Ömer`in Çocukluğu
Muallim Naci
Muallim Naci, anı türünde kaleme aldığı bu eserinde sekiz yaşındaki bir çocuğun dilinden yaşadığı şehri, semti, ailesi ve çevresindeki insanları, yaşadığı dönemi anlatıyor. Yazar üslubundaki tüm canlılıkla o dönemlere ayna tutuyor. Eserin kahramanı Ömer, İstanbul Saraçhane’de ailesiyle yaşayan küçük bir çocuktur. Tatil zamanlarını Varna’da geçirir. Küçük yaşta babasını kaybetmesinden dolayı Varna’ya, dayısının yanına yerleşen Ömer ve ailesi için artık yoksulluk günleri başlamıştır.
Muallim Naci
Ömer’in Çocukluğu
Bizim Ömer diyor ki:
“Kıztaşı” dört yol ağzından “Sofular”a doğru inilirken “İbni Melek Hazretleri”nin yattıkları yüksek mezaristan sağda bırakılarak biraz daha gidilince yine sağda bir akar çeşmeye tesadüf olunur.
O civar halkını bunca zamandan beri diğer uzak çeşmelere gitmekten kurtardığı için gurur getirmiş gibi mağrur durmakta olan bu çeşmenin hemen karşısında hayli uzun bir sokak görülür ki bu sokak Nûreddin dergâhlarından birine varır.
Dergâhın sol tarafına dönerek orada incelen yoldan ilerleyecek adam, kendini diğerinden daha uzun olan Çelebi Sokağı’nda bulur. Bu sokağın sonundaki taş mektebin önünden sola dönülünce görülecek yokuş cadde, Saraçhanebaşı’na çıkar.
Bir gün o yokuştan iniyordum. En sevdiğim uzun hırkam sırtımdaydı. Bu hırkayı, içinde ve dışında ikişerden dört cebi olduğu için pek severdim. Cepler yemiş ve ufak tefek oyuncak koymaya ne kadar iyi gelirdi! Diğer hırkalarımda ikiden fazla cep bulunmazdı. Giyilme sırası dört cepli hırkaya gelince yüzüm gülerdi. Yüreğimde o derece sevinç hasıl olurdu ki hemen ellerimle hırkanın göğsüme gelen iki tarafını okşamaya ve “Oh! Oh!” diye diye odanın içinde dans ederek dönüp dolaşmaya başlardım.
İne ine mektebin hizasına geldim. Bir iki adım daha atarak eve gitmek üzere Çelebi Sokağı’na saptım. Birdenbire karşıma kuyruğu kesik bir köpek çıktı. Havlayarak üzerime hücum etti. Beni mektebin duvarına sıkıştırdı. Göğsüme doğru pençelerini atmaya kalkıştı. Ben ağlayıp haykırmaya başladım. Bir taraftan da kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Şaşırmıştım. Kimden yardım isteyecektim? Sokakta köpekle benden başka kimse yoktu ki… Caddeden geçen de bulunmuyordu.
Besbelli, feryadım işitilmişti. Mektebin karşısındaki konağın alt katında bir pencereden iri bıyıklı bir ağabaşı göründü. Bir yahut iki kere “hoşt!” dedi. Köpek benimle uğraşmaya devam ediyordu. Nasılsa bir aralık önünden savuşarak kaçmaya yeltendim. Arkamdan yetişti. Omuzlarıma doğru sıçradığını hissettim. Feryadı artırdım. Bu hâli pencereden seyretmekte olan ağa lütfedip bir kere daha “hoşt!” diye bağırdı. Hayvanın pençeleri sırtımdan sıyrılarak indi. Korkumdan arkama dönüp bakamıyordum. Sesim de kesilmişti. Hem ağlıyor hem koşuyordum.
“Kurtuldum” diyecek kadar koştuktan sonra, soluk soluğa denilecek bir hâlde durdum. Arkama baktım. Köpekten eser yoktu. Bir parça kendime geldim. Köpeğin bir şey yapıp yapmadığını anlamak için sağ elimi, sevgili hırkamın ensesine doğru uzattım. Ense yok! Meğer köpek, hırkanın yakasından tuttuğu gibi eteğine üç dört parmak kalıncaya kadar yırtmış.
Hırkayı sırtımdan çıkardım. Biçarenin hâline baktım. Gözlerimden yeniden yaşlar boşandı. Ne hazin manzara!… Ne büyük keder!…
Hırka koltuğumun altında olduğu hâlde eve varınca hâlâ ağlamanın ardından içimi çekmekteydim. Valide beni o şekilde görünce telaşla:
“Sana ne oldu oğlum, ne ağlıyorsun? Hırkanı niye çıkardın? Vah vah! Nedir bakayım, söyle!” diye üzüntüsünü dile getirmeye başladı.
Hırkayı koltuğumun altından aldığı sırada dedim ki:
“Köşe başında kuyruksuz bir köpeğe rast geldim de… Üzerime atıldı.”
Valide daha ziyade üzüntülü görünerek beni kucakladı. İşte asıl o vakit ağlamaya başladım. Bir felaketzedeyi en çok dert ortağı ağlatır.
Bu olay bana o köşe başını hiç unutturmaz. Şu ağaya ne dersiniz? İnsaniyetli adam değil miymiş? Sükût etmedi. İnsaniyetsiz adam değil miymiş? Yardıma koşmadı.
Behey ağa! Gözünün önünde bir köpek âciz bir çocuğu paralamaya çalışıyor. O köpeğin kuduz olma ihtimali de var. Çocuk ağlıyor, feryat ediyor, yardım istiyor. Ortada zavallıyı kurtaracak kimse yok. Sen pencereden “hoşt!” demekle yetiniyorsun. İnsan değil misin? Yüreğin köpek yüreği midir? O, senin bakışında belki köpek yavrusu kadar önemi olmayan çocuğun bir gün olup seni sorguya çekeceğini düşünecek kadar da mı beynin yok? Korkma! İsmini bilsem de yazmam. Senin beni koruduğun kadar, ben de seni koruyabilirim. Şurasını da söyleyeyim; sen o zaman bana gerçekten insanca bir yardımda bulunmuş olaydın, ben seni şimdi böyle mi yazardım!
Bilmem bu eleştiride haksız mıyım?
Ah! İnsan böyle gafil olmasa da daima herkese iyilik etse ne kadar kazanacak!
Yine bir gün eve giderken Saraçhanebaşı’ndan Kıztaşı’na giden sokakta birtakım yük hayvanlarına rast gelerek duvar dibine sığınmıştım. Yanımda kır sakallı bir kişi peyda oldu. Elimden tuttu “Korkma oğlum!” diyerek vücudunu bana siper etti. Hayvanlar geçtikten sonra da tebessüm ederek: “Haydi, şimdi git oğlum!” dedi.
İhtimal ki o kişi vefat etmiştir; fakat iyiliği benim gönlümde hâlâ yaşıyor.
Geri dönelim:
Çeşmenin hemen karşısındaki dediğim sokağa girilerek sol baştaki evin bahçe duvarı takip edilince iki katlı bir ev görülür ki kapısının önü basamak taşlarıyla haylice yükseltilmiştir.
Bugün üzerinde “70” numarası görülmekte olan bu evin vaktiyle içerisine girilse alt ve üst katlarında dört oda ile iki sofa ve arka tarafında yedi sekiz ayak merdivenle çıkılan genişçe bir bahçe bulunduğu görülürdü.
Bundan bir müddet evvel, o evde yaşayanlar şunlardan ibaretti:
Peder, Ali
Valide, Fâtımet-üz-Zehrâ
Büyük oğul, Mehmed
Küçük oğul, Ömer
İşte, bu Ömer benim…
Peder kırk altı yaşında öldüğünde ben tahminen sekiz yaşındaydım. Kıyafeti hâlâ gözümün önündedir. Orta boylu, geniş omuzlu, sağlam yapılı, büyücek başlı, değirmi çehreli, kalınca kara kaşlı, ela gözlü, irice kara bıyıklı, beyaz tenli, yüzü heybetli…
Başına giydiği büyük Tunus fesinin üzerine büyücek bir yemeni sarar. Geniş göğsünü güçlükle kaplayabilen kaytan ve sırma işlemeli çuha yelekteki düğmelerin çoğu, hemen hemen yaz kış açık bulunur. Yeleğin üzerindeki sade, çuha cepkenin kolları biraz kısadır. İri, dolgun bilekler daima göze çarpar. Belinde en iyisinden, zemini beyaz çiçekli bir acem şalı görülür. Bunun sarı zeminli bir eşi de omuzunda yahut kolunda bulunur. Bunu çoğunlukla mendil niyetine kullanır. Belindeki şalın içinde gizli olan kapaklı, iri “Corci Piryol” saatin sırma örme işlemeli, ortası düğmeli kösteğini yeleğin üst kısmındaki düğmelerin birine iliştiriverir. Dizlerinden bir parça aşağı inmekte olan çuha şalvarın alt taraflarına beyaz ahıska tozlukları örtmüştür. Ayakları galatakâri, az üstlü, zarif, kırmızı yemenilere alışıktır.
Üzerine, bırakın eski bir şey giymeyi, rengi kaçmış elbise bile giymez. Pek yakışıklı, dolgun vücutlu bir Osmanlıdır. Bununla beraber pek şişman da sayılmaz. İstanbul’da doğup büyümüş; fakat kendisini bilmeyenler İstanbullu zannetmezler. Saraçhane halkından Ali Bey’i tanıyanlar henüz az değildir.
Ahlakına dair birkaç söz söyleyeyim:
Terbiyeli bir İslam ailesi içinde yetişmiş, güzel yaradılışlı bir adamın kalbi, hissiyatı nasıl olursa, pederin kalbi, hissiyatı da öyledir. Kimseye kötülük etmemiştir; fakat pek çok kimseye iyiliği dokunmuştur. Doğruluk, mertlik, kendisine pederi Ahmet Ağadan miras kalmıştır. Biraz sinirli görünür; lakin yersiz hiddet etmez. Gazabını tahrik eden konular mutlaka İslam terbiyesine, insanlığa yakışmayacak şeylerdir. Yüreği aile sevgisiyle dopdolu olmakla beraber hiçbir vakit şımartıcı davranışlarda bulunmadığından ev halkı onun gücünün etkisi altındadır. Bu etki dövüp sövmek gibi bazı davranışlarla ortaya çıkmamış, kendi davranışlarının sonucu olarak gelişmiştir. Başkasına muhtaç olmamanın dünyadaki en büyük bahtiyarlık olduğuna inandığından, işleriyle meşgul olmayı pek sever.
O evden başka bir de Saraçhanebaşı’nda ufak bir dükkâna sahiptir. Kendi dükkânında saraçlık eder. Sabahleyin erkenden dükkânına gider. Akşamüstü doğruca evine gelir. Ömründe içki içmemiştir. Günde, bir iki lüle tütün içer. Ona da tiryakiliği yoktur. Hatta bazı kereler tütün kesesini dükkânda unutur. Evde zaten tütün bulunmadığından o gece içmeyiverir.
Kazancı öyle bir iki ev daha idare edebilecek düzeyde olduğu hâlde büyücek bir ev edinmek, hizmetçi tutmak, halayık[1 - Halayık: Kadın köle, cariye] almak gibi fikirlerde bulunmaz. “Bu evi kendim yaptırdım, severim. Kalabalığımız yok, bize yetiyor. Dükkân da kendi malımız. Çalışıp kazanıyoruz. Güzel güzel geçiniyoruz. Cenabıhakk’a şükredelim. Bize verdiği nimetlerin kadrini bilelim… İçimizde yabancı bulunmasın. Hizmetçi, halayık derdi çekilmez. Kendi işinizi kendiniz görün. Allah yardım eder, merak etmeyin. Hizmetçili, halayıklı evlerde bu saadet bulunmaz.” der.
Evine o kadar güzel bakar ki bunu bilen aileler ona gıpta ederler. “Keşke bizim de öyle bir babamız olsa!” derler. Her şeyin iyisinden satın alma merakı olduğundan, evde her türlü şeyin en iyisi bulunur. Ayrıca biz çocukların arzu edebileceği yemişlerin hepsi de dolaplarda durur.
Pirinç, yağ gibi şeyleri daima toptan alır. Hatta komşulardan bazılarının dikkatini çekmemek için bunları eve akşamdan sonra getirtir. O küçük ev, bir büyük mutluluk yuvası hâlindedir. Orada insan hakikaten mutlu olur. Fakat sahibinin rızasına aykırı harekette bulunmamak şartıyla… Mesela, kendisinin izni olmaksızın komşuya gitmek mümkün değildir.
Bu zat, emsali sayılabilecek adamlara kıyas olunamayacak derecede dünyanın şartlarına hâkimdir. Ne kendisi boş şeylerle uğraşır ne de uğraşanları sever. Zamanını faydalı işlere harcamak ister. Geceleri lüzum olmadıkça bir yere gitmek âdeti değildir. Bununla beraber bir yerde yangın olsa, o tarafta bildiği varsa, mesafe ne kadar uzak olursa olsun, derhâl giyinir; çıkar; imdada koşar. Bu hareket yiğitler arasında öteden beri âdetmiş.
Hatırladığım kadarıyla, bir kış gecesi yatmış uyumuştuk. Bir aralık sokaktan bekçi geçti. Bilmem hangi tarafta yangın olduğunu haber veriyordu. Yatağın içinde gözlerimi açtım. Pederin aceleyle giyinmekte olduğunu gördüm. Birader de uyanmıştı. Valide diyordu ki:
“Çıkmasanız iyi olmaz mı? Baksanıza pencerelere, kafeslere…”
Peder cevap vermedi. Meğer o tarafta dostlarından birinin evi varmış. Pencereler, kafesler baştan başa kar ile örtülüydü. Ben korkmaya başladım. Birader benden on yaş kadar büyük olduğundan onun yüzünde pek de korku alameti görülmüyordu. Peder, validenin yaktığı el fenerini alarak aşağı indi. Biz evvelce ayağa kalkmıştık. Peder sokak kapısını kapadığı sırada biz valideyle beraber köşe penceresine koştuk. Valide camı açtı. Kafes tamamen karla örtülüydü. Kafesi çırptı. Karın kabası döküldü. Pederin fenerle gitmekte olduğunu gördük. Peder dönmedikçe tekrar yatmak olur mu?
Aradan ne kadar vakit geçtiğini bilmiyorum. Geldi, karşıladık. Üstü başı kar içinde olduğu gibi, bıyıkları da buz tutmuştu. Kendisi o zaman gözüme pek heybetli göründü.
Çoğu defa geceleri dahi dükkânla ilgili işlerle uğraşırdı. Arkadaşları burasını bildiklerinden pek nadir olarak gece ziyaretlerinde bulunurlardı.
Mahalledeki dostlarından Behçet Beyefendi -ki henüz hayatta ve bizim için övünme sebebidir- bazı gecelerde pederle konuşmak üzere gelirdi.
Behçet Bey; edip, zarif, hoşça bir zattır. Peder kendisini pek severdi. Böyle zatlara “baba dostu” derler. Pederleri vefat etmiş olan oğullar, bunları garip ve hazin bir hisle severler. Onları manevi amca tanırlar.
Bizim bir de maddi amcamız vardı ki kendisi Bursa’ ya yerleşmişti. Ara sıra İstanbul’a gelir, bizde misafir olurdu. Pederin büyüğüydü.
Bir defa yine gelmişti. Bir gece –pederle birlikte mi yoksa yalnız mı pek iyi bilemiyorum–bir yere gitmesi gerekti. Amcam benim daima gönlümü almakla beraber akşamları geldikçe yemiş de getirdiğinden muhabbeti gönlümde yer etmişti. Bunun için elimden geldiği kadar hizmetinde bulunmak isterdim. O gece el fenerini yakarak kendisinin ayakkabılarını çevirmek üzere merdivenin alt başına indim. Ben bu işle uğraşmakta iken o da odanın kapısından çıkmış. Feneri çarpık tutmuş olmalıyım ki, fener birdenbire tutuştu. Hiç hatırıma gelmemiş olan bu alevlenme beni şaşırttı.
Amcam: “At elinden oğlum, at!” diyerek yanıma koştu. Beni kucağına aldı. O yetişinceye kadar ben feneri fırlatmıştım. “Korkma aslanım, korkma!” diyordu. Yukarıdan bir şamdan tuttular. Benzim uçmuş. Amcam yüzüme bakarak kahkaha derecesinde gülmeye başladı. Heyecanımı gidermek için daha birçok söz söyledi. Bir yandan da gülüyordu. Ben ise hizmet edeyim derken kabahat etmiş olduğumdan kendisinin yüzüne bakmaya bile cesaret edemiyordum. Beni kucağından indirmiş olaydı, hızla validenin yanına kaçacağımdan şüphe yoktu.
Amcamız Mehmet Tahir yaratılışça pedere benzerdi. Huyca ise aralarında hayli farklılık varmış. O biraz laubali olduğundan İstanbul’da birçok işe girip çıktıktan sonra Bursa’ya giderek orada kalmış. Burada bulunduğu sıralarda öteye beriye ettiği borçların çoğu peder tarafından kapatılırmış. Pederin ölümünden sonra ise birkaç bin kuruş alacağı bulunmakla beraber, yalnız altmış kuruş kadar vereceği çıktı.
Peder vefat edeli bir hafta kadar olmuştu. Bir sabah dülger kıyafetinde bir Hristiyan, evin kapısını çalıyordu. “Nedir?” denildi. Üzüntülü bir tavırla o kadar alacağı olduğunu söyledi. Derhâl parasını vererek “Hakkını helal et!” dediler. Adamcağızın gözleri doldu. Birkaç ay sonra evin bahçe tarafına bir oda ilave edildiği sırada, merhumun pek çok insaniyetini gördüğünü itiraf etti. “Helal olsun!” diyerek gitti. İyi adama herkes acır. Mutlu sayılmasın mı o insan ki yokluğu millettaşı olmayan insanları da üzüntüye sürükler.
Birdenbire validenin gözlerinden yaşlar boşandı. Biraderle bende ise o vakitler her şeyden çok ağlamaya kabiliyet vardı. Bundan dolayı biz de o anda valide ile birlik olduk. Acımız tazelendi. Bir de valide: “Ah benim yetim kalan evladım!” diye beni tutup bağrına basmasın mı? Bütün bütün bittim. İşte o zaman üçümüz birden bir şekilde ağladık ki, Cenabıhak ile bizden gayri herkesin bakışlarından gizli olan bu heyecanlı manzara, ilahî merhamet denizini elbette coşturmuştur. Evet, hiç şüphe etmem!
Niçin gizleyeyim? Şu satırları yazarken yine ağlıyorum. Belki de o zaman bu kadar ağlamamışımdır!
Ey, ölümün ve hayatın yaratıcısı! Hakikaten o hazin ağlayışlarımıza mı merhamet ettin de bizi sonradan dahi bunca nimetine layık gördün? Bizim büyük yaratıcının kabul edeceği neyimiz var? İstersen yaparsın… Hikmetinin gereği olmak üzere, pederini elinden aldığın biçare bir yetimi ölünceye kadar, hatta öldükten sonra da mutlu etmek için feyz-i kabulüne layık olacak surette ağlatırsın! Sana bağlanmanın en büyük sebebi yine senin kudretine karşı duyulan âcizlikmiş!… Otuz senedir inancım bu düşünce üzerindedir. Diyorlar ki; bir damla gözyaşı ebedî mutluluğun vesilesi olabilir.
Pederin validesi benim doğumumdan bir ay kadar evvel vefat etmiş. Hayatında kullanmış olduğu bir beyazlı mavili alaca asa evin altında bir köşede dayalı dururdu. Ben bunu bazı kereler “Kadın ninemin değneği!” diye oradan alarak omuzlar, askercilik oynardım.
Bir gün mahalle çocuklarından Nail’i validesi bizim eve getirmişti. Kadınlar kendi aralarında konuşmaya başladılar. Benden büyücek olan Nail ile biz de kadın ninemin değneğini yerinden aldıktan sonra bahçeye çıktık. Bilmem nasıl olmuş; aramızda bir tartışma çıkmış. Ben Nail’in başına asayı indirmişim.
Çocuk ellerini başına götürdü. Ağlayarak feryat etmeye başladı. Bana bir korku geldi. Asayı elimden bırakıverdim. Şaşkın şaşkın bakmaktayken validelerin bahçe merdiveninden çıkmakta olduklarını gördüm. Bütün bütün korktum. Nail’in alnından kan akıyordu. Validesi meraklandı. Dargın dargın yüzüme baktı. “Ah! Ah!” diyerek oğlunun başından fesini çıkardı. Bir de baktık ki, asanın indiği yer yumurta gibi şişmiş. Anlamalı ninemin değneğindeki dehşeti! Kızılcık sopası mıymış, neymiş! Valide beni iyice azarladıktan sonra şiddetle kolumdan tutarak aşağı doğru çekti götürdü. Galiba kulağımı da çekti. Ben de ağlamaya başladım. Biz ileride, validesiyle Nail geride… Valideler söylenir, biz ağlarız… Öyle bir alayla merdivenden aşağı indik.
Ertesi gün asayı aradım. Yerinde bulamadım. Valideye sormak işime gelmezdi. “Yine kimin başını yaracaksın!” diye çıkışacağını biliyordum. Birkaç gün merakta kaldım. Nihayet asanın kırılıp ateşe atılmış olduğunu öğrendim. Öyle bir yadigâr bu suretle yakacak odun oldu. Ben de ibret aldım. Bir daha öyle davranışlarda bulunmadım.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/muallim-naci/omer-in-cocuklugu-69428446/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Halayık: Kadın köle, cariye