Üç Silahşörler

Üç Silahşörler
Alexandre Dumas
17. yüzyılda Fransa zayıflamış, Kral’ın Kardinal karşısında otoritesi sarsılmaya yüz tutmuş ve düşmanlar sınıra dayanmıştı. Adil Louis olarak anılan kral, Kardinal Richelieu’nun komplolarına karşın Mösyö de Treville’in gözde silahşorlerinden oluşan birliği ile muhafaza edilmektedir.

Alexandre Dumas
Üç Silahşorler

1
Yaşlı Dartanyan’ın Üç Hediyesi
1625 yılının Nisan ayının ilk pazartesi gününde pazar şehri Möng, Güllerin Romantizmi[1 - Roman de la Rose (ç.n.)] kitabının yazarının doğduğu yer, Hügenotlar ikinci bir La Rochelle kuşatması yapmış gibi bir devrim görüntüsü veriyordu. Ağlayan çocuklarını kapı eşiğinde bırakan kadınların Büyük Cadde’ye doğru kaçtığını gören vatandaşlar aceleyle zırhlarını kuşanıp belli belirsiz cesaretlerini desteklemek üzere tüfeklerine sarıldıktan sonra Franc Meunier Oteli’nin önünde sayıları her geçen dakika artan meraklı ve gürültücü topluluğa katıldılar.
O zamanlar için panik hâli pek yaygındı. Herhangi bir şehrin böylesine bir olayı arşivine kaydetmediği gün sayısı çok azdı. Birbirine karşı savaşan asiller, Kardinal’e karşı savaşan Kral ve Kral’a karşı savaşan İspanya vardı. Gizli saklı ya da herkesçe bilinen savaşlara ek olarak soyguncular, dilenciler, Hügenotlar, kurtlar ve dolandırıcılar vardı ki onlar herkese savaş açmıştı. Hırsızlar, kurtlar ya da dolandırıcılar söz konusu olduğunda ahali derhâl silahlarına sarılırdı. Asiller ya da Hügenotlara karşı sık sık, Kral’a karşıysa zaman zaman silah kuşandıkları da vakidir. Fakat Kardinal’e ya da İspanya’ya karşı asla! Bu alışkanlıktan dolayı 1625 yılının Nisan ayının ilk pazartesi gününde bu yaygarayı işitip kırmızı sarı bayrağı ya da Richelieu dükünün adamlarına ait üniformayı göremeyen şehirliler Franc Meunier Oteli’ne doğru aceleyle ilerlediler. Otelin önüne vardıklarında curcunanın sebebini hemen anladılar.
Portresini kısaca çizebileceğimiz bir adam vardı. 18 yaşında bir Don Kişot hayal edin. Metal göğüslüğü, kalça ya da uyluk zırhı olmayan bir Don Kişot. Mavi renkli yün hırkası, şarap kırmızısı ile gök rengi arasındaki adı bilinmeyen bir tona dönüşmüş yün bir hırka giyen bir Don Kişot. Uzun ve esmer yüzünde zekâ işareti olan çıkık elmacık kemikleri vardı. Fazlasıyla gelişkin üst çene kasları, şapkası olmasa bile bir Gasconlu olduğunun şüphe götürmez bir işaretiydi. Zaten kendisi bir çeşit kuş tüyünden yapılma bir şapka takıyordu. Gözü açık ve akıllıydı. Burnu ise kancalı olsa da biçimliydi. Bir ergen için fazla iri, yetişkin biri için fazla ufak tefekti. Deri kılıfından üzerine bindiği ata ve baldırlarına değen uzun kılıcı olmasa onu gören tecrübesiz bir göz kendisinin seyahate çıkmış bir çiftçi oğlu olduğunu düşünebilirdi.
Bu genç adamın herkesin gözüne çarpan bir atı vardı. On iki ya da on dört yaşlarında olan bu midillinin kuyruğundaki kıllar dökülmüştü ve sarı renkliydi. Günde sekiz fersah yol alabiliyordu ancak. Ne yazık ki bu atın özellikleri tuhaf renkli derisinin altında öylesine iyi gizlenmişti ki herkesin at uzmanı olduğu o zamanda Meung’a Beaugency kapısından giriş yapan bu hayvan insanlar üzerinde olumsuz bir hava yaratıyordu. Bu havadan binicisi de nasibini alıyordu.
Bu olumsuz tepkiyi ismi Dartanyan olan genç adam da acı bir şekilde tecrübe etmekteydi. Her ne kadar iyi bir at binicisi olsa da atın sebep olduğu tuhaf görüntüden kurtulamıyordu. Bu sebepten babası atı kendisine hediye olarak verdiğinde derin bir iç çekmişti. Böylesi bir hayvanın 20 pound ettiğinin farkındaydı. Babasının bu hediyeyi kendisine verirken söyledikleri atın değerinden daha önemliydi.
“Oğlum!” dedi Gasconlu beyefendi. “Bu at on üç yıl önce babanın evinde dünyaya geldi. O zamandan beri de burada kaldı. Bu sebepten atı sevmelisin. Atı asla satma. Yaşı geldiğinde sakince ve onuruyla ölmesine izin ver. Eğer onunla birlikte savaşa girecek olursan kendisine yaşlı bir hizmetçiye bakar gibi bak. Eğer olur da saraya gitme şerefine nail olursan…” diye devam etti yaşlı Dartanyan, “Eskilere dayanan soyluluğunun sana sağlayacağı bir haktır bu unutma. Beyefendiliğini kendine yakışır bir şekilde muhafaza etmeye bak. Bu asalet ki beş yüz sene önceki atalarından kalmadır. Bu sebepten hem kendin hem de senden olanların hatırına isminin hakkını ver. ‘Senden olanlar’ derken akrabalarını ve arkadaşlarını kastediyorum. Kardinal ve kral dışında hiç kimseye tahammül etme. Bugünlerde bir beyefendinin istikbali sadece ve sadece kendi cesaretine bağlıdır. Bir anlık bir tereddüt dahi bir kişinin talihin sunduklarını kaçırmasına sebep olabilir. Gençsin. İki sebepten dolayı cesur olman gerek. Birincisi, sen bir Gasconlusun ikincisi de benim oğlumsun. Fırsatları kaçırma ve maceralara atılmakta tereddüt etme. Sana nasıl kılıç tutulacağını öğrettim. Demirden kasların, çelikten bileklerin var. Her fırsatta kavga etmeye bak. Yasaklanmış olsa bile düelloya katıl. Bunun için iki katı cesaret gerekir. On beş ekü[2 - Ekü: Eski Fransız para birimi (ç.n.)], atım ve nasihatlerim dışında sana verebileceğim bir şey yok. Bir de annende senin için bir merhem var. Bu merhemi Bohemyalı birinden aldı ve kalbe alınan yaralar dışındaki her yarayı iyileştirme özelliğine sahip. Bütün bunlardan yararlanmaya bak. Uzun ve mutlu bir hayat yaşa. Son olarak ekleyeceğim bir şey daha var. Ben hiçbir zaman sarayda bulunmadım ve sadece dinî savaşlarda gönüllü olarak rol aldım. Sana örnek olarak eski komşum Mösyö de Treville’den bahsedeceğim. Kendisi kralımız -Tanrı onu korusun- 13. Louis’nin çocukken oyun arkadaşıydı. Bazen oyun oynadıkları zaman savaşa girişirlerdi. Fakat bu savaşlardan güçlü çıkan her zaman için kral olmazdı. Aldığı darbeler hem öz güvenine hem de Mösyö de Treville ile olan dostluğuna zarar verdi. Mösyö de Treville daha sonra başkalarıyla da savaştı. İlk yolculuğunu yaptığı Paris’te beş kez, müteveffa Kral ile genç Kral’ın tahta çıkacağı süre içinde savaşları ve kuşatmaları saymazsak yedi kez savaştı. O zamandan bugüne dek ise belki yüz kez savaştı. Yani fermanlara, nizamnamelere ve emirlere rağmen kendisi silahşorlerin lideridir. Diyeceğim o ki kendisi Sezarlardan oluşan bir lejyonun lideridir. Kral kendisine büyük saygı duyar. Kardinal ise korkar. (Kardinal’in hiçbir şeyden korkmadığı söylenir hâlbuki). Dahası, Mösyö de Treville yılda on beş bin ekü kazanır. Bu yüzden büyük bir soyludur. O da senin gibi bir başlangıç yaptı. Bu mektubu ona götür ve yaptığı her şeyi örnek al ki sen de onun gibi olabilesin.”
Yaşlı Dartanyan sözlerini bitirdikten sonra kendi kılıcını oğlunun beline taktı. Kendisini yanaklarından şefkatle öptükten sonra onu uğurladı.
Babasının odasından ayrılan delikanlı, onun verdiği öğütlerden dolayı sık sık kullanmasını gerektirecek merhemi elinde tutan annesini buldu. Annesi ile olan vedalaşması biraz daha uzun ve duygusaldı. Ama babası biricik oğlunu sevmediğinden değil de bir erkek olarak duygularını açığa vurmak istemediğinden. Ne var ki Madame Dartanyan bir kadındı ve daha da önemlisi bir anneydi. Uzun uzun ağladı. Genç Dartanyan da müstakbel bir silahşorün yapması gerektiği gibi sert olmaya çalışıp gözyaşlarını tutmak için mücadele etti. Ne var ki o da annesi gibi ağladı.
Aynı gün genç delikanlı yolculuğa başladı. Babasının verdiği üç hediye vardı yanında. On beş ekü, at ve Mösyö de Treville’e vereceği mektup. Tavsiyeler ise hediyelere dâhil değildi.
Dartanyan elindeki kılavuzla hem ahlaki hem de fiziksel yönden tam bir Cervantes kahramanıydı. Bir tarihçi olarak kendisini tasvir ederken onunla kıyas yapmak ne kadar da mutluluk verici… Don Kişot yel değirmenlerini dev, koyunları ordu sanmıştı. Dartanyan ise her gülümsemeyi hakaret, her bakışı tehdit sayardı. Böylece Tarb’dan Meung’a kadar yumrukları sıkılı bir vaziyetteydi. Ellerini sık sık kılıcına götürdü. Ne var ki yumruğu hiçbir surata değmedi, kılıcı kınından çıkmadı. Her ne kadar perişan midillinin görüntüsü yoldan geçenlerin tebessümüne sebep olsa da atın kenarından sarkan hatırı sayılır uzunlukta bir kılıç vardı. Kılıcın üzerinde ise kibirli olmaktan çok acımasız görünen bir çift göz vardı. Bu yüzden görenler kahkahalarını bastırdılar. Kahkahalarına hâkim olamayanlar ise eski zaman maskeleri gibi yüzlerinin sadece yarısıyla gülüyorlardı. Dartanyan haşmetini ve hassasiyetini muhafaza etti. Ta ki talihsiz Meung şehrine varıncaya dek.
Ne var ki Franc Meunier Oteli’nin kapısına gelip atından indiğinde – kendisine yardım etmek üzere ne bir garson ne de bir seyis gelmişti – Dartanyan giriş kattaki açık bir pencereden kaliteli bir at arabası olan iyi görünümlü bir beyefendinin iki kişiyle konuştuğunu gördü. Bu kişiler sert bakışlı beyefendiyi saygıyla dinlemekteydiler. Dartanyan, alışkanlığı üzere bu kişilerin kendisi hakkında konuştuğunu zannetti ve dinlemeye koyuldu. Fakat bu kez Dartanyan kısmen yanılmıştı. Konuşmanın konusu kendisi değil, atıydı. Beyefendi bütün iyi özelliklerini dinleyicilerine sıralıyor gibiydi. Dinleyiciler ise anlatıcıyı büyük bir hürmetle dinliyor gibiydiler. Her an kahkahalar patlatıyorlardı. Hafif bir gülümsemenin dahi öfke patlaması yaşattığı delikanlının bu yüksek sesli neşe karşısında ne tepki vereceği kolayca tahmin edilebilir.
Yine de Dartanyan kendisi ile alay eden bu şahsiyeti daha fazla incelemek istiyordu. Mağrur bakışlarını Yabancı’ya dikti. Bu adam kırk – kırk beş yaşlarında, delici siyah bakışları olan, açık tenli biriydi. Dikkat çeken bir burnu ile biçimli bıyıkları vardı. Mor renkli bir gömlek ile pantolon giyiyordu. Bir de aynı renkten kordon vardı üzerinde. Gömlek ile pantolon her ne kadar yeni olsalar da uzun bir süre bavulda kalan seyahat giysileri misali kırışmışlardı. Dartanyan bütün bu tespitleri kısa bir süre içinde gerçekleştirmişti. İçinden gelen bir ses bu Yabancı’nın gelecekteki hayatına fazlaca tesir edeceğini söylüyordu.
Dartanyan gözlerini mor kıyafetli Yabancı’ya dikedursun beyefendi midilli ile ilgili çok ince tespitlerde bulunuyor, dinleyicilerinin daha da gürültülü kahkahalar patlatmasına sebep oluyordu. Kendisi bile alışkanlığının aksine hafif tebessüm ediyordu. Bu kez hiç şüphe yoktu. Dartanyan’a hakaret ediliyordu. Bunun üzerine şapkasını gözlerinin üzerine indirdi. Seyahat eden Gasconlu genç asillerden kaptığı soylu havaları taklit ederek bir elini kılıcının kabzasına, diğer elini de beline koyarak ilerlemeye başladı. Ne yazık ki her adım atışında öfkesi biraz daha şiddetleniyordu. Tepkisini ortaya koymak üzere hazırladığı hafif ve münasip giriş cümlesi yerine dilinin ucuna berbat bir insana ait cümleler geliyordu. Bir de buna eşlik eden öfkeli jestler…
“Size diyorum beyefendi. Kepenkin arkasına saklanan size… Evet, beyefendi… Neye güldüğünüzü söyleyin de beraber gülelim hadi!”
Beyefendi konuşmayı bırakıp gözlerini adama çevirdi. Bu tuhaf ifadelerin kendisine yöneltildiğinden emin olmak ister gibi bir hâli vardı. Kendisine hitap edildiğine ikna olduktan sonra kaşlarını hafifçe çattı. Tanımlaması imkânsız alaycı ve saygısız bir ses tonuyla Dartanyan’a cevap verdi.
“Size söylemiyordum beyefendi.” dedi.
“Ama ben size söylüyorum.” dedi genç adam. Muhatap olduğu hakaret ile kibarlığın, küçük görme ile nezaketin sebep olduğu bir öfke patlamasıyla.
Yabancı hafif bir tebessüm ile pencereden ayrılıp yavaş adımlarla otelden çıktı ve atın önünde durmaya başladı. Dartanyan ile arasında bir buçuk metre gibi bir mesafe vardı. Sessiz tavrı ile suratındaki alaycı ifade hâlâ pencere kenarında duran iki adamın neşesini daha da arttırmışa benziyordu.
Adamın yaklaştığını gören Dartanyan kılıcını kınından az miktar çıkardı.
“Bu at kesinlikle bir düğün çiçeğine benziyor. Ya da gençliğinde düğün çiçeği gibiymiş.” diye devam etti Yabancı konuşmasına. Penceredeki dinleyicilerine hitaben bir şeyler söylemeye devam ediyor, adamlarla arasında duran ve öfkeden çıldırmış Dartanyan’a en ufak bir tepki göstermiyordu. “Bu renge Botanik’te fazlasıyla rastlanır. Fakat atlarda pek nadirdir.”
“Atın efendisine gülecek cüreti olmayanlar ata gülerler.” diye haykırdı delikanlı öfkeyle.
“Ben sık sık gülmem beyefendi.” diye cevap verdi Yabancı. “Yüzümdeki ifadeden de anlayacağınız üzere. Yine de gülmek istediğim zaman gülerim.”
“Ben de!” diye haykırdı Dartanyan. “Benim istemediğim durumlarda gülünmesine izin vermem.”
“Pekâlâ beyefendi.” diye devam etti Yabancı. Her zamankinden daha da sakindi. “Bu çok doğru!” dedi ve otele girmek üzere geri döndü.
Fakat Dartanyan kendisiyle alay etme cüretini gösteren bir adamın elinden kaçmasına izin verecek biri değildi. Kılıcını kınından tamamen çıkardıktan sonra adamı takip etmeye başladı. “Dön, dön şakacı beyefendi! Yoksa seni arkadan vurmak zorunda kalırım.”
“Hadi vur beni.” diye cevap verdi Yabancı arkasını dönerken. Genç adamı nefret ve hayret dolu bakışlarla incelerken, “Neden delikanlı? Çıldırdınız galiba.”dedi. Daha sonra kendi kendine konuşurcasına bastırılmış bir ses tonuyla devam etti.
“Bu çok sinir bozucu. Hâlbuki majesteleri için bir lütuf olabilirdi. Kendisi silahşor olarak işe alabileceği cesur adamları arıyor her yerde.”
Sözlerini henüz bitirmişti ki Dartanyan öfkeli bir darbe savurdu ona. Eğer çevik bir hareketle geri çekilmiş olmasaydı muhtemelen bunlar söylediği son sözler olacaktı. Olayın basit bir şakadan daha ciddi bir hâl aldığını fark eden Yabancı da kılıcını çıkardı. Rakibine selam verdi ve kendini savunmaya aldı. Fakat o sırada iki dinleyici de ona katılmıştı. Sopalar, kürekler ve maşalarla Dartanyan’ın üzerine çullandılar. Dartanyan darbeler almaya devam ederken Yabancı kılıcını kınına soktu ve biraz önce başrolünde oynadığı kavgayı seyretmeye koyuldu. Her zamanki vurdumduymaz tavrıyla, “Şu Gasconlulara lanet olsun. Bırakın turuncu atına binip defolsun!” diye söylendi.
“Seni öldürmeden asla, korkak!” diye bağıran Dartanyan, kendisine saldırmaya devam eden üç adamın karşısında bir adım dahi geri atmıyordu.
Yabancı homurdanmaya devam etti.
“Şerefim üzerine yemin ederim ki bu Gasconlular iflah olmaz. O hâlde dansa devam, mademki öyle istiyor. Yorulunca belki bize söyler.”
Ne var ki Yabancı nasıl bir inatçı kişilikle muhatap olduğunun farkında değildi. Dartanyan merhamet dilenecek bir adam değildi. Bu sebepten kavga bir müddet daha devam etti. Fakat Dartanyan bir darbe sonucu ikiye bölünen kılıcını nihayet bırakmak zorunda kalmıştı. Alnına aldığı bir başka darbe delikanlıyı yere sermişti. Üstü başı kan revan içindeydi ve bayılmak üzereydi.
Bu sırada insanlar dört bir taraftan olay yerine koşuyordu. Bu durumun sonuçlarından endişelenen otel sahibi hizmetçilerinin de yardımıyla yaralı adamı içeri taşıyıp yaralarını tedavi etmeye çalıştılar.
Beyefendiye gelince, kendisi pencere kenarındaki yerini aldı ve belirgin bir sabırsızlıkla ahaliyi incelemeye koyuldu. Hâlâ dağılmamış olmalarına sinirleniyor gibiydi.
“Pekâlâ, çıldırmış adam ne hâlde?” diye haykırdı. Kapı sesiyle birlikte içeri giren Otel Sahibi’ni gördü. Kendisinin yara alıp almadığını sormaya gelmişti.
“Ekselanslarının sağlık durumu nasıl?” diye sordu Otel Sahibi.
“Ah evet! Çok iyiyim beyefendi. Genç adama ne olduğunu merak etmekteyim.”
“Kendisi daha iyice. Bayılmış.”
“Evet.” dedi beyefendi.
“Fakat bayılmadan önce bütün gücünü topladı ve size meydan okudu.”
“Neden? Bu adam insan kılığına girmiş iblis olmalı.” dedi Yabancı.
“Hayır, hayır beyefendi. Kendisi iblis değil.” diye cevap verdi Otel Sahibi. Yüzünde küçümseyici bir sırıtış vardı. “Kendisi bayılırken valizini aradık ve temiz bir gömlek ile ekü dışında hiçbir şey bulamadık. Fakat yine de bayılırken eğer bu olay Paris’te yaşansaydı pişman olacağınızı söyledi.”
“O zaman…” dedi Yabancı sakin bir şekilde. “Kendisi tebdil-i kıyafet gezinen bir prens.”
“Size söyledim Sayın Beyefendi.” diye devam etti Otel Sahibi. “Kendinizi korumaya almanız gerekirse diye.”
“Peki herhangi bir isim verdi mi?”
“Evet, cebine vururken şöyle söyledi. ‘Mösyö de Treville’in himayesi altındaki birine böyle davranılmasına ne tepki vereceğini göreceğiz.’”
“Mösyö de Treville?” diyen Yabancı daha dikkatli dinlemeye başlamıştı. “Elini cebine koyarken Mösyö de Treville adını zikretti öyle mi? Sayın Otel Sahibi bu genç adam her ne kadar bilinçsiz de olsa cebinde ne olduğunu incelemeyi ihmal etmediniz değil mi? Cebinde ne vardı?”
“Mösyö de Treville’e yazılmış bir mektup vardı Sayın Silahşorlerin Lideri.”
“Gerçekten mi?”
“Tam da size söyleme şerefine nail olduğum gibi oldu ekselansları.”
Ne var ki Otel Sahibi, söylediği sözlerin Yabancı’da ne gibi bir tesire sebep olduğunu fark edecek idrak kuvvetine sahip değildi. Adam pencere önünde oturduğu yerden kalktı. Endişeli bir şekilde kaşlarını çattı.
“İblis!” diye homurdandı dişlerinin arasından. “Treville’in bu Gasconluyu üzerime salmış olması mümkün mü? Kendisi pek genç. Fakat bir kılıç darbesi bir kılıç darbesidir. Darbeyi savuran kaç yaşında olursa olsun. Genç bir adam yaşlı bir adamdan daha az şüphe uyandırır üstelik.” Yabancı birkaç dakika daldı. “Basit bir engel büyük bir amacı yıkmaya yeter bazen.”
“Hancı, bu çılgın çocuktan kurtulmanın bir yolunu bulamaz mısın? Onu öldürmeye vicdanım el vermez ama…” diyen Yabancı soğuk ve tehditkâr bir ifadeyle sözlerine devam etti. “Sinirlerimi bozuyor. Nerede o?”
“İlk katta eşimin odasında. Orada yaralarını sarıyorlar.”
“Eşyaları ve çantası da yanında mı? Ceketini (doublet) çıkardı mı?”
“Her şey mutfakta. Ama eğer bu çılgın sizi sinirlendiriyorsa…”
“Kesinlikle sinirlendiriyor. Hanınızda olay çıkardı ki bu saygın insanların tahammül edemeyeceği bir şey. Hadi git hesabımı getir ve hizmetçime haber ver.”
“Ne oldu mösyö, bizden bu kadar erken mi ayrılcaksınız?”
“Aynen öyle yapacağım. Atımın eyerlenmesini emretmiştim. Emirlerime karşı mı geliniyor?”
“Ekselanslarının da göreceği üzere eyerlendi. Atınız büyük kapıda, yolculuğunuz için hazır.”
“Çok iyi. O zaman sana söylediklerimi yap.”
“Aman aman!” dedi Hancı kendi kendine. “Acaba bu çocuktan korkuyor olabilir mi?” Ne var ki yabancının attığı buyurgan bir bakış üzerine Hancı sustu. Alçak gönüllülükle eğildi ve oradan ayrıldı.
“Bu adam sevgilimi görmemeli.” diye devam etti Yabancı. “Yakında gelecek zaten. Hatta geç bile kaldı. Atıma atlayıp onu karşılamaya gitmeliyim. Treville’e hitaben yazılmış mektupta ne yazdığını bilmek isterdim doğrusu.”
Kendi kendine söylenmeye devam eden Yabancı mutfağa yöneldi. Bu arada Yabancı’nın genç adamın varlığından dolayı hanından ayrıldığından emin olan Hancı eşinin odasına çıktı. Dartanyan o sırada yeni yeni kendine geliyordu. Yabancı gibi soylu bir beyefendiyle – adamın güçlü bir asilzade olduğu kanaatindeydi – kavgaya giriştiği için polisin delikanlıya fazlasıyla zorluk çıkartacağını söyledi Hancı. Sonra da güçsüz olmasına rağmen derhâl ayağa kalkıp mümkün olan en kısa sürede oradan ayrılmasını söyledi Dartanyan’a. Hâlâ yarı şaşkın vaziyette olan delikanlının ceketi (doublet) üzerinde değildi. Başının etrafına da keten bir bez parçası sarılıydı. Dartanyan Hancı’nın desteğiyle ayağa kalktı ve merdivenlerden inmeye başladı. Fakat mutfağa geldiği sırada gördüğü ilk şey hasmının ağır bir arabanın eşiğinde sakince konuşmasıydı. Arabaya iki iri Normandiya atı koşulmuştu.
Adamın konuştuğu kişi araba penceresinden başı görünen yirmi – yirmi iki yaşlarında bir kadındı. Dartanyan’ın bir yüz ifadesini ne kadar hızlı okuduğu bilinen bir şey. Tek bakışta anladığı üzere bu genç ve güzel bir kadındı. Delikanlının o zamana kadar yaşadığı güney eyaletlerinde gördüğünden tamamen farklı bu güzellik onu fazlasıyla sarsmaya yetmişti. Açık tenli ve sarı saçlıydı. Uzun lüleleri omzundan dökülüyordu. Geniş, mavi gözleri ile mahzun bakışları vardı. Dudakları gül rengiydi ve su mermeri gibi elleri vardı. Yabancı ile konuşurken pek canlıydı.
“O zaman Sayın Kardinal buyuruyor ki…” dedi genç kız.
“Derhâl İngiltere’ye dönmenizi ve Londra’dan ayrılır ayrılmaz haber vermenizi söylüyor.”
“Peki, başka bir emir var mı?” diye sordu güzel gezgin.
“Hepsi bu kutunun içinde. İngiltere sınırlarına ulaşmadan açmamalısınız bu kutuyu.”
“Pekâlâ. Ya siz… Siz ne yapacaksınız?”
“Ben Paris’e döneceğim.”
“Ne yani, küstah çocuğa haddini bildirmeden mi döneceksiniz?” diye sordu genç kız.
Yabancı tam cevap vermek üzereydi ki konuşmaları işiten Dartanyan kapı eşiğinde belirdi.
“Küstah çocuk diğerlerine haddini bildirir.” dedi. “Bu kez haddini bildireceğim kişinin daha önce olduğu gibi kaçmayacağını ümit ediyorum.”
“Kaçmayacağını mı?” diye cevap veren Yabancı kaşlarını çattı.
“Kesinlikle. Bir hanımefendinin önünde kaçmaya cüret etmezsiniz zannediyorum.”
Yabancı’nın kılıcına davrandığını gören Milady,
“En ufak bir gecikmenin her şeyi mahvedebileceğini unutma.” dedi.
“Haklısın!” diye bağırdı beyefendi. “Sen yola çık o zaman. Ben de en kısa zamanda çıkacağım zaten.”
Hanımefendiye başıyla selam verdikten sonra atına atladı. Bu arada arabacı atları kuvvetle kırbaçlamaya başladı. Böylece ikisi de ters yönde dörtnala ilerlemeye başladılar.
Yabancı uşağına, “Hesabı öde.” dedi. Hancı’nın ayağına iki ya da üç gümüş fırlatan uşak da dörtnala efendisinin peşinden gitmeye başladı.
“Korkak herif! Sahte asilzade!” diyen Dartanyan da uşağın ardından atına atlamaya çalıştı. Fakat yaralarından dolayı o kadar zayıf düşmüştü ki bu iş onu epey zorladı. Henüz on adım dahi ilerlemeden kulaklarının çınlamaya başladığını hissetti. Başı dönmeye başladı ve gözleri kanlandı. Yolun ortasında yere düştüğü anda dahi bağırmaya devam ediyordu. “Korkak, korkak, korkak…”
“Gerçekten de korkak.” diye mırıldanan Hancı, Dartanyan’ın yanına gitti. Bu ufak jest sayesinde delikanlıyla arasını düzelteceğini umuyordu.
“Evet, tam bir korkak.” diye homurdandı Dartanyan. “Fakat kız çok güzel…”
“Kız ne?”
“Milady” diye mırıldanan Dartanyan bir kez daha bayıldı.
“Hepsi de aynı.” dedi Hancı. “İki müşteri kaybettim ama burada kendisinin bir kaç gün boyunca kalacağına da eminim. Nereden baksan on bir ekü kazandım.”
On bir ekü Dartanyan’ın çantasındaki paranın tamamı demek oluyor hatırlanacağı üzere.
Hancı on bir gün boyunca kalmanın karşılığını günlük bir eküden on bir ekü olarak hesaplamıştı. Ne var ki bu hesabı misafirinin fikrini almadan yapmıştı. Ertesi sabah saat beşte Dartanyan ayağa kalktı. Kimsenin yardımı olmadan mutfağa indi. Ne olduğunu bilmediğimiz birtakım malzemeye ilaveten bir miktar yağ, biraz şarap ve biberiye istedi. Annesinin verdiği karışımın yanında bir de merhem yaptı ve bu merhemi yaralarına sürdü. Sargılarını kendi kendine değiştirdi ve herhangi bir doktordan gelecek yardımı kabul etmedi. O günün akşamında yürümeye başlayan Dartanyan ertesi sabah neredeyse iyileşmişti bile.
Sıkı bir perhiz uyguladığından dolayı biberiye, yağ ve şarap ile at yeminin ücretini ödemek istedi. Atı sahibinin aksine normal bir atın üç katı kadar yem tüketmişti. (En azından Hancı böyle söylüyordu.) Ödeme yapmak üzere cebine uzanan Dartanyan eski kadife kesesinde on bir ekü dışında hiçbir şey bulamadı. Mösyö De Treville’e yazılmış mektup kayıptı.
Delikanlı büyük bir sabırla ceplerini defalarca aradı. Valizinin altını üstüne getirdi. Cüzdanını tekrar tekrar yokladı. Mektubu bulamayacağına ikna olduğundaysa kendisine neredeyse taze şarap, yağ ve biberiyeye mal olacak üçüncü bir öfke patlamasına kapıldı. Sinirden deliye dönen delikanlının mektubu bulunmazsa hanındaki her şeyi mahvedeceğinden korkan Hancı eline bir şiş aldı. Karısı süpürgesini kaptı diğer hizmetçiler de daha önce kullandıkları sopalara davrandılar.
Dartanyan bağırıyordu. “Tavsiye mektubum! Ya tavsiye mektubumu bulursunuz ya da ahdım olsun sizi kiraz kuşu gibi şişlerim.”
Ne yazık ki Dartanyan’ın bu tehdidini gerçekleştirmesinin önünde kuvvetli bir engel vardı. Hatırlayacağımız üzere delikanlının kılıcı yaşadığı ilk sürtüşmede ikiye bölünmüştü. Dartanyan bunu tamamen unutmuştu. Bu sebepten tam da kılıcını çektiği sırada yirmi santim uzunluğunda bir metal parçası buldu. Hancı bu parçayı kılıfa dikkatlice yerleştirmişti. Kılıcın kalan kısmını ise yemek şişi yapmak üzere almıştı.
Ne var ki bu aldatmaca öfkeli genç adamı durdurmaya muhtemelen yetmezdi. Eğer Hancı, misafirinin sorgusunun son derece makul olduğuna kanaat getirmezse.
“Peki tamam da…” dedi şişini indirirken. “Mektup nerede?”
“Evet nerede mektup?” diye bağırdı Dartanyan. “İlk olarak sizi bir hususta uyarmam gerekiyor. O mektup Mösyö de Treville’e hitaben yazılmış. Bu sebepten mutlaka bulunması gerekiyor. Eğer bulunmazsa o nasıl bulunacağını bilir.”
Bu tehdit Hancı’yı yeterince korkutmuştu. Mösyö De Treville’in adı Kral ve Kardinal’den sonra ordu tarafından en çok zikredilen addı. Hatta vatandaşlar tarafından. Bir de Peder Joesph vardı ki onun adı sadece fısıltıyla anılırdı. Kardinal’in yakını olan bu kişinin estirdiği terör herkesçe bilinirdi.
Elindeki şişi indiren Hancı karısına ve hizmetçilerine de ellerindekileri bırakmasını emretti. Kayıp mektubu arama çalışmalarına başlamak üzere ilk adımı kendisi attı.
Birkaç dakikalık beyhude bir araştırmanın ardından: “Bu mektup herhangi değerli bir şey içeriyor mu?” diye sordu Hancı.
“Aman Tanrı’m! Galiba içeriyor!” diye haykırdı Gasconlu. Bu mektubun saraya girmesini sağlayacak şey olduğunu düşününce. “İçinde benim geleceğim vardı!”
“İçinde İspanya devlet tahvili mi vardı?”
“Majestelerinin şahsi hazinesinin tahvilleri vardı.” diye cevap veren Dartanyan bu tavsiye mektubu sayesinde Kral’ın hizmetine gireceğini düşünerek bu tehlikeli ifadeyi kullanmada sakınca bulmadı.
“İblis!” diye bağırdı hayretler içindeki Hancı.
“Para olsa sıkıntı değil.” diye devam etti Dartanyan. “Para sıkıntı değil. Para hiçbir şey ama mektup her şey. Onu kaybedeceğime bin tane tabanca kaybetmeyi tercih ederim.”
O sırada lanet okumakta olan Hancı’nın beyninde bir şimşek çaktı.
“Mektup kaybolmadı.” diye bağırdı.
“Ne!” diye haykırdı Dartanyan.
“Hayır çalındı.”
“Çalındı mı? Kim tarafından?”
“Dün burada bulunan beyefendi tarafından. Kendisi ceketinizin (doublet) bulunduğu mutfağa indi ve bir süre tek başına durdu. Bahse girerim o çaldı.”
“Öyle mi dersiniz?” diye cevap veren Dartanyan çok da ikna olmamıştı. Mektubun değerinin şahsi olduğunun farkındaydı ve çalınmasını gerektiren bir sebep göremiyordu. Ne adamın hizmetçileri ne de diğer yolcular o mektuba sahip olarak bir şey elde edemezlerdi.
“Yani siz…” diye devam etti Dartanyan. “O münasebetsiz beyefendiden mi şüpheleniyorsunuz?”
“Size bundan emin olduğumu söylüyorum.” diye devam etti Hancı. “Zatıalinizin Mösyö de Treville’in öğrencisi olduğunu, bu şanlı adama verilmek üzere bir mektup taşıdığınızı söylediğimde çok rahatsız olmuş gibi göründü. Bana mektubun nerede olduğunu sordu ve derhâl mutfağa indi. Ceketinizin orada olduğunu biliyordu.”
“O zaman hırsız o.” diye cevap verdi Dartanyan. “Mösyö de Treville’e şikâyet edeceğim. Kendisi de Kral’a şikâyet edecek.” Daha sonra haşmetli bir tavırla cüzdanından iki ekü çıkardı ve Hancı’ya verdi. Hancı da bir elinde şapkası kapıya kadar delikanlıya eşlik etti. Dartanyan sarı atına atladı ve Paris, St. Antoine’a kadar olaysız seyahat etti. Delikanlı atı üç ekü karşılığında sattı. Dartanyan’ın atı son seferinde zorladığı hesaba katılacak olursa bunun iyi bir fiyat olduğuna şüphe yoktu. Alıcı ise atı satın almasının asıl sebebinin renginin sıra dışılığı olduğunu söyledi.
Böylece Dartanyan şehre yaya olarak giriş yaptı. Küçük çantasını koltuk altına sıkıştırmış vaziyette bütçesine uygun bir daire buluncaya kadar yürüdü. Bulduğu daire tavan arasındaydı ve Lüksemburg yakınlarında bir bölgedeydi.
Ödemeyi yapar yapmaz odasına çekilen delikanlı günün kalanını annesinin, babasına ait neredeyse yeni ceketten söküp kendisine gizlice verdiği süslemeleri ceketine dikmekle geçirdi. Daha sonra kılıcını yaptırıp Louvre’a doğru yol aldı. Karşısına çıkan ilk silahşore Mösyö de Treville’in nerede kaldığını sordu. Treville’in Vieux-Colombier Caddesi’nde bir yerde olduğunu öğrendi. Burası delikanlının kiraladığı odaya yakındı. Bu durum yolculuğunun başarıya ulaştığına dair olumlu bir işaret gibiydi.
Bunun üzerine Meung’da kendini ortaya koyma biçiminden memnun bir vaziyette, geçmişe dair pişmanlık duymadan, şimdiden emin ve geleceğe dair ümitkâr bir hâlde yatağına çekildi ve cesurların uykusunu uyudu.
Sabah dokuzda uyandı ve babasının iddiasına göre ülkedeki en önemli üçüncü adam olan Mösyö de Treville’i görmek üzere yola koyuldu.

2
Mösyö de Treville’in Bekleme Salonu
Gascony’de hâlâ Mösyö de Troisville olarak bilinen ve Paris’te adını Mösyö de Treville olarak değiştiren beyefendi Dartanyan’ınkine benzer bir başlangıç yapmıştı: Beş kuruş parası olmadan. Ne var ki cesaret, açık gözlülük ve zekâ fakir bir Gaskonyalıya en zengin adamların sahip olduğundan daha fazla ümit sunabilirdi. Cesareti ve cesaretinden daha fazla olan başarısı ona son basamağı “Saray İnayeti” diye bilinen zorlu merdiveni dörder dörder tırmanmayı getirmişti.
Herkesin bildiği üzere babası IV. Henry’nin hatırasını onurlandıran Kral’ın arkadaşıydı. Mösyö de Treville’in babası Kral’a sadakatle hizmet etmişti. Öyle ki parasız kaldığında, Paris’in düşmesini takiben Kral, üzerinde Latince FIDELIS ET FORTIS (Sadık ve Güçlü) yazılı altın bir armayı taşımasına müsaade etmişti. Bu fazlasıyla şerefli bir durum olsa da zengin bir yaşam sunma konusunda yetersizdi. Bu sebepten Henry’nin şanlı dostu vefat ettiğinde oğluna bıraktığı yegane miras kılıcı ve armaya işlenmiş ‘Sadık ve Güçlü’ sözleriydi. Bu iki hediyeye eşlik eden temiz soyadından dolayı Mösyö de Treville genç Prens’in hayatına dâhil olabilmişti. Kılıcından en iyi şekilde istifade etmiş, babasından miras kalan sloganın hakkını vermişti. Bu sebepten kendisi de krallığın en iyi kılıç savaşçılarından biri olan XIII. Louis dövüşecek arkadaşlarına önce kendisini sonra Treville’i seçmelerini hatta Treville’i kendisinden de önce seçmelerini tavsiye ederdi.
Bu sebepten XIII. Louis, Treville’i gerçekten severdi. Bu çıkarlarına yönelik bir kraliyet usulü sevgiydi. Yine de bir sevgiydi. Talihsiz zamanlarda Treville gibi adamları etrafında bulundurmak akıllıca bir seçimdi. Birçok insan Treville’in sloganlarından GÜÇLÜ sıfatına haiz olabilirdi. Ne var ki ancak çok az beyefendi SADIK sıfatını üzerinde taşıyabilirdi. Treville bu sıfatlardan ikincisine sahipti. Ender rastlanan özellikleri vardı. Köpek misali itaatkârdı. Kör cesareti, çevik gözleri, tez elleri vardı. Öyle ki Kral’ın hoşnutsuz olduğu kişileri kolayca görüp onları yok etmek konusunda iyiydi. Kısacası o zamana kadar Treville’in fırsat dışında her şey geçmişti eline. Öyle ki fırsat ulaşabileceği bir noktaya geldiğinde onu saçlarından yakalayacağına dair kendine söz vermişti. XIII. Louis nihayet Treville’i krallarına sadık silahşorlerinin lideri yapmıştı.
Bu konuda Kardinal de Kral’dan geri kalmamıştı. O da kendisine ait savaşçıları olması gerektiğini düşünüyordu. Bu sebepten tıpkı Kral gibi o da kendi silahşor ekibini kurdu. Böylece bu iki güçlü rakip silahşorler sadece Fransa’da değil yabancı ülkelerde de aralarına alacakları iyi savaşçıları bulmak üzere mücadele etmeye başladılar. Richelieu ve XIII. Louis’in akşamları satranç oynadıkları sırada kendi savaşçılarının meziyetleri üzerine anlaşmazlığa düşmeleri nadiren gerçekleşen bir şey değildi. Her biri kendi adamlarının cesareti ve gücüyle övünüyordu. Her ne kadar düelloya ve kavgaya karşı olduklarını yüksek sesle ilan ediyor olsalar da onları gizliden kavgaya teşvik ediyorlardı. Kendi savaşçılarının galibiyetinden haz alıp yenilgilerine üzülüyorlardı.
Treville, efendisinin zayıf yönünü biliyordu. Bu sebepten sadakat konusunda iyi bir itibarı olmayan Kral’ın sürekli inayetine sahip olmayı başarmıştı. Silahşorlerini, Kardinal Armand Duplessis’in önünde küstah bir tavırla yürüttüğünde din adamının gri bıyıklarının öfkeyle kıvrılmasına sebep olmuştu. Treville o zamanın savaş yöntemini çözmüştü: Düşmanın pahasına yaşayamıyorsan kendi vatandaşlarının pahasına yaşayabilirsin. Kendisi dışında hiç kimseye itaat etmeyen başıboş bir ekip kurmuştu.
Kral’ın, daha doğrusu Treville’in gevşek, yarı ayyaş silahşorleri kabarelerde, kamuya ait yollarda, spor müsabakalarında fink atıyor, Kardinal’in adamlarını kızdırmaktan büyük zevk alıyorlardı. Daha sonra sokaklara dağılıyor, bazen öldürülseler de intikam alıp gözyaşı döküyorlardı. Sık sık başkalarını katletseler dahi hiçbir türlü hapislerde çürümüyorlardı. Çünkü Mösyö de Treville onlara sahip çıkmaktaydı. Bu sebepten en çok Treville’i övüyor ve seviyorlardı. Kendileri kabadayı olan bu adamlar Treville’in karşısında öğretmeninden korkan bir öğrenci misali titriyorlardı. En ufak bir sözüne dahi itaat ediyorlardı. En ufak bir hakaret için dahi kendilerini feda etmeye hazırlardı.
Mösyö de Treville elindeki bu silahı öncelikle Kral için, sonra Kral’ın arkadaşları için en nihayetinde de kendisi ve arkadaşları için kullanıyordu. Düşmanı çok olan beyefendiyi bu durumdan dolayı suçlayan bir tane dahi hatırata rastlamak mümkün değil. Treville’in adamları aracılığı ile menfaat elde ettiğine dair hiçbir örnek yok. Entrikaya bu kadar meyilli dehasına rağmen kendisi dürüst bir adam olarak kaldı. Zayıflatan kılıç darbelerine ve yorucu antrenmanlara rağmen zevk âlemlerinin müdavimi bir çapkın olmayı başarmıştır. İşte böyle… Silahşorlerin lideri hem hayranlık uyandıran, hem korkulan hem de sevilen bir adamdı ki bu bir insanın sahip olabileceği talihin zirve noktasıydı.
Treville’in evinin avlusu askerî bir karargâhı andırıyordu. Elli ya da altmış kadar silah kuşanmış adam sürekli nöbet değiştiriyor, her an savaşa hazır vaziyette sırada bekliyordu. Modern medeniyetin üzerine ayrı bir ev inşa edebileceği devasa merdivenlerden ricada bulunmaya gelen insanlar, silahşorlere katılmak isteyen farklı illerden gelmiş beyefendiler, Mösyö de Treville ile silahşorleri arasındaki haberleşmeyi temin eden hizmetçiler inip çıkıyordu. Evin girişindeki salonda “seçkin” diye adlandırılan kişiler oturmaktaydı. Bu evde sabahtan akşama kadar devam eden bir gürültü vardı. Mösyö de Treville, giriş salonuna yakın ofisinde ziyaretçileri kabul ediyor, şikâyetleri dinliyor, emirler veriyordu. Tıpkı Louvre’daki Kral’ın balkonda oturması misali pencerenin yanına kurulmuştu. Hem adamlarını hem de silahları inceliyordu.
Dartanyan’ın ziyarete geldiği gün müthiş bir kalabalık vardı. Özellikle de taşradan gelen biri için fazla kalabalıktı. Bu taşralının bir Gascon olduğu doğrudur. Üstelik o zaman için Dartanyan’ın hemşehrileri, gözlerinin kolay kolay korkmamasıyla nam salmıştır. Büyük kapıdan içeri girdiğinde birbirine sataşan, bağırıp çağıran, dövüşen ve şakalaşan savaşçıların arasına düştü. Böylesi bir karmaşa ortamından geçebilmek için bir insanın ya bir subay, ya mühim bir soylu ya da güzel bir kadın olması gerekiyordu.
Genç adam işte böyle bir arbede ve düzensizlik ortamında ilerlemek zorunda kalmıştı. Kalbi küt küt atıyordu. Uzun kılıcını ince bacaklarına hizalamıştı ve bir eliyle de şapkasının kenarını tutuyordu. Yüzünde huzursuzluğunu belli etmemeye çalışan bir taşralının hafif gülümsemesi vardı. Her bir grup savaşçıyı geçtiğinde derin bir nefes alıyordu. Ne var ki adamların dönüp ona baktığı gözünden kaçmadı. O güne kadar kendisine dair olumlu fikirleri olan Dartanyan şapşal hissetmekten kendini alamadı.
Ne var ki merdivenler daha kötüydü. Dört silahşor tuhaf bir şekilde eğleniyordu. Bu arada on ya da on iki kadar savaşçı da sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu.
Merdivenin üst tarafındaki bir silahşor elindeki kılıçla diğer üçünün yukarı çıkmasını engelliyor daha doğrusu engellemeye çalışıyordu. Diğer üçü ise ellerindeki çevik kılıçlarla mücadele ediyordu.
Dartanyan ilk bakışta bu kılıçların uçları düğmeli eskrim kılıcı olduğunu zannetse de daha sonra gördüğü sıyrıklar üzerine her bir kılıcın sivriltilmiş ve bilenmiş olduğunu anladı. Her bir sıyrık üzerine sadece izleyiciler değil aynı zamanda savaşçılar da kahkahalar patlatıyordu. Âdeta çılgın gibi…
O sırada merdivenin üst kısmında bulunan savaşçı rakiplerini mükemmel bir şekilde hizada tutmayı başarıyordu. Oyunun kuralları gereği darbe alan kişi yerini darbeyi vuran rakibine bırakıyordu. Beş dakika içinde tam üç kişi ufak yaralar aldı. Biri elinden, diğeri kulağından… Merdiveni savunan ve hiçbir yara almayan savaşçı ise kurallar gereği üç kez kazanmış oluyordu.
Her ne kadar kendisini şaşırtmak zor olsa da (ya da kendisi zor şaşıran biri olduğunu iddia etse de) genç gezginimiz bu oyun karşısında fazlasıyla şaşırmıştı. Herkesin kolayca sinir harbine tutulduğu memleketinde birkaç düello başlangıcına şahit olmuştu. Fakat bu dört kılıç ustasının mücadelesi Gaskonya’dakilerden bile daha güçlü görünmüştü gözüne. Bir an için kendini Güliver’in meşhur Devler Ülkesi’ne gelmiş gibi hissedip korksa da henüz hedefine ulaşmamıştı. Hâlâ geçmesi gereken merdiven ve giriş salonu vardı.
Merdiven girişindeki kavga bitmişti ve birbirlerine kadınlarla ilgili hikâyeler anlatıyorlardı. Giriş salonunda ise sarayla ilgili konular konuşuluyordu. Merdiven sahanlığında kızaran Dartanyan giriş salonunda ürperdi. Gaskonya’da kendisine zorlu hizmetçiler hatta bazen onların hanımlarını getiren hercai hayal dünyası, burada bazı tanınmış insanlarla ilgili konuşulan aşk hikâyelerinin yarısını bir hezeyan hâlinde dahi üretemezdi. Ne var ki merdiven sahanlığında ahlaki değerleri hayrete düşerken giriş salonunda, Kardinal’e olan saygısı yerle bir olmuştu. Dartanyan bütün Avrupa’yı titreten politikaların yüksek sesle açık bir vaziyette eleştirildiğini işitip hayretler içinde kalmıştı. Dahası Kardinal’in şahsi hayatı da konuşuluyordu. Çok sayıda soylu kişi sırf bu sebepten cezalandırılmıştı. Baba Dartanyan’ın saygı duyduğu bu büyük adam Treville’in silahşorlerinin şaka malzemesi olmuştu. Adamın çarpık bacakları ve kamburuyla alay ediyorlardı. Bazıları Kardinal’in metresi Madame de Aguillon ve yepyeni Madame Cambalet ile ilgili aşk şarkıları söylüyordu. Bazıları ise Kardinal’in muhafızları ve uşaklarını sinir etmek için planlar yapıyordu. Dartanyan’a göre bütün bunlar gerçekleştirilmesi imkânsız olan şeylerdi.
Bu arada Kral’ın adı Kardinal şakaları arasında bilinmeden zikredildiğinde gizli bir ağızlık alaycı ağızları kapatıyor gibiydi. Tereddütle etraflarına bakınıyor, Mösyö de Treville’in odasıyla salonu ayıran duvarın kalınlığını düşünüyorlardı. Ne var ki Kardinal hazretleri ile ilgili yapılan taze bir şaka konuşmaya eski canlılığını getiriyordu. Kahkahalar yeniden patlatılıyor, adamın hayatına dair her detay yeniden mercek altına alınıyordu.
“Bu adamların hapse atılacağı ya da idam edileceği muhakkak.” diye düşündü korkmuş Dartanyan. “Ben de onlarla birlikte kurban edileceğim. Çünkü onları dinledim ya da duydum. Beni de suç ortağı sayacaklar. Peki ya iyi huylu babam ne der? Kendisi Kardinal’e saygı duymamı isterdi benden. Böylesi kâfirlerle aynı ortamda bulunduğumu bilse ne düşünür?”
Dartanyan’ın bu konuşmalara hiçbir şekilde dâhil olmadığını söylemeye gerek yok. Delikanlı gözlerini dört açmış etrafına bakınıyor, cankulağıyla dinliyordu. Beş duyusu da tüm gücüyle harekete geçmiş vaziyetteydi. Dahası, babasının nasihatlerine rağmen hem duyuları hem de içgüdüleri daha önce işitilmemiş bu şeylere hak veriyordu.
Mösyö de Treville’in ahalisine yabancı olduğu ve o yerde ilk kez bulunduğu hâlde en nihayetinde kendisini fark edip ne istediğini soran biri oldu. Bunun üzerine Dartanyan, alçak gönüllü bir şekilde adını verdi ve hemşehri olduğu kısmını vurguladı. Kendisiyle konuşan hizmetçiye Mösyö de Treville ile kısa bir görüşmek istediğini söyledi. Hizmetçi talebini ileteceğini söyleyince ilk baştaki şaşkınlığını üzerinden atan Dartanyan insanların giyimlerini ve görünümlerini inceleyecek zamanı bulmuş oldu.
En hareketli grubun merkezinde heybetli ve mağrur yüzlü bir silahşor vardı. Dikkat çeken bir kıyafete bürünmüştü. Her ne kadar zorunlu olmasa da üniformanın parçası olan pelerini giymemişti. Bunun yerine rengi biraz solmuş ve eskimiş bir ceket giyiyordu. Kıyafetinin üzerinde de güneş ışığında parlayan su misali ışıldayan altın işlemeli görkemli bir kılıç kayışı vardı. Omuzlarında zarafetle dökülen kırmızı, kadife pelerini devasa kılıcını taşıyan kılıfın önünü kapatıyordu. Bu silahşor görevinden henüz dönmüştü ve soğuk algınlığından şikâyet ediyordu. Zaman zaman öksürüyordu. Etrafındakilere bu sebepten pelerinini giymek zorunda olduğunu söyledi. Kibirli bir hava ile konuşurken küçümser bir tavırla bıyıklarını buruyordu. Herkes işlemeli kılıç kayışına hayrandı. Dartanyan ise herkesten daha hayrandı.
“Ne yapacaksın işte.” dedi silahşor. “Moda bu. Aptallık bu kabul ediyorum. Ama hâlâ moda. Ayrıca bir insanın mirasını bir şekilde sergilemesi gerekir.”
Etraftakilerden biri, “Aman Porthos! O kayışı babanın cömertliği sayesinde elde ettiğine inanmamızı bekleme. Kayışı sana geçen Pazar St. Honor’un kapısında peçeli bir kadın verdi.”
“Şerefim üzerine yemin ederim ki bayanlar baylar bunu kendi paramla aldım.” diye cevap verdi Porthos isimli silahşor.
“Evet, aynı şekilde ben de bu cüzdanı hanımımın eski cüzdanıma koyduğu parayla aldım.” dedi bir başka silahşor.
“Bu doğru ama!” dedi Porthos. “Kanıtı ise bunun için on iki altın ödemiş olmam.”
İnsanlardaki şüphe devam etse de merak artmaya başlamıştı.
“Doğru değil mi Aramis?” dedi Porthos başka bir silahşore dönerek.
Adı Aramis olan bu silahşor soruyu soranla müthiş bir tezat oluşturuyordu. Yirmi iki yirmi üç yaşlarında iri yarı bir adamdı. Masum bir yüzü, siyah ve yumuşak gözleri vardı. Pembe yanakları sonbahar şeftalisini andırıyordu. Üst dudağının üzerinde dümdüz bir çizgi şeklinde duran hassas bıyıkları vardı. Damarlarının şişmesinden endişe ettiğinden ellerini indirmeye korkuyor gibiydi. Kulaklarının pembe şeffaflığını muhafaza etmek için uçlarını zaman zaman çimdikliyordu. Alışkanlık edindiği üzere az ve yavaş yavaş konuşuyor, sık sık baş selamı veriyor, gürültü çıkarmadan dişlerini göstererek gülüyordu. Dişleri de geri kalan her şeyi gibi bakımlıydı. Arkadaşına başını “olumlu” anlamında sallayarak cevap verdi.
Bu onay ifadesi kayışla ilgili bütün şüpheleri ortadan kaldırmış gibi görünüyordu. Kayışa hayran olmaya devam eden ahali konuyla ilgili daha fazla bir şey söylemedi. Hızlıca başka bir şeyden bahsetmeye başladılar.
“Chalais’inin binicilik hocasının anlattığı hikâyeye ne demeli?” diye sordu bir başka silahşor herhangi bir kimseye özellikle hitap etmeyip herkesle konuşarak.
“Ne diyor peki?” diye sordu Porthos kendinden emin bir tavırla.
“Bürüksel’de Kardinal’in adamı Rochefort’u fransisken rahibi kılığında görmüş. Kendini gizlediği için Mösyö de Laigues’i kandırmış. Âdeta bir sersem gibi…”
“Hem de ne sersem…” diyen Porthos: “Peki bu kesin mi?” dedi.
“Ben de Aramis’ten duydum.” diye cevap verdi silahşor.
“Gerçekten mi?”
“Sen de biliyorsun ki…” dedi Aramis. “Sana dün anlattım. Bu konu ile ilgili daha fazla konuşmayalım.”
“Konuşmayalım mı? Bu senin düşüncen!” diye cevap verdi Porthos.
“Konuşmayalım! Ne de çabuk hüküm veriyorsun öyle. Ne yani Kardinal bir beyefendiye bir casus göndererek tuzak kurup mektuplarını çaldırıyor, sonra da bu mektubu kullanarak Chalais’in Kral’ı öldürüp beyefendiyi Kraliçe’yle evlendireceği bahanesiyle idam ettiriyor. Üstelik bu gizemli olaya dair hiçbir şey bilinmiyor. Dün bunu açıklayarak herkesi memnun ettin. Bizler hâlâ bu duruma şaşırırken bugün gelmiş, ‘Bu konuyla ilgili daha fazla konuşmayalım.’ diyorsun.”
“İyi o zaman hepimiz bunu konuşalım, eğer öyle istiyorsan.” diye cevap verdi Aramis sabırla.
“Bu Rochefort!” diye bağırdı Porthos. “Eğer ben zavallı Chalais’in yanında olsaydım benimle çok zor bir iki dakika geçirirdi.”
“Kızıl dükle çok üzücü bir on beş dakika geçirirdiniz.” diye cevap verdi Aramis.
“Aman aman kızıl dük! Bravo! Bravo! Kızıl dük!” diye haykıran Port-hos ellerini çırpıyor ve başını sallıyordu. “Kızıl dük çok mühim. Bunu herkese söyleyeceğim için rahat olsun Sevgili Dostum. Aramis’in akıllı olmadığını kim söylemiş? İlk mesleğine devam etmemen kötü olmuş. Ne de iyi bir manastır papazı olurdun hâlbuki…”
“Bunu sadece geçici olarak erteledim.” diye cevap verdi Aramis. “Bir gün papaz olacağım. Çok iyi biliyorsun Porthos teoloji öğrenimime devam edeceğim bunun için.”
“Bir gün papaz olacakmış!” diye bağırdı Porthos. “Er ya da geç papaz olacak.”
“Yakında olacağım.” dedi Aramis.
“Üniformasının arkasında asılı duran papaz cübbesini geri giymek için beklediği tek bir şey var.” dedi bir başka silahşor.
“Neyi bekliyor?” diye sordu bir başkası.
“Kraliçe’nin tahta bir vâris vermesini.”
“Bu konu hakkında şaka yapmayın beyler.” dedi Porthos. “Şükürler olsun ki Kraliçe hâlâ çocuk doğurabilecek yaşta.”
“Mösyö de Buckingham’ın Fransa’da olduğu söyleniyor.” diye cevap verdi Aramis skandal bir şey söylediğini ortaya koyan belirgin bir gülümsemeyle.
“Değerli dostum Aramis, bu kez yanılıyorsun.” diye araya girdi Porthos. “Aklın her zaman haddini aştırıyor. Eğer Mösyö de Treville bu söylediğini duyarsa pişman olursun.”
“Bana ders mi vereceksin Porthos?” diye haykırdı Aramis. Genellikle yumuşak olan gözlerinde şimşekler çaktı.
“Sevgili Dostum, ya silahşorsündür ya papaz. İkisinden biri ol; ama ikisi birden olma.” diye cevap verdi Porthos. “Athos geçen sefer ne söylediğini biliyorsun. Çok sayıda şeyle meşgulsünüz. Aman bana kızmayın. Sizden rica ediyorum, kızmanız işe yaramaz. Siz ben ve Athos’un anlaşmasını biliyorsunuz. Madame de Aguillon’a gider onunla flörtleşirsiniz sonra Madame de Chevreuse’nin kuzeni Madame de Bois-Tracy’in letafetine erişirsiniz. Aman Tanrı’m. Ne kadar talihli olduğunuzu açık etme zahmetine girmeyin. Kimse size sırlarınızı sormuyor. Bütün dünya ne kadar ketum olduğunuzu biliyor zaten. Ama mademki bu fazilete sahipsiniz bunu neden majesteleri için kullanmıyorsunuz? Bırakın Kral ya da Kardinal ile ilgili olarak isteyen istediğini söylesin. Fakat Kraliçe kutsaldır. Eğer hakkında konuşulacaksa saygıyla konuşulmalıdır.”
“Porthos sen Narkisos kadar kibirlisin. Sana sadece bunu derim.” diye cevap verdi Aramis. “Ahlak bekçiliğinden nefret ettiğimi bilirsiniz. Athos tarafından yapılan hariç. Sana gelince beyefendi senin de fazlasıyla görkemli bir kılıç kayışın var. Eğer istersem papaz olurum. Fakat bu arada silahşor olacağım. Bu sebepten istediğimi söylerim. Şu noktada söylemek istediğimse beni yoruyor olmanız.”
“Aramis!”
“Porthos!”
“Beyler, beyler!” diye haykırdı etraftakiler.
“Mösyö de Treville, Mösyö Dartanyan’ı bekliyor.” diye bağırdı odanın kapısını açan bir uşak.
Bu ses üzerine herkes sustu. Delikanlı sessizlik içinde bekleme salonunu geçip silahşorlerin liderininin odasına girdi. Bu tuhaf kavganın sonundan güç bela kaçmayı başardığı için kendini tebrik ediyordu.”

3
Görüşme
O sırada keyifsiz görünen Mösyö de Treville yine de kendisini eğilerek selamlayan delikanlıya nazikçe selam verdi. Dartanyan’ın kendisine gençliğini ve memleketini hatırlatan Bearnlü aksanını işitince gülümsedi. Böylesi bir çifte hatıra her yaştan kişiyi gülümsetmeye yeterlidir. Yine de giriş salonuna çıkarak iznini almak istercesine Dartanyan’a el işareti yaptı. Diğerleriyle ilgili bir meseleyi bitirmek ister gibiydi. Üç kez bağırdı. Her seferinde sesi daha da yükseldi. Sesi gittikçe daha öfkeli çıkıyordu.
“Athos! Porthos! Aramis!”
Çoktan tanımış olduğumuz iki silahşor bulundukları gruptan derhâl ayrılıp Treville’in odasına girdiler. Kapı onlar içeri girer girmez kapandı.
Her ne kadar rahatsız görünseler de Dartanyan’ın gözünde âdeta yarı tanrıydı bu iki savaşçı. Liderleriyse yıldırımlarla donatılmış Tanrıların kralı Jüpiter gibiydi.
Treville’in adamlarını çağırması, iki silahşor odaya girip de kapı kapandıktan sonra giriş salonundaki uğultunun yeniden başlamasına sebep olmuştu. Ahali yeni malzeme bulmuştu. Treville çatık kaşlarıyla odanın içinde sessizce gidip gelmeye başladı. Porthos ve Aramis, o sırada geçit törenindeymişçesine sessiz ve dik duruyorlardı. Bir anda ikisinin önünde durdu ve öfkeli bakışlarla onları baştan aşağı süzdükten sonra,
“Kral’ın bana ne söylediğini biliyor musunuz?” diye bağırdı. “Hem de daha geçen gece… Ne söylediğini biliyor musunuz beyler?”
“Hayır.” cevabını veren iki silahşor kısa süreli sessizlikten sonra, “Hayır efendim bilmiyoruz.”
“Ama söyleyerek bizleri şereflendireceğinizi ümit ediyorum.” diye ekledi Aramis en zarif ses tonu ve en asil reveransıyla.
“Bana artık silahşorlerini Mösyö Kardinal’in adamları arasından seçmesi gerektiğini söyledi.”
“Kardinal’in adamları demek! Peki ama neden?” diye sordu Port-hos.
“Ucuz şarabını kaliteli bir şarap katarak canlandırmak istiyor.”
İki silahşor, gözlerinin akına kadar kızardı. Nerede olduğunu bilmeyen Dartanyan yerin dibine girmeyi diledi.
“Evet, evet.” diye devam eden Mösyö de Treville gittikçe daha da hiddetlenerek, “Ve majesteleri haklı. Şerefim üzerine yemin ederim ki silahşorlerin sarayda hiç itibarı yok. Kardinal dün Kral’la satranç oynarken bana rahatsızlık veren teselli edici bir ses tonuyla dedi ki evvelsi gün o lanet silahşorlerin, deli heriflerin – bu sözleri beni daha da rahatsız eden alaycı bir tonla söyledi – o kabadayıların diye ekledi – bu sırada bana kaplan misali bakışlar attı – Ferou Caddesi’ndeki bir meyhanede taşkınlık yaptığını söyledi. (Yüzüme güleceğini sandım!) Kendi adamları taşkınlık yapanları tutuklamak zorunda kalmış. Lanet olsun! Bu konuyla ilgili bir şeyler biliyorsunuzdur. Silahşorler tutuklanmış. Siz de onların arasındaydınız. Siz de! İnkar etmeyin. Sizi tanımışlar. Kardinal isimlerinizi verdi. Ama hepsi benim hatam. Evet hepsi benim hatam!.. Çünkü kendi adamlarımı ben seçtim. Sen Aramis, papaz cübbesi içinde daha iyi görünecekken neden benden üniforma istedin sanki? Sen Porthos gösterişli kılıç kayışında saman sapı mı taşıyorsun? Ve sen Athos. Athos’u göremiyorum. Nerede o?”
Aramis üzgünce cevap verdi, “Kendisi hasta, çok hasta.”
“Çok hasta demek. Ne hastası peki?”
“Çiçek hastalığı olmasından korkuluyor, efendim.” diye cevap verdi konuşmaya dâhil olmak üzere sırasını alan Porthos. “Kesin olan şey yüzünde izler kalacağı.”
“Çiçek hastalığı demek! Ne kadar da güzel bir hikâye Porthos. Bu yaşta çiçek hastalığı demek! Hayır, hayır… Kendisi şüphesiz ki yaralandı. Hatta belki öldürüldü. Ah bir bilseydim. Kahretsin! Silahşor beyler! Kötü yerlerde dolanma, sokaklarda kavga, yollarda kılıç oyunu istemiyorum. En önemlisi Kardinal’in cesur, sessiz, hünerli, kendilerini hiçbir zaman tutuklanacak duruma düşürmeyen ve asla tutuklanmalarına izin vermeyen adamlarının size güleceği bir duruma düşmenizi istemiyorum. Eminim ki tutuklanmak ya da geri adım atmak yerine ölmeyi tercih ederdi onlar. Kendini kurtarmak, kaçmak, tüymek… Tam da Kral’ın muhafızlarına göre bir şey doğrusu!”
Porthos ve Aramis öfkeyle titredi. Eğer böyle konuşmasının sebebinin kendilerine duyduğu büyük sevgi olduğunu bilmeseler Treville’i oracıkta boğabilirlerdi. Ayaklarını halıya vurdular, dudaklarını ısırdılar ve kılıçlarının kabzasını bütün güçleriyle kavradılar. Salondakiler söylenenlere dair hiçbir şey duymadıkları hâlde Athos, Porthos ve Aramis’i çağıran Treville’in ses tonundan bir şeye sinirlendiğini anlamışlardı. Kulağını kapıya yaslayıp Treville’in söylediği her bir kelimeyi dinleyenler öfkeden deliye dönüyordu. Bu arada liderlerinin söyledikleri giriş salonundaki herkese iletiliyordu. Bütün otel bir an içinde çalkalanmaya başladı.
“Aman aman! Demek Kral’ın silahşorleri Kardinal’in muhafızları tarafından tutuklandılar!” diye devam etti Mösyö de Treville. Askerleri kadar öfke doluydu. Kelimeleri özellikle vurgulayarak söylüyordu. Öyle ki her bir sözcük dinleyicilerinin göğsüne bıçak gibi saplanıyordu. “Ne yani, Sayın Kardinal altı adamı altı silahşorü tutukladı mı? Kahretsin! Derhâl Louvre’a gidip silahşorlerin liderliğinden istifa edeceğim ve Kardinalin birliğine dâhil olmak isteyeceğim. Eğer majesterleri beni reddederse papaz olurum.”
Bu sözler, dışarıdaki uğultunun gürültüye dönüşmesine sebep oldu. Lanetler ve küfürlerden başka bir şey duyulmaz oldu. “Lanet olsunlar”, “Kahretsinler” havada uçuştu. Dartanyan, arkasına saklanabileceği bir duvara bakındı. Masanın altına saklanmak istedi.
Porthos, kendini kaybetmiş vaziyette, “İyi de komutanım, işin aslı altı kişiye karşı altı kişiydik biz. Ama bizi adil bir şekilde ele geçirmediler. Biz daha kılıcımızı çekmeye fırsat bulamadan adamlarımızdan ikisi ölmüştü. Athos ise çok ciddi yara aldı. Athos’u bilirsiniz komutanım. Tam iki kez ayağa kalkmak için mücadele etti ama ikisinde de tekrardan düştü. Bizi zorla sürüklediler. Biz yolda kaçtık. Athos’u ise öldüğünü düşündükleri için olay yerinde bıraktılar. Onu taşıma zahmetine girmek istemediler! Hikâye bundan ibaret. İşte böyle komutanım her girdiğiniz savaşı kazanamazsınız ki!”
“Ben de size şunu söyleme şerefine sahibim ki içlerinden birini kendi kılıcıyla öldürdüm.” dedi Aramis. “Çünkü benimki ilk darbeyi savuşturduğum sırada kırıldı. Onu öldürdüm, ya da hançerledim. Hangisi daha çok hoşunuza giderse efendim.”
“Bunu bilmiyordum.” diye cevap verdi Mösyö de Treville bir miktar yumuşamış bir tonla. “Gördüğüm kadarıyla Kardinal abartmış.”
“Ama rica ederim efendim.” diyen Aramis komutanın yatıştığını görünce ricada bulunma riskine girdi. “Athos’un yaralandığını söylemeyin. Eğer Kral’ın kulağına giderse çok üzülür. Çünkü yarası çok ciddi. Kılıç omzundan geçip göğsünü delmiş.”
İşte bu sırada asil ve yakışıklı biri kafasını içeri uzattı. Korkutucu derecede solgundu.
“Athos!” diye haykırdı iki silahşor.
“Athos!” diye tekrar etti Mösyö de Treville.
“Beni çağırtmışsınız efendim.” dedi Athos zayıf ama sakin bir sesle. “Arkadaşlarımın dediğine göre beni çağırtmışsınız. Emrinizi işitir işitmez geldim. İşte buradayım. Ne buyurmuştunuz?”
Silahşorün kıyafeti kusursuzdu. Müsamaha gösterilebilir düzeyde sert bir adımla içeri girdi. Savaşçının bu cesur davranışından etkilenen Treville ona doğru fırladı.
“Bu silahşorlere hayatlarını gereksiz yere tehlikeye atmalarını yasakladığımı söylemek üzereydim. Çünkü cesur adamlar Kral için çok önemlidir. Kral, silahşorlerinin yeryüzündeki en cesur adamlar olduğunu bilir. Elinizi uzatın Athos!”
Athos’un bu şefkat ifadesine karşılık vermesini beklemeden sağ elini yakaladı ve bütün gücüyle sıktı. Bu arada Athos’un çıkardığı ufak acı çekme sesini işitmedi. Silahşor daha da solmuştu.
Kapı açık kalmıştı. Athos’un gelmesinin yarattığı heyecan o kadar büyüktü ki saklamaları gereken sır herkese malum oldu. Olayın heyecanıyla bir iki kafa içeri daldı. Treville bu davranış ihlaline tepki göstermek üzereydi ki Athos, çektiği acıya karşı verdiği mücadelede yenik düştü ve ölü misali yere yığıldı.
“Doktor!” diye bağırdı Mösyö de Treville, “Benim doktorum, Kral’ın doktoru. En iyi doktoru bulun! Lanet olsun cesur Athos’um ölecek. Eğer ki yüksek sesle çağırılan doktor tesadüf eseri otelde bulunmasaydı bütün bu yakın ilgi boşa gidecekti.
Mösyö De Treville’in bağırışı üzerine salondaki herkes içeri girdi ve yaralının etrafında toplandı. Kalabalığı yararak bilinçsiz yatan Athos’a yaklaştı. Etrafındaki gürültü rahat hareket etmesini engellediğinden ilk olarak silahşorün başka bir odaya taşınmasını istedi. Bunun üzerine derhâl kapıyı açan Treville, arkadaşlarını taşıyan Porthos ve Aramis’e yandaki odayı gösterdi. Grubun arkasında doktor vardı. İçeri girince kapıyı kapattılar.
Mösyö De Treville’in hürmetle yaklaşılan çalışma odası bir anda giriş salonuna eklenmiş gibiydi. İnsanlar konuşuyor, nutuk çekiyor, bağırıp çağırıyor, küfürler savuruyor ve Kardinal’e lanet okuyorlardı.
Bir müddet sonra Porthos ve Aramis yeniden odaya girdi. Mösyö de Treville ile doktor yaralının yanında kalmaya devam etti.
En sonunda Mösyö de Treville da döndü. Yaralı adam kendine gelmişti. Doktor Silahşor’ün rahatsızlığının aldığı yarayla ilgili değil de kaybettiği kan ile ilgili olduğunu açıkladı.
Daha sonra Treville’in bir el işaretiyle Dartanyan dışında herkes çekildi. Gasconlu inatçılığıyla görüşmesini bekliyordu.
Herkes çıkıp da kapı kapandıktan sonra arkasını dönen Treville, karşısında delikanlıyı buldu. Şahit olduğu olay fikirlerinde bir miktar değişikliğe sebep olmuştu. Komutan, inatçı ziyaretçisinin ne istediğini sordu. Dartanyan isimini tekrar etti. Bir an içinde şimdiye ve geçmişe dair bildiklerini yeniden hatırlayan Treville durumu idare etti. “Kusura bakma.” dedi gülümseyerek. “Kusuruma bakma değerli hemşehrim. Seni tamamen unuttum. Ama ne yaparsın… Kumandan dediğin aile babası gibidir. Hatta bir babadan daha fazla sorumluluğu vardır. Askerler kocaman çocuklardır. Ama ben Kral’ın daha da önemlisi Kardinalin emirlerine…”
Dartanyan gülümsemekten kendini alamadı. Bu gülümseme üzerine bir aptalla muhatap olmadığını anlayan Treville konuyu değiştirerek sadede geldi.
“Babana saygım büyüktür.” dedi. “Oğlu için ne yapabilirim? Bana çabucak anlat. Zamanım bana ait değil sadece.”
“Mösyö!” dedi Dartanyan. “Tarbes’ten ayrılıp buraya gelmemdeki amacım unutmadığınız arkadaşlığınız hatırına bana bir üniforma vermenizi rica etmekti. Ancak son iki saatte şahit olduklarım bu ricanın çok büyük bir lütuf olduğunu anlamamı sağladı. Bunu hak etmediğimi düşünüyorum.”
“Gerçekten de büyük bir lütuftur.” diye cevap verdi Mösyö de Treville. “Ama ümit edebileceğinin ötesinde de değildir. Ancak majestelerinin onayı gereklidir her zaman için. Sana üzülerek söylemem gerekir ki bir kaç muharebeye girişip, muhteşem performanslar göstermeden ya da bizimkinden daha düşük başka bir birlikte iki yıl hizmet etmeden silahşor olmak mümkün değildir.”
Dartanyan konuşmadan başını eğdi. Silahşor üniformasına sahip olmanın zorluğu onu daha da arzulamasına sebebiyet vermişti.
“Ancak…” diye devam etti. Kumandan hemşehrisine kalbinden geçenleri okumak istercesine delici bir bakış atarak. “Eski dostum babanın hatırına, senin için bir şeyler yapacağım genç adam. Bearn’den topladığımız adamlar genelde pek engin olmazlar. Şehrimizden ayrıldığımdan beri durumun pek değiştiğini de sanmıyorum. Yanında çok para getirmediğini söyleme cüretinde bulunacağım.”
Dartanyan, mağrur bir havaya bürünerek, “Ben kimseden sadaka istemiyorum.” dedi kısaca.
“Çok iyi genç adam.” diye devam etti Treville. “Çok çok iyi hem de. Bu durumu bilirim. Ben de Paris’e cebimde dört ekü ile gelmiştim. Louvre’u satın alamayacağımı söyleyen herkesle de savaşmaya hazırdım.”
Dartanyan daha da mağrur bir havaya büründü. Atını satarak elde ettiği paradan dolayı Mösyö de Treville’in yaptığı başlangıçtan daha iyi bir başlangıç yapabilecekti.
“O zaman miktarı ne kadar çok olursa olsun sahip olduğun parayı idareli kullanman gerekecek. Ayrıca bir beyefendi olabilmek için kendini geliştirmen gerek. Kraliyet Akademisi’nin müdürüne bugün bir mektup yazacağım. Yarın hiçbir masraf olmadan kabul edecektir seni. Bu küçük yardımı reddetme. Çünkü bu iyi yetişmiş ve zengin beyefendilerin bile bazen istedikleri hâlde erişemedikleri bir şey. At binmeyi, kılıç kullanmayı ve dans etmeyi öğreneceksin. Zaman zaman neler yaptığını bildirmek ya da yardım istemek üzere bana gelirsin.”
Dartanyan, her ne kadar saray kaidelerine yabancı olsa da bu teklifteki ufak soğukluğu fark etti.
“Maalesef beyefendi.” dedi. “Babamın size sunmam için bana verdiği tavsiye mektubunu kaybettim. Bunun için çok üzgünüm.”
“Buna gerçekten şaşırdım.” diye cevap verdi Treville. “Böylesi bir yolculuğa gereken belgeler olmadan çıkmana şaşırdım yani. Bizim gibi fakir Bearnlülerin elinde başka ne vardır ki?”
“Elimde bir mektup vardı efendim. Tanrı’ya şükür tam da istediğim gibiydi hem de!” diye haykırdı Dartanyan. “Fakat kalleşçe çaldılar onu benden.”
Daha sonra Meung’da başından geçenleri anlattı, orada tanıdığı beyefendiyi en ufak ayrıntısına kadar, Treville’i memnun eden bir sıcaklık ve dürüstlükle tarif etti.
“Bu çok tuhaf.” dedi Mösyö de Treville bir dakika kadar düşündükten sonra. “Demek adımı yüksek sesle söyledin.”
“Evet, efendim. Bu akılsızlığı yaptım. Ama neden yapmayayım ki? Sizinki gibi bir isim bana yolculuğumda kalkan olur. Bu korumayı istiyor olmamı anlayabilirsiniz.”
Bu sözler Treville’in hoşuna gitmişti. Pohpohlanmayı o da Kral, hatta Kardinal kadar severdi. Memnuniyetini ortaya koyan tebessümü saklayamadı bile. Ne var ki bu tebessüm kısa süre sonra yok oldu. Ve konu Meung’da yaşananlara geldi.
“Söyleyin bana.” diye devam etti. “Bu adamın yanağında hafif bir yara izi var mıydı?”
“Evet.”
“Yakışıklı mıydı?”
“Evet.”
“İri yarıydı?”
“Evet.”
“Açık tenli ve kumraldı?”
“Evet, evet. Bu o! Peki bu adamı nereden tanıyorsunuz efendim? Eğer onu bir kez daha bulacak olursam ki bulacağım. Yemin ederim onu bulacağım, cehennemde olsa bile.”
“Bir kadını mı bekliyordu?” diye devam etti Treville.
“Beklediği kişiyle bir dakika kadar konuştuktan sonra derhâl oradan ayrıldı.”
“Konuşmanın konusunu biliyor musun?”
“Ona bir kutu verdi ve Londra’ya ulaşmadan açmamasını söyledi.”
“Kadın İngiliz miydi?”
“Ona ‘Milady’ diyordu.”
“O zaman bu o. Bu o olmalı!” diye homurdandı Treville. “Ben onun hâlâ Brüksel’de olduğunu zannediyordum.”
“Efendim, eğer bu adamın kim olduğunu biliyorsanız. Lütfen bana söyleyin. Nerede olduğunu da söyleyin. Sizden olan bütün ricalarımdan vazgeçerim. Hatta silahşor olma istediğimden bile vazgeçerim. Her şeyden önce intikam almak istiyorum çünkü.”
“Dikkatli ol genç adam!” diye haykırdı Treville. “Eğer yolda onun karşıdan geldiğini görürsen yolunu değiştir. Kendini böyle bir kayanın üzerine atma. Seni cam misali kırar.”
“Bu bana engel olamaz.” diye cevap verdi Dartanyan. “Eğer onu bulursam…”
“Bu arada…” dedi Treville. “Onu arama derim. Eğer sana nasihatte bulunma hakkım varsa.”
Kumandan ani bir şüpheye kapılmışçasına durakladı. Bu delikanlının adama karşı ilan ettiği – çok da muhtemel olmayan – nefret, babasının verdiği mektubu çalmış olması. Acaba bu nefretin altında yatan bir kalleşlik mi vardı. Yoksa bu genç adam Kardinal hazretlerinin mi adamıydı? Kendisine tuzak kurma amacı mı vardı acaba? Bu sözde Dartanyan, Kardinal’in evine soktuğu bir casus muydu? Acaba güvenini kazanıp kendisini mahvetmek miydi amacı? Dartanyan’ı daha bir dikkatli incelemeye koyuldu. Zeki yüzü ve sahte alçak gönüllülüğü ona pek de güven vermedi. “Gasconlu olduğunu biliyorum.” diye düşündü. “Yine de Kardinal’in adamı olması mümkün. Onu bir sınayayım hele.”
“Dostum!” dedi yavaşça. “Mektubu kaybettiğine inanıyorum ve eski bir arkadaşımın oğlu olarak seni kabul etmemdeki soğukluğu telafi etmek istiyorum. Bu yüzden sana siyasi sırlarımızdan bahsedeceğim. Kral ve Kardinal birbirlerinin en iyi dostudurlar. Görünen anlaşmazlıkları sadece aptalları kandırmak içindir. Senin gibi bir hem-şehrimin, yakışıklı bir süvarinin, cesur bir delikanlının, istikbali parlak bir adamın, birçoklarının düştüğü yanılgıya düşüp aldanmasını istemem. Emin ol ki ben bu güçlü efendilere sadık biriyim. Bütün samimi çabalarım Kral’a ve Kardinal’e hizmet etmek için. O Kardinal ki Fransa’nın gelmiş geçmiş en büyük dehalarından biridir.”
“Şimdi genç adam, kendini buna göre ayarla. Eğer ailende, akrabalarında ya da sen de Kardinal’e karşı bir düşmanlık varsa bana veda et ve yolumuza gidelim. Sana birçok konuda yardımcı olurum ama seninle bağ kurmadan. En azından samimiyetimin seni benim dostum yapacağına inanıyorum. Çünkü bugüne kadar hiçbir genç adamla seninle konuştuğum gibi konuşmadım.”
Treville kendi kendine şöyle düşündü, “Eğer ki Kardinal bu genç tilkiyi üzerime saldıysa bana yaklaşmanın tek yolunun kendisine saldırmaktan geçtiğini mutlaka söylemiştir. Kendisinden ne kadar iğrendiğimi biliyor çünkü. Bu sebepten eğer şüphelendiğim gibiyse kurnaz dedikoducum Kardinal hazretleriyle ilgili kötü şeyler söyleyecektir.”
Durum tam aksiydi, Dartanyan büyük bir sadelikle cevap verdi. “Ben de Paris’e bu niyetlerle geldim. Babam bana Kral’ın, Kardinal’in ve sizin dışında hiç kimsenin önünde eğilmememi söyledi. Bu üç kişi ona göre Fransa’nın en önemli insanlarıdır.”
Dartanyan diğer ikisine Treville’i da eklemekte sakınca bulmadı.
“Kardinal’e derin bir saygım var.” diye devam etti. “En çok da yaptığı işlere saygı duyuyorum. Bu sebepten eğer iddia ettiğiniz gibi sözlerinizde samimiyseniz bana da aynı samimiyetle konuşma şerefini vermişsiniz demektir. Lakin eğer haklı olarak azıcık da olsa şüpheye kapıldıysanız doğruları söyleyerek kendime zarar verdiğimi düşünüyorum. Yine de bana saygınızın azalmadığına inanıyorum. Her şeyden önce benim için önemli olan bu.”
Mösyö de Treville, fazlasıyla şaşırmıştı. Böylesi bir zekâ ve samimiyete hayran olmamak mümkün değildi. Yine de şüpheleri tamamen sona ermemişti. Bu adamın diğerlerinden daha üstün olması kendisini kandırması tehlikesini devam ettiriyordu. Yine de Dartanyan’ın elini sıktı ve şöyle dedi: “Sen dürüst bir delikanlısın. Fakat şu an senin için yapabileceklerim az önce teklif ettiğim şeyle sınırlı. Otelim her zaman sana açık. Bundan sonra istediğin her vakit görüşme talebinde bulunabilir, her türlü imkândan yararlanabilirsin. Muhtemelen istediğine ulaşacaksın.”
“O zaman…” dedi Dartanyan. “Size kendimi kanıtlayacağım zamana kadar bekleyeceksiniz. Şuna emin olun ki…” diye ekledi Gasconluların bilinen samimiyetiyle, “Çok fazla beklemeyeceksiniz.” Daha sonra eğilerek oradan ayrıldı. Geleceğinin kendisine bağlı olduğunu biliyor gibiydi.
“Dur bir dakika.” dedi Treville. “Sana Kraliyet Akademisi müdürüne verilmek üzere bir mektup yazacağıma söz vermiştim. Bu mektubu kabul edemeyecek kadar mağrur musunuz genç delikanlı?”
“Hayır efendim. Üstelik mektubu o kadar iyi koruyacağım ki adresine muhakkak ulaşacak. Onu benden almaya teşebbüs edecek olana yazıklar olsun.”
Mösyö de Treville, bu abartılı tepki karşısında gülümsedi. Sonra da bir masaya oturdu ve delikanlıya vaat ettiği mektubu yazdı. Bu arada yapacak başka bir şeyi olmayan Dartanyan pencereden silahşorleri izlemeye koyuldu.
Mektubu yazıp mühürledikten sonra kalkan Treville, delikanlıya yaklaştı. Bu sırada mektubu almak üzere elini uzatan Dartanyan, öfkeden kızarmış bir hâlde aniden çalışma odasına fırladığını hayretler içinde izledi.
“Lanet herif. Bu kez kaçamayacaksın benden.”
“Kim?” diye sordu Treville.
“O. Hırsız.” diye cevap verdi Dartanyan. “Adi herif!” dedi ve oradan kayboldu.
“Deli adam!” diye homurdandı Treville. “Belki de hedefine ulaşamadığı için kurnazca kaçıyor!”

4
Athos’un Omzu, Porthos’un Kayışı, Aramis’in Mendili
Öfkeli Dartanyan giriş salonunu geçti ve dörder dörder inmeyi planladığı merdivenlere doğru fırladı. Ne var ki dikkatsiz hareket ettiğinden silahşorlerden biriyle çarpıştı. Adamın omzuna aldığı darbe bağırmasına daha doğrusu kükremesine sebep oldu.
“Afedersiniz.” dedi yoluna devam etmeye çalışan Dartanyan. “Kusuruma bakmayın ama acelem var.”
Daha henüz merdivenden aşağı bir adım atmamıştı ki çelik bir bilek onu yakalayarak durdurdu.
“Acelen var öyle mi?” dedi solgun yüzlü bir silahşor. “Bu bahaneyle de bana çarpıyorsun yani. ‘Afedersiniz’ diyorsun ve bunun yeterli olduğuna inanıyorsun. Öyle bir dünya yok genç adam. Mösyö de Treville’in bizimle rahat bir üslupla konuştuğunu işittin diye herkesin bize onun gibi davrandığını mı zannettin? Kendine gel dostum, sen Mösyö de Treville değilsin.”
Dartanyan, kendisiyle konuşan kişinin pansuman yapılmış Athos olduğunu fark etmişti.
“Emin olun ki bunu isteyerek yapmadım. Size ‘Afedersiniz’ dedim. Anladığım kadarıyla bu yeterli değil. Tekrar ediyorum ve bu kez şerefim üzerine söz veriyorum. Sanırım bazen çok aceleci davranıyorum. Beni bırakmanızı rica ediyorum. Bırakın da beni bekleyen işimle meşgul olayım.”
Onu bırakan Athos, “Beyefendi, siz kibar değilsiniz. Uzaklardan geldiğinizi anlamak kolay.” dedi.
Athos son sözünü söylediğinde üç ya da dört basamak inen delikanlı kısa bir süre için durdu.
“Beyefendi!” dedi. “Ne kadar uzaktan gelmiş olsam da bana terbiye dersi vermek sizin işiniz değil. Sizi uyarıyorum.”
“Belki de.” dedi Athos.
“Acelem olmasaydı ve yakalamam gereken biri olmasaydı.” dedi Dartanyan.
“Bay aceleci, beni koşmadan da bulabilirsiniz. Anladınız mı?”
“Peki nerede bulabilirim acaba?
“Carmes-Deschaux yakınlarında.”
“Saat kaçta?”
“Öğlen civarı.”
“Öğlen civarı. Bu olur. Orada olacağım.”
“Beni bekletmeyin. Saat on ikiyi çeyrek geçe siz kaçarken kulaklarınızı kesiyor olacağım.”
“İyi! Saat on ikiye on kala orada olacağım.” diyen Dartanyan, içine şeytan kaçmışçasına koşmaya başladı. Hâlâ Yabancı’yı yakalama ümidindeydi. Yavaş adımları onu çok uzağa götürmüş olamazdı.
Ne var ki Porthos, sokak kapısında bir muhafızla konuşmaktaydı. Aralarında bir adamın geçebileceği kadar mesafe ancak vardı. Dartanyan bunun kendisi için yeterli olacağını düşündü ve ok gibi fırladı. Fakat rüzgârı hesaplamamıştı. Tam da geçmek üzereyken rüzgâr Porthos’un uzun pelerinini havalandırınca delikanlı pelerinin içinde kaldı. Kıyafetine ait bu parçadan vazgeçmek istemeyen Port-hos pelerinini çekmeye başladı. Böylece Dartanyan pelerinin içinde dönmeye başladı.
Silahşorün küfrettiğini işiten Dartanyan kendisini kör eden pelerinden kaçmak istedi. Pelerinin kıvrımları arasından kurtulmaya çalışıyordu. Hepimizin pek iyi tanıdığı kılıç kayışından uzak durmak istiyordu. Ne var ki ürkek bir şekilde gözlerini açtığında Porthos’un kayışını burnunun dibinde buldu.
Görüntüsü dışında hiçbir faydası olmayan birçok şey gibi kılıç kayışının sadece önü altın kaplamaydı. Geri kalanı ise basit deriydi. Mağrur Porthos tamamen altın olan bir kayışa güç yetirememiş, yarı altın bir kayış alabilmişti. Nezle olmasının sebebi de pelerinin gerekliliği de şimdi anlaşılabilir.
Kendisini kıvranan Dartanyan’dan kurtarmak için büyük mücadele veren Porthos, “Kahretsin! İnsanlara bu şekilde çarptığınıza göre çıldırmış olmalısınız.”
“Kusura bakmayın.” dedi Dartanyan. “Ama acelem var. Birini kovalıyordum ve…”
“Koştuğunuz zamanlarda gözlerinizi mi unutursunuz?”
“Hayır.” dedi kendisiyle alay edildiğini düşünen Dartanyan. “Gözlerim sayesinde başka insanların göremediklerini görebiliyorum.”
Onu anlasa da anlamasa da öfkesine yenik düşen Porthos, “Eğer silahşorlere bu şekilde bulaşırsanız sonunuz sopa yemek olur.”
“Sopa yemek mi mösyö?” dedi Dartanyan. “Bu çok kuvvetli bir ifade!”
“Düşmanlarının yüzüne bakan adama layık olan budur.”
“Aman aman! Sizin de düşmanlarınıza arkanızı dönmediğinizi biliyorum.”
Yaptığı espriden hoşlanan genç adam yüksek sesle gülmeye başladı.
Öfkeden köpüren Porthos ise Dartanyan’a bir hareket yaptı.
“Belki sonra!” diye bağırdı delikanlı. “Üzerinizde pelerin yokken.”
“Saat birde, Lüksemburg Sarayı’nın arkasında.”
“Pekâlâ saat birde o zaman.” diye cevap verdi Dartanyan caddenin köşesinden geçerken.
Ne var ki Dartanyan ne geçtiği caddede ne de ilerisinde hiç kimseyi göremedi. Yabancı çok yavaş yürüyor olsa bile çoktan kaybolmuştu. Belki de bir evden içeri girmişti. Dartanyan karşısına çıkan herkese sordu. İskeleye indi. Seine Caddesi ve Croix-Rouge boyunca ilerledi. Ama hiçbir şey bulamadı. Yine de bu kovalamacanın bir faydası olmuştu. Alnından dökülen terler yüreğini soğutuyordu.
Başına gelen çok sayıda uğursuz hadiseyi düşünmeye başladı. Saat daha on bir bile olmadığı hâlde çoktan Mösyö de Treville’in gözünden düşmüştü. Dartanyan adamın yanından az biraz saygısızca ayrıldığını düşünmekten kendini alamadı.
Dahası her biri üç tane Dartanyan’ı öldürme kapasitesinde olan iki iyi adamla düelloya tutuşacaktı. Büyük saygı duyduğu iki silahşorle yani…
Durum vahimdi. Athos’un kendisini öldüreceğinden emin olduğundan Porthos konusunda çok da huzursuz değildi. Ne var ki ümit bir insanın kalbinde yok olan son şey olduğundan büyük yaralar alarak olsa dahi hayatta kalabileceğine dair inancı hâlâ vardı. Olur da yaşamaya devam ederse diye kendini şu şekilde eleştirmeye başladı:
“Nasıl da deli, nasıl da ahmak bir adamım ben! Cesur ve talihsiz Athos’un yaralı omzuna çarptım. Beni şaşırtan şey ise tek bir darbe ile beni öldürmemiş olması. Bunu yapmak için çok makul bir sebebi vardı hâlbuki. Kim bilir ona nasıl bir acı yaşatırım. Porthos’a gelince. Ah Porthos… Gerçekten de bu tuhaf bir durum…”
Genç adam kendini kontrol edemeyerek sesli kahkahalar atmaya başladı. Daha sonra dikkatlice etrafını inceledi. Gülüşünün kimseyi rahatsız etmediğinden emin olmak istiyordu.
“Porthos’a gelince, bu gerçekten gülünç bir durum olsa da ben de az aptal değilim. İnsanlara uyarmadan çarpmak da ne. Hem pelerininin altında ne olduğuna bakmak benim ne haddime! Eğer o lanet kayışla ilgili o belirsiz sözleri söylemeseydim beni muhtemelen affederdi. Ben nasıl da lanetlenmiş bir Gasconluyum öyle! Bir beladan kurtulup başkasına kapılıyorum. Dostum Dartanyan…” diye devam etti. Kendisine hak ettiğini düşündüğü bir tatlılıkla hitap ediyordu. “Yüksek ihtimal olmasa da kaçmayı başarırsan geleceğin için kibar olmanı tavsiye ederim sana. Bundan sonra sana bu özelliğinle hayran olmalılar. Nezaketinle örnek olmalısın. Nazik ve kibar olmak bir adamı korkak yapmaz. Aramis’e baksana. Kendisi yumuşak ve ince. Şimdiye kadar herhangi bir kimse ona korkak demeyi aklına getirmiş midir acaba? Hayır, kesinlikle hayır… Bu andan itibaren kendime onu örnek alacağım. A! Ne tuhaf… Kendisi de burada.
Kendi kendine konuşurken yürüyen Dartanyan, de Arguillon Oteli’nin yakınına gelmişti. Otelin önünde ise Aramis’in üç adamla neşe içinde konuştuğunu gördü. Ne var ki Mösyö de Treville’in kendisinin yanında öfkelendiğini unutmamıştı. Silahşorlerin işittiği azar hoşa giden bir şey olmadığından Aramis görmezden geldi. Ne var ki uzlaşmacı ve nazik bir insan olma kararı alan Dartanyan genç adamlara yaklaştı ve yüzünde kibar bir gülümseme ile eğilerek selam verdi. Hepsi de konuşmayı kestiler.
Dartanyan haddini aştığını anlayacak kadar akıllı olsa da kendini içine düşürdüğü tuhaf durumlardan uygun bir şekilde çıkarabilecek kadar ince biri değildi. Doğru düzgün tanımadığı insanların arasına karışıp kendisini ilgilendirmeyen bir konuşmadan nazikçe nasıl kurtulabileceğini bilemiyordu. Geri çekilmenin en az tuhaf yolunu düşündüğü sırada Aramis’in yere düşmüş mendilinin üzerine bastığını söyledi. Bu durumu uygunsuz davranışını telafi etmek üzere bir fırsat olarak gördüğünden eğildi. Takınabildiği en nazik tavıra bürünüp silahşorün ayağının altında tutmaya çalıştığı mendili çekti ve
“Öyle sanıyorum ki bu mendili kaybetmek sizi üzerdi beyefendi.” dedi.
Mendil özenle işlenmişti ve köşelerinde armalar vardı. Fazlasıyla kızaran Aramis, mendili delikanlının elinden almak yerine âdeta kapıverdi.
Bu arada muhafızlardan biri, “Aman aman… Sizin gibi ketum biri Madame de Bois-Tracy ile arasını iyi tuttuğunu inkâr mı edecek yani? Hem de bu asil hanım mendillerinden birini size verdiği hâlde.”
Aramis, Dartanyan’a ölümcül bir düşman kazandığını ilan eden bir bakış fırlattı. Sonra da yumuşak tavrına tekrar bürünerek. “Yanılıyorsunuz beyler.” dedi. “Bu mendil bana ait değil. Bu beyefendinin mendili sizden birine değil de bana vermesine anlam veremiyorum doğrusu. Bu söylediklerime delil olarak cebimdeki mendilimi göstereceğim.”
Aramis dediğini yaptı ve mendilini çıkardı. O zamanlar pek popüler olan patiskadan yapılma mendil diğeri gibi çok şıktı. Fakat bu mendilde işlemeler ya da armalar yoktu. Üzerinde sadece sahibinin kim olduğuna işaret eden bir işleme vardı.
Dartanyan bu kez aceleci davranmadı ve hatasını anladı. Ne var ki Aramis’in arkadaşları pek ikna olmamışlardı. İçlerinden biri sahte bir ciddiyetle şöyle dedi, “Eğer dediğiniz gibiyse Sevgili Aramis, onu kendim alacağım. Çünkü pekâlâ biliyorsunuz ki Bois-Tracy yakın bir dostumdur. Karısına ait bir eşyaya ödül muamelesi yapılmasına müsaade edemem.”
“Bu talebini hoş bir şekilde dile getirmedin.” diye cevap verdi Aramis. “Sözlerinde haklı olduğunu kabul etsem de az önce söylediğim sebepten dolayı dediğini yapmayacağım.”
Dartanyan ürkerek şunları söyleme riskine girdi: “Mendilin Mösyö Aramis’in cebinden düştüğünü görmedi. Ayağını üzerine basmıştı. Bu sebepten mendilin ona ait olduğunu zannettim.”
“Ve yanılıyorsunuz Sayın Beyefendi.” diye soğukça cevap veren Aramis, bu kurtarma teşebbüsüne kayıtsız kalmıştı.
Daha sonra Bois-Tracy’nin arkadaşı olduğunu iddia eden muhafıza döndü ve şöyle dedi:
“Ayrıca ben de Bois-Tracy’nin en az sizin olduğunuz kadar arkadaşıyım. Bu mendilin benim cebimden düştüğünü varsayabilirsiniz.”
“Hayır, şerefim üzerine hayır!” diye haykırdı saray muhafızı.
“Sen şerefin üzerine yemin etmek üzeresin. Ben de sözümü söyledim. Bu durumda ikimizden birinin yalan söylediği aşikar. En iyisi ikimiz de bir parçasını alalım.”
“Mendilin mi?”
“Evet.”
“Son derece adil.” dedi diğer iki muhafız. “Kral Süleyman’ın adaleti. Aramis, gerçekten de bilgelikle dolusun!”
Genç adamlar kahkahalar patlattılar. Tahmin edilebileceği gibi olayın devamı gelmedi. Bir müddet sonra sohbet sona erince üç muhafız ve silahşorler içtenlikle el sıkışıp yollarına gittiler.
“Şimdi sıra bu cesur adamla aramı düzeltmeye geldi.” dedi Dartanyan kendi kendine. Sohbetin son kısmı boyunca kenarda beklemişti. İşte bu iyi hislerle kendisine aldırmadan yanından ayrılan Aramis’in yanını gitti. “Beyefendi” dedi. “Umarım beni affedersiniz.”
“Ah beyefendi!” diye sözünü kesti Aramis. “Bu olayda nazik bir beyefendinin davranması gerektiği gibi davranmadığınızı söylememe müsaade edin.”
“Ne diyorsunuz beyefendi. Ne sanıyorsunuz?” diye haykırdı Dartanyan.
“Aptal olmadığınızı sanıyorum beyefendi. Bunu da pekâlâ biliyorsunuz. Her ne kadar Gaskonya’dan da gelmiş olsanız insanların mendillere sebepsiz yere basmayacağını bilirsiniz. Lanet olsun! Paris patiskalarla mı kaplı sanki?”
“Beni utandırmaya çalışarak yanlış yapıyorsunuz beyefendi.” dedi Dartanyan. Doğuştan gelen kavgacı ruhu, barışçıl olma kararını bastırıyordu. “Gaskonyalı olduğum doğrudur. Mademki bunu biliyorsunuz Gascon insanının çok sabırlı olmadığını size söylememe gerek de yok. Aptalca davrandıkları için dahi olsa özür dilediklerinde yapabileceklerinin en iyisini yapmış olduklarından emindirler.”
“Beyefendi size konuyla ilgili söylediklerimin amacı kavga başlatmak değil. Şükürler olsun ki ben bir haydut değilim ve sadece geçici bir süre için silahşorlük yapıyorum. Sadece mecbur olduğum zamanlarda kavga ederim ve bundan nefret ederim. Fakat bu kez durum ciddi. Sizin yüzünüzden bir hanımefendinin itibarı zedelendi.”
“Bizim yüzümüzden demek istiyorsunuz!” diye haykırdı Dartanyan.
“Neden bu şekilde mendili vermek istediniz acaba?”
“Neden tuhaf bir şekilde mendili düşürdünüz?”
“Dediğim gibi beyefendi, tekrar ediyorum, mendil benim cebimden düşmedi.”
“İşte şimdi iki kez yalan söylemiş oldunuz. Mendilin düştüğünü gördüm.”
“Demek bu ses tonuyla konuşacaksınız Gasconlu Efendi. Pekâlâ, size nasıl davranacağınızı öğreteceğim.”
“Ben de sizi ayine yollayacağım Papaz Efendi. İsterseniz kılıcınızı çekin şimdi.”
“Hayır, müsaade ederseniz değerli dostum. En azından burada olmaz. De Arguillon Oteli’nin karşısında olduğumuzu görmüyor musunuz? Burası Kardinal’in yaratıklarıyla doludur. Sizi, kellemi almak üzere onun yollamadığından nasıl emin olabilirim? Kelleme özel bir bağlılığım vardır. Omuzlarımın üzerine pek yakışıyor. Sizi öldürmek isterim, buna emin olun. Ama bunu sessiz ve rahat bir şekilde uzak bir yerde yapmak isterim. Ölümünüzle kimseye övünemeyeceğiniz bir yerde yani.”
“Peki ama çok da emin olmayın beyefendi. Size ait olan ya da olmayan mendili alın. Belki de ihtiyacınız olur.”
“Beyefendi Gaskonlu mu?” diye sordu Aramis.
“Evet, beyefendi ihtiyatlı davranıp randevu vermeyecek mi?”
“İhtiyat, beyefendi, silahşorlerin işine yaramayacak bir erdemdir. Bir din adamı için gerekli olduğunun farkındayım. Ben de geçici bir silahşor olduğumdan ihtiyatlı davranmanın önemine inanırım. Saat ikide Mösyö de Treville’in otelinde sizi bekleme şerefine erişmiş olacağım. Orada size yeri ve zamanı gösteririm.”
İki genç adam eğilerek selam verdiler. Aramis Lüksemburg’a çıkan caddeye yürüdü. Randevu saati yaklaştığı için Carmes-Deschaux Caddesi’ne doğru ilerledi. Kendi kendine, “Kesinlikle geri çekilemem. Ama en azından öldürülsem bile bir silahşor tarafından öldürülmüş olacağım.”

5
Kral’ın Silahşorleri ile Kardinal’in Muhafızları
Paris’te hiç kimseyi tanımayan Dartanyan doğruca Athos ile olan randevusunun yolunu tuttu. Rakibinin seçeceği şahitlerle yetinmeye karar vermişti. Ayrıca asıl niyeti zayıflığını belli etmeden silahşorden uygun bir şekilde özür dilemekti. Böylesi bir düellonun olası sonuçlarından çekiniyordu. Eğer ki genç ve güçlü bir adam yaralı ve zayıf bir rakiple kavga eder ve yenilirse hasmının zaferini ikiye katlar, galip gelirse kalleşlik ve yüreksizlikle suçlanırdı.
Okuyucu Dartanyan’ın sıradan bir adam olmadığını anlamıştır. Bir yandan ölümün kaçınılmaz olduğunu kendine tekrar ederken diğer yandan ölüme sessizce gitmeme kararı almıştı. Ondan daha az cesur ve ihtiyatlı birinin yapacağının aksine. Kavga edeceği adamların karakterleri üzerinde düşünmeye başladığında durumunu daha net bir şekilde idrak etti. Samimi bir şekilde özür dileyerek soylu ve ağırbaşlı karakterine hayran kaldığı Athos’un dostluğunu kazanacaktı. Kayışının hikâyesinden bahsederek Porthos’u korkutabileceğini düşünüyordu. Eğer ki öldürülmezse Porthos’u küçük düşürmekle tehdit edecekti. Kurnaz Aramis’e gelince, ondan pek korkmuyordu. Olur da oraya kadar gelebilirse onunla başa çıkabileceğine inanıyordu.
Bunlara ilaveten Dartanyan, babasının kalbine ektiği çok sayıda nasihatten kaynaklanan yenilmez kararlara sahipti. Babası, “Kral, Kardinal ve Mösyö de Treville dışında kimseye dayanma.” demişti. Böylece buluşma noktasına yürümekten ziyade uçar vaziyette gitti.
Kaybedecek zamanı olmayan düellocuların uğrak mekânı olan bu yer, etrafı çorak arazilerle kaplı penceresiz bir binanın önüydü.
Dartanyan manastırın önündeki alana ulaştığında Athos kendisini yaklaşık beş dakika boyunca beklemekteydi. Saat on ikiyi vuruyordu. Silahşor kimsenin itiraz edemeyeceği kadar dakikti.
Her ne kadar Mösyö de Treville’in doktoru tarafından yeniden pansuman yapılmış olsa da yarasından dolayı hâlâ acı çeken Athos elinde şapkasıyla bir taşın üzerine oturmuş bekliyordu.
“Beyefendi!” dedi Athos. “Tanık olarak çağırdığım iki arkadaşım henüz gelmedi. Bu duruma şaşırıyorum. Çünkü böyle yapmazlardı.”
“Benim de şahitim yok beyefendi.” dedi Dartanyan. “Çünkü Paris’e daha dün geldim ve babamın beni kendisine tavsiye ettiği Mösyö de Treville dışında kimseyi tanımıyorum. Kendisi babamın arkadaşlarından biridir.”
Bir müddet düşünen Athos sordu: “Mösyö de Treville dışında kimseyi tanımıyor musun?”
“Hayır beyefendi, sadece onu tanıyorum.”
“O zaman…” diye devam eden Athos kendi kendine konuşurcasına, “Eğer seni öldürürsem çocuk katili derler bana.”
“Ne alakası var?” diye cevap veren Dartanyan saygıyla eğildi. “Size acı çektiren bir yaranız olduğu hâlde kılıç çekme onurunu verdiniz ne de olsa.”
“Hem de ne acı… Gerçekten de çok fena canımı acıttınız, bunu söyleyebilirim. Ama sol elimle savaşacağım. Zaman zaman yaptığım bir şey bu. Size iyilik yaptığım yanılgısına kapılmayın sakın. İki elimi de çok iyi kullanırım. Üstelik bu durum sizin için bir dezavantaj olacak. Solak bir adam, hazırlıklı olmayan biri için beladır. Sizi bu durumdan daha önce haberdar etmediğime pişmanım.”
Yeniden saygıyla selam veren Dartanyan, “Gerçekten de minnettar olduğum bir nezaketiniz var beyefendi.”
“Sizi anlamıyorum.” dedi Athos her zamanki centilmen tavrıyla, “Hadi başka bir şeyden bahsedelim eğer isterseniz. Lanet olsun.
Nasıl da yaktınız canımı. Omzum yanıyor!”
Dartanyan ürkek bir şekilde, “Eğer müsaade ederseniz.” dedi.
“Ne vardı beyefendi?”
“Yaralara mucizevi bir şekilde etki eden bir merhem var elimde. Bu merhemi bana annem verdi. Kendi üzerimde de tecrübe ettim.”
“Evet?”
“Bu merhemin sizi üç günden kısa bir süre içinde iyileştireceğine eminim. Üç günün sonunda iyileşmiş olacaksınız. Sizinle bu süre sonunda karşılaşmak benim için müthiş bir onur olacak.”
Dartanyan’ın nezaketine eşlik eden bir sadelikle dile getirdiği bu sözler cesaretinden şüphe ettirmiyordu.
“Gerçekten beyefendi…” dedi Athos. “Bu beni memnun eden bir teklif. Kabul edeceğimden değil ama. Beyefendilere yakışır cinsten… Şarlman zamanının şövalyeleri de bu şekilde davranırdı. Ne var ki bu büyük imparatorun zamanında yaşamıyoruz. Kardinal’in zamanında yaşıyoruz. Üç gün sonra her ne kadar saklasak da düellomuz bilinecek ve engellenecek. Sanırım arkadaşlarım gelmeyecekler.”
“Eğer aceleniz varsa beyefendi…” dedi Dartanyan düelloyu erteleme teklifini yaparken kullandığı sade üslupla, “Ve beni derhâl öldürmek isterseniz kendinizi sıkıntıya sokmamanızı rica ederim.”
“İşte beni memnun eden bir başka söz!” diye bağırdı Athos, Dartanyan’a kibar bir baş selamı verirken. “Bu sözler yüreksiz bir adamdan gelmiş olamaz. Beyefendi, ben sizin gibi adamları severim. Olur da birbirimizi öldürmezsek sizin muhabbetinizden büyük zevk alacağım. Beyefendileri bekleyelim eğer isterseniz. Benim bolca vaktim var. Hem böylesi daha doğru. İşte biri geldi.”
Caddenin başında görünen kişi devasa Porthos’tu.
“Ne?” diye bağırdı Dartanyan. “İlk tanığın Porthos mu?”
“Evet, sakıncası mı var?”
“Kesinlikle yok.”
“İşte bu da ikincisi.”
Athos’un işaret ettiği yere bakan Dartanyan, Aramis’i gördü.
Bir öncekinden daha büyük bir hayreti ifade eden bir tonla, “Ne!” diye bağırdı. “İkinci tanığın Bay Aramis mi?”
“Aynen. Bizim birbirimizin yanından hiç ayrılmadığımızı hem sarayda hem de şehirde ayrılmaz üçlü Athos, Porthos, Aramis diye tanındığımızı bilmiyor musun? Belki de Dax ya da Paulu olduğunuz için…”
“Tarbes’ten.” dedi Dartanyan.
Bu ufak bilgiye sahip olmaman olası.” dedi Athos.
“Öyle düşünüyorum ki size uygun bir isim bulmuşlar. Olur da maceram duyulacak olursa birliğinizin zıtlıklar üzerine inşa edilmediği de kanıtlanmış olur.”
Bu arada yanlarına yaklaşan Porthos, Athos’a el salladı. Dartanyan’ı fark ettiğinde ise çok şaşırmıştı.
Porthos, kayışını değiştirmiş, pelerinini çıkarmıştı.
“Aman, aman.” dedi. “Bu ne demek oluyor?”
“Bu benim savaşacağım beyefendi.” dedi Athos eliyle Dartanyan’a işaret edip arkadaşına selam verirken.
“Bu benim de savaşacağım kişi.” dedi Porthos.
“Ama saat birden önce değil.” diye cevap verdi Dartanyan.
“Ben de bu beyefendi ile savaşacağım.” dedi yanlarına gelen Aramis.
“Ama saat ikiden önce değil.” dedi Dartanyan aynı sakinlikle.
“Peki neden savaşıyorsunuz Athos?” diye sordu Aramis.
“İşin aslı ben de pek bilmiyorum. Omzumu incitti. Peki, sen Port-hos?”
“İşin aslı, savaşacağım için savaşacağım.” dedi kızararak.
Keskin gözleri hiçbir şeyi kaçırmayan Athos, cevap veren genç Gaskonlunun yüzündeki belli belirsiz gülümsemeyi fark etti.
“Giyimle ilgili ufak bir tartışmamız oldu.”
“Peki, sen Aramis?” dedi Athos.
“Ah, bizimki teolojik bir anlaşmazlıktı.” diye cevap verdi Aramis, Dartanyan’a düellolarının sebebini gizli tutması için işaret ederken.
Athos, Dartanyan’ın yüzünde yeni bir gülümseme fark etmişti.
“Öyle mi?” dedi.
“Evet, St. Augustine’e ait bir pasajla alakalı bir anlaşmazlığımız oldu.” dedi Gasconlu.
“Bu kesinlikle zeki bir delikanlı.” diye mırıldandı Athos.
“Ve şimdi madem toplandığınıza göre beyler…” dedi Dartanyan. “Sizden özür dilememe müsaade edin.”
Özür lafı üzerine Athos’un kaşları çatıldı, Porthos’un yüzünde kibirli bir gülümseme belirdi, Aramis olumsuz bir ifade takındı.
“Beni anlamıyorsunuz beyler.” dedi Dartanyan başını kaldırırken. “Beni affetmenizi söylüyorum. Çünkü üçünüze birden borcumu ödemem mümkün gözükmüyor. Eğer Mösyö Athos beni öldürürse bu alacağınızın değerini düşürecektir Mösyö Porthos. Size ise hiçbir şey kalmayacak Mösyö Aramis. İşte bu sebepten beyler, beni affedin. Ama sadece bu sebepten. Gardınızı alın!”
Dartanyan, bu sözler üzerine cesurca kılıcını çekti.
O sırada kan beynine sıçradığından krallığın bütün silahşorlerine de aynı şekilde kılıç çekebilirdi.
Saat on iki çeyrekti. Güneş tepede olduğundan bulundukları nokta sıcaktan kavruluyordu.
“Hava çok sıcak.” dedi kılıcını çeken Athos. “Ama ceketimi çıkaramam. Çünkü olur da kanarsam beyefendiyi kendisinin sebep olmadığı bir yaraya ait kanla rahatsız etmek istemem.”
“Bu doğru beyefendi.” diye cevap verdi Dartanyan. “İster ben sebep olayım ister başkası sebep olmuş olsun, sizin gibi yürekli bir beyefendinin kanını görmek beni rahatsız eder emin olun.”
“Hadi, hadi! Bu kadar iltifat yeter!” diye haykırdı Porthos. “Unutma, hepimiz sıramızı bekliyoruz.”
“Böyle uygunsuz durumlara eğilimi olan sensin, kendi adına konuş.” diye araya girdi Aramis. “Ben bu ikisinin söylediklerinin saygın beyefendilerin söyleyeceği türden şeyler olduğunu düşünüyorum.”
“Ne zaman isterseniz beyefendi.” dedi Athos gardını alırken.
“Emirlerinizi bekliyorum.” dedi Dartanyan kılıcını kaldırdığıda.
İki savaşçı kılıçlarını henüz kaldırmıştı ki Mösyö de Jussac komutasında bulunan Kardinal hazretlerinin adamları, manastırın köşesinden çıkageldi.
“Kardinal’in adamları!” diye haykırdı Aramis ve Porthos aynı anda. “Kılıçlarınızı saklayın beyler, kılıçlarınızı saklayın!”
Ne var ki çok geçti. İki savaşçının konumu niyetlerinin ne olduğunu çok net bir şekilde ortaya koyuyordu.”
“Hey!” diye bağıran Jussac onlara doğru yaklaşırken adamlarına işaret ederek.
“Hey silahşorler! Demek savaşıyorsunuz ha? Peki ya talimatlar ne olacak?” dedi.
“Çok cömertsiniz muhafız beyler.” dedi Athos kin dolu bir tavırla. Çünkü Jussac bir önceki gün yaşanılan çatışmaya dâhil olanlardan biriydi. “Eğer biz sizi kavga ederken görseydik emin olun hiçbir müdahalede bulunmazdık. Bizi rahat bırakın da herhangi bir masraf olmadan eğlenin azıcık.”
“Beyler!” dedi Jussac. “Bu söylediğiniz şeyin mümkün olmadığını esefle bildiririm. Vazife her şeyden öncedir. Kılıcınızı kınına sokun ve bizi takip edin.”
“Beyefendi!” dedi Aramis Jussac’ı taklit ederek. “Eğer bize bağlı olsaydı nazik davetinizi kabul etmek bize müthiş zevk verirdi. Ne var ki bu dediğiniz imkânsız. Mösyö de Treville bunu yasakladı. Hadi yolunuza gidin. En iyisi bu.”
Bu alaya öfkelenen Jussac, “O zaman zor kullanmak zorunda kalacağız demektir. Eğer itaat etmezseniz yani.” dedi.
Athos, sessizce şöyle dedi: “Onlar beş kişi, biz ise üç kişiyiz. Tekrar dayak yiyeceğiz. Muhtemelen anında öleceğim ben. Komutanın karşısına bir kez daha yenilmiş bir adam olarak çıkamam çünkü.”
Athos, Porthos ve Aramis derhâl birbirlerine yaklaştılar. Bu arada Jussac da adamlarını topluyordu.
Dartanyan, bu kısa süre içinde tarafını seçti. Bu bir adamın hayatının akışına karar veren durumlardan biriydi. Kral ya da Kardinal arasında seçim yapmalıydı. Yapacağı seçime de uymak zorundaydı. Kavga etmek yasalara karşı gelmek anlamına geliyordu. Bu da kellesinin tehlikeye girmesi, Kral’dan bile daha güçlü bir yöneticinin düşmanlığını kazanmak demekti. Bütün bunları hesaba katan delikanlı bir saniye dahi tereddüt etmeden Athos ve arkadaşlarına dönerek, “Beyler!” dedi. “Sözlerinizi düzeltmeme izin verin lütfen. Üç kişiyiz dediniz ama bence dört kişiyiz.”
“Ama sen bizden biri değilsin.” dedi Porthos.
“Evet.” dedi Dartanyan. “Üniformam yok ama ruhum var. Bende bir silahşor yüreği var. Bu da beyefendi beni harekete geçiriyor.”
“Geri çekil genç adam.” dedi Jussac, Dartanyan’ın ne yaptığını tahmin ederek. “Geri çekilebilirsin, bunu kabul ediyoruz. Kurtar kendini ve derhâl kaybol.”
Dartanyan kıpırdamadı.
“Kesinlikle cesur bir adamsın.” dedi Athos delikanlının elini sıkarken.
“Hadi, hadi, seç tarafını!” diye cevap verdi Jussac.
Porthos, Aramis’e: “Pekâlâ, bir şey yapmalıyız.” dedi.
“Beyefendi çok cesur.” dedi Athos.
Dartanyan’ın ne kadar genç olduğunu düşünen üçlü, tecrübesizliğinden korktu.
“Biri yaralı üç kişiye ilaveten bir çocuk.” dedi Athos. “Yine de dört kişi olduğumuz söylenecek.”
“Evet ama çekilirsek…” dedi Porthos.
“Evet bu zor.” diye cevap verdi Athos.
Onların kararsızlığını fark eden Dartanyan,
“Beni deneyin beyler.” dedi. “Şerefim üzerine yemin ederim ki mağlup olursak buradan canlı ayrılmayacağım.”
“Senin adın ne cesur dostum?” dedi Athos.
“Dartanyan, beyefendi.”
“Peki o zaman Athos, Porthos, Aramis ve Dartanyan ileri!” diye bağırdı Athos.
“Hadi beyler, verdiniz mi kararınızı?” diye bağırdı Jussac üçüncü kez.
“Evet, verdik.” dedi Athos.
“Nedir peki kararınız?”
“Sizinle savaşmanın onuruna erişmek üzereyiz.” diye cevap veren Aramis bir eliyle şapkasını kaldırırken diğer eliyle kılıcını çekti.
“Ah, demek direneceksiniz öyle mi?” diye bağırdı Jussac.
“Kahretsin! Bu sizi şaşırtıyor mu?”
Böylece dokuz savaşçı birbirine hücum etti.
Athos, Kardinal’in gözdelerinden birini kestirdi gözüne. Port-hos, Bicarat’la karşı karşıya geldi. Aramis’e iki savaşçı düşmüştü. Dartanyan’da Jussac’a doğru hamle yaptı.
Genç Gaskonlunun kalbi küt küt atıyordu; ama korkudan değil. Şükürler olsun ki içinde zerre kadar korku yoktu. İçindeki tutkudan dolayı heyecanlıydı. Rakibinin etrafında on kez dönüp, gardını ve pozisyonunu yirmi kez değiştirerek öfkeli bir kaplan gibi savaşıyordu. İyi bir kılıç ustası olan Jussac, tecrübesine rağmen; kendisine her taraftan aynı anda saldıran, üst derisine pek düşkün, enerjik ve çevik rakibine karşı bütün yeteneklerini ortaya koymak zorunda kalmıştı.
Bu mücadele nihayet Jussac’ın sabrını taşırmıştı. Çocuk olduğunu düşündüğü biri tarafından kontrol altına alınıyor olmak sinirlenmesine sebep oldu ve hatalar yapmaya başladı. Pratiği iyi olmasa da teorik bilgisi gelişkin Dartanyan daha çevik dövüşmeye başladı. Bu durumu sona erdirmek isteyen Jussac’ın ileri fırlayarak yaptığı hamleyi delikanlı savuşturdu. Kendini kurtaran Jussac doğrulmaya çalışırken Dartanyan’ın darbesiyle yere yığıldı.
Bunun üzerine Dartanyan, düşüş alanına gergin bakışlar attı hızlıca.
Rakiplerinden birini öldürmüş olan Aramis, diğeri tarafından sıkıştırılmaktaydı. Yine de iyi bir durumdaydı ve kendini savunabiliyordu.
Bicarat ve Porthos ise karşılıklı darbeler almışlardı. Porthos kolundan, Bicarat ise kalçasından yara almıştı. Fakat ikisinin de yarası ciddi değildi. Bu ikisi şevkle savaşıyordu.
Cahusac tarafından yaralanan Athos’un rengi daha da solmuştu. Yine de geri adım atmıyordu. Kılıcını tuttuğu elini değiştirmişti ve sol eliyle dövüşüyordu.
O zamanın Düello kurallarına göre Dartanyan istediği kişiye yardım etme serbestliğine sahipti. Hangi arkadaşının daha çok yardıma ihtiyacı olduğunu anlamaya çalışırken Athos’un bir bakışını yakaladı. Bu bakışlarda bir anlam vardı. Athos yardım isteyeceğine ölmeyi tercih ederdi. Fakat hâlâ bakışlarında yardım ister gibi bir hâl vardı. Bunu anlayan Dartanyan bir anda Cahusac’ın yanına vardı ve
“Sizi öldüreceğim mösyö muhafız!” dedi.
Cahusac döndüğünde sadece cesaretiyle ayakta durabilen Athos diz çöktü.
“Kahretsin!” diye bağırdı Dartanyan’a, “Onu öldürmeyin genç adam, sizden rica ediyorum. İyileştiğimde onunla görmem gereken bir hesabım var. Sadece kılıcını elinden alın. Bu yeterli. Aferin!”
Dartanyan kılıcı on on beş metre kadar uzağa fırlatmıştı. Dartanyan da Cahusac da kılıcı ele geçirmek için fırladı. Fakat hızlı davranan Dartanyan kılıcın üzerine ayağını bastı. Cahusac, Aramis’in öldürdüğü arkadaşının yanına gidip kılıcını aldı ve Dartanyan’ın yanına koştu. Fakat bu sırada nefesini toplayan Athos ile karşılaştı. Dartanyan’ın düşmanını öldürmesinden endişe ettiğinden kavgaya devam etmek istedi.
Bunu anlayan Dartanyan, Athos’a saygısızlık etmek istemediğinden geri çekildi. Cahusac, birkaç dakika sonra boğazına kılıç geçirilmiş vaziyette yere yığıldı.
Bu sırada Aramis, ucunu yere düşmüş rakibinin göğsüne doğrulttuğu kılıcıyla adamı merhamet dilemesi için zorluyordu.
Geriye sadece Porthos ve Bicarat kalmıştı. Porthos, rakibine saatin kaç olduğunu soruyor, Navarre birliğinde görev alan kardeşini tebrik ediyordu. İstediği kadar şaka yapsa da eline bir şey geçmiyordu. Bicarat yere devrilip ölmeyen demir adamlardan biriydi.
Yine de artık bitirmek gerekiyordu. Bekçiler yaralı, sağlam, Kralcı ya da Kardinalci demeden dövüşçüleri toplamaya gelebilirdi. Bicarat’ın etrafını saran silahşorler onu teslim olmaya zorlasa da kalçasından yaralı adam direnmeye devam ediyordu. Fakat dirseği üzerinde kalkan Jussac teslim olması için bağırdı. Bicarat da Dartanyan gibi bir Gasconluydu ve duymazdan geldi. Bir yandan gülüyor diğer yandan darbeleri savuşturmaktan fırsat bulduğunda kılıcıyla yeri işaret ederek İncil’den bir parça okuyordu, “Bicarat işte burada tek başına ölecek.” diyordu.
“Onlar dört kişi. Bırak artık. Emrediyorum!”
“Aa, eğer emrediyorsanız o zaman başka.” dedi Bicarat. “Komutanım olduğunuzdan size uymak benim vazifem.” Geriye doğru fırladı ve teslim etmek zorunda kalacağı kılıcını dizleri üzerinde kırıp parçalarını savuşturdu. Sonra da kollarını kavuşturup ıslık çalmaya başladı.
Düşmanda bile olsa cesarete her zaman saygı duyulurdu. Silahşorler Bicarat’ı kılıçlarıyla selamladılar. Sonra da kılıçlarını kınına soktular. Dartanyan da aynısını yaptı. Daha sonra da Bicarat’ın yardımıyla yaralıları kenara taşıdılar. Adamlardan biri ölmüştü. Manastır çanını çalıp rakiplerinin kılıçlarını aldıktan sonra keyifle Treville’in oteline yöneldiler.
Kol kola yürüdükleri yolu boylu boyunca kaplıyorlardı. Karşılaştıkları her silahşor onlara katılınca geçit törenine benzer bir görüntü çıktı ortaya. Dartanyan’ın kalbi çoşku doluydu. Athos ve Porthos’un arasında yürüyüp sevgiyle sarılıyordu onlara.
“Eğer hâlâ bir silahşor olamadıysam, en azından çıraklığı geçtim değil mi?” diyordu yeni dostlarına Treville’in evinden içeri girdikleri sırada.

6
Majesteleri Kral 13. Louis
Bu olay çok konuşuldu. Silahşorlerini açıktan azarlayan Treville, gizliden tebrik etti. Durumu Kral’a derhâl bildirmek için acele etse de çok geçti. Kral, Kardinal ile görüşmekteydi. Bu yüzden Treville’i kabul edemeyeceğini söylediler. Treville, Kral’a akşamki oyunda katıldı. Hırslı olduğundan oyunu kazanıyordu ve keyfi yerindeydi. Treville’i uzaktan gördüğünde,
“Buraya gelin Sayın Komutan.” dedi. “Gelin de size bir kükreyeyim. Kardinal hazretlerinin silahşorlerinizi yeniden şikâyet ettiğini biliyor musunuz? O kadar ki kendisinin bu gece için keyfi kaçmış. Sizin bu silahşorler şeytan yahu. Asmak lazım bunları.”
Durumu tek bakışta anlayan Treville,
“Hayır efendim. Tam tersine onlar pek iyi huyludur. Koyun misali uysaldırlar. Ben onlara kefilim. Kılıçlarını majesterlerine hizmet etmek dışında bir amaç için çekmezler. Ama eğer Kardinal Bey’in adamları sürekli onlara sataşırsa ne yapabilirler ki? Zavallı adamlar kendilerini savunmak zorunda kalıyorlar.”
Mösyö de Treville’e bakın hele.” dedi Kral. “Duyan da azizlerden falan söz ettiğini sanır. İşin aslı Sevgili Komutan, memuriyetinizi elinizden alıp Matmazel de Chemerault’a veresim var. Kendisine bir manastır vaat etmiştim. Sakın söylediğiniz her şeye inanacağımı sanmayın. Bana Adil Louis derler ve bunu göreceksiniz.”
“Adaletinize güvendiğim için sessizce bekleyeceğim majesteleri.”
“Bekleyin mösyö bekleyin. Çok uzun sürmeyecek.”
O sırada şansı dönen Kral kaybetmeye başlayınca masadan kalkmak için bir bahanesi vardı. Böylece bir dakika sonra ayağa kalkarak çoğu kazandıklarından oluşan parayı aldı. “La Vieuville” dedi. “Yerimi sen devral. Mösyö de Treville ile önemli bir konu hakkında görüşmem gerekiyor. Önümde seksen altın vardı. Aynı miktar yerine koy da şikâyet edecek bir şey bulamasınlar. Adalet her şeyden önce gelir. Daha sonra Treville ile birlikte bir pencere kenarına yönelerek, “Pekâlâ beyefendi.” dedi. “Demek Kardinal’in adamlarının silahşorlerinize sataştığını söylüyorsunuz.”
“Evet efendim, her zaman yapıyorlar bunu.”
“Peki bu iş nasıl oldu anlayalım bakalım. Siz de biliyorsunuz ki Sevgili Komutan, adil bir hâkimin iki tarafı da dinlemesi gerekir.”
“Aman Tanrı’m! Basit ve doğal bir şekilde anlatayım. Majestelerinin de ismen tanıdığı ve sadakatlerini defalarca takdir ettiği en iyi üç askerim Athos, Porthos ve Aramis o sabah tanıştığım Gaskonlu bir delikanlı ile ufak bir kılıç eğlencesi düzenlemişler. Carmes-Deschaux’da gerçekleşen bu karşılaşma sırasında Jussac, Cahusac, Bicarat ve iki diğer Kardinal muhafızı tarafından rahatsız edilmişler. Emirlere karşı kötü bir niyet besledikleri belli bu adamlar yanlarına yaklaşmış.”
“Ah, evet şimdi anlıyorum.” dedi Kral. “Oraya kavga çıkarmaya gittikleri belli.”
“Onları suçlamıyorum efendim ama beş silahlı adamın metruk bir yere ne sebeple gitmiş olabileceklerinin takdirini size bırakıyorum.”
“Haklısınız Mösyö de Treville, haklısınız.”
“Oraya gidip de benim silahşorlerimi görünce kendi aralarındaki anlaşmazlığı bırakmışlar. Majesteleri de biliyor ki kendisine ait silahşorler ile Kardinal muhafızları birbirlerinin doğal düşmanıdır.”
“Evet Mösyö de Treville, evet.” dedi Kral hüzünlü bir tonla. “Fransada böylesine iki grup görmek inanın bana çok üzücü. İki farklı kraliyet… Fakat bütün bunlar sona erecek mösyö. Sona erecek… Demek muhafızlar, silahşorlere sataştı.”
“Böyle olmasının muhtemel olduğunu söylüyorum ama buna yemin edemem. 13. Louis’e “Adil” sıfatını veren bir içgüdü ile donatılmamış biri için gerçeği keşfetmenin ne kadar zor olduğunu siz de biliyorsunuz.”
“Haklısınız Mösyö Treville ama sizin silahşorleriniz de yalnız değillermiş. Yanlarında bir genç varmış.”
“Evet efendim, bir de yaralı. Yani içlerinden biri yaralı olan üç kraliyet silahşorü ile bir genç. Kardinal’in beş adamına karşı kendilerini savunmakla kalmayıp onları mağlup ettiler hem de.”
“Bu bir zafer!” diye bağırdı yüzü ışıldayan Kral. “Tamamen zafer!”
“Evet efendim. Tıpkı köprüdeki gibi…”
“İçlerinden biri yaralı bir genç olan dört adam diyorsunuz yani.”
“Hayranlık uyandıran bir genç hem de. Bu sayede kendisini size tavsiye etme cüretinde bulunacağım.”
“Adı nedir?”
“Dartanyan efendim. Kendisi eski dostlarımdan birinin oğlu olur. İç savaş sırasında babanızın emrinde askerlik yapmıştır.”
“Yani bu delikanlının iyi savaştığını mı söylüyorsunuz? Anlatın bana Treville savaş ve kavga hikâyelerinden ne kadar zevk aldığımı bilirsiniz.”
Bıyığını buran 13. Louis elini belinin üzerine koydu.
“Efendim!” diye devam etti Treville. “Dediğim gibi Mösyö Dartanyan çocukluktan yeni çıkmış bir genç adam. Kendisi silahşor olma onuruna henüz erişmediğinden şehirli gibi giyinmişti. Kendisinin genç olduğunu fark edip silahşorlerden biri olmadığını düşünen Kardinal muhafızları saldırıya geçmeden önce geriye çekilmesini söylemişler.”
“Yani açıkça görülüyor ki Mösyö de Treville…” diye araya giren Kral. “Saldıran onlardı.” dedi.
“Doğrudur efendim. Buna şüphe yok. Önce ona geri çekilmesini söylemişler. Fakat kendisi majestelerine bağlı kalpten bir silahşor olduğunu söyleyerek silahşor beylerle kalmış.”
“Cesur genç adam!” diye mırıldandı Kral.
“Evet, kendisi onlarla kalmış. Kardinal’i çok sinirlendiren darbeyi Jussac’a o vurmuş.”
“Jussac’ı o mu yaraladı?” diye haykırdı Kral. “Bir çocuk mu yaptı bunu Treville. İmkânsız!”
“Kesinlikle kralım.”
“Jussac’a, Krallıktaki en iyi kılıç ustalarından birini hem de…”
“Evet efendim, kendinden ustasını buldu.”
“Bu genç adamı görmek istiyorum Treville. Onu göreyim.”
“Onu ne zaman kabul etmek istersiniz?”
“Yarın öğlen.”
“Onu tek mi getireyim?”
“Hayır dördünü birden getirin. Onlara teşekkür etmek istiyorum. Sadık adamlar bulmak zor Mösyö de Treville. Onları arka merdivenden getirin. Kardinal’in bilmesine gerek yok.”
“Peki efendim.”
“Kanun kanundur mösyö siz de biliyorsunuz. Kavga etmek yasaklanmıştır.”
“Fakat bu karşılaşma efendim, herhangi bir düellonun koşullarından çok farklı. Bu bir dalaşma. Bunun delili de Kardinal’in beş adamına karşı benim üç silahşorüm ile Mösyö Dartanyan’ın olması.”
“Doğrudur.” dedi Kral. “Fakat yine de onları arka merdivenden getirin.”
Gülümseyen Treville, Kral’ı saygıyla selamladıktan sonra oradan ayrıldı.
Kral’ı uzun süredir tanıyan silahşorler kendilerine bahşedilen onuru işitince pek heyecanlanmadılar. Fakat bir Gaskonlu hayal gücüne sahip Dartanyan geleceğini düşünüp altın rüyalara daldı. Sabah saat sekiz olduğunda Athos’un odasındaydı.
Dartanyan, silahşorün gitmek üzere hazır olduğunu gördü. Kral ile görüşmeleri saat on ikideydi. Ziyaretten önce Porthos ve Aramis’le Lüksemburg bahçelerinin yakınlarında bir tenis kortunda tenis oynayacaklardı. Athos, Dartanyan’ı da davet etti. Delikanlı daha önce hiç oynamadığı bu oyun hakkında bilgi sahibi olmasa da on ikiye kadar zaman geçirmek için daveti kabul etti.
İki silahşor çoktan oradaydı ve oynamaya başlamışlardı. Bütün sporlarda uzman olan Athos, Dartanyan’ı karşısına aldı. Fakat bütün çabalarına ve sol eliyle oynamasına rağmen yarası çok yeniydi. Bu sebepten Dartanyan orada tek başına kaldı. Skor tutmadan toplara vurmaya başladılar.
Porthos’un devasa eliyle vurduğu toplardan biri Dartanyan’ın yüzünün yakınından geçti. Eğer ki bu top yüzüne vursaydı muhtemelen işitme duyusunu kaybederdi ve Kral’ın karşısına çıkamazdı. Gaskonlu hayal gücünde, geleceğinin işitme duyusuna bağlı olduğunu düşünen delikanlı Aramis ile Porthos’u kibarca selamladı ve eşit koşullarda oynayabilecek konuma gelmeden oyuna devam etmeyeceğini söyleyip geri çekildi.
Dartanyan’ın şansına Kardinal’in adamlarından biri izleyiciler arasındaydı ve intikam yemini etmişti. Ayağına kadar gelen fırsatı tepmedi ve şunları söyledi:
“Genç adamın toptan korkmasına şaşırmamak lazım. Ne de olsa kendisi bir silahşor çırağı.”
Dartanyan, âdeta yılan sokmuşçasına kafasını çevirdi. Bu hakaretvari konuşmayı yapan muhafıza gözlerini dikti.
“İstediğiniz gibi bakabilirsiniz genç adam, diyeceğimi dedim.” derken bıyıklarını buruyordu.
“Söyledikleriniz herhangi bir açıklama gerektirmediğinden…” diye cevap verdi Dartanyan. “Beni takip etmenizi rica edeceğim.”
“Ne zaman?” diye sordu muhafız aynı alaycı tonla.
“Derhâl! Eğer sizin için de uygunsa.”
“Kim olduğumu biliyor musunuz peki?”
“Ben mi? Kesinlikle bilmiyorum ve umurumda değil.”
“Tamamen yanılıyorsunuz. Eğer ki kim olduğumu bilseydiniz belki de böylesine ısrarcı olmazdınız.”
“Adınız nedir?”
“Bernajoux.”
“Peki o zaman Mösyö Bernajoux…” dedi Dartanyan sakince. “Sizi kapıda bekleyeceğim.”
“Gidin beyefendi, sizi takip ediyor olacağım.”
“Acele etmeyin mösyö. Bizi görürler yoksa. Bilmeniz gerekir ki böyle bir duruma şahitlik edilmesi iyi olmaz.”
“Doğrudur.” diyen muhafız isminin delikanlıya tesir etmemesine şaşırmıştı.
İşin aslı Bernajoux ismi herkesçe bilinirdi. Dartanyan hariç belki. Bernajoux Kardinal’in koyduğu bütün nizamnamelere rağmen sık sık kavgaya tutuşan biriydi.
Porthos ve Aramis oyuna dalmıştı. Athos da onları büyük bir dikkatle izliyordu. Bu sebepten arkadaşlarının dışarı çıktığını görmediler. Kısa bir süre sonra da muhafız onu takip etti. Kral ile görüşeceği için vakit kaybetmek istemeyen Dartanyan, hızlıca etrafına bakındı ve caddenin boş olduğunu gördü. Rakibine şunları söyledi:
“Her ne kadar isminiz Bernajoux olsa da bir silahşor çırağı ile uğraşmak zorunda olduğunuz için şanslı olduğunuza inanıyorum. Ama emin olun elimden geleni yapacağım. Gardınızı alın!”
“Fakat burası kavga etmek için uygun bir yer değil. St. Germain Manastırı’nın arkasına gitmeliyiz belki de.”
“Söylediğiniz şey tamamen mantıklı.” dedi Dartanyan. “Ama ne yazık ki kaybedecek vaktim yok çünkü saat on iki de bir görüşmem var. Gardınızı alın beyefendi!”
Bernajoux böyle bir şeyi ikiletecek adam değildi. Bir anda kılıcını çekip rakibine savurdu. Genç rakibini bu şekilde korkutacağını düşünüyordu.
Ne var ki Dartanyan, bir gün önce acemiliğini üzerinden atmıştı. Zafer sarhoşluğu ve gelecek ümidinden dolayı geriye bir adım dahi atmadı. İki kılıç çarpışmaya başladı böylece. Dartanyan kaskatı dururken rakibi geri çekilmişti. Bu fırsattan yararlanan Dartanyan kılıcıyla rakibinin omzunu yaraladı. Daha sonra geri çekilip kılıcını kaldırdığında ise yarasının önemli olmadığını söyleyen rakibi üzerine saldırıp delikanlının kılıcına saplandı. Bernajoux düşmemişti ve yenildiğini kabul etmiyordu. Sadece bir akrabasının emrinde çalıştığı Mösyö de la Tremouille’ın evine yöneldi. Rakibinin yarasının ciddiyetinin farkında olmayıp onu sıkıştıran Dartanyan muhtemelen üçüncü bir darbeyle işini bitirecekti. Ne var ki kavgayı işiten iki muhafız kılıçları ellerinde dışarı çıkıp Dartanyan’a saldırdılar. Bu sırada Athos, Porthos ve Aramis de dışarı çıkıp arkadaşlarına saldıran muhafızları püskürttüler. Bernajoux yere düşmüştü. Dörde iki kalan muhafızlar, “Yardım edin. Mösyö de la Tremouille konağındakiler yardım edin!” diye bağırmaya başladı. Bu bağırışlar üzerine otelde bulunan herkes dışarı çıkıp dört savaşçının üzerine çullandılar. Bunun üzerine silahşorler, “Silahşorlere yardım edin!” diye bağırdılar.
Silahşorlerin çağrısı karşılık bulmuştu. Kardinal’den nefret ettikleri bilindiğinden sevilirlerdi. Bu sebepten diğer savaşçılar bir kavga sırasında silahşorlerin tarafında yer alırlardı. O sırada oradan geçmekte olan Mösyö Dessessart’ın birliğine ait üç askerden ikisi dört arkadaşın yardımına koştu. Diğeri ise Mösyö de Treville’in konağına giderek, “Silahşorlerin yardımına koşun!” diye bağırdı. Konak her zamanki gibi savaşçılarla doluydu. Arkadaşlarının yanına koşmakta gecikmediler. Bir an büyük bir kargaşa ortaya çıksa da üstünlük silahşorlerdeydi. Kardinal’in muhafızları ile Mösyö de la Tremouille’ın adamları otele çekilip kapıyı güç bela kapattılar. Yaralı adama gelince, durumu ciddi vaziyette oradan götürüldü.
Silahşorler ve müttefikleri pek heyecanlıydılar. Mösyö de la Tremouille’ın konağını bu adamlara ev sahipliği yaptığı için yakıp yakmamayı tartıştılar. Bu teklif ahali arasında heyecan yaratsa da saat on biri vurunca Dartanyan ve arkadaşları görüşmelerini hatırlayıp arkadaşlarını sakinleştirdiler. Adamlar sadece taş atarak yetinmek zorunda kalmışlardı. Ne var ki kapı çok güçlüydü ve bir müddet sonra sıkıldılar. Ayrıca bu girişimin lideri kabul ettikleri kişiler yanlarından ayrılmak zorunda kalıp olaydan çoktan haberdar olan Mösyö de Treville’in konağına yönelmişlerdi.
“Derhâl Louvre’a gidiyoruz!” dedi Treville. “Derhâl gidelim ki Kardinal aklını çelmeden Kral’a ulaşalım. Olayı dünkü kavgaya bağlar aradan çıkarırız.”
Ne var ki saraya vardıklarında Kral’ın St. Germain ormanında geyik avına çıktığı haberini aldılar. Treville bu bilgiyi iki kez tekrar ettirdi. Her işittiğinde kaşları çatıldı.
“Majestelerinin dün ava çıkma planı var mıydı?” diye sordu Treville.
“Hayır efendim.” diye cevap verdi uşak. “Başavcı bu sabah gelip bir geyik tespit ettiklerini söyledi. Kral ilk başta olumsuz yanıt verse de avcılığa olan düşkünlüğünden dolayı yemekten sonra yola koyuldu.”
“Peki Kral, Kardinal ile görüştü mü?” diye sordu Treville.
“Muhtemelen.” diye cevap verdi uşak. “Kardinal hazretlerinin atlarının bu sabah arabaya koşulduğunu gördüm. Nereye gittiğini sorduğumda bana ‘St. Germain.’ cevabını verdiler.”
“Bizden önce davranmış.” dedi Treville. “Beyler, ben bu gece Kral’ı görmeye gideceğim. Siz ise sakın bunu yapmaya kalkmayın.”
Fazlasıyla mantıklı bu tavsiye, Kral’ı çok iyi bilen bir adamdan geliyordu ve dört genç adam herhangi bir itirazda bulunmadılar. Treville eve dönmelerini ve haber beklemelerini tavsiye etti.
Konağına dönen Treville, şikâyet eden ilk kişi olmanın iyi olacağını düşündü. Hizmetçilerinden biri ile Mösyö de la Tremouille’a yolladığı mektupta Kardinal muhafızlarını evinden çıkarmasını ve adamlarını ortaya çıkan tatsız durum için azarlamasını rica etti. Ne var ki Bernajoux’nun akrabası olduğunu bildiğimiz seyisi tarafından çoktan aklı çelinen Mösyö de la Tremouille ne Treville’in ne de silahşorlerinin şikâyette bulunmaya hakkı olmadığını, konağını yakma niyetinde bulunanların silahşor taraftarlarından dolayı kendisinin şikâyetçi olması gerektiği cevabını verdi. Bu iki soylu arasındaki tartışmanın uzaması ve her birinin kendi kanaatinde daha ısrarcı olması söz konusu olabilirdi. Ne var ki Treville bu durumu sessizce çözecek bir çare buldu. Mösyö de la Tremouille’ı kendisi ziyaret edecekti.
Böylece derhâl konağa gitti ve geldiğinin söylenmesini istedi.
İki asil birbirlerini nazikçe selamladılar. Her ne kadar dost olmasalar da aralarında en azından saygı vardı. İki adam da cesur ve onurluydu. Tremouille protestandı ve Kral’ı çok az görürdü. Herhangi bir taraf tutmadığından dolayı da ikili ilişkilerinde ön yargılı olmazdı. Yine de bu seferki kabulünde kibar olsa da her zamankinden daha soğuktu.
“Beyefendi!” dedi Mösyö de Treville, “Öyle sanıyorum ki ikimizin de şikâyetçi olmak için sebepleri var. Bu hadiseyi netliğe kavuşturmak için geldim.”
“Buna bir itirazım yok,” diye cevap verdi Mösyö de la Tremouille. “Ancak bu konu hakkında iyi malumat sahibi olduğum için sizi uyarmak isterim. Kabahat sizin silahşorlerinizde.”
“Siz birazdan yapacağım teklifi kabul etmemek için fazla adil ve mantıklı bir adamsınız mösyö.” dedi Treville.
“Buyrun beyefendi. Dinliyorum.”
“Seyisinizin akrabası Mösyö Bernajoux nasıllar?”
“Durumu pek ciddi gerçekten. Koluna aldığı darbeye ilaveten bir de ciğerlerinden vurulmuş. Doktor iyi şeyler söylemiyor.”
“Peki kendinde mi?”
“Evet.”
“Konuşuyor mu?”
“Güçlükle de olsa konuşabiliyor.”
“Hadi gidip onu görelim beyefendi. Ondan, belki de huzuruna çıkacağı Tanrı adına doğruyu söylemesini isteyelim. Bu konuda onun hükmünü kabul edip söyleyeceklerine inanacağım efendim.”
Bir an için düşünen Mösyö de la Tremouille, daha makul bir karşı teklif bulamadığı için kabul etti.
İki adam, yaralının bulunduğu odaya indiler. İki soylunun kendisini görmeye geldiğini gören Bernajoux yerinden doğrulmaya çalışsa da çok bitkin olduğundan neredeyse baygın vaziyette tekrar düşüverdi.
Mösyö de la Tremouille’ın kendisine birtakım esanslar koklatmasının akabinde yeniden canlandı. Treville adamı etki altında bırakmak istemediğinden sorgulamayı Tremouille’ın yapmasını istedi.
Sorgulama tıpkı Treville’in öngördüğü şekilde sonuçlandı. Ölüm ile yaşam arasında mücadele veren Bernajoux hiçbir şey saklamadan olduğu gibi anlattı her şeyi.
Bu Treville’in istediği bir gelişmeydi. Bernajoux’a acil şifalar diledikten sonra konağına döndü ve dört arkadaşına yemekte kendisine katılmaları için haber yolladı.
Treville, Kardinal karşıtı dostlarını çok iyi ağırladı. Tahmin edileceği üzere yemekte konuşulan konu Kardinal hazretlerinin tecrübe ettiği iki mağlubiyetti. Bu iki kavganın da kahramanı olan Dartanyan bol bol tebrik edildi. Böylesine tebriklere alışkın üç silahşor övgü sırasını genç dostlarına bırakmıştı.
Saat altıya doğru Treville, Louvre’a gitme zamanının geldiğini söyledi. Majestelerinin verdiği randevu saati geçmiş olduğundan arka merdivenlerden girmek yerine giriş salonunda oturdular. Kral avdan dönmemişti. Majestelerinin geldiği anonsu yapıldığında dört adam saraylılardan oluşan bir kalabalığın arasında yarım saattir oturmaktaydı.
Bu anonsu işiten Dartanyan iliklerine kadar titrediğini hissetti. Gelecek dakikalar hayatının geri kalanını belirleyecekti muhtemelen. Bu sebepten Kral’ın girmek üzere olduğu kapıya acı içinde bakakaldı.
13. Louis hızlı yürüyordu. Üzerindeki avcı kıyafeti toz içindeydi ve iri botlar giymekteydi. Elinde de bir kırbaç vardı. Dartanyan, ilk bakışta Kral’ın kızgın olduğunu anladı. Bu durum, saraylıların Kral’ın geçiş yoluna dizilmelerine engel olmadı. Kraliyet salonlarında öfkeli görünmek hiç görünmemekten daha iyidir. Üç silahşor ileri doğru adım atmakta tereddüt etmedi. Fakat Dartanyan onların arkasına saklanmayı tercih etti. Athos, Porthos ve Aramis’i şahsen tanıyan Kral, onlarla konuşmadan hatta onlara bakmadan yanlarından geçti. Âdeta onları tanımıyor gibiydi. Treville’e gelince, Kral’ın gözleriyle karşılaştığında öylesine sarsılmaz bakışlarla baktı ki başını çevirmek zorunda kalan majesteleri oldu. Daha sonra Kral, homurdanarak odasına geçti.
“Durum vahim.” dedi Athos gülümseyerek. “Bu kez de şövalye yapılmayacağız.” dedi.
“Burada on dakika bekleyin.” dedi Treville. “Bu süre sonunda beni göremezseniz otele dönün. Beni daha fazla beklemenize lüzum yok.”
Genç adamlar on dakika, on beş dakika, hatta yirmi dakika bekledikleri hâlde Treville dönmeyince durumdan rahatsız bir vaziyette konağa döndüler.
Treville, Kral’ın odasına cesurca girdiğinde majestelerinin keyifsiz olduğunu gördü. Koltuğa oturan Kral, kırbacının sapıyla botlarına vurmaktaydı. Yine de soğukkanlılığını muhafaza eden Treville, majestelerinin sıhhatini sordu.
“Kötü beyefendi, kötü.” diye cevap verdi Kral. “Sıkıldım.”
Bu 13. Louis’nin kurduğu en kötü şikâyet cümlesiydi. Zaman zaman saraylılarından birini alıp pencere kenarına götürerek, “Hadi bugün sıkılalım mösyö.” dediği olurdu.
“Majesteleri nasıl yorgun? Bugün avcılık eğlencesine katılmadınız mı?”
“Gerçekten de eğlenceliydi mösyö. Yemin ederim her şey bozuluyor ve ben avların mı kokusuz olduğunu yoksa köpeklerin mi burnunun olmadığını anlayamıyorum. Bir geyikle başladık ava. Tam altı saat boyunca onu kovaladık. Onu yakalamak üzereyken av köpekleri farklı bir koku almaya başladı ve iki yaşında bir geyiğin peşine düştü. Kuş avını bıraktığım gibi bırakmak zorunda kalacağım bunu. Ah ben nasıl da talihsiz bir kralım öyle Mösyö de Treville… Bir tane akdoğanım vardı o da evvelsi gün öldü.”
“Hayal kırıklığınızı çok iyi anlıyorum efendim. Bu gerçekten de büyük bir talihsizlik. Yine de hatırı sayılır miktarda doğanınız, atmacanız var bence.”
“Fakat bir tane bile onları yetiştirecek adam yok. Doğanların sayısı azalıyor. Asil avcılık sanatını benim kadar iyi bilen ikinci bir kimse tanımıyorum. Benden sonra yok olacak avcılık. İnsanlar kapanlarla ve tuzaklarla avlanmaya başlayacak. Keşke öğrenci eğitebilecek kadar zamanım olsaydı. Ama Kardinal her zaman yakınımda ve bir an dahi rahat bırakmıyor. Hep İspanya, Avusturya ve İngiltere hakkında konuşuyor. Kardinal demişken size gücendiğimi söylemek isterim Mösyö de Treville.”
Bu Treville’in yakalamak istediği bir fırsattı. Eskiden beri tanıdığı Kral’ın yaptığı bütün şikâyetlerin kendisini şevklendirmek için sarf ettiği giriş cümleleri olduğunu biliyordu. Nihayet sadede gelmişti.
“Peki sizin canınızı sıkmak talihsizliğini yaşamak için ne yaptım majesteleri?” diye soran Treville şaşkın taklidi yapıyordu.
“İşinizi böyle mi yapıyorsunuz beyefendi?” diye devam etti Kral, Treville’in sorusuna doğrudan cevap vermeyerek. “Sizi, silahşorleriniz bir adama suikast düzenlesinler, bütün bir mahalleyi ayağa kaldırsınlar ve Paris’i yakmaya kalksınlar diye mi bu göreve getirdim? Ama yine de…” diye devam etti Kral. “Sizi suçlamakta acele ediyorum. İsyancıların hapsedildiğine şüphe yok. Adaletin yerini bulduğunu söylemek için geldiniz yanıma.”
“Efendim!” dedi Treville sakince. “Tam tersine sizden adalet dilemeye geldim.”
“Kime karşı adalet?” diye bağırdı Kral.
“İftiracılara karşı.”
“Ah! Bu da yeni çıktı. Yani şimdi sizin üç silahşorünüz ile Bearnlü delikanlı muhtemelen şu an ölmüş bulunan zavallı Bernajoux’a saldırmadı mı? Adamlarınız Mösyö de la Tremouille’ın konağını kuşatıp yakma tehdidinde bulunmadı mı? Savaş zamanında Hügenotlara yataklık eden bu yeri ortadan kaldırmak kötü bir şey olmazdı belki ama barış zamanında korkunç bir şey bu. Söyleyin bakalım bütün bunları inkâr edecek misiniz?”
“Size bu güzel hikâyeyi kim anlattı efendim?”
“Bana bu güzel hikâyeyi kim mi anlattı? Kim olacak ben uyurken etrafı gözeten, ben eğlenirken çalışan, ülke işlerini burada ve yurt dışında halleden kişi.”
“Majesteleri Tanrı’dan bahsediyor galiba. Ben Tanrı dışında kimsenin Kral’dan üstün olabileceğini düşünmüyorum.”
“Hayır beyefendi. Devlete destek olan yegâne hizmetkârım, yegâne dostum Kardinal’den bahsediyorum.”
“Kardinal, papa değildir efendim.”
“Ne demek istiyorsunuz beyefendi?”
“Hata yapmazlık yalnızca papaya özgü bir durumdur. Ve bu durum Kardinalleri kapsamaz.”
“Yani beni aldattığını mı söylüyorsun? Bana ihanet mi ediyor? O zaman onu itham ediyorsun demek ki. Hadi bakalım konuş o hâlde. Açık açık onu suçladığını ilan et.”
“Hayır efendim, o kendini aldatıyor. Kendisinin yanlış bilgilendirildiğini söylüyorum. Kardinal, Majestelerinin silahşorlerini suçlamada acele etti diyorum. Kendisi silahşorlere karşı adaletsiz ve bu bilgiyi sağlam kaynaklardan edinmemiş.”
“Bu suçlama Mösyö de la Tremouille’ın ta kendisinden geliyor. Buna ne diyeceksin?”
“Şöyle diyebilirim ki efendim dük, tarafsız bir tanık olmak için konuyla fazla ilgilendi. Bunun da ötesinde dükün soylu bir beyefendi olduğunu biliyorum ve konu ile ilgili olarak kendisine müracaat ederim. Ancak bir şartım var efendim.”
“Nedir?”
“Majesteleri onu buraya getirtip kendisi sorgulayacak. Tanık olmadan, baş başa. Ben de dükle konuştuktan sonra siz majesteleri ile görüşeceğim.”
“O zaman Mösyö de la Tremouille’ın söyleyeceklerine bağlısınız demektir.”
“Evet efendim.”
“Peki onun vereceği hükmü kabul edecek misiniz?”
“Kesinlikle!”
“Onun teklif edeceği tazminatı kabul edecek misiniz?”
“Mutlaka!”
“La Chesnaye!” dedi Kral. “La Chesnaye!”
13. Louis’in kapıdan ayrılmayan güvenilir uşağı cevap vermek üzere içeri girdi.
“La Chesnaye!” dedi Kral. “Derhâl birini Mösyö de la Tremouille’a yolla ve onunla bu akşam konuşmak istediğimi bildir.”
“Mösyö de la Tremouille ile görüştükten sonra araya kimseyi dâhil etmeden benimle görüşeceğinize söz veriyor musunuz?”
“Söz veriyorum.”
“O zaman yarın görüşür müyüz efendim?”
“Görüşürüz beyefendi.”
“Majesteleri saat kaçta görüşmeyi uygun bulur?”
“İstediğiniz zaman.”
“Ama erken gelirsem majestelerini uyandırmaktan korkarım.”
“Uyandır beni. Uyuyacağımı mı sanıyorsun? Ben artık uyumuyorum beyefendi. Bazen rüya görüyorum hepsi bu. İstediğiniz kadar erken gelebilirsiniz. Ama silahşorleriniz ve siz suçlu çıkabilirsiniz. Dikkat edin.”
“Eğer silahşorlerim suçluysa efendim sizin ellerinizde olacaklar. İstediğinizi yaparsınız o zaman. Majestelerinin başka bir isteği var mı? Lütfen söyleyin, itaat etmeye hazırım.”
“Hayır beyefendi, hayır. Bana boşuna Adil Louis demiyorlar. Yarın görüşürüz beyefendi, yarın.”
“O zamana kadar, Tanrı majestelerini korusun.”
Kral ne kadar kötü uyuduysa Treville daha da kötü uyudu. Üç silahşorüne ve arkadaşlarına sabah saat altı buçukta kendisine katılmalarını emretti. Onlara herhangi bir vaatte bulunmadı ya da onları cesaretlendirmedi. Onların da kendisinin de talihinin bir bilinmeze bağlı olduğunu açıkladı. Arka merdivenlere vardıklarında onlara beklemelerini söyledi. Eğer Kral hâlâ öfkeliyse görünmeden çıkabilirlerdi. Eğer Kral onlardan razıysa çağırıldıkları anda gelebilirlerdi.
Treville, Kral’ın giriş salonuna vardığında La Chesnaye’ye, Mösyö de la Tremouille’ı dün gece konağında bulamadıklarını ve dükün Kral’la görüşmeye daha yeni başladığını söyledi.
Bu durum Treville’in pek hoşuna gitti. Çünkü Mösyö de la Tremouille ile kendi görüşmesi arasında kimse ile konuşamayacaktı Kral.
On dakika geçti geçmedi Kral’ın odasının kapısı açıldı ve Mösyö de la Tremouille dışarı çıktı. Dük, doğrudan Treville’in yanına geldi ve, “Mösyö de Treville! Kral dünkü olay ile ilgili olarak beni çağırttı. Ben de ona gerçeği, suçun benim adamlarımda olduğunu, sizden özür dilemeye hazır olduğumu söyledim. Mademki sizinle karşılaşma şansına eriştim, lütfen özrümü kabul edin ve beni bir dostunuz Sayın.”
“Mösyö de la Tremouille!” dedi Treville. “Sizin adaletinizden öylesine emindim ki majestelerine sizden başka hiçbir tanık sunmadım. Yanılmadığıma sevindim. Fransa’da hakkında hâlâ bu şekilde konuşulabilecek gibi bir adam olduğu için size teşekkür etmem gerek.”
“Ne güzel dediniz öyle!” diye bağırdı bu konuşmaya şahit olan Kral. “Ona madem sizin arkadaşınız olmak istiyor beni de arkadaşı kabul etmesini arzu ettiğimi söyleyin Mösyö de Treville. Onu neredeyse üç yıldır görmedim ve özellikle çağırtmazsam göremiyorum. Ona bunları söyleyin. Böyle şeyleri bir Kral kendi adına söyleyemez.”
“Teşekkürler efendim, teşekkürler.” dedi dük. “Majestelerini temin ederim ki -sizi tenzih ederim Mösyö de Treville – size en sadık olanlar sizi günün her vakti görenler değildir.”
“A! Dediğimi duydunuz mu dük? Ne güzel, ne güzel.” dedi kapıya yaklaşan Kral. “İşte buradasınız Treville. Silahşorleriniz nerede? Evvelsi gün onları da getirmenizi söylemiştim. Neden getirmediniz?”
“Hepsi aşağıdalar efendim. İzin verirseniz La Chesnaye gelmelerini söylesin.”
“Evet, hemen gelsinler. Saat neredeyse sekiz oldu. Dokuzda bir ziyaretçim var. Hoşça kalın dük. Sık sık gelin. Buyrun Mösyö de Treville.”
Dük selam vererek oradan ayrıldı. La Chesnaye’nin eşlik ettiği silahşorler ve Dartanyan merdivenlerin başındaydı.
“İçeri girin yiğitlerim.” dedi Kral. “İçeri girin. Sizi azarlayacağım.”
Silahşorler eğilerek içeri girdi. Dartanyan onları takip ediyordu.
“Hayret bir şey!” diye devam etti Kral. “İki gün içinde Kardinal’in yedi adamını alt etti bu dört kişi. Bu çok fazla beyler. Çok fazla! Böyle devam ederseniz Kardinal’in bütün kuvvetlerini üç hafta içinde yenilemem gerekecek. Ben de daha sert buyruklar çıkaracağım. Arada bir olsa bir şey demem ama iki günde yedi kişi, dediğim gibi, çok fazla. Çok çok fazla!”
“Bu sebepten efendim buraya pişman bir vaziyette sizden özür dilemeye geldiler.”
“Gerçekten de pişmanlar hani!” dedi Kral. “Bu riyakâr suratlara güvenmiyorum. Özellikle de şu Gaskonluya. Buraya gelin mösyö.”
Kendisine hitap edildiğini anlayan Dartanyan zavallı bir vaziyette yaklaştı.
“Neden onun genç bir adam olduğunu söylediniz? Bu bir çocuk Treville, sadece bir çocuk! Jussac’a o şiddetli darbeyi o mu vurdu yani?”
“Bernajoux’a iki darbeyi vuran da o. Ta kendisi.”
“Gerçekten mi!”
“Eğer ki beni Cahusac’ın elinden kurtarmasaydı karşınızda saygıyla eğilme onuruna erişemezdim majesteleri.” dedi Athos.
“Babam olsa ‘Bu Bearnlü tam bir şeytan!’ derdi Mösyö de Treville. Bu şekilde çalışan birinin çok ceketi parçalanmış, çok kılıcı kırılmıştır. Gasconlular her zaman fakir olurlar, değil mi?”
“Efendim diyebilirim ki şimdiye kadar dağlarında altın buldukları vaki değil. Her ne kadar babanızı destekledikleri için Tanrı’nın onlara böylesi bir mucize borçlu olduğunu düşünsem de.”
“Ben de babamın oğlu olduğuma göre Gaskonlular beni Kral yapmışlar demektir. Öyle mi Treville? Pekâlâ, buna ‘Hayır.’ demem. La Chesnaye git ve ceplerimi karıştır bakalım. Kırk altınım olması lazım. Onları getir bana. Hadi şimdi elini vicdanını koy da anlat delikanlı. Nasıl oldu?”
Dartanyan, bir önceki gün yaşadıkları her şeyi ayrıntılarıyla anlattı.
“Pekâlâ.” dedi Kral. “Dük de olayı bu şekilde tarif etti. Zavallı Kardinal! Yedi günde iki adam… Hem de en iyileri… Fakat bu kadarı yeterli beyler. Ferou Caddesi’ndeki olayın intikamını fazlasıyla aldınız. Bu size yetmeli.”
“Eğer majesteleri için yeterliyse. Bizim için de yeterli.” dedi Treville.
“Ah! Evet yeterli.” dedi Kral, La Chesnaye’nin getirdiği bir avuç altını delikanlının eline koyarken.
“İşte memnuniyetimin delili.” dedi.
O dönemde gurur ile ilgili fikirler şimdikinden farklıydı. Kral’ın elinden para alan bir delikanlı en ufak bir mahcubiyet yaşamıyordu. Dartanyan tereddütsüz bir şekilde parayı cebine koyarken majestelerine teşekkür etti.
Saate bakan Kral, “Evet saat sekiz buçuk oldu. Çekilebilirsiniz. Dediğim gibi dokuzda beklediğim biri var. Sadakatiniz için teşekkürler beyler. Size güvenmeye devam edebilirim değil mi?”
“Ah efendim!” dedi dört arkadaş bir ağızdan, “Sizin için gerekirse parçalara bölünürüz.”
“Tamam, tamam. Ama yine de tek parça kalmaya bakın. Bu şekilde daha çok işime yararsınız.” diyen Kral dört savaşçı çekilirken şöyle dedi:
“Treville, silahşorler arasında yer olmadığından ve çıraklık dönemi kararı aldığımızdan bu delikanlıyı kayınbiraderiniz Mösyö Dessessart’ın birliğine yerleştirin. Aman aman… Kardinal’in suratının hâli beni şimdiden mutlu ediyor. Öfkeden kuduracak ama umrumda değil. Ben doğru olan şeyi yapıyorum.”
Kral, yanından ayrılarak Kral’ın Dartanyan’a verdiği parayı paylaşan silahşorlere katılan Treville’e el salladı.
Kardinal, Kral’ın dediği gibi öfkeden çılgına dönmüştü. O kadar ki sekiz gün boyunca Kral’ın oyun masasına dâhil olmadı. Yine de Kral onunla karşılaştığında nezaketli bir hâlde, “Peki Kardinal sizin zavallı Jussac ve zavallı Bernajoux’un sıhhati nasıl?” diye sormaya devam etti.

7
Silahşorlerin Hayatları
Louvre’dan ayrılan Dartanyan, arkadaşlarına paranın kendi payına düşen kısmını nasıl değerlendirmesi gerektiğini sordu. Athos ona güzel bir yemek yemesini, Porthos uşak bulmasını, Aramis ise uygun bir metres tutmasını tavsiye etti.
Yemek o gün yendi ve uşak masayı bekledi. Yemek Athos, Picardlı uşaksa Porthos tarafından tedarik edilmişti. Tournelle Köprüsü’nde suya tükürerek halkalar oluştururken Porthos bulmuştu onu.
Porthos, bu eylemin düşünce gücü gerektiren bir şey olduğunu bildiğinden başka bir tavsiyeye gerek duymadan onu işe aldı. Kendisi için çalışacağını düşündüğü beyefendinin asil havası ismi Planchet olan uşak için yeterli olmuştu. Ne var ki Porthos’un çoktan bir uşağı olduğunu ve iki hizmetçiye birden bakamayacağını bu yüzden Dartanyan’a hizmet etmesini söylemesi üzerine ufak bir hayal kırıklığı yaşadı. Daha sonra yemek sırasında efendisinin kendisine verdiği altınlar geleceğinin kurtulduğunu düşünmesine sebep oldu. Kalanlarıyla kendi açlığını doyurduğu yemek sonrasında da bu düşüncesini muhafaza etti.
Planchet’in olumlu düşünceleri akşam olup da efendisinin yatağını yaptığında dağıldı. Bir oda bir salondan oluşan dairede sadece bir yatak vardı. Kendisi salonda, Dartanyan’ın yatağından alınma bir yatak örtüsünün üzerinde uyumak zorunda kalmıştı.
Athos’un oldukça tuhaf bir şekilde eğittiği Grimaud isimli bir uşağı vardı. Sessiz bir beyefendiydi bu adam. Athos’tan bahsediyoruz ne de olsa. Yakın arkadaşları Porthos ve Aramis, birlikte geçirdikleri beş ya da altı sene boyunca onun sık sık gülümsediğini hatırlasalar da kahkaha attığına hiç şahit olmamışlardı.
Kısa ve net ifadelerle konuşurdu. Söyleyeceğini söyler daha fazlasına gerek duymazdı. Süslemeden, işlemeden konuşurdu.
Henüz 30 yaşında olan kişilikli ve zeki Athos’un metresi olduğuna dair hiç kimse bir şey işitmemişti. Kadınlardan hiç bahsetmese de başkalarının bahsetmesine mani olmazdı. Sert sözler ve insan düşmanı ifadelerle dâhil olduğu türden konuşmalardan hoşlanmadığı belliydi. Kendi hâlindeliği, sessizliği ve kabalığı onu neredeyse yaşlı bir adama dönüştürmüş gibiydi. Bu sebepten Grimaud’u basit bir el ya da dudak hareketi ile itaat ettirebilecek bir şekilde eğitmişti. Onunla olağanüstü durumlar hariç asla konuşmazdı.
Efendisinden ateşten korkar gibi korkan, yeteneklerine saygı duyan ve kendisine güçlü bir bağlılık hisseden Grimaud, bazen kendisine verilen emri çok iyi anladığını düşünüp istenen şeyin tam tersini yapardı. Böyle durumlarda omuz silken Athos, Grimaud’u döverdi. O günlerde çok az konuşurdu.
Porthos gördüğümüz gibi Athos’un tam tersiydi. Sadece çok değil gürültülü konuşurdu. Dinlenip dinlenmediğini umursamazdı. Sadece konuşmuş olmanın ve kendi konuşmasını dinliyor olmanın zevkine varmak için konuşurdu. Bilim dışında her konu hakkında konuşurdu. Bu konu hakkında konuşmamasının sebebi ise çocukken edindiği âlim nefretiydi. Athos gibi asil bir havası yoktu ve bu sebepten ilişkilerinin başlarında bu beyefendiye sık sık haksızlık eder, gösterişli giyimiyle ona üstün gelmeye çalışırdı. Ne var ki Athos, basit üniformasıyla dahi Porthos’u geride bırakabiliyordu. Porthos ise Treville’in salonunda ya da Louvre’ın muhafız odasında anlattığı aşk hikâyeleriyle teselli buluyordu. Hatta kendisine pek düşkün yabancı bir prensesten bahsederdi.
Eski bir deyiş der ki, “Uşak efendisine benzer.” Şimdi de Porthos’un uşağı Mousqueton’dan bahsedelim. Asıl ismi Boniface olan Mousqueton, aslen Normandiyalıydı. Efendisi ona daha etkileyici olduğunu düşündüğü “Mousqueton” adını vermişti. Porthos’un emrine giyinme ve barınma ihtiyaçlarının karşılanması için girmişti. Diğer ihtiyaçlarını karşılamak üzere günde iki saat başka bir işte çalışırdı. Porthos, kendisinin de pekâlâ uygun bulduğu bu durumu kabul etmişti. Maharetli bir terzi yardımıyla eski kıyafetlerinden yepyeni giysiler diktiriyordu. Böylece Mousqueton, efendisine çok güzel bir giyimle hizmet etmiş oluyordu.
Karakteri hakkında yeterince bilgi sunulan Aramis’in yardımcısının adı Bazin’di. Patronunun bir gün bir kilisede görev alacağı umudunu taşıdığıdan, din adamlarının uşakları gibi siyah giyinirdi. Berrichonlu bu adam otuz beş kırk yaşlarındaydı. Uysal, yumuşak biriydi. Boş zamanlarında din kitapları okur, gerektiğinde iki kişilik muhteşem yemekler hazırlardı. Sadakatinden şüphe edilmeyen Ba-zin, gerektiğinde kör, sağır ve dilsiz oluverirdi.
Uşaklarını yüzeysel bir şekilde de olsa anlattığımız silahşorlerin evlerinden bahsedebiliriz artık.
Athos, Lüksemburg yakınlarında, Ferou Caddesi’nde bir evde yaşardı. Hâlâ genç ve oldukça güzel olan ev sahibesinin boş yere hisli bakışlar attığı genç adamın iki odadan oluşan evi oldukça iyi döşenmişti. Gösterişsiz bu evin bazı köşelerinde görkemli bir geçmişe ait parçalar bulmak mümkündü. Örneğin, 1.Francis zamanlarına ait kabartma bir kılıç vardı. Değeri iki yüz altını bulan kabzası kıymetli taşlarla süslü bu kılıcı en zor anlarında dahi satmayı düşünmemişti Athos. Porthos’un uzun zamandır bu kılıçta gözü vardı ve ona sahip olabilmek için hayatından on yılını feda ederdi.
Günlerden bir gün, bir düşesle randevusu olan Porthos, bu kılıcı ödünç almak istedi. Bunun üzerine Athos, tek söz etmeden ceplerini boşalttı ve bütün mücevherleri ile altınlarını Porthos’a vermeyi teklif etti. Kılıcın ise yerine sabitlendiğini ve ancak sahibi evden ayrılırsa yerinden çıkacağını söyledi. Bir de 3. Henry zamanlarından kalma bir asili resmeden bir portre vardı. Bu portrenin Athos ile olan bazı benzerlikleri, resmedilen kişinin silahşorün atalarından biri olduğunu gösteriyordu.
Bütün bunların yanı sıra, kılıçta ve resimde bulunan armanın aynısını taşıyan altın bir kutu şöminenin üzerinde durmaktaydı. Athos, bu kutunun anahtarını her zaman yanında taşırdı. Kutuyu bir gün Porthos’un gözü önünde açtı. İçinde aşk mektubu ile aile evrakları vardı.
Porthos, Vieux-Colombie Caddesi’nde büyük ve ihtişamlı bir dairede yaşardı. Ne zaman buranın önünden bir arkadaşıyla geçse, “Burası benim mekânım!” derdi. Ne var ki kendisini evde bulmak mümkün değildi. Hiç kimseyi davet etmediği gösterişli dairesinin içinde ne tür bir zenginlik olduğunu ya da olmadığını takdir etmek mümkün değildi.
Aramis’in zemin katındaki evi, giyinme odası, yemek odası ve yatak odasından oluşmaktaydı. Komşuların bakışlarının tesir edemeyeceği bu ev, yeşil bir bahçeye açılıyordu.
Dartanyan’a gelince, onun nerede yaşadığını ve uşağının nasıl biri olduğunu zaten biliyoruz.
Entrika çevirme dehasına sahip herkes gibi doğuştan meraklı olan Dartanyan, Athos, Porthos ve Aramis’in (silahşorler takma adları sayesinde gerçek kimliklerini saklıyorlardı) kim olduğunu öğrenmek için fazlasıyla çabalıyordu. Özellikle de Athos, bir soylu görüntüsü veriyordu. Bu sebepten Athos ve Aramis hakkında bilgi almak için Porthos’a, Porthos hakkında bilgi almak için Aramis’e başvuruyordu.
Ne var ki Porthos sessiz dostu hakkında kendisinin söyledikleri dışında hiçbir malumata sahip değildi. Aşk hayatında ihanete uğradığı söylenen bu yürekli adamın hayatı bu sebepten zehir olmuştu. Ne var ki bu ihanetin ne olduğu konusunda hiç kimse bir şey bilmiyordu.
Diğer ikisi gibi asıl adı farklı olan Porthos’un yaşamı herkesçe bilinirdi. Kibirli ve patavatsız olan bu adamın içini görmek çok kolaydı. Dartanyan’ı araştırmasında yanıltacak tek şey, adamın kendi hakkında söylediği olumlu şeylere inanıyor olmasıydı.
Aramis’e gelince, her ne kadar kendisi hakkında hiçbir sır olmadığı görüntüsü verse de genç adam gizemlerle doluydu. Kendisi hakkında pek bilgi vermiyordu. Porthos’un prensesle olan ilişkisindeki başarısından bahsettiği bir gün Dartanyan ona aşk hayatıyla ilgili şu soruyu sormuştu:
“Peki, siz Sevgili Dostum, baroneslerden, konteslerden ve başkalarının prenseslerinden bahsediyorsunuz.”
“Tanrı aşkına! Onlardan bahsediyorum çünkü Porthos bahsetti. Fakat emin ol Mösyö Dartanyan eğer onları başkasından duymuş olsaydım ve bana sır olarak emanet edilmiş olsalardı ağzımı açmazdım.”
“Ah! Bundan şüphe etmiyorum.” dedi Dartanyan. “Ama gördüğüm kadarıyla sen de soylu armalarına pek aşinasın. Seni tanıma şerefine sayesinde sahip olduğum işlemeli mendil mesela.”
Bu kez sinirlenmeyen Aramis, mütevazi bir tavır takındı ve dostça bir ses tonuyla,
“Sevgili Dostum, kiliseye ait olma isteğimi unutma. Bütün dünyevi zevklerden kaçınıyorum. Gördüğün mendil bana ait değildi. Başka bir arkadaşım evimde unutmuştu. Onun ve sevdiği hanımefendinin adını lekelememek için almak zorunda kaldım. Bana gelince ne metresim ne de bir metrese sahip olma arzum var. Aklı başında dostum Athos’un izinden gidiyorum. Onun ne kadar sevgilisi varsa benim de o kadar var.”
“Ne alakası var ama! Sen papaz değil silahşorsün!”
“Geçici bir süre için dostum. Kardinalin dediği gibi, kendi isteğim dışında silahşorüm ama kalbimde bir papazım. Buna inan. Beni bu yola oyalanmam için Athos ve Porthos soktu. Tam din adamı olmak üzereyken bir sorun yaşadım ama bu senin ilgini çekmez, değerli vaktini almak istemem.”
“Kesinlikle hayır. Bu beni çok ilgilendiriyor!” dedi Dartanyan. “Ayrıca şu anda yapacağım hiçbir şey yok.”
“Evet, ama benim okumam gereken dua kitabım var.” diye cevap verdi Aramis. “Sonra Madame de Aiguillon’un rica ettiği şeyleri yazmam gerek. Sonra St. Honore Caddesi’nden Madame de Chev-reuse için ruj alacağım. Görüyorsun Sevgili Dostum, senin vaktin olsa bile benim yok.”
Elini içtenlikle arkadaşına uzatan Aramis oradan ayrıldı.
Dartanyan bütün çabalarına rağmen yeni arkadaşlarıyla ilgili daha fazla şey öğrenememişti. Gelecekte daha fazla şey bilmek umuduyla onlar ile ilgili anlatılanlara inanma kararı aldı. Üç silahşorlere kahraman gözüyle bakıyordu.
Hayat, bu dört arkadaş için yeterince eğlenceliydi. Maalesef sürekli kumar oynayan Athos, kendisine borç vermeye dünden razı olsalar da arkadaşlarından bir kuruş borç almamıştı. Olur da birine borçlanırsa ertesi sabah saat altıda borcunu ödemek üzere alacaklıyı uyandırıyordu.
Kazandığı zamanlarda küstah ve kibirli olan Porthos, kaybettiğinde günlerce ortadan kaybolup solgun bir yüzle zayıflamış bir hâlde geri dönüyordu. Parası yeniden cüzdanındaydı bir şekilde.
Aramis ise asla oynamazdı. Hatta canlılığı en az olan silahşorün o olduğu söylenebilirdi. Her zaman yapacak başka bir işi olurdu. Şarabın keyiflendirdiği masadan, yemeğin ortasında kalktığı olurdu. Bazen ilmî yazılar yazmak üzere evine döner, arkadaşlarına kendisini rahatsız etmemelerini söylerdi.
Bunun üzerine Athos, çekici ve hüzünlü bir şekilde gülümser, Porthos ise Aramis’in ancak bir köy papazı olabileceğine yemin ederdi.
Parasını alan Dartanyan’ın uşağı Planchet hayatından memnun gibiydi. Her ay kendi evine dönmek üzere ayrılsa da geri döndüğünde efendisini arkadaşça karşılıyordu. Ne var ki Kral’ın verdiği paralar azalınca can sıkıcı terslikler yaşanmaya başladı. Athos’un mide bulandırıcı olduğunu düşündüğü, Porthos’un kaba bulduğu, Aramis’in ise “Saçma!” olarak nitelendirdiği şikâyetler başladı. Athos onu kovmasını, Porthos kovmadan önce sağlam bir dayak atmasını Aramis ise bir efendinin böyle şeyler duymaması gerektiğini söyledi.
“Sizin için böyle söylemek kolay.” dedi Dartanyan. “Siz Athos, konuşmayı yasakladığınız Grimaud ile dilsiz misali bir yaşam sürüyor, kötü konuşmalar yapmıyorsunuz. Siz Porthos, uşağınız için âdeta bir Tanrı’sınız. Sürekli dinî çalışmalarla meşgul siz Aramis ise yumuşak dindar Bazin’e ilham veriyorsunuz ve onun saygısını kazanıyorsunuz. Fakat ben parasız biri olarak bir silahşor değilim, muhafız bile değilim. Hâl böyleyken uşağımın beni sevmesini, saymasını ya da benden korkmasını sağlayacak ne yapabilirim?”
“Bu ciddi bir durum.” diye cevap verdi üç arkadaş. “Bu bir aile meselesi. Eğer uşağının kalmasını istiyorsan demir yumruğunu hissettirmelisin. Bunun üzerine düşün bakalım.”
Durum üzerine düşünen Dartanyan onu geçici olmak üzere dövme kararı verdi. Bunu da olağan titizliğiyle yaptı. Dayak attıktan sonra ona kendi hizmetinden ayrılmasını yasakladı. “Çünkü, gelecek mutlaka her şeyi düzeltecek ve ben iyi zamanları bekliyorum. Bu sebepten istikbalin benimle kalmana bağlı ve ben bu şansı kaçırmana müsaade etmeyecek kadar iyi bir efendiyim.” dedi.
Bu durum, silahşorlerin Dartanyan’a olan saygısını arttırdı. Planchet de aynı şekilde ona hayranlık duymaya başladı ve ayrılmak ile ilgili hiçbir şey söylemedi bir daha.
Dört arkadaş kardeş gibi olmaya başladılar. Yabancı bir yere geldiğinden kendine ait alışkanlıkları henüz oturtmayan Dartanyan, arkadaşlarının rutinine dâhil oldu.
Kışları sekiz, yazları altıda uyanarak Treville’in yanına gider, gerekli talimatları alırlardı. Dartanyan, silahşor olmasa dahi görevlerini takdire şayan bir dakiklikle yerine getirirdi. Silahşorlerin konağında herkesçe tanınır, iyi bir arkadaş olarak bilinirdi. Kendisini ilk bakışta takdir eden Treville ise onu Kral’a tavsiye etmekten geri kalmıyordu.
Silahşorler de genç arkadaşlarına bağlanmışlardı. Arkadaşlık bağıyla bağlı olan dört adam düello, iş ya da eğlence gibi sebeplerden birbirlerini günde dört kez görme ihtiyacı hissederlerdi. Âdeta gölge gibi peşindelerdi birbirlerinin.
Bu arada Mösyö De Treville’in vaatleri de olumlu bir şekilde sonuçlanıyordu. Bir sabah Kral, Mösyö de Chevalier Dessessart’a Dartanyan’ı muhafız alayına öğrenci olarak almasını emretti. Dartanyan iç çekerek üniformasını giydi. Bunun yerine bir silahşor üniforması giyebilmek için hayatından on yılını verirdi hâlbuki. Fakat Treville, silahşor olabilmesi için iki yıllık bir acemilik dönemi atlatması gerektiğini söylemişti. Bu, Kral’a hizmet ya da olağanüstü başarı gibi bazı koşullar sağlandığında kısalabilecek bir acemilikti. Bu söz üzerine Dartanyan, ertesi gün görevine başladı.
Athos, Porthos ve Aramis de delikanlının kendilerine eşlik ettiği gibi nöbetlerinde ona eşlik ettiler. Bu sayede Mösyö de Chevalier Dessessart’ın birliği bir değil, dört kişi kabul etmiş gibi oldu.

8
Bir Saray Entrikası
Hayattaki başlangıcı ve sonu olan her şey gibi Kral’ın verdiği para da tükenince dört arkadaş maddi sıkıntılar çekmeye başladı.
Athos bir müddet kendi imkânlarıyla arkadaşlarına destek oldu. Daha sonra alışkanlığı üzerine bir süre ortadan kaybolan Porthos, geri döndüğünde iki hafta boyunca dostlarının ihtiyaçlarını karşıladı. Son olarak Aramis kendi dediğine göre kitaplarını satarak elde ettiği parayla iyi yürekliliğini ispatladı.
Bu arada alışkanlıkları üzere Treville’e başvurup para aldılar. Fakat bu miktar zaten borç içinde olan silahşorlerle hiç parası olmayan Dartanyan’a uzun süre dayanmadı.
Gerçekten sıkıntıya düştüklerinde ise son çare olarak sekiz altınlık bir miktarı kumar oynaması için Porthos’a verdiler. Ne var ki şansı yaver gitmemekle kalmadı bir de yirmi beş altın borca girdi.
Bu durum adamları sıkıntıya sokmuştu. Böylece uşakları ile birlikte iskeledeki muhafızların verdiği yemek davetlerini kovalamaya başladılar. Aramis, varlık zamanlarında verilen yemeklerin karşılığını yokluk zamanlarında almanın akıllıca olduğunu söylüyordu.
Athos aldığı dört davete arkadaşları ve uşaklarını götürmüştü. Porthos aynı şekilde altı, Aramis ise sekiz davete katılmıştı. Her ne kadar gürültücü bir adam olmasa da fazlasıyla aranan bir isimdi.
Şehirde kimseyi tanımayan Dartanyan hemşehrisi olan bir papazın evinde bir kahvaltıya ve muhafız birliğinden birinin verdiği bir yemek davetine katılabilmişti. Papazın evine götürdüğü ordusu adamın iki ayda tüketeceği yemeği tüketmişti. Muhafızın evinde de aynı şekilde yemişti. Yine de Planchet, “Ne kadar yese de insan bir ömürlük yiyemiyor.” demişti.
Athos, Porthos ve Aramis’in kendisine verdiği ziyafetlere hakkıyla karşılık veremediğini düşünen Dartanyan utanmıştı. Kendisini bir yük olarak görüyordu. Kral’ın verdiği para sayesinde arkadaşlarına tam bir ay yetecek maddi imkânı sağladığını ise unutuyordu. Bu sebepten çalışma kararı aldı. Bu cesur ve girişken dört adamdan oluşan birliğin, kasılarak yürümek, kılıç savurmak ve şaka yapmaktan başka amaçları da olmalı diye düşündü.
Kalplerini ve cüzdanlarını paylaşan, birbirlerine her daim destek olup asla teslim olmayan, ekip olarak aldıkları kararı bireysel ve toplu olarak hayata geçiren bu dört adamın gizli ya da açık bir şekilde, kurnazlıkla ya da zor kullanarak ulaşmak istedikleri bir hedefe ne kadar zor ve uzak da olsa varmak için çabalamayı düşünmemeleri Dartanyan’ı şaşırtıyordu.
Böylesine bir gücü yönlendirmek için kafa patlatmıştı delikanlı. Daha kapısı nazikçe çalınan Dartanyan, Planchet’i uyandırıp kapıyı açmasını emretti.
Ne var ki vakit gece değildi hatta geceye yakın bile değildi. Dartanyan kendisinden yemek isteyen uşağına, “Uyku yemektir.” demişti. Planchet de yemek niyetine uyumuştu.
İçeri giren kişinin basit bir yüzü vardı. Adam bir tüccara benziyordu. Tatlı niyetine konuşmayı dinlemek isteyen Planchet, adamın söyleyeceği şeyin önemli ve özel olduğunu söylemesi üzerine Dartanyan’ın talimatıyla çekildi. Dartanyan ziyaretçisini buyur etti.
Ortalığı kaplayan kısa süreli sessizlik boyunca iki adam, karşılarındaki kişiyi tanımak istercesine birbirine baktı. Daha sonra Dartanyan, bir baş selamı ile dinlemeye hazır olduğunu işaret etti.
“Mösyö Dartanyan’dan cesur bir adam olarak bahsedildiğini işittim.” dedi. “Bu şöhretten hakkıyla faydalanan bu adama bir sır emanet etme kararı aldım.”
“Buyrun, beyefendi. Buyrun.” diyen Dartanyan menfaat sağlayacak bir şeyin kokusunu almıştı.
Bir kez daha duraksayan adam konuşmasına şöyle devam etti. “Eşim Kraliçe’nin terzisidir beyefendi. Kendisi hem güzel hem de erdemlidir. Çeyiz olarak çok bir şeyi olmadığı hâlde üç yıl önce onunla evlendim. Çünkü kendisi Kraliçe’nin pelerincisi Mösyö Laport’ın vaftiz kızı ve arkadaşıdır.”
“Evet beyefendi?”
“Peki, beyefendi. Eşim dün çalışma odasından çıkarken kaçırıldı.”
“Peki eşinizi kim kaçırdı acaba?”
“Bundan emin olmasam da bir kişiden şüpheleniyorum beyefendi.”
“Peki kimden şüpheleniyorsunuz?”
“Uzun zamandır peşinde koşan birinden.”
“Kahretsin!”
“Müsaade edin anlatayım beyefendi.” diye devam etti adam. “Bu işin içinde aşktan çok politika olduğuna inanıyorum.”
“Aşktan çok politika demek!” dedi Dartanyan düşünceli bir hâlde. “Peki kimden şüpheleniyorsunuz?”
“Size bunu söylemeli miyim? Bilmiyorum.”
“Şunu anlamanızı isterim ki beyefendi, ben sizden bir şey istemiyorum. Bana gelen sizsiniz ve bana bir sır emanet etmek istediğinizi siz söylediniz. Bu durumda nasıl münasip görürseniz o şekilde davranın. Hâlâ vazgeçme imkânınız var.”
“Hayır, beyefendi. Hayır. Siz dürüst birine benziyorsunuz ve size itimatım tam. Karımın kaçırılma sebebinin kendi hayatındaki bir entrika olmadığını düşünüyorum. Kendisinden çok daha büyük bir hanımefendiden dolayı kaçırıldı.”
“Ah! Madame de Bois-Tracy’nin aşk maceralarından dolayı olabilir mi acaba?” diyen Dartanyan, saraylı dedikodularından haberdar bir görüntü vermek istiyordu.
“Çok daha yüksek beyefendi, çok daha yüksek.”
“Madame de Aiguillon’dan dolayı mı?”
“Daha yüksek.”
“Madame de Chevreuse?”
“Daha da yüksek.”
“Peki acaba?” diyen Dartanyan durakladı.
“Evet, beyefendi.” dedi dehşete düşmüş adam. Güç bela işitilen alçak bir sesle.
“Peki kiminle?”
“Kiminle olabilir, dük… ile”
“Dük…”
“Evet beyefendi.” diye daha zayıf bir ses tonuyla cevap verdi adam.
“Peki bunu nasıl bilebiliyorsunuz?”
“Nasıl mı biliyorum?”
“Evet nasıl biliyorsunuz. Yarım yamalak anlatmamanız gerektiğinin farkındasınız.”
“Eşimden biliyorum beyefendi, eşimden dolayı.”
“O kimden öğrenmiş.”
“Mösyö Laporte’dan. Kraliçe’nin mahremini anlattığı bu adamın vaftiz kızı olduğunu söylemiştim ya. Şöyle, Mösyö Laporte Kral tarafından terkedilmiş, Kardinal tarafından gözetlenen, herkesin ihanetine uğrayan zavallı majestelerinin güvenebileceği biri olsun diye eşimi Kraliçe’nin yakınına yerleştirmiş.”
“Ah! Şimdi anlıyorum.” dedi Dartanyan.
“Eşim dört gün önce geldi. Beni haftada iki kez ziyaret etmesi koşulu vardı. Size söylemekten şeref duyarım ki eşim beni çok sever. İşte o zaman bana Kraliçe’nin çok korktuğunu söyledi.”
“Gerçekten mi?”
“Evet, öyle görünüyor ki Kardinal onu daha yakından izliyor ve ona daha çok baskı uyguluyor. Saraband olayından dolayı onu affetmiyor. Saraband’ı biliyorsunuz değil mi?”
“Tabii ki biliyorum!” diyen Dartanyan konu hakkında hiçbir şey duymamış olsa da olan bitenden haberdar olduğu izlenimini vermek istiyordu.
“Olay artık nefret değil, intikam meselesi.”
“Gerçekten mi?”
“Kraliçe şuna inanıyor ki…”
“Peki, Kraliçe neye inanıyor?”
“Birinin Buckingham düküne kendi adına yazdığına inanıyor.”
“Kraliçe’nin adına mı?”
“Evet, ona tuzak kurmak üzere Paris’e gelmesi için.”
“Kahretsin ama eşinizin bu durumla ne alakası var beyefendi?”
“Kraliçe’ye olan sadakati herkesçe bilinir. Onu ya hizmetinden almak ya da korkutmak istiyorlar. Majestelerinin sırrına vakıf olmak ya da onu casus olarak kullanmayı amaçlıyorlar.”
“Bu mümkün.” dedi Dartanyan. “Peki onu kaçıran adamın kim olduğunu biliyor musunuz?”
“Bildiğimi düşündüğümü söyledim size.”
“Adı ne?”
“Adını bilmiyorum. Ama Kardinal’in adamı olduğunu biliyorum. Şeytani bir dehası var.”
“Peki onu gördün mü?”
“Evet, eşim onu işaret ederek göstermişti bir gün.”
“Kendisini tanıyabileceğimiz dikkat çekici bir özelliği var mı peki?”
“Ah kesinlikle var! İri yarı, siyah saçlı, esmer, delici bakışlı, beyaz dişli biri. Şakağında da bir yara izi var.”
“Şakağında yara ha!” diye bağırdı Dartanyan. “Bir de beyaz dişli, delici bakışlı, esmer tenli, siyah saçlı mağrur görünümlü demek. Bu Meung’daki adamım!”
“O sizin adamınız mı yani?”
“Evet, evet ama bununla alakası yok. Hayır, yanılıyorum ben. Bu olayı açıklıyor. Eğer sizin adamınız benim adamımsa bir taşla iki kuş vurmuş olacağım. Hepsi bu. Peki, bu adamı nerede bulabileceğimi biliyor musunuz?”
“Bilmiyorum.”
“Nerede yaşadığı bilgisine sahip değil misiniz?”
“Hayır. Eşimi Louvre’a bıraktığım bir gün dışarı çıkıyordu. O sırada eşim onu bana gösterdi.”
“Kahretsin, kahretsin!” diye söylendi Dartanyan. “Ama hâlâ belirsiz her şey. Karınızın kaçırıldığını nereden öğrendiniz?”
“Mösyö Laporte’dan”
“Size detay verdi mi?”
“Kendisi de pek bir şey bilmiyordu ki.”
“Peki, başka bir yerden bir şey duydunuz mu?”
“Evet elime geçen…”
“Ne?”
“Tedbirsizlik ediyor olmaktan korkuyorum.”
“Hep bunu söylüyorsunuz ama anlamanız gerek ki vazgeçmek için çok geç.”
“Vazgeçmiyorum, kahretsin!” diye bağırdı adam. “Ayrıca Bonacieux şerefim üzerine…”
“Adınız Bonacieux mu?”
“Evet benim adım bu.”
“Bonacieux dediniz. Sözünüzü kestiğim için bağışlayın ama bu isim bana pek bir tanıdık geldi.”
“Evet beyefendi, ev sahibinizim ben.”
“Ah!” diyen Dartanyan hafiften kalkarak selam verdi. “Siz benim ev sahibimsiniz…”
“Evet, beyefendi. Evet. Burada bulunduğunuz üç ay müddetince önemli meşguliyetleriniz olduğundan olsa gerek kiramı ödemeyi unuttunuz. Yine de sizi bir an dahi rahatsız etmedim. Bu inceliğimi takdir edersiniz diye düşündüm.”
“Nasıl takdir etmem sevgili Bonacieux?” diye cevap verdi Dartanyan. “Emin olun eşi görülmez davranışınız için size minnet duyuyorum. Dediğim gibi yapabileceğim bir şey…”
“Size inanıyorum beyefendi, size inanıyorum. Söylemek üzere olduğum şey şuydu: Bonacieux şerefi üzerine ant olsun ki size güveniyorum.”
“Devam edin, bitirin sözlerinizi.”
Adam cebinden çıkardığı kâğıdı Dartanyan’a uzattı.
“Bir mektup?” dedi genç adam.
“Evet, bu sabah geldi.”
Hava kararmaya başladığından mektubu okumak için pencereye yaklaştı Dartanyan. Adam onu takip etti. Genç adam mektubu yüksek sesle okudu:
“Eşinizi aramayın. Ona gerek olmadığında geri yollanacaktır. Onu bulmak için bir adım dahi atarsanız mahvolursunuz.”
“Bu bir delil. Ama daha da önemlisi bir tehdit.”
“Evet ve bu tehdit beni korkutuyor. Ben kavgacı biri değilim beyefendi. Ayrıca Bastille Hapishanesi’nden korkarım.”
“Hmm!” dedi Dartanyan. “Bastille’e ben de düşkün değilim. Eğer sadece bir kılıç savurmadan ibaret olsaydı, sorun olmazdı.”
“Bu konuda size güveniyorum beyefendi.”
“Öyle mi?”
“Etrafınızda gördüğüm kuvvetli silahşorlerin, Mösyö de Treville’in savaşçıları olduğunu biliyorum. Bu sebepten Kardinal’e düşman olan sizlerin Kraliçe’nize adalet sağlarken hazrete darbe vurmaktan memnun olacağınızı düşündüm.”
“Ona ne şüphe!”
“Bir de hakkında hiçbir şey söylemediğim üç aylık kira varken…”
“Evet, evet, bana bir sebep verdiniz. Mükemmel bir sebep.”
“Dahası, evimde kalma şerefini bahşettiğiniz müddetçe sizinle kira hakkında hiç konuşmayacağım.”
“Çok naziksiniz.”
“Bunlara ilaveten ihtiyacınız olursa diye size elli altın teklif edeceğim.”
“Harikulade. Demek zenginsiniz sevgili Mösyö Bonacieux?”
“Rahatım yerinde, o kadar beyefendi. Tuhafiye dükkanımdan gelen iki üç bin altınım var. Dahası ünlü denizci Jean Moque’a yaptığım yatırım var. Anlıyorsunuz beyefendi. Ama!”
“Ne oldu?”
“Orada kimi görüyorum?”
“Nerede?”
“Caddede, kapıda. Pelerinli bir adam…”
“Bu o!” dedi iki adam. Kim olduğunu biliyorlardı.
Kılıcını çeken Dartanyan, “Bu kez benden kaçamayacak!” dedi.
Derhâl dışarı çıktığında kendisini görmeye gelen Athos ve Port-hos ile merdivenlerde karşılaştı. Aralarından ok gibi fırladı.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu arkadaşları.
“Meung’daki adam!” diye bağıran Dartanyan kayboldu.
Dartanyan, bu yabancı ile yaşadıklarından ve kayıp mektubundan birkaç kez bahsetmişti arkadaşlarına. Athos mektubun arbede sırasında kaybolduğuna inanıyordu. Çünkü Dartanyan’ın tasvirine göre beyefendi olan bir adamın mektup çalmak gibi adice bir şey yapması mümkün değildi.
Porthos bu durumu bir aşk buluşması olarak yorumladı. Ona göre atlı şövalye ile hanımefendi, Dartanyan ve sarı atı tarafından rahatsız edilmişlerdi. Aramis bu tür ilişkilerin gizemli olduğunu ve daha fazla kurcalamamak gerektiğini söyledi.
Böylece Dartanyan’ın söylediği şeylerden durumu anladılar. Delikanlının adamı yakaladıktan ya da gözden kaybettikten sonra geri döneceğini düşünerek eve girdiler.
Ne var ki ev boştu. Yabancı ile Dartanyan’ın karşılaşmasının doğuracağı sonuçlardan korkan ev sahibi oradan ayrılmanın akıllıca olduğunu düşünmüştü.

9
Dartanyan Kendini Ortaya Koyuyor
Dartanyan, Athos ve Porthos’un tahmin ettiği gibi yarım saat içinde geri dönmüştü. Âdeta sihirle ortadan kaybolan adamı bir kez daha elden kaçırmıştı. Elinde kılıçla civar caddelerde koşan delikanlı, bu adama benzeyen hiç kimseyi görememişti. Daha sonra muhtemelen başlaması gereken noktaya gelerek, yabancının yaslandığı kapıyı çaldı. Fakat cevap veren olmadı. Kapılarını çaldığı komşularsa bu evde altı aydır kimsenin yaşamadığını söylediler.
Dartanyan caddelerde koşup kapıları çalarken Aramis de arkadaşlarına katıldı. Böylece Dartanyan’ın da dönmesiyle ekip tamamlanmış oldu.
“Peki ne oldu?” dedi ter içinde kalmış öfkeli Dartanyan içeri girerken.
“Ne mi oldu?” dedi kılıcını yatağına atan Dartanyan. “Bu adam insan kılığına girmiş şeytan olsa gerek. Hayalet misali ortadan kayboldu.”
“Hayaletlere inanır mısın?” diye sordu Athos, Porthos’a.
“Ben görmediğim şeylere inanmam. Daha önce hiç hayalet görmediğimden onlara da inanmıyorum.”
“İncil!” diye söze giren Aramis, “Onlara inanmamızı emreder. Samuel’in hayaleti Saul’a görünmüştür. İnancın böyle bir parçasından şüphe edildiğini görmek beni üzüyor Porthos.”
“İnsan ya da şeytan, gölge ya da vücut, illüzyon ya da gerçek, bu adam bana lanet olmak için doğmuş. Çünkü kaçıp gitmesi başımıza gelecek talihin kaybolmasına sebep oldu. Bizlere yüz hatta belki de daha fazla altın sağlayabilecek bir talih.”
“Nasıl oluyor o?” dedi Porthos ve Aramis.
Ağzı sıkı Athos, Dartanyan’ı bakışlarıyla sorgulamakla yetindi.
O sırada konuşmaya kulak kabartan uşağına seslendi Dartanyan:
“Planchet, ev sahibim Mösyö Bonacieux’a git ve bana yarım düzine Beaugency şarabı yollamasını söyle.”
“Demek ev sahibinizde böyle bir krediniz var?” dedi Porthos.
“Evet, bugünden itibaren eğer şarabımız kötüyse daha iyisini bulmaya yollayacağız onu.”
“Faydalanmalı, ama istismar etmemeliyiz.” dedi Aramis kısaca.
“Hep söylediğim gibi Dartanyan aramızda kafası en iyi çalışan kişi.” diyen Athos, Dartanyan’ın baş selamı üzerine sessizliğine geri döndü.
“İyi de ne ile ilgili bu?” diye sordu Porthos.
“Evet?” dedi Aramis. “Bize de söyle Sevgili Dostum. Tabi herhangi bir hanımın adı lekelenmeyecekse. Bu durumda kendine saklaman daha iyi olur.”
“Emin olun ki…” diye cevap verdi Dartanyan. “Anlatacaklarım hiç kimsenin onuruna halel getirmeyecektir.”
Daha sonra ev sahibinin anlattıklarını kelimesi kelimesine arkadaşlarına aktardı.
“Bu durum fena değil.” diyen Athos, şarabı beğendiğini gösteren bir baş hareketi yaptı. “Bu adamdan elli-altmış altın gelebilir. Ama asıl soru bu miktar kellelerimizi riske atmaya değer mi?”
“Fakat dikkat edin!” dedi Dartanyan. “Bu işin içinde kaçırılmış, tehdit edilmiş belki de işkenceye maruz kalmış bir kadın var. Sadece hanımına sadık olduğu için.”
“Akıllı ol, Dartanyan. Akıllı ol!” dedi Aramis. “Çok çabuk karıştınız Madame Bonacieux’ın kaderine. Başımıza ne geldiyse kadınlardan geldi.”
Aramis’in bu sözleri üzerine Athos somurttu ve dudaklarını ısırdı.
“Beni endişelendiren Madame Bonacieux değil!” diye haykırdı Dartanyan. “Kraliçe. Kendisi Kral tarafından terkedildi, Kardinal tarafından baskılandı. Dahası bütün arkadaşlarının birer birer idam edildiğini gördü.”
“Peki o zaman en çok nefret ettiğimiz iki şey olan İspanyolları ve İngilizleri neden seviyor?”
“İspanya onun ülkesi.” diye cevap verdi Dartanyan. “Bu sebepten kendi ülkesinin çocukları olan İspanyolları sevmesi çok normal. İkincisine gelince, duyduğuma göre İngilizleri değil de bir İngiliz’i seviyor.”
“O İngiliz’in sevilmeyi hak ettiği bir gerçek. Ondan daha asil bir adam görmedim hayatımda.”
“Hiç kimsenin giyinmediği kadar iyi giyindiğini de söylemek gerek.” dedi Porthos, “İnciler savurduğunda Louvre’daydım. Bunlardan ikisini toplayıp tanesi on altından satmışlığım var. Onu tanıyor musun Aramis?”
“Sizin kadar tanıyorum beyler. Kendisini Amiens Bahçelerinde yakalayanlardan biri bendim. O zamanlar ben öğrenciydim ve bu maceranın Kral’a yapılan bir zulüm olduğunu düşündüm.”
“Yine de eğer Buckingham dükünün nerede olduğunu bilseydim onu ellerinden tutup Kraliçe’ye götürürdüm. Sırf Kardinal’i kızdırmak için. Ona böylesi bir oyun oynamak için gerekirse kellemi riske atarım.”
“Yani tüccarın dediğine göre Kraliçe, Buckingham’ın sahte bir mektup ile getirildiğini mi sanıyor?” diye sordu Athos.
“Öyle olmasından korkuyor.”
“Bir dakika o zaman.” dedi Aramis.
“Neden?” diye sordu Porthos.
“Ben bir şeyler hatırlamaya çalışırken siz devam edin.”
“Şuna ikna oldum ki…” dedi Dartanyan. “Kraliçe’nin hizmetçisi kadının kaçırılması konuştuğunuz olaylarla, belki de Buckingham’ın Paris’te bulunmasıyla alakalı.”
“Gaskonlunun ne kadar da çok fikri var öyle!” dedi Porthos hayranlıkla.
“Onun konuşmasını dinlemeyi seviyorum. Aksanı beni eğlendiriyor.” dedi Athos.
“Beyler!” dedi Aramis. “Şunu dinleyin.”
“Dün zaman zaman çalışmalarımla ilgili danıştığım bir ilahiyat âliminin evindeydim.” Athos gülümsedi.
“Sessiz bir bölgede yaşıyor.” diye devam etti Aramis. “Mesleği gerektirdiği için. Şimdi, evinden ayrıldığım bir anda…” Aramis durakladı.
“Ee?” diye sordu ahali. “Evden ayrıldığında ne oldu?”
Aramis, yaşanmamış bir durumu anlatırken öngörülmeyen bir engelle karşılaşmışçasına bir iç mücadelesi verdi. Ne var ki üç arkadaşı gözlerini ona dikmiş, kulaklarını açmıştı. Geri çekilme imkânı yoktu artık.
“Bu adamın bir yeğeni var.” diye devam etti Aramis.
“Ah yeğeni var!” diye araya girdi Porthos.
“Saygın bir hanımefendi.” dedi Aramis.
Üç arkadaş kahkaha patlattılar.
“Böyle gülüp şüphe etmeye devam ederseniz hiçbir şey öğrenemeyeceksiniz.” diye cevap verdi Aramis.
“Biz Muhammediler gibi iman eder, mezar taşları gibi sessiz kalırız.” dedi Athos.
“O zaman devam edeyim.” dedi Aramis. “Bu yeğen zaman zaman amcasını ziyarete gelir. Dün de tesadüfen oradaydı. Ben de görevim olduğu üzere ona arabasına kadar eşlik ettim.”
“Ah, demek yeğenin arabası var hem de?” diye araya girdi patavatsız Porthos. “İyi bir tanıdık bu dostum.”
“Porthos!” diye cevap verdi Aramis. “Senin çeneni tutamadığına birden fazla kez şahit oldum. Bu da kadınlar nezdinde sana zarar veriyor.”
“Beyler, beyler!” dedi bu olayla ilgili fikir edinmeye başlayan Dartanyan. “Durum ciddi, şaka yapmamaya çalışalım. Devam et Aramis, devam et.”
“Bir anda Dartanyan gibi uzun boylu esmer bir adam göründü.”
“Belki de aynı adamdır,”
“Mümkün.” diye devam etti Aramis. “Bana yaklaşmaya başladı. Yanında kendisini takip eden beş altı adam vardı. Çok nazik bir şekilde, ‘Mösyö Dük!’ dedi bana. ‘Siz ve Madam…’ diye devam etti yanımdaki hanıma hitaben.
“Hocanın yeğeni?”
“Dilini tut Porthos!” dedi Athos. “Dayanılmaz birisin!”
“Zorluk çıkarmadan ve gürültü yapmadan arabaya binecek misiniz?”
“Seni Buckingham sandı!” diye haykırdı Dartanyan.
“Öyle zannediyorum.”
“Peki ya hanımefendi?”
“Onu da Kraliçe sandı.” dedi Dartanyan.
“Aynen.” dedi Aramis.
“Gaskonlu tam bir şeytan. Gözünden hiçbir şey kaçmıyor.”
“İşin aslı…” dedi Porthos. “Aramis de o boylarda ve Dük’e benziyor. Yine de bir silahşorün elbisesi vardı ama.”
“Koca bir pelerin takmıştım.” dedi Aramis.
“Temmuz ayında mı? Seni şeytan!” dedi Porthos. “Hoca tanınmandan mı endişe ediyordu yoksa?”
“Casusun vücuduna aldanmasını anlarım ama yüzün…”
“Geniş bir şapka takıyordum.” dedi Aramis.
“Aman Tanrı’m!” dedi Porthos, “İlahiyat çalışmak için ne kadar da çok tedbir alıyorsun öyle.”
“Beyler, beyler!” dedi Dartanyan. “Şaka yaparak vakit kaybetmeyelim. Ayrılıp tüccarın eşini bulalım. Entrikanın anahtarı o.”
“Böylesine düşük konumdan bir kadın! İnanabiliyor musunuz?” dedi Porthos küçümser bir tavırla.
“Kraliçe’nin güvenilir uşağı Laporte’ın vaftiz kızı kendisi. Size demedim mi beyler? Ayrıca düşük tabakadan birini yanına almak Kraliçe’nin planladığı bir şey olabilir. Soylu kafalar kendilerini uzaktan belli ediyorlar. Kardinal’in görüşü iyidir.”
“Peki.” dedi Porthos, “İlk olarak tüccarla anlaşın. İyi bir anlaşma yapın.”
“Buna gerek yok.” dedi Dartanyan. “Eğer ki o iyi ödeme yapmazsa, iyi ödeme yapacak başka birileri çıkar diye düşünüyorum.”
Tam bu sırada merdivenlerden ayak sesleri geldi. Kapı şiddetle çalındı ve talihsiz Bonacieux görüşmenin yapıldığı odaya kendini attı.
“Beni kurtarın beyler! Tanrı aşkına kurtarın!” diye bağırdı. “Dört adam beni yakalamaya geldi. Kurtarın beni! Kurtarın!”
Porthos ve Aramis ayağa kalktı.
“Bir saniye!” diye bağıran Dartanyan yarısı kınından çıkmış kılıçları yerine koymalarını işaret etti.
“Cesarete değil, tedbire ihtiyaç var.” dedi.
“Yine de!” diye bağırdı Porthos, “Bu şekilde!”
“Dartanyan nasıl uygun buluyorsa o şekilde davranacak.” dedi Athos. “Tekrar ediyorum. İçimizdeki en akıllı kişi o ve ben kendi adıma ona itaat edeceğim. Neyi uygun görüyorsan onu yap Dartanyan.”
Bu sırada kapıya gelen dört muhafız, kılıçları yanında bulunan silahşorleri görünce içeri girmekte tereddüt ettiler.
“Buyrun beyler. Buyrun.” dedi Dartanyan. “Benim evimdesiniz ve hepimiz Kral ile Kardinal’in sadık hizmetkârlarıyız.”
“Bu durumda bize verilen emirleri yerine getirmemize karşı çıkmazsınız.” dedi grubun lideri gibi görünen biri.
“Bilakis beyefendi, size gerekirse yardımcı oluruz.”
“Ne diyor?” diye mırıldandı Porthos.
“Sen bir ahmaksın!” dedi Athos, “Sessizlik!”
“Ama bana söz verdiniz.” diye fısıldadı Tuhafiyeci.
“Sizi sadece özgür olduğumuzda kurtarabiliriz.” dedi Dartanyan hızlıca alçak bir sesle. “Eğer sizi savunur gibi görünürsek bizi de sizinle beraber tutuklarlar.”
“Yine de öyle görünüyor ki…”
“İçeri girin beyler, içeri girin!” dedi Dartanyan yüksek sesle. “Beyefendiyi korumak gibi bir niyetim yok. Kendisini ilk kez bugün gördüm. Sebebinin kira istemek olduğunu kendisi de söyleyecektir. Öyle değil mi Mösyö Bonacieux? Cevap verin.”
“Bu doğru!” diye bağırdı Bonacieux. “Ama size…”
“Benimle, arkadaşlarımla daha da önemlisi Kraliçe ile alakalı hiçbir şey söylemeyin. Yoksa kendinizi kurtaramadan herkesi mahvetmiş olursunuz. Buyrun beyler, buyrun ve beyefendiyi götürün.” diyen Dartanyan afallamış tuhafiyeciyi muhafızlara doğru iterken şunları söyledi.
“Adi bir ihtiyarsınız. Benden para istemeye geldiniz. Bir silahşorden! Şimdi doğru hapse. Beyler onu hapse götürün ve mümkün olduğunca oradan çıkarmayın. Böylece ona ödeme yapacak zamanım olur.”
Bol bol teşekkür eden adamlar, avlarını götürdükleri sırada Dartanyan bir elini liderlerinin omzuna koyarak, “Sizin ve benim sağlığımıza içmeyelim mi?” dedi, Bonacieux’dan aldığı şarabı doldururken.
“Bu benim için bir şereftir.” dedi lider. “Minnetle kabul ediyorum bu teklifi.”
“Peki beyefendi, isminiz nedir?”
“Boisrenard.”
“Mösyö Boisrenard.”
“Sağlığınıza beyler! Sizin adınız nedir acaba?”
“Dartanyan.”
“Sağlığınıza beyefendi!”
“Daha da önemlisi…” diye bağırdı Dartanyan heyecandan coşmuş gibi bir tavırla. “Kral’a ve Kardinal’e kadeh kaldırıyorum.”
Muhafızların lideri eğer şarap kötü olsaydı Dartanyan’ın samimiyetinden şüphe ederdi belki. Ne var ki şarap çok iyiydi ve ikna olmuştu.
“Nasıl bir şeytani kötülük yaptın öyle?” dedi Porthos muhafız yanlarından ayrıldığında. “Yazıklar olsun dört silahşore ki aman dileyen bir adamın tutuklanmasına izin verdiler. Bir de muhafızla samimiyet kurma kısmı var!”
“Porthos!” dedi Aramis. “Athos sana ahmak olduğunu zaten söyledi ve ben de onunla aynı fikirdeyim. Dartanyan sen büyük adamsın. Treville’in yerini aldığında bana bir manastır ayarlamanı isteyeceğim senden.”
“Anlamıyorum ama!” dedi Porthos. “Dartanyan’ın yaptığı şeyi onaylıyor musun yani?”
“Kesinlikle! Kesinlikle onaylıyorum!” dedi Athos. “Bunu onaylamakla kalmıyorum, kendisini tebrik ediyorum aynı zamanda.”
“Pekâlâ beyler.” dedi Dartanyan, Porthos’a açıklama yapmadan.
“Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için, değil mi sloganımız?”
“Ama yine de…” dedi Porthos.
“Elini uzat ve yemin et!” dedi Athos ve Aramis aynı anda.
Kendi kendine homurdanan Porthos, yine de elini uzattı. Hep birlikte Dartanyan’ın sözlerini tekrar ettiler.
“Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!”
“Ne güzel! Şimdi herkes evine çekilebilir.” dedi Dartanyan. Sanki hayatı boyunca komutanlık yapmış gibiydi. “Ve dikkat edin! Bu an itibariyle Kardinal ile aramızda bir hesap var.”

10
17. Yüzyılda Bir Fare Kapanı
Fare kapanı yakın zamanda icat edilmiş bir şey değil. Toplumlar geliştikçe polisliği icat ettiler. Polisler de fare kapanını…
Jerusalem Caddesi argosunu bilmeyen okuyucular için fare kapanını açıklamak gerek.
Herhangi bir evde, herhangi bir suçtan dolayı biri tutuklandığında bu tutuklama gizli tutulur. Daha sonra dört beş kişilik bir ekip evde pusu kurar ve kapı çalan herkese açılır, içeri girenler tutuklanır. Böylece eve giren hemen herkes yakalanmış olur. Buna fare kapanı denir.
Mösyö Bonacieux’nın evi de fare kapanına dönüştürüldüğünden eve giren herkes Kardinal’in adamları tarafından sorgulandı. Dartanyan’ın evinin bulunduğu birinci kata çıkan ayrı bir koridor olduğundan delikanlının misafirleri bu uygulamadan muaftı.
Ayrıca onun evine ciddi araştırmalar ve sorgulamalar yaptıkları hâlde sonuç alamayan silahşorler dışında gelen kimse yoktu. Athos’un, Mösyö Treville’e sorular soracak kadar ileri gitmesi, silahşorünün sessizliğini bilen komutan için hayret uyandıran bir şeydi. Ancak Treville bir şey bilmiyordu. Bildiği tek şey onları en son gördüğünde Kardinal düşünceli, Kral endişeliydi. Kraliçe’nin gözlerindeki kızarıklık ise uykusuz olduğuna ya da ağladığına işaret ediyordu. Fakat bu durum, evlendiğinden beri iyi uyuyamayan ve çok ağlayan Kraliçe için şaşırtıcı bir durum değildi.
Treville, Athos’tan, ne olursa olsun Kral’a karşı görevini ihmal etmemesini ve bu isteğini arkadaşlarına da bildirmesini rica etti.
Dartanyan’a gelince, evinden ayrılmadı. Odasını âdeta bir gözlemevine çevirdi. Evine gelen bütün ziyaretçileri pencereden görebiliyordu. Aşağıdaki odada gerçekleşen sorgulamaları daha rahat dinleyebilmek için zemindeki tahta kalası çıkarmıştı.
Tahkikat, tutuklanan kişinin üzerinin aranmasının akabinde sorulan şu gibi sorularla devam ediyordu.
“Madam Bonacieux size, kocasına ya da başka birine verilecek bir şey emanet etti mi? Size söyledikleri bir sır var mı?”
“Eğer ellerinde bir şey olsaydı insanları bu şekilde sorgulamazlardı.” dedi Dartanyan kendi kendine.
“Peki ne bilmek istiyorlar? Buckingham dükünün Paris’te olup olmadığını, Kraliçe’yle görüşüp görüşmediğini neden bilmek istiyorlar?”
Dartanyan duydukları üzerine ihtimal dışı olmayan bu fikre odaklandı.
Bu arada fare kapanı operasyonu devam etmekteydi. Dartanyan da aynı şekilde tetikteydi.
Zavallı Bonacieux’un tutuklanmasından sonraki günün akşamında, Athos, Treville’la konuşmak üzere Dartanyan’ın evinden ayrıldığında saat henüz dokuzken ve Planchet efendisinin yatağını hazırlarken kapı çalındı. Kapı derhâl açıldı ve kapandı. Biri fare kapanına kapılmıştı.
Dartanyan, zemine koşarak derhâl dinlemeye koyuldu.
Bağrışmaları inlemeler takip etti. Biri zapt edilmeye çalışılıyordu. Soru sorulmadı.
“Lanet olsun!” dedi Dartanyan kendi kendine. “Bu bir kadına benziyor. Üzerini aramalarına direnince zor kullanıyorlar. Alçaklar!”
Bütün ihtiyatlılığına rağmen aşağıya inmemek için kendini zor tuttu delikanlı.
“Size bu evin hanımı olduğumu söylüyorum beyler! Size Madam Bonacieux olduğumu söylüyorum. Ben Kraliçe’ye aidim.” diye haykırıyordu zavallı kadın.
“Madam Bonacieux!” diye söylendi Dartanyan. “Herkesin aradığı şeyi bulabilecek kadar şanslı mıyım acaba?”
Sesi gittikçe daha belirsiz gelmeye başladı. Bir patırtı koptu. Bir kadın dört erkeğe ne kadar direnebilirse o kadar direniyordu kurban.
“Pardon, beyler! Par…” diye mırıldandı. Anlaşılmaz sesler çıkarıyordu kadın.
“Onu bağlıyorlar, onu götürecekler!” diye bağırdı Dartanyan kendi kendine zeminden kalkarken. “Kılıcım! İyi, yanımdaymış. Planchet!”
“Buyrun mösyö.”
“Git ve Athos, Porthos, Aramis’i bul. İçlerinden biri mutlaka evdedir. Belki üçü de evdedir. Silahlarını alıp buraya gelmelerini söyle. Hadi koş! Ah, Athos, Mösyö de Treville’in yanına gitmişti…”
“Peki siz mösyö, siz nereye gidiyorsunuz?”
“Ben pencereden ineceğim. Daha çabuk olmak için!” diye bağırdı Dartanyan. “Parkeleri yerine koy, yeri süpür ve kapıdan çık. Dediğim gibi koş!”
“Ah, mösyö! Mösyö! Kendinizi öldüreceksiniz!” diye bağırdı Planchet.
“Ağzını topla, seni ahmak!” dedi Dartanyan. Pencere kenarından dikkatle inerken. Şansına ev yüksekte değildi ve kendine zarar vermeden inmeyi başardı.
Daha sonra derhâl kapıya koştu ve kendi kendine, “Fare kapanına gireceğim. Ama böyle bir fareye bulaşacak kedilere acırım.”
Delikanlının kapıya vurmasıyla birlikte gürültü kesildi ve kapı açıldı. Dartanyan kılıcını çekmiş vaziyette Mösyö Bonacieux’un evine daldı.
Bunun üzerine Bonacieux’un talihsiz evinde yaşayanlar, komşular ile birlikte çığlıklar, kılıç sesleri işittiler. Mobilyalar parçalanıyordu. Gürültü üzerine pencerelerine koşanlar siyah giyen dört adamın kapıdan çıktığını değil, korkak kargalar misali kaçtığını gördüler. Zemine ve mobilyalara tüylerini yani pelerinlerinden parçalar bırakarak kaçtılar hem de. Dartanyan çok fazla zorlanmadan onları yenmeyi başarmıştı. Çünkü içlerinden sadece biri silahlıydı, o da kendini üstünkörü savunmuştu. Diğer üçü Dartanyan’a sandalyeler, tabureler ve kap kacakla saldırmış olsalar da Gaskonlunun kılıcıyla attığı bir kaç çizik onları korkutmaya yetmişti. Mağlup olmaları için o dakika yeterli olmuştu. Dartanyan muharebe alanının galibiydi.
İsyanlara ve kargaşaya alışkın Parislilere özgü bir soğukkanlılıkla pencereye koşan komşular siyah giyinmiş dört adamın kaçtığını görür görmez pencerelerini kapattılar. İçgüdüleri olayın sonuçlandığını söylüyordu ve vakit geç olmaya başlamıştı. O zamanlar, tıpkı şimdi olduğu gibi, Lüksemburg Mahallesi sakinleri erkenden yatmaya giderlerdi.
Madame Bonacieux ile baş başa kalan Dartanyan, kadına döndü. Zavallı bıraktıkları gibiydi, koltukta yarı baygın yatıyordu. Dartanyan hızlı bir bakışla kadını inceledi.
Yirmi beş – yirmi altı yaşlarında hoş bir kadın olan Madame Bonacieux siyah saçlı ve mavi gözlüydü. Hafif kalkık burunluydu ve teni mermer misali beyazdı. Yine de kendisini bir hanımefendiden ayıran bazı özellikleri göze çarpıyordu. Beyaz elleri pek narin değildi. Ayakları ise soylu bir kadınınkine benzemiyordu. Bahtına Dartanyan bu incelikleri henüz tanımıyordu.
Dartanyan kadını incelediği sırada yerde gördüğü patiska mendili alışkanlığı üzere aldı. Aramis’in nerdeyse boğazını kesmesine sebep olan armayı tanıyıverdi.
Delikanlı artık üzerinde arma olan mendillere karşı tedbirli davranmaya başlamıştı. Bu sebepten mendili Madame Bonacieux’un cebine koydu.
O sırada kendine gelen Madame Bonacieux gözlerini açtı ve korkuyla etrafına bakındı. Evin boş olduğunu ve kurtarıcısıyla baş başa olduğunu fark edince de gülümseyerek elini uzattı. Dünyanın en tatlı gülüşüne sahipti.
“Ah, mösyö!” dedi. “Beni kurtardınız, müsaade edin size teşekkür edeyim.”
“Madam!” dedi Dartanyan. “Benim yerimde hangi beyefendi olsa aynısını yapardı. Bana teşekkür etmenize gerek yok.”
“Ah, evet mösyö! Evet. Size nankör birine yardım etmediğinizi kanıtlayacağım. Peki ilk başta soyguncu olduğunu düşündüğüm bu adamlar benden ne istiyorlar? Mösyö Bonacieux neden burada değil?”
“Madam bu adamlar herhangi bir soyguncudan çok daha tehlikeliler. Çünkü onlar Kardinal’in adamları. Mösyö Bonacieux’a gelince. Kendisi burada değil çünkü dün Bastille Hapishanesi’ne götürüldü!”
“Kocam Bastille’de mi!” diye haykırdı Madam Bonacieux. “Aman Tanrı’m! Ne yaptı? Zavallı adam, kendisi masum biridir.”
Bu arada belli belirsiz bir gülümseme hâlâ korkmakta olan kadının yüzünü aydınlattı.
“Ne mi yaptı hanımefendi?” dedi Dartanyan. “Sanırım tek suçu aynı anda sizin kocanız olma talihine ve talihsizliğine sahip olması.”
“O zaman biliyorsunuz demek ki beyefendi.”
“Evet hanımefendi, kaçırıldığınızı biliyorum.”
“Peki kim tarafından? O kişiyi tanıyor musunuz? Eğer biliyorsanız bana söyleyin.”
“Kırk – kırk beş yaşlarında, siyah saçlı, esmer, sol şakağında yara izi olan bir adam tarafından.”
“Bu o, peki adı ne?”
“Adı ne mi? Bunu bilmiyorum.”
“Peki eşim kaçırıldığımı biliyor mu?”
“Daha sonra kaçıran kişi tarafından mektupla bilgilendirildi.”
“Peki kendisi…” dedi Madam Bonacieux hafiften utanarak, “Bunun sebebini biliyor mu?”
“Bunu politik bir sebebe bağlıyor.”
“Ben de ilk başta onun gibi düşündüm. O zaman sevgili Mösyö Bonacieux benden bir an için şüphe etmedi demek!”
“Tam tersine madam, sizin ahlakınızla en önemlisi de sevginizle övünüyor.”
Pembe dudaklarından belli belirsiz bir gülümseme geçti.
“Peki.” dedi Dartanyan. “Kaçmayı nasıl başardınız?”
“Beni yalnız bıraktıkları bir an fırsatı değerlendirdim. Çünkü kaçırılma sebebimin ne olduğunu sabahtan beri biliyordum. Çarşaflardan faydalanarak pencereden aşağı indim. Daha sonra eşimin evde olacağını düşündüğümden aceleyle geldim.”
“Onun korumasına sığınmak için mi?”
“Ah, hayır! Zavallı adam. Kendisinin beni savunamayacağını biliyorum. Ama başka türlü yardımı dokunabilir diye onu bilgilendirmek istedim.”
“Hangi konuda?”
“O benim sırrım, bu yüzden size söylememem gerekiyor.”
“Ayrıca…” dedi Dartanyan, “Bunu söylediğim için bağışlayın hanımefendi ama koruyucunuz olsam da tedbirli davranmamız gerekiyor. Buranın sırları konuşmak için uygun bir yer olmadığını düşünüyorum. Kaçmasına sebep olduğum adamlar daha güçlü bir şekilde geri dönebilirler. Bizi burada bulurlarsa mahvolduk demektir. Üç arkadaşıma haber yolladım ama evdeler mi bilmek mümkün değil.”
“Evet! Evet, haklısınız!” dedi ürkmüş kadın. “Kaçalım ve kendimizi kurtaralım.”
Bu sözler üzerine Dartanyan’ın koluna girerek onu çekmeye çalıştı.
“Peki ama nereye kaçacağız?”
“İlk olarak şu evden kurtulalım, gerisini düşünürüz.”
Kapıyı kapatma zahmetine girmeyen genç adam ve genç kadın St. Sulpice’e kadar durmadan ilerledi.
“Peki, şimdi ne yapacağız ve sizi nereye götürmemi istersiniz?” diye sordu Dartanyan.
“Size nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum.” dedi Madam Bonacieux. “Niyetim Mösyö Laporte’u kocam vasıtasıyla bilgilendirmekti. Böylece son üç günde Louvre’da ne olup bittiğini, oraya gitmemin bir tehlike yaratıp yaratmayacağını anlayabilecektim.”
“Ama ben…” dedi Dartanyan, “Mösyö Laporte’u bilgilendirebilirim.”
“Buna şüphe yok ama ufak bir sorun var. Mösyö Laporte Louvre’da tanınır ve geçiş hakkı vardır. Ama siz orda tanınmıyorsunuz ve kapı size kapanır.”
“Ama…” dedi Dartanyan, “Louvre’un girişinde size sadık bir görevli vardır ve söyleyeceğiniz parola sayesinde…”
Madam Bonacieux, genç adama samimiyetle baktı.
“Eğer size şifreyi söylersem…” dedi. “Kullanır kullanmaz unutacak mısınız?”
“Şerefim üzerine yemin ederim ki…” dedi Dartanyan. Bunları söylerken öylesine samimiydi ki ona inanmamak elde değildi.
“O zaman size inanıyorum. Cesur bir delikanlıya benziyorsunuz. Ayrıca geleceğiniz sadakatinize bağlı olabilir.”
“Kral’a hizmet etmek ve Kraliçe’yi hoş tutmak için elimden geleni yapacağım. Beni arkadaşınız sayın.”
“Peki bu arada ben nereye gideceğim?”
“Mösyö Laporte’un sizi evinden alabileceği biri var mı?”
“Hayır kimseye güvenmiyorum.”
“Durun!” dedi Dartanyan. “Athos’un evine yakınız. İşte burası.”
“Athos da kim?”
“Bir arkadaşım.”
“Ya evdeyse ve beni görürse?”
“Evde değil, sizi yerleştirdikten sonra da anahtarı yanıma alırım.”
“Peki ya dönerse?”
“Ah, dönmez! Dönse bile yanımda getirdiğim hanımın evinde olduğunu bilecek.”
“Ama bu beni tehlikeye atar, biliyorsunuz.”
“Yani? Sizi kimse tanımıyor ki. Zaten çok seçeneğimiz yok.”
“O zaman hadi gidelim arkadaşınızın evine. Nerede yaşıyor?”
“Ferou Caddesi’nde. Yakında.”
“Gidelim.”
Böylece yola koyuldular. Dartanyan’ın da tahmin ettiği gibi Athos evde değildi. Aileden biri olması sebebiyle kendisine emanet edilen anahtarı aldı ve merdivenlerden yukarı çıktı. Madam Bonacieux, daha önce tarif ettiğimiz eve girdi.
“Evinizdesiniz.” dedi. “Burada kalın ve kapıyı arkadan kilitleyin. Bu şekilde üç kez çalınmadan da kapıyı açmayın.” Kapıyı iki kez art arda sert bir şekilde, ara verdikten sonra bir kez de hafifçe çaldı.
“Pekâlâ,” dedi Madam Bonacieux, “Şimdi talimat verme sırası bende.”
“Sizi dinliyorum.”
“Louvre’un llıechelle girişindeki kapıya gidin ve Germain’i sorun.”
“Peki sonra?”
“Size ne istediğinizi sorduğunda şu iki kelimeyi söyleyin: ‘Tours’ ve ‘Brüksel’. Emrinize hazır olacaktır.”
“Peki ona ne emir vereceğim?”
“Gidip Mösyö Laporte’u getirmesini. Kraliçe’nin odacısını yani.”
“Peki Mösyö Laporte geldiğinde?”
“Onu bana yollayacaksınız.”
“Peki ama nereye ve sizi bir daha nasıl göreceğim?”
“Beni tekrar görmek mi istiyorsunuz?”
“Kesinlikle.”
“Bırakın onu ben düşüneyim. İçiniz rahat olsun.”
“Sözünüze güveniyorum.”
“Güvenebilirsiniz.”
Dartanyan en sevgi dolu bakışlarını çekici kadına atarak selam verdi. Merdivenlerden inerken kapının kapandığını ve iki kez kilitlendiğini işitti. Saraya vardığında saat ondu. Tarif ettiğimiz bütün olaylar yarım saat içinde gerçekleşmişti.
Her şey Madam Bonacieux’un söylediği gibi oldu. Parolayı işiten Germain, eğilerek selam verdi. Birkaç dakika sonra Laporte girişteydi. Dartanyan iki kelimeyle Madam Bonacieux’un nerede olduğunu söyledi. Adresi iki kez soran Laporte yola çıktı. Henüz daha on adım atmamıştı ki geri döndü.
“Genç adam!” dedi Dartanyan’a. “Bir önerim var.”
“Nedir?”
“Bu durum başınızı belaya sokabilir.”
“Öyle mi düşünüyorsunuz?”
“Evet. Saati yavaş işleyen bir arkadaşınız var mı?”
“Yani?”
“Gidin ve onu bulun. Saat dokuz buçukta yanında olduğunuza şahitlik etmesi icap edebilir. Hukuk dilinde buna ‘suç işlendiğinde başka yerde olduğunu kanıtlama’ denir.”
Bu tavsiyeyi akıllıca bulan Dartanyan derhâl Treville’in konağında aldı soluğu. Herkes gibi salona girmek yerine Treville’in ofisine gitmek istediğini söyledi. Konağa sık sık gelen Dartanyan’ın isteğine uyarken zorluk çıkarmadılar. Mösyö de Treville’e delikanlının görüşme talebi iletildi.
Beş dakika sonra Treville, delikanlı için ne yapabileceğini ve o saatte gerçekleşen ziyaretin sebebini sordu.
“Kusura bakmayın mösyö.” dedi Dartanyan. Treville’i yalnız başına beklediği sırada saati kırk beş dakika geriye almıştı. “Saat daha dokuz yirmi beş olduğundan sizinle görüşmek için çok da geç olmadığını düşündüm.”
“Dokuz yirmi beş mi?” diye bağırdı Treville saate bakarak. “Bu mümkün değil!”
“Saate bakın mösyö.” dedi Dartanyan.
“Haklısın.” dedi Treville, “Daha geç olduğunu düşünüyordum. Peki senin için ne yapabilirim?”
Daha sonra Dartanyan Kraliçe ile ilgili uzun bir hikâye anlattı. Majesteleri için endişelendiğini söyleyip Kardinal’in Buckingham ile ilgili planlarından bahsetti. Bütün bunları öylesine sakin ve tarafsız bir üslupla dile getirmişti ki kandırılmış Treville, Kardinal, Kral ve Kraliçe arasında yeni gelişmeler yaşandığını düşünmeye başladı.
Saat on olduğunda Dartanyan, verdiği bilgiler için kendisine teşekkür eden Treville’in yanından ayrılıp salona döndü. Merdivenlere geldiğinde bastonunu hatırlayıp ofise çıktı. Saati geri aldığı anlaşılmasın diye eski hâline getirdikten sonra kendisine şahitlik edecek biri olduğundan emin vaziyette caddeye indi.

11
Entrika Devam Ediyor
Treville’i ziyaretten dönen endişeli Dartanyan eve en uzun yoldan gitti.
Dartanyan, kendisini yolundan saptırıp yıldızlara bakmasına, zaman zaman iç çekip, zaman zaman gülümsemesine sebep olan ne düşünüyor olabilirdi?
Madam Bonacieux’ı düşünüyordu. Bir silahşor çırağı için neredeyse mükemmel bir aşktı bu genç kadın. Güzel ve gizemli bu kadın saray sırlarından bahsetmişti. Kadının duygularını kısmen ortaya koymuş olması da aşkta toy olan biri için karşı konulamaz bir cazibe unsuruydu. Dahası, Dartanyan onu kötü niyetli adamların elinden kurtarmıştı ve minnet duygusu kolayca aşka dönüşebilirdi.
Dartanyan çoktan hayal kurmaya başlamıştı. Kadının kendisine yollayacağı aracı vasıtasıyla aldığı buluşma mektubunu, altın zinciri ya da elması düşünüyordu. Genç beyefendilerin Kral’dan utanmadan hediye kabul edebildiğini zaten görmüştük. Ahlakın gevşediği o zamanlar için aynı durum metreslerden de beklenebilirdi. Metresler, hislerinin kırılganlığını hediyelerinin sağlamlığıyla telafi etmek istercesine dayanıklı ve değerli hediyeler sunarlardı.
Erkekler hiç utanmadan kadınlar vasıtasıyla yükselirlerdi. Öyle ki güzel olanları sadece güzelliklerini verirlerdi. Zengin olanları ise buna ek olarak paralarını… Kadınlarının tedarik ettiği maddi imkânlar olmasa başarılı olamayacak erkeklerin sayısı o dönemde hayli fazlaydı.
Dartanyan’ın hiçbir şeyi yoktu. Hafif bir cila işlevi gören taşralı çekingenliği dostlarının verdiği geleneksel olmayan tavsiyelerin rüzgârında kaybolmuştu. O zamanların tuhaf geleneğini takip eden Dartanyan, Paris’e savaş meydanı gözüyle bakıyordu. İspanya’da bir cephe varsa burada bir kadın vardı. İkisinde de çarpışılması gereken bir düşman, elde edilmesi gereken bir zafer vardı.
Yine de belirtmek gerekir ki Dartanyan şu an için daha asil ve umursamaz duygular içindeydi. Mösyö Bonacieux zengin olduğunu söylemişti. Fakat bu durum delikanlının aşkının sebebi değildi. Yine de genç, güzel, akıllı bir kadını sevmeye başlarken maddi zenginlik bir artı değer değildir. Sadece bunu güçlendirir.
Zenginliğin olduğu yerde güzellik başkadır. Güzel ve beyaz çoraplar, ipek elbise, hoş ayakkabı, başa takılan zevkli kurdele çirkin bir kadını güzel yapmaz belki ama güzel kadını daha güzel yapar. Bundan da önemlisi eller… Bir kadının ellerinin güzel kalması için o ellerin boş durması gerekir.
Mevcut durumunu iyi bildiğimiz Dartanyan, milyoner değildi. Ama bir gün olabileceğini düşünüyordu. Fakat bunun gerçekleşeceğini düşündüğü zaman hâlâ uzaktaydı. Üstelik kendisini mutlu edebilecek binlerce şeyi arzulayan bir kadını sevmek ve ona bu şeyleri veremeyecek olmak iç karartıcı bir şeydi. Yine de bir kadın, zengin olmayan âşığına sahip olmadıklarını verebilirdi. Her ne kadar bu para çoğunlukla kocasına ait olsa da minnet duyulan taraf genelde koca olmazdı.
Sevgi dolu bir âşık olmaya hazır Dartanyan aynı zamanda sadık bir dosttu. Tuhafiyecinin eşiyle ilgili hayal kurduğu sırada dostlarını unutmamıştı. Madam Bonacieux, üç silahşor arkadaşıyla yürüyüş yaptıklarında ya da fuarda gezdiklerinde yanında taşıyabileceği bir kadındı. Daha sonra yemek yediklerinde bir eliyle arkadaşının elini tutarken ayağıyla sevgilisinin ayağına dokunabilirdi. Zor durumda kaldıklarında arkadaşlarının yardımına da koşardı ayrıca.
Peki ya Mösyö Bonacieux ne olacaktı? Dartanyan onu hiçbir şekilde düşünmemişti. Kendi kendine her neredeyse iyi olduğunu söylüyordu. Aşk duyguların en bencilidir.
Her ne kadar Dartanyan ev sahibini unutmuş görünse de değerli tuhafiyecinin başından geçenleri ileride öğreneceğiz.
Dartanyan, gelecekteki aşkını düşünüp yıldızlara gülümseyerek yürürken Aramis’in yaşadığı mahallede buluverdi kendini. Planchet’i yollama sebebini anlatmak üzere arkadaşını ziyaret etmek istedi. Eğer Planchet’in dediği gibi kendisini görmeye gelip de bulamadıysa bu durumu açıklaması gerekiyordu. En azından Dartanyan’ın kendi kendine söylediği şey buydu.
Bir de bunun tatlı Madam Bonacieux hakkında konuşmak için bir fırsat olduğunu düşünüyordu içten içe. İlk aşk söz konusu olduğunda sessiz kalmayı beklememek gerekir. Eğer bu ilk aşka eşlik eden neşe dışarı çıkmazsa insanı boğabilirdi.
İki saattir karanlık olan Paris gittikçe ıssızlaşıyordu. Saat on bir olmuştu ve hava güzeldi. Arkadaşının evinin yakınlarına gelen Dartanyan karşıda bir gölge gördü. Pelerine bürünmüş bu kişinin ilk bakışta erkek olduğunu düşündü. Ne var ki boyunun kısalığını, yürüyüşündeki tereddüdü ve adımlarındaki kararsızlığı fark edince gölgenin bir kadına ait olduğunu anladı. Ayrıca kadın, aradığı evi bilmiyormuşçasına etrafına bakınıyor, geri adım atıp tekrar dönüyordu. Dartanyan şaşırmıştı.
“Acaba ona yardım etmeli miyim?” diye düşündü. “Belli ki genç. Belki de güzel… Ah, evet! Bu saatte sokaklarda gezen bir kadın sevgilisini görmeye çıkmıştır. Eğer buluşmasını bozarsam iyi olmaz.”
Bu arada genç kadın evleri ve pencereleri sayarak yürümeye devam ediyordu. Bu iş ne uzundu ne de zor. Çünkü caddenin o kısmında sadece üç ev vardı ve iki pencere caddeye bakıyordu. Bunlardan biri Aramis’in paralelindeki eve, diğeri ise Aramis’in evine aitti.
“Kahretsin!” dedi Dartanyan kendi kendine ilahiyatçının yeğenini hatırlayarak. “Eğer bu kadın arkadaşımın evini arıyorsa çok tuhaf olur. Sanırım öyle yapıyor.” Dartanyan caddenin karanlık bir kısmına saklandı.
Genç kadın yürümeye devam etti. Hafif adımlarına eşlik eden tatlı öksürüğün bir işaret olduğunu düşündü Dartanyan.
Öksürüğüne cevap verilmiş olsa da olmasa da yolculuğu sona ermişti. Aramis’in penceresine kararlılıkla yaklaşıp üç kez vurdu.
“Her şey yolunda sevgili Aramis.” diye mırıldandı Dartanyan. “Ah, sevgili iki yüzlü, şimdi anlıyorum nasıl ilahiyat çalıştığını.”
Panjura vurulmasıyla beraber içerden ışık gelmeye başladı.
“Ah, ah…” dedi Delikanlı. “Kapıdan değil de pencereden hem de! Bu kesinlikle beklenen bir ziyaret. Pencere açılınca hanımefendi içeri girecek. Çok güzel!”
Dartanyan’ı şaşırtan şey pencerenin kapalı kalmaya devam etmesiydi. Işık da kaybolunca her yer yeniden karanlığa gömüldü.
Bu durumun uzun sürmeyeceğini düşünen Dartanyan dikkat kesilmeye devam etti.
Haklı çıkmıştı. Bir müddet sonra içerden iki vurma sesi geldi. Genç kadın buna tek bir vuruşla eşlik edince panjur açıldı.
Ne var ki ışık başka bir odaya geçmişti. Ancak Dartanyan’ın gözleri karanlığa alışkındı.
Ayrıca Gaskonluların gözlerinin kedi misali karanlıkta görebildiği iddia edilir.
Daha sonra Dartanyan kadının cebinden mendile sarılı beyaz bir nesne çıkardığını gördü. Karşısındaki kişiye bu nesneyi gösterdi.
Dartanyan derhâl Madam Bonacieux’un ayağının dibinde bulduğu mendili hatırladı. Bu mendil, Aramis’in üzerine bastığı mendile çok benziyordu.
“Bu mendil ne anlama geliyor olabilir?”
Dartanyan, Aramis’in yüzünü görememişti. Aramis diyoruz çünkü delikanlı bu diyaloğun taraflarından birinin arkadaşı olduğuna emindi. Merakı tedbirliliğine galip gelmişti. Mendilin konuşan iki kişiyi meşgul etmesinden istifade ederek saklandığı yerden çıkıp dikkatle duvarın köşesine koştu yıldırım misali. Buradan Aramis’in odasının içini görebiliyordu.
Yaklaşmasıyla beraber neredeyse bir hayret çığlığı koparacaktı. Gece ziyaretçisi ile konuşan Aramis değil de bir kadındı. Ne var ki hâlâ onları net bir şekilde görebiliyordu. İçerideki kadın da bir mendil çıkardı cebinden. İki mendili takas ettiler. Daha sonra aralarında bir müddet konuştular. Nihayet panjur kapandı. Dışarıdaki kadın geri döndü ve Dartanyan’ın dört adım kadar ötesinde pelerinin başlığını taktı. Ne var ki bu geç alınmış bir tedbirdi. Çünkü Dartanyan Madam Bonacieux’u çoktan tanımıştı.
Dartanyan, mendili gördüğü anda zaten bu kişinin Madam Bonacieux olmasından şüphelenmişti. Fakat kendisini Laporte’a haber salması için yollayan kadının bu saatte, ikinci kez kaçırılmayı göze almak pahasına Paris’in caddelerinde ne işi vardı?
Bu muhtemelen önemli bir olaydır. Peki yirmi beş yaşında bir kadın için ne önemli olabilir? Aşk.
Peki, acaba neden kendisini ve başka birini böylesine bir tehlikeye atmıştı? Kıskançlıktan yüreği kavrulan genç adam kendine bunu soruyordu.
Kadının nereye gittiğini anlamak için çok basit bir yöntem vardı: Onu takip etmek. Bu metot öylesine basitti delikanlı içgüdüsel bir şekilde harekete geçti.
Ne var ki duvardan ayrılan adamın arkadan gelen adımlarını işiten kadın çığlık atarak kaçtı.
Dartanyan onun peşinden koştu. Pelerine sarmalanmış bir kadını yakalamak çok zor olmadı. Üçüncü caddeye girdiğinde çoktan yetişmişti. Delikanlının elini omzuna koyduğu kadın yorgunluktan değil de korkudan diz çöktü. Boğuk bir sesle,
“İsterseniz beni öldürün. Bir şey öğrenemeyeceksiniz.”
Dartanyan kolunu beline doladığı neredeyse bayılmak üzere olan kadını kaldırdı. Ona güven verici sözler söylemeye başladı. Ne yazık ki bunların Madam Bonacieux için pek bir anlamı yoktu. Çünkü bu sözleri söyleyen bir kimse çok kötü şeyler yapabilirdi. Madam Bonacieux bu sesi tanıdığını düşünüp gözlerini açtı. Karşısındaki kişinin Dartanyan olduğunu görünce de bir sevinç çığlığı attı. “Ah bu sizsiniz, sizsiniz! Tanrı’ya şükür! Çok şükür!”
“Evet benim.” dedi Dartanyan. “Tanrı’nın sizi kollaması için gönderdiği kişi benim.”
“Beni bu niyetle mi takip ettiniz?” diye sordu genç kadın şuh bir gülümsemeyle. Şakacı tavrı yeniden etkisini göstermeye başlamıştı. Kendisine zarar vereceğini sandığı kişinin arkadaşı çıkması içindeki bütün korkuyu yok etmişti.
“Hayır!” dedi Dartanyan. “Hayır, bunu itiraf ediyorum. Beni sizin karşınıza tesadüf çıkardı. Arkadaşımın penceresine vuran bir kadın gördüm.”
“Arkadaşınız mı?”
“Şüphesiz, Aramis en iyi arkadaşlarımdan biridir.”
“Aramis mi? O kim?”
“Hadi, hadi… Aramis’i tanımadığınızı mı söyleyeceksiniz yani?”
“Bu adı ilk kez şimdi duyuyorum.”
“Peki o eve ilk kez bu gece mi gittiniz?”
“Kesinlikle.”
“Peki o evde genç bir adamın yaşadığını bilmiyor musunuz?”
“Hayır.”
“Bir silahşor kendisi.”
“Hayır, tanımıyorum.”
“Eğer onu görmeye gitmediyseniz kim için gittiniz peki?”
“Alakası yok, onu görmeye gitmedim. Ayrıca konuştuğum kişinin bir kadın olduğunu görmüş olmanız lazım.”
“Bu doğru, kadın Aramis’in bir arkadaşı…”
“Bunu bilemem.”
“Onunla kaldığına göre.”
“Bu beni ilgilendirmez.”
“Peki kim o kişi?”
“Ah, o benim sırrım değil.”
“Sevgili Madam Bonacieux, çok hoşsunuz. Ama aynı zamanda en gizemli kadınlardan birisiniz.”
“Kötü bir şey mi bu?”
“Ah, tam tersi, çok sevimli.”
“O zaman kolunuzu uzatın.”
“Seve seve. Peki şimdi?”
“Bana eşlik edin.”
“Nereye?”
“Gideceğim yere.”
“Peki nereye gidiyorsunuz?”
“Kapıda beni bıraktığınızda görürsünüz.”
“Sizi beklemeli miyim?”
“Buna gerek yok.”
“O zaman yalnız döneceksiniz.”
“Belki evet, belki hayır.”
“Peki size dönüş yolunda eşlik edecek kişi bir erkek mi kadın mı?”
“Henüz bilmiyorum.”
“Ama ben bileceğim.”
“Nasıl?”
“Sizi çıkıncaya kadar bekleyeceğim.”
“O zaman hoşça kalın.”
“Neden ama?”
“Sizi istemiyorum.”
“Ama dediniz ki…”
“Bir beyefendinin yardımını istedim. Bir casusun gözetlemesini değil.”
“Bu çok ağır bir ifade.”
“İnsanları isteği dışında izleyen kimselere ne denir?”
“Düşüncesiz.”
“Bu ifade çok hafif.”
“Pekâlâ hanımefendi, istediğinizi yapmakla yükümlüyüm.”
“Peki bunu en başında neden yapmadınız?”
“Pişmanlığın anlamı yok mu?”
“Gerçekten pişman mısınız?”
“Kendim bu konuda bir şey bilmem. Ama gideceğiniz yere eşlik etmeme izin verirseniz istediğinizi yapacağıma söz veriyorum.”
“O zaman beni orada bırakacaksınız, değil mi?”
“Evet.”
“Çıkmamı beklemeyeceksiniz.”
“Evet.”
“Şeref sözü mü?”
“Bir beyefendinin sözü, koluma girin de gidelim hadi.”
Dartanyan’ın koluna giren kadın bir miktar keyifli bir miktar ürkekti. De la Harpe Caddesi’ne geldiklerinde kadın tereddüt etmeye başladı. Ancak bir takım işaretlerden yola çıkarak tanıdığı kapıya yaklaştı, “Ve şimdi beyefendi…” dedi. “Burada işim var. Bana eşlik ettiğiniz için binlerce kez teşekkürler. Bu beni tek başıma karşılaşabileceğim çok sayıda tehlikeden korudu. Ama şimdi sıra sözünüzü tutmaya geldi. “Gelmem gereken yere geldim.”
“Geri dönüşünüzde korkacağınız bir şey olmayacak mı?”
“Gaspçılardan başka kimseden korkmam.”
“Ve bu bir şey değil mi?”
“Benden ne alabilirler ki? Cebimde bir kuruş yok.”
“Armalar işlenmiş güzel mendilinizi unutuyorsunuz.”
“Hangisi?”
“Ayağınızın dibinde bulup cebinize koyduğum.”
“Dilinizi tutun genç adam! Beni mahvetmek mi istiyorsunuz?”
“Gördüğünüz gibi sizin için tehlike hâlâ devam ediyor. Tek bir kelime böylesine titremenize sebep olduğuna göre. Bir de bu kelimenin duyulmasıyla mahvolacağınızı kendi ağzınızla söylediniz. Hadi hanımefendi! Hadi!” dedi Dartanyan elini tutup istekli bakışlar attığı kadına. “Hadi biraz daha cömert olun ve bana güvenin. Gözlerimde sadakat ve sevgiden başka bir şey var mı?”
“Evet!” dedi kadın. “Bu sebepten eğer benim sırlarımı sorarsanız onları açıklayacağım. Fakat başkalarına ait sırlar, söz konusu olamaz.”
“Pekâlâ, onları keşfedeceğim. Çünkü bu sırların hayatınız üzerinde etkisi olabilir. Bu sırlar benim olmalı.”
“Ne yaptığınıza dikkat edin!” diye bağırdı genç kadın ciddiyetle. “Benimle ilgili hiçbir şeye karışmayın. Yapmaya çalıştığım şeyde bana yardımcı olmaya kalkmayın. Bunu sizde bıraktığım olumlu tesirin hatırına rica ediyorum. Bana yaptığınız ve hayatım boyunca unutamayacağım iyiliğin hatrına rica ediyorum. Size anlattığım şeye inanın. Benim için endişelenmeyin. Beni hiç görmemişsiniz gibi yapın.”
“Aramis de mi aynısını yapmalı hanımefendi?” dedi incinen Dartanyan.
“Bu ismi ikinci ya da üçüncü kez söylediniz beyefendi. Onu tanımadığımı zaten söyledim.”
“Kapısını çaldığınız adamı tanımıyor musunuz? Gerçekten beni saf zannediyorsunuz galiba.”
“Bu kişiyi beni konuşturmak için uydurduğunuzu itiraf edin.”
“Hiçbir şey uydurmadım hanımefendi. Ben sadece gerçeği söylüyorum.”
“Arkadaşlarınızdan birinin o evde yaşadığını söylüyorsunuz.”
“Evet ve tekrar ediyorum: O evde arkadaşım yaşıyor ve o arkadaşım Aramis.”
“Bütün bunlar yakında aydınlanır.” diye mırıldandı kadın. “Şimdi sessiz olun beyefendi.”
“Eğer kalbimi görebilseydiniz…” dedi Dartanyan. “Orada büyük bir merak olduğunu görüp bana acırdınız. Büyük bir sevgi olduğunu gördüğünüzdeyse merakımı derhâl giderirdiniz. Bizi sevenlerden korkmak için hiçbir sebebimiz olamaz.”
“Aşktan çok ani bahsettiniz beyefendi,” dedi genç kadın başını sallayarak.
“Çünkü aşk bana aniden geldi. Hem de ilk kez. Çünkü henüz yirmi yaşındayım.”
Genç kadın kaçamak bir bakış attı.
“Bakın, kokuyu aldım zaten.” diye devam etti Dartanyan. “Evdeki kadına gösterdiğiniz mendilin bir benzeri yüzünden neredeyse Aramis’le düelloya tutuşacaktım. İki mendile de aynı arma işlenmişti. Buna eminim.”
“Beyefendi!” dedi genç kadın. “Bu sorularla beni çok yoruyorsunuz.”
“Eğer iddia ettiğiniz kadar tedbirliyseniz hanımefendi, tutuklanmanız hâlinde mendil sizi sıkıntıya sokmaz mı?”
“Neden ki? Mendile benim adımın baş harfleri işli: C. B. (Constance Bonacieux)”
“Ya da Camille de Bois-Tracy.”
“Sessiz olun beyefendi! Tekrar ediyorum. Sessiz olun! Mademki kendi başıma açtığım belalar sizi durdurmayacak kendi başınıza açacağınız belaları düşünüp kaçın!”
“Ben mi?”
“Evet. Hapsedilme tehdidi ya da ölüm tehlikesi.”
“O zaman sizi bırakmayacağım.”
“Beyefendi!” dedi genç kadın, ellerini kenetleyerek yalvarırcasına. “Tanrı aşkına, askerlik şerefinin hatırına, beyefendiliğinizin hatırına gidin! Bakın gece yarısı oldu. Beni bekledikleri saat geldi.”
“Hanımefendi!” dedi genç adam eğilerek, “Bu şekilde sorduğunuzda reddedemem sizi. İçiniz rahat olsun. Gideceğim.”
“Beni takip etmeyecek ve gözetlemeyeceksiniz değil mi?”
“Derhâl eve döneceğim.”
“Sizin iyi yürekli genç bir adam olduğunuzu biliyordum.” dedi Madam Bonacieux elini uzatarak. Diğer eliyle neredeyse duvara gizlenmiş kapının tokmağını tuttu.
Dartanyan kadının elini arzuyla öptü.
“Keşke sizi hiç görmemiş olsaydım!” diye bağırdı Dartanyan.
“Pekâlâ.” diye devam etti Madam Bonacieux şefkatli bir ses tonuyla Dartanyan’ın elini sıkarken. “Ben sizin kadar çok şey söylemeyeceğim; çünkü bugün kaybedilen sonsuza dek kaybedilecek diye bir şey yok. Özgür olduğumda merakınızı gideririm belki, kim bilir?”
“Aşkım için de aynı sözü veriyor musunuz?” dedi Dartanyan keyifle.
“Onun için söz veremem. Bu sizin bende uyandıracağınız hislere bağlı.”
“O zaman bugün…”
“Bugün için minnettarım size.”
“Ah, çok hoşsunuz!” dedi Dartanyan hüzünle. “Aşkımı istismar ediyorsunuz.”
“Hayır, sadece cömertliğinizi kullanıyorum, o kadar. Ama emin olun ki bazı insanlar her şeyi yoluna sokabilir.”
“Ah beni dünyanın en mutlu erkeği yaptınız. Bu geceyi, bu sözünüzü unutmayın.”
“Rahat olun. Doğru zaman ve doğru yerde her şeyi hatırlayacağım. Şimdi gidin. Tanrı aşkına gidin! Beni gece yarısında bekliyorlardı ve geç kaldım.”
“Beş dakika.”
“Evet, ama bazen beş dakika beş yüzyıl gibidir.”
“Hele de âşıksa biri.”
“Peki ama size biriyle ilişki yaşamadığımı kim söyledi?”
“O zaman sizi bekleyen kişi bir erkek mi?” diye bağırdı Dartanyan, “Bir erkek!”
“Gene başa dönüyoruz.” dedi Madam Bonacieux sabırsızlığını hafiften belli eden bir tebessümle.
“Hayır, hayır! Gidiyorum. Size inanıyorum. Sadık olmanın bütün gereklerini yerine getireceğim. Bu gereklilik aptallık olsa da. Hoşça kalın madam, hoşça kalın!”
Tuttuğu elden güç kullanarak kopması gerekircesine yay gibi fırlayarak oradan uzaklaştı Dartanyan. Madam Bonacieux kapıyı, panjura vurduğu şekilde, üç kez çaldı. Delikanlı caddenin köşesine vardığındaysa geriye döndü. Tuhafiyecinin güzel karısı çoktan kaybolmuştu.
Dartanyan yoluna devam etti. Madam Bonacieux’a kendisini izlememe sözü vermişti ve bu sözü ne pahasına olursa olsun tutmaya kararlıydı.
“Zavallı Athos!” dedi. “Bütün bunların ne anlama geldiğini asla öğrenemeyecek. Beni beklerken uyuya kaldı herhâlde. Belki de evine döndü. Bir kadının geldiği evine… Athos ve bir kadın… Aramis’in evinde bir kadın olduğuna hiç şüphe yok. Bütün bunlar çok tuhaf. Bu olayların nasıl sonuçlanacağını çok merak ediyorum.”
“Çok kötü, beyefendi! Çok kötü!” diye cevap verdi sesini tanıdığı Planchet. Meşgul insanların yaptığı gibi kendi kendine konuşarak ilerlemiş, evinin merdivenlerine ulaşmıştı.
“Nasıl kötü? Ne demek istiyorsun seni aptal?” diye sordu Dartanyan. “Ne oldu?”
“Bir sürü talihsiz şey.”
“Ne?”
“İlk olarak Mösyö Athos tutuklandı.”
“Tutuklandı mı? Athos mu? Ne için?”
“Onu sizin odanızda buldular. Siz zannettiler.”
“Peki kim tarafından tutuklandı?”
“Kaçmak zorunda bıraktığınız siyahlı adamların getirdiği muhafızlar tutukladı.”
“Peki onlara adını neden söylemedi? Bu olayla ilgisi olmadığını neden anlatmadı?
“Bunu yapma zahmetine girmedi beyefendi. Tam tersine bana, ‘Şu an için özgür olmaya ihtiyacı olan efendin, ben değilim. Çünkü her şeyi o biliyor, ben ise bir şey bilmiyorum. Onun tutuklandığına inanırlarsa zaman kazanmış olur. Üç gün sonra onlara kim olduğumu söylerim, beni bırakmak zorunda kalırlar.’ dedi.”
“Bravo Athos! Asil yürekli adam!” diye söylendi Dartanyan. “Peki muhafızlar ne yaptı?”
“Dört kişi onu götürdü. Bastille’e mi yoksa For-l’Evêque’ye mi bilemiyorum. İki kişi siyahlı adamlarla kaldı ve evin altını üstüne getirip kâğıtları götürdü. Diğer ikisi kapıda nöbet tuttu. Her şey sona erince evi bırakıp gittiler.”
“Peki ya Porthos ve Aramis?”
“Onları bulamadığımdan gelmediler.”
“Ama onlara haber saldın ve her an gelebilirler değil mi?”
“Evet mösyö.”
“Tamam yerinden ayrılma. Eğer gelirlerse ne olduğunu anlat. Beni Pomme-de-Pin’de beklesinler. Burası tehlikeli olabilir. Evi izliyor olabilirler. Ben Mösyö de Treville’e koşup olanları anlatacağım. Sonra onlarla buluşurum.”
“Peki mösyö.” dedi Planchet.
“Ama sen kalacaksın değil mi? Korkuyor musun?” dedi Dartanyan uşağını cesaretlendirmek için.
“Rahat olun mösyö.” dedi Planchet. “Beni daha tanımıyorsunuz. Gerektiğinde cesurumdur. Ayrıca ben bir Picardlıyım.”
“O zaman anlaşıldı.” dedi Dartanyan. “Görev yerini bırakmaktansa ölürsün yani?”
“Evet, mösyö. Ayrıca beyefendiye ne kadar bağlı olduğumu kanıtlamak için yapmayacağım şey yok.”
“Güzel!” dedi Dartanyan kendi kendine. “Demek ki bu delikanlı için seçtiğim yöntem en iyisiymiş. Gerektiğinde kullanacağım bir yöntem…”
Gün boyunca dolaşmaktan az biraz yorulan bacaklarının tüm hızıyla Mösyö de Treville’in evinin yolunu tuttu.
Mösyö de Treville, konağında değildi. Louvre’da nöbet tutan birliğinin yanına gitmişti.
Olan biteni bildirmek için Mösyö de Treville’e ulaşmak çok önemliydi. Bu yüzden Dartanyan, Louvre’a girme kararı aldı. Mösyö Dessessart’ın birliğine ait muhafız üniforması giriş belgesi olabilirdi.
Her ne kadar tekneyle gitme kararı alsa da parası olmadığını fark etti.
Guenegaud Caddesi’ne gelip de Dauphine Caddesi’nden çıkan iki kişiyi görünce hayretler içinde kaldı. Biri erkek biri kadın olan bu kişilerden biri Madam Bonacieux’a benziyordu. Erkek olanı ise Aramis’e…
Dahası, kadın hâlâ Dartanyan’ın gördüğü kıyafeti giymekteydi. Erkekte ise silahşor üniforması vardı.
Adam yüzüne mendil tutarken kadın başlığını takıyordu. Tanınmak istemedikleri belliydi.
Dartanyan’ın da yolunun üzerinde olan köprüye geldiler. Delikanlı onları takip etmeye başladı. Kısa süre sonra anladı ki adam Aramis, kadın da Madam Bonacieux’tu.
Kalbi kıskançlıkla sıkışmaya başladı. Hem arkadaşı hem de sevdiği kadın tarafından ihanete uğramış hissediyordu. Madam Bonacieux, Aramis’i tanımadığına yeminler etmişti. Bu iddiasından sadece on beş dakika sonra ise Aramis’in kolundaydı.
Dartanyan tuhafiyecinin karısını sadece üç saattir tanıdığını unuttu. Kadının kendisine kurtarıldığı için duyacağı minnet dışında hiçbir şey borçlu olmadığının, vaatlerde bulunmadığının farkında değildi. Öfkelenmişti. İhanete uğramış ve alay edilmiş hissediyordu. Kan beynine sıçradı. Bu gizemi çözmeye karar verdi.
Takip edildiğini fark eden adam ve kadın daha hızlı yürümeye başladılar. Dartanyan yanlarından geçti. Sonra da sokak lambasının aydınlattığı Samaritaine’de onlarla karşılaşacağı şekilde geri dönüp yürümeye başladı.
Karşılıklı olarak durdular.
“Ne istiyorsunuz mösyö?” diye sordu silahşor geri adım atarak yabancı bir aksanla. Bu da Dartanyan’a yanıldığını gösteriyordu.
“Bu Aramis değil!” diye bağırdı.
“Hayır beyefendi, Aramis değil. Anladığım kadarıyla beni başkasıyla karıştırdınız. Sizi affediyorum.”
“Beni affediyor musunuz?”
“Evet!” diye cevap verdi Yabancı. “Müsaade edin de geçelim. Benimle bir işiniz yok ne de olsa.”
“Haklısınız beyefendi, sizinle bir işim yok ama hanımefendiyle var.”
“Hanımefendiyle mi? Onu tanımıyorsunuz ki!”
“Yanılıyorsunuz beyefendi, kendisini çok iyi tanıyorum.”
“Ah!” dedi Madam Bonacieux sitem eden bir ses tonuyla. “Ah beyefendi, sizden bir asker ve beyefendi sözü almıştım! Umarım bunu yerine getirirsiniz.”
“Ve ben hanımefendi…” dedi Dartanyan utanarak. “Bana söz vermiştiniz!”
“Koluma girin madam.” dedi Yabancı. “Yolumuza devam edelim.”
Yaşananlardan dolayı afallayan ve canı sıkılan Dartanyan, kollarını kavuşturarak karşılarında durdu.
Silahşor yaklaştı ve delikanlıyı eliyle öteye itti. Dartanyan’sa geriye adım atarak kılıcını çekti. Yabancı da yıldırım hızıyla aynısını yaptı.
“Tanrı aşkına lordum!” diye bağıran Madam Bonacieux, aralarına girerek kılıçları aldı.
“Lordum!” diye bağırdı aniden kafası dank eden Dartanyan. “Lordum! Beni bağışlayın beyefendi ama siz…”
“Lord Buckingham dükü!” diyen Madam Bonacieux, alçak sesle ekledi:
“Hepimizi mahvedebilirsiniz!”
“Lordum, hanımefendi! Binlerce kez özür dilerim. Ama onu seviyorum lordum. Kıskançlık ettim. Aşk nedir bilirsiniz değil mi? Beni affedin ve size hizmet etmek için ne yapabilirim onu söyleyin.”
“Çok cesur bir genç adamsınız.” dedi Buckingham dükü elini Dartanyan’a uzatarak. “Bana hizmet etmek istediğinizi söylediniz, ben de bunu bütün samimiyetimle kabul ediyorum. Bizi Louvre’a kadar yirmi adım geriden izleyin. Takip eden olursa da o kişiyi öldürün.”
Kılıcını kolunun altına alan Dartanyan dük ve Madam Bonacieux’u yirmi adım geriden takip etti. I. Charles’ın asil bakanının verdiği emri yerine getirmeye hazırdı.
Şansına sadakatini ispat etmesini gerektiren bir durum ortaya çıkmamıştı. Silahşor ve madam Echelle Kapısı’ndan rahatça saraya girdi.
Dartanyan ise derhâl arkadaşlarının kendisini beklediği Pommede-Pin Meyhanesi’ne gitti. Onları neden çağırdığını uzun uzadıya açıklamadan ilk başta yardımlarına ihtiyaç duyduğu bir meseleyi tek başına çözdüğünü söyledi.
Bu arada üç arkadaşımızı kendi hâllerinde bırakıp Buckingham dükü ve rehberini Louvre’un labirentlerinde takip edelim.

12
Buckingham Dükü
Madam Bonacieux ve dük, Louvre’a zorlanmadan girdi. Madam Bonacieux’un Kraliçe’ye hizmet ettiği biliniyordu. Dük ise o gece sarayda görev yapan Treville’in silahşorlerinin üniformasını giymişti. Ayrıca Germain de Kraliçe tarafındaydı. Eğer bir yanlışlık olursa Madam Bonacieux, Kraliçe’nin sevgilisini saraya sokmakla suçlanacaktı ve bütün riski göze almıştı. İtibarı lekenebilirdi, bu doğru ama sıradan bir tuhafiyecinin karısının itibarının ne değeri olabilirdi ki?
Saraya girdiklerinde Madam Bonacieux, dükü gündüz kapalı gece açık olan bir hizmetçi odasına götürdü. Odadan geçip merdivenden iki kat aşağı indiler. Burada uzunca bir koridoru geçtikten sonra bir kat daha aşağı indiler. Kadın bir odanın kilitli kapısını açtı ve tek bir lambanın aydınlattığı odaya dükü yerleştirdikten sonra “Burada bekleyin lordum, yanınıza biri gelecek.” dedikten sonra kapıyı tekrar kilitleyip oradan uzaklaştı. Dük âdeta hapisti.
Her ne kadar mahsur kalsa da dük en ufak bir korku hissetmemişti. Karakterinin dikkat çeken özelliklerinden biri de aşk maceraları arayışında olmasıydı. Cesur, atılgan ve girişimciydi. Bu hayatını bu türden bir şey için ilk kez tehlikeye atışı değildi. Avusturyalı Anne’den aldığı, kendisinin Londra’ya gelmesini sağlayan mektubun sahte olduğunu biliyordu. Yine de İngiltere’ye dönmek yerine Kraliçe’ye kendisini görmeden Paris’ten ayrılmayacağını haber vermişti. Kraliçe, ilk başta bu teklifi reddetse de dükün sinirlenmesi hâlinde yapabileceği şeylerden korkuyordu. Onu görmeye ve derhâl gitmesini söylemeye karar vermişti Kraliçe. Bu kararı aldığı akşam dükü Louvre’a getirmekle görevlendirilmiş Madam Bonacieux kaçırılmıştı. İki gün boyunca kimse kadından haber alamadığından her şey askıdaydı. Fakat kadın özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz Laporte ile iletişim kurunca her şey kaldığı yerden devam etmişti. Eğer kaçırılmasaydı bu tehlikeli işi üç gün önce gerçekleştirecekti Madam Bonacieux.
Yalnız kalan Buckingham dükü aynada kendini incelemeye başladı. Silahşor üniforması üzerine tam oturmuştu. O zamanlar otuz beş yaşında olan dük Fransa ve İngiltere’nin en yakışıklı adamı olarak anılıyordu.
İki Kral’ın da gözdesi olan aşırı zengin bu adam istediğini istediği zaman yapabiliyordu. Buckingham dükü George Villiers’ın görkemli yaşamı yüzyıllar sonra dahi hayretle konuşuluyordu.
Kendinden ve gücünden emin bir tavırla, sıradan insanların uymakla yükümlü olduğu kuralların kendisi için geçerli olmadığını düşünerek elde etmek istediği şeyin ardına düşüyordu. Bu şey herhangi başka bir kimsenin hayal edemeyeceği kadar yüksekte olsa dahi… Güzel ve mağrur Avusturyalı Anne’e işte bu şekilde yaklaşmayı başarmış ve kendini ona sevdirmişti.
George Villiers, şapkanın bozduğu saçlarını düzeltti ve bıyığını burdu. Uzun zamandır beklediği anın nihayet gelmiş olmasının getirdiği sevinç kalbine neşe doldurmuştu. Gurur ve ümitle gülümsedi kendi kendine.
İşte bu sırada duvar halıları arasına gizlenmiş bir kapı açıldı ve içeri bir kadın girdi. Bu görüntüyü aynadan seyreden Buckingham dükü bir sevinç çığlığı attı. Bu kişi Kraliçe’ydi.
Avusturyalı Anne yirmi altı yirmi yedi yaşlarında güzel ve görkemli bir kadındı.
Duruşu bir kraliçeyi ya da bir tanrıçayı andıran bu kadının gözleri zümrüt yeşiliydi. Güzel gözlerinde tatlılık ve ihtişam vardı.
Küçük ağzı gül rengiydi ve alt dudağı Avusturya hanedanı mensuplarının dudakları gibi dışarı çıkıktı. Güldüğünde çok güzel olan ağzı, rahatsız olduğunda küçümseme ile doluydu.
Teninin kadife yumuşaklığı hayranlık uyandırıcıydı. Ellerinin ve ayaklarının güzelliği dönemin şairlerinin eserlerine konu olmuştu.
Sade bir şekilde kıvrılmış saçları gençliğinde sarıysa da artık kestane rengine dönmüştü. Bol miktarda pudranın yardımıyla yüzünü tamamlıyordu.
Buckingham dükü, büyülenmiş vaziyette kalakaldı. Avusturyalı Anne gözüne hiç bu kadar güzel görünmemişti. Üzerinde beyaz bir ipek elbise vardı. Yanında da Kral’ın kıskançlığının henüz uzaklaştıramadığı İspanyol nedimelerden biri Donna Estafania vardı.
Kraliçe iki adım atınca Buckingham dükü yere çöktü ve kadın engel olamadan elbisesini öpmeye başladı.
“Dük, size bu sebepten yazmadığımı biliyorsunuz.”
“Evet, evet madam! Evet majesteleri!” diye bağırdı dük. “Buna inandığım için deli olmalıyım ama. Ama âşıklar çok kolay inanırlar. Bu yolculuk bana bir şey kaybettirmedi ayrıca. Çünkü sizi gördüm.”
“Evet.” diye cevap verdi Anne. “Ama sizi neden ve nasıl gördüğümü biliyorsunuz. Bütün endişelerime rağmen şehirde kalmakta ısrar ettiniz ve bunu yaparak hayatınızı tehlikeye attınız. Beni adımı kirletme tehlikesine de maruz bıraktınız bu şekilde. Sizi görme sebebim krallıkların düşmanlarının ettikleri yeminlerin bizi ayırdığını anlamanız içindi. Bu kadar çok şeye meydan okumak günahtır lordum. Kısacası sizinle birbirimizi bir daha asla görmememiz gerektiğini söylemek için görüşüyorum.”
“Konuşun madam, konuşun Kraliçe!” dedi Buckingham dükü. “Sesinizin tatlılığı sözlerinizin sertliğini örtüyor. Günahtan söz ediyorsunuz. Asıl günah birbirini Tanrı’nın sevdirdiği iki kalbi ayırmaktır.”
“Lordum!” diye bağırdı Kraliçe. “Size asla ‘Sizi seviyorum.’ demediğimi unutuyorsunuz.”
“Ama bana beni sevmediğinizi de hiç söylemediniz. Ayrıca bana böyle şeyler söylemek siz majestelerinin nankörlüğü olurdu. Peki söyleyin bana o zaman. Benimki gibi bir aşkı nereden bulacaksınız? Ne zamanın, ne ayrı kalmanın ne de ümitsizliğin yok edemediği bir aşk… Bir parça kurdele, kaçamak bir bakış, tesadüfen söylenen bir sözle teselli bulabilen bir aşk. Sizi ilk kez üç yıl önce gördüm Madam ve o günden beridir de seviyorum. Size o gün ne giydiğinizi söyleyeyim mi? Altın ve gümüş işlemeli yeşil saten bir elbise giyiyordunuz. Elbisenin kollarına iri elmaslarla armalar işlenmişti. Gözümü kapattığımda o zamanki hâlinizi görüyorum. Açtığımdaysa şimdiki hâlinizi…
“Çılgınlık bu!” diye söylendi Avusturyalı Anne. Dükün tasvirinde herhangi bir kusur bulacak cesarete sahip değildi Kraliçe. “Böylesine gereksiz bir tutkuyu böyle hatıralarla beslemek çılgınlık!”
“Peki ne ile yaşamalıyım? Elimde hatıralardan başka bir şey yok. Bu benim mutluluğum, benim hazinem, benim umudum. Sizi her görüşümde kalbimdeki kutuya bir tane daha elmas koyuyorum. Bu dördüncüsü; çünkü son üç senede sizi sadece dört kez gördüm. İlkini anlattım, İkincisi Madam de Chevreuse’in malikânesindeydi, üçüncüsü ise Amiens Bahçesi’nde…”
“Dük!” dedi utanan Kraliçe, “O gece hakkında bir daha konuşmayın.”
“Tam tersine o geceyi konuşalım. O gece hayatımın en mutlu ve en güzel gecesiydi. Ne kadar güzel bir gece olduğunu hatırlıyor musunuz? Hava ne kadar da yumuşak ve güzel kokuluydu. Mavi gök ve yıldız süslü gece ne kadar tatlıydı öyle. Ah madam! Sizinle bir an için dahi olsa yalnız kalabilmiştim. Siz de bana bütün yalnızlıklarınızı ve kalbinizdeki acıları anlatmak üzereydiniz. Koluma yaslanmıştınız madam. Başımı size doğru eğdiğimde güzel saçlarınız yanağıma dokunuyordu. Her dokunmayla birlikte bütün varlığımla titriyordum. Ah Kraliçe! Kraliçe! Cennetin sevinci ve güzelliği dahi böyle bir an yaratamaz. Bütün servetimi, geleceğimi, görkemimi, ömrümün kalan günlerini verirdim öyle bir an, öyle bir gece için. O gece beni sevdiniz madam, yemin ederim.”
“Evet lordum, yerin tesiri, gecenin büyüleyiciliği, çekiciliğiniz kısacası bir kadını mahvedebilecek binlerce şey etrafımı sarmıştı o ölümcül gecede. Ama biliyorsunuz ki Kraliçe zaafa düşen kadının yardımına koştu. Söylemeye cesaret ettiğiniz ilk sözde cevabınızı aldınız.”
“Evet, evet bu doğru. Benim yerimde başka bir âşık olsaydı bu sınava yenik düşerdi. Fakat benim aşkım daha sonsuz. Paris’e dönerek benden kaçacağınızı sandınız. Efendimin gözetlememi emrettiği hazineyi bırakamam sandınız. Fakat ne dünyanın bütün hazineleri ne de kralları hiç umrumda değil. Sekiz gün sonra geri döndüm madam. O zaman bana söyleyerek bir şeyiniz yoktu. Hayatımı sizi bir an görmek için riske atmıştım hâlbuki. Elinizi bile tutamadım ve siz beni bu kadar itaatkâr ve pişman görünce affettiniz.
“Evet, ama parçası olmadığım bu çılgınlıklar yüzünden iftiralar dört bir yanımı sardı, siz de biliyorsunuz lordum. Kardinal’in kışkırttığı Kral yaygara koparttı. Madame de Vernet yanımdan alındı, Putange sürgüne yollandı, Madame de Chevreuse’ün adı lekelendi. Siz Fransa elçisi olarak dönmek istediğinizde -hatırlayın lordum- Kral bizzat karşı çıktı.”
“Evet, Fransa Kral’ı bu reddedişinin bedelini savaşla ödeyecek. Sizi görmeye iznim yok madam ama benden her gün haber alacaksınız. Seferinin ya da La Rochelle’de Protestanlarla kurduğum ittifakın amacı nedir sizce? Sizi görmenin zevki. Elimde kılıçla Paris’e girme niyetim yok buna eminim. Ama bu savaş barış getirecek ve bu barış için bir müzakereciye ihtiyaç var. O müzakereci ben olacağım. O zaman beni reddetmeye cesaret edemezler. Böylece Paris’e döneceğim ve sizi görebileceğim. Bir anlığına dahi olsa mutlu olacağım böylece. Binlerce adam benim mutluluğumun bedelini canıyla ödeyecek bu doğru. Ama benim için sizi gördüğüm müddetçe bunun bir önemi yok. Bütün bunlar aptallık belki, belki de delilik. Söyleyin hangi kadının böyle bir âşığı, hangi Kraliçe’nin böyle bir hizmetçisi vardır?”
“Lordum, lordum, kendinizi savunmak için söyledikleriniz sizi daha da suçlu yapıyor. Aşkınıza delil olarak sunduğunuz her şey neredeyse suç.”
“Çünkü beni sevmiyorsunuz madam. Eğer sevseydiniz farklı bakardınız. Eğer beni sevseydiniz, ah bir sevseydiniz bu çok büyük bir mutluluk olurdu ve ben çıldırırdım! Ah, Madam de Chevreuse sizin kadar zalim değildi. Holland onu sevdi, o da bu sevgiye karşılık verdi.”
“Madam de Chevreuse kraliçe değildi!” diye söylendi Avusturyalı Anne böylesi bir tutku karşısında kendine hâkim olamayarak.
“O zaman eğer ki kraliçe olmasaydınız beni severdiniz madam. O zaman beni seveceğinizi söyleyin. Bana bu kadar zalim olmanızın sebebinin konumunuz olduğuna inanabilirim. Eğer ki Madam de Chevreuse’ün yerinde olsaydınız zavallı Buckingham dükü ümitlenebilirdi. Bu tatlı sözler için teşekkürler. Ah güzel Kraliçe’m, yüzlerce kez teşekkürler!”
“Ah lordum! Yanlış anlıyor, yanlış yorumluyorsunuz. Bunu demek istemedim.”
“Sessiz olun, sessiz! Eğer ki bir yanlışlıkla mutlu oluyorsam onu benden alma zalimliğini yapmayın. Bir tuzağın içine çekildiğimi bana siz söylediniz madam. Belki de bu tuzak beni öldürebilirdi. Bu çok ilginç olurdu çünkü bir süredir öleceğimi hissediyordum.” Dükün yüzünde üzgün ve çekici bir gülümseme belirdi.
“Aman Tanrı’m!” diye bağırdı Avusturyalı Anne. Düke olan ilgisinin söylemeye cesaret ettiğinden daha fazla olduğunu ortaya koyan bir korku ifadesiyle.
“Bunu sizi korkutmak için söylemedim madam. Bu benim için de sizin için olduğu kadar saçma. Bana inanın ki böyle hislere aldırmam. Fakat az önce söylediğiniz sözler, bana neredeyse verdiğiniz ümit için hayatımı verirdim.”
“Ah, ama ben…” dedi Anne. “Benim de önsezilerim var dük. Benim de rüyalarım var. Rüyamda kan kaybettiğinizi, yaralı vaziyette yattığınızı gördüm.”
“Sol tarafta bir bıçak var mıydı yok muydu?” diye araya girdi dük.
“Evet, vardı lordum. Sol tarafınızda bir bıçak vardı. Bu rüyayı size kim anlatmış olabilir acaba? Ben dua ederken Tanrı’dan başka kimseye anlatmadım.”
“Daha fazla sormayacağım madam. Beni seviyorsunuz, bu yeterli.”
“Sizi seviyorum, ben?”
“Evet, evet. Eğer beni sevmeseydiniz Tanrı size ve bana aynı rüyayı gösterir miydi. Eğer birbirimize bağlı olmasaydık aynı önsezileri tecrübe eder miydik? Beni seviyorsunuz benim güzel Kraliçe’m. Benim için ağlayacak mısınız?”
“Aman Tanrı’m, aman Tanrı’m!” diye bağırdı Avusturyalı Anne. “Bu taşıyabileceğimden daha fazla. Tanrı aşkına gidin dük. Gidin! Sizi sevip sevmediğimi bilmiyorum. Bildiğim tek şey yalan söylemeyeceğim. Bana acıyın ve gidin. Ah, eğer Fransa’da kalır ve Fransa’da ölürseniz ölüm sebebinizin bana olan aşkınız olduğunu düşünmek kendimi asla affetmememe sebep olur. Çıldırırım. Buradan ayrılın, size yalvarıyorum, ayrılın!”
“Ah, ne kadar da güzel şu hâliniz! Ah size ne kadar âşığım…” dedi Buckingham dükü.
“Gidin, gidin size yalvarıyorum. Bir elçi ya da bakan olarak, sizi çevreleyen muhafızlarınız, sizi kollayan hizmetçileriniz varken dönün. O zaman sizin için ya da hayatınız için endişelenmem ve sizi gördüğüme memnun olurum.”
“Ah bu söyledikleriniz doğru mu?”
“Evet.”
“O zaman müsamahanızın delili olarak, rüya görmediğimi bana hatırlatacak bir şey verin bana. Sizin taktığınız benim de takabileceğim bir şey olsun. Bir yüzük, kolye ya da zincir…”
“Dediğinizi yaparsam derhâl gidecek misini?”
“Evet.”
“Şu anda.”
“Evet.”
“Fransa’dan ayrılacak, İngiltere’ye döneceksiniz.”
“Evet, size yemin ederim.”
“O zaman bekleyin.”
Odasına dönen Kraliçe, gül ağacından yapılma altın işlemeli kutuyu alarak derhâl dışarı çıktı.
“Buyrun lordum.” dedi. “Benden hatıra olsun.”
Kutuyu alan Buckingham dükü ikinci kez diz çöktü.
“Gideceğinize söz verdiniz.”
“Ve sözümü tutacağım. Eliniz madam, elinizi uzatın gideceğim.”
Gözlerini kapatan Kraliçe elini uzattı. Diğer eliyle de düşmek üzereymişçesine Estafania’ya tutundu.
Buckingham dükü, Kraliçe’nin ellerini tutkuyla öptü ve ayağa kalktı.
“Eğer ki altı ay içinde ölmezsem sizi tekrar göreceğim madam. Tüm dünyanın altını üstüne getirmem gerekse bile.”
Dük daha sonra odadan ayrıldı. Koridorda kendisini bekleyen Madam Bonacieux ile karşılaştı. Aynı şekilde saraydan ayrıldılar.

13
Mösyö Bonacieux
Bütün bu olayların arasında konumunun önemine rağmen pek dikkate almadığımız bir kişi vardı. Bu kişi Mösyö Bonacieux’tu. Politik ve romantik entrikaların iç içe geçtiği o dönemin saygın kahramanıydı kendisi.
Kendisini tutuklayan muhafızlar onu derhâl Bastille’e götürmüştü. Burada silahını dolduran bir asker grubunun yanından titreyerek geçmişti.
Daha sonra kendisini bir yer altı dehlizine götürdüler. Burada korkunç bir muameleye ve iğrenç hakaretlere maruz kalmıştı. Karşılarında bir beyefendi görmeyen muhafızlar ona bir köylü gibi davranmışlardı.
Yarım saat gibi bir süre sonunda gelen bir kâtip bütün sıkıntılarını sona erdirecekti. Endişeleri hariç tabii. Kâtip adamın sorgu odasına götürülmesi talimatını vermişti. Şüphelileri genellikle hücrelerinde sorguya çekseler de Mösyö Bonacieux için durum farklıydı.
Kendisine eşlik eden iki muhafız Mösyö Bonacieux’u bir avlu ve koridordan geçirdikten sonra alçak bir odaya iterek soktular. Odada masa, sandalye ve bir komiser vardı. Sandalyeye oturan komiser bir şeyler yazıyordu.
Şüpheliyi masaya doğru iten muhafızlar, komiserin işaretiyle konuşmaları duyamayacakları bir mesafeye çekildiler.
Komiser, ne tür biriyle muhatap olduğunu görmek üzere kafasını kaldırdı. Komiserin itici bir görüntüsü vardı. Sivri burnu, sarı ve dikkat çekici elmacık kemikleri vardı. Küçük gözleri keskin ve delici bakışlar atıyordu. Yüzü aynı anda hem sansara hem de tilkiye benziyordu. Geniş siyah kıyafetinden çıkan uzun ve esnek boynunun desteklediği kafası, kabuğundan başını çıkaran kaplumbağa misali bir hareket yapıyordu. Mösyö Bonacieux’a adını, yaşını ve ikamet adresini sordu.
Şüpheli adının Jacques Michel Bonacieux olduğunu, elli bir yaşında olduğunu ve Fossoyeurs Caddesi 14 numarada yaşayan emekli bir tuhafiyeci olduğunu söyledi.
Komiser ise kendisini sorgulamak yerine sıradan bir vatandaşın politik meselelere dâhil olmasının ne kadar tehlikeli olduğunu anlatan uzun bir konuşma yaptı. Bu girizgâhı Kardinal’in gücü ve yaptıklarını anlatarak neticelendirdi. Kendisi kimseyle kıyaslanamayacak bir devlet adamıydı ve bütün devlet adamlarına örnek olabilecek biriydi. Ona ve gücüne karşı çıkanlar cezasız kalamazlardı.
Daha sonra sert bakışlarını zavallı Bonacieux’a sabitleyerek durumunun ciddiyeti üzerine düşünmesini söyledi.
Tuhafiyeci durumunu çoktan düşünmüştü. Laporte’un kendisini vaftiz kızıyla evlendirme fikrini ortaya attığı ana lanet okudu. Özellikle de vaftiz kızının majesteleri için çalışacağını öğrendiği ana lanet etti.
Mösyö Bonacieux’ün temelde bencillik ve paragözlükten oluşan karakteri, aşırı korkaklıkla soslanmıştı. Genç karısına olan sevgisi ikincil bir duyguydu ve bu ilkel duygularla baş edemezdi. Bonacieux kendisine söylenenler üzerinde düşünmüştü gerçekten de.
“Fakat Mösyö Komiser!” dedi sakince. “İnanın ki ben, bizi yönetme şerefine sahip olduğumuz Kardinal hazretlerinin kimseyle kıyaslanamaz erdemlerini herkesten çok takdir ediyorum.”
“Öyle mi?” diye sordu Komiser şüpheli bir tavırla. “Eğer durum buysa Bastille’e nasıl geldiniz?”
“Buraya nasıl ya da neden geldiğimi açıklamam imkânsız. Çünkü ben de bilmiyorum. Ama en azından bunun sebebinin Mösyö Kardinal’e itaatsizlik olmadığını biliyorum.”
“Ama yine de bir suç işlemiş olmanız lazım. Çünkü vatan hainliğiyle suçlanıyorsunuz.”
“Vatan hainliği mi!” diye bağırdı Bonacieux korkuyla. “Vatan hainliği! Hügenotlardan nefret edip İspanyollardan tiksinen gariban bir tuhafiyeci nasıl vatan hainliği ile suçlanır? Bunun imkânsız olduğunu kabul edin Beyefendi.”
“Mösyö Bonacieux!” dedi Komiser, şüphelinin gözlerine kalbinin derinliklerini okuyormuşçasına bakarak. “Bir karınız var değil mi?”
“Evet mösyö!” diye cevap verdi tüccar titreyerek. Burada durumun karmaşık bir hâl alacağını fark ederek. “Demek istediğim bir karım vardı.”
“Ne demek ‘vardı’? O zaman ona ne yaptınız da artık kendisine sahip değilsiniz?”
“Onu kaçırdılar mösyö.”
“Onu kaçırdılar mı? Ah!”
Bonacieux, “Ah!” ifadesinden durumun daha karmaşık bir hâl aldığı sonucunu çıkardı.
“Onu kaçırdılar. Peki bunu yapan kişinin kim olduğunu biliyor musunuz?”
“Sanırım biliyorum.”
“Kim peki?”
“Emin değilim Mösyö Komiser, sadece şüpheleniyorum.”
“Kimden şüpheleniyorsunuz? Hadi rahatça cevap verin.”
Mösyö Bonacieux büyük bir hayret içindeydi. Her şeyi inkâr ederse mi yoksa itiraf ederse mi daha iyi olacaktı? Her şeyi inkâr ederse söylediğinden daha fazlasını bildiğinden şüphe ederlerdi. Her şeyi itiraf ederse iyi niyetini ispatlayabilirdi. Bu sebepten her şeyi anlatmaya karar verdi.
“Uzun boylu, iri yarı, esmer, soyluya benzeyen birinden şüpheleniyorum. Bizi birkaç kez takip etmişti. Eşimi saraydan alıp eve götürdüğüm sırada.”
Komiser hafiften rahatsız olur gibi görünmüştü.
“Peki adı ne?” diye sordu.
“Ah, adını bilmiyorum! Ama onunla karşılaşırsam kendisini o saniye tanırım. Onu bin kişinin arasında olsa tanırım.”
Komiserin yüzü daha fazla asıldı.
“Demek onu bin kişi arasında olsa tanırsınız.” diye devam etti.
“Yani demek istediğim!” diye bağırdı yanlış bir adım attığını gören Bonacieux. “Demek istediğim…”
“Onu görseniz tanıyacağınızı söylediniz.” dedi Komiser. “Bu çok iyi ve bugünlük yeter. Daha fazla devam etmeden önce karınızı kimin kaçırdığı bilgisini birilerine ulaştırmalıyız.”
“Ama size o kişiyi bildiğimi söylemedim ki!” diye bağırdı Bonacieux ümitsizce. “Tam tersine dedim ki…”
“Şüpheliyi götürün!” dedi Komiser muhafızlara.
“Onu nereye götürelim?” dedi muhafızlardan biri.
“Zindana.”
“Hangisine?”
“Aman Tanrı’m! Güvenli olduğu müddetçe en kolay olanı hangisiyse ona!” dedi Komiser, Bonacieux’u korkutan bir kayıtsızlıkla.
“Vah, vah!” dedi Bonacieux kendi kendine. “Talihsizlik peşimi bırakmıyor. Karım korkunç bir suç işlemiş olmalı. Beni de suç ortağı sandıklarından onunla beraber cezalandıracaklar. Muhtemelen konuştu ve her şeyi itiraf etti. Zayıf oluyor kadın. Bir zindan… İşte bu… Gece bitince önce işkenceye uğrayacağım sonra da idam… Aman Tanrı’m, aman Tanrı’m! Bana merhamet et.”
Duymaya alışkın oldukları Mösyö Bonacieux’un yakınmalarını dinlemeden onu götürdüler. Bu arada Komiser derhâl bir mektup yazıp muhafıza verdi.
Bonacieux gözlerini kapatamadı. Bunun sebebiyse zindanın rahatsız edici olması değildi de kendi endişeleriydi. En ufak bir sesten dahi korkarak sabaha kadar taburenin üzerinde oturdu. Güneş ışınlarında dahi cenaze töreni çağrışımı var gibiydi.
Kapının açılmasını duymasıyla beraber korkuyla sıçradı. Kendisini idam sehpasına götürecek cellatlar geldi sandı. Bu sebepten karşısında dünkü Komiser ile Kâtibi görünce ikisini de kucaklayacak gibi sevindi.
“Sizin olay dünden beri daha karmaşık bir hâl aldı dostum. Size her şeyi anlatmanızı tavsiye ederim. Sadece pişmanlığınız dahi Kardinal’in öfkesini yok edebilir.”
“Her şeyi anlatmaya hazırım!” diye bağırdı Bonacieux. “En azından bildiğim her şeyi. Yalvarırım beni sorgulayın!”
“Öncelikle karınız nerede?”
“Onun kaçırıldığını söylemiştim.”
“Evet dün saat beşte sizin sayenizde kaçarak kurtuldu.”
“Karım kaçtı mı?” diye bağırdı Bonacieux. “Ah zavallı yaratık! Mösyö, eğer kaçtıysa bu benim suçum değil yemin ederim.”
“O zaman komşunuz Mösyö Dartanyan’ın odasında ne işiniz vardı? Kendisiyle gün içinde uzun bir konuşma yapmışsınız.”
“Evet Mösyö Komiser, bu doğru ve yanlış yaptığımı itiraf ediyorum. Mösyö Dartanyan’ın odasına gittim.”
“Ziyaretinizin amacı neydi?”
“Eşimi bulmama yardım etmesini istemekti. Onu bulmaya çabalamanın hakkım olduğuna inanıyordum ama yanılmışım gibi görünüyor. Sizden af diliyorum.”
“Peki Mösyö Dartanyan’ın cevabı ne oldu?”
“Mösyö Dartanyan bana yardım edeceğini vaat etti. Ama daha sonra bana ihanet ettiğini öğrendim.”
“Adaleti engelliyorsunuz. Mösyö Dartanyan sizinle bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmanın gereği olaraksa eşinizi tutuklamaya çalışan polisleri kaçırdı. Sonra da eşinizi sakladı.”
“Mösyö Dartanyan eşimi mi sakladı? Neler söylüyorsunuz?”
“Şansımıza Mösyö Dartanyan elimizde ve yakında onunla yüzleşeceksiniz.”
“Yemin ederim başka şey istemem!” diye bağırdı Bonacieux, “Tanıdık birinin yüzünü görmek beni üzmez.”
“Mösyö Dartanyan’ı getirin.” dedi Komiser. Böylece iki muhafız Athos’u getirdi.
“Mösyö Dartanyan!” dedi Komiser Athos’a hitaben. “Dün, Mösyö ile aranızda geçenleri anlatın.”
“Ama!” diye bağırdı Bonacieux, “Bu kişi Mösyö Dartanyan değil.”
“Ne? Mösyö Dartanyan değil mi?” diye haykırdı Komiser.
“Alakası yok!” diye cevap verdi Bonacieux.
“Bu adamın adı ne peki?” diye sordu Komiser.
“Bunu size söyleyemem, kendisini tanımıyorum.”
“Ne demek onu tanımıyorsunuz?”
“Tanımıyorum.”
“Onu daha önce görmediniz mi?”
“Evet, onu gördüm ama adını bilmiyorum.”
“Adınız?” dedi Komiser.
“Athos.” diye cevap verdi silahşor.
“Ama bu bir kişi adı değil, bir dağın adı!” diye bağırdı Komiser, kendini kaybetmeye başlamıştı.
“Benim adım bu.” dedi Athos sessizce.
“Ama isminizin Dartanyan olduğunu söylediniz.”
“Kim, ben mi?”
“Evet, siz.”
“Biri bana, ‘Siz Mösyö Dartanyan mısınız?’ dedi. Ben de, ‘Öyle mi dersin?’ dedim. Muhafızlar emin olduklarını söyleyince onlara itiraz etmek istemedim. Ayrıca yanılıyor olabilirim.”
“Mösyö, adaleti alaya alıyorsunuz.”
“Hiç alakası yok!” dedi Athos sakince.
“Siz Mösyö Dartanyan’sınız.”
“Görüyorsunuz mösyö, aynı şeyi tekrar ettiniz.”
“Ama diyorum ki Mösyö Komiser!” diye bağırdı Bonacieux. “Bu konuyla ilgili en ufak bir şüphe yok. Mösyö Dartanyan benim kiracımdır. Her ne kadar kirasını ödemese de. Onu işte bu sebepten tanıyorum. Kendisi on dokuz yirmi yaşlarında bir gençtir. Bu beyefendi ise en az otuz yaşında. Mösyö Dartanyan, Mösyö Dessessart’ın muhafız birliğinde görevli. Bu beyefendi ise Mösyö de Treville’in silahşorlerinden. Üniformasına bakın Mösyö Komiser, üniformasına bakın.”
“Bu doğru!” diye söylendi komiser. “Kahretsin! Bu doğru.”
O sırada kapı aniden açıldı ve Komiser’e bir mektup verildi.
“Ah zavallı kadın!” diye bağırdı Komiser.
“Ne? Ne diyorsunuz? Kimden bahsediyorsunuz? Umarım benim karım değildir!”
“Tam tersi, ta kendisi! Sizin iş kötüye gidiyor.”
“Ama…” dedi telaşlı tuhafiyeci. “Lütfen bana şunu söyleyin Beyefendi: Eşimin ben hapisteyken yaptığı bir şeyden dolayı benim durumum nasıl kötüleşebilir?”
“İkinizin planladığı şeytani bir planda rol aldığı için.”
“Size yemin ederim Mösyö Komiser, çok büyük bir yanlışlık yapıyorsunuz. Eşimin yaptığı şeylerle ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Yaptıklarıyla alakam yok. Eğer aptalca bir şey yaptıysa onu reddediyorum, inkâr ediyorum ve lanetliyorum.”
Bu arada Athos araya girdi ve Komiser’e, “Eğer bana daha fazla ihtiyacınız yoksa beni yollayın. Mösyö Bonacieux insanı yoruyor.”
Komiser bir el işareti yaptı ve, “Onları daha sıkı gözetim altında tutun.” dedi.
“Yine de…” dedi Athos her zamanki sakinliğiyle, “Eğer bu durum Mösyö Dartanyan ile ilgiliyse onun yerini nasıl alacağım bilemiyorum.”
“Sana emrettiğimi yap!” diye bağırdı Komiser, “Sakın bir şey söylemeyin. Anladınız mı?”
Omuz silken Athos sessizce muhafızı izledi. Mösyö Bonacieux ise bir kaplanın dahi yüreğini yumuşatacak şekilde feryat ediyordu.
Tuhafiyeciyi geceyi geçirdiği zindana kilitleyip gün boyu yalnız bıraktılar. Bonacieux bir tüccar gibi ağladı gün boyu. Ne de olsa asker değildi. Akşam saat dokuz civarı yatağa girmeye karar verdiği anda koridordan gelen ayak seslerini işitti. Kapısı açıldı ve muhafızlar içeri girdi.
“Beni takip edin.” dedi muhafızların arkasından gelen bir görevli.
“Takip mi edeyim?” diye bağırdı Bonacieux. “Bu saatte hem de? Tanrı aşkına nereye?”
“Emredilen yere.”
“Ama bu bir cevap değil.”
“Yine de söyleyebileceğimiz tek şey bu.”
“Aman Tanrı’m! Aman Tanrı’m!” diye söylendi. “Şimdi gerçekten mahvoldum!” dedi ve kendisini götürmeye gelen muhafızlara zorluk çıkarmadan mekanik bir şekilde takip etti.
Aynı koridordan, avludan ve başka bir binaya ait avludan geçtikten sonra nihayet kapıya geldi. Burada dört atlı muhafızın eşlik ettiği bir arabaya bindi. Muhafız yanına oturdu ve kapı kilitlendi. Hareket eden bir hapishane eşliğinde yola koyuldular. Cenaze arabası misali yavaş ilerliyorlardı. Şüpheli sıkıca kilitlenmiş pencereden yol kenarındaki evleri ve kaldırımları görebiliyordu hepsi bu. Ancak özünde hakiki bir Parisli olan Bonacieux, geçtikleri yerleri tanıyordu. Bastille’de hüküm giyenlerin idam edildiği St. Paul’a geldiklerinde neredeyse bayılacaktı ve iki kez haç çıkardı. Arabanın orada duracağını zannetmişti çünkü. Ancak araba yola devam etti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/aleksandr-duma/uc-silahsorler-69428194/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Roman de la Rose (ç.n.)

2
Ekü: Eski Fransız para birimi (ç.n.)
Üç Silahşörler Александр Дюма
Üç Silahşörler

Александр Дюма

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: 17. yüzyılda Fransa zayıflamış, Kral’ın Kardinal karşısında otoritesi sarsılmaya yüz tutmuş ve düşmanlar sınıra dayanmıştı. Adil Louis olarak anılan kral, Kardinal Richelieu’nun komplolarına karşın Mösyö de Treville’in gözde silahşorlerinden oluşan birliği ile muhafaza edilmektedir.

  • Добавить отзыв