Bahçıvanın Bir Yılı
Karel Čapek
XX. yüzyılın en önemli Çekoslovak yazarlarından biri olan Karel Čapek’in bu eserinden bahçecilikle ilgisi olan olmayan herkes zevk alacaktır kuşkusuz çünkü bu eser, bir bahçıvanın bir yıl boyunca yaşadıklarını anlatırken sıradan bir bahçecilik kitabının çok çok ötesine geçmiş, Čapek’in gözlem gücünün, nüktedanlığının ve zekâsının leziz bir örneğini sunmuştur. Okuyucu, umudun, iyimserliğin bahçecilikteki muazzam önemine şaşacak, bahçıvanın şekilden şekile girdiği hâlleri gördükçe bol bol gülümseyecek. Bahçeyi sulamak basit bir iş olarak görülebilir, özellikle su hortumunuz varsa ancak hortumun hain ve tehlikeli bir yaratık olduğu hemen anlaşılır. Eğer evcilleştirilmemişse kıvranır, zıplar, sıçrar; altına suyu bırakarak coşku içinde kendisinin yarattığı çamura dalıp sulama yapmayı düşünen insana saldırır, ayaklarına dolanır. Muhakkak üstüne basmak lazım; birden havaya kalkar ve insanın beline, boynuna dolanır. Kurban, âdeta bir piton yılanıyla boğuşurken bu canavar, pirinçten ağızlığını yukarıya doğru çevirir ve pencereye, yeni yıkanmış perdelere kuvvetlice su fışkırtır. Mutlaka enerjik bir şekilde başından tutup mümkün olduğu kadar onu gereceksiniz. Canavar acıyla kıvranırken suyu ağızlıktan değil hidranttan ve bedeninin ortasındaki bir yerlerden püskürtmeye başlar. Onu evcilleştirmek için en başta üç kişiye ihtiyaç vardır; daha sonra herkes savaş alanını kulaklarına kadar çamura bulanmış bir hâlde terk eder.
Karel Čapek
Bahçıvanın Bir Yılı
BAHÇELER NASIL DÜZENLENİR?
Bahçeleri birkaç şekilde düzenlemek mümkündür. En iyi yöntemlerden biri de bu iş için bahçıvan tutmaktır. Bahçıvan; akçaağaç, akdiken, mürver, çalı gülü ve diğer çeşitlerin fidelerini bahçemize eker. Sonra toprağı kazar, ters yüz eder ve tekrar düzeltir. Mıcırdan yol yapar, oraya buraya uzun ömürlü bitki diye adlandırdığı solmuş yaprakları koyar; İngiliz çimi, karaçayır, tilkikuyruğu, köpekkuyruğu ve çayır otu olarak isimlendirdiği tohumları gelecekte çıkmasını beklediğimiz çimenlerin yerine eker. Ve toprağı muhakkak düzenli bir şekilde sulamanızı, çimen uyandığında yan yollar için kum getirtmenizi öğütledikten sonra dünyanın ilk yaratıldığı günkü kadar kahverengi ve çorak bir bahçeyi ardında bırakarak çekip gider. Peki öyleyse… Bahçeyi sulamak basit bir iş olarak görülebilir, özellikle su hortumunuz varsa ancak hortumun hain ve tehlikeli bir yaratık olduğu hemen anlaşılır. Eğer evcilleştirilmemişse kıvranır, zıplar, sıçrar; altına suyu bırakarak coşku içinde kendisinin yarattığı çamura dalıp sulama yapmayı düşünen insana saldırır, ayaklarına dolanır. Muhakkak üstüne basmak lazım; birden havaya kalkar ve insanın beline, boynuna dolanır. Kurban, âdeta bir piton yılanıyla boğuşurken bu canavar, pirinçli ağızlığını yukarıya doğru çevirir ve pencereye, yeni yıkanmış perdelere kuvvetlice su fışkırtır. Mutlaka enerjik bir şekilde başından tutup mümkün olduğu kadar onu gereceksiniz. Canavar acıyla kıvranırken suyu ağızlıktan değil hidranttan ve bedeninin ortasındaki bir yerlerden püskürtmeye başlar. Onu evcilleştirmek için en başta üç kişiye ihtiyaç vardır; daha sonra herkes savaş alanını kulaklarına kadar çamura bulanmış bir hâlde terk eder. Bahçeye gelince, yer yer kaygan su birikintilerine bürünürken diğer yerler sussuzluktan çatlamaktadır. Bu işleri her gün yapıyorsanız eğer, on dört gün sonra çimen yerine yabani otlar çıkmaya başlayacak. Nasıl olur da ektiğiniz en iyi çimen tohumları gür, fırça gibi otlara dönüşür? Bu, doğanın sırlarından biridir. İyi bir çimenin çıkması için galiba yabani ot tohumu ekmek gerek. Üç hafta sonra çimen; deve dikenine, diğer sarmaşık otlara veya yarım metre derinlere kök salmış yabani otlara dönüşür. Onları yolmak istediğinizde ya hemen kökün dibinden kopar ya da kocaman toprak parçasıyla birlikte gelir. Bu iş böyle, ot ne kadar berbatsa o kadar da hayat doludur. Bu arada gizemli bir şekilde yan yollardaki cüruf düşünemeyeceğiniz kadar yapışkan ve kaygan bir balçığa dönüşür. Ne var ki çimendeki yabani otları kökünden sökmek gerek, sen temizliyorsun, temizliyorsun ve temizliyorsun ancak adımlarının arkasından dünyanın ilk yaratıldığı günkü kadar kahverengi ve çıplak bir toprağa dönüşüyor. Sadece bir iki yerde yeşil, küfe benzeyen, hafif, seyrek ve tüy yumağı gibi bir şey çıkmaya başlamış; bu kesinlikle çimen. Etrafta parmak uçlarının üzerinde gezinirsin, serçeleri kovalarsın ve sen yerlere şaşkın şaşkın bakarken Bektaşi üzümü ile Frenk üzümü üzerinde ilk yapraklar çıkmıştır; ilkbahar asla gelmeyecek. Etrafındaki şeylere bakış açın değişmiştır. Yağmur yağıyorsa bahçeye yağıyor diye düşünürsün, güneş parıldıyorsa öylesine parıldamıyor, ışığını bahçeye veriyor. Geceleyin bahçenin dinleneceğine sevinirsin. Bir gün gözlerini bir açacaksın ki bahçe yeşillenmiş olacak, çimendeki çiy damlaları parlayacak ve pembe taçların arasından dolgun, morumsu goncalar görünecek. Ardından ağaçlar yaşlanacak, nemli gölgede çürüme kokusu salacak, güçlü ve kasvetli görünecekler. Ve sen, düzenlemeye başladığın dar, çıplak, kahverengi bahçeyi, ilk çimeni, ilk tomurcukların zayıfça serpilmesini ve tüm bu mütevazı, dokunaklı güzelliği hatırlamazsın. Artık sulama, yabani otları temizleme, topraktan taş toplama zamanı…
NASIL BAHÇIVAN OLUNUR?
Sanılanın aksine bahçıvan; tohumla, filizle yetişmez. Tecrübeyle, çevre ve doğa şartlarıyla yetişir. Ben küçükken babamın bahçesine karşı isyankâr hatta art niyetli vaziyetteydim çünkü çiçek yataklarına basmak ve olgunlaşmamış meyveleri koparmak bana yasaktı. Buna benzer şekilde Âdem’e de Aden Bahçesi’ndeki tarhların üzerine basmak, İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı’ndan olgunlaşmamış meyveleri koparmak yasaktı ama Âdem, aynen biz çocuklar gibi olgulaşmamış meyveyi ağacından koparıp cennetten kovulmuştur. Ve o günden sonra İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı’nın meyvesi olgunlaşmamış olarak kaldı, öyle kalmaya devam edecek.
İnsan altın çağındayken bir çiçeğin sadece yakaya takılan veya kızlara verilen bir nesne olduğunu düşünür. Bir çiçeğin; kış uykusuna yatan, çapalanan, gübrelenen, sulanan, yeniden ekilen, budanan, ipe bağlanan; yabani otlardan, kuru yapraklardan ve küften temizlenen bir canlı olduğunu bilmez. Çiçek yataklarını yeniden kazımak yerine kızların peşinden koşar. İhtirasını giderir ve gerçekten zararlı davranışlar sergiler. Amatör bahçıvan olabilmek için belli bir olgunluğa ihtiyaç vardır; nasıl desem, baba olacak yaşta bulunmak gerek. Bunun dışında kendi bahçenize sahip olmanız gerekiyor. İşten sonra bahçeyi izlemeye ve kuşların seslerini dinlemeye geleceğini sanarak çoğunlukla bahçeyi meslekten bahçıvan olan birine yaptırırsınız fakat bir gün kendi ellerinizle çiçek ekersiniz. Ben bunları sukulent ile keşfettim. Ve o sırada ruhunuza küçük bir yaratıcılık duygusu ve bedeninize biraz toprak girer. Bu bir çeşit zehirlenme veya iltihaplanmaya sebep olur, kısacası insan ateşli bir bahçıvan hâline gelir. Pençe takılmış ve kuş kafese girmiştir. Bir başka zaman bahçıvan, komşudan bulaştığı için bahçıvan olur. Mesela komşusunun çiçek açan ibrik çiçeğini görür ve kendi kendine şöyle der: “Lanet olsun, benimki niye büyümesin ki? Benimki daha güzel olmazsa ben neyim!” Ve bu başlangıçtan itibaren bahçıvan, başarı ile beslenen, başarısızlıklarla kamçılanan bu yeni tutkunun derinine, daha da derinine düşer. İçinde biriktirme isteği uyanır, her bitkiyi acaena ile başlayarak ve zauchsnerie ile bitirerek, alfabeye göre yetiştirmeye başlarsın. Daha sonra içinde uzmanca bir istek uyanır; bu istek, o ana kadar mantıklı olan insanı; gül, yıldız çiçeği eksperi veya bir başka büyük manyak hâline getirir. Kimileri sanat tutkusunun eline bırakırlar kendilerini ve durmadan kendi bahçelerini düzeltirler ve bir şeylerin yerini değiştirirler, renkleri tertip ederler ve sanatsal hoşnutsuzlukla kışkırtılmış olarak yetişen ve orada burada duran şeylerin yerleriyle oynayıp dururlar. Hiç kimse gerçek bahçıvanlığın pastoral ve dinlendirici bir faaliyet olduğunu düşünmesin. Titiz insanın yapmış olduğu diğer her şey gibi bu da doyumsuz bir tutkudur. Bir de gerçek bahçıvanı nasıl tanırsınız söyleyeyim size. Size şöyle der: “Bana uğramalısınız, size bahçemi göstermeliyim.” Onu sevindirmek için uğradığınızda, karşınızda uzun ömürlü bitkilerin arasında salınan bir popo bulursunuz. Omzunun üzerinden size, “Hemen geliyorum.” der, “Şuradakileri bir ekeyim.” Siz de nazik bir şekilde, “Hiç rahatsız olmayın.” dersiniz. Bir süre sonra ayağa kalkar, elinizi kirletir ve üzerinde ışıldayan misafirperverlikle der ki, “Gelin görün, bahçe biraz küçüktür ama… Bir dakika…” Ve dar bir çiçek yatağının üzerine eğilip birkaç ot temizler. “Gelin. Burada size dianthus musalae göstereceğim, bakakalırsınız. Hay aksi, şurayı çapalamayı unutmuşum.” der ve toprağı karıştırmaya başlar. On beş dakika sonra yine ayağa kalkar ve şöyle der: “Ha bir de size şu çan çiçeğini, campanula wilsonae’ı göstermek istiyorum. Bu, çan çiçeklerinin en güzeli… Bekleyin şu delphinium’u bağlamalıyım.” Bağladıktan sonra hatırlar, “Pöf, tabii ya, siz şu erodium’u görmek istiyorsunuz. Bir dakika…” diye homurdanır, “Şuradaki saraypatını başka yere koyayım, yeri dar.” ve ardından parmak uçlarına basarak uzun ömürlü bitkilerin arasına gömülen bir popo olarak kalır. Ona bir daha rastladığınızda şöyle der: “Bana gelmelisiniz bir gülüm, rosa pernet çiçek açmış, hiç böyle bir şey görmediniz! Gelecek misiniz? Gelirsiniz…” Peki, o hâlde ona uğrayalım ve bir yılı nasıl geçiyor gidip bir bakalım.
BAHÇIVANIN OCAK AYI
Tüm bahçıvanlık rehberleri şöyle der: “Ocak ayı bile bahçıvan için tembellik zamanı değildir çünkü bahçıvan özellikle hava durumunu takip etmektedir.” Şu hava ne garip, hiçbir zaman uygun değil. Hava durumu her zaman bir tarafa veya öbür tarafa isabet ediyor. Sıcaklık hiçbir zaman yüz yıllık standardına isabet etmez ya -5 derece altındadır ya +5 derece üstünde. Yağış ya 10 mm normalin altında ya da 10 mm normalin üstündedir. Eğer çok kuraklık yoksa o zaman her yer fazlasıyla ıslaktır. Eğer bitkilerle alakadar olmayan insanların bile havadan şikâyetçi olmak için bu kadar çok sebebi varsa bahçıvan ne yapsın? Az kar yağdıysa bunun hiçbir yere yetmediğini düşünüp haklı olarak homurdanır, kar çok fazla yağdıysa iğne yapraklıların ve orman güllerinin kırılacağı konusunda ciddi endişeler yaşar. Kar yoksa bu sefer yakıcı ayaza hayıflanır. Çözülme başlayınca bahçesindeki dalları sağdan sola savuran ve lanet olsun ki bir ağacı kıracak derecede deli gibi esen rüzgârlara sayıp söver. Oldu da ocak ayında güneş kendini gösterme cüretinde bulunduysa çalılıkların erkenden açılabileceği ihtimaline karşı bahçıvan başını ellerinin arasına alır. Yağmur yağınca Alp çiçekleri için korkar, orman güllerini ve yabani biberiyelerini acı içinde düşünür. Onun gönlünü hoş tutmak aslında o kadar da zor olmazdı; ocak ayının başından sonuna kadar hava +0,9 derecede seyretse, 127 mm kar yağıp (hafif ve taze), çoğunlukla bulutlu, rüzgârsız veya batıdan esen hafif rüzgârlı bir hava olsa her şey istediği gibi gelişirdi ama tabii biz bahçıvanlarla kimse ilgilenmiyor, kimse bize ne olması gerektiğine dair bir şey sormuyor. Bu yüzden dünya bu hâldedir. Yakıcı ayazlar başlayınca bahçıvan olabilecek en kötü durumdadır. İşte o zaman toprak günden güne, geceden geceye daha da derin bir şekilde sertleşir ve iliğine kadar kurur. Bahçıvan ölü ve taş gibi sert toprakta buz kesilmiş kökleri, kuru ve soğuk rüzgârın iliklerine kadar dondurduğu dalları, tomurcukları düşünür. Bir işe yarayacağını bilsem çobanpüskülüne kendi paltomu, ardıç ağacına kendi pantolonumu giydirirdim; açelya, senin için gömleğimi çıkartırım; ateş feneri, senin üstünü şapka ile örterim ve senin için kızgözü, senin için sadece çoraplarım kaldı, kabullen.
Hava durumunu oyuna getirmek ve değişmesini sağlamak için çeşitli şeyler var. Örneğin ne zaman beni en sıcak tutan kıyafetlerimi giymeye karar versem çoğunlukla hava ısınıyor. Birkaç arkadaş, dağlara kayak yapmaya gitme konusunda anlaşırlarsa o zaman da hava ısınıyor. Eğer birileri buzlanmayı, sağlıklı, donmuş yanakları, buz pateni pistlerindeki kalabalığı ve buna benzer faaliyetleri tarif eden bir gazete yazısı yazarsa tam da yazının baskıya girdiği anda hava ısınır ki insanlar bu yazıyı okurken dışarıda ılık, hafif bir yağmurla karşılaşırlar, sıcaklık +8 dereceyi bulur. Bu durumda okuyucu tabii ki gazetede hep yalanların ve hilelerin yazıldığını söyler, gazeteyi görmek bile istemez. Tabii buna karşın bela okumanın, ağlamanın, sızlanmanın, lanet okumanın, burun çekmenın, “brrr”lamanın ve diğer büyülü sözlerin hava durumuna etkisi yoktur. Ocak ayının bitkileri arasında en bilinenler camdaki çiçeklerdir. Bunun için odada az da olsa buhar olması gerekir, eğer hava mükemmel derecede kuruysa bırakın penceredeki çiçeğin büyümesini, basit bir iğne yaprağı bile çıkmaz. Bundan başka, pencerenin herhangi bir yerinden hava girecek, hangi yönden pencereye hava giriyorsa orada buz çiçekleri oluşacaktır. Bu yüzden bu çiçekler zenginlerden çok fakirlerin pencerelerinde büyür çünkü zenginlerin pencereleri daha yalıtımlıdır. Botanik açıdan buz çiçekleri aslında tam olarak çiçek değil, yapraktır. Bu yaprakları; hindiba, maydanoz, kereviz yapraklarıyla cynarocephalae, carduaceae, dipsaceae, acanthaceae, umbelliferae familyasından dikenli türlerle, ostropes yani eşek dikeni, aspir, kenger, kirpi dikeni, deve dikeni, yalancı safran, akantus ve diğerleri ile karşılaştırmak mümkündür. Onlar, çatallı, çentikli, kırk yapraklı bitkilere benzerler. Bazen aşkmerdiveni veya palmiye yapraklarına, bir başka zaman da iğne yapraklılara benzerler ancak çiçekleri olmaz.
Yani bahçıvanlık kılavuzlarının iddia ettiği gibi -ki galiba bu rahatlatma amacıyla yapılır- ocak ayı bile tembellik dönemi değildir. Öncelikle toprağı işlemek gerekir çünkü buzlanmadan dolayı parçalanıyor. O zaman bahçıvan yeni yılda toprağı işlemek için bahçeye fırlar. İşe çapayla başlar ve uzunca bir gayretten sonra koruna[1 - Çekoslovakya’da (Çek Cumhuriyeti) kullanılan para birimi; burada madeni para anlamında kullanılıyor (e.n.)] kadar sert toprakta çapayı kırmayı becerir. Kazmayla dener, bu sefer de kazmanın sapını kırar. Sonra tirpidin alır ve onunla sonbaharda ekmiş olduğu lalenin soğanını parçalamayı başarır. Toprağı işlemek için tek araç keski ve çekiçtir fakat bu insanı kısa sürede bıktıran çok yavaş bir işlem hâlini alır. Toprağı belki de dinamit ile çapalamak mümkün olurdu fakat bahçıvan genellikle dinamit bulundurmaz. Peki bırakalım, her şeyi ısınmaya bırakalım, hava halletsin. Ve işte havalar ısındı, bahçıvan bahçeye fırlar ve bahçeyi işlemeye başlar. Bir süre sonra toprağın tamamını ayakkabılarına yapışmış bir hâlde eve götürür. Bu arada gelecek sezon için çeşitli hazırlıklar yapmaktan başka elden bir şey gelmiyor. “Eğer bodrumunda kuru yer varsa saksı için toprağı hazırla; yaprak çürüğünü, gübreyi, inek pisliğini ve biraz kumu güzelce karıştır.” Mükemmel! Fakat bodrumda kömür var; ah şu kadınlar, aptal ev eşyalarını her yere taşırlar. Şöyle bir yığın humus için yatak odasında ne çok yer var. “Kış dönemini kameriye, taraça ve çardağı tamir etmek için kullan.” Bu doğru ama benim ne kameriyem ne taraçam ne de çardağım var. “Ocak ayında bile çim tohumu depolamak mümkündür.” Ancak yer lazım, belki hol veya tavan arasında olur. “Seradaki sıcaklık derecesine dikkat et.” Yani çok isterdim ama seram yok. Şu bahçıvanlık kılavuzları insana pek bir şey anlatmıyor. Beklemek ve beklemek! Tanrı’m şu ocak ne kadar uzun! Şubat bir gelse artık! Şubatta bahçede yapılacak pek bir şey yok mu? Var, martta bile var. Bu arada farkında bile olmadan bahçesinde çiğdem ve kardelen çıkmış.
TOHUMLAR
Bazıları odun kömürünün eklenmesi gerektiğini söylerler, diğerleri buna karşı çıkar. Bazıları demir içerdiğinden biraz sarı kum tavsiye ederler ancak bazıları da yine demir içerdiğinden kullanmamamız konusunda bizi uyarırlar. Kimileri saf nehir kumu kimileri de turba veya talaş tavsiye ederler. Yani kısacası toprağın tohumlar için hazırlanması büyük bir muamma ve büyücülük merasimidir. Toprağa mermer tozunun eklenmesi gerekiyormuş. İyi de nereden bulalım? Bunun dışında üç yıllık inek pisliği (Burada üç yaşındaki ineklerin pisliğinden mi, yoksa üç yıl boyunca eskitilmiş gübreden mi bahsediliyor belli değil.), biraz taze köstebek yığını toprağı, eski domuz derisinde dövülmüş kil, Labe Nehri’nin kumu (Vltava Nehri’nin kumu olmaz!),[2 - Labe (Elbe) Nehri, Orta Avrupa’nın en büyük nehirlerinden biridir. Çek Cumhuriyeti’nin kuzeybatısından doğan nehir, Almanya topraklarından geçtikten sonra Kuzey Denizi’ne dökülür. Vltava Nehri ise Çek Cumhuriyeti’nin en uzun nehridir ve Labe Nehri’ne dökülür (ç.n.).] üç yıl eskitilmiş gübreli toprak, altın eğrelti otundan humus, asılmış bakirenin mezarından bir avuç kadar toprak gerekli. Bütün bunlar iyice karıştırılmalı. (Bu işlerin yeni ayda mı, dolunayda mı, yoksa cadı yakma gecesinde[3 - Cadılar Bayramı’ndan farklıdır (ç.n.).] mi yapılması gerektiği bahçıvanlık kılavuzlarında yazmıyor.).
Ve bu gizemli toprağı saksılara dökün. Üç yıl güneşte bekletilmiş, suya bastırılmış, onların dibinde biriken suda kaynatılmış cam kırıkları ve bir parça odun kömürü koyarak ki buna karşı çıkan başka otoriteler var. Bütün bunları gerçekleştirdiğinizde, yüzlerce kuralı aşıp işin özüne, tohum ekmeye geçebilirsiniz. Tohumlara gelince, bazıları burna çekilen tütün otuna benzer; diğerleri açık sarı renkli bit yumurtasına; kimileri parlak, simsiyah ve bacaksız pireye; bazıları madeni para gibi yassı, diğerleri kabarık, başkaları iğne kadar ince; kimileriyse kanatlı, havlı, çıplak, kıllı, hamam böceğine benzer. Böcek kadar büyük, güneş tozu kadar küçüktür. Her çeşidin farklı ve tuhaf olduğu konusunda sizlere şahitlik edebilirim. Hayat karmaşıktır. Bu büyük ibikli, çirkin şeyden alçak ve kuru deve dikeni büyüyecek fakat şu sarı bit yumurtasından dev çenek çıkacak. Ne yapabilirim? Açıkçası bunlara inanmıyorum. Pekâlâ, tohumları ektiniz mi? Saksıları ılık suya koyup üstünü cam ile örttünüz mü? Odada 40 derecelik sera sıcaklığının oluşması için pencereleri güneşe karşı korumaya aldınız mı? Şimdi her tohumcuyu büyük ve telaşlı bir hadise bekliyor, yani beklemek… Terlemiş, paltosuz, yeleksiz ve nefesini tutarak bekleyen kişi, saksıların başında eğilip filizleri topraktan gözleri ile çıkarıyor. Birinci gün bir şey çıkmaz; bekleyen kişi gece yatakta sağa sola döner, sabahı zor eder. İkinci gün toprakta bir tutam küf belirler. Bekleyen kişi seviniyor; hayati belirtilerin ilk izleri. Üçüncü gün uzun beyaz bir sap çıkar ve deli gibi büyümektedir. Bekleyen kişi “İşte bu!” diye neredeyse bağırarak sevinecektir ve ilk fideye gözü gibi bakar. Dördüncü gün filiz imkânsız bir uzunluğa erişince, “Acaba bu yabani bir ot mu?” diyerek bekleyen kişiyi bir huzursuzluk sarar. Bu endişenin sebepsiz olmadığını kısa sürede anlar. Her zaman saksıda ilk boy veren, uzun ve ince şey yabani ottur. Bu bir doğa kanunu olmalı. Sekizinci gün veya daha sonraki günlerde birdenbire gizemli ve kontrolsüz bir şekilde (Çünkü bunu şimdiye kadar kimse ne gördü ne de yakaladı.) toprak açılır ve ilk filiz ortaya çıkar. Her zaman bitkilerin, tohumdan, kök olarak aşağıya doğru veya patates sapı gibi tohumdan yukarıya doğru büyüdüğünü düşünmüşümdür fakat hiç de öyle değil. Neredeyse her bitki, tohumunu üzerinde şapka gibi taşıyarak tohumun altında, yukarıya doğru büyür. Düşünün ki bir çocuk büyürken başında annesini taşısa… Bu doğanın bir mucizesi ve bu atletik numarayı neredeyse her filiz yapar. Tohumu daha da cüretli şekilde kaldırmaktadır ancak bir gün onu bırakır veya atar ve işte buradadır, çıplak ve kırılgan, tombul veya zayıf… Tepesinde iki gülünç yaprakçık ve bu yaprakçıkların arasında bir şeyler görünür fakat size bunun ne olduğunu henüz anlatamam, o dereceye henüz erişemedim. Bunlar sadece ince sapta iki yaprakçık fakat o kadar garip bir şey ki çok fazla varyasyonu var. Her bitkide bu farklıdır. Ben ne demek istiyordum? Ha, hatırladım; hiçbir şey… Belki de sadece hayatın düşünebildiğimizden daha karmaşık olduğunu anlatmaya çalıştım.
BAHÇIVANIN ŞUBAT AYI
Bahçıvan şubat ayında, ocak ayının işlerini devam ettirmektedir. Özellikle hava durumu ile ilgilenir. Şunu bilin ki şubat ayı tehlikeli bir dönemdir; bahçıvanı yakıcı buzlanma, güneş, nem, kuraklık ve rüzgâr ile tehdit eder. Bu en kısa aydır; bu cüce, bu prematüre ay, artık ve güvenilmezdir; tüm diğer aylardan daha kurnaz ve üstündür, yani kısacası çok dikkatli olun. Gündüz, çalılarda tomurcukları çıkarmaya çalışır, gece, onları yakar; bir eliyle bizi okşarken, diğer eliyle parmaklarını şaklatır. Artık yıllarında özellikle bu değişken cereyanlı, kinci cüceye neden bir gün eklenir? Bunu ancak şeytan bilir! Artık yılında o bir gün, güzel mayısa eklenmeli ki 32 gün olsun. Biz bahçıvanların elinden ne gelir? İlkbaharın ilk izlerinin peşinden gitmek de şubat ayının sezonluk işlerindendir. Genel olarak gazetelere göre ilkbaharı başlatan ilk mayıs böceğine veya kelebeğe bahçıvan pek önem vermez; gerçekten de bahçıvan mayıs böceğini umursamıyor ve ikincisi, şu ilk kelebek de genellikle geçen yıldan kalmış, ölmeyi unutan bir kelebektir. Bahçıvanın peşinde olduğu ilkbaharın ilk izleri daha kolay tanınanlardandır. Bunlar:
1. Kalın ve kabarık bir yumru gibi çimenlerde çıkmaya başlayan çiğdemler. Günün birinde bu yumru çatlayacak (Bu olayı görme şansına henüz kimse erişememiştir.) ve yeşil yapraklı fırça oluşacaktır. Bu ilkbaharın ilk izidir.
2. Postacının getirmiş olduğu bahçıvanlar için fiyat listeleri. Her ne kadar onları ezbere bilse de (“İlyada” nasıl “Menin aeide” sözleri ile başlıyorsa bu kataloglar da şu kelimelerle başlıyor: “Acaena, acantholimon, acanthus, achilles, aconitum, adenophora, adonia vs…” ki her bahçıvan bunları kamçıyı şaklatır gibi ezberden okuyabiliyor.) yine de kendisiyle savaşıp ek olarak neleri sipariş etmesi gerektiğini düşünürken listeleri acaena ile başlatır, wahlenbergia veya yucca ile bitirir.
3. Kardelenler de ilkbaharın habercisidir. İlk önce toprakta açık yeşil uçları görünür, bunlar daha sonra çenek hâlinde, kalın iki yaprağa ayrılır ve işte oldu! Sonra şubatın başlarında hemen çiçek açar ve size şunu söyleyeyim; hiçbir ödüllü palmiye, İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı veya zafer çelengi rüzgârda sallanan solgun sapın üzerindeki beyaz, kırılgan kesecik kadar güzel değildir.
4. Aynı zamanda komşular da baharın yanıltmayan habercilerindendir. Bahçelerinde çapa, kazma, makas, hasır, ağaç cilası, toprak için çeşitli ilaçlar peydah olur; bunları gören tecrübeli bahçıvan baharın yaklaştığını anlar; eski pantolonunu giyer, bahçeye çapa ve kazma ile çıkar ki komşuları da baharın yaklaştığını anlayıp çit üzerinden bu sevinçli haberi paylaşsınlar. Toprak açılmakta lakin henüz yeşil yaprakları çıkarmıyor, toprağı hâlen olduğu gibi çıplak olarak algılayabiliriz. Şimdi hâlâ gübreleme, kazma, derin sürme ve karıştırma zamanıdır. Bahçıvan o sıralarda toprağın çok ağır, cıvık, veya çok kumlu, çok asitli veya fazlasıyla kuru olduğunu fark eder ve bahçesini iyileştirme tutkusuyla yanıp tutuşur. Bilin ki toprağı bin değişik malzemeyle iyileştirmek mümkün, neyse ki genellikle bahçıvanın elinde onlardan yoktur.
Nitrojenli, magnezyumlu, fosfatlı ve diğer çeşitli gübreleme maddelerini saymazsak güvercin pisliği, kayın ağacı yaprakları, çürümüş inek gübresi, eski sıva, eski turba, bayat köstebek yığını, orman humusu, nehir kumu, dere çamuru, fundalık toprağı, odun kömürü, odun külü, kıyılmış kemik, boynuz talaşı, eski sıvı gübre, at pisliği, kalsiyum, sfagnum, kütüğün kof kısımları ve diğer besleyici, yararlı maddeleri şehirdeki evde bulundurmak pek kolay değil. Evet aslında bazı anlarda bahçıvan tüm bu asil toprağı, bileşikleri ve gübrecikleri yetiştirmek, evirmek çevirmek ister ama bunu yapsaydı o zaman da ne yazık ki çiçekler için bahçesinde yer kalmazdı.
Bahçıvan da en azından elinden geldiği kadar toprağı iyileştirmeye çalışır. Evde yumurta kabukları arar, yemekten arta kalan kemikleri yakar, kestiği tırnakları saklar, bacadan is kalıntıları alır, bastonuyla sokaktan at pisliği toplar ve bütün bunları titiz bir şekilde ekleyip toprağı sürer. Çün kü bunlar besleyici, sıcak ve gübreleyici maddeler. Sadece korkaklık ve utanç, bahçıvanı atların sokakta bıraktıkları pislikleri toplamaktan alıkoyar. Ne zaman sokakta güzel bir yığın gübre görse en azından iç çekerek bunun, Tanrı armağanının israfı olduğunu düşünür. İnsan şöyle bir çiftlikteki büyük bir yığın gübre düşündüğünde… Biliyorum, tenekelerde çeşitli ilaçlar var, aklına gelen her şeyi satın alabilirsin; her çeşit tuz özleri, gübreler, un. Toprağa bakterileri aşılayabilirsin, beyaz önlükle üniversitedeki veya eczanedeki asistan gibi toprağı işleyebilirsin. Evet, sen şehirli bahçıvan, bütün bunları yapabilirsin lakin çiftlikteki kahverengi, kocaman bir gübre yığınını gözünün önüne getirdiğinde… Bilmek isterseniz, kardelenler çiçek açıyor, sarı çiçekli hamamelis de öyle, aksırık otu tombul goncaları taşımakta ve çok dikkatli -nefesinizi tutarak- baktığınızda neredeyse her bir şeyde gonca ve filizleri bulursunuz. Bin misli ince bir nabızla topraktan hayat yükselmekte. Biz bahçıvanlar boş durmayız, hemen bitkilerin suyu için işe girişiriz.
BAHÇIVANLIK SANATI HAKKINDA
Bahçelerdeki bitmiş işlerin uzak ve dalgın seyircisiyken, bahçıvanları; kuşların cıvıldamalarını dinleyerek çiçek kokusunu besleyen şiirsel ve ince ruhlu insanlar olarak düşünürdüm. Şimdi daha yakından bakarken fark ediyorum ki gerçek bahçıvan çiçekleri yetiştiren insan değil, toprağı yetiştiren adamdır. O, toprağı kazıyan yaratıktır ve sallana sallana dolaşan biz aylaklara toprağın üzerinde olup bitenlerin gösterisini sunmaktadır. Toprağa tamamen gömülmüş olarak yaşar.
Anıtını gübre yığını içine inşa eder. Cennet bahçesine gelse sarhoş olmuş bir hâlde etrafı koklayarak şöyle derdi: “Hmm, burada ne humus varmış!” Sanırım İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı’-nın meyvesini yemeyi bile unuturdu, aslında daha ziyade bir el arabası gübreyi Tan rı’dan nasıl isteyeceğini düşünürdü. Belki de İyiyi ve Kötüyü Bilme Ağacı’nın etrafındaki yatağın iyi yapılmadığını fark ederdi ve ağaçtaki meyvelerden bihaber, derhâl toprağı gübrelemeye başlardı. “Âdemoğlu neredesin?” diye seslenirdi Tanrı. “Birazdan…” derdi omzunun üzerinden bahçıvan, “Şimdi vaktim yok.” Ve yatağı düzenlemeye devam ederdi. İnsan-bahçıvan dünyanın başlagıcından beri doğanın seçimiyle oluşmaya başlasaydı muhtemelen omurgasız olarak gelişirdi. Bahçıvanın sırtı ne işe yarar ki? Sanırsınız ki onun sırtı, “Ay! Ay! Amma sırtım ağrıyor!” demek ve arada bir sırtını düzeltmek için yaratılmış. Bacaklara gelince, onları birçok şekle sokabilirsiniz. Çömelmek, diz üstünde durmak veya bir şekilde altınıza almak mümkün, sonuçta boyna dolamak da mümkün. Parmaklar toprakta oyuk açmak için iyi birer mandaldır, avuç içleri topak topak toprağı ezer veya humusu dağıtır; kafası, pipoyu tutmaya yarar. Bir tek sırtı, bahçıvanın boş yere eğmeye çalıştığı, bükülmez bir şeydır. Solucanın da omurgası yok. Genellikle bahçıvan; otlanan kısrağa benzeyerek, bacakları ve kolları açık, başı dizlerin arasında, yere eğilmiş, üst tarafı kalçayla son bulan bir kişidir. Kendi cüssesine bir santim dahi eklemek isteyen bir adam değil bu, tam tersi, bedenini yarı yarıya büküp çömelir ve çeşitli şekillerde küçülmeye çalışır; onu gördüğünüzde genellikle bir metreden daha uzun değildir.
Toprağın işlenmesi; çapalamaya, kazmaya, ters düz çevirmeye, düzleştirmeye, beslemeye, kıvırmaya ve destekleyici maddelere bağlı.
Hiçbir pudingin pişirilmesi, bahçe toprağının hazırlanmasından daha zor olamaz. İzleyebildiğim kadarıyla içine gübre, guano, yaprak çürüğü, çimenlik, nitelikli toprak, kum, saman, kalsiyum, kainit, Thomas unu, bebek unu, nitrat, geyik boynuzu, fosfat, hayvan pisliği, kül, turba, kompost, su, bira, pipodan kalanlar, yanmış kibritler, ölü kediler ve birçok diğer madde konur. Bütün bunlar sürekli karıştırılır. Kazılır ve çeşni katılır. Denildiği gibi bahçıvan gül koklayan bir insan değil, o aslında “Bu toprağa biraz daha kalsiyum lazım.” diyen veya toprağın ağır olduğunu hissedip daha fazla kuma ihtiyacı olduğu düşüncesi tarafından kovalanan birisidir.
Bahçıvanlık bu durumda bilimsel bir işe dönüşmekte. Bugün kızların artık öylesine, “Penceremin altında güller açıyor.” diye şarkı söylememesi gerekir. Daha ziyade, “Penceremin altına saman çöpüyle iyice karıştırılmış kayın ağacı külü ve nitratin serpilmesi gerek.” şeklinde söylemesi lazım. Gül ancak meraklısı içindir, bahçıvanın sevinci daha derinlerde, ta humusun bağrında yatar. Bahçıvan öldükten sonra çiçeklerin kokusu ile sarhoş bir kelebeğe dönüşmüyor; toprağın tüm karanlık, nitrojenli ve köklü zevklerinin tadına bakan bir solucana dönüşüyor.
Şimdi, baharda bahçıvanlar bahçeleri tarafından çağrılıyorlar; daha yemek kaşığını masaya bırakır bırakmaz, popolarını muhteşem gök mavisine doğru dikip soluğu çiçek tarhlarında alırlar. Şurada, parmaklarının arasında topak topak olmuş toprağı ezerler. Köklere doğru, geçen seneden kalma bayat ve değerli gübreyi koyarlar, yabani otları koparırlar, taşları ayıklarlar. Şimdi çileklerin etrafındaki toprağı kabartıyorlar, biraz sonra da burunları toprağın dibinde, narin kök yumağını aşkla gıdıklayarak salata fidelerinin önünde eğilecekler. Bu pozisyonda bahardan yararlanıyorlar ki bu arada güneş de onların sırtları üzerinden meşhur döngüsünü devam ettirir, bulutlar süzülür ve cennet kuşları çiftleşir. Kiraz goncaları açılıyor, olgunlaşmamış yapraklar sevimli bir incelikle gelişmekteler, karatavuklar deliler gibi ötüyorlar. Bahçıvan birden doğrulur, gerinir ve düşünceli bir hâlde konuşur, “Sonbaharda bunları bolca gübrelerim ve biraz da kum eklerim.” Fakat bir an vardır ki bahçıvan boyunu göstererek ayağa kalkar; bu, öğle saatinde bahçesine, sulamanın kutsallığını bahşediyor.
İşte ayakta, düz ve neredeyse asilce durarak su vanasının ağızlığından gelen suyu yönetiyor; su gümüşidir ve şırıldar, topraktan nemin güzel kokulu nefesi gelir; her yaprak vahşice yeşildir ve neşeyle parıldar, insanın neredeyse yiyesi gelir. “İşte şimdi oldu!” Büyük bir zevkle fısıldar bahçıvan, bu sözleriyle tomurcukların köpüğü altında kalan vişne ağacını veya Frenk üzümünü değil, kahverengi toprağı kastetmektedir. Ve güneş batınca zirvedeki memnuniyetle şöyle der: “Bugün amma da ağır çalıştım.”
BAHÇIVANIN MART AYI
Eğer gerçeğe ve çok eski tecrübelere dayanarak bahçıvanın mart ayını anlatmamız gerekirse ilk önce iki şeyi ayırt etmemiz gerekiyor:
A) Bahçıvanın yapması gerekenler ve yapmak istedikleri.
B) Daha fazlasını yapamayıp gerçekten yaptıkları.
A) Şunları tutkuyla istiyor: Kol bitkisini kaldırmak, çiçeklerin üstünü açmak, toprağı çapalamak, gübrelemek, sürmek, kazmak, yeniden çapalamak, tırmıklamak, düzleştirmek, sulamak, çoğaltmak, budamak, kesmek, ekmek, saksıdan alıp toprağa dikmek, bağlamak, su serpmek, gübre eklemek, yaban otlarını temizlemek, eklemek, temizlemek, karatavuk kuşlarını ve serçeleri kovalamak, toprağı koklamak, parmakla filizleri çıkarmak, çiçek açan kardelene sevinmek, terini silmek, belini doğrulamak; kurt gibi yemek ve çok su içmek, yatağa çapa ile girmek, tarla kuşu ile birlikte kalkmak, güneşi ve gök nemini kutlamak, sert tomurcukları avuçlamak, baharın ilk nasırlarına ve kabarcıklara sahip olmak, genelde genişçe, baharca, havadarca ve bahçıvanca yaşamak.
B) Toprağın donmasına lanet eder, bahçesini kar kapladığında, evinin içinde kafese kapatılmış aslan gibi çılgına döner, nezle olup sobanın başında oturur, dişçiye gitmek zorundadır, mahkemede duruşması olur, teyzesi, torununun torunu veya şeytanın ninesi ziyaretine gelir ve çeşitli sıkıntılar, kaderin yaraları büyümeye devam eder. Mart ayında biriken tüm güçlükler onu kovalamakta ve günbegün kaybetmektedir. Bilmelisiniz ki baharın gelişiyle birlikte bahçenin hazırlanması konusunda en çalışkan ay mart ayıdır.
Evet, insan o ana kadar eskimiş olarak gördüğü deyimlere ancak bahçıvanken değer verir. Mesela “amansız kış”, “hiddetli kuzey rüzgârı” ve diğer şiirsel şeyler, ama bahçıvan daha da şiirsel deyimleri kullanmakta: “Kış bu sene canavarca lanetli, uğursuz, edepsiz, kör olasıca!” Şairlerin tersine sadece kuzey rüzgârlarına değil, doğu rüzgârlarına da homurdanır. Kar yığınına, sessiz ve sinsi ayaza nazaran daha az lanet okur. Mesela “baharın darbelerine karşı kış mevsiminin kendini savunduğu” yönündeki özdeyişlere daha yakındır ve bu zalim kış mevsiminin öldürücülüğüyle açığa çıkan savaşta galip gelemediğinden dolayı kendini küçük düşmüş hisseder.
Eğer kışa karşı kazma, çapa, silah veya teber ile hücum edebilseydi zafer çığlıkları atarak savaşa girerdi fakat onun yerine ancak akşamları radyo başında meteoroloji enstitüsünün hava durumunu bildiren haberlerini bekliyor. Biz bahçıvanlar için halk deyimleri de çok geçerli. Biz, “Aziz Matta’nın buzları kırdığına” inanırız ve eğer öyle yapmazsa “Kutsal Cellat Aziz Yusuf’un kırmasını” bekleriz. Biliyoruz ki “Marttır, sobanın arkasına gir.”[4 - Türkçede bulunan “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.” benzeri bir atasözü (ç.n.).] Aynı zamanda “üç buz adam”a, “bahar ekinoksu”na, “Medardin damlası kırk gün damlar.” iddiasına ve buna benzer şeylere inanırız. Bütün bunlardan, insanların ta eski zamanlardan beri hava durumu ile ilgili kötü tecrübelere sahip olduklarını açıkça anlarız. Hiç şaşırmamak gerekirdi eğer şöyle denseydi: “İşçi bayramında kar erir damlarda.” veya “Aziz Nepomuk Günü’nde buz tutar elini ve burnunu.” veya “Aziz Petr ve Pavel Günü’nde şallara sarınalım.” yahut “Cyril ve Metodej Günü’nde su buzlanır kuyuda.” veya “Aziz Vaclav Günü’nde bir kış biter, bir kış başlar.” Yani kısacası bu halk deyimleri çoğunlukla bize kötü ve kasvetli şeyleri haber verir. Yine de bilin ki bunlara rağmen her sene baharı karşılayan bahçıvanların iflah olmaz ve mucizevi iyimserliği hakkında bize tanıklık ediyorlar. Bahçıvan olmuş insan keyifle yaşlı ustaları arar. Bunlar biraz yaşlıca ve azıcık dalgın insanlardır, her baharda böyle bir baharı görmediklerini söylerler. Eğer hava soğuksa bu kadar soğuk bir baharı hatırlamadıklarını söylerler. Bazı zamanlarda ise “Bir gün, tam altmış yıl önce Hazreti Meryem Yortusu’nda öyle bir sıcak vardı ki menekşeler çiçek açtı.” derler. Bunun aksine eğer hava biraz sıcaksa “Bir gün, tam altmış yıl önce Aziz Yusuf Günü’nde kızakla kayardık.” derler. Yani kısacası bu yaşlıların tanıklığına göre de hava durumu keyfe bağlı ve buna karşı bir şey yapamayız.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/karel-capek/bahcivanin-bir-yili-69428587/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Çekoslovakya’da (Çek Cumhuriyeti) kullanılan para birimi; burada madeni para anlamında kullanılıyor (e.n.)
2
Labe (Elbe) Nehri, Orta Avrupa’nın en büyük nehirlerinden biridir. Çek Cumhuriyeti’nin kuzeybatısından doğan nehir, Almanya topraklarından geçtikten sonra Kuzey Denizi’ne dökülür. Vltava Nehri ise Çek Cumhuriyeti’nin en uzun nehridir ve Labe Nehri’ne dökülür (ç.n.).
3
Cadılar Bayramı’ndan farklıdır (ç.n.).
4
Türkçede bulunan “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.” benzeri bir atasözü (ç.n.).