Lâ Havle – Lütfî Divânı

Lâ Havle – Lütfî Divânı
Lütfü Şehsuvaroğlu
EYVAH Kİ, MEFTÛN OLAN KALMADI, İMDÂD EDEN OLSA BARİ ELHÂK, ESİRİM YA, GAMDAN BENİ ÂZÂD EDEN OLSA BÂRİ BİTTİM, ÖMÜR BİTMEDEN, YANDIM EZEL GELMEDEN ÂH-U ZARLA ÂBÂD EDECEKTEN GEÇTİM AMMA, BİR YÂD EDEN OLSA BÂRİ LEYLÂ UNUTMUŞ BİZİM HÂTIRÂMIZDAN NE KALMIŞSA ŞİMDİ MECNÛN OLAN BİZDE YÂR ZOR, GÖNLÜ DİLŞÂD EDEN OLSA BÂRİ KAYZERLERİN TAHTLARINDAN HABERİM YOK Kİ, BAHTINDA OLSAM HAKKIN CEZA PAYDASINDAN BİZİ İB’AD EDEN OLSA BÂRİ LÜTFÎ YA, AŞKIN SERENCÂMI BIRAKMAZ Kİ GİTSEM PEŞİNDEN AHRETTE ÂHIM, GÜNAHIM İÇİN FERYÂD EDEN OLSA BÂRİ

Lütfü Şehsuvaroğlu
Lâ Havle. Lütfî Divânı

EYLÜL SENELERİ

BANA: “YAZ” DEDİ ÇAĞATAY, “12 EYLÜL’Ü…”
‘Her şey ne kadar da değişti’ gibi yaparken
Değişmek arzusunu dile getiren arkadaş,
Değişmek sence bu mu?
Bir çoban bile daha iyi değişir senden
Sürüyü otlatırken her gün farklı bakar mala, davara,
Kır çiçeklerine de…
Köylülükten kurtulmanın yollarını gösteren
Orta hâlli bir kasabanın orta hâlli yazarı,
Bize şehrimizi anlatmıyor da,
Şehrin kapılarını gecenin karanlığında istilacıya açanlar gibi
Arkadan vuruyor kardeşini üç kuruşa.
Anamızın yüzü nasıl da benzerdi şehrimizin yüzüne?!
Şehrimizi şimdi başka bir şeye benzetenler,
Aslında anamızı belliyorlar sinsice…
Anamızı ve doğal olarak kendi anasını da…
İki şey ancak ölümle unutulur diyordu Nâzım;
İki şey: Anamızın yüzü ve şehrimizin yüzü…
Bu gelen nasıl bir ölüm ki…
Bana yaz dedi Çağatay, on iki eylülü
Ne yazayım, o zaman yazdım, başkaları gibi değil
Şimdi değil otuz yıl sonra değil…
O zaman…
O zaman kaç kişiydik ki zâlimin karşısında susmayan?..
Şehir unuttu her şeyi,
Şimdi dönüp başka şehir kuruyorlar, başka mâziler edinip
‘Zalimin karşısında susan dilsiz şeytandır!’
O yüzden tam 12 Eylül’de vurdum 12 eylülü.
Kenan’a mektuplar döşendim uzun uzun.
Hapislerinde yattım, kafeslerinde…
Yazdım, söyledim, haykırdım, işkence gördüm, işsiz kaldım
Nereden bileceksin?
Sen benim ne çektiğimi nereden bileceksin?
Uzaktın ümmet kardeşliğinden…
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” bile diyemezdin delikanlıca.
Kaç yıl geçmiş; otuz mu, kırk mı?
Hâlâ karşıma çıkar durur her adımımda gençliğim
Geri dönüp duruyor yankıları sesimin…
Karşımda kendim… Yirmili yaşlardaki kendim…
O yüzden atamam yanlış bir adım,
yanlış,
yeni,
değişmiş…
Çok fırsatlar çıktı, başka şehirlerde çok anahtarlar…
Fakat yirmili yaşlardaki kendim, yirmili yaşlardaki kendim
Mesuliyet, sadakat, samimiyet, hürmetfve aşkın fikri
“Bizi kullanmışlar.” diyenlere inat
Elma yüzlü yirmili yaş yüzünden ka-ça-maz!
Ben korkmadım ki hiç…
Onlar korktular.
Korkuları postallarından belliydi.
Başları olmayan, apoletleri olan
Yüzleri, gözleri, kalpleri olmayan, miğferleri olan
Tertemiz üniformaları bir de…
Omuzları vardı, miğferleri vardı, postalları vardı
Ama başları yoktu… Gözlerinden mi anladım?
Başı olmayanın gözü mü olur?
Ama bildim korktular benden… “Korku postaldan belli olur mu?”
“Oluyor işte.”, korkuyorlardı…
Kaç yıl geçmiş Çağatay dostum, hesap kitap ettin mi?
Kim derse ki “kullandılar” bil ki, bugün de kullanılıyor o
İnsan bir kere kullanılmaya görsün Çağatay,
Bir kere kullanılmaya görsün…
Korkup kaçanı tanırım ben
Sesinden tanırım, postalından tanıdığım gibi
Tanırım milletine sırtını döneni, şehrini kirleteni
Anasını satanları…
Şu dünyada üç şey vardır yenilir: Biri elma, biri ayva, biri nar
Öyle ya ardından belli yâr diyeceği…
Muz diyebilmek için bütün bunlar dostum.
Anlayacağın değişen bir şey var; yâr…
Ben biliyordum böyle olacağını…
Kızların isimlerinin değişeceğini:
“Elif, Döne, Emine… Yaylada pınarsınız, bereket siz varsınız.”
Karakoç’un Mihriban’ı da hayal, Akbaş’ın kızları da…
Ayrılık hep masamın üstündeydi, yapamadım.
Hep masamın üstündeydi, izmaritlerdeydi…
Ayrılık çöplükleri ayıklayan, didikleyen,
Yahut kim kemik verirse bir parça
Ona koşan başıboş itlerdeydi.
İpini koparmış kayıklar gibiyim
Yüzüyorum başıboş sokaklardan sokaklara
Düşmanı ilk görüp de haber verememenin acısını duyuyorum
Ne kadar turuncu bakıyor minareleri camilerin
Ne kadar ölçüsüz, hadnaşinas, sipsivri
Neden üç şerefeli yaparlar, dört minareli
Kubbesi tabak kadar mahalle camilerini?
Görmezler mi ecdâdın merhamet kokan camilerini?
Ben ne anlatıyorum, onlar ne anlıyor?
Özgürlük sanıyorlar esaretlerini.
Beni atın o hâlde ırmaklardan birine!
Belki biri çekip çıkarır ileride…
Ne balığa benzerim ne ayakkabı eskisine.
Atlantik’in sularına erişmek istiyor ırmaklar…
Atlantik’in suları çalkanıyor.
Hırıltısı, hışırtısı, kızıltısı derinlerin…
Atlantik’in suları çalkanıyor.
Kendimi gördüm suyun dibinde;
Elma yüzümü gördüm kırk yıl evvelinin,
Kendimi gördüm bir elma gibi yüzü,
Atlantik’in dibinde.
Gündüzü mü kovalıyorum, geceyi mi?
Atlantik’in altında işim ne?
12 Eylül’de bıraktım her şeyimi… Martıların ürkütücü sesini duyuyorum. İstanbul’un saadetini anlatıyorlar;
“Gak gak ediyorlar, vak vak ediyorlar.”
Tehlikeden habersiz huzuru paylaşıyorlar;
Küçük, geçici didişmeler yetiyor onlara.
Atlantik’in dibinde İstanbul’u dinliyorum.
Yeni istilacılarına ne kadar da hürmetkâr;
Yaşasın bunlar ne kadar da demokrat!
Alacaklar postalların çiğnediği kaldırımlardan
İntikamlarını…
“Geç oldu biliyorum.” diyor Üsküdar’daki kardeş
“Sen ki mağduruydun değil mi Eylüllerin?”
Hayır diyorum, gak gak ediyorum, vak vak ediyorum
Kimse beni edemez mağdur!
Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim…
Mavidir tozlarım, mavi nurdan bir ırmak gibi uçuşur.
Medeniyet dirilişçiliğinin intikamla işi yok!
Unuttun mu Topçu’nun söylediğini def’aten?
“Hiç olur mu bir arada dinle kin?”
Leküm diniküm veliye din.
Herkes anayasasını alsın da gelsin…

EYLÜL SENELERİ[1 - “Doğuş Edebiyat”ta 1982’de yayımlandı. Arakesitin ardından… Beton kafes, Mamak Askerî Cezaevi ve A Blok içindeki kafes… Dokuzyüzelliyedi doğumlu tutukluların oranı diğerlerinden daha fazla… “Eylül Seneleri” 12 Eylül 1980 İhtilali ile birlikte yaşanan arakesit iklimini anlatıyor. Eylül ki hazan mevsimi artık birkaç seneyi kuşatmıştır. 80 sonrası hep Eylül’dür.]
Bir uzak iklimdir yaşanan
Güneş yerine ufukta görünen
Bir kan okyanusudur şimdi
Bu nedir gözlerimin önüne dolan
Kaldirin perdeleri artik aradan
Ne zaman bitecek hasretliğim
Yolunu şaşirir mi hiç rehber
Nerede dağ-bayir gezdirdiklerim
Dokuzyüzelliyedili çocuklar, ya onlar
Onlar yaşamadilar, yoktular
Ne yârlerini buldular ne yerlerini
Bir beton kafaste bin çocuk unutuldular
… Bin sevda yüklüydü gönlü
Bir kan okyanusudur şimdi…

GÖLGELER 1[2 - “Gölgeler 1”, Atatürk Site Yurdu’ndaki odamızda yazıldı. O oda, üç yataklı bir oda idi. Gecenin bir vaktinde girdiğimiz ve yataklardan boş bulduğumuza ceset hâline gelmiş bedenimizi bıraktığımız bir yurt odası… Bazen Burhan, bazen Naci, bazen Mümtaz’er, bazen Haşim ya da genel merkezden başka bir arkadaş sızmıştır diğer yataklarda… Gecenin bir vaktinde uyandığında yahut sabah ezanında Burhan’ın dürtmeleriyle gözlerini açtığında göreceğin gölgeler hakkındadır…]
Gölgeler gördüm bugün
Âşina gölgeler
Yıllar öncesinden bakar gibiydiler
Gölgeler kovalıyor gölgemi
Gölgeler gölgeme vuruyorlar
Siyah fon kâğıdına yazı yazıyor
Siyah adamların tuttuğu siyah kalemler
Siyah mürekkepli
Gölgeler gölgemden korkuyorlar
Dağları gögede bırakan gölgeler
Gözyaşının bile gölgesi var
Ki hayatın tek kıymet-i harbiyesi
Gölgeme düşüyorlar
Gölgemi eziyor gözyaşları
Neşeden kedere, yeisten ümide kadar
Uzayıp giden meçhul ve âşikâr
ve ne kadar mücerret ve müşahhas
şeyler varsa hepsinin
bir damla ifadesi gözyaşlarının
da gölgesi var
Pamuktan hafif bulutların bile gölgesi sert kayalar olabilir
Sert kayaların gölgesi ıpılık bir göldür bazen
En korkusuzların gölgeleri bir mum aleviyle kaçışırlar oraya buraya
Beton duvarların gölgesi gölgemi yok ettiler
Gece de onları yok etti
Musikinin gölgesi hakikatte şiirdir
Ama bir türlü notaya dökülmez
Ruhumda kaynayan nâmeler
Hayatın gölgesi kapkaranlık ediverir mısraları
Kaderini vaktin emrine terk etmiş gölgem
Sonsuzluğa erişir gecede
İlk ve son ışıklarda uzar ipince
Sonsuzluktan çekip çıkarıldım
Mesafem kısaldı
Tek boyutum vardı-binbir boyutta
Şaşakaldım
Gün ışığında

GÖLGELER 2[3 - “Gölgeler 2”, Yüksek Öğretmen Yurdu’ndaki odada yazıldı. Kül tablaları, sigara dumanları, kitap kokuları, genç dimağımızdan salınan kavramlar arasında bir yanda mücadele trafiği, toprağa verdiklerimiz, topraktan katılanlarla diğer yanda henüz yirmili yaş başlarının kavramsal inşası… İkisi de “Nizam-ı Alem”de yayımlandı; Derviş Edip müstearıyla…]
İpliğini mumlar saraç
Düğümünü atar cellad
Bakracını atar cadı
Yıldız gölgeleriyle dolu kuyuya
Damarı titretir kan
Ruh devşirir can bulur vücud
Damarı eritir kan
Ruh çekilir çürür vücud
Güneşi gölgeler mi bulut
Gölgeleeeer
Güneşi öldürür mü bulut
Öldürürse kul Tanrı’sını
Öldürür güneşi bulut
Ve sineğin gölgesi
Nemrut’un kendisini
Şiirin gölgesi şairi devirdi
Toprağa uzandılar
Gölgelenip asıllar
Zaman “an”da noktalandı
Kabına sığmayan zaman
Bulut bulut akıp gitti
Gayrilendi mevcudat

HER CANDA BİR DAMLA KANIM[4 - 12 Eylül öncesi atmosferini yansıtan bu şiirin, müsvedde hâlinde dururken farkına varıldı. “Kardeş Kalemler”in 2009 yılındaki sayılarından birinde yayımlandı.]
Yıkılası dağlar ne göklere ulaşır
Ne geçit verir yoluma
Samanyolu uzar da efkarım gibi
Kuşatır muhayyelemi
Nabzı duyulur zamanın mor atlastan
Yerin altı çağırır sanki
Bir yanımız erer sırrına âlemin
Uzanarak Samanyolu’na
Ölümü yaşar bir yanımız hücre hücre
Karışarak toprağa
Her canda bir damla kanım

PARANTEZ İÇİNDE ŞİİR[5 - Muhtemelen edebiyat dergileriyle ilk karşılaşma yıllarında yazıldı. Şair ağabeylerden alınan birtakım öğütlere karşılık gelen düşünceleri kapsıyor. Aslında kendine mahsus oluşun ilk kıvılcımları…]
Siz beni ne anlarsınız
Saatin tik-takı peryodlu çalar
Şairden tik-tak mısralar beklersiniz
zaman akıp gider
korkarız saniyelerin işleyişinden
Oysa saatlerin farkında değilizdir
Yıllar geçer de an gelir
İşte o an geçmez vakit
Bir ömür yaşanır bir günde
gecenin yarısını geçmişim
bekçi düdükleri ve gecenin yankısı
kulaklarımda bir ağrı
tepemde dolaşan bir sineğin vızıltısı
yorgun parmakların çıtırtısı
sonra kâğıt hışırtıları
Dizginle!
diye bir ses otoriter
der
Hizaya sok satırlarını
duygularını
Ben parantez içlerinde tutuklu
düşüncelerle varım
Bir şiirlik hürriyetim kaldı
Alın onu da benden
kalıplarınızda dondurun
Ne gecenin sesleri
Ne bendeki gölgeler
Sabahsız uykularıma dalmak istiyorum

DÖNER ZEYBEĞİN MOR CEPKENİ[6 - Muhatabımızın N. Kemal Zeybek olduğu anlaşılıyor hemencecik… Muhtemelen 1988 sularıdır. Zeybek, kültür bakanı olmuş. ANAP’ta siyasi hayatını sürdürmektedir. Kenan Evren’le aynı sahneyi paylaşmaktadır. Yoksa daha önce mi yazıldı? Mesela, Avukatlar Bürosu’nda Alparslan Türkeş’in de bulunduğu son toplantı sonrasında… Hasan Celal mi Ayvaz Gökdemir mi daha milliyetçi? Ara seçimde Gaziantep’te hangisi için çalışmalı? Artık ceketlerimiz ve koyun cebindeki kâğıtların üzerindeki isimler değişmiştir. Yeni dostlar, yeni çevreler… Ama mahkeme sıraları aklımızdan bir türlü çıkmaz… Anılar… Kervanlar ve devranlar…]
Döner zeybeğin mor cepkeni
Döner de döner hey
Döner kürsüleri mahkemelerin
Döner de döner hey
Durdu sanılan devran durmaz
Döner de döner hey
Dönmemek üzre çıkan kervanlar gider ve
Döner de döner hey
Demir döner, su döner, un döner, yıldız döner
Döner de döner hey
Baş döner, ayak döner, yürek döner
Döner de döner hey
Bir dönülmez yolda gideriz düşe kalka
Herşey döner durur döner durur
Aşağıda
Yukarıda
Önümüzde
Arkamızda
Ve yanlarda ne varsa
Döner zeybeğin mor cepkeni
Döner zeybeğin mor cepkenindeki kalemler
Koyun cebindeki kâğıtlar, üstündeki yazılar
Döner zeybeğin belindeki kılıçlar
Başı döner zeybeğin, ayağı döner
Yüreği döner
Döner zeybeğin mor cepkeni
Döner de döner hey

HERKES OLMAYANLAR AĞLASIN[7 - 12 Eylül öncesi (1978) çıkardığımız “Divan” dergisinin ilk sayısında Derviş Edip müstearıyla yayımlandı. Bir genç niçin intiharı düşünür? Veyl mağluplara! Fatih olabilmenin yolu ne? Tirajik bir aşkın üçüncü, hayır dördüncü şahsın sahneye girmesiyle trajikomik hâle gelmesi…]
Ağladım gene… Gözyaşlarımı içime akıtarak
Bir mektup aldım mürşidimden
Çöplükte çırpınışlarımı sezmiş olmalı
Sezmiş olmalı ümitsizliğini
Arayışımın
Okudum saman kâğıdı üzerindeki el yazması dersimi
Çarpıldım, sendeledim
Yıkıldım her cümlesinden
Anladım neden kabul edilmediğimi divanına
Nasıl anlamak istediysem eskiden
Geç kalışın ağır hükmü uygulanacaktı gayrı
Artık duraklarda beklemenin faydası yok
Yayan uzanacağım yollarca
Tırnaklarımla arşınlayacağım eğrileri
Eğrileri ve dimdikleri -tırnaklarım sökülünceye
Acılı ruhum acıya doyuncaya dek çile çekecek
Ömür boyu yaram yaralar yeşertecek
Buğulu gözlerle bakacağım evrene
Her şey körlüğümce karanlık görünecek
O’ndan duymak hem iyi, hem kötü
Anladığını anlamak iyi
Anladığını anlamak geç, kötü
Muhip acı çekerken hüznün harabe cennetinde
Mürşid ilkeli ve vakur, gerçeği biliyor gibi
Ya o ben
Ne uyuyabilmektedir savaştan
Ne okuyabilmektedir ocak ateşinden
Savaş sanki ebedî
Ve ocak sönmede sanki
-ah bir herkes gibi olabilseydim
Eşyanın parlaklığınca eşya
Hayatın doyumsuzluğuyla cıvıl cıvıl
Koskoca bir denizin dalgaları arasında
Bir aşk böceği gibi
Doğum ile ölüm arası bir nefestir hayat
Hayat ve görünen-duyulan her şey ikisi arası
Evrenin bu bir kısa anı için
Saadetin kadehini kaldırmak için
Sonluluğumla bağlansam sonlu olana
Ah bir olabilse
Hiçbir duygu ulaşmasa hedefine
Her şey yarı yolda kalsa
Ve gülsem küllere tomurcuk tomurcuk
Kahkahalar patlatsam sonra suratına sahtekârların
Bütün maskelerimi takınarak
-Yeter artık, yeter bu kadar
Bu denli ağlattığın kader
Benim de bir mutluluk güneşim olmasın mı idi
Gözyaşlarımı silecek bir el
Gölgesinde oturacağım bir ağaç
Yakıcı güneşe perde olabilecek bir bulut
Çok mu bana
Kadere başkaldırış bile kadere bir nevi bağlanıştır
Hayır, isyan sayfalarımı yırttım
İsyan değil, inkâr değil ama
Yazılana bir hırçınlık belki
Çeperleri kırma isteği
Hokkabaz, yapma bir bebek eli uzatmış
Kırık bir el
Gökten uzanmış güya
İstemiyorum artık
Sevgiler ve nefretler iç içe
Geçtiğimiz yollarda geriye dönüş yok
Ara sıra hissedilen bir sızı kalmış yalnız
Güneşin batma isteyişindeki uzun sabırsızlık örneği
Bir geç kalış hikâyesidir yaşanan
Güneş yerine ufukta görünen
Gözyaşı ve kan okyanusudur şimdi
Eskiden güneşin batmasını isterdim
Gecenin gelmesini hep
Karanlık bastırsın her yanı
Her şey sihrine bürünsün sonsuzluğun
İsterdim ki ay bulutların ardında kalsın
Kaynasın kara atlas neşeli kızlarla
Işıltılarında belirlensin mesafeler
ÖTELER SEMBOLLER TAKINSIN
RÜYALAR SABIR TAŞI OLABİLEN
TAŞ SABRIYLA BEKLEYEBİLECEK OLAN
SEVGİLİYE KASİDELER SÖYLESİN
Ve gerçek neyse öyle mantıklı
Öyle vakur ve somut
Zulmü yeşertsin
Dönüşü olmayan yollar bilirim
Gemilerimi yaktığım zamanlar oldu
Bazen hedefi 12’den vurdum
Vurulmam gerektiğinde açtım göğsümü
Tam hedef oldum arpacıklar için
Namlulara umarsız baktığım oldu
İki kaşımın ortasından
Ama bu sefer farklı
Bu girdiğim yolda yaşamak artık bir dönüş sanki
Dönüşü olmayan bir yol
Vaktin geç olduğu bir zaman
Ki artık ümit kalmamıştır yeşerecek
Yeşertilecek
Sonlu olanın kendi elleriyle hazırlanan
Aciz fakat kahramanca denilen bir başkaldırış sahnesi
Tekrarlanan bir dram nasıl komedi olursa
Öylesine güldürsün herkesi
Palyaçonun ölümü
Herkes olmayanlar ağlasın yalnızca
-Güçlü bir dram her an ağlatır
Ölümsüzleşir mazlumların kahramanlıkları
Fatihlerin fetih destanları unutulmaz
Tekerrür bile olsa-

KOĞUŞTA[8 - Mamak Askeri Cezaevi, A, B, C, D ve E bloklarından oluşuyordu. Hepsinin kendi içinde numaralandırmaları vardı; 1,2,3,4… A Blok 2. Koğuş veya B Blok 9. Koğuş… Fakat C Blok daha hafif suçlular için… C1, C2 diye gidiyor. D Blok ise D1, D2, D3 gibi geniş arazi üzerinde prefabrik binalardan oluşuyor. D1 kendi içinde üç ayrı koğuşa sahip: D1-1, D1-2, D1-3. D2 ve D3 de öyle… Kare biçiminde bir meydan dört tarafında prefabrik binalar… Üçü koğuşlar… Biri idare binası… Hapishanenin giriş çıkışı bu idare binasından yapılıyor. A ve B bloklarında zula ve şahsi kutular olması imkânsız ilk zamanlar; D bloklarında buna imkân var. Ve buralar açık olduğundan Samsun yolu üzerinde seyir hâlindeki özellikle ağır vasıtaların -otobüslerin- tekerlek ve motor seslerini sessiz bir gecede duyabilirsiniz. Şahsi kutulardaki bisküviler biraz daha serbestleşmenin emaresi… Zulada kim bilir kimlerin resimleri var? Anne, kardeş, sevgili…]
Vıınnnnnnnn
Havayı yırtan otobüs sesleri
Ankara’ya gidenler
Ankara’dan gidenler
Bilen var mı hürriyet hasretini
Tekerlerin asfalta resmini çizdiğini
Koğuş uykuda
Ranza tahtaları uykuda
Kafes demirleri, soba, zuladaki resimler[9 - Mamak Askeri Cezaevi, A, B, C, D ve E bloklarından oluşuyordu. Hepsinin kendi içinde numaralandırmaları vardı; 1,2,3,4… A Blok 2. Koğuş veya B Blok 9. Koğuş… Fakat C Blok daha hafif suçlular için… C1, C2 diye gidiyor. D Blok ise D1, D2, D3 gibi geniş arazi üzerinde prefabrik binalardan oluşuyor. D1 kendi içinde üç ayrı koğuşa sahip: D1-1, D1-2, D1-3. D2 ve D3 de öyle… Kare biçiminde bir meydan dört tarafında prefabrik binalar… Üçü koğuşlar… Biri idare binası… Hapishanenin giriş çıkışı bu idare binasından yapılıyor. A ve B bloklarında zula ve şahsi kutular olması imkânsız ilk zamanlar; D bloklarında buna imkân var. Ve buralar açık olduğundan Samsun yolu üzerinde seyir hâlindeki özellikle ağır vasıtaların -otobüslerin- tekerlek ve motor seslerini sessiz bir gecede duyabilirsiniz. Şahsi kutulardaki bisküviler biraz daha serbestleşmenin emaresi… Zulada kim bilir kimlerin resimleri var? Anne, kardeş, sevgili…]
Ve şahsi kutulardaki bisküvitler
Nöbetçiler-düdükler
Tekmil uykuda
Esaret uykuda
Hürriyet uykuda
Adalet uykuda

SEHPA[10 - Mustafa Pehlivanoğlu’nun idam edildiği gece yazıldı.]
Kapılarında dev sancılı atlar kişniyordu
Şehsuvârını kaybetmiş küheylanlar
Yusufiye medreselerinin
Yıldızlar akıyordu omuzbaşlarından
Toprağa göklerin selâmı gibi
Sefih ve mağlub
Zebaniler bayram ediyorlardı ellerinde zil
Ellerinde hürriyetin tokmağı
Zebaniler adalet kusuyorlardı
Çiçek tozları savruk savruktu
Yeni gelinler erkek çocuk düşlüyorlardı
Geceler mum ışığı kadardı
Heykeller şarkı söylüyorlardı
Betondan, bronzdan, tunçtan
Alkış tutuyordu sular
Lokmalar kırık kırıktı
Gözyaşı damar damar kan
Boynuna halat geçirdiler mâsumun
Boynu ıpılıktı
Kalbi buzdan

YÜREK[11 - “Doğuş Edebiyat” dergisinde yayımlandı. 12 Eylül sonrası… Yürekler inkılap(!) ardından şaşkın, ürkek, şüpheci, şüpheli… “Doğuş”ta zaman zaman sohbet ediyoruz. Ama bir şey kopmuş… Bir şey… Ne o?]
Sağır renk bir duyguyle unutur sevgiyi yürek
Çağısalar şüphe duyar kalender sofrasına
İcazet bekler vurmaya kötülerin üstüne
Nihani bir cenge girer kendi kendine bilek
Bir inkılap değirmeninde öğütür kanını
Nankör saplarına cumhurun herek olur yürek
İlmü-ledûn deryasına dalar da boğulmaz
Bir katresinde cebrin şaşırıp kalır yürek

İKİNDİ[12 - Nerede yayımlandı, unuttum. Bu da Eylül şiirlerinden biri… İkindi bir şifre… Akşam, yani kıyametimiz yakındır ve biz derin sohbeti onda ederiz. Günümüzdür ikindi, yaşadığımızdır. Hüzün, aşk ve sanki evlilik mevzubahis… Oysa baştan aşağı dava şiiri… Tükenmeye yüz tutan davanın dirilişi ümidi…]
O gün gelse yine gözbebeklerinde boğulsam
O gün gelse atsız pusatsız koştursam yeniden
Yatsı sonu vakitlerinde seni koynuma alsam
Kucak dolusu ülkülerimiz olsa yeniden
Sabaha nurtopu gibi çocuklarımız olsa
İkindi vakitlerini yaşasalar erkenden
Akşam bütün hüznüyle fakir soframıza dolsa
Bütün hüznüyle sevmek yatağına çekilirken
O gün gelse ve ben eritsem buz tutmuş bir kalbi
Aşk mağlubu kahraman soyunsa korkularından
Bir evcik bulsam ki ben nice sarayların sahibi
Bir sığınak, aşkın o harç tutmaz tuğlalarından
O gün gelse, evet o gün gelse de diyorum
Dağ başlarında yine pembe dumanlar yer etse
Bütün zamanlara hakkımı helal ediyorum

YÜRÜYÜŞ KARARI[13 - Mapushaneden çıkınca yazıldı. Naci’ye ithaf olundu. Aynı koğuşu paylaştık uzunca bir müddet. Naci “Yıldızlar” şiirini yazmıştı sevgilisine… Zulada fotoğraf saklayan kimler yoktu ki?.. B Blok 7. Koğuş’tan bir arkadaşın da iki fotoğrafı vardı zulasında… Biri sevgili karısı -ki yeni evlenmişti- diğeri kamyonu… O kamyon şoförünün ne kadar da naif bir kalbi vardı…]
Zil çaldı mı yatalım mı
Sabah erken kalkalım mı
Birden yüze sayalım mı
Bir ki üç dört, bir ki üç dört
Şu zamanı durduralım
Hangi boya vurduralım
Saya saya kuduralım
Bir ki üç dört, bir ki üç dört
Bu marş böyle söylenmezdi
Gönül böyle gücenmezdi
Sevda böyle tükenmezdi
Bir ki üç dört, bir ki üç dört
Yârdan mektup bekleyene
Baba evi gözleyene
Zulada aşk gizleyene
Bağırttılar; bir ki üç dört
Bir ki üç dört, bir ki üç dört
Ey adalet üstünü ört
Ayazda kaldı hürriyet
Bir ki üç dört, bir ki üç dört

İÇERDE 1[14 - “İçerde”, “İçerde – Dışarda”, “Dışarda” bu sürecin -Eylül süreci- şiirleri… Kuş kafesten çıkmıştır ama nereye gideceğini bilmiyor…]
Yer beton, emirler beton, ekmek de öyle
Şefkat lugatlerden silinmiş gibidir
Manasız komutların ardından süngülendim
Karşı duramam ölmeye
Ama bu el, bu beni vuran el
Elin değil ki

İÇERDE 2
Bu yükü ne vakit yüklendim söyleyin
Söyleyin bu yarayı kim açtı kalbe
Bu perişan hâlimi ona demeyin
Bu yağmur böyle tesir etmezdi
Dalgalar böyle vurmazdı sahillere
Hani duvarlar üstüne üstüne gelir
Ruhunda kafesten bir kuş uçar gibi olur ya
Akşam biner ya gün aydınlığının üstüne
Ey gönül, bu kederi nereden kaptın
Baktığım yerlere bulanan bu duman nereden

İÇERDE – DIŞARDA
Yapılacak işler mi var
Çözülmemiş düğümler mi
Bu sevdâya gönlümüz dar
Bizi beklemeyin şimdi
Çağırdınız gittik geldik
Ölüm tattık hayat boyu
İstediniz hep biz verdik
Arzunuz bir dipsiz kuyu
Avuçtaki şiş inmedi
Hatırdadır olan biten
Gözlerimde yaş dinmedi
Batırdınız güle diken
Artık beklemeyin bizi
Hiç gelmeyiz yolunuza
Suçlarınız dizi dizi
Nişan taktık kolunuza
Elleriniz elleriniz
Copa benzer elleriniz
Belli ki kuvvetlisiniz
Biz olmadan da varsınız
Vatanı koruyasınız

DIŞARDA
Şiir gibi bir yalnızlıktır
Çektiğim
Bir sigara dumanında toplarım
Mısralarımı
Ve onların kaderi nefesimle
Uçar gider
Hayattan ne aldığımı bilirim
Ne verdiğimi
Can sıkıntısı sarmış benliğimi
Artık abestir her şey
Her şey ve aşk
Şimdi yoluma topuk sürür giderim
Bilmem nereyedir

TUTUKLULUĞUN 146. GÜNÜ
EVE MEKTUP
Yağmur çiseliyor dışarıda
Mazgal deliklerinden görüyorum
Oh… Hayat hâlâ güzel
Ve ümit ne tükenmez rahmet
Yağmur göklerin toprağa muhabbeti
Düşen damlalarca seviyorum
Evdekileri
Bir serçecik
Cik cik
Şarkısını söyleyecek
Bıraksalar
Hürriyetin
Tam şuramda
Kafes içinde
Bir serçecik
Yağmur yağıyor üşüyorum
Tam şuramda
Kafes içinde
Bir sıcaklık duyuyorum
Bozkır kültürüme uymayan şeyler söylüyorum
Artık söylemeliyim
“Seviyorum”
Damlalarca seviyorum yağmurlarca
Yüreğim o damlalar kadar atıyor
O damlalar kadar varım
Sonsuzu tutuklamış, sonsuza tutuklu
Sevginizle ayaktayım
İşte bir ziyası süzülüp gelmiş güneşin
Dün gece ise bir yıldızla konuştum
Ve ayın hilal şeklinde olduğu
Görüş günlerini bilirim
Yaslanmak niye
Siz orada varsınız ben burada
Varlığımız sevgimizle
Varsın çatık kaşlı duvarlar kaplasın her yanımı
Varsın beyazlarla karalar karışsın birbirine
Yeşermesin varsın başaklar ayrık otları arasından
Kim kapatabilir yüreğimi size, sonsuza
Yüreğimi kim mahkûm edebilir
Yüreğim evren kadar büyük
Bir o kadar sevginizle ayakta

DURDURUN ÇAĞI[15 - “Hareket”(1977) sayı 8]
Artık yeter ey koca kent
Ey karman çorman binalar
Ey beynime dikili taşlar
Duvarlar, vitrinler ve lambalar
Neden her intiharın
Her sonu gelmez sevdanın
Sebebinde siz varsınız
Ve neden
Açlığın, susuzluğun ve terin
Sebebi hep siz
-Güneş yanıklarıyla dolu
Güneş ışınlarıyla çatlamış
Güneşe hasret alınlardaki
Gözyaşlarının-
Ey taşlar, taş binalar
Ey insanlar, taş insanlar
Durdurun bu cinayeti
Bu gün ortasında işlenen

ANNEM[16 - Mamak 1982. İki yıla yaklaşan süre içinde, gelmediği görüş günü yok. Karda kışta, ayazda, temmuzun sıcağında zorla okutulan İstiklal Marşlarından sonra yüzünü tel kafeslerin ve kirli kalın camların arkasından seçmeye çalıştığım annem için…]
Ömrün boyunca hep koşturdun durdun
Evlatların için ordan oraya
Mamak yollarında çile doldurdun
Kıymet vermedin hiç pula paraya
Allah’a zikrinle ne kadar yakın
İblis’ten ne kadar uzaksın annem
Kar demedin geldin, ayaz demedin
Mevsimler tükendi, yıllar tükendi
Sabırlar tükendi, sen tükenmedin
Geldin de kırıldı zalimin bendi
Cennetteki yerin hazır olmalı
Topuğun çiğnesin kalbimi annem

KUCAĞINA DÖNMEK ANNEMİN[17 - İstanbul’a tayin olmuştuk. Yıl 1968. 68 kuşağında ilkokul sıralarındayım. Kadıköy Ziverbey’de evimiz. Sabah vakti. Dört bir yandan sabah ezanı duyuluyor. Gurbetteki çocuk, elemle uyanıyor. Annesi de… Onun kucağında ezanı dinliyorum. Erzincan’dan İstanbul’a gelmiş ve koca şehre alışmaya çalışan küçük kalp titriyor…]
Küçüktüm
Ellerim kocaman görünürdü gözlerime
Küçüktüm
Annemin kucağını anca doldururdum
Annemin çilesi dudaklarımda bir tad
Emeğin şarkısı – annemin ninnisi
Kolay vazgeçmemişim anne sütünden
Gözleri güzeldi annemin
Farkına varamamışım bunca senedir
Farkına varamamışım bunca kırışıklığın
Ve yaşlandığını annemin
Anne
Bilirsin ne ayrılıklarda
Bir satır mektubu esirgedim senden
Uzanıp ne mısralar indirdim mâveradan
Sundum buse buse sevgili gözlerine
Ben bunalmış sıkkın
Hayata öyle ürkek baktığım gecelerde
Nefesinle yıkanırdım
Rüzgâra verip yüzümü
Hayır dualarını fısıldardı melekler
Omuz başlarımdan
Beni çiğnerken zorbalar
Acısını sen duyardın
Yüz geri edildiğim aşklardan
Senin bağrın yanardı
Büyük işler başarmaktan döndüğüm
O gece yarılarında
Yıldızlar uykuya dalardı bulut artlarında
Sen uyumazdın
Küçülsem küçülsem de anne
Yeniden alır mı kucağın beni
Kucağında uyusam
Vatan diye kucağını bilsem
Sen ölmeden ben ölsem

KADER
Her gece yıldızların ardından seni görürüm
Kaçarım mazgallardan ranzama seni görürüm
Yirmi beş adımdır avlumuz duvardan duvara
Her adımımda hep seni, hep seni düşünürüm
Bir yerlerde olduğunu bilmek yeter bana
Sen olmasan ey kalem-i kudret mutlak ölürüm[18 - Yahya Kemal şöyle dua ederdi: “Allah’ım bana söz kudreti ver!” Kudretin kalemi olduğu içindir ki mazlum olmanın dayanılabilir ağırlığına katlanabiliyoruz. Mapusane! Her taraf duvar. Sadece yukarıdaki gökyüzü sonsuzluğu hatırlatıyor. Avlu yirmi beş adım tamı tamına…]
Evvel çizilmiş düz bir çizgidir yaşanan hayat
Kıvrımlarını böyle gecelerde ben görürüm

E Mİ
Şafak sökerken sen yanımda ol
Hem şafak sökerken hem gün batarken
Saçların boynuma dolansın e mi
Soluğunu hissedeyim bir de
Ellerin arasın ellerimi
Gözlerin bir de
Ellerim neden soğuk anla
Ve gözlerimde bu hüzün niye
Sonra güzel sözler söyle bana
Güzel bildiğin her şeyi
Ve ben göğsüne yaslanıp ağlıyayım
Sen de ağlar gibi yap
Yan yana oturup çimenler üstünde
Uzakta bir yere beraber bakalım
Yahut yan yana uzanıp sırtüstü
Göğümüzde bir yıldız arayalım

AKADEMİLİ
Sen güzeldin
Senin kadar
Bu şehir de küçük ve güzeldi
Akademiyi bitirdin sonra
Bu şehirde de nice akademiler açıldı
Sonra büyüdün, büyüdün
Önce bakışların değişti, tavrın
Sonra sözlerin, her şeyin de
Makyaj takımı edindin, tuvalet masası filan
Çoğaldı taklavatın, kırışıklığın
Bir gün hepten kayboldu güzelliğin
Bu şehrin de

BİR YÜREK SERGİLENİYOR[19 - “Doğuş” 83… Nihat Genç’le bir yayınevi kurmuştuk. Kitapçı dükkânımız da var… Kitap satıyorduk. Fuara katıldık. Zarar ettik. Bizi icraya verdiler. Işıksız kitap kokan odalarda hürriyetimizi yaşıyorduk. En azından içeride değildik. Şiirdeki “bir” ne kadar da çok… Sonraları Atatürk Kültür Merkezi’nin başkanı olan Prof. Dr. Sadık Kemal Tural, dergimiz müdavimlerinden. Ne kadar da şenlikliydi eskiden… Oturmuş “bir”leri saymış… Ne anlattığımı hiç kimse anlamadı…]
Bir kız ağlıyordu bir tavan arasında
Bin hıçkırık koptu bulutlar arkasında
İri ayaklarıyla bir küçük böcek
Daha küçük bir böceği parçalıyordu
Solgun yüzlü bir genç bir avuç kanını
Ufuk çizgisine fırlatıyordu
Kimse görmüyordu, kimse bilmiyordu
Bir devran kan kırmızı dönüyordu
Bir yürek bir fuarda sergileniyor
Nikotinsiz bir göğüs nefes alamıyordu
Kalın dudaklı takma kirpikli kadınlar
Pazarlıksız bir emekle pazarlık ediyordu
Işıksız, kitap kokan odalarda
Bir düşünce mahpusluğunu hürriyet sanıyordu
Bir âşık düşünce gibi yaşıyor
Bir kız bir tavan arasında ağlıyordu

YILMALARA ŞİİR[20 - Yılma Durak. Doğu’nun Başbuğu! Mahkemeye verdiği savunmasında herkesi ağlattı. Evliydi. Eşi ve çocuğu vardı. Zindanın karşısında ev arıyordu hanımı… Ne de çok geçim sıkıntısı çekmişti. Küçücük bir adamdı. Türkiye’nin yarısı bilirdi onu. Onun yarısı da yanlış bilirdi. Bazıları kocaman biri sanırdı. Doğunun Başbuğu ve içeridekilerin işkencesi… Devran dönecekti işte…]
Görüş gününü gözleyen analar için…
“Uzakta” yıl sayan babalar için…
Boynunu vurdular aşkın güzelin
Sevgili yerine ölümü seçtik
Silahlarınızı kuşanın gelin
Sırat Köprüsü’nden bin defa geçtik
Bekliyoruz o meydanda sizleri
Sol ellerinizde defterleriniz
Alnınızda günahların izleri
Ve ardınızdadır iblisleriniz
Sanmayın ki unutuldu olanlar
Annelerin gözyaşları, çilesi
Zindan karşısında ev arayanlar
O evlerde çocukların gözleri
Unutulmaz evet çocuk gözleri
Bir anda büyürler sanki çocuklar
Her şeyi anlatır apak yüzleri
Hesap günündeki şahidim onlar
Ah çekmenin geçti çoktan zamanı
Hem kimler duyar ki ahlarımızı
Ölgün kalpleri kim canlandırır
Kim geri verebilir aşkımızı
Bizi kandıramaz artık vaadler
Bir Allah’ımız var bir imanımız
Ayaktayız daha sıkı, daha dik
Gelecektir er geç bizim çağımız
Kurduğumuz güzel beyaz ülkeler
Kaldıracak kalplerdeki lekeyi
Kalmayacak evler artık babasız
Çocukların açılacak elleri
Ey insafa gelmez voltajcı seni
Gözleri kanlanmış çarmıhçılar ey
Emin olun affedecek sizleri
Yarını kuracak melek yüzlüler
Zulmünüz işlemez nasılsa orda
Orda hayat size çok zor gelecek
Secde ettikleriniz bile orda
Uzanıp yerlere secde edecek
Sanmayın çocuklar korktular sizden
Maskelerinizi çıkarıp gelin
Soyunup gelin insan şeklinizden
Gerçek kimliklerinizi gösterin
Çok önde gittiniz kapı kullukta
Mükâfâtı hak ettiniz doğrusu
İşkence yarası geçer parmakta
Geçmez ama ruhlardaki ağrısı
Bizler unutmaya hazırız çoktan
Ne der çocuk yüzleri bilemem
Biz deriz ki bütün bunlar Allah’tan
Onların adına bir şey diyemem
Yarın onlardır hâkimi evrenin
Evrenin, devrânın, mahkemelerin

BİZİM ÇOCUKLAR
Küçücüktü elleri
O hep duaya duran
Duyulmazdı sesleri
En derinden haykıran
Bizim çocuklar bunlar
Ehli dil, ehli dertten
Lokmasını aldılar
İsmini kazıdılar
Yerden yere vurdular
Ses çıkarmadı yine
Bizim çocuklar bunlar
Garip, mahzun, çekingen
Erzincanlıdır kimi
Kimi Sivas elinden
Yozgat’tan, Adana’dan
Çoğu Maraş ilinden
Bizim çocuklar bunlar
Anadolu kokulu
Kimi derviş kimi alp
Uçmağa varacaklar
Yeri göğe uçurup
Gökte taht kuracaklar
Bizim çocuklar bunlar
Sevişir, savaşırlar
-imansızlar korkarlar
Binbir pusu kurarlar
Karanlıkta avlarlar
Ölmez bizim çocuklar
Civanmert bakışları
Ürpertir düşmanları
Bazı yaralar onu
Sevgilinin kaşları
Bizim çocuklar bunlar
Âşık, mecnûn, kalander
Ay alınlı çocuklar
Selam getirdim size
Gökteki yıldızlardan
Ki unutmayacaklar
-kök toprağı unutsa
Yaprak havayı
Unutsa çiçeği arı

GÜL YÜZLÜ ÇOCUKLAR
Gül yüzlü çocuklar başları gökte
Eller kelepçede, gözlerde buğu
Tahta sıralarda oturuyorlar
Çiçekleri ezmeyiniz ne olur
Gül ağacı kırılmasın belinden
Gül yüzlü çocuklar bu nedir böyle
Alın yazısı mı savaş mı yoksa
Çizmeler çiğnedi pınar suyunu
Bulun çizmelerin sahiplerini
Deyin ki gezilmez böyle burada
Gül yüzlü çocuklar ağlamıyorlar
Bir yere akmalı kan gözyaşları
Gülüyor sütre gerisindekiler
Maskeler örtüyor yüzleri kim, ne
Bu geminin dümeni kimde
Gül yüzlü çocuklar bu oyun bozulacak
Yeni bir bahçe kuracağız
Bu viranede

BENDEN SANA ESEN
Saat gecenin üçü
Toprak uykuda, çiçekler uykuda
İn cin uykuda
Kaldırım taşları uykuda
Çocuklar uykuda
Evler uykuda
Kent uykuda
Gece büsbütün uykuda
Ben uyur uyanık
Ben paramparça
Sen uyuyor musun
Sen ağlıyor musun
Sen duyuyor musun
Biliyor musun ki
Bir göğüs seninle nefes alıyor
Anlıyor musun
Saat gecenin üçü
Nefesimi üflüyorum zamana
Nefesimi veriyorum eşyaya
Geceye
Kente
Kıpırdıyor yapraklar
Bir rüzgâr esiyor inceden
Benden
Ölüler doğruluyorlar kabirlerinden
Gül vermede kulağını rüzgâra
Aşkın cıvıltısını duymada
Her esintide
Nefesimi veriyorum boşluğa
Sevgimi sunuyorum
Bardaktan boşanırcasına
Yağmur yağmur
Saat gecenin üçü
Ve seninleyim

BİR SEVDÂ Kİ

Mümtaz’a…
Bir sevdâ ki sigara tiryakiliğine benzer
Bıraksan bırakmaz, bırakmasan eritir seni
Sevsen mümkünatı yok, sevmesen mümkünatı yok

BUGÜN
Beşir Ayvazoğlu’na…
Kırlarda çiçekler hep solgun bugün
Kırmış filizleri rüzgârlar bugün
Kaçmış göğümüzden yıldızlar bugün

SES
Cıvıl cıvıl cıvıldar kuşlar ağaçlarda
Çın çın çınlar boynunda koyunların çanlar
Sonsuz sükûttan su sesleri savrulur sanki

SEL
Ahmet Turan Alkan’a…
Yaban eller aldı bizi
Bin deryâya saldı bizi
Devrilir gökten çatılar, ışıklar söner birden
Saman çöpü duygularımızı uçurur bir yel
Savrulur binbir zahmetle kurduğumuz yapılar
Pamuktan ipliğimizi çeker koparır bir el
Güzeldir köknarların yaprakları deler göğü
Vakit gelir yerle yeksân eder onları bir sel

OLAN-BİTEN
Gönül tahtında güzel
Salınır gezer
Âşıklar otağında
Vurulur kurşun
Yara alır bir yerinden
Yarılır gülle

MARTILAR
Nihat Genç’e…
Kanatları suya değmiyor martıların
Böyle uçsak bile böyle duramayız
Böyle yakalayamayız avımızı
Böyle tepeden inme, bir çırpıda

DEVİR
Devrilir durur, devrilir döner devrânımız
Daha dün dostlarla dopdoluydu dergâhımız
Dize geldi dağları deviren dermânımız
Duruldu derelerimiz, duyulmaz dualarımız

BAŞAKLAR VE ÇOCUKLAR[21 - “Divan” 1980. 12 Eylül’e az bir yıldan az bir zaman var. “Divan” dergisini çıkarıyoruz. Ziraat fakültesini bitireceğiz. Şehirde mücadele veriyoruz. Ama bir de köy var. Köy çocukları…]
Sarı sarı başaklar
Bir atlas oluvermiş önümde
Gözün görebildiği kadar
Emeğin şarkısını söylüyorlar
Salınıyorlar önünde rüzgârın
Bir çocuk görüyorum
Sırtı kaşınıyor saman parçalarından
Savrulan tozlar gözlerini yakıyor
Çelişkisi sergileniyor hayatın harman yerinde
Harman yerinde oyun oynuyor çocuk
Oyuncakları sahicikten, sahici oyuncaklar
Öküz, döven ve yakan güneş
Kalaylı testi
Suyu ılımış
Çocuklar bilirim harman yerlerinde
Elleri “pamuk gibi” olmayan
Oyun oynar gibi çalışan
On iki saat çalışan
Çocuklar bilirim kara kara çatlak çatlak elleri

MÜNZEVİ[22 - Sayfa 68’de “Pürtelaş” var. Her ikisi bir araya gelince Münzevi-Pürtelaş oluyor. Münzevi ve Pürtelaş; âdeta karakterim oluyorlar çoklukla… Münzevi-Pürtelaş Esra Yayınları arasından çıkan şiir kitabımın da adı.]
Sevmek yolu bir çıkmaz sokağa varır işte
İşte böyle bir kalakalmazlık içinde
Çözülür tuğlaları bir eski yapının
İçi boş gösterişli sıvalar içinde
Çok çehreli bir güzel peşinde tüketir sevgili
Bir âşık binbir kararsızlıklar içinde
Münzevî bir şiiri didikleyip durur
Bir şair unutulmuş haksızlıklar içinde

GÜN BATIMI
Yine bir gün batımında
Yenidir her dem hüzngâh
İlk aşk günah rıhtımında
Çıkagelir gâh ü nâ-gâh
O gelir ve ben giderim
Su yoksulu mavnalarda
Hüznümü ifsah ederim
Kırık dökük aynalarda

İKİNDİ SONLARI
Küskün ikindi sonları
Artık gün bir nostalji gibi uzar
Hem geceye bir koşu hem bir kaçıştır
Sevdâyı yıldızlara bölüp göğe saçarız
Sayısınca yalnızlığımızın
Küskün ikindi sonları
Esintiler gibi dökülür pişmanlıklar
Yaza veda eden yapraklardan
Ve ağaçlara çizilen oklardan
Delik deşik bir kalp resmidir kalan
Etrafında ezik, kaçamak öpüşler
Yağmur ha yağdı ha yağacak
Sevmek bakır sinide bir tulum peyniri
Bir bir enseme vuracak damlacıkları
Sırra kadem aşkların
Ikide bir kopup duran bir film
Karışmış renkleri ve titrek görüntüsüyle
Ninni arasında uyanışlar, gülüşler
Dile gelmeyen sevdâların abandığı titrek kalp
Şimdi hangi mısra ile avunacaktır ki
Tamamlanmamış şiirler öyle kalmalı değil mi
Ve çiziktirilen son kelimeler
Bulut olup dağılmalı
Savrulmalı çiçek tozları gibi
Yanaktaki gözyaşı gibi
İlk sevgilinin unutulmayan ismindeki
Heceler gibi
Ah uçup gitti her şey her eskiyen gün gibi
Küskün ikindi sonlarında bir şey ararım
Avcumda sanki kül olmuş bir yaprak tutarım
Hem toz olup uçmasından korkarım
Hem rüzgâr beklerim dağıtsın hüznümü diye
Ben niye ağlarım
Küskün ikindi sonlarında
Ben niye

ORADA HER ŞEY ÖZÜYLE
Ber – hükm-i kazâ-yı nâmuvâfık
Hüsn oldu cemâl-i aşk’a âşık
Bin cân ile hüsn-i âlem – ârâ
Çün oldu o Yusuf’a Züleyha
    ŞEYH GALİP
Yusuf ile Züleyha arasında değil aşk
Yusuf’ta düğümlenen bir bilmece
Ondan ötesi sevginin bilinmez
Nasıl bilinmezse ondan ötesi hasretin, hüznün
Sonsuzluğu alır eline âşık
Sonsuzluk yüreğinde zira
Ve yüreği her an elinde bir çiçektir
Güzele sunulacak bir gün
Ama sonlu olanlardan kaçıyor o
Zira sonluları göremiyor gözleri
Kendi gözlerini de
Bildiğiniz aynalardan olmaz
Metafizik ülkelerde ve ne de renkler
Beyaz beyaza şarkı söyler orada
Orada her şey özüyle
Beyazın tonları serilir
Beyaz nehir üzerine
Kuvvetliyseniz eğer
Kuvvetliyse aşkınız
Ve arayışınız arayış kadar
Karmaşık ise
Belki pembeleşir nehir
Duyulur belki orada sesiniz
Ahınız ancak orada şarkılanır
Orada anlaşılabilirsiniz
Orada anlayabilirsiniz
Burada didişmeye devam
Sokaklar ve betondan binaların giriş kapıları
Önlerinde direkler sanki saatin tiktakları
Vakit gibi ölmekteler
Arkada kaldı zaman
Belki çıkacak ana caddeye
Elbet bu sokaklar
Kentin ana caddesi
Anlamadan sokakların sevdâsını
Kendisine uzanan
Kentler arası bir otobana saracak
Sert, asfalt kollarını
Artık, ne yanda kaldırımlar olacak
Ne binaların giriş kapıları
Ne de perde aralarından süzülen
Mutluluk ışıkları
Yalnız kilometrelerin şarkıları kalacak
Bu tablo, bu bitmemiş tablo
Belki bir gün… diyecek hep
Umut mabedinde diz çökecek
Bilmediği dûalardan okuyacak
Zaman ve mekân saracak onu
Kıstıracak, sıkacak
Bir çerçeve ve köşebentleri gibi
Dört yanından
Çiviler arkadan çakılacak
Üzerine çerçevelerin
Ve tuval gergin
Ve şehvet şarabını içmiş boyalar
Kusmaya hazırdırlar palette
Ressam günahın portresini tasarlıyor
Uzun parmaklarında tuttuğu
Uzun fırçalar
Bütün kıllarıyla hazır, beklemekteler
Ve yolcu gecenin karanlığında
Düşüyor bir inşaat çukuruna
Ölüm bu kadar basit işte
Ne kaldı sanki göğün karanlığından
Selam
Cenaze merasiminde taşınsın o da
Bir tabut içinde
Yolcunun tabutunun ardından
Beraber gömülsünler toprağa beraber
Unutmayın sâdece bir oyundur bu
Zira öteler hâlâ selâm göndermekteler
Yolcunun ise mezarında
O ilk gömme törenlerinden kalan
Çiçekler kuru
Ve yerin çocukları her gün
Yatıp kalkıp, dönüp durup, gidip gelip
Bu bilinen oyunu biteviye
Sahnelemekteler

ÖMÜR[23 - Aruzla ilk tanışmam ortaokul sıralarında oldu. Ablalarım lisede okurken Nihat Sami Banarlı’nın lise edebiyat ders kitaplarından öğrendim aruzu. O sıralarda iki şiirim “Genç Şairler Antolojisi”nde yayımlandı. Aradan geçen çeyrek asırdan sonraki aruz denemelerimden biri de bu…]
Rûyâ gibi bir ömrü fâşetmekten yoruldum
Hep bir başka hayâtı gözetmekten yoruldum
Heybetli doruklarda seken ceylan gibiydim
Hiç yormadı dağlar beni düzdeyken yoruldum
Kuşlar gibi uçtum da bir çaydan geçemedim
Hazrolda yorulmadım rahattayken yoruldum
Zindanlara düştüm de hiç şikâyet etmedim
Devletlûye pazarlıklı temennâdan yoruldum
İkbâl ile istikbâle dâir perîşânım
Hüsran yine ensemde düşünmekten yoruldum
Dâvâ adamından ne dolaplar döndüğünü
Gördüm de o dâvâda sadâkatten yoruldum
Lütfî seni bilmez uğruna yandığın dostlar
Sen neyle yanarsın sual etmekten yoruldum

YOLDA[24 - Bu da bir gazel. Yolda gazeli… Yol malum… Bu da Müstef’ilü, müstef’ilü, müstef’ilü, fa’lün vezninde… Vezin de redif de kafiye de naif… Ama burada hem serbest hem hece vezninin gizli hâkimiyet mücadelesi var. Yoldaki mücadeleler gibi…]
Bir noktaya basmam yürümekteyken bir yolda
Kim söyledi aşkın dili giryân olur yolda
Şol dünyayı alsam tutuversem şol elimde
Kanmış ruhumun postunu sermek düşü yolda
Hicranla yanan ben, sana râm olmuş olan ben
Bir tek bakışın kâfi gelir gör beni yolda
Yollar ne tuzaklar taşıyor, hicranlar bir de
Azmetmeli, sabretmeli berk kalmaya yolda
Ben belki bu girdâbı bilmekteydim ezelden
Israr ile en doğru bulunsun doğru yolda

SİNEK MEDENİYETİNE DAİR
Uzun yaz akşamlarında sahipsiz yokluğumuz
Gölgesiz yürüyüşümüz bir hayale doğrudur
Bu kentin varoşlarında sayısız çokluğumuz
Musikisiz ve şiirsiz bir dudağa mültesem
Nice ilhamlar edindik, nice çileler çektik
Sinek medeniyetine ait ve ona dair
Hantal, çorak topraklara nice tohumlar ektik
Kin ektik, şehitler biçtik melekûta müsellem

HASTA YÜZYIL YORGUN KERVAN[25 - Yeni bir tarz… Besteledim. Üç farklı bestesi var.]
Şafak vakti çalan çanlar
Yeryüzü bir kervansaray
Sergüzeşt serseri çağlar
Suya düşen kimsesiz ay
Sesin kalbimde çınlar
Âsumanı sarar bir yay
Sesin insan sesi midir
Soyunsun kılıçlar kından
Nefesin ibrahim midir
Ardımızdan gelen rüzgâr
Sürükler bizi çöllere
Çekilecek çileler var
Çöledir yolumuz çöle
Arayışla bulunur yâr
Damlalar biriksin göle
Kum tanesi gibi yanar
Göğsümden süzülen kervan
Bir iz arar, bir iz anar
Hasta yüzyıl yorgun kervan
Vahalarla taşsa da çöl
Hasta yüzyıl yorgun kervan

GECEYE TÜRKÜ
Kendi elimizle gömdük geceyi
Gömdük ömrümüzü ellerimizle
Düğmeye basınca söndü lambalar
Düştük erte günün aydınlığına
Başka bir gün artık bu birden gelen
Durdu akan zaman bir tek sesiyle
Lamba yanarken dün, sönükken bugün
Gece nasıl aktı böyle sessizce
Güneşe ve aya, akan zamana
Kımıldadıkça siz, ben ölüyorum
Söyleyeceklerim var benim de hey
Kaçan yolcu böyle umursamadan
Yelkovanı tutuyorum inatla
Akrepse geçiyor birden dörtnala
Neden kapılanır başka bir güne
Günün zirvesinde gece yarısı
Yeniden doğmak mı böyle her günle
Ölmek mi doğrudur biten geceyle
Tabiatın, cemiyetin, tarihin
Nabzında tıklayan bir lamba sesi
Bendim geçen gece birden kararan
Madonna gözlerden eteklerine
Bendim hoyrat, aşüfte akşamlardan
Mütereddid sabahlara uzanan
Musahhih şairler uyuya kalır
Püriten mısralar sabah olmadan
Pelüre yazdığım şiirler solar
Unutulur heterodoks dualar
Buz kesen ayazla seviştim gece
Yitik mısralarla, sakıt vezinle
Belki bir gün peşindeki hayatı
Bitmeyen geceyle uzar sanırım

YÂR OLDU
– - . . / – - . . / – - . . / – -
Cânım efendim gör geceler bana yâr oldu
Senin nefesinden yine vuslat bahar oldu
Mecnun kimi bulsun da avunsun ya leylâ
Aşk hasreti dünyaya dalandan bîzâr oldu
Leylâ onu senden ayıran sebep ne ola
Gerçek acaba hangi yüzünden bakar oldu
Benden uzak dursun aşk, beni mecnûn kılmasın
Mecnûn değilken dünya bana târümar oldu
Aşk her şeye rağmen dokunur kalbine leylâ
Dünyâ sana senden daha isyanlı yâr oldu
Gezgin dolaşırsın öyle âlemde boşuna
Derviş gibi zikrinle mi postunla mı leylâ

HAYRET
Hayret, bilerek sırt çevirenlerden olmuşsun
Hayret, seni geçmişte bırakanlarla olmuşsun
Bir ses duyacak olsan meylin hemen oraya
Bilmem seni mankurt yapan elden ne ummuşsun
Kalbin ne fesat bir yele gark olmuş yıkılmış
Ömrün kara bir iz gibi kalmış gamla dolmuşsun

PÜRTELAŞ
Naif ve kırılmış bu çocuk kalbi pürtelaş
Âşık olmadayken de olunca da pürtelaş

ŞEYTANIN SESİ
Ay anında belirdi
Nazlı bir hilâldi
Ve serpilmiş yıldızlar
Deniz dibi gökte
İnciler gibi
Melûl, mahzun yıldızlar
Ülkeler sıralı ülkeler
Doğudan batıya
Tarih ötesinden
Geliyorlar peş peşe
Toprak renkli ülkeler
Uçuk mağlup ülkeler
Ayak sesleri zamanın
Tik tak, tik tak
Ha gayret ha gayret
Koşun kendi sonunuza
Sınırına zamanın
Ve ağlamaların
Koşuşturur insanlar
Hep yeniye yeniye
Soranlara nereye
Bu koşu böyle nereye
Derler hep bir ağızdan
Sen geriye
Kaplar kahkahalar her yanı
Düğümlenen nefesler
Janus’un kaçıncı yüzü
Tarihin yazmadığı
Bu kaçıncı hıçkırık
Hangi günün gök yüzü
Onun kahkahaları bunlar
Onun kahkahaları
Zikir ülkesinden kovulan
Toprak üstüne atılan
Bu yarım kalan her şey
Şeytanın sesi bu tanıdım

KÜRŞAD
Bir kürşad düşerken son nefesinde
Elif dedi diyemedi lâmelif
Ölümün tarifsiz mesafesinde
Ruh bin parça, vücut ayrıldı lif lif

MEVSİMLER ESKİDİ SEVDA ESKİDİ
Kolay değil kolay değil anladım
Bir ömür boşuna bekledim durdum
Bir çift göz için hep kalbimi yordum
Mevsimler eskidi sevda eskidi
Eski şiirdeki güller eskidi
Kolay değil kolay değil hep sevmek
Her aşkın sonunda gözyaşı dökmek
Kaderim çöllerde hep serap görmek
Mevsimler eskidi sevda eskidi
Bir ömür gidilen yollar eskidi
Ne çöllerden kaçabildim ne senden
Ne de rüyama giren gözlerinden
Bir tutabilseydim ah ellerinden
Mevsimler eskidi sevda eskidi
Tükenmez sanılan ümit eskidi

VİRANE ŞİİR
Bir şiir bahçesi gibidir gönlüm
Mûsikîye âşık deli mısralar gezinir
Bülbüller dal arar konacak
Güller soyunur nâmelerine
Şimdi bir süvari gelir dolu dizgin
Ateş saçar dudaklarından
Bahçeler döner viraneye
Naraya terk eder yerini şiir

YEDİVEREN GÜLÜ
Sen ufkumda yediveren gülü
Sen saçlarıma dökülen yağmur damlası
Bu gece sokakları sana katlarım
Seni gönlümde sonsuza saklarım
Ellerin ne kadar narin
Avuç içinin sıcaklığı hâlâ kudurtur beni
Ya gözlerin, derinliği gözlerinin
Bir de saçların, saçlarının omzunda savrukluğu
Sonra gülüşün, gülüşün eritir beni
Sen ufkumda yediveren gülü
Sen gözlerimde gönül damlası
Bu gece yanımda olsaydın derim
Öteler ötesinden çağırsan gelirim

ZEBANİ TERAZİLERİ
Ölümün resmini çiziyorlardı
Melek kanatlarıyla iri ressamlar
Siyah beyaz bulutlardan
Sonsuzluğun maviliği üstüne
Haydi çağırın zebanileri
Vereyim bu çizgilerin hesabını
Bu boyaları nereden bulduğumu
Ve içimdeki şeytanca başkaldırışın
Zebaniler ellerinde teraziler
Üstüme üstüme geliyorlar

KARTVİZİT[26 - İlk kartvizitimi bastırmıştım. Artık işi, şanı belli adam, öyle mi? Kendiyle dalga geçen adam ne yapacak bu kartviziti?..]
Yüreğimdeki çizgiler gözlerimin yorgunluğu
Ayaklarım kaldırımları süpürür
İzmarit dudaklarımı yakıyor, ellerim cepte
Bir şiir tutturmuşum önümden gider
Şair kızların eteğini kaldırmak isterim
Kartvizit bastırdım üstüne ne yazdırdım
Köşeleriyle dişlerimi karıştırdım

LİSELİ AŞKIM
Biliyor musun on üç sene geçmiş
Seni gözlerimle öptüğüm
İlk sayfasına hatıra defterinin
İlk şiirimi yazdığım
O yağmurlu Nisan günü üzerinden
Sen tavizler doğurdun oğlan kız
Hani dönmeyecektik sözümüzden
Hani ak selviler ötesinnde bekleyecektin
Sabrıyla o üstüne oturduğumuz
Soğuk ıslak taşların
Sen liseli küçük kız
Şimdilerde belli ki bir annesin
Kalçası, midesi büyümüş
Çocukların birbirleriyle kavga ediyordur
Sen bir dövünüp bir döğüyorsundur
Kocanla belli saatlerde tartışıyor
Belli saatlerde yatıyorsundur
Ya ilk öpüş küçük kız ilk öpüş
Ruj sürerken dudaklarına
Belki hatırlıyorsundur
    1986

ÇOCUKLAR
Binbir zahmetle kurdu çocuk
Yıktı bir çırpıda kalesini dalgalar
Ağladı çocuk
Annesi güldü şezlongda
Mayosunun üzerinde bir erkek eli
Siteler’de bir mobilya atölyesi
Tezgâh başında bir çocuk
Ne çocuk
Elini kaptırır hızara
Islatır kanı kuru tahtaları
Bastırır iniltisini çocuğun
Çekiç sesleri
Hızar sesleri
İnsan sesleri
Ağlar içinden yürek kan kan
Böyle çocuklar için

ROTA
Ne göğün rengi dediğin gibi ne toprağın
Yok kardeşim, yok artık bildiğin gibi değil
Senin gözlerin başka görür, benimki başka
Bir gemiye binmişiz de rotamız bir değil

KEVSER
Her gece rüyamda bitmez depreniş
Her gece hasretinle ben yanarım
Varlığım varlığın içre erimiş
Aşkının esiridir duygularım
Sende gördüm ben gerçeği, güzeli
Arayış sırrına seninle vardım
Sınırsızlığımın sensin sebebi
Meçhuller düşünü seninle kardım
Dökülen heceler dudaklarından
İçimde bir serin yel estirirdi
Ruhum ürperirdi bakışlarından
Göz bebeklerinden içtim kevseri

HAYKIRIŞ

1
Ay buluttan sıyrılanda
Kalkanda perdeler gözden
Gönül aşkınla dolanda
Bir ah duyulur inceden
Dudaklarım kıpırdamaz
-Lâkin
Bilirim o ah bendendir
Bülbül güle nâme dizer
Gül dikenin gösterende
O sevgili gözün sürer
Ben ah çekip inleyende
Ahım göklere ulaşır
-Da
O yâr duymaz kollarımda
2
Haykırırım sesim çıkmaz
Sevgili insafa gelmez
Gönül yine de gücenmez
Dolar ağlar, taşar ağlar

ZAMAN
İhmalin hıncını alınca zaman
Bir ömürdür mağarada yaşanan
Kafdağı’ndan akıp gelen bir nehir
Seher vakti öten bülbül, açan gül
Şafakta çan, şafakta ezan zaman

KIŞ KÜSKÜNLÜKLERİ
Karlar erirken üşürüm
Kamyonlar gülerken sıçratır kusmuğunu
Yollar transparan giysiyle yapışık
Dolunay deli divane eder tuttuğunu
Kar üşür, ben üşürüm
Gece buza keser asfalt
Kırdığım camları hatırlatır düpedüz
Ve yüreğim ellerimdedir ellerim kanla bulaşık
Yine âşık olmadayım yüzde yüz
Kar erir, ben eririm
Gidişi gelişinden zor bu mevsimin
Eriyen karla akıp gider tevekkül
Bütün hislerim melûl, düşlerim karışık
Kaldırımdan ayaklarıma sızar tefekkür
Kar yürür, ben yürürüm
Yol taşımaz bu sevdayı ben taşırım
Bahara küskünüm, baharla gelecek sevdâlara
Ruhum hep o eski aşklarla dolaşık
Aldanmayacağım artık vedalara da
Kar küskün, ben küskünüm

NABUKADNEZAR
Asırlarca önceydi
Asurlar hâkimdi Maveraünnehir’de
Fırat ve Dicle, Basra’ya ayrı ayrı dökülürdü
Asırlarca önceydi
Bâbil kızları -her gece biri
Kulenin en üstündeki tapınakta yatarlardı
Tanrılarla paylaşırlarmış yataklarını
Arşa uzanan kulenin yeller eser yerinde şimdi
Bâbil’in en güçlü kralı Nabukadnezardır
Bâbil’in altın çağı onun çağıdır
Bâbil’in çöküşü de onunladır
Büyüklük sarhoşluğu değiştirdi kralı
Dörtayaküstü yürüdü
Otladı hayvanlar gibi
İnsanların hükümdarı düşer bir it derekesine
Tanrılarla arkadaşlık kurulan bu ülkede
Başlar bir it dalaşı
Senede bir defa yaşanan zina
Yaşanır her gece

GÖNÜL
Bu kararsız gönülle yollara düşülür mü
Sevda sevda üstüne kalp bina edilir mi
Böyle gün ortasında sevgili öpülür mü
Nedir senden çektiğim deli divane gönül
Sevdin mi sevmedin mi? Bak sen de bilmiyorsun
Kaç gönül yıktın ama hâlâ uslanmıyorsun
Saadet peşindeyken yine de gülmüyorsun
Nedir senden çektiğim deli divane gönül
Döktüğün gözyaşları dere olup da çağlar
Dıştan gülen gözlerin içten içe kan ağlar
Her attığın ok böyle döner de seni dağlar
Nedir senden çektiğim deli divane gönül

SESLİ DÜŞÜNME
Koşuyorsa atın niye dursun ki
Bırak dizginini koştursun dursun
Çıkmışsa kılıçlar kından bir kere
Boyanmadan al kanlara girmesin
Söz de artık söz de geri dönmesin
Koynumuza yârimizi almadan
Ak ellere kara kına çalmadan
Yolumuza eşkiyalar dolmadan
Koşturalım varılacak nereyse
Nereyedir bu koşturma nereye
Ne kaldı ki ülkümüzden geriye
Parsellenmiş vicdanlarla iyiye
Ve güzele ulaşmamız kabil mi
Boş yollara kanlarımız sebil mi
Güzelleri çirkinlere yâr eden
Arslanları kedilere boğduran
Hırsızlara iş bitiren dedirten
Bu tuhaf düzende yerimiz nere
Bu garip dünyada yönümüz nere
Yeise düşme sen, yeis haramdır
Biliyoruz bugün her yan talandır
Kim derse ki gaye tamam yalandır
İşimiz çok yol uzundur bunu bil
Uğraş didin boşa gitti çabalar
Bizi düşman değil kardeş yaralar

UYUMSUZ

1
Ağladığım zamanlar olur
Yüreğimi kaparım
Doğacak günlerimi öldürürüm
Acımasızca
Ben sabahların olmasını istemem
Güneş doğmasın üzerime
Karanlıklar benim alın yazım
Yüreğimi alsam elime
İşaret etsem en soğuk geceleri
Ve haykırsam
Kapkaranlık sonsuzluğu verin bana
Üzerindeki her şey sizlerin olsun
Öylesine kopar gök benden
Öylesine parçalar yüreğimi
Ayrılamadığım hayallerim olur
Gözler olur gözlerimi alamam
Unutamadıklarım olur
Ve alır götürürler sevdiklerimi
Gene karanlıklara dönerim ben
Karanlığa yazarım anılarımı
Kimsenin bilmesini istemem
Ve ağladığım zamanlar olur
Siyah bir fona siyah bir kalemle
Yazarım gözyaşlarımı
2
Durun
Artık burdan öteye dağ geçit vermez
Burdan öteye gidemez insan
Kayalar bile korku duyar bundan sonrası
Dağ bundan sonrası bir canavardır
Alır kolları arasına vadilere bırakır
Burdan öte yalnız kahramanlar yol bulur
Aşkın kahramanlarına geçit verir bu dağlar
Yalnız Keremler, Ferhatlar bilir sırrını
Kalbine güvenen varsa buyursun, işte dağlar
Sevenler neredeler
Sevgililer öte yanda kaldılar işte
Kim geçecek şimdi bu yardan
Kim aşacak dağları
Sevginiz kadar konuşun artık
Sevginiz kadar kahramanlaşın
Öyle kolay geçit vermez bu dağlar herkese
Bundan böyle sevenler arşınlasın
Yolları
Berikiler siz durun
3
Doğacak yeni vakit
Kurulacak bina
Çatılar çatılacak
Sağlam temeller üstüne
Yükselecek yeni bina
Ayaklarım vardı arşınlayacak
Yolları bucak bucak
Cenderelerde sıkıştırılan kollarım
Evreni saracak
Çalkalandı dünya umutla
Şarkı söyledi dalgalar
Dağlar hasret bulutlara
Ve çöktü üzerime kargalar
Meltemler hep uzak yörelerdedir
Buranın kaderi kasırgalar
4
Sen, ben
Ve deniz ve masmavi gökyüzü
Ve serpilmiş ikisi arasına
O gurup vakti, o dem
Bütün kızıllığınca
Uçkun bakışlarınla yaşadım
Sevginle dopdolu
Damla damla eridim yanında
Tükendim hasretinden
Ömür boyu
Ey sevgili ya sil beni gözlerinden
Ümid ver ya da… Ve terk et
Buluşmak üzre sonsuzluğumuzda
O beyaz ülkelerde… Yeniden
Yeniden ve aşk orda biteviye
5
Bu taş binalar ortasında benim ne işim var
Bu taş kalpler arasında ne geziniyorum
Ne arıyorum ben bu çöplükte
Ayaklarım bu kaldırımlarda yabancı
Tanıyorum… Bu çöplük de beni tanır
Uzun yıllar hep iç içe yaşadık
Fakat hep garipserdi o beni
Ben ise hep yabancı kaldım
Şimdi duydum ki; yabancılar çoğalmış
Çöpler de çöplüğün dışına taşmış

KUTLU DOĞUM’UN PEŞİNDE

NAAT
Çabucak ve kolay yoldan çağdaşlaşma peşinde
Nice önderleri düş kırıklığına uğrattı çağlar
Gerçekten yaşanan nedir – duyulan ne
En enformatik bir cemiyet şem’ası mı?
Belinde bir ilik emiş acısı
Ve zamanın onulmaz doğum sancısı
Tarih düşülmeyen bir vakte midir akış
Bu kalkış, bu uyanış yoksa bir kopuş mudur?
Bir yer açıldı da bir yer kapandı
Belki kuşun kanadı – belki göz kapakları
Ya bu kahredici susuş geceden beter
Bir yerlerde birileri ne eker
Ekmeli… Toprak bir ilave beklemeli
Başaklar yeşerecek danesiz daneli
Niçin şarkılarımız yavan yanlış geliyor
Neyin içinde bir şey için için eriyor
Bu fırtına sessizliği – bu sükûtun korkunç nağmesi
Çocuk şarkılarında ihtiyar tekerlemesi
Gerçeğe kapanmış bir yalan dünya örmüşüz
İlmik ilmik iftira – riya ve rüya
Sırtı dönük kahramanları arkadan vurmak gibi
Karıncalar karşısında heybetle durmak gibi
Nerede attığını sayı yapan uzun adam[27 - Kerim Abdülcabbar]
Hani tren çarpması yumruğuyla adaşın[28 - Muhammed Ali Clay]
Güzel şarkılar söylerdi bulutlu adalı[29 - Cat Stevans-Yusuf İslam]
Artık bestesi yok – nutukları var… Bir de sakalı
Ezan sesi duymak ayda[30 - Neil Armstrong] – deryalar hikmetini çözmek[31 - Kaptan Kusto]
O komünden bu komüne geçen bilim adamları[32 - Roger GaraudyTabii bütün bu şahıslar bahane… Onlarla bir alıp veremediğim yok… Burada eleştiri getirmek istediğim Müslümanlar arasında giderek yaygınlaşan ve daha çok da kâfirlere yakışan tavırlar… Üstelik de 2000’li yıllar henüz gelmemiştir… Bu şiir, 90’lı yılların başında yazıldı. Kalvinist İslamcılığın önceden keşfi…]
***
Eyüp’te bir mezar taşı kırılmış sarığıyla
Ölüm ve doğum oranı yüksek memleketlerimiz
Ya ihtişam ya sefalet simgesi kent çekiciliği
Altın sarısı saçlarıyla bizi kendine çeken
Kısır yosmaların uzun tırnaklı elleri
Bellerinde nice keskin kılıçlı süvari
Kemiklerini erittiler de unutup döğüşleri
Cevapsız sorularla dolu imtihan günleri
Ve bekler son durakta birileri
Kimleri
Belki son durak da yok
Bir anlamda kimsenin beklediği de
Erde şan isteyen o nazlı gelin de
Sevdiği de
Yalan
Ya da gerçek – hangi aşkı sonsuz gördük
Hangi öpüş nefes almak yerine
İlmikler arasından sızmaya çalışan irinler gördüm
Bir tereddüt gibi serili seccademde
Alnımı yaslasam mı?
Hep kıyamda mı dursam
Körpe şehitler mi taşısam
Kendi cenazemde…
İki gözümüzle iki ayrı film seyredercesine
Birkaç damla gözyaşı tebessümlü yüzde
İğreti binalarda hisse senetleri
Onun – bunun
Her hamlede mat olma korkusu
Ardından tepeden inme neş’e beklentisi
Hemen kazanmanın
Nun karnında bir nokta
Te ona benzer – se ona benzer
Bir iki üç – bir iki üç
Haydi biraz daha güç
Neden çelik bilek değilsin oğlum
Ben seni bu günler için doğurdum
Der de durur üvey ana
Yetimin hakkı yetime
Sezar çıkagelir ansızın
Ben yetimim diye
Ben yetimim ve benim oyuncağım olun
Peygamber kelâmının karşısında hazır olun
Dillerinde sevgi sözcüğü – yürekleri sevgisiz
Kaçak güreşen dava adamları
Zemzem suyunu çalıp/şehir suyuna katarak
Şifa dağıttılar
Anneler gözleri yaşlı/taş basarak bağırlarına
Onları kucakladılar
Burçlara hiç tırmanmadan
Yürütmeden gemileri karadan
Fatih edasında nice ucuz kahraman
El mi yaman – bey mi yaman
Diyerek bağladılar kırk katırı kırk satıra
Öyle ya at binenin kılıç kuşananın
Ya mazlumları kim kayıra
Mazlumlar ya muhammed mazlumlar
Titreşir gönülleri isminle
Görüşmeden o mübarek cisminle
Bir uluğ vecd içinde
Yoluna baş koyarlar
Ve kimi adamlar
Binlerce deve yükü heybelerinde
Kul hakkı taşırlar.

SEVGİLİ
Her gece yolunu bekleyip durdum
Yeis girdabında kahırla doldum
Kopan bir gül gibi sararıp soldum
Elini ver, kalbimi al sevgilim
Neler umdum, neler buldum hayattan
Hep didindim, kaçar oldum rahattan
Bengisu beklerken şu tabiattan
Bak kanıma zehir akar sevgilim
Gurbetin yolunda doğdum sanki ben
Bir dem yaşamadan öldüm sanki ben
Tabuta girmeden duydum sanki ben
Ölümün sesini her dem sevgilim
Sevgiyi ararken güzel gözünde
Tarifsiz bir sevda gezer özümde
Koşa koşa derman kalmaz dizimde
Buldum derken yitiririm sevgilim
Başka uyandığın bir gün gelecek
Çocuklar her sabah başka gülecek
Yönüm nereyedir, kim ne bilecek
Gelemedim, geleceğim sevgilim
Kayar toprak, beden kalmaz sevgilim
Akar zaman geri gelmez sevgilim
Sana varmak kolay olmaz sevgilim
Sevmek güzel ölene dek sevgilim

ÖTELER
Mezarlar yarıldı
Kaçıştı cinler
Tabutlar çatırdadı
Zınk diye durdu zaman
Evren karanlığa gömüldü
Ölü
Kefenini yırtıyor şimdi
Nefes alıyor yaratık
Kaplıyor atmosfer ciğerleri tümüyle
Zikr
Her nefeste hû
Yıkılsın artık duvarlar
Perdeleri kaldırın
Açılsın gökyüzü renk cümbüşüne
Kurtulun artık duman ülkesinden
Daireler iç içe -derinlik- çaplar eşit
Alıp yaprağı yerden
Döne döne yukarılara savuruş
Eylem
O sonsuzluklar ülkesine hareket
Şimdi zaman bir çeri
Ve mekân saray
Kral uykuda
Ölü hayat dansına başladı
Maestro…
Hey çalsın tamtamlar
Dokunsun tellere parmaklar
Gümbür gümbür çağıldasın su
Varlığın ilki deniz
Ve deniz hayata gebedir
Doğuş
Sapan taşından fırlayacak taş gibi
Bekliyor
Ve gürültü; denizin dibinden geliyor gürültü
Bir yumruk gibi şakakta patlıyor
Bir an baygınlık ve
Çağlamak, dirilmek, uyanış…
Varlık peydahlandı denizin üstünde bir kuş
Kalbinin çarpışı duyuluyor
Heyecan, canlı oluş
Su kıskandı canlıyı
Hâlbuki kendindedir hayat
Hayatın zeminidir su
Bunu bilmez su
Bağrı yanıkların
Kuru, kupkuru çatlak dudaklarından
Dökülecek son sözlerin su olduğunu..
Bilmez su
Boğmak istedi kuşu su
Boğmak istedi içine alarak
Aşk onca buydu
Zulm ve aşk
Aşkın sonu zulüm
Nasıl sebebiyse
Velilerden Abdullah’ın dediği gibiyse
Yaradan’a kulluktan kaçılan her an
Zulmün ta kendisi
Varoluş bir eziyet
Bir yabancılaşma özüne
Mutlak ebedî hakikatten kopuş
Fakat her nefeste hû gizli
Her nefeste Allah
Zikirden o an fikir doğacak
Bir güneş gibi
Vahy fikri
Sesler gaiplerden bir akis
Meclis: Mağara
Okumak ilk emir insana
İkra
Ve yarıldı mağara
Bu alfabe hangi alfabe
Ya bu gramer
Sayfalar çevrildi
Ne okuyacak insan
Çarpıldı, sendeledi
Her yanını O kaplamıştı
Ve her yan O’nda
Okumak
Allah’ın adıyla
Okudu
Bütün mağara okudu
Bütün bir mekân
Ses yankılandı evrende
Her şey yöneldi Rabbi’ne
Heyecan son haddinde
Kalplerde depreniş
Bir ürperti
Kapı kapandı
Kervan durdu
Ya gidiyordu da biz koptuk
Korkunç boşluk…
Kurtar bizi ya Rab
Kurtar
Ölüler evinden selam getirdim
Mezar taşları uğurladılar beni
Tabutlar mağaralar gibidir
Beyaz kefendir karanlıkta fener
Eşyalar köşesizdir
Eşyalar birbirine döner
Dokunun mezar taşlarına dokunun
Gece bir fatiha silüetinizden

NAAT-I ŞERİFE-İ 21. YÜZYIL[33 - Bu şiir o kadar hızlı yazıldı ki ertesi gün Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı naat yarışmasına katıldı. “Naatlar” kitabında yer aldı. Nurullah Genç birinci, Şükrü Karaca ikinci olmuştu. Yoksa yanlış mı biliyorum? Bir de isimsiz bir naat göndermiştim.]
Aydın olsun, kutlu olsun gününüz
Müjdesiyle ufkumuzu sardı O
Cihana dirlikler versin ününüz
Mucizeyi elimize verdi O
Sükûtun içinden sesi çıkardı
Kandili ateşledi mağaramızda
O olmasa bir mum bizi yakardı
Günaha gömülü dimağımızda
İsmi en güzeldi, yüzü en güzel
Âlemler hasretti tebessümüne
Kim bu yüzü çizen o sanatkâr el
Kim, ne secde eder künlemesine
Yamaçları yeşil, doruğu beyaz
Dağların türküsü gibi hayatın
Bütün lügatler sığ, kelimeler az
Denk olamaz mesajına Kur’an’ın
Seni anmak, seni duymak ne güzel
Sevgililer sevgilisi MUHAMMED!
***
Yırtarım dağları, bentler aşarım
Ulaşır göklere minarelerim
Çağları kapatır çağlar açarım
Nesiller yeşertir kitabelerim
Dört bir yana uzanırdı kolları
Başı yok, sonu yok yollarımızın
Gecenin içine doğru nalları
Ateşler saçardı atlarımızın
Bir mana yüklenmek için bu akın
Dirilişin sesine kulak verdi de
Nasıl kanatlanıverdi bir bakın
Ok gibi bir elif, yay gibi bir be
Bir elif ki hem kılıç, hem kalemdir
Bir be ki avuçtur göğe açılan
Zaman hangi zaman, dem hangi demdir
Kaldırın perdeyi artık aradan
Dem bu demdir, ne kutludur bu doğum
Bu doğumla nefes alsın kâinat
***
Sen ancak böylece, insanca geldin
İnsana insanca, hakça yol işte
Mucizeler mucizesi gösterdin
Deve orda Kur’an burda gör işte!
Kırık gönüllerin tamircisi sen
Sensin milyonların şefaatçisi
Allah’a en yakın, en sevgili sen
Yaradan’ın en mübarek elçisi
Şah damarımızdan da yakındır Allah
Tek hakikat La ilahe illallah
Son resul Muhammed ve birdir Allah
İşte tekbir: La ilahe illallah
Çevirir tarihin sayfalarını
Kanlı mürekkebe batmış da eller
O kutlu doğumun levhalarını
Dil bilen de, bilmeyen de heceler
Çölde bir nil, çölde bir giz ve bir iz
Götürür bizleri sonsuz körfeze
***
Harabe evlerin iskeletleri
Muhteşem yapının taşları oldu
Nefsin girdabında insan etleri
Annelerin topuğunda gül oldu
İkindi vaktini kuşandı zaman
Kurşun ağırlığı ile koşuyor
Devranı döndüren nedir ey insan
Kabına sığmayan sırlar taşıyor
Minberden kürsüye uzanır bir yol
Âyetler, hadisler orta yerinde
Bir gül bahçesine bezenerek yol
Bir kutlu kıyamın gider peşinde
Ümmetinden sünnetini soracak
Leke sürüldü mü emanetine
Sünnetinden ümmetini soracak
Cinler imrenecek şefaâtine
Gökkuşağı öğret Samanyolu’ndan
Sevgili! Bigâne kılma yolundan
***
Kurşuni göğümüz yıldıza hasret
Geceleri âyet âyet delerek
Çıkagelir en mübarek işaret
Nur heykellerini arşa dikerek
İçine içine işleyecektir
Kalbimizden bir kılıç gibi keskin
Belki de hiç erişilmeyecektir
Kalbimizden uzayıp da giden din
Mağaradan çöle inen bir ışık
Kimi zaman kılıcında Ali’nin
Işık da, kılıç da, kelam da âşık
Dudağında bazen Ebubekir’in
Öyle dava ki bu, anne kucağı
Adaletten hürriyetten örülmüş
Şefkatin, vicdanın, imanın ağı
Bir ölmüşüz içinde bin dirilmiş
Öpsem öpsem de yok olsam adında
Öpsem ölünce de dirilince de

İHTİDA[34 - 1993 yılında hacca gitmek nasip oldu. Babacığım vefat etmişti aynı yıl. Hacer’ül Esved’in önünden çizilen bir hatta bütün hacıların “Bismillahi Allahuekber!” istilamları ve öpülen avuç içi ritüeli dönen mahşer yeriyle birlikte tekrar tekrar ihtida kavramını hatırlatıyor.]
Hasretinle büyüyen bir pınar var içimde
Ellerin bu pınarı deşiversin özünden
Ebabil kanadından düş veren bir siccil de
Hüznümü dağıtsın tek öpüversin yüzümden
Günahlarım kelebek uçuşuyla pervane
Döner de durur öyle… İhtida ey ihtida
Dört duvardan ibaret arzın merkezi hâne
Kanatlarımı tutar çekiverir iptida
Metropol çocukları, terörist kurşunları
Hangi dağ sevebilir gül medeniyetini
Sevdaya tutsaklanmış istilâm vurgunları
Hacer’in sağ elinde gösterir niyetini
İnce bir hat çizilir Bismillah Allahuekber[35 - 1993 yılında hacca gitmek nasip oldu. Babacığım vefat etmişti aynı yıl. Hacer’ül Esved’in önünden çizilen bir hatta bütün hacıların “Bismillahi Allahuekber!” istilamları ve öpülen avuç içi ritüeli dönen mahşer yeriyle birlikte tekrar tekrar ihtida kavramını hatırlatıyor.]
Öpülür avuç içi, gönül heyûlâ gibi
Döner mahşer öbeği ihtida Allahuekber
Annenin topuğundan yarılır arzın dibi

KUTLU DOĞUM
Geceler bir nurlu sabahın müjdecisi midir
Ya o sabah nasıl en erken gelmek istemesin ki
Öksüzün Tanrı kulu babası Tanrı katından
Kutlu doğuşun resmini melek yoldaşlarına
Nasıl göstermesin ki
Bir kucaklasa, bir öpse
Anne, öyle ikisini lohusa yatağından
Bir görse
Ecinniler kıskanmaz mı bebeğin gözyaşını
Avuç avuç deniz suyu taşırlar
Gözlerine
***
İpek böceğinin kozası örülüyor
Kelebek kanadı, kartal kanadı
Tozlarında savrulmuş yaradılış sırları
Alında gizlenmiş gözle görülüyor
Gece
İlikler çekilircesine
Başka bir nefes aldı dünya
Başka bir ses çıkardı çocuk
Biteviye her gün kırkına vardı
Biteviye her gün yeniden doğdu
Bâtılı boğdu, güldü masumun yüzü
Ve yıldızlar oluk oluk
Müthiş bir şelale misali
Hilale aktı
Küçük evin taşları
Putların göz yaşları
İbrahim’den Ahmed’e
Uzanır yolbaşları
Yollar…
Uzanır mı yerden koparak
Âsumana apak
Burak kanatları takarak

BİR SELAM
Bir gün ki eğer yanarsa sular
Alev alev
Âsûmâna bir selamımız bulunsun
Yeter

SU VE HAYAT

SU
Su rüyadaki çocukluğumdur akan zaman gibidir
Akan deli bir ırmak dökülür rüyalarımdan
Çağlayan suya çarpan yüzüm sanki deniz dibidir
Suda gördüm tılsımını işleyen heyûlânın yüzünü
Hangi rüya, hangi zaman, hangi hayal çeker çıkarır seni
Dem hangi demdir, bu an nasıl bir an, özün arar özünü
Kılıcın Orta Çağlardan mı, İlk Çağlardan mı taşın
Yaşadığın bu çağda sözün böyle neden ürkek ve şaşkın
Bu taş taş üstünde duran başlardan hangisi senin başın
Dağlardan mı çağlar, çağlardan mı taşar şiir
Şaire ne gam, her şey zaten mümkündür
İç içebildiğince, kurusun ab-ı hayat, buharlaşıversin şiir
Suya esrar veren ne, senin gölgen olmasın
Su ya esra, suya vuran gölgeler suya versin sırrını
Ey sularda saklı sır, sırrı taşıyan ışık
Rüyayı benden alan yüzünü unutturandır
Çocuk yorgun düşünce hatırlar mı rüyayı
Belki de sonsuzluğa eş yakalanan bir andır
Çocukluğumun rüyaları hep sularda boğuldu
Sudan fışkıran esrar boğazımda düğümdü
Deniz dibinde susamışlığımla şehirleri suladım
Yıkadığım şehirler giderek kirlendiler
Kirlenen yapılara kırdan kil arandılar
Arandılar kirlenmemiş kır bulmak için
Su ne vakit sürükleyecek o büyük dönüşümü
Bir sürekli varoluş sellerden sıyrılıp da
Ne vakit inşa eder o arınmış yapıyı
O beklenen gelmeyen, hangi suyu bekliyor
Suyu yıkayan sular, suya yakaran sular
Yanan sularda hasret o nübüvvet revnakın

(Suyun Bittiğini Kavrayan İnsanoğlunun)
SUSUZLUK SENFONİSİ
Belki benden, belki gökten bir ses var
Baktım yere, baktım göğe zor seçim
Ey Şehsuvar, toprağını kim suvar
Susuzum, susuzum; kurudu içim
Belki benden, belki gökten bir ses var
Gün gelir biter su, bilen biliyor
Şu derin kuyudan kim su çekecek
Titreyen ışığı imdat diliyor
Sarı lamba ha söndü, ha sönecek
Gün gelir biter su, bilen biliyor
Semâ mı delinen, yoksa ruhum mu
Hangi ilmek sökük gök kiliminde
Bozuk olan kök mü, dal mı, tohum mu
Çok toprak taşındı aşk ikliminde
Semâ mı delinen, yoksa ruhum mu
Yağmur gibi yağan nedir enseme
Yüzümü yaysam da derim taşlara
Bu şehir benimle döner serseme
Karışıp gözümden akan yaşlara
Yağmur gibi yağan nedir enseme
Yollara uzanan gövdem hangisi
Mezarlar atılmış şehrin içine
İçlerinden en cüretkâr birisi
Soruyor İran’a, Çin’e, Maçine
Yollara uzanan gövdem hangisi
Afrasyab fırlayıp bomboş mezardan
Atar etrafına garip bir nazar
Rüzgâr Akdeniz’e düşer Hazar’dan
Elinde su kalemi bir cönk yazar
Afrasyab fırlayıp bomboş mezardan
Bulutlar… Bulutlar kefeni midir
Tarihten süzülen kahramanların
Ki hangi kilimin desenleridir
Hangi şehrin, dağın, sahraların
Bulutlar… Bulutlar kefeni midir
Kıtaları birleştiren kristal
Yağmur damlasının içinden bakar
Ey meskenet! Bir damlacık bir risk al
Bak gör koru o vakit nasıl yakar
Kıtaları birleştiren kristal!
Bu yağmur duası eski çağlardan
Kurt neslinin yüreğine yol verdi
Aşarak geldiler demir dağlardan
Su serptiler kentler dönüşüverdi
Bu yağmur duası eski çağlardan
Yırtarak göklerin kefenlerini
Bereketi oylum oylum yağdırsak
Buluştursak o dua ellerini
Asumanın memesini sağdırsak
Yırtarak göklerin kefenlerini
Belki benden, belki gökten bir ses var
Baktım yere, baktım göğe; zor seçim
Ey Şehsuvar! Toprağını kim suvar
Susuzum, susuzum kurudu içim
Belki benden, belki gökten bir ses var

SU
Deniz bitti
Su da bitti
Peki neden
Yapış yapış
Her yanımız?
Uyarmıştı
Bizi oysa
Cenab-ı Hak
Kur’an’ında
Sure-i mülk
Sonunda der:
Çekiversek
Suyu alttan
Göndermesek
Suyu üstten
Kim verecek
Size suyu?
Allah Allah!
Azimüşşan!..

KUYULAR[36 - “Edebiyat Otağı” dergisinde 2008 yılında yayımlandı.]
Kuyular!
Kuyular ki, mezar taşları gibi başları var
En kuytu yerinde uyuyor derin homurtular
Kuyular!
Kıtlığın ve bereketin simgesi başka ne var
Ölümün ve hayatın savaştığı mıntıkalar
Ölümün ve hayatın seviştiği mobilyalar
Kuyular ki, çöllerin eskimez mobilyaları
Seraplarında yitirdiği Leylaları arar
Sihirli bir mağara gibi avutur Mecnunları
Kuyular!
Yusuf’u yutan kuyular
***
Seni kuyuda unuttuk Yusuf, seni kuyuda
Kuyuyu da unuttuk sonra, kuyudan yansıyan yüzünü de
Kuyuya dair bütün bildiklerimizi
Başkanlar diktik başlarımıza “ve hazel beledil emin”
Toptan anlayan, toplarını bizden esirgemeyen başkanlar
Sularımız çekilince bize su verecek kim
Bize aş, bize iş; başımızı sokacak sıcak bir yuva
Kim verebilir ki, başkandan başka
Ya suyu çekersek altınızdan kim verecek su
Şirk koşan kim; kâfir mi, Müslüman mı
İmdat dilenirken susuzluktan, hak ettik mi su
Ve membaından haberimiz var mı
***
Seni kuyuda unuttuğumuzdan beri tuzlanıyor suyumuz
Temiz bir suya hasretiz artık
“ve enzelna mines semaî mâen tabûra”
İman tahtamız çatır çatır kırılıyor Yusuf
Çatır çatır
Kirlendik iyiden iyiye Yusuf
Bütün iyilerimizle birlikte
***
Akıl tutulması mı bu, iman tutulması mı
Yoldan çıkmış bir kavmin belasını bulması mı
‘Erimiş bir maden gibi yüzleri haşlayan su’
Demek ki, artık bizi de zalimlerden sayan su
Şükürler olsun kabaran suya, kaynayan suya
Erimiş maden gibi yüzleri haşlayan suya
Zalimlerden mi olduk, biz niye korkuyoruz ya
Niçin bizim de suyumuz çekiliyor, bizim de
Tuzlanmış çok, ne kadar suvardığımız yer varsa
Baraj göllerimizde şimdi çatlak çatlak toprak
Bağ bahçe artık hep beton binalar için arsa
Vatan diye ne varsa, emânet: kırık ve kurak
***
Bir resim bu, Salvador Dali’den unutulmuş
Kırık kova, çürük ip, Yusuf’suz ve susuz kuyu
Sevdasız şehirler, Leyla’sız ve Mecnun’suz çöller
Yusuf’u unutan kardeşler
Yol başlarına düşmüş leşler gibi eşler
Her ashabın ensesinde bir gölge
Ebu Cehil’in devrilesice boyu
Bizi yoldan çıkarmayı bekler
Bizi de bir gören olur mu Yusuf
Çıkaran olur mu, bizi de bir gün kuyudan
***
Kuyuyu da unuttuk, kuyuya dair her şeyi de
Kıtaları kim yarattı suyun üstünde
Suyu gökten bir ölçüyle indiren
Kayaların içine gizleyen
Suyu azdıran, kabartan, kaynatan kim
Ya gemiyi suda yüzdüren
Yusuf’u kuyudan çeker gibi
Asam nerede, taşa vuracağım, suyunu çıkaracağım asam
Kelime! Eksik kalan kelimem hani
Bizi de çekip çıkaracak bir bedevî var mı
Kardeşlerimizin atıp unuttuğu kuyudan

DAMLALAR İÇİNDE KRİSTAL DUA
Damlalar içinde kristal dua
Unutulmuş sözcükleri kuşanmış
Bir hayat ki, eski çağda yaşanmış
Ardında bırakıp binbir beddua
Damlalar içinde kristal dua
Toz dindi, ovayı sükût kapladı
Sonra koptu kısrak sesi, nal sesi
Eski çağın yeni çağa hevesi
Şövalye, mızrağı göğe sapladı
Toz dindi, ovayı sükût kapladı
Ufuk çizgisinde altından oluk
Yâr yanağındaki ala bürünür
Çöldeki Mecnun’a Leyla görünür
Son şehidin beklediği son soluk
Ufuk çizgisinde altından oluk
Bu gidenler nurdan heykeller midir
Bu silsile, bu tekrar-u bi-ahsen
Dünü güne bağlayacak bıraksan
Bizi döven biz miyiz, eller midir
Bu gidenler nurdan heykeller midir
Yanar, tüter bir ateşti ordumuz
İster ümmet olsun isterse ulus
Eyvah ki, kahramanlar şimdi sus pus
Her şey kayıp mektup, harita, rumuz
Yanar tüter bir ateşti ordumuz
Nezir serencamımızdan emanet
Kelimeler: altınoluk, ihlas, nur
Yaşıyor Müslüman sahte bir huzur
Sefersiz tahammül, şifreli mihnet
Nezir serencamımızdan emanet
Damlalar içinde kristal dua
Diyor ki; hatırla unuttuğunu
Gösterir zilletten kurtuluşunu
Yazılmış sevdamız kayaya, suya
Damlalar içinde kristal dua

SUYUN KARARI
Sular yükseliyor…
Sular yükseliyor, karıncaları yiyor balıklar.
Ruhum med ve cezir gibi iniyor çıkıyor…
Denizde dalgalar ve köpükler bir iniyor, bir çıkıyor.
Sular yükseliyor…
Şimdi kim karınca, kim balık?
Sular yükseliyor ve ben karıncaların yoldaşıyım.
Vay hâlimize!…
Sular yükseliyor, tufan mitosunu hatırlayın.
Seller ne varsa katacak önüne şimdi…
Çıkın yükseğe, daha yükseğe…
Nuh tufanından beri yükseliyor insanlık
Hayvanatla birlikte.
Sular çekiliyor…
Sular çekiliyor, balıkları yiyor karıncalar.
Terk edilmiş bir kent gibi kıyılar…
Leşler, üzerinde karıncalar.
İntikam duygusuyla daha saldırganlar…
Şimdi daha keskin dişleri var.
Balıklar… ki, deryanın özgür şövalyeleri
Suda yitirdikleri Leylaları arar.
Ben silahı elinden alınmış askerin yanındayım…
Karıncalar kemiriyor kemiklerimi, iliklerimi.
Karıncalar! Yoldaşımdınız, ne oldu?
Sular çekiliyor; kanım çekiliyor neden…
Parmaklarım böyle mor, uzanıyor geceye
Karanlık ve ölüm gibi…
Sudur kimin kimi yiyeceğine karar veren.

ÖLÜM

ÖLÜLER KARŞISINDA

BİR CÜMLE ÇINLAR HEP KULAKLARIMDA
MESULDÜR DÜNYADA HERKES HER ŞEYDEN
Şu kızın gözyaşlarından mesulüm ben
Ve şu annenin feryatlarından
Ölüm karşısında şaşkın, kızgın, ürkek
Babasının mezarına dokunan şu çocuğun
Nefretine müstahak ben
Durup dururken öldü ölü
Ben öldürdüm onu bir yerinden
-şimdi
Boynumda bir kınnap dolanırım
Mezardan mezara dualarımla
Ölümü sorarım kefen beyazlığına
İnsanı saran toprağa
Toprağı saran kara
Her şeyi saran geceye
O karanlık ve ölüm gibi
Kara fırçamı alıp elime
Kara gözlerimden
Kara gözyaşlarımla
Kapkara tablolar çizerim
Geceye
O karanlık ve ölüm gibi
Upuzun yatıyor görüyorum
Konuşur gibi dudakları
Kımıldıyor şakakları
Bir kolu yanağının altında
Uyuyor gibi
Beni görmemeli, duamı duymamalı
Kaçıyorum
Koşuyorum
Geceye
O karanlık ve ölüm gibi
Ardımda ölüler
Yırtarak kefenlerini
Kar beyaz üstünde beyaz izleri
Ensemi yalıyor nefesleri
Bu soluklar benim soluklarım
Ölümün musikisi bu
Bu sessiz, bu notasız
-ki bazen-
Duyarsınız
Kanım çekiliyor, neden
Parmaklarım böyle mor
Uzanıyor geceye
Bu karanlık ve ölüm gibi
Nereye gittiniz ey sözsüz dünyanın insanları
Toprak mı sizi yuttu
Ruhunuz mu toprağı
Gömüldüğünüz yerler soluyor
Duyuyorum
Bu zonklamalar ya
Ölümün kalp atışları mı
Hani içtima olacaktınız bu gece
Ne zaman tanışacağım daha sizinle
Dilinizi ne zaman öğreneceğim
Çağırıp çağırıp
Kaçıyorsunuz
Çıkıp gecenin içinden
Her gece
Ve kayboluyorsunuz yine gecede
Bu karanlık ve ölüm gibi
Siz beni soruyorsunuz
Havaya
Suya
Toprağa
Ben sizi arıyorum
Ruhumun karanlığında
Ölüm gibi
-ve
Ölüler kalkarak kabirlerinden
Ruhumu giyindiler çıplak vücudlarına
Melekler kanat çırptılar
Peşlerinden
Ölüler ki öpeceklerdi
Dudakları olsaydı
Gül yüzlü çocukların gözlerinden
Ve yaşasaydı o çocuklar
Ölüler ki bilemezler
Niye gelip gitmediklerini
Kafestekilerin
Ölüler bilmezler ki
Kafes nedir
Gönül müdür
Dünya mı yoksa
Okşadığım ölü yüzleri
Islatıyor ellerimi
Ağlayan Tanrı’dır sanki
Ve bu ölü gözler onun
Ölüler soyundular ruhumu
Fırlatıp attılar göğe
Dönüp kendi dünyalarına
Kendi elleriyle örttüler toprağı
Kendi üzerlerine
Dünyayı bana zindan ediyor
Ölümü tanımış, tatmış ruhum
-şimdi
Üç parçalı biriyim
Üç ayrı kafeste

ÖLÜ

1
Ey ölü, gözlerimden dökülen bir ışıksın
Ebediyete tutkun, nihavende âşıksın
Günahın bir elinde, sevabın bir elinde
Dönerken o tek renge dünyayla bulaşıksın
Mihverin olayım, senle döneyim
Nârına yanayım sorma ben neyim
Sonsuza dek kor hâlinde kalayım
Bir bak cennetinden, sonra söneyim
Kurşundan bir ağırlık çökünce omuzlara
Kalbin bir haber salsın ilk önce rumuzlara
Avuçlarından savur paylaşılmış anları
Senden sonra dünyayı paylaşan domuzlara
Paylaşılmış anlar yorar onları
Düşündürür ilkleri ve sonları
Sorguya bulaşan her hayat gibi
Tutar sorguya eski ikonları
2
Seni bulduğumda yitirdim sandım
Şeytanca zevklerle kanarım sandım
Sana yeni bir gül getirdim sandım
Sarı yaprak gibi uçtun elimden
Çocukluktan düşen suçtun elimden
Gözlerin andırır mor menevşeyi
Unutturdun bana gamlı herşeyi
Sende buldum inan mavi neşeyi
Karanlık geceler maviye döndü
Seninle seneler haftaydı, gündü
Gideceğin zaman bana işkence
Bu aşkla döndüm bak titrek bir gence
Zaten aşk dediğin nedir ki sence
Zelzeledir yıkar ruhta ne varsa
Zor durulur aşk derinden kanarsa
3
Fantazi rüyalar sarar ufkumu
Aşkı fısıldıyor bak deniz kumu
Eski demler filizlenir içimde
Tomurcuklar bilmediğim biçimde

FIRAT[37 - Fırat, Hrant’ın nüfus kâğıdındaki adı. Fırat bir simge… Fırat’ın öte yanı var bir de… Sadakat ve merhamet; bu iki kavram içimizdeki emanetlerin bize, bizim de onlara yönelik derin davranış kodlarını ifade eden kavramlar… Ya onu vuran eli hangimiz kendi evladımızdan ayrı görebiliriz ki? Gözümüzü yumup balkonlu evlerin çocuklarını katil yapan süreci bizim yaratmadığımızı, her birimizin bunda mesuliyeti olmadığını nasıl inkâr edebiliriz ki?..]
Fırat yüzüstü yatıyor,
Malatya habersiz, Fırat yüzüstü yatıyor
Fırat yatıyor, kan akıyor kenarından
İçinden ta içinden akıyor kan
Fırat’ın tabanında yırtık var
Kanadı kırık ürkek güvercin var ardında
Ölü can
Merhamet ve sadakat iki kardeşti ne oldu
Güvercinleri taşlıyor çocuklar
Balkonlu evler yapmayın düşmesin çocuklar dedik
Ne oldu
Güvercinleri vurdular balkonlu evlerin çocukları
Fırat akıyor balkonların altından
Çocukların güvercin nefretiyle akıyor
Güvercin nefretiyle çocukların
Merhamet ve sadakat küsünce birbirine
Kin ve ihanet sarar toy gönülleri
Kendi kendini yiyen canavara dönüşür bebekler
Mazisini tekmeler klavyede elleri
Fırat, sadakatsiz akar mı içimizde
Merhamet mazisini tekmeler klavyede elleri
Fırat, sadakatsiz akar mı içimizde
Merhamet etmezse toprağı ona
Erzurum yaylaları hepten habersiz mi Basra’dan
Kafkaslar Ortadoğu’dan ya da
Fırat’ın dibinden kan sızıyor
İçimden ta içimden bir sızı
Sarıyor sıkıyor benliğimi

BEN, ŞEHİR VE ÖLÜM ÖTESİ[38 - Depremin olduğu gece -yazlıkta- depremden birkaç saat önce yazıldı.]
Gece bir derin çukur çekiverdi kendine
Şehrin iniltisini duyunca penceremden
Ki görüp de ürperdim o ruh güzergâhımı
Bu duvar diplerinde yatan kimin bedeni
Her seste kulağını kapıya dayayan kim
Duyduğu her solukta içi dağlanan adam
Yorgun düşüp yastığa koyunca başlarını
Bilmez hangi baştandır o çekilmez ağrılar
Her bir ayak sesinde gelen hangi sevgili
Hangi sevdadır açan açılmaz kilitleri
Kırılsın demirden kapı, yırtılsın o tül perde
Islak dudaklar örtsün kapanan gözlerini
Soyup ruhunu şehrin o şuh memelerinden
İlmik ilmik çekilen bir desenin renkleri
Kaldırım taşlarından fazla insan taşıdım
Günahını dünyanın yalnız bendim işleyen
Yalnız bendim omzunda taşıyan günâhları
Temaşa eyleyerek şehri öyle yukardan
Başkalarının kanı, başka hayatlar vardı
Her birinde ben vardım, kendi başlarım vardı

VAKTERİŞİNCE
Melek yüzlü, çalışkan yönetmenim Satılmış’a…
Fotoğrafın geldi altında tarih
Ölümün sarih değil doğumun sarih
Bir bakışın var ki ölmeye karih
Hakiki şehitsin yoktur tereddüt
Bil ki değil şehitler mütereddit
Melekler daima yoldaştı sana
Her bir yeni çekim bir aştı sana
Şehitlik ne de çok yaraştı sana
Toprağın bin yıllık kucağındasın
Efendi milletin sancağındasın
Satılmışım ben davaya satılmış
Yurda rehber bir kervana katılmış
İştiyakla istikbale atılmış
Çiftçinin köylünün gözü kulağı
Sarsın ülkemi hep yayımın ağı
Medya teröründe oyalanmadım
Paradan makamdan tasalanmadım
Hizmet ettim hizmetime kanmadım
Çekeceğim daha birçok hasat var
Şimdi artık kollarımda kanat var
Gel Serdar’ım şimdi senle varalım
Bey çıkartıp marabayı atalım
Ruhu ruha şiirlerle karalım
Ölüm asude bir bahar ülkesi
Kanat çırpıp helâlleşmek ilkesi
Celladın âfet-i cânındır Gökmen
Merâmın Mansur-ı dârındır Gökmen
Âhın nâme-i hezârındır Gökmen
Yârdan kahr ile nazar düştü ya Hû
Bahtımıza intizar düştü ya Hû
Söz yarım, haydi dûa-yı seyyide
Göz yarım, haydi senâ-yı seyyide
Köz yarım, haydi fenâ-yı seyyide
Sözle bağrını göz Hây deyû açtı
Közde nâr oldu dil, Hû deyû uçtu
Başkanım gelmedin mezarıma bak
Ki sensiz geçtiğim bu kaçıncı tak
Artık kalemi de kâğıdı da yak
Kâğıtlar, kalemler, manalar döndü
Mevsimler, sevdalar, davalar döndü
Satılmış’ım, yakarmamı duyarsan
Oradan buraya bir mim koyarsan
Sıbgatullah ile ufuk boyarsan
Biz de hazırlanıp gül bahçesine
Atılıp atılıp girercesine
Ama felek bizi bize bırakmaz
Mecnun sular Leyla’sına ulaşmaz
Mes’uliyet mesulleri hiç yakmaz
Şehsuvar ruhunla sabahı etti
Bu hasbıhâl yolculuğa biletti
Var git Satılmış’ım gonca güller der
Üç evladın, üç yüz filmin gül eser
Zaman zaman kurgumuza bir el ver
Hâtırân önünde eğiliyoruz
Bekle! Vakterişince geliyoruz
Hakkını helâl et Serdar’ımız[39 - Başını bir gâyeye satmış kahraman: Satılmış Gökmen.Satılmış Serdar Gökmen’i yayın dairesine yönetmen olarak başladığı ilk günden, vefatını öğrendiğim güne kadar takdirle izledim.Yönetmenlik sınavı yaptığımız o günü hiç unutamam. Hani genellikle kameraman, yapımcı, yönetmen, resim seçici, senarist gibi kadrolara daha çok iletişim mezunları müracaat ederler ya bir meslektaş olarak benim gibi, aynı zamanda bu konulara ilgili ve bilgili bir genç arkadaşı bulduğum için içten içe çok sevinçliydim. Öyle ya bize göre çiftçinin, köylünün, medya imkânlarını bütünüyle kullanarak mümkün olabilen en çok genişlikte ve derinlikte zirai yayımdan istifade etmesi hedefimizdi. Yapılan araştırmaları, yeni zirai teknikleri çiftçiye, köylüye ulaştırmamız lazımdı. Öyle ya artık her evde televizyon vardı ve bir yandan televizyonla bir yandan da basılı materyallerle bu hedef kitlemizin arzulanan üretim seviyesine, refah düzeyine, bilgi ve tecrübeye eriştirilmesi; bu toprağın insanının da çağdaş vasıtalardan yararlanması için seferber olmalıydık.TYUAP’tan başlayarak yayın dairemiz kendisine biçilen rolü ve görev sahasını geliştirdikçe geliştirmiş, genişlettikçe genişletmişti. YAYÇEP’i devreye sokmuş, arkasında GAP yayım projesini geliştirmiştik. Neredeyse binleri bulan televizyon filmi yapmıştık. Hâlâ da yapacaklarımız vardı. Daha çok yönetmene, kameramana, yapımcıya, senariste, spikere, ışıkçıya vs. ihtiyacımız vardı. Genellikle devlet kapısı istihdam alanı olarak kötü kullanılmıştı. Devlet dairelerine eleman doldurulmuştu. Ama bizim ihtiyacımız ekmek gibi, su gibi elzemdi. Mademki devlet stüdyo kurmuş, mademki bu modern cihazlar alınmıştı; bunların hakkı verilmeliydi. Kamera, kurgu, stüdyo, matbaa boş durmamalıydı.Dünya’daki bütün Tarım Bakanlıkları arasında bu kadar TV filmi yapan, açık öğretimi, yetişkin eğitimini uygulayan başka bakanlık yoktu. Yayın dairesi “Open University”, “Adult Education” alanında dünya birincisidir. Her ne kadar bu ehliyeti, kabiliyeti, birikimi ve ortaya koyduğu eserler gözardı edilmişse de ehliyet, emanet, liyakat, mesuliyet, samimiyet gibi kavramlar idarecilerimizin lugatinden çıkarılmışsa da burada görev yapanlar ne kadar önemli bir hizmeti deruhte ettiklerinin bilincindeydiler.Satılmış Serdar Gökmen de bunların başında geliyordu. Yurdun her karışınnı gezip dolaştı; kameraman arkadaşlarıyla, metin yazarları, yönetmen yardımcıları, ulaşım görevlisi arkadaşlarıyla köy köy, bucak bucak, ilçe ilçe, il il dolaştı ve sayısız programa imza attı.]

ATA GÖĞRÜ[40 - Şubat soğuğu… Yıl 1993. Babacığımı Hakk’a teslim ettik. Ben yıkadım. Yoksa imama yardım mı ettim?.. Elimden kayıp gitti. Oysa daha ne çok şey konuşacaktık.]
Bu sabah seni çok, ne çok özledim
Yolunu gözledim eşiğe bakıp
Efkâra dalıp da şiir gizledim
Yorgun bedeninden bir nokta yakıp
Bu sabah seni çok ne çok özledim
Taşının üstüne adını yazdım
Bilmem hangi uçtu, hangi kalemdi
Teli koparılmış kırık bir sazdım
Buz kesen bir kıştım, kurak bir yazdım
Mermerlerin nabzı ılık elemdi
Taşının üstüne adını yazdım
Ak serviler altı durağın mıydı
Umudun toprağın altında mıydı
Bir beyaz bez miydi sevgili… Annem
Gözünde bir avuç toprak da ben… Ben
Sorgusuz sırasız gitmek var mıydı
Ak serviler altı durağın mıydı
Babamı hangi kuş aldı götürdü
Bu titreyiş, bu kış, bu soğuk neden
Söyleyin levhalar gördüğünüzü
Beni bir ağ ile ördüğünüzü

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lutfu-sehsuvaroglu/la-havle-lutfi-divani-69428290/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
“Doğuş Edebiyat”ta 1982’de yayımlandı. Arakesitin ardından… Beton kafes, Mamak Askerî Cezaevi ve A Blok içindeki kafes… Dokuzyüzelliyedi doğumlu tutukluların oranı diğerlerinden daha fazla… “Eylül Seneleri” 12 Eylül 1980 İhtilali ile birlikte yaşanan arakesit iklimini anlatıyor. Eylül ki hazan mevsimi artık birkaç seneyi kuşatmıştır. 80 sonrası hep Eylül’dür.

2
“Gölgeler 1”, Atatürk Site Yurdu’ndaki odamızda yazıldı. O oda, üç yataklı bir oda idi. Gecenin bir vaktinde girdiğimiz ve yataklardan boş bulduğumuza ceset hâline gelmiş bedenimizi bıraktığımız bir yurt odası… Bazen Burhan, bazen Naci, bazen Mümtaz’er, bazen Haşim ya da genel merkezden başka bir arkadaş sızmıştır diğer yataklarda… Gecenin bir vaktinde uyandığında yahut sabah ezanında Burhan’ın dürtmeleriyle gözlerini açtığında göreceğin gölgeler hakkındadır…

3
“Gölgeler 2”, Yüksek Öğretmen Yurdu’ndaki odada yazıldı. Kül tablaları, sigara dumanları, kitap kokuları, genç dimağımızdan salınan kavramlar arasında bir yanda mücadele trafiği, toprağa verdiklerimiz, topraktan katılanlarla diğer yanda henüz yirmili yaş başlarının kavramsal inşası… İkisi de “Nizam-ı Alem”de yayımlandı; Derviş Edip müstearıyla…

4
12 Eylül öncesi atmosferini yansıtan bu şiirin, müsvedde hâlinde dururken farkına varıldı. “Kardeş Kalemler”in 2009 yılındaki sayılarından birinde yayımlandı.

5
Muhtemelen edebiyat dergileriyle ilk karşılaşma yıllarında yazıldı. Şair ağabeylerden alınan birtakım öğütlere karşılık gelen düşünceleri kapsıyor. Aslında kendine mahsus oluşun ilk kıvılcımları…

6
Muhatabımızın N. Kemal Zeybek olduğu anlaşılıyor hemencecik… Muhtemelen 1988 sularıdır. Zeybek, kültür bakanı olmuş. ANAP’ta siyasi hayatını sürdürmektedir. Kenan Evren’le aynı sahneyi paylaşmaktadır. Yoksa daha önce mi yazıldı? Mesela, Avukatlar Bürosu’nda Alparslan Türkeş’in de bulunduğu son toplantı sonrasında… Hasan Celal mi Ayvaz Gökdemir mi daha milliyetçi? Ara seçimde Gaziantep’te hangisi için çalışmalı? Artık ceketlerimiz ve koyun cebindeki kâğıtların üzerindeki isimler değişmiştir. Yeni dostlar, yeni çevreler… Ama mahkeme sıraları aklımızdan bir türlü çıkmaz… Anılar… Kervanlar ve devranlar…

7
12 Eylül öncesi (1978) çıkardığımız “Divan” dergisinin ilk sayısında Derviş Edip müstearıyla yayımlandı. Bir genç niçin intiharı düşünür? Veyl mağluplara! Fatih olabilmenin yolu ne? Tirajik bir aşkın üçüncü, hayır dördüncü şahsın sahneye girmesiyle trajikomik hâle gelmesi…

8
Mamak Askeri Cezaevi, A, B, C, D ve E bloklarından oluşuyordu. Hepsinin kendi içinde numaralandırmaları vardı; 1,2,3,4… A Blok 2. Koğuş veya B Blok 9. Koğuş… Fakat C Blok daha hafif suçlular için… C1, C2 diye gidiyor. D Blok ise D1, D2, D3 gibi geniş arazi üzerinde prefabrik binalardan oluşuyor. D1 kendi içinde üç ayrı koğuşa sahip: D1-1, D1-2, D1-3. D2 ve D3 de öyle… Kare biçiminde bir meydan dört tarafında prefabrik binalar… Üçü koğuşlar… Biri idare binası… Hapishanenin giriş çıkışı bu idare binasından yapılıyor. A ve B bloklarında zula ve şahsi kutular olması imkânsız ilk zamanlar; D bloklarında buna imkân var. Ve buralar açık olduğundan Samsun yolu üzerinde seyir hâlindeki özellikle ağır vasıtaların -otobüslerin- tekerlek ve motor seslerini sessiz bir gecede duyabilirsiniz. Şahsi kutulardaki bisküviler biraz daha serbestleşmenin emaresi… Zulada kim bilir kimlerin resimleri var? Anne, kardeş, sevgili…

9
Mamak Askeri Cezaevi, A, B, C, D ve E bloklarından oluşuyordu. Hepsinin kendi içinde numaralandırmaları vardı; 1,2,3,4… A Blok 2. Koğuş veya B Blok 9. Koğuş… Fakat C Blok daha hafif suçlular için… C1, C2 diye gidiyor. D Blok ise D1, D2, D3 gibi geniş arazi üzerinde prefabrik binalardan oluşuyor. D1 kendi içinde üç ayrı koğuşa sahip: D1-1, D1-2, D1-3. D2 ve D3 de öyle… Kare biçiminde bir meydan dört tarafında prefabrik binalar… Üçü koğuşlar… Biri idare binası… Hapishanenin giriş çıkışı bu idare binasından yapılıyor. A ve B bloklarında zula ve şahsi kutular olması imkânsız ilk zamanlar; D bloklarında buna imkân var. Ve buralar açık olduğundan Samsun yolu üzerinde seyir hâlindeki özellikle ağır vasıtaların -otobüslerin- tekerlek ve motor seslerini sessiz bir gecede duyabilirsiniz. Şahsi kutulardaki bisküviler biraz daha serbestleşmenin emaresi… Zulada kim bilir kimlerin resimleri var? Anne, kardeş, sevgili…

10
Mustafa Pehlivanoğlu’nun idam edildiği gece yazıldı.

11
“Doğuş Edebiyat” dergisinde yayımlandı. 12 Eylül sonrası… Yürekler inkılap(!) ardından şaşkın, ürkek, şüpheci, şüpheli… “Doğuş”ta zaman zaman sohbet ediyoruz. Ama bir şey kopmuş… Bir şey… Ne o?

12
Nerede yayımlandı, unuttum. Bu da Eylül şiirlerinden biri… İkindi bir şifre… Akşam, yani kıyametimiz yakındır ve biz derin sohbeti onda ederiz. Günümüzdür ikindi, yaşadığımızdır. Hüzün, aşk ve sanki evlilik mevzubahis… Oysa baştan aşağı dava şiiri… Tükenmeye yüz tutan davanın dirilişi ümidi…

13
Mapushaneden çıkınca yazıldı. Naci’ye ithaf olundu. Aynı koğuşu paylaştık uzunca bir müddet. Naci “Yıldızlar” şiirini yazmıştı sevgilisine… Zulada fotoğraf saklayan kimler yoktu ki?.. B Blok 7. Koğuş’tan bir arkadaşın da iki fotoğrafı vardı zulasında… Biri sevgili karısı -ki yeni evlenmişti- diğeri kamyonu… O kamyon şoförünün ne kadar da naif bir kalbi vardı…

14
“İçerde”, “İçerde – Dışarda”, “Dışarda” bu sürecin -Eylül süreci- şiirleri… Kuş kafesten çıkmıştır ama nereye gideceğini bilmiyor…

15
“Hareket”(1977) sayı 8

16
Mamak 1982. İki yıla yaklaşan süre içinde, gelmediği görüş günü yok. Karda kışta, ayazda, temmuzun sıcağında zorla okutulan İstiklal Marşlarından sonra yüzünü tel kafeslerin ve kirli kalın camların arkasından seçmeye çalıştığım annem için…

17
İstanbul’a tayin olmuştuk. Yıl 1968. 68 kuşağında ilkokul sıralarındayım. Kadıköy Ziverbey’de evimiz. Sabah vakti. Dört bir yandan sabah ezanı duyuluyor. Gurbetteki çocuk, elemle uyanıyor. Annesi de… Onun kucağında ezanı dinliyorum. Erzincan’dan İstanbul’a gelmiş ve koca şehre alışmaya çalışan küçük kalp titriyor…

18
Yahya Kemal şöyle dua ederdi: “Allah’ım bana söz kudreti ver!” Kudretin kalemi olduğu içindir ki mazlum olmanın dayanılabilir ağırlığına katlanabiliyoruz. Mapusane! Her taraf duvar. Sadece yukarıdaki gökyüzü sonsuzluğu hatırlatıyor. Avlu yirmi beş adım tamı tamına…

19
“Doğuş” 83… Nihat Genç’le bir yayınevi kurmuştuk. Kitapçı dükkânımız da var… Kitap satıyorduk. Fuara katıldık. Zarar ettik. Bizi icraya verdiler. Işıksız kitap kokan odalarda hürriyetimizi yaşıyorduk. En azından içeride değildik. Şiirdeki “bir” ne kadar da çok… Sonraları Atatürk Kültür Merkezi’nin başkanı olan Prof. Dr. Sadık Kemal Tural, dergimiz müdavimlerinden. Ne kadar da şenlikliydi eskiden… Oturmuş “bir”leri saymış… Ne anlattığımı hiç kimse anlamadı…

20
Yılma Durak. Doğu’nun Başbuğu! Mahkemeye verdiği savunmasında herkesi ağlattı. Evliydi. Eşi ve çocuğu vardı. Zindanın karşısında ev arıyordu hanımı… Ne de çok geçim sıkıntısı çekmişti. Küçücük bir adamdı. Türkiye’nin yarısı bilirdi onu. Onun yarısı da yanlış bilirdi. Bazıları kocaman biri sanırdı. Doğunun Başbuğu ve içeridekilerin işkencesi… Devran dönecekti işte…

21
“Divan” 1980. 12 Eylül’e az bir yıldan az bir zaman var. “Divan” dergisini çıkarıyoruz. Ziraat fakültesini bitireceğiz. Şehirde mücadele veriyoruz. Ama bir de köy var. Köy çocukları…

22
Sayfa 68’de “Pürtelaş” var. Her ikisi bir araya gelince Münzevi-Pürtelaş oluyor. Münzevi ve Pürtelaş; âdeta karakterim oluyorlar çoklukla… Münzevi-Pürtelaş Esra Yayınları arasından çıkan şiir kitabımın da adı.

23
Aruzla ilk tanışmam ortaokul sıralarında oldu. Ablalarım lisede okurken Nihat Sami Banarlı’nın lise edebiyat ders kitaplarından öğrendim aruzu. O sıralarda iki şiirim “Genç Şairler Antolojisi”nde yayımlandı. Aradan geçen çeyrek asırdan sonraki aruz denemelerimden biri de bu…

24
Bu da bir gazel. Yolda gazeli… Yol malum… Bu da Müstef’ilü, müstef’ilü, müstef’ilü, fa’lün vezninde… Vezin de redif de kafiye de naif… Ama burada hem serbest hem hece vezninin gizli hâkimiyet mücadelesi var. Yoldaki mücadeleler gibi…

25
Yeni bir tarz… Besteledim. Üç farklı bestesi var.

26
İlk kartvizitimi bastırmıştım. Artık işi, şanı belli adam, öyle mi? Kendiyle dalga geçen adam ne yapacak bu kartviziti?..

27
Kerim Abdülcabbar

28
Muhammed Ali Clay

29
Cat Stevans-Yusuf İslam

30
Neil Armstrong

31
Kaptan Kusto

32
Roger Garaudy
Tabii bütün bu şahıslar bahane… Onlarla bir alıp veremediğim yok… Burada eleştiri getirmek istediğim Müslümanlar arasında giderek yaygınlaşan ve daha çok da kâfirlere yakışan tavırlar… Üstelik de 2000’li yıllar henüz gelmemiştir… Bu şiir, 90’lı yılların başında yazıldı. Kalvinist İslamcılığın önceden keşfi…

33
Bu şiir o kadar hızlı yazıldı ki ertesi gün Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı naat yarışmasına katıldı. “Naatlar” kitabında yer aldı. Nurullah Genç birinci, Şükrü Karaca ikinci olmuştu. Yoksa yanlış mı biliyorum? Bir de isimsiz bir naat göndermiştim.

34
1993 yılında hacca gitmek nasip oldu. Babacığım vefat etmişti aynı yıl. Hacer’ül Esved’in önünden çizilen bir hatta bütün hacıların “Bismillahi Allahuekber!” istilamları ve öpülen avuç içi ritüeli dönen mahşer yeriyle birlikte tekrar tekrar ihtida kavramını hatırlatıyor.

35
1993 yılında hacca gitmek nasip oldu. Babacığım vefat etmişti aynı yıl. Hacer’ül Esved’in önünden çizilen bir hatta bütün hacıların “Bismillahi Allahuekber!” istilamları ve öpülen avuç içi ritüeli dönen mahşer yeriyle birlikte tekrar tekrar ihtida kavramını hatırlatıyor.

36
“Edebiyat Otağı” dergisinde 2008 yılında yayımlandı.

37
Fırat, Hrant’ın nüfus kâğıdındaki adı. Fırat bir simge… Fırat’ın öte yanı var bir de… Sadakat ve merhamet; bu iki kavram içimizdeki emanetlerin bize, bizim de onlara yönelik derin davranış kodlarını ifade eden kavramlar… Ya onu vuran eli hangimiz kendi evladımızdan ayrı görebiliriz ki? Gözümüzü yumup balkonlu evlerin çocuklarını katil yapan süreci bizim yaratmadığımızı, her birimizin bunda mesuliyeti olmadığını nasıl inkâr edebiliriz ki?..

38
Depremin olduğu gece -yazlıkta- depremden birkaç saat önce yazıldı.

39
Başını bir gâyeye satmış kahraman: Satılmış Gökmen.
Satılmış Serdar Gökmen’i yayın dairesine yönetmen olarak başladığı ilk günden, vefatını öğrendiğim güne kadar takdirle izledim.
Yönetmenlik sınavı yaptığımız o günü hiç unutamam. Hani genellikle kameraman, yapımcı, yönetmen, resim seçici, senarist gibi kadrolara daha çok iletişim mezunları müracaat ederler ya bir meslektaş olarak benim gibi, aynı zamanda bu konulara ilgili ve bilgili bir genç arkadaşı bulduğum için içten içe çok sevinçliydim. Öyle ya bize göre çiftçinin, köylünün, medya imkânlarını bütünüyle kullanarak mümkün olabilen en çok genişlikte ve derinlikte zirai yayımdan istifade etmesi hedefimizdi. Yapılan araştırmaları, yeni zirai teknikleri çiftçiye, köylüye ulaştırmamız lazımdı. Öyle ya artık her evde televizyon vardı ve bir yandan televizyonla bir yandan da basılı materyallerle bu hedef kitlemizin arzulanan üretim seviyesine, refah düzeyine, bilgi ve tecrübeye eriştirilmesi; bu toprağın insanının da çağdaş vasıtalardan yararlanması için seferber olmalıydık.
TYUAP’tan başlayarak yayın dairemiz kendisine biçilen rolü ve görev sahasını geliştirdikçe geliştirmiş, genişlettikçe genişletmişti. YAYÇEP’i devreye sokmuş, arkasında GAP yayım projesini geliştirmiştik. Neredeyse binleri bulan televizyon filmi yapmıştık. Hâlâ da yapacaklarımız vardı. Daha çok yönetmene, kameramana, yapımcıya, senariste, spikere, ışıkçıya vs. ihtiyacımız vardı. Genellikle devlet kapısı istihdam alanı olarak kötü kullanılmıştı. Devlet dairelerine eleman doldurulmuştu. Ama bizim ihtiyacımız ekmek gibi, su gibi elzemdi. Mademki devlet stüdyo kurmuş, mademki bu modern cihazlar alınmıştı; bunların hakkı verilmeliydi. Kamera, kurgu, stüdyo, matbaa boş durmamalıydı.
Dünya’daki bütün Tarım Bakanlıkları arasında bu kadar TV filmi yapan, açık öğretimi, yetişkin eğitimini uygulayan başka bakanlık yoktu. Yayın dairesi “Open University”, “Adult Education” alanında dünya birincisidir. Her ne kadar bu ehliyeti, kabiliyeti, birikimi ve ortaya koyduğu eserler gözardı edilmişse de ehliyet, emanet, liyakat, mesuliyet, samimiyet gibi kavramlar idarecilerimizin lugatinden çıkarılmışsa da burada görev yapanlar ne kadar önemli bir hizmeti deruhte ettiklerinin bilincindeydiler.
Satılmış Serdar Gökmen de bunların başında geliyordu. Yurdun her karışınnı gezip dolaştı; kameraman arkadaşlarıyla, metin yazarları, yönetmen yardımcıları, ulaşım görevlisi arkadaşlarıyla köy köy, bucak bucak, ilçe ilçe, il il dolaştı ve sayısız programa imza attı.

40
Şubat soğuğu… Yıl 1993. Babacığımı Hakk’a teslim ettik. Ben yıkadım. Yoksa imama yardım mı ettim?.. Elimden kayıp gitti. Oysa daha ne çok şey konuşacaktık.
Lâ Havle – Lütfî Divânı Lütfü Şehsuvaroğlu
Lâ Havle – Lütfî Divânı

Lütfü Şehsuvaroğlu

Тип: электронная книга

Жанр: Стихи и поэзия

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: EYVAH Kİ, MEFTÛN OLAN KALMADI, İMDÂD EDEN OLSA BARİ ELHÂK, ESİRİM YA, GAMDAN BENİ ÂZÂD EDEN OLSA BÂRİ BİTTİM, ÖMÜR BİTMEDEN, YANDIM EZEL GELMEDEN ÂH-U ZARLA ÂBÂD EDECEKTEN GEÇTİM AMMA, BİR YÂD EDEN OLSA BÂRİ LEYLÂ UNUTMUŞ BİZİM HÂTIRÂMIZDAN NE KALMIŞSA ŞİMDİ MECNÛN OLAN BİZDE YÂR ZOR, GÖNLÜ DİLŞÂD EDEN OLSA BÂRİ KAYZERLERİN TAHTLARINDAN HABERİM YOK Kİ, BAHTINDA OLSAM HAKKIN CEZA PAYDASINDAN BİZİ İB’AD EDEN OLSA BÂRİ LÜTFÎ YA, AŞKIN SERENCÂMI BIRAKMAZ Kİ GİTSEM PEŞİNDEN AHRETTE ÂHIM, GÜNAHIM İÇİN FERYÂD EDEN OLSA BÂRİ

  • Добавить отзыв