Alâeddin’in Sihirli Lambası
Anonim
Alâeddin’in serseri arkadaşlarıyla vakit öldürdüğü günlerin birinde Mağrip diyarından, yani güneşin battığı yerden gelen bir ihtiyar, yanlarına yaklaşarak oğlanları, özellikle de Alâeddin’i dikkatli gözlerle incelemeye başlamış. Meğer bu adam, Faslı bir büyücüymüş ve sihir gücüyle dağları birbiri üzerine bindirebilirmiş. Kendisi aynı zamanda da bir müneccimmiş. Alâeddin’i bir süre gözlemledikten sonra şöyle düşünmüş:“Arayıp bulmak için ülkemden ayrıldığım o şeyi elde edebilmek için işte böyle bir delikanlıya ihtiyacım var!” (…) Bu büyücü, doğma büyüme Afrikalıymış. Küçük yaşlardan itibaren sihirle, büyüyle uğraşırmış. Böyle böyle büyü sanatında uzmanlaşmış. Zaten böyleleri en iyi Afrika diyarında yetişir… Büyücülük konusunda her şeyi öğrenmek için çok okumuş, çok emek vermiş. Dile kolay kırk yıl!.. Tam kırk yıl boyunca öğrenilebilecek ne kadar sihirli söz varsa hepsini öğrenmiş. Günlerden bir gün, şeytanın ilhamıyla olsa gerek, Çin ülkesindeki Al-Kalas şehrinde bulunan gömülü bir hazinenin varlığından haberdar olmuş. Bu hazine öyle bir hazineymiş ki dünya üzerinde eşi benzeri yokmuş. Daha da önemlisi, mahzende bulunan sihirli lambaymış… Bu lambaya sahip olan adama hiç kimse galip gelemezmiş. İster dünyanın en zengin adamı olsun isterse en kuvvetli hükümdarı hiç kimse bu lambanın gerçekleştirebileceklerinin yanından geçemezmiş.
Alâeddin’in Sihirli Lambası
Uzak diyarlardan birinde, Çin ülkesinde, Mustafa isimli oldukça fakir bir terzi yaşarmış. Bu adamın Alâeddin adında bir oğlu varmış ki dostlar başına! Alâeddin yaramaz, haylaz, haşarı bir çocukmuş. On yaşına geldiğinde babası ona kendi mesleğini öğretmeye karar vermiş. Çocuğuna doğru düzgün bir tahsil temin edecek zenginliğe sahip olmadığı için de onu kendi dükkânında eğitmek istemiş; ama Alâeddin öylesine arlanmaz, öylesine uslanmaz bir çocukmuş ve arkadaşlarıyla haylazlık yapmaya o kadar çok alışkınmış ki babasının dükkânında vakit geçirmeye dayanamazmış. Olur da babası müşterileriyle görüşmek ya da herhangi bir işi halletmek için dışarı çıkarsa derhâl dükkândan kaçar ve mahallenin diğer yaramazları ile birlikte oynamaya başlarmış. Ne nasihat ne de azar işitmek onu yolundan döndürmezmiş. Anne babasının sözünü dinlemez, bir baltaya sap olmak için en ufak bir gayret göstermezmiş. Oğlunun yaramazlığına kalbi daha fazla dayanamayan terzi hastalanarak vefat etmiş. Fakat Alâeddin, eski alışkanlıklarını bir türlü bırakmıyormuş. Kocasının ölümüne rağmen oğlunun tembelliğe devam ettiğini ve hiçbir işe yaramadığını gören kadın, kocasından kalan her şey ile birlikte dükkânı satmış ve yün eğirmeye başlayarak geçimlerini temin etmeye çalışmış. Zavallı kadın, böylesine meşakkatli bir işle uğraşarak oğlunun ve kendisinin rızkını kazanmaya çalışıyormuş. Alâeddin’e gelince… Babasının baskısından kurtulunca kötü alışkanlıklarına devam etmekle kalmamış, onlara yenilerini eklemiş. Yemek saatleri dışında eve uğramaz, annesinin binbir güçlükle önüne koyduğu yemeği arsızlıkla yermiş. Alâeddin, böyle böyle on beş yaşına gelmiş.
Serseri arkadaşlarıyla vakit öldürdüğü günlerin birinde Mağrip diyarından, yani güneşin battığı yerden gelen bir ihtiyar, yanlarına yaklaşarak oğlanları, özellikle de Alâeddin’i dikkatli gözlerle incelemeye başlamış. Meğer bu adam, Faslı bir büyücüymüş ve sihir gücüyle dağları birbiri üzerine bindirebilirmiş. Kendisi aynı zamanda da bir müneccimmiş. Alâeddin’i bir süre gözlemledikten sonra şöyle düşünmüş:
Arayıp bulmak için ülkemden ayrıldığım o şeyi elde edebilmek için işte böyle bir delikanlıya ihtiyacım var!
Derhâl civarlardaki çocuklardan birini yanına çağırmış ve ona Alâeddin hakkında sorular sormaya başlamış.
“Bu çocuk kimin oğlu?” demiş ve hakkında iyiden iyiye bilgi topladıktan sonra Alâeddin’in yanına giderek:
“Oğlum, sen Terzi Mustafa’nın oğlu musun?” diye sormuş.
“Evet efendim. Ama babam uzun zaman önce vefat etti.”
Bu sözleri duyan büyücü derhâl, Alâeddin’in boynuna sarılmış ve onu öpmeye başlamış. Bu arada gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyormuş. Adamın bu hâlini gören Alâeddin:
“Neden ağlıyorsunuz efendim? Hem siz benim babamı nereden tanıyorsunuz?” diye sormuş.
Yumuşak, duygulu bir sesle söze başlamış Mağribi: “Sen nasıl benim kim olduğumu soruyorsun? Ben senin babanın kardeşiyim. Uzun zamandır sürgündeydim. Buraya döndüğümden beri de babanı arar dururum. Onunla konuşmayalı o kadar zaman oldu ki… Şimdi de kendisinin vefat ettiğini duydum. Ama ‘Kan kanı çeker.’ dedikleri kadar varmış doğrusu. Seni o çocukların arasında gördüğüm anda tanıdım. Gerçi ben buradan ayrıldığımda baban evli bile değildi.”
Büyücü, terzinin zavallı yetimine, “Oğlum Alâeddin, babanın cenazesini kaçırdım, kendisiyle buluşup hasret gidermek, acı dolu sürgün yıllarımın ardından bir parça da olsa teselli bulmak istiyordum. Ölmeden önce son bir kez de olsa onu görmek isterdim. Ama yazgımızdan kaçamayız, değil mi? Kim yüce Allah’ın düzenine karşı gelebilir ki zaten?” demiş ve onu bir kez daha göğsüne bastırarak devam etmiş: “Ah benim oğlum! Artık senden başka hiçbir tesellim yok şu hayatta. Baban yerine sen varsın artık benim için; çünkü sen onun evladısın ve şu hayatta geride bir evlat bırakan adam aslında hiç ölmemiştir!”
Büyücü, sözlerini bitirdikten sonra cebinden on altın çıkarmış ve Alâeddin’e vererek:
“Peki oğlum senin evin nerede, annen, kardeşimin dul kalan eşi şimdi ne yapar?” diye sormuş.
Bunun üzerine Alâeddin, onu evine götürmek üzere ayağa kalkmış. Bu arada büyücü şunları söylüyormuş:
“Oğlum, bu parayı annene götür ve ona selamlarımı ilet. Kendisine benim -yani amcanın- sürgünden döndüğümü ve Allah’ın da izniyle yarın kendisini ziyaret edip kardeşimin hayatını sürdürdüğü evi görmek istediğimi söyle.”
Alâeddin, koşa koşa annesinin yanına gitmiş. Her zamanki umursamaz hâlinin aksine derli toplu bir biçimde girmiş içeri. Zaten yemek vakti haricinde eve gelmek gibi bir alışkanlığı da yokmuş. Büyük bir heyecanla anlatmaya başlamış annesine:
“Anneciğim sana sürgünden dönen amcamın müjdesini vereceğim. Bol bol selam söyledi sana.”
“Ah oğlum!” diye karşılık vermiş annesi. “Benimle dalga mı geçiyorsun? Bu amca da kim Allah aşkına? Nereden çıktı?”
“Ne demek nereden çıktı? Şimdi benim bu hayatta amcam ya da akrabam yok mu hiç? Söylemek istediğin bu mu? Babamın kardeşinden bahsediyorum. Bana sarılan, beni öpen, gözyaşlarıyla bağrına basan adamdan… Sana bunları söylememi o istedi.”
“Aslına bakarsan senin bir amcan vardı ama kendisi uzun zaman önce vefat etti. Başka da bir amcan yok bildiğim kadarıyla.”
Büyücü, ertesi sabah Alâeddin’i bulmak üzere yola koyulmuş. Ondan uzak durmaya gönlü razı gelmiyormuş bir türlü. Böyle böyle şehrin sokaklarında, caddelerinde dolaşmaya başlamış. Nihayet onu bulduğunda delikanlı, hayta arkadaşlarıyla birlikte oyalanıyormuş her zamanki gibi… Mağribi, yine onun yanına yaklaşmış, elini tutmuş ve iki dinar uzatarak:
“Bu parayı alıp derhâl annenin yanına git ve ‘Amcam akşam yemeğine bize gelecek.’ de. Bize şöyle mükellef bir sofra hazırlasın. Ama önce bana sizin evinizi bir kez daha gösteriver.” demiş.
“Başım gözüm üstüne amcacığım!” deyip önden yürüyerek evine giden yolu göstermiş Alâeddin. Sonra da büyücü kendi yoluna gitmiş zaten. Alâeddin yine pürtelaş eve girmiş ve annesine parayı vererek:
“Amcam yemeğe bize gelecek.” demiş.
Annesi, derhâl pazara gidip öteberi satın almış. Sonra da komşularına uğrayıp tencere, tabak vesaire alıp yemek hazırlamaya koyulmuş. Akşam yemeği vakti geldiğinde de Alâeddin’e:
“Oğlum, yemek hazır ama belki amcan evin yolunu bilmiyordur. Hadi git de onu karşılayıver.” demiş.
Alâeddin’in, “Başüstüne!” demesiyle kapının çalınması bir olmuş. Büyücü, lezzetli meyveler ve şarap taşıyan bir köle eşliğinde kapıdaymış. Delikanlı, adamı içeri almış. Köle de yoluna gitmiş.
Büyücü, sözde yengesini selamlamış ve ağlamaya başlayarak:
“Kardeşim nereye otururdu?” diye sormuş.
Kadın, kocasının oturduğu yeri gösterdiğinde büyücü orada secdeye kapanmış ve yeri öperek:
“Ah ben ne zavallı, ne şanssız adamım! Çünkü seni kaybettim. Kardeşim, gözümün nuru…” demiş.
İşte bu şekilde feryat figan ağlamış. Gözyaşları içinde dövünmekten yorulduğu anda da bayılıp yere düşmüş. Bu görüntü, Alâeddin’in annesini, adamın samimiyetine ve doğruları söylediğine ikna etmeye yetmiş. Kadın, büyücünün yanına gitmiş ve onu yerden kaldırarak:
“Böylesine kendinizi hırpalamanızın ne anlamı var?” demiş.
Bir müddet kendisini teselli ettikten sonra da büyücüyü divana oturtmuş. Adam kendine geldiğinde de önüne yemek tepsilerini koymuş. Mağribi konuşmaya başlamış:
“Hayatınız boyunca beni görmediniz. Rahmetli abim de size hiçbir şey söylememiş anladığım kadarıyla. Bir anda karşınıza çıkmam sizi çok şaşırtmıştır eminim. Kırk yıl önce buralardan ayrıldım, Hint diyarlarıyla Sind diyarlarını gezdikten sonra Mısır’a gittim. Bu müthiş ülkede bir süre kaldıktan sonra da güneşin battığı ülkeye, Fas’a gittim. Orada da bir otuz yıl kadar kaldım. Evimde yalnız başıma oturduğum bir gün, ülkemi, doğup büyüdüğüm yeri ve rahmetli abimi özlediğimi fark ettim. Onu görme isteğim o kadar şiddetliydi ki ağlamaya başladım. Yabancı bir ülkede tek başıma kalmak ve kardeşimi görememek artık canıma tak etmişti. Nihayet evime, doğduğum yere tekrar dönüp abimi görmeye karar vermiştim. Kendi kendime, ‘Daha ne kadar vahşi bir Arap gibi yaşamayı düşünüyorsun bu gurbet ellerde? Biricik kardeşinden başka kimin var şu hayatta? Şimdi yola çıkıp onu bulmalı, ölmeden önce son kez de olsa onu görmelisin. Bu hayatın ne getireceğini kim bilebilir? Bugün var, yarın yokuz. Kardeşini görmeden ölüm döşeğine düşmek hayatında yaşayabileceğin en acı şey değil mi? Yüce Allah sana böylesine bir servet bağışladı ama kardeşinin ne hâlde olduğunu biliyor musun? Belki de çok zor durumdadır. Ne zaman onu görüp ona yardım edeceksin?’ dedim.
İşte böyle, bu düşünceler üzerine yol hazırlığımı yaptım ve Fatiha’mı okuyup son cuma namazımı kıldıktan sonra atıma atlayıp yollara düştüm. Binbir türlü güçlükle nihayet bu şehre ulaşmayı başardım. Çektiğim sıkıntılar karşısında hep yüce Allah’a sığındım. O da yardımını ve inayetini esirgemedi benden. Neyse, evvelki gün şehri dolaşmaya çıktığımda Alâeddin’i arkadaşlarıyla oynarken gördüm. Allah da şahidimdir ki yenge, onu görür görmez kanım kaynadı (Can canı kendinden bilirmiş.) ve o an anladım ki bu delikanlı benim yeğenim. Onu görünce bütün kederlerimi, sıkıntılarımı unuttum. Sevincimden âdeta havalara uçuyordum. Ama ne zamanki abimin vefat ettiğini söyledi işte o zaman dünyam başıma yıkıldı. Yeğenim size anlatmıştır zaten. Neyse ki kardeşimin emaneti Alâeddin artık yanımdaydı. O bana abimden bir hatıra…”
Bu arada sözde yengesine bakıp da onun hüngür hüngür ağladığını görünce kadının sakinleşmesi için yeğenine dönmüş. Büyük bir ustalıkla hazırladığı entrikaları hayata geçirmek istiyormuş. Delikanlıya:
“Peki söyle bakalım Alâeddin, hayatınızı nasıl idame ettiriyorsunuz? Ne iş yaparsın? Annen ve senin geçim kaynağınız nedir?” demiş.
Bu sorular karşısında mahcup olan delikanlı başını yere eğmiş; fakat annesi:
“Nasıl geçindiğimizi mi merak ediyorsunuz? Allah da biliyor ya hayatımda bunun kadar nankör başka bir çocuk görmedim! Gün boyunca kendisi gibi serseri arkadaşlarıyla aylak aylak dolaşır durur. Zavallı babası da bunun derdinden terki diyar eyledi zaten. Benim çektiklerimi Allah düşmanıma vermesin! Gece gündüz ip eğirir, büyük güçlüklere katlanarak da olsa yemek koyarım bu sofraya, bu haylaz yesin de doyursun karnını diye. Kadın başıma hem de… Ah benim kayınbiraderim! Bu var ya bu, Allah seni inandırsın yemek vakti dışında bu evin yanından geçmez. Aslında evin kapısını kilitleyip bir daha açmamaya niyetliyim. Yemeği gitsin başka yerden bulsun ne yapayım! Artık iyice yaşlandım. Böyle bir hayatı sürdürecek gücüm yok. Kendisinin bana bakması gerekirken ben ona bakıyorum!”
Bu sözleri duyan büyücü, Alâeddin’e:
“Neden oğlum? Neden böylesine nankörsün evladım? Bu senin yaptığın utanç verici bir şey ve senin gibi bir delikanlıya yakışmıyor. Sen aklı başında bir çocuksun ve düzgün insanlar tarafından yetiştirildin. Bu haylazlıklarının annen için bir utanç kaynağı olduğunun farkında değil misin? Bu yaşta bir kadının bu kadar çalışması doğru mu? Asıl senin onun için uğraşman, onu rahat ettirmen gerekiyor. Artık büyüdün ve genç bir adam oldun. Ekmeğini taştan çıkartırsın. Etrafına bir baksana, bu şehirde sana her türlü zanaatı öğretecek onlarca usta var. Yapmak istediğin şeyi seç, ben sana yardımcı olurum. Dediğim gibi, bir mesleğin olmalı artık. Babanın işi senin ilgini çekmiyor olabilir ama mutlaka yapabileceğin bir iş vardır. O işi bul, ben sana yardım etmek için elimden geleni yaparım.” demiş.
Alâeddin’in bu sözler karşısında sessizliğini bozmaması üzerine büyücü onun avare bir hayat sürdürmek istediğini anlamış ve “Sevgili yeğenim, sakın ola ki sözlerime alınma. Bütün bu söylediklerime rağmen yine de çalışmak istemiyorsan sana bir dükkân açarım ve içine türlü türlü ticaret eşyası yerleştiririm. Böylece kendi işini yapar, paranı kazanırsın, hem de şehirdeki itibarın artar.” demiş.
Amcasının, kendisini itibarlı bir ticaret adamı yapmak istediğini düşünen Alâeddin büyük bir sevinç duymuş. Giyeceği güzel kıyafetlerin, yaşayacağı rahat hayatın hayaliyle gülümsemiş. Mahcup delikanlı hemen başını yere eğmiş.
Delikanlının yüzündeki gülümsemeden yaptığı teklifi kabul ettiğini anlayan büyücü:
“Artık bir tüccar ve beyefendi olmaya karar verdiğine göre yarın seni terziye götürüp doğru düzgün giysiler diktireceğim. Şöyle büyük tüccarların giyeceği türden afili elbiseler… Sonra da güzel bir dükkân kiralayıp sana verdiğim sözü yerine getireceğim.” demiş.
Büyücünün, kayınbiraderi olmadığına dair şüpheleri devam eden terzinin karısı, adamın bu vaatlerini dinleyip de oğlunu iş güç sahibi yapacağını duyunca onun, gerçekten de kocasının kardeşi olduğuna ikna olmuş; çünkü bir yabancının bu kadar iyilik yapmasının bir anlamı olmayacağını düşünüyormuş. Oğluna daha fazla nasihat ediyor, cahilliği bırakıp adam olmak için çabalamasını, kendisine oğluymuş gibi sahip çıkan amcasına itaatsizlik etmemesini, arkadaşlarıyla serserilik etmeyi bırakıp hayatını doğru yola sokmasını tembih ediyormuş. Oğluna öğüt verme faslını bitirince de sofrayı kurmuş. Hep beraber oturup yiyip içmişler. Mağribi, Alâeddin’le sohbet ediyor, onunla iş meseleleri hakkında konuşuyormuş. Bu muhabbet, Alâeddin’in üzerinde öylesine müthiş bir etki bırakmış ki delikanlı, uykusunun geldiğinin farkına bile varmamış. Havanın iyice karardığını ve içkinin tükendiğini fark eden büyücü, nihayet evine gitmek üzere ayağa kalkmış. Dışarı çıkmadan önce de ertesi sabah Alâeddin’i götüreceğini ve ona üst baş diktireceğini söylemiş.
Mağribi, sabah olur olmaz soluğu Alâeddinlerin evinde almış. Kapıyı ona delikanlının annesi açmış ve kendisini eve buyur etmiş; fakat Mağribi içeri girmeyi reddetmiş ve Alâeddin’i alarak pazar yerine götürmek istediğini söylemiş. Kapıda amcasının sesini duyan Alâeddin ise koşa koşa onun yanına gelmiş ve ellerini öperek hayırlı sabahlar dilemiş. Sonra da büyücünün elini tutmuş ve alışveriş yapmak üzere dolaşmaya başlamışlar. İlk iş kıyafet satan güzel bir dükkâna girmişler. Mağribi en gösterişli kıyafetlerini getirmelerini söylemiş. Bunun üzerine dükkân sahibi çeşit çeşit giysileri önlerine dizmiş. Büyücü, Alâeddin’e:
“İstediğini seç oğlum.” demiş.
Alâeddin, amcasının kıyafet seçimini kendisine bırakması üzerine büyük bir sevinç duymuş ve en beğendiği kıyafeti göstermiş. Mağribi, onun istediği kıyafeti satın aldıktan sonra delikanlıyı hamama götürmüş. Bir temiz yıkanıp paklanmış ve şerbetlerini yudumlamışlar. Sonra Alâeddin oldukça neşeli bir hâlde yeni kıyafetlerini giyinmiş ve amcasının elini öpüp yaptığı iyilikler için ona teşekkür etmiş.
Büyücü ve Alâeddin, hamamdan çıktıktan sonra tüccarların dükkânlarını gezmeye başlamışlar. Mağribi, alışveriş yapanları göstererek çocuğun dikkatini dağıtmaya çalışıyor:
“Oğlum, şimdi yapacağın en iyi şey ahaliyi, özellikle de tüccarları tanımak. Böylece yakın bir zamanda yapacağın iş hakkında bir şeyler öğrenebilirsin.” diyormuş.
Sonra da ona şehri gezdirmiş. Büyük camileri, tarihî yerleri, kısacası görülebilecek her yeri göstermiş. Gezme faslı bitince de yemek yemek üzere büyücünün kaldığı hana gitmişler. Kendilerine gümüş tepsilerde sunulan yemeklerden yiyip içeceklerini yudumladıktan sonra da evlerine doğru yola koyulmuşlar. Büyücü, etraftaki heybetli binaları Alâeddin’e gösteriyor, sarayları gezdiriyor, malikânelerin güzelliğini anlatıp duruyormuş. Nihayet akşam olunca da onu kendi kaldığı hana götürmüş.
Mağribi, kervansarayda kalan bütün tacirleri akşam yemeğine çağırmış ve onlara yeğenini, yani Alâeddin’i tanıtmış. Yemek yenip de karanlık iyiden iyiye bastırmaya başlayınca da onu annesinin evine geri götürmüş. Annesi, oğlunun âdeta bir tüccara benzediğini görünce şaşkınlıktan neredeyse dilini yutuyormuş. Sevincinden gözleri dolmuş. Sonra kendilerine bu kadar iyilik yapan sözde akrabasına teşekkür etmiş:
“Ah benim kayınbiraderim! Sana nasıl teşekkür edeceğimi, bu iyiliklerinin karşılığını nasıl ödeyeceğimi bilmiyorum ama şu kadarını söyleyebilirim ki ömrümün kalan günlerinde sana dua edeceğim.”
Büyücü: “Aşk olsun yenge! Böyle şeylerin lafı mı olur? Bu delikanlı benim oğlum sayılır, onun babasının yerinde artık ben varım. Sen gönlünü ferah tut!” demiş.
“Gelmiş geçmiş bütün azizlerin yüzü suyu hürmetine yüce Allah’tan dileğim, seni koruyup kollamasıdır. Allah benim ömrümden alsın senin ömrüne katsın ki bu yetimi koruyup kollayasın. Emin ol ki kendisi sana hep itaat edecek, sözünden çıkmayacaktır.”
“Alâeddin artık aklı başında bir genç, yenge. Tek dileğim, babasının izinden gitmesi ve sana hayırlı bir evlat olması. Ama şöyle bir durum var: Dükkânı yarın açamayacağım; çünkü yarın günlerden cuma. Buradaki bütün tüccarlar cuma namazını kıldıktan sonra şehrin dört bir yanını gezer, eğlencelerine bakarlar. Merak etme, cumartesi günü inşallah dükkânını açacağım ve kendi işimizi kuracağız. Bu arada, yarın erkenden gelip Alâeddin’i almayı düşünüyorum. Onu diğer tüccarlarla birlikte gezmeye götüreceğim. Bu sayede hem hayatı boyunca görmediği güzellikte yerleri görme şansı yakalayacak hem de tüccarlarla tanışıp işi hakkında fikir sahibi olacak.”
Büyücü, geceyi kervansarayda geçirmiş. Şafak söker sökmez de Terzi Mustafa’nın evine gelmiş. Meğer Alâeddin o gece, giydiği güzel kıyafetlerin sevincini, hamam sefasını, şehir gezmesini, yiyip içtiği lezzetli yemekleri düşünmekten gözünü bile kırpmamış. Sabırsız genç, kapının çaldığını duyar duymaz fişek gibi fırlamış ve amcasının boynuna atılmış, sonra da elini tutarak onunla beraber yürümeye başlamış. Bu arada Mağribi:
“Sevgili yeğenim, bugün seni öyle yerlere götüreceğim ki aklın duracak!” demiş ve delikanlıyı eğlendirmeye, güldürmeye başlamış. Böyle böyle şehir kapısından çıkmışlar ve büyücü, Alâeddin’e birbirinden güzel bahçeleri, muazzam binaları göstermiş. Ne zamanki bir malikâne ya da saray görecek olsalar Mağribi, delikanlıya:
“Nasıl beğendin mi sevgili yeğenim?” diyormuş.
Alâeddin, hayatı boyunca varlığından bile haberdar olmadığı bu şahane şeyleri gördüğü için neredeyse sevincinden havalara uçacakmış. Şehrin dışındaki yerleri gezmekten yoruldukları vakit, yakınlarda bulunan büyük bir bahçeye girmiş ve karşılarına çıkan manzarayı seyre dalmışlar. Mis kokulu bahçelerin arasından geçen minik dere, altın gibi parlayan sarı pirinçten yapılma aslan heykelleri, incelikle tasarlanmış çeşmeler ikisini de büyülemiş. Nihayet küçük bir gölün yanına gidip bir parça soluklanmak istemişler. Amcası olduğunu düşündüğü adamla birlikte vakit geçirmek Alâeddin’i fazlasıyla mutlu ediyormuş. Bir süre sonra Mağribi ayağa kalkmış ve yanında getirdiği torbadan kuruyemiş vesaire çıkarıp Alâeddin’e vermiş. Ona:
“Sevgili yeğenim, sanırım acıktın. Gel de karnını doyur.” demiş.
Bunun üzerine delikanlı, amcasının verdiği şeyleri yemeye koyulmuş. Hayat, onun için çok güzelmiş…
Büyücü, “Hadi artık kalkalım oğlum! Bu kadar dinlendiğimiz yeter. Birazcık daha gezelim, sonra da evlerimize döneriz.” demiş.
Alâeddin derhâl ayağa kalkmış ve büyücü ile beraber yeniden yollara düşmüş. Bahçeleri, bostanları gezip esaslı bir yol aldıktan sonra kendilerini çıplak bir tepede buluvermişler. Hayatı boyunca şehrin kapısından bir kez bile dışarı çıkmamış olan delikanlı, bu kadar yolu yürüdükten sonra Mağribiye:
“Nereye gidiyoruz amcacığım? Bağlar, bostanlar hep arkamızda kaldı. Bu tepede ne işimiz var? Gideceğimiz yol daha çok mu? Ben yorgunluktan neredeyse bayılmak üzereyim de… Buralarda bahçe yok. Geri dönelim mi?” deyince büyücü:
“Hayır oğlum, önümüzde bir sürü bahçe var daha. Doğru yoldayız merak etme. Şimdi sana göstereceğim bahçe o kadar güzeldir ki böylesi sultanların saraylarında bile yoktur. Dünyanın en güzel bahçesine gideceğiz yavrum. Hadi gücünü toparla da yolumuza devam edelim. Artık koca adam oldun sen çok şükür!” demiş.
Böyle böyle tatlı sözlerle Alâeddin’i yatıştırıyor, adi yalanlarını parlak sözlerle süslüyormuş hain büyücü. Nihayet Mağripli büyücüyü Çin yollarına düşüren o yere gelmişler. Buraya ulaştıklarında Alâeddin’e:
“Sen şimdi buraya otur ve dinlenmene bak. Gelmek istediğimiz yer burası çünkü. Birazdan sana göstereceğim şeyler karşısında hayretten dilin tutulacak. Dediğim gibi, böylesini daha önce hiç kimse görmedi. Şimdi şahit olacağın şey gerçekten de müthiş… Ah sen ne şanslısın! Ha bu arada, dinlenip de kendini toparladığın zaman etraftaki dalları topla ve ateş yak. O zaman sana bahsettiğim şeyleri göstereceğim.” demiş.
Bu sözleri duyan delikanlı, amcasının kendisine göstereceği şeyler üzerinde düşünmeye başlamış ve bütün yorgunluğunu unutarak ince, kuru dal parçaları toplamaya başlamış. Büyücü kendisine: “Bu kadar yeter, yeğenim.” deyinceye kadar da dal toplamaya devam etmiş.
Sonra büyücü, cebinden küçük bir kutu çıkarmış ve içindeki tütsüleri yakmış. Bir yandan da dualar ediyor ve ne olduğu anlaşılmayan sözler mırıldanıyormuş. Büyücünün tuhaf sözleri bittiğinde önce şiddetli bir gök gürültüsü duyulmuş. Sonra da yer sarsılarak yarılmış. Alâeddin’e gelince… Zavallı çocuk, korkusundan ne yapacağını şaşırmış ve kaçmaya çalışmış. Bunu gören Mağribi ise büyük bir öfkeye kapılmış; çünkü delikanlı olmazsa yaptığı her şey boşa gidermiş. Bulmak için didinip durduğu hazineye Alâeddin olmadan ulaşması imkânsızmış. İşte bu yüzden Alâeddin’in kaçma teşebbüsü onu fazlasıyla öfkelendirmiş. Bu sinirle delikanlıya okkalı bir tokat indirmiş. Zavallı çocuk, bu darbenin etkisiyle bayılarak yere yığılmış; fakat bir süre sonra büyücü, sihir gücüyle onu ayıltmış. Alâeddin, kendine geldiğinde ağlayarak:
“Amcacığım, söyler misin bunları hak edecek ne yaptım ben?” demiş.
Mağribi ise delikanlıyı teskin etmeye çalışmış:
“Ah benim oğlum! Ben sadece senin adam olman için uğraşıyorum. Onun için bana karşı gelme. Senden tek istediğim, bana itaat etmen. Birazdan göreceğin müthiş şeyler bütün bu çektiklerini sana unutturacak. Buna emin olabilirsin.”
Büyücü, sözlerini bitirdiği anda yer yarılmış ve koca bir mermer taşı çıkmış ortaya. Bir yandan büyü yapıyor, diğer yandan Alâeddin’e:
“Eğer sana söylediğim şeyleri yaparsan sultanlardan bile daha zengin olursun. Evet, sana vurdum; çünkü burada sana ait olan koca bir hazine var. Sense bu serveti bırakıp kaçmaya davrandın. Şimdi kendine gel ve büyülü sözlerle yeri nasıl ikiye ayırdığımı gör. Şu gördüğün mermer taşın altında paha biçilmez bir hazine var. Şimdi senden istediğim, bu taşı kaldırman; çünkü bunu yapabilecek tek kişi sensin. Şu ölümlü dünyada senden başka hiçbir insan bu değerli şeyleri göremeyecek; ama bunu yapabilmen için sana öğreteceğim şeylere dikkatle kulak vermen gerekiyor. Dediğim gibi, sana söyleyeceklerime sakın ola ki karşı gelme! Bütün bunlar sadece ve sadece senin iyiliğin için evladım. Bu hazine dünyada eşi benzeri olmayan mücevherlerden oluşuyor ve hepsi bizim olacak!” diyormuş.
Zavallı Alâeddin, bütün yorgunluğunu, yediği dayağın acısını unutmuş, gözyaşlarını silmiş. Büyücünün sözleri karşısında büyük bir hayret ve sevinç duyuyormuş. Sultanların bile sahip olmadığı bir zenginliğe ulaşma hayali ona yetiyormuş.
Büyücüye: “Amcacığım, ne istersen söyle. Her şeyi yapacağım!” demiş.
Mağribi: “Ah yeğenim! Sen benim kendi çocuğum gibisin, çok değerlisin. Senden başka ne dostum var ne de akrabam. Sen benim vârisimsin.” demiş ve Alâeddin’i öperek “Bütün bu uğraşlarım ne için sanıyorsun? Ne yapıyorsam senin için yapıyorum ben. Zengin, güçlü bir adam olmanı istiyorum. Onun için sana söylediklerimi yapmalısın. Şimdi lütfen şu taşı kaldır.” diye eklemiş.
Alâeddin, “Ama amcacığım bu taş çok ağır, tek başıma kaldıramıyorum. Lütfen bana yardım et. Ben bunun için çok küçüğüm.” demiş.
“Canım yeğenim, eğer sana yardım edersem hazineyi bulmamız mümkün olmaz. Bütün emeklerimiz boşa mı gitsin istiyorsun? Biraz daha gayret et ve taşı kaldırmaya çalış, eminim başarılı olacaksın. Dediğim gibi, bu taşı senden başka kimsenin kaldırması mümkün değil. Bu arada taşı kaldırırken kendi adını ve anne babanın adını söyle. Bu sayede taşı bir seferde kaldırabileceksin. Ağırlığını hissetmeyeceksin bile…”
Bunun üzerine delikanlı, bu zorlu görevin hakkından gelebilmek için gücünü iyice toparlamış ve anne babasının adını söyleyerek taşı bir seferde kolayca kaldırıp kenara fırlatmış.
Meğer taş, bir yer altı mahzeninin girişini kapatmaktaymış. On iki basamaktan oluşan eski bir merdiven ile iniliyormuş buraya.
Mağribi: “Alâeddin, şimdi kafanı iyice toparla ve sana söyleyeceklerimi harfiyen yerine getir. Senden bu mahzene inmeni istiyorum. En derine ulaşıncaya kadar da inmeye devam et. Aşağıda tam dört tane geniş dehliz göreceksin. Bu dehlizlerin her birinde ağzına kadar altın ve gümüşle dolu sandıklar var. Ama dikkatli olman gerekiyor, kıyafetlerinle bile olsa hiçbir yere temas etmemelisin. Sandıkları gördükten sonra bir saniye bile oyalanmadan yürümeye devam et. Eğer bu dediklerimi yapmazsan anında koca bir taşa dönüşürsün ona göre! Dördüncü dehlize ulaştığında karşına bir kapı çıkacak, o kapıyı açarken yine kendi adını ve anne babanın adlarını söylemeyi ihmal etme. Bu dehliz, çeşit çeşit meyveleri olan ağaçlarla süslü bir bahçeye açılıyor. Burada yaklaşık elli cubit[1 - Dirsekten orta parmağın ucuna kadar olan mesafeye eşit eski bir uzunluk ölçüsü (ç.n.).] uzunluğunda bir yol var, o yoldan karşıya geçtiğinde geniş bir salona çıkacaksın. İşte bu salonun tavanından sarkan otuz basamaklı bir merdiven var. Bu merdivenden çık ve orada bulacağın lambayı içindekileri boşalttıktan sonra cebine koy. Lambanın içinde senin bildiğin türden yağ yok, onun için rahat ol. Dönüş yolunda ağaçlardan istediğini toplayabilirsin. Tabii ilk önce lambayı almış olman gerekiyor.” demiş.
Mağribi, talimat verme işini bitirdikten sonra cebinden bir mühür yüzüğü çıkarmış ve Alâeddin’in parmağına takarak:
“Oğlum, bu yüzük seni başına gelecek bütün kötülüklerden koruyacaktır. Tabii sana söylediklerimi yerine getirdiğin müddetçe… Hadi şimdi ayağa kalk ve merdivenlerden aşağı in. Bütün gücünü topla ve elinden gelenin en iyisini yapmaya bak. Hem korkacak ne var yahu? Sen artık kocaman adam oldun ve kısa bir süre sonra herkesin kıskanacağı büyük bir servete kavuşacaksın.” demiş.
Bunun üzerine Alâeddin, mahzenin merdivenlerinden inmeye başlamış. Büyücünün bahsettiği altın dolu sandıkların olduğu dört dehlizi büyük bir ihtimamla geçmiş ve bahçeye ulaşmış. Bir müddet yürüdükten sonra da salona varmış ve merdivenlerden tırmanıp lambayı almış. Ateşini söndürdüğü lambayı, içindeki yağı boşalttıktan sonra cebine koymuş. İkinci kez bahçeye çıktığında ise ağaçların güzelliğini seyretmeye, kuşların Yaradan’ı tespih edişini dinlemeye dalmış.
Delikanlı, telaşla lambayı bulmaya çalıştığından gelirken fark etmemiş buraların güzelliğini. Meğer bu ağaçların dallarından meyve yerine değerli taşlar sarkmaktaymış. Bu taşların âdeta şiir gibi bir güzelliği varmış. Çeşit çeşit renkleri ve insanın gözünü alan parlaklıklarıyla seyredilesi bir manzaraymış. Büyüklüklerine gelince, dünyadaki hiçbir sultan, bu irilikte mücevherlere sahip değilmiş. Alâeddin, ağaçların arasında yürüyerek bütün bu muhteşem şeyleri seyrediyor, gördükleri karşısında inanılmaz bir şaşkınlık duyuyormuş. Bu taşları iyice incelemeye koyulduğunda bir kez daha hayran kalmış; bunlar, paha biçilemez mücevherlerin yapıldığı taşlarmış. Elmaslar, zümrütler, yakutlar, inciler… Delikanlı hayatında görmemiş böylelerini. Hâlâ küçük bir çocuk olduğundan ne kadar değerli olabilecekleri hakkında hiçbir fikri yokmuş. Nihayet ceplerini bu taşlarla doldurmaya karar vermiş. Fakat şaşkın genç, bütün taşların camdan ya da billurdan olduğunu sanıyormuş. İlk başta gerçek meyveler olduğunu düşündüğü bu taşları yiyemeyeceğini anlayınca da:
Ben de bu cam parçalarını eve götürür, onlarla oynarım, demiş kendi kendine.
Böyle böyle bol miktarda taş toplamış, bütün ceplerini, kuşağını, sarığını doldurmuş. Taşıyabileceğinden bile daha fazlasını toplamış; fakat hâlâ bunların cam olduğunu düşünüyormuş. Sonra birden aklına amcası gelmiş ve aceleyle yürüyerek dehlizleri geçmiş. Amcası sandıklardaki altınlardan almasına izin verse de delikanlı dönüp bakmamış bile. Nihayet mahzenin merdivenlerinden çıkmaya başlamış; fakat tam da son basamağa geldiğinde yardım almadan çıkamayacağını anlamış. Bu basamak diğerlerinden bile daha yüksek görünmüş gözüne nedense. Mağribiye:
“Amcacığım, bana elini uzat da tırmanayım.” deyince büyücü:
“Oğlum, sen şimdi lambayı bana ver, yükünü hafiflet. Böylece rahatça tırmanırsın.” demiş.
“Bana ağırlık yapan lamba değil ki! Lütfen elini uzat da çıkayım.”
Tek amacı lambaya ulaşmak olan büyücü, Alâeddin’e ısrar etmeye başlamış; fakat delikanlı taşların ağırlığından dolayı lambayı uzatmayı başaramamış. Delikanlıya ısrar ederek boşa kürek çektiğini anlayan büyücü büyük bir öfkeye kapılmış. Zavallı Alâeddin lambaya uzanmayı başaramıyormuş oysaki… Delikanlı, mahzenden çıkar çıkmaz onu vereceğine dair yeminler ediyormuş, aklından hiçbir kötülük geçirmeden. Büyücü ise lambaya ulaşmaya dair bütün ümitleri tükendiğinden daha bir sinirlenmiş. Tütsüler yakıp sihirli sözleri söylemiş ve mahzenin mermerden kapağı kendiliğinden kapanmış. Sihrin etkisiyle her şey eski hâline dönmüş ve kapağın üzeri toprakla kaplanmış. Zavallı Alâeddin, dışarı çıkmayı başaramamış.
Büyücünün tek amacı, Alâeddin’i kullanarak lambaya ulaşmakmış. Bunu başaramayınca da toprağı üzerine kapatarak delikanlıyı açlıktan ölmeye terk etmiş. Bu büyücü, doğma büyüme Afrikalıymış. Küçük yaşlardan itibaren sihirle, büyüyle uğraşırmış. Böyle böyle büyü sanatında uzmanlaşmış. Zaten böyleleri en iyi Afrika diyarında yetişir… Büyücülük konusunda her şeyi öğrenmek için çok okumuş, çok emek vermiş. Dile kolay kırk yıl… Tam kırk yıl boyunca öğrenilebilecek ne kadar sihirli söz varsa hepsini öğrenmiş. Günlerden bir gün, şeytanın ilhamıyla olsa gerek, Çin ülkesindeki Al-Kalas şehrinde bulunan gömülü bir hazinenin varlığından haberdar olmuş. Bu hazine öyle bir hazineymiş ki dünya üzerinde eşi benzeri yokmuş. Daha da önemlisi, mahzende bulunan sihirli lambaymış… Bu lambaya sahip olan adama hiç kimse galip gelemezmiş. İster dünyanın en zengin adamı olsun isterse en kuvvetli hükümdarı hiç kimse bu lambanın gerçekleştirebileceklerinin yanından geçemezmiş.
Mağribi, yaptığı büyüler sayesinde, bu hazineye ancak ve ancak Alâeddin isimli bir delikanlının yardımıyla ulaşabileceğini anlamış. Bu genç, hazinenin bulunduğu şehirde yaşıyormuş ve oldukça fakir bir aileye mensupmuş. Büyücü, bu işin tereyağından kıl çekmek kadar kolay olacağını düşünüyormuş. Derhâl hazırlıklarını tamamlamış ve Çin diyarına doğru yola çıkmış. Alâeddin’i kandırdıktan sonra lambaya ulaşacağına eminmiş; fakat hesaplar altüst olmuş. Bütün ümitleri suya düşmüş, bütün emekleri boşa gitmiş. Bu sebepten, delikanlının ölmesinin en iyisi olacağına karar vermiş ve onu mahzende terk edip büyü gücünü kullanarak üstünü koca bir toprak tabakasıyla kapatmış. Zavallının öleceği onun umurunda bile değilmiş.
Hain büyücü, Alâeddin’in yer altından çıkamaması ve lambayı kullanamaması için de büyü yapmayı ihmal etmemiş. Nihayet kendi ülkesine, yani Afrika diyarına geri dönmüş. Büyük bir hayal kırıklığıyla…
Alâeddin’e gelince… Mahzen kapatılıp da karanlıkta kalınca hâlâ amcası olduğuna inandığı büyücüye bağırmaya, kendisini dışarıya çıkarması için yalvarmaya başlamış; ama bütün bu haykırışları nafileymiş, ona cevap veren olmamış.
İşte tam da bu sırada büyücünün kendine oynadığı oyunu ve onun, aslında amcası olmadığını anlamış. Onun kötülük peşinde bir sihirbaz olduğunu düşünüyormuş. Zavallı genç, mahzenden çıkıp hayatına devam edebileceğine dair bütün ümidini yitirdiğinden ağlamaya başlamış. Yürekleri yakan acı bir ağlayış… Sonra ayağa kalkmış ve küçük de olsa bir ışık görebilme umuduyla etrafını şöyle bir yoklamış; fakat etrafında dört duvar ve karanlıktan başka hiçbir şey yokmuş. Büyücü, daha evvel geçtiği bahçeye çıkan yolu bile kapatmış sihir gücüyle. Dışarıya çıkabileceği hiçbir yol olmadığını görmüş Alâeddin. Artık bekleyebileceği tek şey ölümmüş.
Alâeddin bütün kapıların, birazcık gezip rahatlayabileceği bahçe kapısının bile kapalı olduğunu görünce daha beter ağlamaya koyulmuş. Bütün ümidini kaybetmiş bir insanın çaresizliğiyle feryat ediyormuş. Bir süre sonra mahzene indiği merdivenlere oturmuş. Ümidini kapalı kapılar ardında bırakmış bir hâlde… Fakat Allah büyüktür…
Alâeddin, Mağribinin, kendisini mahzene indirdiğinde bir mühür yüzüğü hediye ettiğini ve “Bu yüzük seni içine düştüğün bütün darboğazlardan kurtaracaktır. Başına gelen bütün sıkıntıları defedecek ve sana yardım edecektir.” dediğini hatırlamış.
İşte bu yüzük, yüce Allah’ın da dilemesiyle, Alâeddin’in kurtuluşuna vesile olmuş. Bütün ümidini ve yaşama sevincini kaybetmiş bir vaziyette ağlayan Alâeddin, ne yaptığını bilmez bir hâlde ellerini ovuşturmaya, sonra da diz çöküp Allah’a yalvarmaya başlamış:
“Allah’ım şahitlik ederim ki senden başka Tanrı yoktur! Senin her şeye gücün yeter. Sen âlimsin ve hâkimsin. Ölüleri diriltirsin, iyilik de kötülük de sendendir. Sen ki sıkıntıları çözersin. Sen, yoktan var edensin. Sen, bana yetersin, sana güveneni yarı yolda bırakmazsın. Şahitlik ederim ki Muhammed senin kulun ve elçindir. Ey yüce Rabb’im. Sana yalvarıyorum, bana yardım et!”
İşte böyle, bir yandan Allah’a yalvarıyor, diğer yandan da bir başparmağında gücünden haberi olmadığı yüzük bulunan ellerini birbirine sürtüyormuş. Tam bu sırada bir cin ortaya çıkmış ve:
“Sahip, kölen yardıma geldi. Dile benden ne dilersen! Mühür yüzüğünü takan kişi, benim efendimdir ve ben onun dediklerini yapmakla yükümlüyüm.” demiş.
Karşısında duranın, Süleyman Efendimiz’in cinlerine benzeyen bir ifrit olduğunu gören delikanlı, ilk başta büyük bir korkuyla titremiş; fakat cinin “Dile benden ne dilersen!” dediğini duyunca kendine gelmiş ve büyücünün söylediklerini hatırlamış. Acısından kendini kaybetmiş delikanlı, nihayet eski neşesine kavuşmuş ve cesaretini toplayarak:
“Sen! Yüzüğün sahibinin kölesisin. Şimdi senden beni yeniden yeryüzüne çıkarmanı istiyorum.” demiş. Bu sözleri söyler söylemez de yer ikiye ayrılmış ve delikanlı mahzenden kurtulmuş. Üç gün boyunca karanlık mahzende oturmak, gün ışığını yeniden gören delikanlının gözlerini bir hayli acıtmış. Uzunca bir süre gözlerini yummuş. Sonra yavaş yavaş açarak ışığa yeniden alışmış ve kasvet dolu mahzenin tesirinden birazcık da olsa kurtulmayı başarmış. Kendini yeniden yeryüzünde bulunca epey bir şaşırmış delikanlı; çünkü büyücünün mahzeni kapatmakla kalmayıp üzerini toprakla örttüğünü ve ona hiçbir çıkış yolu bırakmadığını görmüş. Alâeddin, dışarıya yeniden çıktığında buranın tamamen bıraktığı gibi olduğunu görünce şaşırmış; çünkü delikanlı, başka bir yer bulmayı bekliyormuş. Bir süre etrafına bakındıktan sonra büyücüyle ateş yaktıkları yeri görmüş. Her şey eskisi gibiymiş. Buraya geldikleri bahçeleri de tanıyınca keyfi yerine gelmiş. Bütün ümidini kaybedip de ölümü beklediği bir sırada onu yeniden yeryüzüne çıkaran Allah’a şükürler etmiş.
Derhâl ayağa kalkmış ve çok iyi bildiği şehrin caddelerini ve sokaklarını geçip evine, annesine kavuşmuş. Kurtuluşun delikanlıda yarattığı büyük sevinç, korkuyla geçen günlerin hâlâ bitmeyen tesiri ve açlığın dayanılması zor sancısı, annesini gördüğü anda bayılmasına sebep olmuş Alâeddin’in. Yokluğunda oğlu için fazlasıyla endişelenen zavallı kadın, günlerini gözyaşları dökerek geçirmiş; ama Alâeddin’in evin kapısından içeri girdiğini görmesiyle sevincinden çığlık atması bir olmuş. Ne yazık ki sevinci kısa sürmüş annenin, çünkü oğlu, içeri girer girmez yere yığılmış. Bunun üzerine yaşlı kadın, oğlunu ayıltmak için telaşla koşturmaya başlamış. İlk iş oğlunun yüzüne su serpmiş fakat bunun fayda etmediğini görünce derhâl komşuların kapısını çalmış ve oğluna koklatabileceği keskin bir şey istemiş ki ayılsın. Alâeddin nihayet kendine geldiğinde annesinden yemek getirmesini istemiş:
“Anneciğim, tam üç gündür boğazımdan lokma geçmedi.”
Bu sözleri duyan annesi yiyecek namına ne var ne yok oğluna getirmiş ve:
“Gel oğlum. Birazcık bir şeyler ye de kendine gel. Sonra başına gelenleri, seni bu hâle neyin getirdiğini anlatırsın. Şu an çok bitkin görünüyorsun. Bu sebepten sana soru sormayacağım.” demiş.
Alâeddin yemeğini yemiş, suyunu içmiş. Nihayet rahata kavuşup da kendine geldiği anda âdeta haykırırcasına konuşmaya başlamış:
“Anneciğim, sana dargınım; çünkü beni, hileleriyle aldatan ve neredeyse canımdan edecek o lanetli adama bıraktın. O habis herif var ya… İşte onun yüzünden ölümle burun buruna geldim. Hâlbuki sen bu adamın amcam olduğundan ne kadar da emindin. Neyse ki yüce Allah beni kurtardı da yeniden evime döndüm. Bu hain, vaatleriyle kandırdı bizi. Parasıyla da gözümüzü boyadı. Bilmelisin ki bu adam adinin tekidir. Yalancı, sahtekâr, ikiyüzlü bir büyücü… Şuna emin olabilirsin ki cehennemdeki şeytanlar bile onun kadar melun değildir. Allah onun belasını versin! Bu herifin bana yaptığı kötülükleri sana anlatacağım. Yalan söylemeden ve abartmadan. Bilmelisin ki bu herif, verdiği hiçbir sözü tutmadı. Bana yapacağı iyilikleri duymak ve benimle ilgilendiğini görmek senin aklını karıştırdı ama onun niyeti başkaydı. Bütün o cömertliği ve güzel sözleri amacına ulaşmak içindi. Bedelini neredeyse hayatımla ödeyeceğim bir amaç… Ama yüce Allah’a şükürler olsun ki kurtuldum! Bu adamın bana yaptığı fenalıkları bir bilsen…”
Alâeddin, Mağribinin onu gizli mahzene nasıl götürdüğünü, büyüler yaparak yeri nasıl ikiye ayırdığını anlatmış annesine. Delikanlı, kurtulduğu için o kadar sevinçliymiş ki bir yandan anlatırken diğer yandan gözyaşı döküyormuş:
“Yerin yarıldığını görmek beni müthiş korkutmuştu. Bu sihrin gücü, iliklerime kadar titrememe sebep olmuştu. Hele o gök gürültüsünün sesi, aniden çöken karanlık… Hepsi yaptığı o büyüler sayesindeydi. Böylesine büyük bir dehşete düşünce derhâl kaçarak uzaklaşmak istedim. O ise bunu görünce bana bağırmaya başladı. Sonra da kafama vurdu. Hem de öyle bir şiddetle vurdu ki oracıkta bayıldım. Kaçmama izin veremezdi; çünkü hazineye ben olmadan ulaşması imkânsızdı. Kötü niyetli büyücü, bensiz hiçbir şey yapamayacağını çok iyi biliyordu.
Hazinenin olduğu yere gönderebilmek için beni ikna etmesi gerekiyordu. Bunun için olsa gerek parmağındaki sihirli yüzüğü bana verdi. Sonra mahzenden aşağı indim. Burada dört tane oda vardı ki her birinde altın ve gümüşle dolu sandıklar vardı. Melun herif hiçbirine dokunmamamı söyledi. Ben de dediğini yaptım. Burayı geçince her yeri büyük ağaçlarla süslü devasa bir bahçeye çıktım. Ağaçlarda öylesine güzel meyveler vardı ki akıllara zarar… Meyvelerin her biri farklı renklerdeki camdan yapılmaydı. Neyse, sonunda lambanın asılı olduğu salona ulaşmıştım. İçindeki yağı boşalttıktan sonra da lambayı cebime koydum.” diyen Alâeddin, cebinden çıkardığı lambayı ve bahçeden topladığı mücevherleri annesine göstermiş. Sultanların bile sahip olamadığı güzellikte iki torba dolusu değerli taş… Fakat şaşkın delikanlı sahip olduğu zenginliğin farkında değilmiş. Mücevherlerin cam olduğunu düşünüyormuş çünkü. Topladıklarını annesine gösterdikten sonra anlatmaya devam etmiş:
“Büyücünün dediğini yapıp lambayı aldıktan sonra mahzenin girişine çıktım ve amcam olduğunu düşündüğüm herife seslenerek yukarı çıkmama yardım etmesini istedim; çünkü üzerimde çok fazla ağırlık vardı ve tek başıma yukarı çıkmam mümkün değildi. Adi herif bana yardımcı olmaya yanaşmadı ve ‘Önce lambayı ver.’ dedi. Ama ben lambayı cebimin en altına yerleştirmiştim; cam meyveler ona ulaşmama mâni oluyordu. Lambaya ulaşmayı başaramayınca şöyle seslendim: ‘Amcacığım, şu an için ona ulaşamıyorum ama buradan çıkar çıkmaz lambayı alacaksın. Söz veriyorum.’ Meğer alçak herifin asıl niyeti lambayı aldıktan sonra beni öldürmekmiş. Bu sebepten beni oraya kapatması bir bakıma iyi oldu. İşte, başıma gelenler bundan ibaret.”
Böyle böyle Alâeddin, büyük bir öfkeyle büyücüye verip veriştiriyor, acı acı bağırıyormuş:
“Bu melun insan müsveddesinden, fena, kötü yürekli adamdan, insanlığını yitirmiş ikiyüzlü şerefsizden kurtulduğum için seviniyorum. Alçak herif!”
Yaşlı kadın, oğlunun büyücüden çektiklerini dinleyince:
“Evet oğlum, haklısın. Bu adam gerçekten de çok kötü, riyakâr bir katil! Ondan ve fenalıklarından kurtulman kesinlikle Allah’ın bir lütfu. Bu adamın amcan olduğunu düşündüğüme hâlâ inanamıyorum!” demiş.
Tam üç gün boyunca mahzende gözünü bile kırpmadan bekleyen delikanlı nihayet uykuya yenik düşmüş, tıpkı annesi gibi… Ertesi gün öğlene kadar da uyanmamışlar.
Uyanıp da sersemliğini üzerinden atar atmaz annesinden yiyecek bir şeyler getirmesini istemiş delikanlı fakat yaşlı kadın:
“Sana yemek namına getirebileceğim hiçbir şey yok; çünkü evde ne var ne yok dün hepsini yedin. Ama biraz daha beklersen ip eğirip pazarda satarım. Oradan aldığım parayla da yiyecek bir şeyler alırız.” demiş.
Alâeddin “Ah anneciğim!” demiş. “İp eğirmene de satmana da gerek yok. Şimdi bana dünkü lambayı getir de onu satıp yemeklik bir şeyler alayım; lamba, ipten daha çok para getirir.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/neizvestnyy-avtor-24202785/alaeddin-in-sihirli-lambasi-69428575/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Dirsekten orta parmağın ucuna kadar olan mesafeye eşit eski bir uzunluk ölçüsü (ç.n.).