Erguvan Tahtındaki Lanetin Sırrı – Kösem Sultan’ın Yüzüğü
Lütfü Şehsuvaroğlu
"Aşkı aramak, tutkunun peşinden gitmek değilmiş, onu anladım. Aşkı aramak hakikati aramakmış. Şimdi yüzüğüme bakarken ondaki aşkı anlama gayretimin her faslının farklı farklı olduğunu görüyorum. Şimdi oğlumun tahta geçtiği şu zamanda bundan sonrası için daha önceki hayatımdan çok farklıyım. Çok farklı düşünüyorum artık. Ben artık Ahmed’in gözdesi, başhasekisi, Kösem Sultan değilim. Ben artık Dördüncü Murad’ın validesi Kösem Sultan’ım. Elbette anne ile eş birbirinden farklıdır ama ben gerçekten Sultan Ahmed döneminde yapamadıklarımı yapacağım, bunda kararlıyım. Nasıl ki Anastasya başka, Hatice başka, Mahpeyker başka ve Kösem de başkaydı; şimdi de önceki Kösem ile bundan sonrası farklı olacak. Yüzük de şahit. Kalbimin bütün hislerini işaret parmağımdaki yüzükte müşahhaslaşmış hâlde görüyorum. (…) İşte adaların kendi hülyasında gezinen, papazın kızı mı, zangoçun kızı mı olduğunu bile bilemeyen köylü Rum kızı rüyasını bile göremediği cihan padişahının sarayına valide sultan oldu. Şaşıyorum, sanki yaşananların hiçbiri yaşanmamış da ben o küçük köyümden kalkıp dünyadaki bütün kraliçelerden daha etkili ve yetkili valide sultan olmuşum! Nasıl da geçti zaman?" Yaşadığı küçük Yunan adasından ayrıldıktan sonra güzelliği sayesinde Topkapı Sarayı’nın haremine cariye olarak giren Anastasya, Osmanlı Padişahı I. Ahmed'in eşi olup devlet yönetiminde etkin bir rol oynamış, Padişah IV. Murad ve I. İbrahim'in annesi ve IV. Mehmed’in büyükannesi sıfatıyla tarihe adını Kösem Valide Sultan olarak yazdırmıştır. Çok genç yaşta I. Ahmed'e haseki olmuş, kocası ölünce önce tahta geçen kocasının kardeşi Sultan I. Mustafa ve daha sonra da Sultan II. Osman zamanında devlet işlerinde etkinliği yavaş yavaş artmıştır. Bu padişahların tahttan indirilmesi üzerine tahta nihayet Kösem Sultan'ın kendi oğlu IV. Murat çıktı. IV. Murat tahta çıktığında yalnızca 12 yaşındaydı ve Kösem Sultan zekâsı ve hırsıyla artık oğlu adına imparatorluğu perde arkasından yönetmeye başlamıştı. Hareme girdiği ilk gün buradaki diğer cariyeler gibi olmayacağına yemin eden Anastasya, önce padişahının kalbini çalmış sonra tüm imparatorluğu yönetmiş; hayallerini hayata geçirmek için gözünü budaktan sakınmamış ve en nihayetinde Anastasya’yı Mahpeyker Kösem Valide Sultan’a dönüştürmeyi başarmıştır.
Lütfü Şehsuvaroğlu
Erguvan Tahtındaki Lanetin SırrıKösem Sultan’ın Yüzüğü
1. Bölüm
Valide Sultan Alayının Eski Saray’dan Yeni Saray’a Geçit Resmidir
İngiltere kraliçesinin Osmanlı valide sultanları kullansın diye gönderdiği kraliyet arabalarından biri içinde Mahpeyker Kösem Sultan bulunuyordu. Kösem Sultan dün geceden itibaren yeni valide sultandı. Araba sabaha kadar ala-yı valayla hazırlanmış onu en çok hak edeni beklemeye başlamıştı. Ertesi gün de ne zamandır içine kurulmayı beklediği arabanın artık içinde Yeni Saray’a doğru yol alıyor, bütün tebası da yol boyu temenna gösteriyordu. Bundan daha büyük bir yeryüzü saadeti var mıydı?
Mahpeyker Valide namıdiğer Kösem Sultan köyünden kopup da gemiye bindiği ilk günden bu yana geçen zamanı bir bir turaladı arabanın tül perdesinden yol boyu sıralanan askerleri seyrederken.
Yeni valide sultanı Eski Saray’dan alıp Yeni Saray’da bekleyen yeni Osmanlı Padişahı Dördüncü Murad Han’a götürecek olan araba, salına salına ilerlerken yolun iki yanında keçeli yeniçeriler selama durmuşlar ve devletin koruyucusu, belki de hakiki sahibinin ortakları gibi güven, itimat, ama aynı zamanda uyarıcılık telkin ediyorlardı.
Gerçi dün geceden itibaren Kösem Sultan, valide sultan olduğunu biliyordu. Dün gece zaten oğluyla halvet etmiş bir gün sonra yapılacak seremoninin ayrıntılarını teati etmişlerdi. Hatta Kösem için valide sultan olma rüyası aylar dahası yıllar evvel görülmüştü. Yine de insanda tatlı bir heyecan dalgası oluşturuyor, diye geçirdi içinden Kösem…
Sultan Mustafa’nın halli, üstelik iki defa tahta çıkmasına rağmen şimdi indirilip Eski Saray’a o lanet olası annesiyle birlikte gönderilmesi hiç kimsenin itirazına mahal vermemişti. Valide alayının Eski Saray’dan Yeni Saray’a avdet etmesi öncesi yaşanan olaylar devletin aklını yeniden geri getirmişti. Deli yine inzivasına, bir çocuğa teslim edilecek olsa da devlet aklına kavuşmuştu. Şeyhülislam ve ulemanın tavsiyeleri asker tarafından kabul görmüştü. Kemankeş Ali Paşa, Yeniçeri ve Sipahi Ocaklarının desteğini arkasına almayı bilmiş; bütün vezirleri, kumandanları, ağaları, imamları, şeyhleri toplayarak devletin maruz kaldığı tehlikeyi anlatmıştı.
Bir yanda Celalî isyanları, işte Abaza Paşa neredeyse Anadolu’nun tamamına hükmeder hâlde, diğer yanda İran yedi eyaleti almış, üstüne üstlük Bağdat’ı da ele geçirmişti. İstanbul’da hükmedenler aklını başına almazsa şu cihan devletinin hâli ne olacaktı? Huzur-i mahşerde emanet sorulduğunda ne cevap verilecekti?
Asker ilk defa ulufe istemedi. İlk defa vüzera ve ulema hemfikirdi. İlk defa bir avuç insanın ihtiraslarına gem vurarak yüksek bir ülkü etrafında birlikteliği ile kansız bir ihtilal gerçekleşmişti. Tarihte pek ender olan bu ihtilal, Osmanlı maşeri vicdanının yeniden teşekkülü anlamına geliyordu. Çocuk padişah bu iyi niyet devriminin üstüne saltanat sürecekti.
Birinci Mustafa, annesiyle ve cariyeleriyle birlikte Eski Saray’ın yolunu tuttu.
“Kardeş katli yasasını uygulasaydım, başımıza bunlar gelmezdi.” diye etrafındaki cariyelere dert yanan eski valide sultan kaderine küstüğü sırada yeni valide sultan, bir yandan elindeki yüzüğe bakıyor, bir yandan da kendini ve yakın cariyelerini Divan Yolu üzerinden Yeni Saray’a, yeryüzünün en büyük efendisinin sarayına götüren saltanat arabasının dışındaki seslere kulak kabartıyordu.
Mücevveze ile Divan çavuşları yol boyu sıralanan onlarca arabayı sanki sayıyorlarmış gibi kafalarını uzatıp birbirlerine göz ucuyla işaret ediyorlardı. Elleri arada bir talimat verir gibi açılsa da daha çok önde birbirine bağlı duruyordu.
Harikulade bezenmiş arabayı tebessüm ve endişe arasında gidip gelen bir yüzle süzen bu insanlar gelen kafilenin önlerine düşüp badehu Haremeyn-i Şerifeyne müteallik gerek mansub ve gerek tevliyette olanlar da yine mücevveze ile yürüyüp bunlardan sonra valide kethüdası paşalı kavuğuyla, bol yeni samur kürk ve elinde asa ile gidekoydu. Bundan sonra iki taraflı baltacılar ve daha sonra mücevveze ile darüssaade ağası ve ondan sonra altı beygirli ve perdeleri örtülü şahane araba ile valide sultan geçekoydu. Arabanın hemen ardından iki memur sağa sola para saçıyor ve halkı sevindiriyordu. Valide sultanın arabasını şehzadelerin ve cariyelerin arabaları takip ediyordu.
Valide alayı, bab-ı hümayundan geçip de Topkapı Sarayı’nın havasını teneffüs etmeye başladıktan sonra henüz yedi yaşında olan küçük padişah, hemen ardındaki sadrazam ve şürekâsının teşvikiyle has fırın önüne doğru yürüdü. Araba durdu ve Kösem Sultan arabanın penceresini örten perdelerin arasından elini uzattı. Çocuk padişah annesinin uzanan elini öptü ve alnına götürdü.
Valide alayı, padişahın ve etrafındakilerin eklenmesiyle daha kalabalıklaşmıştı. Alay, Harem-i Hümayun’a doğru yollandı. Yeniçeri ağası ile sekbanbaşı birlikte temenna ettiler. Ağalar yer öperek hürmet ve tazimlerini ifade ettiler.
Kösem Sultan günlerden beri hazırlık yapmış, oğlunun cülus merasiminin bir parçası olan valide alayının Yeni Saray’a varışıyla ilgili herhangi bir problem çıkmaması için ihtimam göstermişti. Her şey tamdı. Evvelce hazırlanan defter mucibince sırayla hilatler giydirildi. Atiyyeler dağıtıldı. Geçilen her kullukta dağıtılması icap eden atiyyeler dağıtılıyordu. Alayın bazı arabalarından da etrafa paralar saçılıyordu. Alay, Cebehane önüne gelince cebecibaşı, valide sultanı selamladı ve atiyyesini aldı.
Sonunda tazim edilen ana ile oğul Bab-ı Hümayun’un kapısından hulul ettiler. Herkes rütbesini biliyordu. İki sıra hâlinde dizildiler. Bostancıbaşının nezaretinde bostancı başhasekisi ile hasekiler ellerinde hezeran değneklerle arz-ı endam eyleyüp alayı tazime durdu. Alay da buna karşılık durdu. Bu karşılıklı tazimde yarı tehdit vardı. Zira bundan sonrası için diğerleri daha ileriye geçemezlerdi. Farkında olmayıp da ilerleyenler ikaz edilirdi. Değnekler hemen göze batar, daha ileriye kimseyi geçirmez.
Valide orta kapıdan girdi. Aheste aheste yürüyordu. O boy, o endam bugüne kadar gelmiş geçmiş hiçbir valide sultanda yoktu. O nasıl yürüyüştü öyle! Bütün alay içi gıcıklanır biçimde bakışlarını dondursa da sanki başka tarafa bakmak zorunda imişler gibi gözleri resimde durmuş başlar da başka yana çevrilmişti.
Valide sultan ile padişah kapıdan girerken alay arkada kalan tüm kısımları ile alkış kopardılar.
“Bir deliden sonra bir saralı yeryüzü mülkünü bakalım nasıl idare edecek?” soruları kafalarını meşgul ederken dudaklarda dua fısıltılarıyla alay yavaş yavaş dağıldı.
Kösem Sultan daha Babüssaade kapısından girerken karşılama heyetindekileri bir bir süzmüş, şu vüzeranın akıbeti hakkında zihninde birkaç tayine imzasını atmıştı.
Aynı seremoniyi daha evvel yaşayan Hürrem’in de Safiye’nin de Nurbanu’nun da ruhlarının imreneceği bir saltanat sürecekti, bundan emindi.
Ama bunun için bir an önce şu çürüyen hanedanın devletine de genlerine de doğru kanı, Rum köylü kızının kanını vermeliydi.
Küçücük bir çocukken babasının anlattığı Bizans hikâyelerindeki, havsalasına bir türlü oturtamadığı yapının devamı olan bu dünyanın merkezinde, bu iki kıtayı birleştiren şehirde ve onun sarayında yeryüzünün en güzel ve en akıllı kraliçesi olarak doğunun ve batının birlikteliğinin yeniden inşasını gerçekleştirecekti.
Bu konuda azimli ve kararlı idi. Azimli ve kararlı olduğu kadar bunun için gerekli zekâ ve bilgi donanımına sahip olduğunu düşünüyordu.
Hayır hayır; Andronikos’un akıbetine uğramayacaktı…
Onun yaptığı hatayı yapmayacak, onun düştüğü yanlışa düşmeyecekti.
Doğu fikrini, büyük doğu hülyasını hiç kimseye açık etmeden kendi içinde büyüterek doğrudan batıya kabul ettirmeye, doğunun zenginliğini ve kudretini onlara hissettirmeye çalışacaktı.
Bunu ne Andronikos, ne bir başkası yapmıştı. Bir tek o çağ değiştiren ecdadı yapmıştı. Fatih Mehmet Han…
Ecdadı mı?..
Dudağının sol tarafında derin bir tebessüm dalgası dolaştı Kösem’in. Ecdadı…
Daha küçük yaşta kraliçe olma hülyalarıyla büyüyen Kösem yani Anastasya, on yaşından sonra bütün bütün dünyanın en büyük ülkesinin kraliçesi olmayı kafasına koymuştu. Öyle Avrupa derebeylerinin tahtlarına ortakmış gibi oturan ama içki sofralarına meze yapılan sahte kraliçelerden olmayacaktı. Babasının anlattığı tarihin izini sürecekti.
Ben Mahpeyker Kösem Sultan…
Kafamda hep Andronikos’un parçalanma sahnesi var. İşte adaların kendi hülyasında gezinen, papazın kızı mı, zangoçun kızı mı olduğunu bile bilemeyen köylü Rum kızı rüyasını bile göremediği cihan padişahının sarayına valide sultan oldu. Şaşıyorum, sanki yaşananların hiçbiri yaşanmamış da ben o küçük köyümden kalkıp dünyadaki bütün kraliçelerden daha etkili ve yetkili valide sultan olmuşum! Nasıl da geçti zaman?
Ahmed’imin ölümü beni çok sarstı.
Tam on bir yıl benden başkasını gözü görmedi. Bana hep sadık kaldı. Haremde benden daha güzeli yok muydu? Dünyanın neresinde bir güzel varsa ona sahip olma kudreti yok muydu? Fakat o beni sevdi.
Ben de onu sevdim.
Yirmi sekiz yaşındaydı henüz. Gepegenç gitti.
Onu ilk gördüğüm anı unutamıyorum.
Bosna’dan yola çıktığımızda çocukluğumda dinlediğim hikâyelerden Osmanlı padişahlarını hep kaba saba, dev gibi, bir dudağı yerde bir dudağı gökte, acımasız, kan emici insanlar olarak bilirdik.
Ahmed’imi gördüğümde bu kadar temiz bir yüze bir erkek nasıl sahip olabilir diye geçirdim aklımdan.
Tahminlerimin ötesinde güzel, zarif, iyi kalpliydi.
Piyanonun tuşlarına basarken sanki kalbim yerinden fırlayacaktı.
Arkamda Arz Odası’ndaki tahtında oturan dünyanın en kudretli adamı gencecik, yakışıklı bir adamdı. Bütün Yunanistan’da bu kadar güzel, hele hele gözleri bu kadar anlamlı bakan bir genç asla bulamazdım.
Ne kadar mutluydum o soneleri çalarken.
Göklerde uçuyordum sanki.
Aşk dedikleri buydu işte.
O soneleri çalarken üç yıl boyunca bu sarayda bana öğretilen şiirleri geçirdim aklımdan. Müziğin namelerinden yükselen ruhun da bu aşk iklimine yabancı olmadığını ispatlamaya çalışmıştım. Adından sıkça bahsedilen Kanuni’nin Muhibbi mahlasıyla yazdıkları bir bir geçti aklımdan. O da âşıktı ve şimdi o saltanatın genç temsilcisine çalıyordum soneleri… Biliyorum ki bu genç hükümdar da şairdir ve şiirinin bir mısrası olmak insana ne büyük lütuftur.
Kanuni’nin Hürrem’e yazdığı gibi o da bana yazar mı acep?
“Bir güzel sevdim bugün kim canlar cananıdır
Bendesidir hublar ol cümlenin sultanıdır
…
Bağda yer yer açılan sanma lâle gül durur
Hâr elinden bülbülün bağrından akan kanıdır.”
Benim de sanki o saat bağrımdan kan akıyordu. Bülbül gibi şakıdıkça, piyanonun tuşlarına dokundukça parmaklarımdan çıkan namelerle ben de gökyüzüne hazan mevsimi uçuşan yapraklar gibi dağıldım, savruldum.
Birinin seni izlemesi, onun için bir şey yapman… Bütün gözler üzerinizdeyken bile hiç konuşmadan “İşte!” demek, “Kalbimin her hücresini doldurabilecek insan bu!” Heyecanlanmak, ürpermek, dokunursa gözlerimin boşalacağını hissetmek…
Aşk…
Bana aşkı ne güzel tarif etmişti.
Ayn, şin ve gaf…
Bu dil sanki aşkı tarif için yaratılmıştı.
Ben o zamanlar tam olarak anlamamıştım.
Fakat sonraki zamanlarda bana yazdığı şiirlerini ve aşkı anlatan o eski kitapları okudukça daha iyi anladım. Geçen zamana nispetle halvetlerimizde, gezi çıkmalarımızda, av yahut sefer dönüşlerinde devlet işlerini tamamlayıp da aşk odamıza çekildiğimizde bana dokunuşları, kulağıma fısıltıları aşkın bir anda başlayıp biten bir şey olmadığını, hep yükselen ve yükselten bir şey olduğunu açıklıyordu.
Yusuf ile Züleyha, Leyla ile Mecnun gibi hikâyeler dilden dile dolaşırdı İstanbul’daki bütün evlerde. Sadece İstanbul’da mı, mülk-i Osmani’nin her mıntıkasında…
Hoca Ahmet Yesevi hikmetlerinde hep aşkı anlatırdı.
Mevlâna “Mesnevi”sinde aşkı anlatırdı.
Saray geceleri bir mektep gibidir. Buraya geldiğime, -getirildiğime mi demeliydim- o kadar şükrediyorum ki her gece bir sır perdesi aralanıyor, insana dair bilinmezlikler keşfediliyor. İnsan her okuduğunda biteviye tazeleniyor, yeniden yeniden yaratılıyor. Hacı Bayram’ın “Beni dahi yaratuldum taşu toprağ arasında.” demesi boşuna değil. Burada Tanrı’yı daha doğru tanıdım. İnancımı kavi kıldım. Onun yaratmadaki esrarını çözdüm. Adalar kızıyken bana anlatılanların hepsi ondan uzakta, ezilmiş bir kulun çaresizliğiyle örülmüştü. Şimdi ben onda beni beni onda buldum. Âşığın maşukuna yönelmesi sadece başlangıç. Ben başlangıçtaymışım. Onun da bana yönelmesi, benim onda erimem, yok olmam ve hiçin sonsuz varlık muhasebesi hâlinde terkibe, gerçek Bir’e erişmesini ben haremde yaşadım.
Öyle bir saray ki bu, kapısı aşkla açılır, sofrasında ne varsa aşkla pişer, gül ve bülbül serencamıdır bahçesi…
Kapıları yatsı namazından sonra kapanırken Mülk Suresi ile kapanır. Sanki sarayda kandiller yanarken göğü kandillerle donatan Allah’ın kudretini tesbih ederler. “And olsun ki biz, göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.” Ölümü ve yaşamı yaratan Allah çok bağışlayıcıdır. Surenin sonunda da “Suyunuz çekilirse size kim su verecek?” diye sorar. O yüzden şifalı sular şükür niyazlarıyla küplere hazırlanır akşamdan. Ne kadar şükretsem az. Aşka doydum desem taşra düşerim aşktan diye korkarım. Öyle saray ki hükümdarları hep âşık… Bu şehri fetheden o Fatih’in babası Murad Han’ın şu beytini kendiliğinden aklıma yazmışım. Kim bilir ne kadar okundu civarda…
“Âşık olan kimsede nâmûs u âr etmez karar
Dökseler bir katre âbı mahv olur nâr üstüne.”
Onun oğlu ondan aşağı kalır mı? Şehri fâzıla şehrine dönüştürmek için fetheden o Fatih, aşkla onu payidar kılmaya duacı oldu.
“Aşk ile vîrân eden gönlünü ma’mûr istemez
Hâtırın mahzûn eden bir lahza mesrûr istemez.”
Her köşesinde zarafet, her odasında muhabbet, her mümininde aşk olan bu şehir, mayasında aşk olan bir hareketin, bir ebedî dönencenin yeryüzüne yansımasıdır sanki.
Aşkla kurdukları devletin savaşa dair söylemi de şiirdir.
Aynı Fatih, Karamanoğlu’na gönderdiği beyitte de şöyle demiş:
“Bizimle saltanat lâfın edermiş ol Karamanî
Hudâ fırsat verirse ger kara yire karam anı.”
Eğer Tanrı fırsat verirse onu kara yere karayım diyerek celal sıfatını da şairane gösteren hanların kurduğu ve yaşadığı iklimde yaşamak ne saadet! Nasıl da basit, sade ama güzelliğin bütün nazariyelerinin fevkinde bir bakış açısıyla kurduğu bu sarayda oturma fırsatı bile bulamamış Fatih’i yâd ederek burada nefes almak başlı başına aşk!
Bu aşk bahçesinden ayrılmak, cennetten kovulmak gibi bir şey…
Dinledim. Dinledikçe inledim. Cem Sultan’ın hikâyesini… Bu saray içre hayat şiir yazdırır insana, lakin buradan ayrı düşmek de daha beter eder insanı, daha dokunaklı yazdırır. Cem Sultan vatandan ayrı düşmeyi ne güzel tarif etmiş:
“Cem eşiğin talep eyler ki göre gün yüzünü
Ruşen oldu ki vatan sevgisi imandan imiş.”
O kadar çok şiirle bezemişler ki sarayın her yanını kapıların girişlerinde de o güzel yazılarla bezenmiş tezhip edilmiş hatlarla şiirler yazılmış. Her nereye baksan asude bir iklim ve her yerde ahengin, dengenin çizgileri var. Sadece sultanların yazdıkları yeter ama bir de öyle bir mazi var ki saltanatla yarış ediyor sanki. Hatta saltanat o maziyi, o halkı ve hislerini takip ediyor.
Yunus Emre aşkı sade bir dil ile anlatmış ama hepsine bedel.
“İşidin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.”
Gönül ile dil bu topraklarda aynı manayı kuşanmış. Yunus’un aşk dili dokunduğunu kendine benzetmiş. O yüzden bu dilin ruha işlemesi ile askerî fetihlerden daha ziyade gönüller fethedilmiş. Dava yerini seviye terk etmiş.
“Ben gelmedim dâvi için
Benim işim sevi için
Gönüller dost evi için
Gönüller yapmağa geldim.”
Gönül yapmak… Ahmed benim gönlümü yeniden yapmıştı.
Benim; yıkılmış, ümidini kaybetmiş ruhumu tamir etmiş, belki de gemicilerin eğlencesi olma ihtimaline ramak kalmış şansımı tersine çevirmişti.
Haremin bütün bu güzel cariyeleri mutlak güzelin ruh ikliminde fena makamına erişip tek Bir’de kayboluyorlardı.
Mahfiruz ile onu paylaşamazdım. O ruh ikliminde kaybolsam bile kendimi ona ram ederek onun da bende yok olmasını diledim hep. Aşkın dilini öğrenmiştim. Ne yapıp edecek sadece birbirimizin olacaktık.
Onu kendime ram ettim. Benden başkasını gözü görmedi.
Ne yapayım? Mahfiruz ile düşman olmak istemezdim. Hatta Osman’a annesinden daha yakındım.
Ama işte iktidar olmanın yolu entrikalar dünyasında ayakta kalabilecek asıl entrikanın sahibi olabilmekten geçermiş.
Ben aslında Osmanlı’nın unuttuğu büyük doğunun yeniden inşaası için seçilmiş biriydim. Rum, Türk, Türkmen, Ermeni, Çerkez, Abaza, Tatar, Kalmuk, Kıpçak, Arap, Kürt, Yahudi; dini, mezhebi, ırkı ne olursa olsun bütün doğunun ortak paydasını temsil eden bir iktidar peşindeydim. Çocukluğumdan beri Bizans’a, diyar-ı Rum’a şu Batılıların, Latinlerin ne kadar zulüm yaptıklarını işiterek büyüdüm. Andronikos’un başına gelenler sadece bir devre ait yanlışlar değildi ki… Andronikos’tan sonra da Rumlara yapmadıkları kalmadı. İstanbul’u, Konstantinopolis’i nasıl da yağmaladılar. Hiçbir şey tesadüf değildi. Tamam, imparatorlar bazı yanlışlar yapmış olabilirler ama batının doğuya baştan beri yaptığı kesin bir ön yargının sonucuydu. Kötü yönetimler genellikle bahaneydi. Hele ki, haçlı seferlerinin dördüncüsünde yaptıkları?..
Bütün İstanbul’u yıktılar. Binlerce doğu kilisesini yaktılar. Konstantipolis’te yaşayan Müslümanlar için Galata’da bir cami vardı. Onu da yakıp yıktılar. Ayasofya’ya girdiler ve orada ağlaşmakta olan, dua eden ne kadar inanmış insan varsa hepsini katlettiler. Ayasofya’nın içi kan gölü oldu. Ayasofya’nın altınlarını çaldılar. Hatta dediler ki kendi aralarında, “Niçin Kudüs’e gidelim! İşte Kudüs burası… Bu bize yeter…” soydular ne var ne yok… Onların yaptığı zulmü doğudan gelen hiçbir kimse yapmamıştı.
Lanet olsun ki Osmanlı içinde de büyük doğuyu idrak edemeyen şapşallara şahit oldum, batıya kul köle olan akılsızları gördüm.
Kösem Sultan’ın Anastasya’nın İzini Sürmesidir
Andronikos, Fatih, Efram ve diğer büyük doğu rüyalarını bir kenara bırakıp bir an babası, Agios Nicolas zangocu Pierre Aretino’yu hatırladı Anastasya. Bir de aziz peder Kostas Vasilidis’i… Onu daha çok baba diye hatırlıyordu. Manevi babasıydı da. Hem babasına, hem kendisine tarih, felsefe, din öğretmişti. Tinos’tan ayrılmazdan birkaç gün evvel söyledikleri kulaklarından gitmiyordu. Öyle bir kızım deyişi vardı ki, Anastasya’nın aklına hep kötü, karmaşık şeyler getiriyordu bu. Biricik anası Tanya’yı hep güzel, saf ve temiz bir ruh olarak hatırlamak istemişti. Ama içinde depreşen cinler ona sanki başka şeyler söylüyordu. Olsun. İkisi de öz ve manevi babası idi. Hangisinin öz, hangisinin manevi olması niye önemli olsundu?
…
Adalar topluluğunun tam ortasında bir yerde yer alıyordu adası. Tinos adasının karşısında küçük, adı sanı olmayan bir adacıktı. Ama koca yarımadanın başkenti Atina gibi Athinos adında bir köyü vardı. Güneyde Vari, batıda Finikas… Agios Nicolas kilisesi tam da Tinos’a bakardı. Akşam olunca Tinos’un ışıkları görülürdü. Zaman zaman Tinos’taki kiliseye de giderlerdi.
Tinos’ta Hristiyanlığın iki mezhebi de vardı ve ikisi de güçlü taraftar kitlesine sahipti. Sık sık mezhep kavgaları olurdu. Küçücük ada aynı zamanda yeryüzünün bütün din ve mezheplerinin tartışıldığı entelektüel bir ortama sahipti. Bu kendiliğinden mi olmuştu, yoksa adaya gelen Finikeliler, Cenevizliler, Afrikalılar ve tabii Osmanlılar sayesinde mi; bilmiyordu.
Fakat Bizans’ın yaşadıkları, Hz. İsa ve Hz. Meryem meselleri, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Süleyman, Davut, ilk İslam akınları, Bizans imparatorlarının bazılarının batıyı değil de doğuyu tercih edişleri; Haçlı seferleri, “İstanbul’daki Latin baskını ve Ayasofya’nın içinde masum Hristiyanların Haçlı sürüsü tarafından katledilişi… Hep aklındaydı. Hatta “Konstantinopolis’te Latin serpuşu göreceğime Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim.” gibi sözler üzerinde yapılan sokak tartışmaları hep aklındaydı.
“Ah sevgili babacığım! Nasılsın, ne hâldesin? Sağ mı acaba?”
Ya Vasili Baba, ondan da hiçbir haber alamamıştı.
Babasının sağlığından ilk defa ciddi endişe duydu Sultan. Bundan böyle valide sultandı, ne yapıp edip babasını bulduracaktı. Hatta onu saraya aldıracaktı. Olur muydu?
Neden olmasın?
O artık üç kıtada at koşturan şanlı bir imparatorluğun, büyük doğu imparatorluğunun kraliçesi idi. Ne kraliçesi… Valide sultanıydı. Valide sultan demek kraliçelerden üstün olmak demekti.
Devlet işlerinde bir yeri vardı…
Devlet de bütün cihanın devletiydi.
Babasını bulduracak ve yanına aldıracaktı. Pierre Arentino’yu da, belki Leonardo’yu da… Evet, evet köyünü bile istese İstanbul’a taşıyabilirdi. İstese Vasilidis Baba’yı da…
Acı bir elemle yüzü gerildi. Vasilis Baba’yı getirtebilir miydi ki?
Hiç olacak iş mi?
Nasıl da unutur insan? Ama babasını buldurabilir ve belki vezirlik bile verirdi.
Prefekture’deki, Agio Nikolas’taki, Vari’deki, Tinos’daki, Gavrio’daki konuşmalarını hiç unutmuyordu.
Zangoç babası, Aziz Peder Vasilidis sayesinde neredeyse bir papaz kadar dinî bilgiye sahip olmuştu. Bir yandan babası, diğer yandan Aziz Vasilidis yaşıtlarından daha ileride bir bilgiye ve görüşe sahip olmasında ne kadar da büyük emek sahibiydiler. Onlara şükran duyuyordu. Belki de şimdi kraliçeliği, hayır hayır valide sultanlık bütün kraliçeliklerden daha üstün ve şerefli bir makamdı, valide sultanlığı hak etmesinde onların uzak görüşlülüklerinin ve tarih bilgilerinin büyük etkisi vardı.
Büyük doğu fikri, ta o zamanlardan Anastasya’nın aklına yerleşmişti ama şimdi daha iyi anlıyordu babasının ve aziz pederinin anlattıklarını…
O zamanlar Bizans imparatorlarının bir zaafı gibi görüyordu doğulu halklarla olan münasebetlerini… Ne kadar da haklıymışlar oysa…
Uzaktan balıkçılar ağlarını toplarken pazarcılar da üste kalan borçlarını ödüyorlardı. Güneş çoktan Monna Dağı’nın üstünde kaybolmuştu fakat akşamın ziyası iskeleyi aydınlatmaya yetiyordu. Yosun kokuları arasında ateşteki tavuğun kanatları kızardıkça çeviriyor ve önce sıcaklığını kontrol ediyor sonra Anastasya’ya bir parça uzatıyordu papaz…
Akşam yemeklerini yerken klasik eğitimini sürdürüyordu babası…
Bazı akşam yemeklerinde Vasili Baba da sofralarına konuk olurdu. Özellikle Vasili Baba geldiğinde, melek yüzlü Petlis Amca da gelirdi.
Anastasya iki elini yanaklarına koymuş ağzındaki kızarmış piliç kanadındaki deriyi çevirirken büyüklerin sohbetini merakla dinliyor, arada kendisi de lafa karışıyordu.
…
“Andronikos aslında Kral Manuel ile amcaoğlu idi Anastasya’m.”
…
“Bizans tarihinin en renkli siması idi. Çapkın, maceralı aşk hayatını seven bir kişiliği vardı. Ama aynı zamanda savaşçı, cesur görünürdü. İyi de eğitim almıştı. Gençliğinde parmakla gösterilen parlak bir sima…”
“Fakat Manuel’i kıskanmakla geçti ömrü.”
“Bir türlü kral olamamıştı.”
“İşte Manuel’in ölümünden sonra ortaya çıkan karışıklık Andronikos’un işine yarayan bir süreci başlattı.”
“Nasıl?”
“Manuel’in ölümünden sonra on iki yaşındaki oğlu Aleksios tahta çıktı. Dul imparatoriçe ise yetkisini kullanıyordu. Antakyalı Maria niyabeti üzerindeydi.”
Petlis, Vasili’ye soru sorarken gözü Anastasya’da idi.
“Aziz Vasili, Aleksios şu Bizans’ı yeniden dirilten hükümdar değil mi?”
“Hayır sevgili dostum, o Birinci Aleksios. Birinci Aleksios’tan sonra Manuel, ondan sonra gelen de İkinci Aleksios. Bu dönemde başka bir Aleksios devlet idaresinin başına getirildi. Aleksios Kommenos. Bu değersiz ve kendini bilmez adama Kommenos ailesinin diğer üyeleri karşı çıktılar. Aleksios Kommenos ile onun gözdesi Maria’nın yapıp ettikleri halkın öfkesini üzerlerinde topladı kısa sürede. Zaten Latinlere karşı bir nefret vardı öteden beri. Batılı siyasetler Bizans halkında kin ve nefret tohumlarının ekilmesine sebep oldu. İtalyan tüccarlar kollanıyor, batıdan gelen ücretli askerler ayrıcalıklı bir hayat sürüyorlardı. Latinlerin Kostantinopolis’i sıklıkla nasıl yağmaladığı unutulmamıştı ki… Zaten birçok masum, dindar, kendi hâlindeki Bizanslıya göre; Bizans’ın batısındaki sözde Hristiyanlar, dini başka gayeleri için araçsallaştıran fırsatçılardı. Dindar olanları bile din kisvesi ardında kendi menfaatini düşünen egoistlerdi…
Kommenos ailesi yönetimi alaşağı etmek için gizli toplantılar tertip ettiler. İstanbul’daki muhalefetin bir başı yoktu ne yazık ki… O sırada Trabzon’da vali olan Andronikos, Kommenosların en gözde şikisi ve Manuel döneminin muhalifi olarak göze çarptı. Kommenoslar artık muhalefeti sürükleyecek bir önder bulmuşlardı.”
Petlis yüzünü buruşturup araya girdi:
“Ne önder ama!”
Vasili cevabı yapıştırdı:
“Ne olacaktı yani, o devirde? Reform bazı insanların başının ezilmesini gerektiriyorsa?..”
“Ben bilmem dostum, hiçbir iktidar, hiçbir düzen masumların kanı üzerinde payidar olamaz.”
“Masum mu? Onlar niye masummuş? Latinlerin yardakçıları…”
Petlis elini havaya doğru sallayıp kadehinden bir yudum şarap içip, koca bir lokmayı ağzına attı.
Anastasya asıl sorulması gereken soruyu bulmuştu:
“Yani sebep doğu batı çatışması mı?”
Vasili gururla cevap verdi:
“Aferin Anya kızım, işte sorulacak soru bu Petlis. Sen işin teferruatındasın.”
Petlis’e doğru sağ eliyle küçük daireler çizdikten sonra Anastasya’ya döndü:
“Tam öyle değil tabii. Ama görünen olayların arka planında genellikle bu çelişki yatıyor aslında.”
Anastasya: “Andronikos batıya karşı mıydı?”
Vasili Baba: “Andronikos batıya karşıydı canımın içi… Hem de nasıl! Sadece Müslüman saraylarında serbestçe gezinmesi, misafir edilmesi yahut doğudaki bir başka güç olan Rus prensleriyle düşüp kalkması değildi bunun kaynağı… Temel bir görüş ayrılığı vardı iki Kommenos arasında. Andronikos feodalizme de karşıydı. Aristokrasiye… Toprak sahibi olup da bunu tanrısal bir iktidar gibi sunanlara… Batıya dönük tüm siyasetin can düşmanıydı. Latin dostu niyabeti düşürebilmek için Andronikos’tan başkasının peşinden gidilemezdi. Bütün gözler ona dönmüş, onu bekliyor, onu arıyordu.”
Petlis de bu konuda bilgili olduğunu gösterdi ve ekledi:
“İstanbul doğudan gelecek tehdidin korkulu rüyalarını görürken Andronikos Kalkedon’da (Kadıköy) karargâhını kurmuştu bile…”
“Boğazın Anatolia yakası…”
“Aynen öyle…”
Vasili sözü toparladı:
“Protosebastos yani Aleksios, boğazı kapatarak Andronikos’un karşıya geçmesini önlemeyi düşündü. Bizans deniz kuvvetleri başkomutanına talimat verdi. Fakat başkomutan megas duks yani Kontostefanos karşı tarafı tercih etti. Böylece Andronikos’un önündeki tüm engeller ortadan kalkmış oldu. Onu İstanbul’a sokmayacak hiçbir kuvvet kalmamıştı. Aleksios yakalanıp gözleri oyuldu. İstanbul’da bir Latin katliamı başladı.”
…
Anastasya tarihe meraklıydı. Zira bir saraya kraliçe olmak isteyen biri mutlaka tarih bilmeliydi. Tarihte neler olmuşsa onları iyi bilmek gelecekte hataya düşmeyi önleyebilirdi. Tabii gerekli ders çıkarılırsa…
Bizans’ın başına gelenleri merakla dinleyen Anastasya, Aziz Vasili Baba’nın tam karşısında diz üstünde duruyordu. Vasili devam etti.
“Batılıların evleri yağmalandı. Kaçamayanlar zalimce öldürüldü. Ahalinin sevinç gösterileri arasında Andronikos İstanbul’a girdi Fatih olarak…”
Vasili o an, bir imparator gibi ayağa kalkıp yürür gibi yaptı.
“Suçlular bir gecede yakalandı, hapishanelere kondu. Ana imparatoriçe ve Maria darağacında sallandırıldılar.”
Anastasya o sırada babasını gördü. Nasıl da masum Vasili Baba’yı dinliyordu. Anastasya babasının o hâline acıdı. Gidip kucağına oturdu. Vasili, kızın kendisini kıskandırır gibi babasının kucağına oturmasını göz ucuyla seyretti. İçi burkuldu. Kalbi acıdı. Ama belli etmedi bir şey. Anastasya’nın eğitimine katkı için buradaydı. Hem kızın üstünde başkaca ne hak iddia edebilirdi ki?..
“Saraydakiler toplandı, ruhaniler onların yanında yer aldı ve Andronikos da güya onları kırmayarak tevazu gösterileri içinde erguvani imparator elbisesini giymek zorunda kaldı.
Böylece hükümdarlığı küçük Aleksios ile birlikte götüreceklerdi. Fakat iki ay sonra küçük imparator Andronikos’un adamları tarafından boğuldu ve cesedi denize atıldı. Deniz küçük çocuğun cesedini yuttu, dalgalar arasında kayboldu Aleksios..”
Vasili kalktı, şarap kadehi sol elindeydi. Yürüdü, kameriyenin denizi daha iyi gören yerinden ufka doğru baktı. Deniz sakindi. Yakamozların kıpırtısı onun bir resim olmadığını, canlılığını ortaya koyuyordu.
Vasili, bir süre dalgın dalgın denize baktı, baktı, baktı; neden sonra Anastasya’nın sesini duyunca kendine geldi.
Anastasya da yerinden kalkmış yanına gelmişti. Bir müddettir ona sesleniyordu ama Vasili onu galiba duymamıştı.
“Vasili Baba! Daldınız iyiden iyiye. Beni duyuyor musun?”
“Ha evet dalmıştım.”
“Neden daldınız?”
“Şeyi hatırladım. Deniz, Aleksios’un cesedini dalgalarının arasından uzaklara götürdü de Andronikos’unkini götürmedi.”
“Andronikos da mı aynı akıbetle karşılaştı?”
Vasili’nin eski bir kitabı açıp sayfaları arasından okuyarak anlattıklarını hatırladı zangoç:
“Ya işte asıl heyecanlı hikâye bu… Şifre burada… Lanet, Bizans’ın üstünden eksilmeyecek lanet burada…”
Nihayet meraklı kızın zangoç babası da söze karışmıştı. Demek ki bu seanslar evvelce de olmuş diye düşündü Anastasya. Babasının da öğreticiliğe iştirak etmesi sevindirmişti kızını… Sevindirmiş miydi, yoksa bir acıma hissi mi?
“Nasıl?”
Anastasya daha çok merak etmeye başladı bu taht kavgalarını… Bizans oyunlarını…
Vasili anlatmaya devam etti:
“O sırada altmış yaşına gelmişti Andronikos. Buna rağmen Aleksios’un dul karısı -ki o da Aleksios’tan bir yaş büyüktü- on üç yaşındaki Anna ile evlendi. Anna, Fransa Kralı Lui’nin -yedincisi oluyor galiba- kızıydı. Meşru bir haktı bu onun için.”
Anastasya on iki yaşındaydı. Neredeyse kendisi kadar bir kız evleniyordu. Anna on üç, Anastasya on iki…
On üç yaş için bir yıl var. Demek ki evlenebilmesi, büyük bir saraya kraliçe olarak gitmesi için bir yıl var.
Kafasında binbir çelişki kol geziyordu. Bir yandan evlilik heyecanı duyuyor, kendisini de gelinlik içinde farz ediyor, dünyanın en büyük salonlarında düğününü izliyordu. Diğer yandan köyünden, babasından uzakta nasıl yaşayabileceğinin korkuları birbiri ardına aklına takılıyordu.
Anastasya babasının yanına gitti yine.
“Hayır, ben evlenmem…”
Zangoç: “Nereden çıktı şimdi bu?”
Anastasya: “Ben seni bırakıp da evlenmem baba…”
Babası Anastasya’nın itirazlarını anlıyordu. Arkadaşı Pizarro’nun oğluna kızını verecekti. Planı buydu ama ne zaman bu konu açılsa yaramaz kızı deli fişek oluyor oradan oraya zıplıyor, büyümediğini, evlilik çağına henüz gelmediğini göstermek istiyordu.
“Neyse Tanrı kime yazdıysa kızım.”
“O zamanlar gerçi şimdi de öyle ya, kızlar daha küçük yaşlarda bakire iken saraylara verilirlerdi. Gözleri açılmasın, iktidarına leke sürülmesin alacak kişinin vesaire…”
Anastasya bir yandan bakire olarak büyük imparatora eş olmayı hayal ederken, diğer yandan köyünün yakışıklı erkekleriyle nasıl kırıştırabileceğinin hayallerini kuruyordu.
“Neyse tamam babacığım beni bırakalım da Anna’ya gelelim.”
Anastasya, Vasili Baba’nın koşarak kucağına zıpladı, oturup sakalından tuttu.
Vasili şimdi mutlu olmuştu. Bu şeytan aklına ve melek yüzüne sahip kız gönül almasını nasıl da biliyordu.
“Anna yeni kocasının acımasız seks fantezilerinin kurbanı oldu. Daha körpecik bir taze iken kurudu gitti. Ama Andronikos Bizans için daha önce hiçbir kralın düşlemediği şeyleri hayata geçirdi. Bir restorasyona soktu devleti. Özel hayatı sapkınlıklarla dolu bu yaşlı kurdun tezatları yanında yepyeni düşünceleri, planları vardı. Eğer acımasız, sert ve dediğim dedik uygulamaları olmasaydı halkın desteğini arkasına alsaydı ve karşı olduğu aristokrasiden de yandaş bulabilseydi sonu o kadar kötü olmazdı.”
Anastasya bu ilginç kralın sonunu merak ediyordu.
Ama ondan önce aklına ne gibi reformlar peşinde olduğu geldi. Kozmopolit ada halkı için batı ve doğu gibi kavramlar, üzerinde çok vurgu yapılsa da bir şey ifade etmiyordu.
“Onun doğulu fikirleri neydi aziz pederim?”
“Biliyorsun, Hazreti İsa, Doğu’da Kudüs’te doğdu. Fakat başta İngilizler, sonra Fransızlar, sonra Cenevizler, Venedikliler, İspanyollar, kuzeyiyle güneyiyle Batı Avrupa onun öğretisini bozdu, kendilerine göre yorumlar yaptılar. Her krallık hegemonyası için inançları istismar etti. Doğu fikri demek İseviliğin aslını bulmak, yaşatmak… İkincisi de Asalet sınıfının üstünlüğünü ortadan kaldırmak..”
“Eee… İyiymiş…”
“İyi de zor kullanmak ve suikast, tedhiş, tuzak, zehirlemeler tek başına yeter mi? Siyaset bir ilimdir. Bundan mahrumdu…”
Vasilidis’in engin tarih bilgisinden damlalar döktürüyordu Pierre…
“Bizans’ta memuriyetler para ile satılıyordu, bunu ortadan kaldırdı. Ehil insanların göreve getirilmesi özendirildi. Rüşvete karşı acımasız bir savaşa girişti.
‘Hile, rüşvet ile çiğnenen çiğnetilen bu düzenin yüksek ahlaka erişmesi için didiniyorum.’ diyordu toplantılarında. Adamlarına şu sözleri ezberletmişti: ‘Ya haksızlık yapmaktan ya da yaşamaktan vazgeç!’ Vergi usulsüzlüklerini de önledi Andronikos..”
Anastasya bu farklı Bizans imparatoruna giderek hayranlık duymaya başlamıştı.
“Andronikos açgözlü vergi tahsildarlarını sihirli sözüyle darmadağın etmişti. Kazaya uğrayan gemilerin yağmalanması da yasaklandı.”
Anastasya ile babası aynı anda sahildeki gemilere baktılar. Anastasya o gemilerde içini ürperten, kendisini çeken bir şeyin varlığını hissediyordu. Babası ise onları adanın selameti açısından en tehlikeli şeyler olarak görüyordu. Bilmiyordu ki bir gün sevgili kızını çekip götürecek o gemilerden biridir.
…
“Gemileri soyanlar, bizzat o gemilerin sahipleri ve mağdurlarının gözü önünde soydukları geminin direklerine asılarak cezalandırıldılar.
Vergi tahsildarları, eski polis şefleri, para ile mansıp satın alanlar, ayrıcalıklı tüccarlar ve batılı askerler içten içe devrimci, reformcu imparatora karşı kin bilediler. Latin gücü davet edilende de bütün bu çıkarları elinden alınanlar ittifak ettiler. Batılılaşma, batıyla birlikte iktidar kurma fikri bütün Bizans’ı sarmalamıştı. Andronikos’tan intikam alma fikri gittikçe büyüdü ama bunu bir tek Andronikos fark edemedi.
Fakat Andronikos’ta da bir güç travması, bir güç aşınması oluştu.
Ona göre imparatorların imha edemeyeceği hiçbir kudret yoktu. İmparatorun iyileştiremeyeceği hiçbir yara keza… Haksızlıkları ancak imparator giderir, problemleri yalnız imparator çözerdi. Özellikle asalet sınıfına yönelik yok etme, ezme, sindirme planı öyle bir tedhiş uygulamasına dönüştü ki giderek karşı şiddeti doğurdu. Zorbalığa zorbalıkla cevap vermeler, suikastlara suikastlarla karşılık bulmalar bitmek bilmiyordu…
Her türlü sindirme ve yok etme teşebbüsü daha fazla isyan çıkmasına sebep oldu. Baskı rejiminin sonuç vermemesine daha çok sinirlendi. Yoksa içeride, yanı başında asilere çalışan ajanlar mı bulunuyordu. Bu sefer imparatorda şüphecilik başladı. Artık fevri kararlar alıyor, çelişkili hükümler veriyordu. Her şeyden şüphelenmeye başladı. Ajanlar ihdas etti, ajanları da başka ajanlara takip ettirdi.
Devlet sürekli bir iç savaş hâli yaşıyor gibiydi. Herkes herkesten şüphe ediyor, kimse kimseye güvenmiyordu. Uğruna mücadele edilen değerler de taraflar için anlamsızlaşmıştı.
Güçlü sanılan iktidar kendi yarattığı güven zaafıyla sarsılmaya başladı.
Ülke her an iç savaşın patlak verebileceği bir travma hâlindeydi. Halkın da ruh sağlığı bozulmaya başladı. İmparatorun bile aciz kalacağı hâllerin de olduğu kanaati yaygınlaştı.
Ortadan kaldırılmaya çalışılan büyük arazi sahipleriyle asiller sınıfı daha perçinlenmiş ve neredeyse imhası imkânsız hâle gelmişti. İmparator boşu boşuna fincancı katırlarını ürkütmüştü.
Kitlesel idamlar ise çare değildi. Bu sefer de Bizans’ın savunma gücü azalıyordu. Bozuk askerî düzenin üstüne gidilmesi devletin savaş kabiliyetini azaltmıştı.
O kaçınılmaz hesaplaşma anı geldiğinde artık yapacak bir şey yoktu.
“O kaçınılmaz an, yani Latin karşıtlığının batılı devletleri Bizans aleyhine bir oluşuma itmesi ile içerideki mukavim yapının dış bir saldırıya karşı kırılması, savunma reflekslerinin yitip gitmesi…
Bizans, askerî bakımdan dış tesirlere açıktı artık.
Gerçi onu fazla sert bulanlar bile demir baskısına rağmen, devleti tedavi edici uygulamalarını olumlu buluyor, takdir ediyorlardı. ‘Açılım, değişim süreci bir ihtiyaçtı.’ diyorlardı. Niketas Khoniates ile Selanik Metropoliti Eustathios bunlardandı.”
Vasili kısa süren dalgınlıktan sonra “Benim de anne tarafından soyum bu metropolite dayanır.” dedi.
Anastasya merakla “Kime? Selanik metropolitine mi?” diye sordu.
“Evet… Eustathios’a…”
Anastasya hınzır hınzır güldü:
“Zalim ama reformcu kralın tarafını tutmanız bir aile meselesi galiba aziz peder?”
“Hayır, zalim bir kralın tarafını tuttuğumu nereden çıkardın? Ben sadece…” biraz kekeledikten sonra; “Ben sadece reformlarının gerekli olduğunu ama reform karşıtlarına koz verdiğini belirtmek için…” Aslında Selanik metropolitinin soyundan gelmekle her zaman gurur duyardı Vasili.
Pierre araya girme lüzumunu hissetti:
“Siz devam edin Aziz Vasili.” Bir yandan da kızına kaşını kaldırarak bakıyordu. Ama Anastasya’nın, babasının ikazlarına aldırış ettiği yoktu.
“Sanki kralın sonu kötü gibi…”
Vasili küçük kızın saçlarını okşayarak konuşmasına devam etti:
“Acele etme, fakat galiba haklısın. Kötü bir son onu bekliyordu. Soylular, eski düzenin devamından yana olanlar, sindirilmiş devlet kurumları ile çok sayıda insan intikam peşindeydi, dışarıdan gelebilecek her müdahalede yıkıcı olmaya azmetmiş gibiydiler.
Böylece iflas etti Andronikos’un siyaseti…
Macar Kralı Bela ile Sırp lider Stephan imparatorluğa karşı bayrak açtılar. Kısa zamanda da başarılar elde ettiler. Etraftaki zafiyet ayyuka çıktı. Komşudaki karışıklıklar iç siyaseti de etkiledi. İmparatorluk sınırları içindeki zayıf bağlar kolayca koparılmaya başlandı. Manuel zamanında çok pahalıya mal olan o büyük Macaristan zaferi artık şanla anılamıyor hatta kötü izler olarak hatırlanıyordu. Macar ve Sırp zaferlerinin meyveleri bir bir elden uçtu gitti. İmparatoriçe Maria’yı öldürdüğü için Andronikos, Macar kralına büyük bir koz vermişti. Bela, Manuel’in dul karısının intikamını alacağını cümle âleme duyurmuştu. 1183 yılında Macarlar ve Sırplar birleşerek imparatorluğa saldırı gerçekleştirdiler.
Belgrad, Niş, Sofya ve Braniçevo tahrip edildi. Neredeyse imparatorluktan koparıldılar. Öyle ki altı yıl sonra Haçlılar buralara geldiklerinde ölü birer şehirle karşılaştılar.
Bizzat imparatorun ailesi Kommenos ailesi, Andronikos’un rejimine muhalefet etmeye, derin sert muhalefete katılmaya başladı. Çırpınırcasına direndiler. Herkesle ittifaka yanaştılar. Düşmanlardan umut beslediler. İmparatorluğun hemen sert yumruğunun erişmeyeceği yerlerde müstakillik kazandılar. Mesela İzak Kommenos Kıbrıs adasında kendi hâkimiyetini kurdu. Adına para bastı. Yaptığı küstahlık cezasız kaldı. Bu da imparatorun o büyük gücüne gölge düşürdü. Sadece İstanbul’daki yakınları cezalandırıldı.
Ardından Normanlar darbe vurdu. Sicilya Normanları, Bizans’a karşı sefer başlattılar. Aleksios zamanında Selanik’e kadar gelemeyen Normanlar bu sefer Selanik’e girdiler. Norman donanması Selanik limanına yanaştı. Şehri topa tutmaya başladı. Şehri savunan David Kommenos aciz kaldı. İstanbul’dan gönderilen yardım da yetişmedi. Selanik Normanların eline geçti. Üç yıl önce İstanbul’da nasıl ki Latinlere saldırmışlar, onları en ağır işkencelere maruz bırakmışlardı, şimdi de Latinler aynısını Bizanslılara yapıyordu.
İstanbul içinde vehimlerle boğuşan Andronikos’un baskısı artarken yaklaşan dış tehdit de yakından hissediliyordu. Düşman işgali 12 Eylül 1185 tarihinde gerçekleşti.
Son Kommenos imparatoru 12 Eylül’de yaka paça götürüldü, didik didik edilerek acımasız bir şekilde üstelik düşman kuvvetler tarafından bile değil, zulüm gördüğünü ileri süren kendi halkı tarafından öldürüldü.”
Vasili durdu, Pierre’e baktı. Sonra Anastasya’ya…
“Bundan sonrasını da Pierre anlatsın, biz dinleyelim. Bak Anastasya seyret. Baban kadar tiyatro sanatçısı var mı şu adalarda? Hatta tüm Yunanistan’da?”
Ben Mahpeyker Kösem Sultan
Babama öfkeliydim bazen. Neden Peder Vasilidis ne derse hemen sadık bir kölesi gibi koşturuyordu?
Anlıyordum elbet, babam bir zangoçtur ve papazın hizmetindedir. Ama biz o köyde o kadar eski bir aileyiz ki babam zangoç olmasa da geçinir giderdik diye düşünüyordum.
Belki de aralarında başka bir şey vardı.
Babam ile Vasili Baba… Baba mı desem, aziz peder mi desem, amca mı desem, gerçi hepsini söylüyordum ama o en çok Vasili Baba dememden hoşlanıyordu.
“Ben de senin baban sayılırım Anya.” derken sonraları “Gerçekten babam mı yoksa?” diyemeden edemedim.
Thisilas’la Venedikli gemicilere yakalandığımız o geceyi unutamıyorum.
Bekâretimi kaybetmeme ramak kalmıştı.
Namussuz gemici bizi gemiye kilitlemişti. Tanrı’m burada başıma bir iş gelirse, bekâretimi kaybedersem hiçbir saraya gelin giremem, cariye bile olamam…
Thisilas’ı köle olarak satacak, beni de… Beni de artık ne yapacaksa?
Şarap fıçılarının, amforaların, kürklerin istiflendiği ambarda her ikimizin de elini bağladı ve karşımıza geçip keyifle zıkkımlandı…
Leonardo’yu kızdırmak için Thilas ile evlerinin önünden geçip iskeleye kadar el ele koştuk. Kesinlikle biliyordum ki Leo pencereden üzgün, belki de ağlamaklı bizi izliyordu. İskeleye doğru inmeye başlayınca artık bizi göremeyeceği için sertçe Thilas’a, “Çek be ellerini!” dedim. O da ne olduğunu anlayamadan çekti. Hem de çok korktu. İskeleye indik. İskelede tuhaf bir gemi vardı. O kadar eski ve o kadar kocamandı ki, sanki İspanyolların o büyük kalyonlarından biriydi. Belki de savaş kalıntısıydı ve hasarlıydı. Öylesine tamir edilip ticaret gemisi yapılmış olabilirdi. Thilas’la ne olduğunu anlayamadan kendimizi kafamıza çuval geçirilmiş vaziyette geminin güvertesinde bulduk.
Bizi hırsızlıkla suçlayan bir adam ikimize de tokat attı. Ben de sinirden bağırdım, ağzıma gelen küfürleri sıraladım. Adam bir tokat daha atacakken karşılık vermek için kafamı kafasına vuracak gibi hızla ileriye hamle yaptım. Ellerim bağlı olduğu için ancak öyle karşılık verebilirdim. Fakat isabet ettiremedim. Adamla birlikte yere yuvarlandık.
Yerde beni sımsıkı tuttu. Ben de çırpınıp durdum. Hırsla bir yandan bağırıyor, bir yandan da onu ısırmaya çalışıyordum. O ise kaba ellerini her yanıma bastırıyordu. Ağzı ne kadar da pis kokuyordu. İğrenç adam dudaklarımdan öpmeye çalışıyordu. Ağzımı sıkı sıkı kapattım. Allah’ım ne kadar da iğrençti! Ben, ben, kraliçe olacak adalar kızı, bakire olarak saraylara gitmek zorundayım. Namusumu öyle kolay teslim edemem. Hele hele şu iğrenç gemiciye…
Öpmelerden bir şey anlamayınca dilini çıkarıp yalamaya çalışıyordu. O an ağzımı açtım ve olanca gücümle dışarıya sarkmış dilini ısırdım. Ağzıma gelen parçayı da tükürdüm. O zaman kollarını gevşetti bana bir tekme savurarak can havliyle güvertede bir o yana bir bu yana koşmaya başladı.
Adamın bağırtısına iskeledeki gemi mürettebatı koştu geldi. Onu alıp iskele hekimine götürdüler. Ağzından kan akıyordu. Diğer adamlar bize doğru seğirttiler. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.
Üç gemici bizi sorguladı. Zavallı Thilas ağlayıp duruyordu. “Kes artık şu bet sesini!” dedim. Birdenbire sustu. Bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Bana bulaştığına pişman mı olmuştu? Yoksa o da beni elde edebileceğini mi sanmıştı?
Alnında uzun bir yara izi olan, bir şövalye cesedinin üzerinden yürüttüğü elbisesiyle şövalye karikatürüne benzeyen, ön tarafı kel, arka tarafı uzun örgülü kır saçlı adam bir asilzade pozuyla elleri belinde aklı sıra bizi sorguluyordu.
“Bir gemiciye saldırdığınız için, hele hele gemimizde hırsızlık yapmaya teşebbüs ettiğiniz için denizcilik kurallarına göre sizler artık bizim kölemizsiniz.”
“Böyle aptalca bir şey olur mu? Biz yukarı köyden geliyoruz. Geminize sadece baktık bayım.” diyecek oldum.
Adam istifini bozmadan, “İyi de hanımefendi, müşteri veya gemi personeli olmadığı hâlde gemiye çıkan kişi o geminin kurallarına tabidir. Bilmiyor musunuz?” dedi.
“Ama biz gemiye çıkmadık ki… Sadece…”
“Sadece rampa tahtası üzerindeydik, diyeceksiniz biliyorum. Fakat bilmelisiniz ki dosa, pasaralya veya iskele rampası, ne derseniz deyin o tahta da gemiye aittir ve gemidesiniz demektir.”
“Ama bir şey çalmadık biz…”
“O sizin iddianız… Pekâlâ, biz niçin aşağıda, iskele ve civarında gemiden antika vazoyu çalan kişiyi arıyorduk sanıyorsunuz?”
“Bize ne? Vazoyu çalsak, üzerimizde olurdu.”
“O kadar aptal hırsızı nerede gördünüz siz?”
O anda sesini yükseltmişti. Ne kadar çaresizdik. Thilas’tan bir fayda yoktu. O kaderine ağlıyor, belki de içinden bana lanetler okuyordu.
Osmanlı döneminde iyice bellediğim ilmi siyasanın küçük kırıntılarını daha çocukluğumda edinmiştim. Alttan aldım.
“Aziz ve kudretli şövalye…” dedim. “Sizin gibi centilmen ve saygıdeğer bir şahsiyet sanıyorum ki hakikatin peşinden gitmeyi yalandan daha şerefli sayar. Çok çok özür dilerim, bir adamınızın dilini ısırdım. Ama her soylu prenses bekâretini korumak zorundadır, değil mi?”
Bu sözleri o kadar yumuşak sesle ve asilane söylemiştim ki adam gevşedi, soylu bir adam olduğunu ispat için kılıcından tuttu ve biraz düşündükten sonra elini uzatarak beni ayağa kaldırdı.
“Hanımefendi kimin ömür içinde ne hâllere düşeceği hiç belli olmaz. Size hak veriyorum. Bakın ben de yıkılmaz armadada asil bir subay iken ne hâllere düştüm.”
“Savaşta yenilmiş olamazsınız, bir iftiraya mı kurban gittiniz?” dedim. Bu cümle sanki içimde yaşayan başka birisi tarafından söylenmişti.
Zavallı şarlatan şövalye hemen ellerimi çözdü ve anlatmaya başladı. Thilas, gariban, oturduğu yerden yardım ister gibi bakıyor ama ağzını açamıyordu.
“Nereden bildiniz küçük hanımefendi, nereden bildiniz; evet bir iftiraya kurban gittim. Bir subay olduğum hâlde şehirde yaşamış, hayatında deniz görmemiş, rüşvetle soyluluk unvanı almış kralın yalakalarından biri bana iftira attı. Neymiş efendim fıçı fıçı rüşvet yemişim!”
“Rüşvetçiler nasıl rüşvet yeneceğini bilirler…” Bu sözümü hakaret kabul etseydi tekrar aramız bozulabilirdi. Ama demek istediğimi anlamadı.
O arada miçolardan birine işaret çaktı. Çocuk bir koşu gidip bir şişe şarap getirdi. Şarabın ağzı açıktı. Şövalye kılıklı korsan şişeyi tepesine dikti. Bir ara soluklanıp devam etti.
“Evet, fıçı ile rüşvet mi yenir?” Sonra kahkahayı patlattı.
“Hah hah hah! Belki içilir… Öyle değil mi ama?”
Şişeyi tekrar tepesine dikti, bu sefer şişenin dibinde kalan şarabı içip bitirdi.
Ne yapacağımı bilemiyordum. Bir süre konuşmayıp adamın iyice içip sarhoş olmasını mı beklemeliydim?
Biraz sonra dili bağlanmış, ağzı bir acayip gözüken ırz düşmanı gemici bir arkadaşının kolunda geldi. Benim güldüğümü görünce üzerime saldırdı. Tam gırtlağıma sarılacaktı ki oturduğu yerde ikinci şişeyi devirmekte olan şövalye bozuntusu ona bir çelme taktı. Beni ıskalayıp Thilas’ın yanına düşen gemicinin çenesi yere çarptı. Tekrar kanamaya başladı. Ağzını tutan adam can havliyle ayağa kalkmak isterken yanındaki Thilas’ı, köle namzetini gördü. Thilas’ın ağzına okkalı bir yumruk indirdi. Bu sefer de zavallı arkadaşımın burnu kanıyordu. Thilas’ın yüzüne baktım. Sanki burnu kırılmış gibiydi. Eğrilmişti. Burnundan akan kan bütün çenesini kırmızıya bulamıştı. Elleri bağlı olduğundan bir şey yapamıyordu. Öylece duruyordu garip. Ne edip de benim peşim sıra gelmişti? İçinden benimle tanıştığı güne lanet okuyor, nefsinin esiri olduğu için de kendine kızıyor olmalıydı. Çünkü deminki bakışın daha tuhafı kaplamıştı yüzünü…
Niçin bana takıldın, niye benimle sevgili olmak istedin? Oysa bir sevgilim olduğunu, daha doğrusu en yakın arkadaşımın Leonardo olduğunu biliyordun. Buna rağmen geldin. Madem zoru seçtin, zorluğuna katlanıp belki kahraman olabilirdin. Ama şimdi şu aczin içinde her şeye layıksın. Layığını bulacaksın.
Ben bunları düşünürken şövalye ayağa kalktı; yine eski ihtişamına kavuşmuştu.
“Götürün bu adamı buradan ve katıksız üç gün kapatın!” dedi.
Hemen nereden çıktığı belli olmayan üç gemici yerden doğrulmaya çalışan yaralıyı götürdüler. Giderken de bana öyle bir bakışı vardı ki bugün bile gözlerimin önünde.
…
Babam gerçek bir tiyatrocu gibi anlatmaya başladı. Sanki eski Yunan amfilerinde oynuyor, bir yandan da krala bakıyordu. Şu an kral diye baktığı Vasili Baba’dan başka kimse değildi.
Andronikos’un Katlinin Ardındaki Sır
Pierre ayağa kalktı, önce kızını alnından öptü sonra Vasili Baba’nın karşısına geçti, eğilip selamladı. Sonra oyununu oynamaya başladı. Anlatıyor anlattıkça da sanki olay anını yaşıyordu.
“Bizans imparatorluk görevlileri, eski imparatoru ellerinden ve ayaklarından zincirli olduğu hâlde sarayın kapısından çıkardılar. Bir zamanların güçlü imparatorunu böyle aciz ve sefil vaziyette gören halk birden galeyana geldi. Bağırışlar, çağırışlar, lanet okumalar, küfürler yahut çılgın gibi nara atmalar Andronikos’un şaşkın ama yine de gururlu bakışlarında dondu kaldı. Onun hâlâ nedamet göstermediğini anlayan, gururlu yüzünü ve kendilerini yine ezmekte olan ifadesini görenler bir an suskunluktan sonra tekrar içlerindeki nefreti kusmaya devam ettiler. Bazıları korteje doğru atıldı.
Saraydan çıkarılıp zincire vurulmuş bedenin geçtiği yollarda envaiçeşit hakarete maruz bırakılmasından, binlerce kötü muameleye, işkenceden bile daha aşağılık tecavüzlere uğramasından sonra Yedikule Zindanları’nda akıbetini beklemeye başlaması, şehrin iktidar mücadelesinde yeni bir evrime yol açıyordu. Eski düzen ister istemez tarihin arka koridorlarına saklanıyor, yeni bir düzen hak ve adalet nidalarıyla hâkimiyetini nasıl perçinleyeceğini şimdiden planlıyordu.
…
Bizans halkı -kimi meraklı bakışlarla, kimi istavrozlar çıkararak- olanları izliyordu boğazın Avrupa yakasında.
Bebek kıyılarına getirilip boğazın serin sularına fırlatılan neredeyse işkenceden tanınmaz hâle gelmiş bir ceset, imparatorluk görevlilerinin törensel duruşları eşliğinde suyun içinde sanki canlı imiş gibi dalgalarla boğuşmaya başladı.
Kıyıda bekleyenlerin şaşkın bakışları arasında dalgaların içine çekip kaybetmesi gereken ceset, ne yazık ki bir türlü boğazın akıntısına kapılıp gitmiyor ve ayaklarına takılan ağırlıkla bir türlü dibi boylamıyordu.
Dalgalar cesedi sanki kusuyor, kıyıya iade etmeye uğraşıyorlardı.
Sonunda boğazın dalgaları cesedi kıyıya vurdu. Görevliler bir kez daha iğrendikleri cesedi tekmelerle suya iade ettiler. Fakat dalgalar yeniden onu kıyıya geri gönderdi.
Dalgaların kıyıya ittiği ceset eski imparator Andronikos’tan başkası değildi.
İzak imparator olunca devrik imparator yargılanmadan infaz edilmişti. Zira hiçbir mahkeme onu yargılayamaz ve adalet asla tecelli edemezdi. Nefret edilen imparatora cezası hemen baş üstü verilmeliydi. Öyle de yapıldı.
Önce Bizans’ın meşhur okçuları tarafından zincire vurulmuş hâlde İzak’ın huzuruna getirilen devrik imparator, bir zamanlar Konstantinopolis’te kim varsa ona kan kusturan güç, en aşağılatıcı muamelelere, en melanet işlemlere maruz bırakıldı. Yürütülürken bütün şehir halkı ona hakaretler etti. Yüzüne tükürdü. Yol boyu tokatlandı, tekmelendi. Yeni imparatorun huzurunda da aşağılandı, tokatlandı, tekmelendi.
Bir kadın, nefreti gözlerinden açıkça okunan ve ellerini bir kerpeten gibi yapmış bir kadın, hınçla devrik imparatorun iki yanında onu sürükleyen askerlere rağmen saçlarından sıkı sıkıya tutup bir avuç dolusu saçını kopardı. Bir başka kadın arkadan alnındaki saçlarını yakalayıp olanca kuvvetiyle çekip kopardı. Kafası geriye doğru kaykılan ve acı içinde kıvranan Andronik’in yukarı bakan yüzünde acısını ifade eden o ağız aralığına önden birisi sert bir yumruk indirdi. Ardından bir başkası taşla vurdu aynı yere. Zavallı adamın bütün dişlerini kırdılar.
Yine de kalabalık yapılanları yeterli görmüyordu. Daha büyük acıları yaşaması için daha farklı işkence metotları denediler. Onu taşıyanlar bile arada bir iğrenip yere yuvarladılar. Can havliyle iki elini yere açan eski imparatorun o anda sağ elinin üzerine bir balta şiddetle indi. Baltanın keskin tarafı eli parçalamış hızını alamayıp taşa çarpmış ve yerden kıvılcımlar saçılmıştı. Andronik’in bir kolu şimdi vücudunun yanında etrafa kanlar saçıyordu.
Devrik imparatoru getirip bir sütuna bağladılar. Kolundan akan kanlar sütunun dibini kan gölüne çevirdi. Bir saray görevlisi eskiden imparatoruna ne kadar iğrenç hizmetler yaptığını hatırlayarak kızgın bir şişle gelip efendisinin bir gözünü çıkardı. İmparator o kadar korkunç bir hâle gelmişti ki herkes iğrenerek baktı. Ama hâlâ hiç kimse ona acımıyordu. Bir türlü tatmin olmamışlardı. İçlerindeki öfke, kin, husumet o kadar zirvedeydi ki ne yapsalar onu dindiremiyorlardı. Hiç kimseden bir merhamet nidası işitilmedi. Kimsenin yüzündeki ifade başkalaşmadı.
O hâlde devrik imparatoru kuleye kapattılar. Tekfur Sarayı’nın (Vlahernes) Anemas Kulesi’ne götürüp zindana tıktılar. Kimse yiyecek ve içecek vermedi. Bir kişi su verecek oldu, bir başkası önceki adam tam kapının mazgalından tası itecekken tekmeyle tası devirdi ve sular etrafa saçıldı. İmparator yerdeki suları yalamaya çalışırken de ona acımadılar.
Birkaç gün sonra öteki gözünü de törenle çıkardılar.
Yine ayakları zincirli vaziyette olan sabık hükümdarı zindandan alıp bir uyuz deveye bindirerek şehri dolaştırdılar.
Bir sokağın başına geldikçe önce binbir hokkabazlıkla devenin üstündeki zatı tanıtıyormuş gibi yapıyorlar, sonra tekrar işkenceye başlıyorlardı.
Evinden idrar dolu kovasını kapıp gelen biri, bu sokaklarını teşrif eden tek kollu kör adamın başından aşağı onu boşaltıyor, bir başkası nereden bulduğu bilinmeyen bir topuzu kafasına indiriyordu.
Yerdeki çamuru kapan bir başka Bizanslı, göz bebeği artık olmayan eski imparatorun göz çukurlarına onu sürüyor. Bununla da iktifa etmiyor burun deliklerine tıkıyor arta kalan çamuru…
Susuzluktan kurumuş dudaklarını artık tükenmiş mecaliyle ancak bir miktar titretebilen, dudaklarını aralayıp da “Ne olur bir damla su!” bile diyemeyen imparatorla dalga geçen birisi “Ne o susadın mı, su mu istiyorsun?” diyerek her türlü pisliğe bulaştırdığı süngeri ağzına sıkıyor…
Ağzının içine sıkıştırdıkları süngeri zor bela dışarı püskürtebilen rezil imparator, bilincini yitirmek üzereyken onu biraz dinlendirdiler, sonra naçar, bitkin, handiyse bir cesetten farksız bedenini At Meydanı’ndaki dişi kurt ile sırtlan heykelinin arasındaki sütunlara astılar.
İmparatorun çektiği acılar yüzüne yansıyordu. Ama nefret dolu gözler ondan hıncını alamamıştı.
Ne yapmıştı bu kadar, şu naçiz vücut, halkına?
Dışarıdan şehre gelen birisi için zor bir bilmeceydi bu.
Onu yumruklayanların, gözünü çıkaranların, yüzüne tükürenlerin, saçını yolanların, kolunu kesenlerin ne sebebi vardı?
Vardı elbet…
Saçını alnından yolan kadının kocası hâlâ evinde bakıma muhtaç, iki gözü oyulmuş hâlde yaşam savaşı veriyordu. Bir başkasının iki kolu da kesilmiş her öğün karısının uzattığı kaşığı yalamaya çalışıyordu.
Evvelce gadre uğramış, işkence görmüş, hapis düşmüş, onuru zedelenmiş daha bir sürü insan yılların biriktirdiği nefreti kusuyorlardı. Kustukça kusmaları geliyordu.
İki sütun arasında kolları ve ayaklarından asılı imparator paçavrası çarpı işaretini andırıyordu. Fakat biraz sonra kesik kolunun ucundan bağlı urgan kurtuldu ve kesik kol vücudunun sol yanına doğru yattı. Bu birden oluşan komik görüntü nefret dolu halkı kahkahaya boğdu. Ama bu şekilde yüzü kapanmış gibiydi. İki görevli uzanıp urganı tekrar koluna doladılar.
İmparatorun aklına Tanrı düştü.
Yakarmaya başladı.
“Ya Rabbi acı bana yeter! Zaten kırılmış bu kamışı daha da kırma… Canımı al!”
Fakat onun hâlâ imparator gibi durduğuna inananlar da vardı. Bunlar koşarak elbiselerini parçalamaya başladılar.
Koca bir kazıkla birisi geldi.
İmparatorun yanına yaklaşınca elindeki kazığı yukarı kaldırdı zafer işareti gibi bir şey yaptı ve sonra aniden imparatorun asılı olduğu iki sütun arasındaki taşa çıkarak kafasından tuttu ve kazığı gırtlağından sokup bağırsaklarından çıkardı. Kazık bütün iç organlarını parçaladı asılı adamın.
İki Latin şövalye gururla geldiler ve kılıçlarını çekerek şaklattılar. Kılıçlarının keskinliğini son nefesini vermeye çalışan devrik imparatorun üzerinde kontrol ettiler. Biçtikleri her organdan kan fışkırıyordu.
Sonunda imparator öldü. Artık acı da çekmiyordu ölüm meleği ona yaklaştığında…”
Anastasya bir uykudan uyanmış gibiydi.
Zangoç babası bütün bunları nereden öğrenmişti?
“Babacığım bunları nereden öğrendin?” diyebildi.
“Nereden olacak a kızım? Manevi babamız Vasili’den…” Vasili’yi işaret etti. “Biliyorsun o İskenderiye’de, Selanik’te, Bağdat’ta okumuş; doğu ve batı düşüncelerinin hepsini öğrenmiş inançlı, bilgili bir aziz… Bizim de aile dostumuz. Medar-ı iftiharımız.” Zangoç, Vasili’ye dönerek tekrar temenna gösterdi.
“Hatırlıyorum, beni kucağına alır, şiirler okurdu, masallar anlatırdı.” Sonra yüzünü astı ve Vasili’ye dönerek:
“Ama epeydir bunu yapmıyor!” dedi.
Vasili’nin gözlerini içeriden bir acı titretti, göz akında bir ıslanma meydana geldi, tarifsiz bir hüzün ve neşe dalgası aynı anda benliğini kuşattı.
Vasili kollarını açtı, Anastasya’nın koşmasını bekledi.
“Yine anlatırım, sen bütün adaların en güzel prensesisin. Gel canım kızım!” dedi.
Anastasya aniden fırladı ve Vasili’nin açık kolları arasına doğru koştu. Manevi babasına sımsıkı sarıldı. Vasili de ona kızı gibi sarıldı.
Pierre yaban durmadı o da gelip Vasili’nin kızına sarılan elini dışarıdan öptü.
“Vasili çok şey öğretti bana, çok şey verdi. Tanrı, ondan razı olsun…”
Ben Mahpeyker Kösem Sultan…
İmparator büyük bir nefretle parçalanarak öldürülmüş.
Niçin bu kadar nefret etmişler kendi krallarından?
Ne yapmış?
Ülkesini mamur yapmak, Latinlerin zulmünden kurtarmak için doğuya açılmış.
Fakat devlet için acımadan tek tek harcadıkları da olmuş. Demek ki devlet idaresinde düşmanların kanatlarını kırmayacaksın. Gözlerini oymayacaksın, hapislerde çürütmeyeceksin.
Onları ya tamamen yok edeceksin ya da intikam duygusuna düşürecek şekilde çok fena kanadını kolunu kırmayacaksın.
Ben hep bu usulü denedim.
Anemas -ki şimdi biz ona Yedikule diyoruz- Zindanları’na gittim. İşkenceden kaç mazlumu kurtardım? Yedikule Zindanları’na her gidişimde Andronikos’un başına gelenleri düşünürdüm. Hangi hücrede yattı? Nerede sürüklendi? Nasıl çıkarıldı? Zindanı tamir ettirdikten sonra buraya attırdıkları, o içeride yatarken neler yaptılar?
Sadece Yedikule Zindanı mı?
Diğer hapishanelere de aydan aya gidip içeridekilere yardım elimi uzattım. Ne ihtiyaçları varsa gördüm.
Bazılarını hürriyetlerine kavuşturdum. Serbest bıraktırdım.
Hapishanelerle özel olarak ilgilenmem Yeniçeri Ocağı’nda da Sipahi Ocağı’nda da çok dikkat çekti.
Bakın vakanüvislerin, tarihçilerin yazdıklarına…
Kösem Sultan’ın yaptırdığı imaret, külliye, cami, şadırvan, hamam, köprü ve yollara değinmeden edebiliyorlar mı? Belki asırlar sonra her eserimin üzerine sayfalar dolusu kitap yazılacak, bundan eminim.
Ama en çok da hapishanede ömür çürüten, Medrese-i Yusufiye’de çile dolduranların derdiyle alakadar olmam daha çok yazılacak.
Ne kadar çok bahtsızı kurtardım mahpuslardan…
Denizlerde de Kapudan Paşa’ya kaç kez söyledim. Kaç kez Akdeniz’de köle ticareti yapanların tepesine bindik…
…
Fakat o eski kalyondan bozma yarı ticaret yarı korsan gemisinde olanları hâlâ unutamıyorum.
Thilas gerçekten kaderindeki çizgiye rıza göstermeliydi.
Leonardo’nun yerine geçme arzusu ona nelere mal olmuştu?
Ceremesini de çekecekti. Ne yapalım?
Şövalye ayağa kalktı.
Bütün ihtişamıyla yerdeki köleye baktı. Sonra bana döndü ve dedi ki:
“Sevgili prenses… Köleliğinizin bağışlanması için bir köle vermelisiniz bize…”
“Nasıl?” dedim, başta bir şey anlamamıştım.
“Anlaşılmayacak bir şey yok.” dedi kurum kurum kurularak.
“Yerde yatan şu kölenizin karşılığında size özgürlüğünüzü vereceğim.”
Şimdi anlamıştım. Thilas, zavallı, yanmıştı. Artık gemilerde kürek mi çekecek, efendilerine hizmet edip belki miçoluğa mı yükselecek, orasını Tanrı bilirdi.
Thilas’ın bakışları daha da tuhaflaşıp, daha da aptallaştı. Bu salakla benim ne işim olabilirdi? Ayrıca bir kahraman olmayı hak etmiyordu. Kahraman olabilirdi hâlbuki. Baştan beri beni korumak için hiçbir şey yapmamış, zavallı korkak bir çocuk gibi zırlamıştı. Böylelerinin köle olmaktan başka ne şansı olabilirdi ki?..
İyice nefret ettiğim bakışları kararı vermemde etkili oldu.
“Siz aziz ve kudretli şövalye, bir prensesten şövalyesini köle olarak almak istiyorsunuz. Bu size yakışmaz. Bence şövalyemle düello yapmalısınız. Onu düelloya çağırın; eğer sizinle düello yaparsa sonucuna katlanır, siz de katlanırsınız. Yok eğer düello yapmazsa belli ki köle olmayı hak etmiştir, o zaman onu size köle olarak vermeye söz veriyorum.”
Şövalye karikatürü, eski rüşvetçi subay kahkaha attı ve sağ elinin başparmağını yukarıya doğru kaldırarak “İşte tam da prenseslerin yapabileceği bir konuşma! Bravo, bravo! Çok yaşayın!” dedi.
Sonra yerde iyice büzülmüş olan Thilas’a döndü:
“Düelloya var mısınız kraliçeniz için, ey şövalye?” diyerek kılıcını çekti.
Kocaman kılıç, ay ışığında parladı. Zaten kınından çıkarken yeterince korkutucu olmuştu. Thilas daha da büzüldü ve ağlamaya başladı…
“Hayır, hayır ben sizinle nasıl dövüşürüm?”
“Yanlış cevap!” dedi şövalye, “Bana lütfen bir kılıç verir misiniz?” olacaktı.
“Ben kılıç kullanmayı bilmem!” diye daha da zırladı korkak…
Benim için artık o gerçekten bir köleden farksızdı. Kendi sonunu kendi hazırlamıştı.
Benim için şövalye olmaya, düelloya girmeye razı olsaydı ben de onun için ölümü göze alır yahut aklımı daha derinden kullanır ve şu salak şövalyeyi kandırırdım. Ama artık onun için hiçbir fedakârlık yapmaya değmezdi.
Tuhaf kılıklı şövalye bana döndü, ben de gereken sözü söyledim:
“Yapacak bir şey yok muhterem şövalye, kişinin emeğinden başkası yoktur…”
Bunu şimdi Kur’an’dan mı hatırlıyorum, geçen zaman, hatıralarıma, aldığım eğitimle beraber bir şeyler kattı da bazıları gibi maziyi yeniden mi yaratıyorum? Kendime göre yeniden geçmişi çiziyorum. Acaba? Yoksa ta o zamanlardan kalan Vasili Baba’dan öğrendiğim bir söz müydü, hatırlamıyorum.
Ben öyle deyince adamlarına talimat vermeye başladı, sonra bana dönüp kolunu dirseklerinden bükerek uzattı.
“Buyurun prenses, kamarama gidelim, bir kadeh Burbon şarabını hak ettik sanırım.” dedi.
Biz giderken adamlar yeni köleyi güverteden aşağıya inen merdivenlere sürüklüyorlardı. Thilas “Hayır, hayır o sahte kraliçe! Hayır, hayır!..” deyip duruyordu.
…
İşaret parmağımdaki yüzüğe bakıyorum da geçmişte ne var ne yok görüyorum. Andronikos’un yüzüğü bana eski ile yeniyi, doğu ile batıyı birlikte değerlendirme fırsatı veriyor. Yaşadıklarımı görüyorum bu yüzükte…
Ya bir de geleceği görebilsem…
Neler, neler vermezdim?..
Ahmed’im gidince yaşadıklarım bana ağır bir ders oldu. Adını bile hatırlamak istemediğim o hasekinin bana yapmadığı, demediği kalmadıydı. Evlatlarım için her şeyi sineye çektim. Oysa Ahmed’im eğer kardeş katli kuralını uygulasaydı Mustafa da çoktan âlem-i berzah’a gönderilmişti. Ne yapacaktı o kadın o zaman? Daha önce yaptığı gibi eteklerime yapışıp af dileyecekti.
Mahfiruz ile her ne kadar rakibe isek de bu delinin anası yüzünden anlaşmak zorundaydık. Birbirimize söz verdik. Kardeş yasasını sağ olduğumuz müddetçe birbirimize karşı uygulamayacaktık. Evlatlarımız için her şeyi göze alacaktık. Benim Murad’ım daha çok küçüktü. Rabbim Murad’ımı bana bağışlasın…
Ne korkunç!..
Aşk, şiir, gül, lale ve bülbül… Ebruli tezyin edilmiş bir saray, cennet gibi bahçeler, huzur dolu bir hayat ve insanı Tanrı’ya yaklaştıran yaşayışlar… davranışlar, münasebetler…
Fakat devlet-i ebed müddet denildi mi akan sular duruyor. Şehzadelerin sokaktaki adam kadar güvencesi yok…
Osman, Mahfiruz’un oğluydu ama Ahmed’imin de oğluydu.
Onu Murad’ımdan ayrı görmedim hiç.
Çocukluğu annesinin değil, benim yanımda geçti daha çok.
Ahmed’im Osman’ı çok özel yetiştirdiydi. Onu devlet-i aliyenin yenileyicisi olarak yeni bir Osman Bey olarak tasavvur etti. Kendi eksikliğini onda tamamlamak istedi. Çok özel hocalar tuttu. Sağlığında yapamadığını, başaramadığını o başarsın istedi. Bozulan vergi düzeni, bozulan Yeniçeri Ocağı, hep Ahmed’imin kafasını meşgul ederdi. Ömrü vefa etmedi.
Önce kıyafet devrimi yaptı.
Küffara kılıç sallarken, mızrak fırlatırken, bozdoğanla kafasını parçalarken daha hafif şeyler giyilmesi gerektiğini söyledi, kendi de giydi. Avrupa’dan değil, ta Orta Asya’daki atalarından örnek aldı. Kafasına börke benzer bir sarık, üstüne de Oğuz Kağan’ın da giyindiğini ifade ettiği libaslar geçirdi. Alâ-yu valâya ala-yı vala kaçmadı, kaçanları da ikaz etti.
Kıyafet devrimi yanında neredeyse savaşmayı unutan, işi ticarete döken Yeniçeri Ocağı’nı ıslaha girişti.
Yeni bir ordu kurma, Anadolu’ya, Doğu’ya gidip büyük doğunun ordusunu kurma fikrindeydi ama İstanbul henüz buna hazır değildi. Benimle bile paylaşmadığı bazı yenilikçi fikirleri oğluna açtığını düşünüyorum. Hasoğlanları bile sokmadığı saray odunluğunun arkasında yaptırdığı kum havuzunda küçük küçük asker, kale, şehir temsilleriyle yeni dünya düzeni için, nizam-ı âlem için planlarını, hedeflerini ona aktardığını bizzat Osman ağzından kaçırdı bir gün…
Zaten o ağzını tutamaması yok mu? Başını, körpe başını o yedi yavrucağın!
Andronikos’un başına gelen Osman’ın başına geldi.
İki imparator da aynı kaderi paylaştılar. İkisi de Yedikule Zindanları’nda linç edildiler. Andronikos kadar aşağılayıcı, insanlık dışı muameleler olmasa da Genç Osman için de az iğrençlikler yapılmadı değil.
Bir yudum su bile vermediler zindana tıkarken.
Yük taşıyan bir at arabasına koydular cihan padişahını… Sabahlığı ile götürdüler zindana. Yolda olmadık tecavüzler, sataşmalar, hakaretler, mıncıklamalar… Aman Allah’ım ne cesaret, kulları padişahının kaba etini çimdiklemiş!
Bu yüzük bana ne demek istiyor? Bunları niçin gösteriyor?
Osman ile Andronikos arasındaki benzerlik, ne anlatıyor?
Yaşadıklarımı film şeridi gibi parmağımdaki şu zümrüt taşlı yüzüğe, yüzüğün içine içine bakarak seyrediyor gibiydim.
Andronikos zamanını yaşamamıştım ama Genç Osman’ın katli zamanında yaşadım. O zaman daha iyi anladım babamın, Petlis’in ve Vasili Baba’nın anlattıklarını…
Osman da başa geçtiğinde Andronikos gibi birçok insanı görevden almış, birçoğunu içeri tıkmış, kimini de öldürerek bertaraf etmişti. Andronikos’a karşı büyüyen öfke Osman’a karşı da büyümüştü. Osman’ın umurunda değildi lakin… Astıkça asıyor, kükredikçe kükrüyordu. İlmi siyasa ile saklaması gereken bazı şeyleri ulu orta haykırıyordu âdeta. Özellikle Yeniçeri Ocağı bu genç padişahın planlarından rahatsızlık duyuyordu.
Hem Osman, hem Fatih, hem Kanuni, hem Yavuz, hem Mevlana, hem Yunus olmak kolay mı? Osman bunların hepsini olabileceğini düşünen bir ülkücüydü. İdealleri en uzak maziye uzanıyor, en uzak geleceği kuşatıyordu.
…
“Yine serhat boylarında askerin başında olmak vardı.” deyip kılıç kuşandı, zırh giydi, Ordu-yu Hümâyun’u toplayıp Tuna’nın öte yanına geçti. Genç padişah heyecanına ve hırsına yenik düştü. Ahmed’imin yapamadığını onda görmek istemesi yetmemişti. Keşke Ahmed’im kadar nefsini murakabeye muvafık olsaydı. Keşke…
O neydi öyle, Edirne’de ava çıkmış gibi Ordu-yu Hümâyun Tuna boylarındayken gariban ve çaresiz tutsaklara ok atmak?..
Hava basmak isteyen padişah, bilakis askerin nefretini kazanmıştı.
Hotin seferi yüz bin cana mal oldu. İki taraf da çok zayiat verdi ama iki taraf için de zafer söz konusu değildi.
Bu sefer de pişmanlık hissi gösteren padişahın bu tavrına yine içerledi asker.
Osman’ım, Andronikos gibi yapıyordu. Şehirde aleyhine yeni tezgâhların kurulmasına zemin hazırlıyordu. Hotin seferinden dönerken Edirne’de karşılaştığı Rus kızını almış, ondan bir çocuğu da olmuştu. Birdenbire valide sultan hayalleri gören Rus dilber sarayda eğlenceler tertip etmeye başlamıştı. Bir zafer olarak görülmediği hâlde Hotin için zafer kutlamaları Tanrı’nın hoşuna gitmemiş olacak ki aniden patlayan bir bomba Rus kızının doğurduğu küçük şehzadeye rastladı ve hayatını aldı. Halk “lanetli!” demeye başladı. Sadece Rus kızına mı? Bunu, padişaha kadar uzatan haddini bilmezler de çıkmadı değil.
Andronikos’un lanetli olduğunu ileri süren İstanbullu, şimdi de Osman’ın lanetli olduğunu sanıyordu. Gerçi İstanbullunun kimliği biraz değişmişti ama şehrin herhâlde bir ruhu vardı. Onda muhtemel bir felaketi hazırlayan fırtınalar esiyordu.
Çocuğu ölünce Osman da bir lanet olduğuna inanmış ve Rus cariyeyle ilişkiyi kesmişti.
Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri’ne gidip babasının yaptıklarını yapmak istedi. Tövbe-i istiğfar etti. Artık çocuksu şeyler yapmamaya karar verdi. Babasının yakın dostu Şair Nef’i onun zafer olarak addedilmeyen Lehistan seferi için çok güzel bir şiir yazdı. Nef’i, Ahmed’ime de çok güzel şiirler yazmıştı. Sultanım Arz Odası’nda kendisine yine bir gün piyano çaldığımda dedi ki:
“Bu şarkıları Şair Nef’i de dinlemeli. Ne dersin onu davet edeyim mi bir müsait zamanda?”
Ne kadar memnun olmuştum. Fakat belli etmedim. Sultanım yanlış anlamasın istedim. O büyük şairi o kadar merak ediyordum ki… O beyitleri yazan insanın ruhuna dokunmak, bir merhaba demek, gözlerindeki manayı keşfetmek, bazı kelimelerin izahını istemek cennet bahçelerinde hurilerle gezmek gibi bir şey olsa gerek…
Mesela “Baht uyansa hâba varsa dîde-i bîdârımız / Düşde bâri gayrıdan tenha düşürsek yârımız” beytinde hâb derken sadece uykuyu mu kastediyor, yoksa başkaca mazmunu var mı diye sormayı ne çok isterdim. Sevgiliyi başkalarından ayırarak rüyada görebilmek… Bunu söyleyen bir dil kimi kastettiğini de söylemeli…
Ahmed’im genç yaşta rahm-u rahmana gitti lakin ben şimdi sevgiliden ayrı ne rüyalar göreceğim? Ne görsem bana kâbus gelecek…
Ne diyordum; işte o büyük şair Osman’ım için şunları yazdı. Ahmed’ime yazdıklarından daha güzeldi.
“Aferin ey rüzgârın şehsüvar-ı saf-deri
Arşa as şimendengerü tîğ-i Süreyya-cevheri
..
Ser-firaz itdün liva’ü’l-hamd-i din-i Ahmedi
Kâfire gösterdün el-hak dest-i bürd-i Hayderi
Tîğine n’ola yemin eylerse ruh-ı Murtaza
Bir gaza itdün ki hoşnud eyledün peygamberi”
Peygamberin övgüsüne mazhar olmak bütün Türklerde en nadide övünç vesilesidir, bunu biliyorum. Fatih’in İstanbul’u fethine dair peygamberin hadisi dillerde pelesenk olmuştur. Tîğ ki hem sevgilinin kaşı, hem de kudretin kılıcıdır. Sadece dest ile başlayan ya Rabbi yüzlerce kelime var bu dilde. Dest-i bürd-i Hayder, bana dest-i bürd-i Mahpeyker’i hatırlattı. Fakat ona daha çok var.
Beni daha ziyadesiyle masal iklimine çekişi ile heyecanlandırıyordu Nef’i’nin şiiri. Firdevsî’nin “Şehnamesi” ne ki?.. Şu hitap, şu hadiseyi anlatış biçimi, sanki bir tiyatro gibi. Belki de şairin şiirlerini öyle okumak gerek. Tiyatroda gibi…
“Mah-ı nev sanma felekde göricek peykârını
Ditredi Behram elinden düşdi zerrin-hançeri
Ol kadar kan dökdi şemşirin ki ‘aksiyle anun
Kâse-i yakuta döndi günbed-i nilüferi
Bir avuç gevher saçardı ‘âleme gûya kefin
Saldıgınca düşmene gâhi murassa şeş-peri
Mevc-i pey-der-peydür ol bahre sipah-ı saf-be-saf
Bir neheng olsa n’ola her top-ı ejder-peykeri
Her alay bir mevc-i tufan-hîzidür anun n’ola
Har u has gibi önünce kaçsa kâfir askeri
..
Karşu durmaz sana şimden sonra bu ikbal ile
Düşmenin ger kahraman olsa ser-a-ser leşkeri
Afitab-ı bahr u ber sahib-kıran-ı şark u garb
Şehsüvar-ı nam-ver rayet- güşa-yı saf-deri
Asuman-ı devletin Hurşid-i kudsi-pertevi
Bezm-gâh-ı şevketin Cemşid-i hurşid-efseri
Şah-ı vala rütbe ‘Osman Hanı Gazi kim felek
Görmemişdir böyle bir şahen-şeh-i ceng-averi
Şehsüvar-ı ‘âlem-ara kim revâdur olsa ger
Na’l u mih-i rahşı çarhın afitab u ahteri
..
Fikr-i evsafın gıda-yı ruhdur endişeme
Dil helak olur eger olsam o sevdadan berî
Böyle cevher var elimde n’eyleyüm dünyayı ben
Başına çalsun felek ayine-i İskender’i
Âlemi teshir içün hatem ne Iazum tab’uma
Ben Süleyman-ı hayalem n’eyleyüm engüşteri
Her ne dirsem ism-i azam gibi olur karger
Ol kadar ta’zim ile dinler sözüm ins ü peri
Başla şimden sonra ey Nefi du’a-yı devlete
Bir du’a it kim ola hüsn-i kabulün mazharı
Eyleye ta Husrev-i sahib-kıran-ı şark u garb
Eşheb-i zer-palheng-i subh ile cevlangeri”
Elbette âmin dedik bu duaya, lakin Osman’ın Büyük Doğu’nun ordusunu kuracağına ve Yeniçeri vesayetini ortadan kaldıracağına dair kanaat dilden dile yayıldı. Osman ise tedbir almak yerine fütursuz hareket ediyordu. Ocak ağaları konuşuyorlardı hep kendi aralarında:
“Güya Dürzî liderinin isyanını bastırmaya gidecekmiş, külahıma anlat onu sen! Nizam-ı âlemi tesis ettiği, ilâ-yı kelimetullahın peşine birlikte gittiği orduyu bir kenara koyup, Türkmenlerden yeni bir ordu kuracakmış. Kül yutar mıyız biz be!”
“Şimdi de tutturmuş hacca gideceğim, isyanı bastırmak için gitmiyorum diye… Besbelli Anadolu’ya geçip isyancılarla birlikte ordu kurup İstanbul’a başka türlü dönecek.”
Vezirler de bu koroya katıldı. Onlar da yeni bir orduyla güçlenecek olan padişahın kimseyi makamında komayacağı görüşündeydiler.
“Hem ne öyle teamüle uymamak? Padişahlar hayli zaman taht üzerinde hak iddia etmesün diye geniş ailelerden, beyliklerden eş yapmamaktadır. Bu ne yaptı? Şeyhülislamın kızını aldı.”
Bunlar hep bahaneydi. Ücretler düşmüş, bahşişler azalmıştı. Lehistan seferi devleti maddi bakımdan zora sokmuştu.
Genç padişah ilk defa alttan aldı. Niyetinin ordu kurmak olmadığı, isyanı bastırmak için de gitmediği; sadece rüyasına peygamber efendimiz girdiği ve onu hacca davet ettiği için gitmek zorunda olduğunu söyleyerek gönül almak istedi. Fakat kül yutmadılar. Çünkü ocağa padişahın asıl niyetinin ne olduğu yolunda istihbaratlar gitmekteydi.
İhtilal için düğmeye basılmıştı.
Evvel şeyhülislama yazılı sordular:
“Padişahımızı tuhaf yeniliklere sürükleyenleri ve Müslümanların mülküne göz dikenleri katletmek caiz midir?”
Osman’ım büyük fikirlere sahipti ama bu fikirleri uygulayacak adamları yoktu. Hocası Ömer Efendi bir yandan, kayınpederi şeyhülislam efendi diğer yandan onun konuştuklarını ulu orta tartışıyorlardı. Bütün bu tartışmalar da elbette ocağa gidiyordu. Yeniçerinin Babüssaade Ağası Süleyman’ın hakaretlerine karşı büyüttükleri öfke de işin cabası oldu.
Sonunda bizzat kayınpederinden fetva aldılar. Şeyhülislam da damadının yeniliklerine karşıydı. Yazık ki, damadı bizzat Suriye’ye gidip Oğuzlardan bir ordu kuracağını ağzından kaçırmıştı. “İstanbul’u haraca boğan yeniçeri taifesinden bu devleti kurtaracağım, askerin vesayetini ortadan kaldıracağım; kapıkullarının imtiyazlarını gözden geçireceğim…” daha neler neler?.. Bire bin katarak isyanın tohumlarını ektiler ocakta…
Yavrucak babasına nasip olmayan bir yüksek ihtimamla üstün bir eğitime kavuştu. Daha küçük yaşta şu şiiri yazmıştı. Sanki akıbetini biliyor gibi.
“Niyyetim hidmet idi saltanat ü devletime
Çalışır hasid ü bedhah ecel nekbetime”
Annesinden çok benim yanımda kaldı şehzadeliği döneminde. Hele hele son beş yıl tamamen Yeni Saray’da geçirdi hayatını. Eski Saray’a ise çok nadiren gitti. Bayramdan bayrama…
Vasili Baba’dan dinlediklerimi bir bir anlattım ona. Bizans İmparatoru Andronikos’un başına gelenleri, devleti ıslah etmek için düşündüğü yenilikleri… Tam da benim o hikâyeleri dinlediğim yaştaydı. On üç yaşından tahta geçtiği yaşına kadar gündüz şehzade okulundan kazandıkları istikametinde, akşam da benimle birlikte kafasında oluşturduğu yeni devlet düzenini hayata geçirmeye kararlıydı. Büyük Doğu’yu kuracak zekâ, bilgi ve irade onda vardı. Ben de ümitliydim ama korkusuzluğu ve fütursuzluğu beni korkutuyordu. Bir de annesine karşı bile nobran olan şehzadem etrafını ezip geçiyordu.
Yüzüğümde sürekli Andronikos’un Bizans sokaklarında sürüklenişini görüyordum.
O büyük felakette sonradan kimileri benim payım olduğunu düşündüler. Baştan aşağıya iftira…
Anastasya’nın Rüyası
Anastasya o gece uyuyamadı.
Ne zaman gözlerini kapatsa Selanik’e giren gemileri hatırlıyordu. Normanları… Bizans’a yaptıklarını…
Yine babası anlatmıştı. Araplar bile Kostantinopolis’i kuşatırken Latinler kadar kötülük yapmamıştı. Hele hele 1204 yılındaki Haçlı seferi…
İstanbul nasıl büyük bir katliama uğramış, Bizans değerleri maddi manevi nasıl da hoyratça yağmalanmış, yok edilmişti.
Anna’nın sonunu merak ediyordu hâlâ…
Bir imparator on üç yaşındaki eşine niçin kötü davransın? Niye zulmetsin?
Anastasya da bir imparatorluğa gelin gitmeyi hayal ediyordu hep.
Ama babasının anlattığı hikâye ürkütmüştü onu. Şimdi bir gemiye binip uzak diyarlara gitme fikrine o kadar sıcak bakmıyordu.
Ama her imparatorluk da her imparator da aynı değildir diye geçirdi içinden.
Onu alıp götürecek bir gemi öyle bir saltanatı ayaklarının dibine serecekti ki önce babası, sonra bütün köy bunun nasıl gerçekleştiğine şaşacaklardı.
Olacaktı bu, inanıyordu buna Anastasya…
Bu küçük Rum köyünden çıkıp dünya çapında bir iktidarın nedimesi olacaktı…
Kiklat Adalarında inşa edilmiş kiliseler arasında Agios Nikolas Kilisesi en meşhuru idi. Neden? Çünkü orada Papaz Vasili Baba vaaz veriyordu. Vasili Baba kutsal kitapta yazılanları âdeta bir tiyatroda oynar gibi yaşayarak anlatıyor, yaptığı esprilerle de dinleyenleri kendine hayran bırakıyordu. Sadece vaazları ile meşhur olmamıştı Vasili. O aynı zamanda iyi bir insandı, yardımseverdi. Halkın ne derdi varsa çözmek için uğraşırdı. Elinden geleni yapardı. Eğer derdin üstesinden gelemezse dert sahibi ile hemdert olur acısını paylaşırdı. Bu da onları derdi halletmekten belki de daha mutlu kılardı.
Vasili dünyadan el etek çekmiş bir insan değildi. Doğudaki İskenderiye Kütüphanesi’ne kadar gitmiş, oradan Bağdat Kütüphanesi’ne uğramış; Kostantinopolis’de yıllarını geçirmişti. İsa’dan önceki felsefelerle de ilgilenmiş, İslam âlimleri arasında da birçok dost edinmişti. Sabır ve tevekkül zirve yapmış olsaydı belki de iyi bir ilim adamı bile olabilirdi.
Fakat Vasili’nin bir başka huyu daha vardı. Kadınlardan hoşlanırmış gençliğinde…
Adaları dolaşıp vaazlar verip sohbetler yaptıkça adaların güzel kızlarını görür; onlar da genç Vasili ile hafiften gönül eğlerlerdi. Vasili yine de papaz olduğunu unutmaz onlarla biraz ilgilendikten sonra işi son raddeye asla vardırmazdı.
Belki de insanları mutlu etmekten hoşlanıyordu. Kızlar nasıl mutlu olacaklarını biliyorlardı.
…
Vasili bir gece kilisenin zangocu Pierre Aretino’yu çağırdı. Pierre, Vasili’nin en yakın dostu idi. Daha doğrusu Pierre, Vasili’ye taparcasına bağlıydı. Onu kendine idol yapmıştı. Vasili bir azizdi Pierre için. O ne yapsa doğru yapar, ne söylerse hakikat odur.
Vasili, Pierre Aretino’ların evinde teklifsiz kalırdı. Pierre’in karısı da Vasili’ye sonsuz sadakatle bağlı idi. Pierre ile Tanya’nın çocukları olmuyordu. O kadar Vasili’ye gidip onun Tanrı’nın en sevgili kulu olduğunu bildiklerini, kendilerine bir yavru vermesi için dua ederse onu kırmayacaklarını söyleyip duruyorlardı. Vasili de ikide bir evlerine uğradığında akşam yemeği sonrası mutlaka dua ederdi Tanrı’nın kendilerine bir evlat bağışlaması için.
Vasili bir gece kiliseye çağırdığı Pierre ile özel bir sohbete girişti. Önce onun günahlarını özel olarak affetti. Pierre günah çıkarma seansından sonra Vasili’nin bir cemaate vaaz verir gibi ciddiyetle sırf kendine verdiği vaazı ve okumaları o kadar içtenlikle dinlemişti ki gözlerinden akan yaşları durduramamıştı. Vasili bu sevgili dostu saf ve temiz kalpli Pierre’in başını avuçları arasına alıp dudaklarına götürdü ve sonsuz bir şükranla öptü. Bu şükranı Pierre de hissetmişti. Daha bir ağladı.
“Benim gibi günahkâr bir kulu nasıl da onurlandırıyorsunuz? Ben bunlara layık mıyım?”
“Öyle deme Pierre dostum, sen Tanrı’nın cennetine sorgusuz alacağı iyi kalpli temiz kullarındansın. Senin gibi açık yürekli, sevecen, dost canlısı birini cennetine almayacak da kimi alacak Tanrı aşkına?”
“İnanasım gelmiyor aziz peder! Lütfediyorsunuz. Beni bağışladınız mı? Ben ve sevgili Tanya’m size ne kadar minnettar olsak az.”
“Hiçbir borcun yok Pierre, yakında Tanrı size bir evlat verecek inşallah. Bunun rüyasını gördüm. Hem de Tanya’yı yormadan…”
“Nasıl yani?..”
“Nasıl olacak Pierre… Tanrı değil mi kutsal ruh değil mi Hazreti Meryem’in karnına çocuğu koyan. Tanrı ne dilerse o olmaz mı?”
“Olur, aziz peder…”
“Öyleyse…”
Pierre derin bir düşünceye daldı. Birkaç gündür Vasili babanın kendisine olan teveccühü, onu kutsaması, günahlarından arındırması, sonra başını dudaklarına götürdüğündeki şefkati hiç de yabana atılacak şeyler değildi.
Pierre’in içinden Tanrı tarafından seçilmiş kişilerdeki gibi bir ruh dinginliği ve metafizik ürperti geçti. Kendisini gerçekten arınmış hissediyordu. Öyle ya, kalbi temizdi, kimse için kötülük düşünmüyordu. Gerçi gençliğinde bazı kötülükler yapmış, bazı korsanlık hadiselerine karışmıştı, hatta hırsızlık bile yapmıştı… Ama şimdi öyle miydi ya?.. Arınmıştı. Sevgili eşiyle birlikte basit bir hayat sürdürüyor, Tanrı’dan sadece bir evlat talebinde bulunuyorlardı. Öyle fazla bir zenginlikte gözleri yoktu. Kiliseye adanmış, görevini de layıkıyla yerine getirmeye çalışmıştı hep. İçinden son birkaç senedir hiçbir kötülük geçmiyordu…
O yüzden şimdi Aziz Vasili’nin dualarının kabul olmaması için hiçbir sebep yoktu. Tanrı Vasili’yi elbette dinleyecekti. Şu adalar içinde ondan daha Tanrı’ya yakın kim vardı?
Olur a, Vasili bu anlattıklarına bir açıklık getirirdi. Hem getirmese bile Pierre’in ruhu o kadar mutmain olmuştu ki, âşıkların gözlerinin görmemesi gibi hakikat artık Vasili’nin anlattığından ve anlatacaklarından ibaretti.
Anlatmasa da olurdu. Yeter ki bir evlatları olsun. İsterse leylekler getirsin. Çocukluktaki masalların da boşuna olmadığı böylece anlaşılırdı…
Pierre soran gözlerle baktı aziz pederine, ama peder hazretleri sadece elindeki çakıyla bir söğüt dalından düdük yapmakla meşguldü.
Pierre, Vasili’nin düdük yapmasına da hayrandı. Çok sevdiği ve Tanrı yolunda adanacağına inandığı çocuklara yapardı düdük. Ama bu kez çok itinayla çok özel bir düdük yapıyordu. Pierre’in gözleri bir kez daha buğulandı. Yoksa kendisine mi yapıyordu bu düdüğü?
“Tanrı seni seviyor Pierre. Sana bir evlat verecek. Bu büyük bir lütuf… Onu çok sev ve onu iyi yetiştir! Ben de zaten hep eğitiminde ve gelişiminde yanında olacağım. Kendi çocuğummuş gibi ona bakmanda yardımcı olacağım. Onu belki de dünyanın en nadide kraliçesi yapacağız, aziz dostum…”
Pierre müjdelenen evladın kız olduğunu anlamıştı.
“Kraliçe mi aziz peder?”
“Elbette böylesi bir müjdeyle gelen ancak kraliçe olur sevgili dostum.”
Pierre bir kraliçe babası olacağına hiç ihtimal vermiyordu. Bir kız çocuğu yerine bir erkek çocuğu olsa daha şanslı olacağını da düşünmedi değil. Ama nefsi mutmain olmuştu hemencik. Üstelik de bu kız evlada, biricik eşi Tanya’yı yormadan kavuşacaktı. Fedakâr zangoç Tanrı’nın lütfuna razı olmuştu. O Tanrı’dan razı, Tanrı ondan razı olmak ve bu rızanın şuurunda olmak ne büyük saadet idi… Varsın kızı kraliçe olmasın idi. İşten eve geldiğinde, mesai aralarında eşiyle birlikte sarılıp oynayacakları bir evlatları olacaktı. Büyüdüğünde de kilisenin bakımında ola ki kendisine yardımcı olurdu.
Kraliçe mi? Olur muydu gerçekten? Niçin olmasın? Belki de aziz pederin söylediği gibi o müjdeyle gelen prenseslerden biri olabilirdi…
Akşam yemeği için zangocun evinde Vasili Baba’yı misafir ettiklerinde konuyu Tanya’ya iş birliği içinde aktardılar. Zangoçla papaz, Tanya’nın tepkisinin ne olacağını bilmiyorlardı. Ama Tanya, zangoç kocasından bile daha mutlu olmuştu. Vasili Baba bir kız çocuğundan söz açar açmaz Tanya onu hemen kendi çocuğu gibi kabul etmiş ve “ne zaman, ne zaman” diye söylenmeye bile başlamıştı.
Vasili bu sonuca çok memnun oldu. Pierre eşinin bu kadar çocuk özlemi içinde olduğunu gerçekten bilmiyordu. Gerçi her vesileyle çocuk özlemlerini dile getiriyorlardı ama işte biraz hakikat güneşi onları ısıtmaya başlayınca heyecanı doruğa çıkmıştı zavallı kadının. Sanki kızı doğurmuş da ebelerin elindeki çocuğunu lohusa kadın nazarlarıyla izliyordu.
…
Sofi, Tinos Adası’nın merkezi Tinos kasabasının kuzeyinde at ile iki saatlik mesafedeki Gavrio köyündendi. Gavrio ile Tinos arasında iki köy daha bulunuyordu. Bunlardan Gavrio’ya yakın olanı Andros, Tinos’a yakın olanı ise Kionia idi.
Tinos, Ege Denizi’nin tam ortasında yer alan Atina ile İzmir arasında tam orta yerde sıralanan Kiklat ada silsilesinin güneydoğusundaki bir adadır. Bütün Ege adaları gibi güzel, vahşi, yeşil…
Bütün adalı kızlar güzel ve vahşidirler. Ama Gavrio kızları daha güzel ve daha vahşi…
Sofi diğer bütün adalı kızlar gibi Vasili ile sohbeti çok seviyordu ama diğerleri gibi yarım yamalak işleri sevmiyordu. Sonuca gitmeye meraklı idi.
Sonunda Sofi, Vasili’yi yatağa atmayı ve ondan bir çocuk sahibi olmayı bildi.
O gece Sofi bir zifaf odası gibi hazırlamıştı samanlığı… Vasili’yi hem sarhoş etmek hem de zevkin doruklarına çıkarmak için tam bir plan hazırlamıştı. Vasili’yi tanrısal bir seremonideymiş gibi teslim almış, ritüel uygulamaya alışmış papazı kendi ritüelini izlemeye mecbur bırakmış ve sonunda da onu azdırmayı bilerek kendisini cennetin en maharetli hurisiyle baş başa bıraktırmıştı âdeta…
Papaz cennete çevrilen samanlığın zevkini imsak saatlerine kadar bütün tüylerinde hissetti. Güneş doğup da Gavrio’nun bütün çiftliklerini aydınlık içinde bırakınca uyandı papaz. Gece neler olup bittiğini anlamaya çalıştı.
Az sonra Sofi elinde kahvaltı tepsisiyle geldi samanlığa…
Dışarıdan köylülerin sesleri duyuluyordu.
Papaz yaptığından çok utandı.
Sofi onun utanmasına fırsat vermeden atıldı.
“Merak edilecek bir şey yok papaz efendi, bütün gece kendi cennetimizi kendimiz inşa ettik.”
“Kızım…” dedi papaz. Gerisini getiremedi.
“Ne kızımı Vasili baba?.. Azgın bir boğa gibiydiniz. Bakın…”
Tepsiyi birden oradaki bir kütüğün üstüne bırakan Sofi, eteğini hızla kaldırıp bembeyaz bacaklarının baldırlar kısımlarındaki diş izlerini gösterdi.
Sonra eteğini bırakıp yakasını tutan askıyı indirerek sol göğsünü dışarıda bırakacak biçimde bluzunu çekiştirdi.
Tomurcuk uçlu memeleri de ısırık içindeydi. Bembeyaz teninin birkaç yerinde kızarıklık ve yan yana diş izleri dikkat çekiyordu.
Papaz elleriyle gözlerini kapadı.
“Yapma kızım! Bir gören olacak…”
“Benden başka kimse girmez Vasili’m bu samanlığa…”
“Nasıl konuşuyorsun böyle sevgili kızım…”
Sonra birden eteğini kaldırıp cinsel organını gösterdi.
“Bak sevgilim ne hâle soktun beni?”
“Tanrı aşkına kapat kapat!..”
“Artık bakire değilim Vasili’m. Ben artık seninim…”
“Kızım bu mümkün değil…” diyerek gerekçelerini sıralamaya başlayacaktı muhtemelen papaz ama kız sözünü kesti sertçe:
“Anladım. Seni korkak! Ben seni sınadım. Senden zaten bir şey beklemiyorum. Kaç zamandır seni yatağa atmayı düşlüyordum. Kendi iddiamı kazandım. Çocuğum senden olsun istiyordum. Köyümde bir çocuk sahibi olmak için yatacağım bir erkek yok maalesef. Hiçbirini kendime layık bulmuyorum. O yüzden bunu bilerek yaptım. Telaşlanma… Senden bir talebim de yok…”
Genç kadın başını gururla sola çevirerek, “Eğer istemezsen çocuğuma kendim de bakarım.”
Vasili ani bir kararla saçlarını savuran ve koşarak gelip kendine sarılan bu masum ve azgın kıza kısa bir tereddütten sonra sarılmak zorunda kaldı. Sonra o da bu kızı sevdiğini, kendine layık gördüğünü anladı. Ne zamandır böyle bir zevk yaşamamıştı. Gece yaşadıkları ne varsa, enstantaneler hâlinde gözünün önüne geliyordu. Birden önünün kabardığını, tüylerinin dikleştiğini hissetti. Bir kez daha birlikte olacak gibi seviştiler. Papaz o kadar kendinden geçmişti ki kızı bir kez daha samanların üzerine yatırıp emeline nail olmaya başladı. Sofi papazı biraz daha hırçınlaştırdıktan sonra aniden yerinden fırlayıp kapıdan hızla süzülüp çıktı…
Papazın hevesi kursağında kalmıştı. Ayağa kalkarak üstünü başını toplamaya, azgınlığını dindirmeye çalıştı. Bir iki kez yerinde zıpladı, eteğini, gömleğini düzeltti.
Sonra tekrar başını iki eli arasına alıp kütüğün yanındaki kara sabanın üzerine oturdu.
Kazıklanmış gibi hissetti kendini. Oysa ne yaptıysa kendi nefsinin izini sürerek yapmıştı.
“İsa, Meryem, kutsal ruh affet!” diye kendiliğinden bir nida çıktı dudaklarından…
“Aman!” dedi sonra, “Aman! Tanrı her işin doğrusunu bilir. Eğer bir evladım olacaksa da varsın olsun…”
Önündeki kütüğün üzerinde duran sıcak bazlamalardan peynirlerden ballardan birer lokma tattı.
Saçını başını düzeltip çıktı samanlıktan…
Çıkarken etrafın sessizleşmesi için biraz bekledi. Yeterli gördüğü sessizliği duyumsayınca çıktı. Hızla bulunduğu yerden başka bir yere ulaşmak istedi…
Ahırın köşesinden çıkıp da iki köylü delikanlının dama oynadığını görünce heyecanlandı. Ama delikanlılar kendi hâllerinde idiler.
Vasili hızlı adımlarla köyün çıkışına doğru yöneldi.
Pederi son anda fark eden gençler oyunu bırakıp pederin eteğini öpmeye koşturdular.
“Aziz peder sizi göremedik. Kusura bakmayın! Bağışlayın…”
Vasili bu yaptıklarının şaka mı, ciddi mi olduğunu anlamadan eteğini topladı.
“Tamam evlatlarım önemli değil. İşim acele… Bir şeytanı kovalamaktan geliyorum. Başka bir şeytanı kovalamaya gidiyorum. Beni bırakın, işinize bakın!” dedi.
Olmaz aziz peder, bizi bağışlamadan seni bırakmayız.
“Tamam, evlatlarım Tanrı sizi bağışlasın. İşiniz rast gelsin.”
Gençler hâlâ ellerine yapışmaya çalışıyorlardı. Peder ise kirli ellerini onlardan kurtarmaya…
“Tamam, tamam iyi günler.”
“İyi günler aziz peder…”
Vasili gençlerin arkasından gülüştüklerini, kendisiyle dalga geçtiklerini düşünerek utanç içinde köyden çıktı.
…
Nicedir gitmedi Gavrio’ya Vasili.. Fakat kulağı hep oradan gelecek olumsuz haberlerdeydi. Allah’tan öyle bir haber gelmedi ve Vasili de kalp krizi geçirmedi.
Ben Mahpeyker Kösem Sultan
Sofi’yi annem olarak hiç düşünememiştim. Fakat onu görünce kanım nasıl da kaynamıştı? O da beni nasıl da sımsıkı kucaklamıştı.
…
Gemiden bir yolunu bulup kaçmıştım.
Daha doğrusu içirip sarhoş ettiğim şövalye kılıklı adamı sarayıma götürmek üzere gemiden dışarı çıkardım.
Adamları bu oyuna inandılar. Daha doğrusu benim yollu biri olduğumu ve yakındaki bir eve herifle yatmaya gittiğimi düşünmüş olmalılar…
Zor yürüyen şövalyeyi evimiz az ötede, diye diye iskeleden hayli uzakta çıkmaz bir sokağa kadar sürükledim. Ne kadar da zorlandım. Fakat hep dua ettim içimden. Kutsal ruha, Aziz Meryem’e, Tanrı’ya…
Tükenmemeli, yorulmamalıydım. Takatimi topladım. Bu sokağın bittiği yerde çöp bidonunun arkasında sadece kedi ve köpeğin geçebileceği bir yer biliyordum. Ben de incecik bir kızdım. Belki geçerim diye düşündüm. Çöp bidonunun yanına gelince:
“Kapıya geldik şövalyem.” dedim. “Şimdi siz biraz uzanın, ben görevlileri çağırıp sizi yatağımıza taşımalarını emredeceğim.” dedim.
Duvara doğru da bağırdım.
“Hey kimse yok mu orada. Yardım edin de şövalyeyi yatağıma taşıyalım!” diye haykırdım.
O anda zaten pencerelerden atılan pisliklerden geçilmeyen ve leş gibi kokan sokağa bakan pencerelerden biri açıldı ve yaşlı bir kadın küfürler savurarak elindeki lazımlığı döktü.
Döktüğü şey tam da kavalyemin kafasında patladı, etrafa saçıldı. O anda yerde bir taş gördüm. Daha doğrusu irice bir saksı kırığı… Ne olduğunu anlayamayan ve gözleri pislikten kapanan adamın başına geçirdim. Olduğu yere yığıldı kaldı. Sesini bile çıkaramadı.
Ben de çöp bidonunun arkasına geçip o küçük deliği aradım. Geçmem çok zordu. Zorlasam belki geçebilirdim ama riski göze alamazdım. Ya delikte sıkışıp kalırsam?..
Uzandım ve ayaklarımla deliği genişletmek üzere tekmeler savurdum. Zaten zayıf dokulu bir duvardı. İki üç vuruşta biraz genişledi. Ben de o delikten süzülüp kaçtım.
…
Thilas acaba ne yapıyordu?
Gemidekiler amirlerinin gelmediğini görünce ne yapacaklardı?
Birkaç saatlik zamanım vardı. Ne de olsa birkaç saatlik bir zevki yaşatacaktım.
Utanmaz adamlar!.. Daha on iki yaşındaydım. Bu yaşta bir kıza yapılır mıydı bu?
Allah korumuştu, gemiden kurtulmuştum. Şükürler ettim Rabb’ime…
Doğruca köye koştum.
Onlar da bizi aramaya çıkmışlar…
Leonardo da var.
Kim bilir ne dedi? Thilas’la kaçtığımı mı düşündü?
Babam, annem, Vasili Baba, Petlis amca, Thilas’ın annesi ve babası, ablası, komşuları…
Ve bazı köylüler…
Koşup bana sarıldılar. Annem, babam ve Vasili Baba ağlıyorlardı.
“Bir şey yok, bir şey yok!” dedim. “Sadece Thilas denizaşırı gidecekmiş. Veda etti. Bir gemiye bindi ve gitti.” dedim.
Annesi ve babası atıldılar.
“Olamaz bizim Thilas denizi sevmez, gitmez, gidemez…” diye itiraz ettiler. Ağlamaları haykırışa dönüştü.
“Emin olun öyle.” dedim. “Merak etmeyin diye iskeleye giderken beni de çağırdı. Bana dedi ki: ‘Annem ve babam benim denizci olmamı istemiyorlar ama benim bütün hayalim bir gemide çalışmak, bu gelen gemi benim için bulunmaz fırsat.’ böyle dedi size yemin ederim…”
Sonra durdum, merak ediyormuş gibi annesine ve babasına dönerek sordum:
“Gerçekten onun deniz özlemini hiç mi fark etmediniz?”
Biraz daha isyan ettiler, ahladılar, pohladılar. Şaşırıp kalmışlardı. Hayli zaman sonra etraftan da telkinlerle kaderlerine rıza göstermeye her köylü gibi hazırlandılar.
Leonardo ve Vasili Baba galiba benim yalan söylediğimi anladılar. Ama bir şey diyemediler. Acaba Thilas’ın başına ne gelmişti?
Leonardo ve Vasili Baba, “Yine de iskeleye gidip bir bakalım, belki gemi kalkmamıştır, gider gönül rızasını öğrenirsiniz.” dediler Thilas’ın çarçabuk kadere rıza göstermiş anne ve babasına…
Onlar da çaresiz iskeleye doğru yürümeye başladılar ama ben duygularına hitap ederek konuyu kapadım:
“Şimdi giderseniz, belki sizi görüp üzülür, belki gözyaşlarınızı tutamayıp ağlar ve gitme yavrum filan dersiniz ve onun istikbaliyle oynarsınız. Yine de siz bilirsiniz. Bana kalırsa o İstanbul veya İskenderiye’ye yeni hayatına çoktan yelken açtı bile…”
“Seni cin!” der gibi bakıyordu Vasili Baba…
Leonardo beni kaybetmediği için sevinmişti.
Kıskandığı bir erkek elenmiş ve şansı artmıştı.
…
Yüzüğüme tekrar baktım; yeşil renkler maviye dönüverdi. Şimdi denizin ortasındaki donanmayı, Osmanlı donanmasını görüyorum. Yedikule açıklarında demirlemiş donanmada bir hareketlilik gözleniyordu. Gemilerdeki yeniçeriler ağalarını dinlemeyip karaya çıktılar.
Koca Mimar Sinan’ın talebesi Mehmet Ağa’ya Ahmed’imin yaptırdığı bana göre dünyanın en güzel, en mavi camisini görüyorum. At Meydanı’ndaki isyancılar, subaylarını ve yeniçeri ağasını kovaladılar.
Önce lalanın köşkünü hedef seçtiler. Belki de bu fikirleri genç padişaha onun aşıladığını düşünüyorlardı.
Padişaha eksik haber uçuruldu.
Lalaya ve kızlar ağasına karşı imiş isyancılar…
Zavallı padişah habersizdi tehlikenin büyüklüğünden.
Şöyle dedi kendinden emin:
“Onlara gidin ve şöyle deyin: Padişah Anadolu’ya gitmekten vazgeçti ama sizin demenizle ne lalamı, ne de kızlar ağasını azlederim.”
Bu haberi de götürmediler isyancılara… Belki de gece boyu yapılan kurgulara lüzum kalmayacaktı. Oysa isyanın piştiği ocakta sabaha kadar söylentiler yayıldı durdu. Padişah bütün ocağı lağvedecek, yerine yeni bir ordu kuracak. Belki de yarın bostancılar yeniçerileri yok edecekti.
19 Mayıs 1622’yi gösterdiğinde tarih, Fatih Camii’nde toplanan isyancılar, Halil ile Feridun adındaki yeniçeri kâtiplerini temsilci seçip taleplerini At Meydanı’nda bekleyen şeyhülislama ilettiler. Şeyhülislamın yanında Aziz Mahmud Hüdayi’nin talebesi ve bütün İstanbul’da itibarı yüksek bir şahsiyet olan Sultanahmed Camii vaizi de bulunuyordu. İsyancıların kellesini istediği altı kişi vardı listede: Lala Ömer Efendi, Kızlar Ağası Süleyman Ağa, Sekbanbaşı Nasuh, Kaymakam Ahmed Paşa, Başdefterdar Baki Efendi ve nihayet Sadrazam Dilaver Paşa.
Padişah hâlâ yaklaşmakta olan tehlikeyi görmüyordu.
“Bırakın bu sefil ayaktakımını! Çıkardıkları kargaşada boğulup giderler!” demesi ve ulemanın da “Siz vermezseniz bunlar alırlar.” şeklindeki karşılığı işi daha da arapsaçına çevirdi.
“Susun bre nadanlar, isyancıların sözcüsü gibi konuşuyorsunuz!”
Eski sadrazam Hüseyin Paşa padişahın ayaklarına kapanmış ve şöyle demiş:
“Biz senin önünde bir hiçiz. Bizi ver ve unut, kendini kurtar!”
Ne kadar da duygulanmış genç ve hisli padişah, fakat delikanlılığa halel getirmemiş güya… Tıkmış şeyhülislamı ve ulemayı sarayda bir daireye…
Böylece isyan sarayın dışında büyüdü. Kontrol edilemeyen içine girilip yönlendirilemeyen her ihtilal sonunda birkaç taviz ile bertaraf edilebilecekken en tepedekini yemek zorunda kalır.
Hep öyle olmuştur.
Dışarıda büyüyen isyanın, gelişen ihtilalin saray farkında değildi.
..
Ulemayı At Meydanı’nda bekleyen asiler, sarayda bir tezgâhın çevrildiğini düşünmeye başlamışlar.
“Ulema tutuklanmış ve padişah yeniçeri ocağını basacakmış…”
Bu şüphe isyanı büyütmeye yetmişti. İsyan ama neye, kime karşı isyan?
Bunun önemi yoktu. İsyan kitlevi olarak biriken enerjiyi taşırmaya yardımcı olacaktı.
Gülhane Parkı’nın ağaçları ne kadar yüksek olursa olsun, bir türlü sarayın duvarlarını aşıp da bahçeyi görmeye müsaade etmiyordu. Ama Hakkı, parkın en yüksek ağacını gözüne kestirdi. Onun tutunabilirse en uç dalından sarayın bahçesi belki görülebilirdi.
Az bir ihtimali bile göze alan yüreğe sahipti Hakkı.
Hakkı o kadar güçlü pazılara sahip ve o kadar çevikti ki koca çınar ağacının tepesine birkaç hamlede sirk cambazı gibi çıkmıştı. Bir anda Topkapı Sarayı’nın dış duvarlarının üzerinden sarayın bahçesini gözleyebileceğini sanmış, uzanmış lakin duvarların üstünden bahçeyi görmesi imkânsızmış. Lanet olsun der gibi aşağıda kendisini gözleyenlere işaret yapmış ve çıktığı gibi inmiş.
“Yahu ne olup bittiğini bilmiyoruz.”
“Ulema padişahla görüştü mü acep?”
“Genç Osman’ın cevabı ne oldu ki…”
“Yahu genç, inatçı, sözünden dönmez…”
“Ne yapmalı?”
“Nasıl haber alacağız. Bahçeye birini mi soksak?”
“Nasıl sokacağız.”
“Bu duvarları nasıl aşacağız?”
“Kapıkulu hazırlıklıdır. Kesin ateş açar.”
O sırada Hakkı’nın gözüne daha yüksek bir yer ilişmiş.
Ayasofya’nın minareleri…
Hakkı önden, Mustafa arkasından koşturmuş.
Hakkı minarelerden Topkapı duvarlarına bakan tarafındakinin kapısındaki kilidi eline geçirdiği koca taşla kırıp hızla merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamış.
Az sonra şerefelerden birine çıkmış. Buradan artık sarayın ön avlusu da arka bahçeleri de görünüyormuş. Ortalıkta kimsecikler yokmuş.
Ne ön avluda, ne arka bahçelerde…
Hızla çıktığı gibi koştura koştura inmiş merdivenlerden.
“Saray süt liman gardaşlar…”
“Ne yani kimse yok mu? Asker, kapıkulu…”
“Hiç kimse yok. Tam bir ölü sessizliği hâkim.”
“O zaman ne duruyoruz. Dalalım!”
“Evet, en doğrusu bu…”
Bunu sonradan yeniçeri ağası yapmıştı Mustafa’nın annesi. Boynunu kurtarmıştı bana getirdiklerinde. Ben de önce paye verip sonra boynunu vurdurdum itin.
…
Asilerin cüreti iyiden iyiye artmıştı. Önlerine kimse çıkmamıştı. Şuursuz ve ne yapacağını bilmeyen kalabalıktan daha tehlikelisi yoktur. Sürü hâlinde duvarlara çıkanlar içeriden kapıyı açtılar ve diğer şuursuz kalabalık sanki bir gayeye erişmiş gibi ön avluyu işgal ettiler.
Cihana hükmeden padişahın korunağı işte bu kadardı. Zaten devlet kendileri demek değil miydi? Kendileri değil miydi âleme nizam veren? İlâ-yı kelimetullah için göğüslerini düşmanın mızraklarına hedef eden? Şimdi adaleti tesis için tekrar Halife-i rû-yu zemîni hak ettikleri çizgiye getireceklerdi. Ne cesaret? Yeryüzünde Tanrı’nın kılıcı ve halifesi olan bir cihan padişahını hizaya getirmek…
İkinci avlunun duvarlarının üstünde, köşklere giden yollarda gezinip durdular. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı ama bir şey yapmadan da buradan çıkmayacaklardı. Ne yapacaklardı?
İkinci avluyu da işgal eden kuru kalabalık sarayın odunluğuna girdiler. Düzgün kesilmiş odunları birer silah olarak elinde silah olmayanlara dağıttılar. Bahçelere ve köşklerin bulunduğu yerlere gitmeye cesaret edemiyorlardı. Mukaddes bir mekânın içindeydiler çünkü.
Beklediler. Fakat saray uykuda gibiydi. Taleplerini karşılamaya kimse gelmemişti. Hiç kimse kalabalığı teskin edecek bir konuşma da yapmamıştı.
Ulema, vüzera hepsi tutukluydu. Padişah isyancıların taleplerini kendisine iletmeye cüret eden kim varsa ulemadan, vüzeradan yaşına makamına bakmadan susturmuş, hiçbirinin uyarılarına aldırış etmemişti. Karşılarına çıkacak kimseyi bulamayan ve giderek heyecanları ve tereddütleri artan insanlar bir gün önceki hadisenin vuku bulmasını da istemiyorlardı elbet. Dilaver Paşa kendi sarayını korumak üzere asilerin birkaçını öldürtmüştü. Her an sağdan soldan askerlerin çıkıp namluları üzerlerine doğrultacaklarını düşünen kalabalık içinden arada bir haklı(!) isteklerini haykıranlar da çıkmıyor değildi. Lalanın, kızlar ağasının ve sadrazamın kellelerini istiyorlardı.
İkinci avlunun kapılarındaki menteşeler de gıcırdamaya başlıyordu. Sonunda güruh ikinci avluyu da tamamıyla işgal etti.
Bab-ı saadet kapısı bu hücum karşısında yıkıldı. Bir an hanedana duydukları saygıyı hatırlayan yeniçeriler kapının yıkık hâlini elemle seyrettiler. Sarayın iç avlusundaki taşlardan birinin üstünde oturmuş hâlde kendilerini izleyen ulemadan birine bir anda bütün yeniçerilerin gözleri çevrildi. Ulemadan o zatın belki de kendilerini azarlamasını bekliyorlardı. Oysa herifçioğlunun yüreği ağzındaydı. Korkudan ne yapacağını bilmiyordu. Kalabalığı kışkırtan ve moral veren şu sözleri yuvarladı ağzından:
“Bizim sözümüz bir işe yaramadı bari gidin kendiniz söyleyin…”
Artık sarayın mahremine girmişlerdi. Cihanı fetheden hükümdarların mahremine…
Birlikte yürüdükleri yolları, ülkeleri düşünmeden edemediler.
Şimdi o mahreme girmişlerdi. Bazıları utanç ve korku içinde yaptıkları işe şaşıyorlardı. Neye cüret ettik biz diye hayıflanabilirlerdi eğer bir makul ses duyabilselerdi.
İstemek cüretini gösterdikleri şeyin ne olduğunu neye mal olacağını biliyorlar mıydı?
Uğruna canlarını verdikleri mahreme cüretkâr gözlerini dikmişlerdi. Tereddüt ettiler bir müddet. Bazıları birbirleri arasında fısıldaşıyor ve ne yapıyoruz yahu biz der gibi yüzlerindeki ifadeyi paylaşıyorlardı.
O anda ne olduysa oldu. Bu şuursuz, bu kuru kalabalığa bir ülkü etrafında birleşme duygusu aşılayan bir hedef gösterildi.
“Sultan Mustafa’yı isterük! Sultan Mustafa. Sultan Mustafa…”
Artık mütereddit kitle bir amaca erişmişti.
Sultan Mustafa’yı alıp atıyla gezdirmek ve mümkünse tahta oturtmak.
Başlangıçta padişahı yapmayı düşündüğü yeniliklerden vazgeçirmeye çalışmak olan talepler, şimdi artık daha ileri bir safhaya taşınmış; doğrudan azlinden, direnirse katline ve yerine bir akıl hastası olan Şehzade Mustafa’yı oturtma amacına kadar ulaşmıştı.
Artık Genç Osman lakaplı İkinci Osman’ın suyu ısınmıştı.
Ne kadar üzüldüm, anlatamam. Çocukluğu gözlerimin önünde… Şehzadeliğinin son demlerinde bir hafta boyunca benim sarayımda onu misafir etmiştim. Felekten bir hafta… Tadınca eğlenmişti rahmetli. Hepsi oymuş…
Ama şimdi ne olacak? Yüreğim kıpır kıpırdı. İhtilalciler Osman’ı devirmişlerdi. Osman’ı tıpkı amcası gibi bir odaya kapatırlar zannediyordum. Oysa olaylar çığırından çıktı, hiç de tahmin ettiğim gibi olmadı. Osman’ın yerine akıl hastası olan kayınbiraderi tahta geçecekti. Bu da Murad’ımın önünü açıyordu. Nasıl olsa vüzera bir toplantı tertip eder ve akli melekeleri yerinde olmayan padişahı devirirlerdi. Bu arada da kem gözlerden şehzademi korur, iyi bir padişah olmak üzere yetişmesine gayret ederdim.
Eski Saray’da unutulmuş olmak, hedef teşkil etmemek en iyisi…
Eski Saray’da olsam da gelişmeleri takip etmem en azından oğlumun, Murad’ımın akıbeti için elzemdi.
Osman’ımı deviren, o kötü sona götüren olayları yüzüğüme bakıp izleyebilmek ne kadar da isterdim. Ama yüzüğüm Andronikos’un sokaklarda sürüklenmesinden başka bir şey göstermiyordu.
Yoksa bir benzerlik mi vardı?
…
Hüseyin Tugi’yi çağırdım, ondan hadiseyi tafsilatlıca dinledim. Solak namıyla maruf Tugi vakanüvis idi ve olayı baştan sona takip etmişti.
“Bin otuz bir Recebinin yedinci Çehârşembe güni, sipâh ve yeniçeri ve bâkî halâyık her zümreden Süleymaniye hareminde cem‘ olup, çarsûlar kapadup, ba‘dehû Odalarda, At Meydanı’nda yığınak eyleyüp ve ba‘dehû umûmen At Meydanı’nda Yeni Cami hareminde cem‘ olup, cevablari bu ki: ‘Padişahımız Ka‘be’ye gitmek nâmı ile Anadolı’ya gitmege ilkâ idenleri isteriz ve Padişahı Anadolı’ya gitmekden ferâgat itdürmek isteriz.’ Öyle olsa halkın böyle gulüvvesinden, ol gün hisar kapularını kapatdılar ve Âhûr Kapusından tuğ ve otâğ-ı hümâyûnı kadirgalara koyub, Üsküdar’a geçmek mahallinde komayub, alı kodılar ve Dârü’s-Saâde Ağası Süleyman Ağa, padişahımıza her gün kulu geçmek üzre olup, yeniçeri tayfasının tüfenk endâzlığında ve sipâhi halkının cündîlikde ve cenk günlerinde meharetlerü bellüdür, bu kul kullukdan çıkmışdur, kul olursa Mısır ve Şam’ın cündîleri ve tüfenk endâzlıkda Anadolı sekbânı gibi olsa deyup ve sene-i mâziyede Hotîn seferinde bir kâfirin azacık taburın bozmağa kâdir olmadılar, bî-hüner ve bî-menfaat, derinti ve madrabaz ve erbâb-ı maâş kul olur mı, deyu saâdetlü padişaha söyleyu söyleyu kulu soğuttu ve cündî ve sekbân yazmak sevdasına düşürdi ve Sadrazam Dilaver Paşa ve Hâce Ömer Efendi bu cevaplarda Dâru’s-Saâde Ağasına muvâfakat üzre idiler. Ve dahî Hâce Ömer Efendi, Padişahı Anadolı’ya geçürmege medh eylemekden muradı bu idi ki, bundan evvel Hâcenin karındâşı ki Karabaş Efendi dirler idi, bir uğurdan Ka‘be’ye kadı ittirmiş idi. Ka‘be’de vali olan şerif, Karabaş’a kazayı zabt itdürmeyup selb eylemek mu-rad eylemiş idi, ehl-i Ka‘be, şerifden recâ eylediler, bu hususda Hâce Efendiye gayret düşdügünden, Padişahı, Mısır’a götürüp ba‘dehû Ka‘be’ye iletüp şerifden intikam ala: ‘Padişahım, elhamdülillah gâzi oldın sana hac eylemek farz oldu, hacı ve gâzi unvanıyla ser-efrâz olmak gereksin.’ dirdi.”
“Ne yani?” dedim, “Koskoca padişah mülkünde serbest dolaşamayacak mı? İster Üsküdar’a geçer, ister Hicaz’a; kim ne karışır?”
“Sade o değil sultanım. Tefrika, fitne bir kez girmeyu görsün kamuyu teskin etmek lazım gelmez mi idi?”
Tugi bir an düşündü ve ilave etti.
“Yeniçeri kulları hakarete uğradıklarını düşünirler idi. Bostancıbaşı Bebr Mehmed Ağa, Yeniçeri Ağası Yusuf Ağa ile mâbeyn olduğundan, Padişahı her bar tebdil câme ile gezdirup meyhâneleri ve yasakçı odaların basdırup, sipâhi ve yeniçeriden çoğun ahz eyleyup ve çoğuna dahî deyneg urdurup ve taş gemilerine koydurup bu ahvâlden kul tayfası ziyade müteellim idiler. Ve bir sebep dahî mukeddemâ Hotin seferinde virdikleri biner akçe atiyye, mevcûdına virilüp, birkaç günden sonra gelenlere virmediklerinden, kul dahî tabur fethinde nevân ihmal ve tekâsül üzre idiler Biz sözümüze gelelim. Dilaver Paşa ve Hâce ve Süleyman Ağanın muradları üzre padişah dahî Anadolı’ya gitmeği mukarrer eyledi ve sekbân yazmak hususu tevâtüre irmiş idi hatta sekbân yazmak içun Saray-ı Atîk teberdârlarından Eski Yusuf nâmında bir kimesneyi zahîre cem‘i bahanesiyle sekbân ve cündî yazmak içun Diyâr-ı Arab ve Şam ve Haleb’e gönderilmiş idi.”
“Ne kadar kesin hüküm bu? Nerden bilesiz? Kim uydurmuş? Sekban toplasa katline cüret edilebilir miydi? Hani o sekban?” diye sordum. Tugi, titredi suçu yine râvilere attı.
“Ben muhtelif rivayetleri dercettim a sultanım!” dedi.
Elimi kızgınlıkla “devam et” der gibi salladım. Koynumdan bir kese altın çıkarıp içinden birkaç altın önüne attım. Devam etti:
“Biz sözümüze gelelim. Sekban içun diyar-ı Arab, Suriye ve Anadolı’ya ulak gönderdiği rivayet edilür. Pâdişah ise raht ve baht ve cümle hazâyini turma Üsküdar’a geçirmek üzre idi, bu ecilden gâhi, iç halkından, taşra kul tayfasına bu ahvâli bildirup, ‘Bilmezüz böyle itmekden padişahımızın fikri nedir?’ dirler idi.”
…
Anlaşılan kafasındaki fikirleri genç padişah toyluk edip hocası Ömer Efendi’ye, hatta kayınpederi şeyhülislam hazretlerine veya karısına aktarmış; onlar da yeniçerinin kulağına gidecek şekilde bir yerlerde fısıldamışlar. Ocağa bir fısıltı düşmesin varsın. Hemen kırkı bin yapıp hikâyeler uydururlar.
Neymiş padişah, ocağı, artık “zararlı” diye kapatacakmış. Neymiş karşıya geçip Anadolu’dan ve Suriye’den saf bir Türkmen ordusu tesis edecekmiş!
Ne olaydı, bekleyip tevekkül edeydiniz. Ne olaydı sabır ile size yakışan bir tevekkül ile bekleyeydiniz. Osman’ım nizam-ı âlemi birlikte tesis ettiği orduyu hiçe sayıp başka bir ordu kurar mıydı bakalım? Yoksa hakikaten hacca gidip rüyasında gördüğü ve kendisini davet eden efendimize sadakatini mi bildirecekti? Nev var idi sabredeydiz?
Gözyaşlarımı içime akıtırken keseyi olduğu gibi önüne attım.
Tugi devam etti.
“Ba‘dehû bu cumhûrun içinden umûr görmüş ihtiyarlardan birkaç yüz âdem şer‘ ile görelim mesâlihi deyub, Şeyhülislam Es‘ad Efendi’ye varup, istifsar eylediler ki: ‘Padişah-ı İslamı azdırup, beytülmâlın itlafına sebep olup, Padişaha hacca gitmek lazım değil iken, böyle fetret ve fitneye bâdî olanlara şer‘an ne lazım gelür?’ didiler. Cevab-ı Müftî böyle sadır oldu ki: ‘İkâz-ı fitne idenlere katl lazım olur,’ didikde, sureti fetvayı aldılar, ve cem‘ıyyet yerine geldiler. Ol mahalde Sadrazam tarafından yeniçeri ağası ve bölük ağaları men içun cem‘ıyyete gelüb cumhûr anları taşa tuttular. Ve dahî ol gün donanma-yı hümâyûn, Beşiktaş’tan, Yedikule’ye giderken gemilerden donanma halkı dahî çıkub şehir kapuları kapalu olmağın, hisar delüklerinden şehre girüp cem‘ıyyete dahîl oldular. Ba‘dehû Hâce evine varalum bu cem‘iyetten padişahı habîr eylesûn ve Ka‘be’ye gitmekden ferâğat itdürsün, deyu Hâcenin evine doğru cumhûr geldiklerinde, meğer Hâce Efendi şehnişinde oturup cumhûrun niye geldiklerin bilmez, ziyade havfinden firar eyledi.”
Hace Efendi ne için firar eylermiş! Hele bakın, sen o kadar mansıp veren padişahın için kullandığın tabirlere bak! Utanmaz mısın, baldırı çıplaklara, eline üç beş flori versen kilisede zangoçluk yapacak adamlara cumhur deyip durursun?
“Haşa efendim; kastım, kalabalığın ardındaki ittifakı teslimdir. Yoksa derintinin ben dahi şahidiyem.”
Tamam, tamam devam et bakalım…
“Cumhûr…”, kekeledi, değiştirdi; “Derinti kuru kalabalık yürüyüş ittiler, kapuyı yıkdılar, bî-nihaye esbâb hasârat olundı. Ba‘dehû dönüb Sadrazamın sarayına geldiler ki, varsun Padişaha bu cem‘iyyetin aslın bildirüp, Süleyman Ağanın katlini ferman buyurup Ka‘be’ye gitmekden ferâğat eylesun. Kaçan ki cem‘iyyet Sadrazamın sarayına geldiler, vezirin bilcümle tevâbi‘ı‘ ileru gelüp oklar pertâb idup birkaç âdemi katl eylediklerinde, cumhûrun ellerinde yât ve yarağ yok, buni makul gördiler ki varup Sipâhi Çarşusundan tîr ve keman ve seyf ve sinan alup cenk eyleyeler…”
Aman ya Rabbi! Bu hâl ne hâldir? Osmanlı neferi birbirini yesin olacak iş mi? Düşmana çalınacak, küffarı korkutacak tîr, keman ve seyfi tutup da efendisine çevirsin kul, olacak iş değil…”
…
“Ehl-i sûk karşı gelup reca ve temennâ eyleyup dükkânların yağmadan kurtardılar ve hem akşam yakın olmağın îlân-ı ğılâz ve şidâd ile yarın yine At Meydanı’nda cem‘ıyyet idelim deyu, perişan oldular.”
Osman’ım, o gece vazgeçmedi mi hacca gitmekten? Hâlâ ne diye kırdılar dindaşlarını?”
“Elbet malumunuzdur sultanım, bu cem‘ıyyetten birkaç gün evvel Es‘ad Efendi ve Sadrazam, Padişahı, Ka‘be’ye gitmekden ferâğat itdürmişler idi, meğer bir gice Padişah hazretleri âlem-i hâbda görür ki, taht-ı pâdişâhîde oturup elinde mushaf-ı şerif tilavet ederken, Fahr-i kâyinât Hazreti risalet penâhi -aleyhi’sselâm- zahir olup, Padişahın elinden mushafı alur ve tahtından aşağa indirür, Padişah Hân izzetine yüz sürmek istedikde cürete mecâl idemez, nasib olmaz, ol mahalde Padişah uyanup ve yarındâsi Hâceyi davet ider, rüyanın ta’birin istifsar eyledikde, Hâce Efendi tabir ider ki: ‘Padişahım evvel Ka‘be’ye gitmek murad-ı şerifiniz olup ba‘dehû ferâgat buyurdunuz, hususan ki Kelâm-ı İzzetde buyurılan ğazâ ve hacc-ı şeriftir. Kelâm-ı Şerifi okursız niçun fermân-i şerifiyle amel eylemessiz, mübarek elünüzden Mushaf-ı Şerif alunduğı budur, eger rüyanızda Hazretin mübarek kadem-i şerifine yüz sürmek olmadıysa an zamîmi’lkalb niyyet ilen, hacc-ı şerif müyesser oldukda ba‘dehû Hazretin ravza-i mutahharasına yüz sürersiz.’ Padişah bu tabirden ziyade safa edüp bu defa hacca gitmekde inadına musır oldı. Bir gün kendu imamını ba‘de’s-salâh davet idup, bu vâkı‘âyı söyler, İmam Efendi dir ki: ‘Fahru’ş-Şuyüh Üsküdârî Mahmud Efendi -kuddise sırruh- müstecâbü’d-da’ve dâînüzdür andan istifsar buyurun.’ dir.
Padişah dahî bu vâkı‘âyı tafsil üzre yazup Aziz’e gönderür. Aziz dahî tabir-i hâbda yazar ki: ‘Padişahım, Kelam-ı İzzet hükmü rabbanidir ve ana imtisal lazımdur. Ve iclâs buyurdukları taht ise cübbe-i vücûttur, bu vâkıa‘ ziyade muhavvef ve hatarnâkdır. Ya‘lemullah bu vâkı‘â-i hâilenin vukû‘ı tîz vakitte olur. Tevbe ve istiğfâr üzre olup, festeînû min ehli’l-kubûr fehvâsınca Hak Taâlâ Hazretinin evliya kullarının merâkıd-i şeriflerinden istimdâd talep buyurun. Mercûdur ki defi beliyyât ola. Padişah dahî Ebî Eyyûb Ensârî (r.a) ziyaretine gidüp, fukaraya tasadduk ve kurban içun sığır ve koyun cem‘ idup, Bostancılar, Edirnekapusı’nda ve Karagümrük’de araba sığırların cebren alub, üç bin akçelik çifte, bin akçe virup götürüb kurban ittiler. Ve muttasıl Üsküdar’a esbâblar taşınup göçmek sadedinde, bu esnada Şeyhülislam, Padişaha fetva gönderup: ‘Padişahların Ka‘be’ye gitmekliği farz değildir, adalet üzre reâyânın ahvâlin görmek evladur.’ didi. Padişah bu mazmundan gadabnâk olup, amel eylemedi.”
“Ben demiştim ona, dinlemedi beni. Türkmenden ordu kurmayı kafasına koyan padişah zevcesini de Türkmenden seçmişti. Şeyhülislam’ın kızını aldı. Teamülü çiğnedi. Hem padişahların koynuna aldığı herhangi bir cariye ne vakit çaşıtlara bilgi taşıdı ki şu sarayda? Ama işte bu sözde saf Türk kızı ne duyduysa efendisinden, taşıdı babacığına… Ya babası olacak şeyhülislam? O ne yaptı? Vesayetin değirmenine su taşıdı. Ocağa aktardı duyduklarını… Zaten öteden beri padişahın niyetlerini okuyan ocak, Genç Osman’ımın hacca gideceğini yahut Anadolu’daki isyanı bastırmak bahanesiyle yeni bir ordu kurma hevesinde olduğunu, yeniçeri ocağını tarumar edeceğini yayıp durdular kendi aralarında. Şüyuu vukuundan beterdir. Öyle de oldu. Sonunda bir deli kuyuya taş attı. Koyun sürüsü gibi herkes de ardından atladı.”
Hikâyenin bundan sonrasını biliyordum. Osman’ımın bütün fikirlerinin arkasındaydım ama onun bu fikirlerini hatunuyla paylaşması, hele hele satranç oyunundaki gibi yapacağı her hamleyi belli etmesi hoşuma gitmiyordu. Belki olayları önleyebilirdim ama içimden bir ses Osman’dan çok Murad’ımın selametiyle meşgul olmamı öğütlüyordu.
Tugi anlatıyordu ama benim aklım başka yerdeydi. Yüzüğüme bakıp bundan sonraki akıbeti yakalamaya çalışıyordum.
“Ba‘dehû meşâyıh-ı kiram ve ulemâ-yı ‘ızâmın ekseri haberler gönderüp men‘ itdiler, mecal olup Padişahı alı komak olmadı, bu hususta Sadrazam dahî ulema tarafında olup çok takayyud eyledi emmâ neylesun başı ve mansıbı korkusundan Hâceye ve Süleyman Ağaya mütâbe‘at eyledi.
Biz sözümüze gelelim; kaçan kim cumhûr, Sadrazamın ve Hâcenin evlerin basup, ğâret eyledikleri padişahın semı‘ne müna‘kıs oldı evvel ulemanın kibarın davet eyleyup: ‘Kulun muradı nedür?’ didi. Ulema bilittifak didiler ki: ‘Saâdetlü Padişahın Ka‘be’ye gitmesini istemeyüp, Dâru’s-Saâde Ağasını ve Hâce Efendiyi nefy-i beled eylesûn, dirler.’
Padişah buyurdu ki: ‘Ka‘be’ye gitmekden vaz geldim, ammâ istedükleri âdemleri şehirden sürmek değil, mansıblarından bile ref eylemek olmaz.’
…
Ba‘dehû ol gice cumhûr arasında bir söz peyda oldı ki, padişah cümle bağçelerde olan bostancıları ve iç halkın yaraklandurmış ve cepehâneden silahlandurmış ve on adet darb-zen getürmiş. Bir söz dahî bostancıların içinde şâyi‘ oldı ki, cümle donanmacı yeniçeriler kadırgalardan toplar ile derya tarafından Sarayı muhasara ve ihata ideler ve bâki cumhûr bab-ı hümâyûndan yürüyüş ideler. Bu sözden Bostancılara ziyade havf düşüp, hele yarındâsi, mâh-i Recebin sekizinci Pençşenbe güni idi, ale’s-seher cumhûr Odalar Meydanı’nda cem‘ olup ba‘dehû Ebü’l-Feth haremine varup her biri âlât-ı harb ve seyf ve sinan ile At Meydanı’na geldiklerinde, emr-i pâdişâhî ile Şeyhülislam ve İftihar u Âli Yasin Nakîbu’l-Eşraf Şerif Efendi iki Kadıasker ve kudvetülmüfessirîn Şeyh Ömer Efendi ve zübdetülvâizîn Şeyh Sivasi Efendi ve Şeyh İbrahim Efendi ve Şeyh Derviş Efendi ve Kadı-zâde Efendi bi’lkülliyye cumhûrun cem‘ıyyetine geldiler:
‘Gulüvv-i ‘âmdan muradınız nedür?’ didiler. Cumhûr dahî bi’l-ittifak: ‘Altı nefer kimesnenin katlin isterüz.’ deyu defter virdiler; biri Hâce efendi, biri Dâru’s-Saâde Ağası, biri Sadrazam, biri Kâim-i makâm Ahmed Paşa, biri Defterdar Bâki Paşa; Ahmed Paşayı istedüklerinden murad, Padişah seferde iken İstanbul’da kâim-i makâm idi, oturak ve korucıların ulûfesin eksik virdüginden taşlamışlar idi, ol mahalde Sekbânbaşı Nasuh Ağayı azledup, Kara Hasan Ağa sekbânbaşı olmuş idi, Padişah İstanbul’a geldikte Ahmed Paşa korucılardan şikâyet eyledi, Padişah bir uğurdan korucılık men‘olunsun dedikte, Yeniçeri Ağası Ali Ağa: ‘Padişahım, bir uğurdan olmaz tedriçle idelim.’ deyu iki bine yakın oturak ve korucının dirlikleri kat‘ olunmuş idi, Biz sözümüze gelelim; kaçan ki cumhûr bu zikrolulanların hakkında defter virdiklerinde, ulema ile Padişaha gönderdiler idi, padişah istedükleri âdemleri virmekte inad idicek, ulema ve meşâyıh cümle didiler ki: ‘Padişahım cumhûr eyu değildir, ecdâd-ı ‘ızâmın zamanlarında dahî ola gelmişdir, istedüklerin iderler, sonra güç olur.’ Padişah cevap eylediki: ‘Siz epsem olum anlar başsız askerdir tîz dağılurlar.’ Tekrar nasihat eylediklerinde gadaba gelup: ‘Anların tedarükleri görülmüştür, haklarından geldikten sonra, sizin dahî içunüzden haklarından gelecek malumumdur.’ Ulemâ-yı ‘ızâm padişah-i âl-î makamdan bu sözü işittikde, epsem olub taşra geldiler taşraya dahî çıkmağa komadiler, Padişahı dahî yalnız komayub şöyle durdıler. Bu taraftan cumhûr ulemânın gelüp haber getürmedügin görüp bildiler ki sözleri geçmedi, bilcümle bab-ı hümâyûna doğri yürüdiler, içerude bostancı ve iç halkı müheyyadur, toplar kurulmuşdur, deyu havflerinden. Ayasofya minarelerine âdemler çıkarup cânib-i Saraydan haraket olmaduğın bîlup, derhal tüfenklü yeniçeriyi önlerine ve sipâh ökselerinde yalın yarak, bab-ı hümâyûna geldiler, kapuyı âçuk gördiler kapucilerin bir kaçı didiler ki: ‘Kat‘â ğâfil olman, tedarük üzre gidin.’ Beş yüz kadar sipâhi ve yeniçeriyi ellerinde âlât-ı cenk ve tüfenk ile kapuda bekçi kodılar, andan odun anbarına girüp, ellerinde âlâtı olmayanlar odun alup, ikinci kapuya girüp, tekbir ve gülbank ile içeru girdiler, üç bölük oldılar, bir bölügi vüzerâ oturduğı kubbe önüne doğri gittiler, ve bir bölügi matbah önünde durdiler, bir bölügi tâ arz odası kapusına girup: ‘Padişahımızdan altı nefer kimseyi istedük cevap gelmedi, şer’ ile davamız ve elumizde fetvây-ı şerife vardur.’ deyu çok söylediler, asla cevap getürür yok, dahî içeru arz odasının önüne vardılar, birkaç hadimler karşu gelmek istedükte cüret edemediler, kaçan kim cumhûr hareme dâhil oldılar, bir sadâ peyda oldi ki: ‘Şer‘ ile Sultan Mustafa’yı isterüz.’ cümlenin dahî lisânına bu câri oldı, bazı zülüflü baltacılardan sordular ki, Sultan Mustafa kandedir? Asla cevap virmediklerinden içlerinden bir oğlan, cânib-i hareme işaret eyledi, bir kubbe gösterdi, cumhûrun içinden bazıları hezâr zor ve zahmet ile ol kubbenin üzerine çıktılar, zîrâ kapusı iç haremden idi, Sultan Mustafa’nın hizmetinde olan cevârînin bir âvaz-i hazin ile: ‘Sultan Mustafa bundadır!’ didikde derhal matbahdan baltalar ve kazmalar getürup kubbenin üzerinde kurşunları kesüp kubbeyi deldiler.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lutfu-sehsuvaroglu/erguvan-tahtindaki-lanetin-sirri-kosem-sultan-in-yuzugu-69428440/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.