Sabatay Sevi

Sabatay Sevi
İbrahim Alâettin Gövsa
Sabatay Sevi ve kurucusu olduğu “Sabataycılık” hareketi, bundan yüzyıllar evvel parlayıp sönmüş, sadece tarih meraklılarının ilgi göstereceği bir konu olarak -her nedense- kalmaması sebebiyle hâlâ tartışılmaya ve dikkat çekmeye devam ediyor. İbrahim Alâettin Gövsa tarafından kaleme alınan bu kitap, dönemi itibarıyla, konu hakkında yazılmış ilk kitaplardan biri olma özelliğini taşıyor. Günümüzde de bu kadar tartışılan, şahıslar üzerinden polemikler üretilmeye müsait bir konuda, bilinenlerin bilinmeyenlerden daha az olduğu göz önünde tutulursa, Gövsa'nın eseri, her kesimden okuyucuya hitap eder niteliklere sahip. Yazarın bizzat şahit olduğu olaylar ve durumlarsa kitabı hem daha ilginç kılıyor hem de kuru bir metin olmaktan çıkarıyor. Kitap, ülke gündeminden düşmeyen bir hareket ve o hareketin kurucusu hakkında yazılmış derli toplu ilk kaynak olma özelliğiyle yeniden basılmayı ve okunmayı hak ediyor.

İbrahim Alâettin Gövsa
Sabatay Sevi

BAŞLARKEN
Sabatay Sevi, miladın on yedinci asrı ortasında, yani zamanımızdan üç yüz sene kadar evvel Türkiye’de büyük bir sosyal ve siyasi hareket meydana getirmiş ve yalnız bizim memlekette değil, bütün Avrupa’da dikkat çekmiş bir adamdır.
Dinî veya siyasi birtakım davalar güden birçok türediler gibi eğer o da hiçbir iz bırakmadan tarihe karışmış olsaydı, zamanında uyandırdığı merak ve heyecandan dolayı yine bir dereceye kadar incelemeye layık görülürdü.
Fakat Sabatay Sevi’nin kendinden sonra bıraktığı iz, hayatında uyandırdığı heyecan ve cereyandan daha mühimdir.
Hatırasını, pek sınırlı bir zümre içinde olsa bile, hâlâ dipdiri yaşatmaya muvaffak olan Sabatay Sevi’yi yalnız tarihî bir mevzu olarak değil, aynı zamanda sosyal bir zemin niteliğiyle de incelemek faydalıdır.
Bu adam memleketimizde yaşamış ve mühim bir iz bırakmış olduğu hâlde onun kim olduğunu, neler yapmak istediğini ve neler yapmaya muvaffak olduğunu; nasıl esaslara ve fikirlere dayandığını, macerasının nasıl başlayıp ne şekil aldığını ve üç yüz senelik tarihte bıraktığı izlerin ne gibi değişimlere uğradığını anlatan etraflı değil; kısaltılmış bir tek Türkçe eserimizin bulunmaması, hayrete layık kayıtsızlıklarımızdandır.
Ona dair “Sabbatai Zewi” başlığı ile 400 sahifelik Almanca felsefi ve resimli bir inceleme eseri yazan Josef Kastein’in eserine ilave ettiği bibliyografi incelenince görülüyor ki, şimdiye kadar muhtelif Avrupa dillerinde bu zat için yazılmış bağımsız kitapların sayısı elliden aşağı değildir. Gazete ve mecmuaların yayımladıkları makale ve etütler de bunun haricinde bulunuyor.
Fransız, İngiliz ve Alman dillerindeki büyük ansiklopediler de onu ehemmiyetle kaydederler. İslam Ansiklopedisi de kendisine Musevilikle İslamlık arasında ayrı bir mezhep kurmuş olmak sıfatı ile epeyce mühim bir yer ayırır.
Dilimizde bu zat ile kurduğu müessese hakkında ayrı bir kitap bulunmaması şöyle dursun, tarihlerimizin verdikleri bilgi de gayet kısaltılmış ve yüzeyseldir.
O zamanların vakalarını günü gününe kaydeden Raşit tarihi, onun yalnız Edirne Sarayı’nda ve Dördüncü Mehmed’in huzurunda Müslüman oluşunu beş altı satırlık bir ibare içinde haber vermekle yetiniyor ki bunun sureti aşağıda görülecektir.
Bir nüshası Köprülü Kütüphanesi’nde bulunan Nişancı Abdi Paşa’nın “Vakayiname”si de aynı hadiseyi on beş, yirmi satırlık bir özet hâlinde kaydediyor. Bunun da sureti belgeler arasında okunacaktır.
Fındıklılı Mehmed Ağa’nın sonraları basılmış olan “Silahtar Tarihi”nin birinci cildindeki kayıt da tamamıyla Abdi Paşa’nın Vakayiname’sinden alınmış gibidir. Birkaç kelime ve tabir değişikliğinden başka hususiyeti bulunmuyor.
Sonradan yazılan tarihler arasında benim tesadüf edebildiğime göre, yalnız Kâmil Paşa’nın “Tarihi Siyasi”sinde Avcı Sultan Mehmed zamanını anlatırken Sabatay Sevi’den, adını da yanlış yazmak suretiyle, on beş, on altı satırlık bir ibare içinde bahsetmektedir.
1924’te, Sabatayistlerden Karakaşzade Mehmet Rüştü, mensup olduğu zümrenin sırları hakkında birtakım ifşaatta bulundu. Onlara karşı yazdığı açık mektuplarla gazete yazarlarına verdiği mülakatlar, Vakit gazetesinde yayınlandı. Bunun üzerine yine bu zümre tarafından çıkarılan Vatan gazetesi “Tarihin esrarengiz bir sahifesi” unvanı altında bir seri tarihî makale yayınladı: On makaleden oluşmuş bu yazı dizisi, dilimizde Sabatay Sevi ve bilhassa zümresi hakkında ilk defa yayınlanmış bir inceleme eseri gibi sayılabilir. Ancak bu serinin yayınlanmasındaki maksat; Karakaşzade Mehmet Rüştü’nün, hâlâ yaşadığından ve devamından ısrarla bahsettiği zümre özellik ve geleneklerinin tarihe karışmış birer hurafe olduğunu ileri sürmekten ve işin bu cihetine herkesi inandırmak arzusundan ibaretti. O makalelerin hakikate hiç de uygun olmayan noktaları aşağıda gelecek olan tahlillerinden anlaşılacaktır.
Ondan sonra birkaç haftalık gazetede Sabatay Sevi hakkında bazı dağınık yazılar yayınladılar. Mesela Resimli Dünya ve Resimli Gazete, bazı dikkate şayan yazılar yayınlamışlardı. Ve Son Saat gazetesi “Dönmelik Nasıl Çıktı, Nasıl Gelişti?” başlığı altında güya tarihî olmak iddiasıyla uzun bir yazı dizisi tutturdu.
Memleketimizde bu mevzuya dair ilmî bir mahiyet taşıdığı sayılabilecek eser, Profesör Abraham Galante’nin 1935’te, İstanbul’da Fransızca olarak basılan 125 sahifelik kitabıdır sanıyorum. Bu kitap, “Sabatay Sevi Hakkında ve Mensuplarının Teşkilatı ve Âdetlerine Dair Yeni Belgeler” ismini taşır. Onda, doğuda Sabatay Sevi’ye ait İbranice, İspanyolca, Rumca ve Ermenice eserlerin ve belgelerin isimleri ile bir kısmının suretleri de vardır.
Ben “Meşhur Adamlar Ansiklopedisi”ni hazırladığım sırada, Sabatay Sevi’ye ait malumatı bizim tarihlerle Avrupa ansiklopedilerinde aramakla beraber, ona ait gravürleri içerdiğini haber aldığım Josef Kastein’in kitabını da bilhassa bunun için Viyana’dan getirtmiştim.
7 Gün mecmuasında “İzmirli Sabatay Sevi’nin Hayatı ve Macerası” başlığı altında yazdığım beş makaleyi de o vesile ile yaptığım araştırmalardan ve bilhassa Abraham Galante’nin eserinde bulduğum malumattan istifade ederek meydana getirmiştim.
Bütün buIabiIdiklerimi daha iyi bir tertip ile sıralayarak, Sabatay Sevi hakkında tarihî ve toplumsal mahiyette küçük bir inceleme tecrübesi olarak meydana koymayı, gerek bugün o mevzuyu merak edenler gerek ileride meseleyi genişleterek etraflı bir araştırma yapacak olanlar için faydalı saydım.
Ben Sabatay Sevi geleneklerinin bugün tarihe karışmış bir hurafeden ibaret olmadığını yakından bilenlerdenim. Vatan gazetesi “Tarihin esrarengiz bir sahifesi” başlığıyla yazdığı makalelerde, zümrenin başlıca fertleri arasında yardımlaşmaya dayanan hususi teşkilattan başka bir ayrılık belirtisi kalmadığını ve eski anane ve hurafelerin artık tarihe karıştığını ileri sürdüğü sıralarda, ben Marki köyünde bu zümre tarafından kurulmuş yatılı bir kız lisesinin müdürü idim ve bir buçuk sene aralarında yaşamak sureti ile Sabatay Sevi’den kalan anane ve âdetlerin, onların hayatında hâlâ ne kadar hâkim olduğunu bizzat gördüm. Bilhassa yedi, sekiz yaşındaki Sabatayist çocukların defterleri arasında, aileleri tarafından kendilerine ezberletilen yarı İbranice yarı İspanyolca duaların suretlerini buldum. Henüz on beş sene evvel:
“Beşamı barohya ilen Sabatay Sevi, es Sabatay Sevi etnedolos mondos” yani “dünyanın yarısı hükmünde olan Sabatay Sevi’nin mübarek adı ile” diye besmele çeken ve duasına böyle başlayan çocukların, bugün ancak gençlik çağlarında bulunduğunu bilirken, “Sabatay Sevi” ananesine tarihe karışmış bir hurafe nazarıyla bakmakta elbette mazur görülürüm.
Sabatay’ı, halifelerinden sayılan ve vaktiyle tanrılık mertebesine kadar çıkarılan Osman Ağa’nın “ağa” lakabının kaldırılmasından sonra “Osman Oğan” suretinde söylenip yazılmaya başlaması da zümreye mensup olanlardan bir kısmının pek yeni bir buluşudur ve ananenin ne kadar canlı olduğuna pek yeni bir delildir.
Bununla beraber, memleket kanunlarına muhalif olmamak şartı ile her vatandaşın istediği gibi düşünmek ve inanmak hürriyetine hürmetkâr olmak icap eder ve bu risalede, o hürmete muhalif bir maksadın ne sebebi vardır ne de zerresi.
Bilhassa nesil itibarı ile Sabatay zümresine mensup olanlar arasında, memleketin iş ve fikir hayatında yer tutmuş, zeki ve değerli insanlar mevcuttur ve onların içinde bu satırları yazanın şahsi dostları ve arkadaşları da vardır. Şüphe yok ki onların bir kısmı, Sabatay Sevi’den kalan âdet ve ananeleri artık birer hurafe saymakta samimidirler. Hatta aralarında umumi camiaya ırk itibarı ile dahi karışmaya başlamış ve yalnız kendi aileleri arasında evlenmek âdetini kırmış olanlar da var. Fakat sınırlı bir zümre içinde olsa bile, Sabatay Sevi hatırasının hâlâ dipdiri yaşadığında asla tereddüt edilemez.
Bundan dolayıdır ki bu küçük risaleyi yalnız tarihî değil, aynı zamanda memleketimize ait sosyal bir inceleme, tecrübe veya taslağı addetmek yanlış olmayacaktır.

    İbrahim Alâettin GÖVSA

SABATAY SEVİ – MEHMED AZİZ EFENDİ

Sabatay Sevi’nin Edirne Sarayı’nda Müslüman edildikten sonra, kendisine kapıcılık rütbesi ve Mehmed ismi verildiği malumdur. Mehmed ismine Aziz lakabının da ilavesi, herhâlde kendini Aziz olarak tanıyan zümrenin işi olacaktır.
Bu suretle Mehmed Aziz Efendi namını alan Sabatay Sevi’nin asıl adını, muhtelif kitaplar hayli değişik şekillerde yazarlar; Alman, Fransız ve İngiliz ansiklopedilerinin yazış tarzı çok ayrıdır. Kimi Sabbatai Sevi, kimi Sabbatai Zewi, kimi de Sabatai Sebi şeklinde yazıyor.
Bizim tarihler, bu arada vakanüvis Raşid tarihi ile Abdi Paşa’nın Vakayinamesi ve Fındıklılı Silahtar Mehmed Efendi tarihi, asıl adını hiç kaydetmeyerek “Yahudi meşhur” ve “Haham” diye zikretmekle yetinirler. Kâmil Paşa, “Tarih-i Siyasi”sinde bu ismi Sapatay Levi şeklinde kaydediyor.
Vatan gazetesinin tarihî yazı dizisinde, sahte mesihin ismi “Sabatay Sivi” şeklinde tespit edilmiştir. Bu gazete, zümre mensuplarına ait olduğu, o makaleler de Sabatayistlerden birinin kalemiyle yazıldığı için, hakiki telaffuzu onların daha iyi bilmeleri akla gelebilirse de isim; esasen Musevi adı olduğuna göre, Musevilerin telaffuz tarzına daha çok itimat etmek doğaldır ve bu da “Sabatay Sevi” suretindedir. Josef Kastein, eserinde Sabbatai Zewi imlasını tercih etmiş; Abraham Galante ise Sabatai Sevi şeklinde yazmıştır ve Türk telaffuzuna daha fazla uyan şekil de sanıyorum ki budur.

Mesih Ne Demektir?
Miladın on yedinci asrı ortalarında, yani bundan tam 274 sene evvel İzmir’den İstanbul’a, Selanik’e, Kudüs’e, hatta Avrupa’nın Yahudileri bolca olan bazı memleketlerine kadar uzanan garip, meraklı ve heyecanlı bir haber bütün halk zümresi arasında dolaşıp çalkandı: İzmir’de bir Mesih türemiş!
Bu haberi Yahudiler, heyecanla her yerde birbirine fısıldıyorlar; Hristiyanlar, işin sahte olması ihtimalini münakaşa ediyorlar ve olgun Müslümanlar, Mesihlerin ve Mehdilerin öteden beri gelip geçtiklerini bildikleri için sakallarının içinde gülümsüyorlardı.
İstanbul’da mahalle çocukları da Yahudi mahallelerinde “Deccal geldi mi, çıfıt geldi mi?” nakaratını bir türkü hâlinde tutturup geziyorlardı.
O zaman, ortaya çıkması hayli merak ve heyecan uyandırmış olan bu sahte Mesih’ten bahsetmeden önce, Mesih’in ne demek olduğunu anlamak faydalı olur.
Mesih ve Mesiha, İbranice bir kelimedir. Allah’ın tasfiye ettiği adam manasına gelir. Tevrat’ta umumi olarak krallar, peygamberler ve bütün ilahi ve mukaddes mahiyette vazife gören insanlar için “Mesih” tabiri kullanılmış olmakla beraber; hususi manasıyla İsrail oğullarını kurtarmak için Allah’ın göndereceği peygamber veya kurtarıcı için de Mesih denmiştir.
İsa, kendine inananlar tarafından beklenen kurtarıcı olarak kabul edildiği için, Hristiyanlarca Mesih odur. Nitekim Arapçada Mesih kelimesi, İsa’nın bir adı olarak kullanılır.
Hristiyan ananesine göre İsa’nın doğuşunda, mensup olduğu ailede, doğduğu memlekette ve ölümünün şeklinde güya mukaddes kitapların haber verdikleri bütün vasıflar ve şartlar yerine gelmiştir. Fakat Museviler, İsa’yı Mesih olarak kabul etmedikleri için asırlarca onu beklediler. Orta Çağlarda, ötede beride ara sıra Mesihlik iddiasında bulunan adamlar ortaya çıkmıştır. Musevilik vatanını ve istiklalini kaybettikten sonra İsrailoğulları, gelecek Mesih’in kendilerine vatanlarını ve devletlerini kazandıracağını ümit ederlerdi. Halkın inanışına göre Mesih, yalnız bir peygamber değil; aynı zamanda kral da olacaktı ve büyük bir devlet kurarak, bütün dünyada Museviliğin hükümran olmasını temin edecekti.
Eski milletlerin hemen hepsinde bu inanışa benzer inançlar bulunduğunu; eski Çin’de, Mısır’da ve İran’da, İskandinavya’da hatta Meksika yerlileri arasında bile bir kurtarıcı ümidine bağlanmak ananesinin mevcudiyetini, dinler tarihi kaydediyor. Gaipten haberler beklemek ve harikuladeliklere ihtimal vermek, insanların umumi bir zaafıdır. İslam halkı arasında da Mehdi ve Deccal inanışları buna benzer. Mehdi, kurtarıcı ve doğru yolu gösterici bir timsal; Deccal ise dünyayı karıştıracak, altüst edecek bir tiptir. Ve ikincisi, güya kıyamete yakın zamanlarda ortaya çıkacak ve İsa, gökyüzünden inip onu öldürerek insanları şerrinden kurtaracaktır. Bu tarzdaki belirsiz rivayetler ve inanışlar, bazı devirlerde hadiselerin zorlamasıyla yahut maddi ihtiyaçların baskısı ile ve bilhassa cehaletin ve esrarengiz meselelerle uğraşmanın fazlalığı nispetinde kuvvet kazanmıştır.
On yedinci asır ortalarında da Mesih beklentisi, birçok hadiselerin tesiriyle cahil halk arasında umumi bir ihtiyaç hâline gelmişti.
Protestanlık inkılabını takip eden mezhep mücadeleleri, bütün Avrupa’da bir manevi buhran meydana getirmiş oluyordu. İngiltere’de “Puritanisme” denen mutaassıp mezhebin ortaya çıkması ve buna istinaden Cromwell’in, kralları kovacak ve İngiltere’de bir diktatörlük kuracak derecede kudret kazanması; o asrın manevi vasfına bir misaldir. Bilhassa engizisyon mahkemelerinin hiçbir vicdan hürriyetine imkân vermediği memleketlerde, Musevilerin kitle hâlinde zulümlere uğramaları ve İspanya’dan ve Avrupa’nın bir kısım memleketlerinden kovularak dünyanın muhtelif köşelerine ve bu arada Türkiye’ye ilticaları; Musevilik âleminde büyük buhranlar ve ızdıraplar uyandırmıştı.
Manevi teselli bulmak ihtiyacı, hahamları ve Yahudi düşünürlerini Kabala incelemelerine, yani tasavvuf çeşnili eski metinlerden deva aramak merakına düşürmüş ve cahil halk kitlesi doğal olarak bu türlü haberlere ve işaretlere her zamankinden fazla bağlanmıştı.
Bu devirde, dinî metinlere ve tasavvufi eserlere fazla düşkünlüğün; Musevilik inançlarında nasıl sarsıntılar yapmak kabiliyetinde olacağına, Hollandalı meşhur filozof Spinoza’nın hayatı da kuvvetli bir misal teşkil eder. 1632–1677 yılları arasında yaşayan ve Amsterdam’da doğup Lahey’de ölen bu genç Yahudi düşünürü, haham olmak üzere hazırlanmış; eski klasik dilleri öğrenmişti. Tasavvufa fazla düşkünlük yüzünden mukaddes kitaplar hakkında şüpheler göstermesi üzerine sinagogdan ve Yahudi cemaatinden kovulan bu genç ve yüksek Yahudi düşünürü, Sabatay Sevi’nin yetiştiği tarihteki Musevi inanç buhranının kuvvetli bir timsalidir.
Sabatay Sevi de haham olmak üzere hazırlanmış ve pek genç yaşlarından itibaren, eski dinî metinlerin simgesi ve tasavvufi delaletlerini yorumlamakta yeti kazanmıştı. Onu Mesihliğe sürükleyen ananeler dikkate şayan olduğu gibi, birkaç sene sonra etrafında derhâl inanıcı bir zümrenin meydana gelivermesini temin eden hadiseler ve tesadüfler de hayrete layıktır.
Kabalistlere, yani mukaddes yazıları simgesel ve mistik bir çeşni ile izah edenlere göre, İbrani alfabeden her birinin ifade ettikleri rakamlar ve kelimelerden çıkan toplamlar mühim manalara ve hadiselere delalet edebilir. Yahut böyle yorumlanabilirler.
Arap harflerinde geçerli olan “Ebcet hesabı”, nasıl her harfi bir rakama muadil tutuyorsa aynı hesap İbrani dilinde de mevcuttur.
Mesih’in hangi tarihte dünyaya gelerek, ezilmiş olan Yahudiliği yeni bir saltanata ve tam bir refaha kavuşturacağı hakkındaki ananeler de işte bu hesaba göre bazı Tevrat ayetlerinin kelimelerinden toplanan rakamlara dayanıyor. Ve muhtelif ayetlerin bazı küçük cümleleri ayrı ayrı hesap edildiği zaman, hepsi de miladi 1648 tarihine tekabül eden bir rakamı göstermektedir.
Ve Sabatay’ın Mesihlik iddiası tamam bu yıla tesadüf eder ki, o zaman 22 yaşında bulunuyordu.
Yine o kitaplardan çıkan ananeye göre, Mesih’in gelmesi yahut Musevilikte bir Mesih devresi, yani refah ve saadet inkılabının hasıl olması için bütün dünyadaki Yahudiliğin büyük bir baskı altına düşmüş, manevi ve maddi güçlükler içinde bunalmış olması şarttır. Ve bu şart da, yukarıda işaret ettiğimiz hadiseler neticesinde, o tarihlerde tamamıyla hasıl olmuştur.
Bir kısım Yahudi mutasavvıfları, Mesih devresi ve Mesih’in gelmesi tabirini yalnız manevi ve mecazi bir şekilde izah ederek, bunun ancak Musevilik âleminde iyiliğe ve refaha doğru açılmış bir inkılap olacağını söylerler. Bir kısmı ve bilhassa halka mensup olan kütle, Mesih’in bir insan şeklinde; bir peygamber, bir kurtarıcı ve hükümdar suretinde tecelli edeceği vehminde bulunurlar.
Mesih’in Filistin’de hükümran olacağı ve Kudüs’ü merkez yaparak, dünyanın dört köşesine yayılmış olan Yahudiliği burada toplayacağı tahmin edildiğine göre; o zaman bu memleketleri elinde bulunduran Osmanlı İmparatorluğu toprakları, onun türemesine en müsait bir zemin teşkil ediyordu ve İzmirli zeki ve genç haham, bütün alametleri kendi başarısı lehine sezmiş ve toplamış bulunuyordu.
Yukarıda da temas ettiğimiz üzere, zaten dünyaya o tarihlerde bir Mesih geleceği ananesi, yalnız Yahudiliğe de özgü değildi. Hristiyan mutasavvıfları arasında da miladın 1666 senesinde dünyaya bir Mesih geleceğine inananlar vardı ki, bu tarih Yahudi kâhinlerin tespit ettikleri rakamdan yalnız 18 sene farklıdır.
O zamanlar bu hurafe, daha fazla Protestanların bulunduğu memleketleri meşgul etmiş hatta İngiltere’de de İskoçya sahillerine, uzak denizlerden gelme mitolojik bir filonun yanaştığı, bu donanma yelkenlerinin ve iplerinin ipekten yapılmış olduğu, bütün mürettebatının İbrani dili konuştuğu ve bayraklarının üstünde de “İsrail’in on iki kabilesi” kelimelerinin yazılı bulunduğu masalı uydurulmuştu.
Bu türlü rivayetler, o zamanlar bir kısım Hristiyanlar nazarında da Yahudilik âleminde yakın bir değişiklik meydana geleceği kanaatini uyandırıyordu.
Cemiyet psikolojisi, insan kitleleri arasında esrarengiz fikirlerin hastalıklardan daha kolay sirayet ettiklerini birçok misalleriyle ispat eder. Bir devre içinde icat edilmiş heyecanlı bir masalın, muhtelif diller konuşan ve ayrı âdetlere, inanışlara bağlanan birçok insanları birdenbire istila etmesi; bu sirayetin hayret veren bir neticesidir.
Aynı hadisenin kuvvetli bir misali de Sabatay Sevi’nin, Mesih olmak davasıyla ortaya atıldığı aylar içinde, buna benzer bir masalın cahil ve basit bir kısım Müslüman halkı da meşgul etmiş olmasıdır. Nitekim tam o tarihte, Musul’un İmadiye kasabasında Şeyh Abdullah isminde bir Kürt şeyhi, genç oğlu Şeyh Mehmed’i, Mehdi diye ortaya atmıştı. Etrafına binlerce adam toplayan bu genç Mehdi; Raşit tarihinin, Hicri 1077 senesi olayları arasında kaydettiğine göre, hayli geniş askerî tedbirlerle ele geçirilebilmişti. Sabatay’ın Müslümanlığı kabule mecbur olduğu haftalar içinde, o da Edirne Sarayı’na getirilerek Dördüncü Sultan Mehmed’in huzurunda bu Mehdilik davasını inkâra mecbur kalmıştı.
İşte, İzmirli haham Sabatay Sevi’nin Mesihlik hususundaki iddiasını besleyen hurafelerin ve masalların bir kısmı bunlardır. Fakat bu davanın, kendi şahsı etrafında dahi bir takım delillere ve belgelere dayandırılması ve bu yolda dahi eski metinlerden birtakım işaretler, simgeler ve ebcet hesabına dayalı rakamlar çıkarılması, işin çok kurnazca idare edildiğini gösterir.
Bundan dolayıdır ki, genç Sabatay, ilk zamanlardan itibaren etrafında epeyce büyük bir halk kitlesi toplayabilmiştir ve bu noktalara ait izahlar, hayatına ait malumat sırasında verilecektir.

SABATAY SEVİ KİMDİR VE NASIL YETİŞTİ?

Sabatay, 1626 Temmuzunun yedisinde, İzmir’de aslı İspanyol olan bir Yahudi aileden doğdu.[1 - 1924 Kânunusani tarihli “Vatan” gazetesinde “Tarihin esrarengiz bir sahifesi” unvanı ile yazılan makale serilerinde, onun adı Saptay Sivi şeklinde yazıldığı gibi doğduğu şehrin de İzmir değil, Edirne olduğu ileri sürülmüştür. Güya Benî İsrail tarihlerine göre, onun Edirne’de doğduğu muhakkak imiş. Vatan’ın yazı dizisinin bu iddiası sağlam görünmüyor. Çünkü bütün Avrupalı yazarların araştırmaları, Sabatay’ın İzmir’de doğduğunu göstermektedir. Profesör Abraham Galanti, babasıyla amcasının mezar taşlarını İzmir’de bizzat görmüştür. O mezarlar, Sabatay’ın mutlaka İzmir’de doğduğuna bir delil teşkil etmese dahi, galip olan anane bu şekildedir ve onun soyca Edirne’ye mensup olduğu hakkında başka hiçbir emare de yoktur. Bilhassa Mesih’in peygamberi sıfatı ile onun için propagandalar yapmış olan Nathan’ın o zaman yayımladığı İbranice bir beyannamenin Fransızcaya tercümesinde, Sabatay’ın İzmir’de doğduğu tekrar ediliyor.] Babası, Türkler arasında Kara Menteş diye tanınmış olan Mordehay Sevi, İzmir’e Mora’dan gelip yerleşmiştir.
Mordehay önce tellallık yapmış, sonra bir İngiliz ticarethanesinde simsarlık edermiş. Üç oğlundan ikisi ticaret işlerine girdikleri hâlde, en küçükleri olan Sabatay, küçüklüğünden beri okumaya, bilhassa din kitaplarını incelemeye meraklı imiş. Bu merakın önüne geçemeyen ailesi, nihayet onun haham olarak yetişmesine razı olmuşlar ve kendisini İsak d’Alba adlı bir hahama çırak olarak vermişler.
Öğretmeni ona Tevrat’ı ve Talmud’u okutmuş ve dinî kitapların mecazi ve tasavvufi manalarını keşfetmek zevkini tattırmıştır.
Bu Talmud, Arapların Telmut dedikleri kitaptır ki, semavi kitaplardan olmamakla beraber, Musevilerin ağızdan ağza dolaşan en eski anane ve hurafelerini içerir. Bir kısmı Kudüs, bir kısmı da Babil ananelerine ait olmak üzere iki büyük kısma ayrılır ve eski Musevi tarihi için mühim bir kaynak sayılır.
Sabatay, on beş yaşından sonra Kabala incelemelerine, yani işaretleri ve rivayetleri tefsir ve keşfetmek işine, kendi başına devam ediyor.
Şüphe yok ki, o tarihten yedi sene kadar sonra kendini Mesih olarak tanıtma teşebbüsünde bu esrarengiz yazılar, işaretler ve rivayetler etken oldu.
Bundan evvelki fasılda, Mesihlik meselesi için o devirde cahil halk kitlesinin ehemmiyet verdiği ananelere işaret etmiştik.
Zeki ve hahamlık mesleğinde bilgili bir genç olan Sabatay, aynı zamanda yakışıklı ve güzel konuşan bir adamdı. Bu vasıflar onun Mesihlik ananesini kendi lehine tefsir etmesine imkân hazırlamıştır.

Mesihlik Davası Nasıl Başladı?
On beş yaşından beri, yalnız başına eski kitapların mistik delaletlerini keşfe alışan Sabatay Sevi, on sekiz yaşına geldiği zaman, bunları başkalarına da okutacak bir seviyeye erişmiş ve etrafına bir talebe grubu toplamıştı.
Tasavvufi eserlerle fazla uğraşmanın neticesinde acayip huylar edindi ve garip hareketler göstermeye başladı. Mesela oruç günlerinin haricindeki zamanlarda dahi oruç tutuyor, vücudunu temizlemek için sık sık yıkanıyor ve kendisine güya mukaddes bir mahiyet vermek için hazırlanıyordu.
Onun anormal bir adam olması ihtimali de çoktur. Nitekim çocukluğundan beri sık sık sara nöbetleri geçirdiği ve bundan dolayı hadiselerin ve okuduğu hurafelerin kolayca telkinine tabi olduğu da rivayet edilir. Böyle zayıf ve manen hasta mizaçta olan adamlar, bir maksat uğrunda kuvvetli bir irade gösterebilirler ve aynı zamanda kendi uydurdukları bir sıfata, bazen kendileri de inanacak derecede zaaf ve gariplik gösterebilirler.
Mümkündür ki, Sabatay da kendi icat ettiği Mesihliğe bazı defa bizzat kendisi de inanmış olsun. Etrafında bir hayli inanıcı kitlenin toplanmış olmasına, bu şuursuzluk ve kendinden geçme hâli çok tesir etmiş olabilir.
Ailesi, o zamanki âdetlere uyarak onu pek genç iken evlendirdiler. Fakat Sabatay, rivayete göre karısından uzak durmuş ve Musa’dan kalma peygamberlik ananesine uyarak bu saflığını muhafaza etmek istemiştir.
Ailesi bu hâli, karısından hoşlanmadığına atfederek, birinciyi boşadıktan sonra onu ikinci defa evlendirdiler. Fakat netice aynı olmuş ve genç haham, kutsiyetine etrafını inandırmak için olacak ki, güya bu ikinci izdivaçta da bekâretini muhafaza etmiştir.
Sabatay’ın sonraki hayatında kadınlara pek düşkün ve nazlarına çok mağlup olduğu rivayet edilir. İlk gençlik zamanına ait olarak hikâye edilen bu perhiz yapma durumu, ihtimal ki, taraftarlarının onu yükseltmek ve kutsileştirmek için isnat ettikleri bir masaldan ibarettir. Yahut anormal mizacının, bu ilk gençlik çağlarında daha fazla buhran içinde bulunmasından ileri gelmiştir.
İzmirli Mesih, kitaplardaki esrarengiz işaretlerle haber verilen 1648 tarihinde gelecek Mesih’in kendisi olması için belli ki senelerden beri hazırlanmıştı.
Hahamların bildikleri bütün metinlere vâkıf ve onları izah etmekte üstat olmuştu. Zeki ve gayet hazırcevaptı. Bünyesinin orantılı ve yüzünün de güzel olması, yaptığı tesiri arttıran etkenlerdi.
Ananeleri iyi bildiği ve güzel konuştuğu için dinî bahisler üzerinde kendisiyle münakaşa edenleri kolaylıkla mağlup ederdi. Bilhassa etrafındakileri kandırmak için, dinî metinlerde kendi lehinde skolastik mantığın kuvvetiyle delil saydığı birtakım işaretler bulmuştu.
Bunlardan biri, “Benimkilerin kurtuluş yılı geldi.” mealinde bulunan bir ayetin, İbranicede geçerli ebcet hesabına göre 814 rakamına muadil olan harfleri içermesi idi. Çünkü “Sabatay Sevi” adının rakam kıymeti de tamamıyla ona eşit geliyordu.
Bundan başka, İbranicede Tanrı’ya mahsus sıfatlardan “Kadir” manasına gelen bir kelimenin de rakam kıymeti 814 tutuyordu.
Her isim için bu türlü tesadüfleri keşfetmek mümkündür. Fakat dar kafalılar nazarında onların ehemmiyeti büyüktür.
Yine mesela basit bir aşk manzumesi olan bir duada, “Sevdiğim bir ceylana benziyor.” ibaresinin İbranicedeki metni “Dome dode Lisvi” suretinde okunurmuş ve “sevgili” manasına gelen “Dod”, mecaz yolla “Tanrı” manasını da ifade edermiş. Cümlenin sonundaki “Svi” hecesi “Sevi”ye benzediği için bu ibare, “Tanrı Sabatay Sevi’ye benziyor.” şeklinde izah edilirmiş.
İşte böyle kâh rakamların tesadüflerinden, kâh benzetme ve türeme yollarından istifade edilmek suretiyle elde edilen acayip deliller; etrafındakilerin, zaten fevkalade bir şeyler bekleyen, öteden beri Mesih ananesiyle ve kurtuluş ihtiyacıyla dolgun olan hayallerini çelmeye pekâlâ yetmiştir.

1648 Senesinde
Sabatay, Mesihliği çoktan benimsemekle beraber, bu hususta etrafındakilere bir şey söylemekten çekiniyor ancak yakında bir Mesih’in çıkacağına dair manalı şeyler söylüyor; zemini yokluyor, kendine atfettiği kutsiyeti ve etrafının dikkatini çekebilecek delilleri ileri sürerek bunu yavaş yavaş hissettirmek istiyordu.
1648 senesi, o zamanki Musevi ananesine göre, tam Mesih’in ortaya çıkacağı yıldı. Bu tarih gelip de çattığı hâlde henüz Mesihlik iddiasına girişen kimse yoktu. Onun kanaatine göre artık geçirilecek zaman kalmamıştı. İlk önce kendine en yakın ve en mahrem olanlara bu işi açtı. Onlar zaten inanmak için hazırlanmıştılar ve onun Mesihliğini kabul etmek için hiçbir zorluk göstermediler. Fakat mesele İzmir’deki bütün Museviler arasına yayılınca işin rengi değişmişti.
İhtiyar hahamlar, çocukluğunu tanıdıkları 22 yaşındaki genç ve dengesiz bir hahamın Mesihlik iddiasına tahammül edemezlerdi.
Bir Frenk atasözünün “Nul n’est prophete en son pays” yani “Kimse kendi memleketinde peygamber olamaz.” dediği gibi, Sabatay da en büyük direnci kendi memleketinden görmüş oluyordu. İzmir’de o zaman hahambaşı bulunan Josef Eskapa, onun bu iddiasını duyunca fena hâlde hiddetlendi ve önce kendisini yola getirmek üzere maiyetindekilerden iki hahamı memur etti. Fakat Sabatay, kendisine nasihat için gelenlere de Mesihliğinin delillerinden bahsedince, böyle yumuşak vasıtalarla o küstah davacının yola getirilmesine imkân olmadığını anladılar. İzmir’deki bütün hahamlar ve Musevi âlimleri bir araya geldi ve onun ölüme hak kazandığını ilan ettiler. Musevi hahamlar için böyle bir fetva vermek kolay fakat onun icrası cesarete bağlı ve bu takdirde hükûmetin cezasına uğramak muhakkaktı. Bundan dolayıdır ki fazla amelî kıymeti olmadığını bildiği bu karardan Sabatay Sevi yılmamıştır ve yine bir müddet İzmir’de yaşamıştır. Ancak kendi memleketinde başarılı olmak için, ilk önce başka yerlerde başarılı olmanın daha emin olduğunu takdir etti ve seyahate karar verdi.

İlk Yolculuklar
Sabatay, 1650 senesinde ilk defa İzmir’den çıkarak İstanbul’a geliyor. Ve İstanbul’da Abraham Vaçini adlı bir hahama rast geliyor. Bu adam sahte işlerden zevklenen, marazi mizaçta veya maddi menfaatine gayet düşkün bir yaradılışta olacak ki; Sabatay’a kendi uydurup yazdığı bir belgeyi, pek eski bir risale olduğu tavsiyesiyle vermiş yahut satmıştır. Bu risale “Mezamiri Süleyman’ın Tefsiri” adını taşıyormuş ve orada güya Sabatay Sevi isimli bir Mesih’in doğacağı haber veriliyormuş.
Sabatay, uydurma olduğunu anlamış olsa bile bu garip belgede yeni bir dayanak bulmuş oluyordu. Öteki delillere ilave edilen bu kitabın içindekiler, onun Mesihliği lehinde propaganda vesilesi olarak kullanıldı ve İstanbul’da etrafını alan cahil Yahudiler arasında nüfuzu ve ehemmiyeti büsbütün arttı.
Ancak İzmir hahambaşısı, İstanbul hahamlarına Sabatay’dan uzak durmalarını şiddetle tavsiye eden bir mektup gönderdiği için, dinî muhitlerde aleyhinde dedikodu da başladı. Bunun üzerine, şimdilik İstanbul’da da tutunamayacağını kestirdi ve daha müsait bir muhit olarak kabul ettiği Selanik’e geçti.
O sıralarda Selanik Musevi muhiti, Kabalistik meselelerle çok meşgul olduğu için, bu işlerde ustalıkla şöhret bulan genç hahamın adını çoktan öğrenmiş bulunuyordu. Onu sevgi ve saygı ile karşıladılar.
İzmir’de ve İstanbul’da uğradığı muameleden ibret aldığı için, önceleri Mesihlik davasını ileri sürmekten sakınmıştı. Bundan dolayı bu genç ve pek zeki hahamın bilgisi, bütün Yahudileri memnun etmiş ve rivayete göre, evine misafir olduğu bir zengin Yahudi de kendisine kızını vermişti. Yine ananeye bakılırsa Sabatay Sevi evvelce kendisine verilen iki kız gibi bu üçüncü kızı da almış fakat yanına hiç yaklaşmamıştır ve Selanik’ten ayrıldığı zaman boşayarak güya Mesihliğe mahsus saflığını muhafaza etmiştir.
Selanik’te kendi şerefine verilen bir ziyafet esnasında Sabatay, Mesihlik meselesine dair bahisler açmış ve kendisinin hiç evlenmeyeceğini çünkü Tevrat ile evlendiğini söylemiş ve bu suretle Mesihliğe namzet olduğunu hissettirmek istemiştir. Selanik hahamları, bu pervasız gencin birer küfür addettikleri sözlerinden hayret ve dehşete düşerek, derhâl aleyhine galeyan ettiler ve onu ölümle korkuttular.
Bunun üzerine Sabatay Sevi, Selanik’i de terk ederek Atina’ya gitti. Fakat orada da takibe uğradığını hissettiği için tekrar İzmir’e ve oradan yine İstanbul’a döndü.
Sabatay’ın ikinci defa İstanbul seyahatinde ehemmiyetli bir faaliyeti göze çarpmaz. Yalnız o esnalarda, bir balık vasıtasıyla peygamberlik, Mesihlik falına baktığı rivayet edilir. Güya bu suretle Güneş, balık burcuna girdiği zaman, İsrailoğullarının kurtulacağı vaadini vermiş oluyordu.
Sabatay mensuplarının ayinlerindeki balık simgesi işte buradan kalmıştır derler. Fakat İstanbul hahamları bu ikinci ziyaretinde de kendisine rahat vermedikleri için Sabatay, 1659’da İzmir’e, babasının yanına döndü. Üç sene kadar, dikkati çekecek başlıca bir harekette bulunmayarak zamanın vereceği fırsatları beklemiştir. Belki de bu bekleyiş, 1648’de başarı vermeyen Mesihlik teşebbüsünün tekrarı için, 1666 tarihini beklemekten ileri gelmiştir. Çünkü kendisine ilk İstanbul seyahatinde uydurma bir belge ile Mesihlik müjdesini veren Abraham Vaçini adlı hahamın, Mesih devresi için Hristiyanlarca dahi geçerli olan bu tarihi beklemesini tavsiye etmiş olduğu da rivayet edilir.

Mısır ve Kudüs Seyahati
1663’te Sabatay Sevi için yeni bir hayat macerası açılıyor. Mesih’in, ileride hükümdarlık merkezi olacak “Arz-ı Mevud”u şimdiden ziyaret etmesi ve orada müstakbel başarısı için zemin hazırlaması lazım olduğunu düşünmüş olacak ki, Filistin’e gitmek kararıyla ve birkaç yakın tabisiyle gemiye giriyor.
Fakat gemi, Trablusşam’a ve Beyrut’a geldiği zaman, kararını değiştirerek ilk önce Mısır’a gitmenin münasip olacağını tasarlıyor. İskenderiye’de inerek doğru Kahire’ye gidiyor. Orada ihtimal ki adını daha önce haber aldığı Rafael Josef Çelebi adlı bir Sarrafbaşı vardır. Çok zengin ve dinî masallara pek meraklı olduğu için, falcı ve mistik hahamları himaye etmektedir. Bu zata, Müslüman ve Türk halkı Yusuf Çelebi demektedirler.
Cazip bir simaya ve ahenkli bir sese sahip olan, zeki ve hazırcevap Sabatay, Sarrafbaşı Yusuf Çelebi’nin sevgisini kazanmakta geç kalmıyor. Fakat ihtiyatkârlık ederek şimdilik Mesihlik meselesinden bahis açmıyor. Kahire’de az bir zaman misafir olduktan ve zengin bir dayanak temin ettikten sonra, oradan Kudüs’e geliyor. O tarihte Kudüs Yahudileri, büyük bir sefalet içinde bunalmaktadırlar. Polonya baskısından, oraya birçok Yahudi muhacirlerinin de ilticası, zaman geçtikçe bu sefaleti arttırmaktadır.
Halkın içinde çırpındığı güçlükleri zararsız hâle getirmek için, etraftan yardım toplamak üzere adamlar gönderilmişti. Fakat bunların büyük bir kısmı ehemmiyetli bir şey yapamamıştılar. İçlerinden Salomon Navora isimli biri de İtalya’da bir Hristiyan güzelini severek, bu aşk uğrunda dinini değiştirmiş ve millettaşları için dilendiği paraları o kadınla birlikte yemişti.
Memleketteki Yahudi cemaatinin reisleri ve ileri gelenleri, halkın perişanlığı ve hariçten gelen haberlerin kötülüğü yüzünden şehirden uzaklaşmayı hayırlı görmüşlerdi.
İşte bu suretle Sabatay, Kudüs’e geldiği zaman, yoksulluk içinde çırpınan bir cemaatle ve esrarengiz işaretlerden imdat uman birkaç mistik hahamla karşılaştı. Zemin, davasını açmaya müsaitti. Fakat İstanbul ve Selanik’teki eski tecrübelerinden ders almış olacak ki, Kahire’de olduğu gibi burada da davayı açmaktan sakındı.
Sofu bir haham tavrıyla, Kudüs’ün mübarek yerlerini ve evliya mezarlarını ziyaret etti. Gayet ciddi ve perhizkâr göründü. Cazip simasıyla seçkin tavırlarının yaptığı müsait tesirlere eklenen bu hareket tarzı, ona halkın sevgisini hazırladı.
O sıralarda pek züğürt olan Kudüs Yahudileri, Osmanlı Devleti’nin istediği vergileri bile ödeyemeyecek bir hâldeydi. Devlet, uzun Girit seferinin büyük masraflarını koruyabilmek üzere belki de her zamankinden fazla, nispette gümrük vergisi almaya mecburdu ve fiilî askerlik hizmeti yapmayan Yahudi cemaatini, fevkalade vergiler ödemeye zorladığı da pek kolay tahmin edilebilir. Verilmesi elzem olan bu para nasıl bulunacaktı? Cemaat içinde Sabatay’ın, Kahire’deki Sarrafbaşı nezdinde kazandığı sevgi ve itibarı bilen vardı. Kudüs fakirlerine yardımını rica için, onu mebus seçmeye karar verdiler.
Sabatay, iş kendisine teklif edildiği zaman hem itibar hem para kazanmaya vesile olacak bir vazife olduğu için memnun olmuştu. Derhâl Kudüs Musevi cemaatinin vekili ve mebusu sıfatıyla Kahire’ye hareket etti ve Sarrafbaşı Yusuf Çelebi, yani Rafael Josef’ten ve onun aracılığıyla Kahire’deki Musevi cemaatinden, Kudüs Yahudi cemaatinin ihtiyaçları için mühim bir para koparmayı başardı.
Kahire’de ilk misafirliği esnasında Mesihlik meselesinden hiç bahsetmemiş olan Sabatay, bu defa zengin sarrafa Mesih’in yakında geleceği hakkındaki delilleri anlattı ve bu husustaki alametleri kendi şahsında hisseder gibi olduğunu söyleyerek, davası için zemin hazırlamış oldu.

Sabatay’ın Sârâ ile Evlenişi
İzmirli Mesih’in, Polonyalı serseri bir Yahudi kızıyla evlenmesindeki tesadüf, davasındaki başarının en kuvvetli yardımcılarından biri olmuştur.
Sabatay Sevi, Kudüs ile Kahire arasında yolculuk eder ve Yahudi cemaatlerinin sempatilerini kazanmaya uğraşırken; talih, ona haberi olmaksızın, akla gelmeyecek garip bir mucize hazırlıyordu:
O sıralarda, Toskana’nın Livorno şehrinden Kahire’ye kadar tuhaf bir haber yayılmıştı: Orada, genç ve hafifmeşrep bir Yahudi kızı, Mesih ile evleneceği hakkında gaipten haber aldığını herkese söyleyip duruyordu.
Sabatay için bu fırsatı kaçırmamak lazımdı. Onun hayat macerasında pek garip bir safha da bu izdivaçtır.
Bu Sârâ denen kız kimdi?
On yaşında iken, anasını, babasını Polonya’daki bir kargaşa esnasında kaybetmişti. Hristiyanlar tarafından alınarak bir manastıra verilmiş ve genç kızlık çağına kadar Katolik terbiyesi altında büyümüştü. Mistik bir ruha sahip olmuştu. Günün birinde manastırdan kaçıp civardaki Yahudi mezarlığına gizlendi. Bir cenaze gömmek için oraya giren Yahudiler, arkasında yalnız bir gömleği bulunan güzel ve genç bir kızın mezarlıkta dolaştığını hayretle gördüler. Kim olduğunu, orada ne aradığını sordular. O, Nayir isimli bir hahamın kızı olduğunu, Hristiyanlar tarafından manastıra kapatıldığını anlattı.
Geceleyin, babasının ruhunun gelerek, onu manastırdan kaçırıp mezarlığa bıraktığı şeklinde bir masal uydurdu. Buna delil olarak güzel vücudundaki tırnak izlerini gösteriyordu.
Yahudiler, serseri kızı yanlarına aldılar, bir müddet cemaat namına kendisine baktılar ve sonra Amsterdam’da bulunduğu anlaşılan kardeşi Samuel’in yanına gönderdiler.
Sârâ, gerek bu şehirde gerek sonradan gittiği Frankfurt ve Livorno şehirlerinde hayli serseri hayat yaşamıştı. Zeki ve güzel olduğu için etrafında birçok hayranlar toplamış, işvekâr ve fettan mizacıyla bir hayli macera da geçirmişti.
İzmir’de ve Mısır’da yakışıklı bir gencin Mesihlik davasıyla ortaya atıldığı haberi, onun bulunduğu şehirdeki Yahudiler arasında da dedikodu mevzusu olan, heyecanlı bir söylentiydi. Her yerde kendisinden bahsedilen uzaktaki delikanlı, bu açgözlü kızın serseri mizacı üzerinde derin bir tesir yapmıştı. Onunla evlenmek suretiyle pek meşhur ve yüksek bir kadın olabileceğini düşündü. Ve bir rüya hikâyesi uydurarak bunu, zaten sahte Mesih’in haberlerini takip etmekle meşgul olan Yahudi cemaati arasında yaydı. Güya rüyasında, kendisine bir nur görünmüştü. O nur, 1666 yılında meydana çıkacak olan Mesih Sabatay Sevi’den bahsetmiş, kendisinin de Allah tarafından ona namzet olduğunu ve gidip Sabatay’ı bularak evlenmesini tembih eylemişti.
Efsanelerin, telgraf havadisleri gibi pek çabuk dağıldığı o devirde, güzel ve fettan Sârâ’nın rüya masalı da İtalya sahillerinden Mısır’a kadar uzandı.
Sabatay, kendi gıyabında Mesih ile evleneceğini söyleyen ve uzak memleketlerde haberi olmaksızın propagandasını yapan bu kızı elden kaçırmamak lazım geldiğini iyice takdir etti. Ve o da Polonyalı bir kızla evleneceği hakkında gaipten haber aldığını etrafındakilere ilan etti. Bu ruhani âşık olma ve karşılıklı namzetlik ilanı, şüphe yok ki merak uyandıracak bir tesadüftü. Fevkalade hadiselere imkân veren saf kafalar, her iki tarafın masalına tamamıyla inandılar. Pek inanamayanlar bile tesadüfün garipliğinden şüpheye düştüler. Herhâlde Sabatay’ın Sârâ ile uzaktan namzetliği, Mesihliğinin en kuvvetli bir mucizesi şeklinde tefsir edilmiş ve o zaman bütün dünya Yahudileri arasında çok telkin ve heyecan meydana getirmişti.
Sabatay, adamlarından birini, o zaman 22 yaşında bulunan Sârâ’yı davet etmek üzere Livorno şehrine gönderdi ve kendisi de yeni bir delil kazanmış olmaktan doğan itimatla, Mesihlik işine daha kuvvetli bir hararetle girişti.
Bir müddet sonra, Sârâ da Kahire’ye gelerek Sabatay ve maiyeti tarafından karşılandı. İki ilahi ve kurnaz namzedin evlenmeleri merasimi, Kahire’de, Sarrafbaşı Rafael Josef’in evinde yapıldı. Mistik şeylere pek meraklı olan zengin sarraf; Mesih ile ona ezelden namzet olan kızın, kendi evinde birleşmiş olmalarından iftihar ediyordu.
Bu izdivaç; İsrailoğlu peygamberlerinden Hoşea’nın, Tanrı buyruğu üzerine hafifmeşrep bir kadınla evlenmesindeki ananevi misale tamamıyla uygundu.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/ibrahim-alaettin-govsa/sabatay-sevi-69428581/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
1924 Kânunusani tarihli “Vatan” gazetesinde “Tarihin esrarengiz bir sahifesi” unvanı ile yazılan makale serilerinde, onun adı Saptay Sivi şeklinde yazıldığı gibi doğduğu şehrin de İzmir değil, Edirne olduğu ileri sürülmüştür. Güya Benî İsrail tarihlerine göre, onun Edirne’de doğduğu muhakkak imiş. Vatan’ın yazı dizisinin bu iddiası sağlam görünmüyor. Çünkü bütün Avrupalı yazarların araştırmaları, Sabatay’ın İzmir’de doğduğunu göstermektedir. Profesör Abraham Galanti, babasıyla amcasının mezar taşlarını İzmir’de bizzat görmüştür. O mezarlar, Sabatay’ın mutlaka İzmir’de doğduğuna bir delil teşkil etmese dahi, galip olan anane bu şekildedir ve onun soyca Edirne’ye mensup olduğu hakkında başka hiçbir emare de yoktur. Bilhassa Mesih’in peygamberi sıfatı ile onun için propagandalar yapmış olan Nathan’ın o zaman yayımladığı İbranice bir beyannamenin Fransızcaya tercümesinde, Sabatay’ın İzmir’de doğduğu tekrar ediliyor.
Sabatay Sevi İbrahim Alâettin Gövsa
Sabatay Sevi

İbrahim Alâettin Gövsa

Тип: электронная книга

Жанр: Биографии и мемуары

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Sabatay Sevi ve kurucusu olduğu “Sabataycılık” hareketi, bundan yüzyıllar evvel parlayıp sönmüş, sadece tarih meraklılarının ilgi göstereceği bir konu olarak -her nedense- kalmaması sebebiyle hâlâ tartışılmaya ve dikkat çekmeye devam ediyor. İbrahim Alâettin Gövsa tarafından kaleme alınan bu kitap, dönemi itibarıyla, konu hakkında yazılmış ilk kitaplardan biri olma özelliğini taşıyor. Günümüzde de bu kadar tartışılan, şahıslar üzerinden polemikler üretilmeye müsait bir konuda, bilinenlerin bilinmeyenlerden daha az olduğu göz önünde tutulursa, Gövsa′nın eseri, her kesimden okuyucuya hitap eder niteliklere sahip. Yazarın bizzat şahit olduğu olaylar ve durumlarsa kitabı hem daha ilginç kılıyor hem de kuru bir metin olmaktan çıkarıyor. Kitap, ülke gündeminden düşmeyen bir hareket ve o hareketin kurucusu hakkında yazılmış derli toplu ilk kaynak olma özelliğiyle yeniden basılmayı ve okunmayı hak ediyor.

  • Добавить отзыв