacak kâğıtları masanın üstüne koydu. Bu tanıdık sesler, alıştığı yumuşak koltuk, teneffüs ettiği hava hepsi hepsi ona hayatında bir değişiklik olmadığını temin ediyordu. Gazeteleri getirtti. Hiç sevmediği hâlde bir iki başmakaleyi sonuna kadar okudu. Ara sıra zihni meseleye takılmıyor değildi. Fakat ilk hızı kalmamıştı artık. Bu işin neticesini düşünürken biraz neşelenir gibi oluyordu. Şimdiye kadar yalnızlık ihtiyacını ne iştiyakla hissetmişti? Hissetmişti, fakat tatmin edememişti. İzmir seyahatleri olmasa hayatı ne kadar kapalı ve sıkıcı geçecekti. Yılda on beş, yirmi gün süren bu ayrılış bile kâfi gelmiyordu. Dün geceki gibi ara sıra yaptığı kaçamaklar çok defa burnundan geliyor, ya birkaç gün dargın yaşıyorlar yahut sıkı bir kavgadan sonra yatışıyorlardı. Daha bir gecelik eğlencenin tadına doymadan hanıma hesap vermek için eziyet çekmek lazımdı.
Ahmet Melih yavaş yavaş meseleyi müspet cepheden görmeye başlamıştı. Hatta eğer vaziyet katileşirse geçireceği bekâr hayatı üzerine şimdiden küçük küçük projeler bile çiziyordu.
Telefonun zili tatlı hayallerine nihayet verdi. Arayan Mühendis Ragıp’tı. Dün geceki eğlentiden dolayı teşekkür ediyordu. Birçok şaka, kahkaha arasında telefon kapandı. Dün gece…
Lezzeti henüz etinde ve iliklerinde yaşadığı hâlde sabahın tepeden inme hadisesiyle hatırlamaya bile cesaret edemediği dün gece…
Ahmet Melih buna ancak şimdi şimdi avdet edebiliyordu. Dün gece, o ne âlemdi? Çapkınlık içinde çapkınlık… Gizli çapkınlığın daha ince bir zevki var, derler.
Ahmet Melih dün gece bu zevki katmerli olarak tatmıştı. Bir kere orada toplanışları gizli bir eğlenti içindi. O, bu eğlenti içinde ikinci bir halvet hayatı geçirmişti. O ne âlemdi?
Mukaddes ne güzel kadındı?
İnsan öyle bir kadınla yaşasa belki ömrünün sonuna kadar çapkınlık yapmak ihtiyacını duymayacaktı. Çünkü o yalnız güzel bir kadın değil, eğlenmesini ve eğlendirmesini, yaşamasını ve yaşatmasını bilen bir kadındı. Onunla İzmir’e bir seyahat yapmak ne keyifli bir şey olacaktı! Ve öyle bir kadından insan ne esirgeyebilirdi?
Bekleme odasından Nâzım Cemal Bey’in sesi duyuldu. Daktiloya takılıyordu:
“Beyefendinin sesi çıkmıyor. İçeride uyudu galiba.”
Ve kapıyı vurmaya bile lüzum görmeden içeri daldı.
“Aşk olsun yahu. Bize bir merhaba demeden kaçarsın ha! İnsan merak eder canım. Öldük mü, kaldık mı?”
Ahmet Melih bu neşeli bekâr arkadaşının gelişine sevinmişti.
“Neden merak edeceğim?” dedi. “Bal peteğine düşmüş sineklere benziyordunuz.”
Nâzım Cemal bol kahkahalarına başlamıştı:
“Öyle ya, içinde şehit olsak da ne gam… Hani hakkın da yok değil azizim. Doğrusu iyi eğlendik. İzmir’in bütün palamutları hakkındır. Vallahi… İstersen meyan köklerini de inhisar altına al. Bize böyle bir gece daha yaşat. Fakat akşam sen nerelerde idin kuzum? Bizim mühendis bir aralık yarım daire çizdi, cebir muadelesi halleder gibi kaşını, gözünü oynatarak salondan çıktı. Baktım Prenses de esniyor. Ben de odama çekildim. Ama sen ortalarda yoktun.”
Bu eski çapkınlık arkadaşıyla aralarında gizli bir mesele geçmediği için Ahmet Melih dün gecenin keyfine ait raporunu vermekte tereddüt etmedi. Olduğu gibi anlattı.
Nâzım Cemal dikkatle ve zevkle dinliyordu.
“Vay kâfir vay!” dedi. “Demek beyefendimiz hususi halvet âlemi yaptı ha! Alacağın olsun. Nazenini tanırım. Demek piyasaya çıktı. Doğrusu güzel kadındır. Ne vücut vardır onda…”
Ahmet Melih kolay kolay güzel beğenmeyen Nâzım Cemal’in bu takdirinden cesaret aldı:
“Onu kandırabilirsem İzmir’e de götüreceğim. Şöyle bir ay…”
“Fena olmaz. Değer doğrusu.”
“Ne diyorsun azizim? Sen gelmeden evvel onu düşünüyordum. Mukaddes gibi kadınlar insanı ömrü oldukça bıktırmazlar. Çünkü hem yaşamasını biliyor, hem yaşatmasını. Hem eğlenmesini biliyor, hem de…”
Nâzım Cemal’in meşhur kahkahası sözünü tamamlatmadı:
“Dosdoğru konuşurken saçmalamaya başlama azizim. Hiçbir kadın insanı ömrü oldukça mesut etmez. Bunu bir kere kabul et. Ondan sonra bu çeşit kadınlar belki de eğlendirmesini bilirler ama hayatlarına hâkim olan erkekleri değil. Senin, benim, şunun bunun gibi ya menfaatleri ya zevkleri için alakadar oldukları erkekleri… Yoksa onlarla sıkı sıkıya bağlandın mı dünyanın en sıkıcı, en çekilmez, en baş belası kadını olurlar.”
Ahmet Melih cevap vermedi. Yaktığı cigaranın ilk dumanlarını boşluğa üfleyen Nâzım Cemal devam etti:
“Bir İzmir seyahati fena değil. Bunu tavsiye ederim, hatta istersen ben de iştirak edeyim. Benim daktiloya patronundan yirmi gün için izin alabiliriz belki! Ama bilmem ikisi anlaşabilir mi?”
“Zannetmem. Zaten söz vermedi. Hatırım için gelmeye çalışacağını söyledi. Duyulur diye çekiniyor.”
Nâzım Cemal sinsi sinsi güldü:
“Çekinen kadının Prenses’in evinde işi ne a birader? Bunlar numaradır. Cilvedir. Sen bu seyahat için ona ne vereceksin söyle bir kere… Bak nasıl tıpış tıpış gelir.”
“Bu kadar da düşürme canım! Artık sokak kadını değil ya bu…”
Nâzım Cemal fıkır fıkır, karnını hoplata hoplata güldü, güldü. Neden sonra gözlerini silerek arkadaşına baktı:
“Mektebe yeni başlıyorsun galiba. Yahu sen kadınları yeni mi tanıyorsun Allah aşkına? Seni telefonla arayan, peşine düşen, Prenses’in evinde gelip seni bulan, seninle sabaha kadar içip eğlenen, çantasına yerleştirdiğin paraları öpüp başına koyan, evini, barkını bırakıp seninle İzmir’e gitmeyi kabul eden bir kadın nasıl bir kadın olabilir? Namus kraliçesi mi yoksa sokak kadını mı? Böyle kuruntulara lüzum yok azizim. Dün gecesini seninle geçiren kadın yarın gecesini de başkasıyla geçirir. Mademki geceleri veyahut gündüzleri kiralıktır. Ama sırf zevki, sevgisi için yaşayan ve yalnız bir erkeğin aşkını hisseden kadınları ayırmak lazımdır. Bunlar zevkleriyle beraber şereflerini de verdikleri erkekten bu fedakârlıklarına karşı para değil sadece vefakârlık beklerler. Senin Mukaddes Hanımefendi Prenses’in apartmanına geldikten sonra mesele yoktur. Bu sınıf kadınlar bence sokak kadını dediğin taksi kadınlarından daha iğrençtir. Çünkü her birinin arkasında hayatlarını bağladıkları bir zavallı erkek vardır.”
Ahmet Melih laf olsun diye:
“Mübalağa etme.” dedi. “Ne kadar olsa…”
O büsbütün hızlandı:
“Ne kadar olsa ne demek azizim? Sokak kadını nihayet hayatını kazanmak, belki de anasını, çocuğunu geçindirmek için düşmüştür. Fakat berikiler sırf sefahatleri, süsleri, şatafatları için, rakiplerinden üstün görünmek için, şu zenginin, bu meşhur adamın sevgilisidir dedirtmek için düşerler ve kendileriyle beraber taşıdıkları isimleri de düşürürler. Aradaki fark tahmin edeceğinden çok derindir. Bunu sen de takdir edersin ya. Şimdi Mukaddes Hanım’ı müdafaa etmek icap etti de…”
“Yok canım, ne müdafaa edeceğim.”
“Böyle kadınlarla eğlen, zevk et, parasını çantasına koy, geç birader. Ben böyle bir kadınla bir hafta yaşayamam. Bilirim ki o benimle yaşarken bile binbir hülya peşindedir. İnsan hayatta ne olsa biraz samimiyet ister canım, hele kadın erkek münasebetinde. Böyle kaşarlanmış kadınları bol para bile tatmin etmez. Gözleri daima bir derece daha üstündedir. Hâlbuki sokak kadını dediğin daha umumi bir kadın, hayattan o kadar usanmıştır ki gösterilecek en kısa bir saadet onu candan, gönülden insana bağlayabilir.”
Ahmet Melih onun kadınlar hakkında pek kestirme, kati fikirleri olduğunu bildiği için münakaşaya girmek istemiyordu. Lakırtıyı değiştirmek için sordu:
“Bu akşam ne yapacaksın?”
“Hiç! Ya sen? Tabii dinleneceksin.”
“Rıza Sedat gelecekti. Handise gelir.”
“Dün gece onun bir tuhaflığı vardı. Hasta mıydı? Hoş o geldiği zaman biz de pek tabii değildik ya.”
Ahmet Melih, bu neşesi eksik olmayan bekâr arkadaşına her zamankinden ziyade sokulmak ihtiyacını hissediyordu. Nâzım Cemal gibi zengin bekârlar, erkeklerin belki en mesutları idi. Korkusuz, endişesiz, gamsız, kedersiz insanlardı. Saçlarına kır bastığı hâlde Nâzım Cemal ne genç ruhlu, ne şen erkekti… Ve kadınların hatta genç kızların bile ne kadar hoşuna gidiyordu.
İçinde binbir endişe kaynaşırken sordu:
“Sen neredesin bu akşam?”
Nâzım Cemal dudaklarını büktü:
“Hiç. Yemeği lokantada yiyeceğim. Bizim aşçı izinli. Sonra doğru eve…”
Ahmet Melih bu gece yalnız kalmaktan korkuyordu. Böyle bir akşamda Nâzım Cemal’e ihtiyacı vardı. Onun fikirlerinden istifade edebilirdi. Vakıa Rıza Sedat o meseleyi kimseye açmamasını söylemişti, ama Nâzım Cemal de yabancı değildi. Sonunda nasıl olsa meydana çıkacak değil miydi?
Dedi ki:
“Lokantaya gideceğine bize gel. Belki Rıza Sedat da gelir. Hanım Feneryolu’na gitti, ben de yalnızım.”
Nâzım Cemal kabul etti:
“Olur. Fakat çok oturmayalım. Bugün yazıhanede birkaç kere uyku bastırdı. Kendimi zor tuttum. Malum ya eski gençlik kalmadı. Böyle bir gece papaz uçurduk mu en aşağı üç dört akşam perhize yatmak ve vücudu kalafata çekmek lazım. Değirmen eskisi gibi işlemiyor. Çarkları gevşedi. Vidaları, cıvataları aşınıyor. Hesaplı, idareli çalışmak lazım. Yoksa her yıl kır çiçekleri gibi etrafımızda fışkırıp duran güzel mahlukları sevmeye değil koklamaya bile takatimiz yetmez.”
Ve gözleri dalarak içini çekti:
“Biliyor musun bugün oldukça param var. Hiç çalışmasam ömrümün sonuna kadar iyi kötü geçinir giderim. Fakat keşke param olmasaydı da daha genç kalsaydım. Etrafıma bakıyorum da birader, kendi kendime kızıyorum. Gençlikte neden o kadar çapkınlık ettim diye! Daha mektepte başlayan o aşırı çapkınlık bana ne haltlar ettirmedi? Ne kepazeliklere düşürmedi? Bugünkü aklım olsaydı hiç o kadar hesapsız gider miydim? Ne ise, yine hâlime şükür…
Fakat insan yaşlandıkça zevki inceliyor. Hayatı daha çok seviyor. Geçen gün benim daktiloya ipek çorap almak için Beyoğlu’nda bir mağazaya girmiştim. Bir satıcı kız gördüm. Aman ya Rabbi… Çiçek mi, kelebek mi, kanarya mı ne dersen de. Şairliğim yok ki anlatayım. Bizim Rıza Sedat görse kim bilir neye benzetir? Bir Yahudi kızı. Beni İsrail’in yeni ‘jüdit’i çorabı falan unuttum. Kız boyuna fabrikasından, ipeğinden bahsedip duruyor. Ben tabiat fabrikasının bu ipeklerden ince, çiçeklerden güzel eseri önünde aptallaşmışım. Neden sonra kendime geldim. Kendi kendime: ‘Hey budala olma, aç gözünü!’ dedim. Ve kızla ahbap oldum. Kısmet olursa pazara buluşacağız. Daha şimdiden içimde ürpermeler oluyor. Kendimi sevgilisiyle sözleşmiş toy mahalle delikanlısına benzetiyorum. Fakat biliyor musun bunlar öyle samimi sevinçler ki! İşte bu zevki, bu heyecanı tecrübeli, daha doğrusu kaşarlanmış kadınlar duyuramıyorlar.
Bu muhakkak böyle.
Kadınlar birbirlerinin düşmanı… Yetişen her genç kız hayata kendinden evvel giren kadının saltanatını tepetaklak ediyor. En güzel kadın erginlik, olgunluk çağını geçirdi mi ıskartaya çıkıyor. Bunda bizim ne kabahatimiz var? Tabiata kabahat bulsunlar. Artık önümüze her gün, her mevsim taze taze, renk renk örnekleri, çeşitleri çıkarken yine eskilerin sevgisine bağlanıp kalacak değiliz ya… Kadınlar kendilerinden pay biçmezler de erkeklere çıkışırlar. Mübarekler yılın dört mevsiminde sekiz çeşit elbise değiştirirler. Bu yaz giydiklerini modası geçti diye iki ay sonra çıkarır, atarlar. Onlar ayılıp bayılıp yaptırdıkları bir elbiseye bir mevsim tahammül edemedikleri hâlde erkeklerin kırk yıl kendilerine bağlanıp kalmalarını ne hakla isterler bilmem. Ama onlara sorarsan kendileri hiç yaşlanmazlar, bayatlamazlar; her dem tazeliği elden bırakmazlar. Ne ise pek çekiştirmeyeyim. Yerin kulağı var derler. Zaten böyle bahisleri evli erkeklerle konuşmak doğru değil ya… Rıza Sedat nerede kaldı? Saat yediye geliyor.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/burhan-cahit-morkaya/sevenler-yolu-69428488/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Gün doğmadan gecenin karnından neler doğar. (e.n.)