Ölüm

Ölüm
Émile Zola
Emile Zola’nın Rougon ve Mcquart serisinin ikinci kitabı olan "Ölüm" yazarın kitabın ön sözünde de belirttiği gibi, doymak bilmeyen arzuların romanı… Yolsuzluklarla, türlü dalaverelerle zenginlik ve itibar kazanan Aristide, güzeller güzeli eşi Renée ve ilk eşinden olan oğlu Maxime’in çevresinde geçen roman, dönemin ruhunu ve toplumsal yozlaşmayı da başarıyla yansıtıyor. Giysileriyle, yiyecekleriyle, evleriyle, eğlenceleriyle, bireysel ve toplumsal ilişkiler en ayrıntılı şekilde tasvir edilirken, devlet adamlarıyla kurdukları şaibeli ilişkiler yüzünden palazlanan yeni zenginler ve ahlaki çöküşü hızlandıran onların açgözlülükleri de olabilecek en gerçekçi şekilde romana yansıtılmış. Her şeyin fiyatının olup değerinin olmadığı bir dünyada, elbette aşk, aile, sadakat, masumiyet gibi temel ve ahlaki kavramların da olduğu gibi kalmayacağını göstermekte Zola, tartışmasız büyük bir başarı sergiliyor. "Göğsünden yarıldığı vakit, içinden yalnız kepek dökülen koca bir oyuncak bebek olmuştu; bu hâle gelmişti. Yaşamının aşırılıkları karşısında babasının kanı, cinnet eşiklerinde onu perişan eden o burjuva kanı, içinde haykırdı; isyan etti. Her cehennem düşü ile tir tir titreyen onun, Béraud Konağı’nın kasvetli ciddiyetine müptela yaşaması gerekirdi. Onu böyle çırılçıplak soyan kimdi?"

Émile Zola
Ölüm

Émile François Zola, 1840 yılında Paris’te doğdu. Yazar olarak ilk başarısını Thérèse Raquin (1867) adlı romanla kazandı. Eserin 1868 tarihli ikinci baskısının ön sözünde, şahsı için ilk defa natüralist sıfatını kullandı. Ardından yirmi ciltten oluşan Rougon-Macquart’lar: İkinci İmparatorluk Devrinde Bir Ailenin Doğal ve Toplumsal Tarihi serisini kaleme aldı. Meyhane (1877), Nana (1880) ve Germinal (1885) adlı en sevilen eserlerinin de içinde olduğu bu seride, 1851 Devlet Darbesi ile başlayıp 1870 Sedan Bozgunu’na kadar süren İkinci İmparatorluk Dönemi Fransız toplumunun bir tablosunu yansıtmaya çalıştı. 1880 yılında Paris’te, edebiyat dünyasına henüz giriş yapan natüralizm akımı mensupları, Zola’nın önderliğinde bir araya geldi. Rougon-Macquart’lar serisinin beşinci kitabı olan Çöküş (1887) yayımlandığında, natüralist grubun bazı üyeleri Zola’nın fazla ileri gittiğini düşünerek topluluktan ayrıldılar. Dreyfus Davası sırasında Yüzbaşı Dreyfus’un Yahudi olduğu için yargı sürecinin aleyhine işlediğine dair yazıları ve broşürleri, özellikle Fransa başkanına ithafen kaleme aldığı Suçluyorum adlı makalesi gazetede çıktıktan bir süre sonra İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Bir yıl sonra Fransa’ya döndü. Yine Dreyfus Olayı’ndan esinlenerek son kitabını yazdıktan sonra, 1902 yılında Paris’te öldü.
Zeyneb Acıoğlu, 1998 yılında İstanbul’da doğdu. Gazi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Fransız Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı son sınıf öğrencisi olarak lisans eğitimine devam etmektedir.

I
Eve dönerken göl kıyısından dönen araçların sıkışıklığında fayton adım adım ilerliyordu. Bir anda sıkışıklık öyle bir hâl aldı ki fayton durmak zorunda kaldı. Güneş; açık gri bir ekim gökyüzünde, ufukta ince bulutların çizgisinde batıyordu. Uzaklarda, etrafı derelerle sarılı sıradağlardan süzülen son bir ışık, hareketsiz kalan araçları kırmızı bir ışığa boğarak yol boyunca ilerliyordu. Koyu mavi tabelalar çevredeki manzaradan parçalar yansıtırken altın parıltıları, tekerleklerden yayılan parlak ışıklar, saman sarısı faytonun köşesi boyunca yerleşmiş gibi gözüküyordu. Daha yukarıda, koltuktan sarkan yarı katlanmış kordonlarının pirinç düğmelerini aydınlatan, arkalarından vuran kırmızı ışığın tam ortasında bir şoför ve uşak oturuyordu. Lacivert üniformaları, kumaş pantolonları, çizgili siyah-sarı yelekleri ile iyi birer uşak gibi dimdik, ciddi ve sabırlı bir şekilde araçların sıkışıklığından şikâyet etmeksizin duruyorlardı.
Siyah bir kokartla süslenmiş şapkaları, büyük bir asalete sahipti. Büyüleyici doru atlar sabırsızlıkla burunlarından soluyordu. ‘‘Bak!’’ dedi Maxime. ‘‘Laure d’Aurigny orada, görmüyor musun Renée?’’ Renée hafifçe öne doğruldu, miyop olduğu için gözlerini kısarak baktı: ‘‘Onun kaçtığını sanıyordum. Saçlarının rengini değiştirmiş, değil mi?’’ diye sordu. Maxime gülümseyerek: ‘‘Evet, yeni sevgilisi kızıl saçtan nefret ediyor.’’ Renée, onu bir saatlik sessizliğe sürükleyen hüzünlü rüyadan uyanıp bir şezlongda uzanırcasına yattığı aracın arka koltuğundan öne doğru eğildi; elini faytonun alçak kapısına yasladı ve baktı. Onu fazlasıyla kibirli gösteren, leylak rengi ipek bir elbisenin üzerine önlüklü ve tunikli, büyük pileli fırfırlarla donatılmış, beyaz kumaştan, yine leylak rengi kadife yakalı küçük bir palto mu giymişti? Rengi katıksız tereyağını andıran garip, soluk, pas rengine çalan kahverengi saçları, bir tutam Bengal gülüyle süslenmiş ince bir şapkayla zar zor gizleniyordu. Gözlerini kısmaya devam etti, onu küstah bir çocuk gibi gösteriyordu; alnı derin bir çizgiyle kırışmış, üst dudağı asık yüzlü bir çocuğunki gibi çıkıktı. Sonra, görme problemi olduğu için bir erkek gözlüğü olan kelebek gözlük aldı ve burnuna değdirmeden elinde tutarak kendince, müthiş sakin gözlerle Laure d’Aurigny’i inceledi.
Arabalar hâlâ hareket etmiyordu. O sonbahar öğle sonrasında Boulogne Ormanı çevresinde sıralı, koyu renkli faytonların kalabalığı; araçların cam kenarlarında, atların gemlerinde, bir fenerin metalle kaplı soketinde, yüksek rütbeli uşakların koltuklarından sarkan yarı katlanmış kordonlarında beliriyordu. Ara sıra üstü açık bir at arabası kapısından, ipek ya da kadifeden bir kadın elbisesinin kumaş parçası sarkardı. Önceleri dinginliğe dönüşen tüm bu gürültü patırtının yerini, artık yavaş yavaş koca bir sessizlik almıştı. Ormanın arka planında, araç sesleri ve yayaların uğultuları duyulurdu. Faytonlarda camdan cama sessiz bakışmalar yoktu artık; uğultular yoktu, bu sessizliği ancak koşum takımlarının tıkırtısı ya da yerinde duramayan bir atın tepinme sesleri bozardı. Uzaklarda, şehrin sesi ölüyordu.
Sekiz yaylısında[1 - 19. ve 20. yüzyılların başlarında, çift süspansiyon sistemine sahip lüks atlı arabalara verilen isim. (ç.n.)] ilerleyen Sternich Düşesi; Victoria’sında[2 - IV. George için tasarlandığı düşünülen, tek atlı ve şoför koltuklu zarif bir Fransız fayton türü. (ç.n.)] Madam de Lauwerens; büyüleyici açık kahverengi tek atlı faytonunda Meinhold baronu; benekli midillisiyle Vanska kontesi; ünlü siyahi step dansçılarıyla Madam Daste; faytonlarında Madam Guende ve Madam Teissèrie; koyu mavi faytonunda küçük Sylvia ve sonra, eski moda resmî kıyafetiyle yaşlı Don Carlos; vasisi yanında olmayan, başında fesiyle Selim Paşa; küçük faytonu ve beyaz giysisiyle Rozan düşesi; iki tekerli faytonunda Mösyö Chibrey kontu; en şık araçla Mösyö Simpson ve tüm Amerikan kolonisi… Son olarak, kiralık araçta iki akademisyen. İşte, sezon geçmiş olmasına rağmen tüm Paris oradaydı.
En öndeki araçlar nihayet hareketlenmeye başladı ve ardından, araçların oluşturduğu kuyruk birer birer ilerledi. Âdeta bir uyanış gibiydi. Işıklar, dans ederek saçılıyor; parıltıları sokaklarda kavuşuyor ve kıvılcımları atların koşum takımlarında bitiyordu. Tüm bunlar toprağın, ağaçların ve araçların camlarındaki yansımalarda görüldü. Tekerlek ve koşum takımlarındaki bu parıltıya batan güneşin yeni cilalı tabelaları, yakıp kavurduğu kor kırmızının ihtişamı, göz kamaştıran üniformaların ve araç kapılarından sarkan zengin kumaş parçalarının gökyüzüne uzanan eşsiz notaları ve atların ahenkli tırıslarında duyulan boğukça bir hırıldama sesi eşlik etti. Tören; sanki öndeki araçlar, arkalarındaki araçları beraberinde sürüklüyormuş gibi durmaksızın tek bir hizada, aynı parlaklık ve gürültüyle devam etti. Renée, faytonun hafif sarsıntısıyla irkilerek kelebek gözlüğünü bıraktı ve kendisini minderlere attı. İpeksi bir kar tabakası gibi aracın içini dolduran ayı postunun bir köşesini, titreyerek kendine doğru çekti. Elleri, kıvırcık tüylerle kaplı zarif eldivenlerde kayboluyordu. Hafif bir esinti vardı. Boulogne Ormanı’na âdeta bahar gelmiş gibi hissettiren, hanımları üstü açık araçlarında gezintiye teşvik eden bu ılık ekim öğleden sonrası; yerini keskin bir soğuk gecenin tehdidine bıraktı.
Renée, bir an için faytonun dönen tekerleklerinin keyif veren sesiyle sakinleşerek köşesinin sıcaklığında büzüşüp kaldı. Daha sonra, başını faytonlarda gezinen kadınları sakince gözleriyle süzen Maxime’e doğru kaldırarak: ‘‘Gerçekten bu Laure d’Aurigny denen kadını çekici buluyor musun, söyle bana. Geçen, elmaslarının satışı hakkında konuştukları gün, ona övgüler yağdırmıştın. Ha bir de satıştan babanın bana aldığı kolye ve aigretteyi[3 - Bir başlık veya şapkanın süslenmesinde kullanılan, sorguçlu kret ya da akbalıkçılın başındaki tüylerine atıfta bulunan isim. Mücevherlerdeki benzer süsleri tanımlamak için de aynı isim kullanılmaktadır. (ç.n.)] gördün mü?’’ diye sordu. Maxime, bıyık altından sırıtarak: ‘‘Tabii, o her şeyin en iyisini yapar. Karısına elmas vermeyi bildiği gibi Laure’un borcunu nasıl ödeyeceğini de çok iyi bilir.’’ Renée, hafifçe omuz silkti ve gülerek ‘‘Serseri!’’ diye söylendi. Yeşil elbiseli bir kadın, Maxime’in ilgisini çekmiş; genç adam öne doğru eğilmiş ve dikkatle kadına bakıyordu. Renée başını geriye yaslamış, yarı kapalı gözlerinde baygın bakışlarla bir şey göremeden sokağın her iki tarafını seyrediyordu. Sağda; kırmızı yapraklı ve ince dallı kısa kesilmiş bodur ağaçların olduğu, ara sıra binicilere açılan yoldan, dörtnala koşan atlarının toz bulutundan geçip giden orta boylu beyefendiler… Solda; çiçek bahçeleri ve çalılarla bütünleşen dar çimenliklerin hemen dibinde, kristal gibi berrak ve dingin göl, kenarları bahçıvan kürekleriyle özenle budanmışçasına dümdüz uzanıyordu; bu yarı saydam aynanın uzaktaki tarafında, gri bir çubuk gibi görünen bir köprüyle solgun gökyüzüne karşı nazikçe birbirlerine meyletmiş iki ada ve köknar ağaçları ile her dem tazelerin teatral duruşları, ufuk boyunca dikkatle çekilmiş bir perdenin saçakları gibi suya yansıyorlardı. Henüz çizilmiş gibi duran bu doğa parçasının üzerindeki hafif bulutlar, uzaktan ona muazzam bir çekicilik ve muzip bir sahtelik havası veren mavimsi birer gölge gibiydiler.
Diğer kıyıda, yeni alınmış bir oyuncak gibi ışıldayan Châlet des Îles’te altın rengi kum taneleri, arsız çimenlerin arasından rüzgârda savrularak göl boyunca geziniyor; ahşap rustikleri taklit eden dökme demirden çemberlerle çevrili dar bahçede, günün son ışıkları altında göze çarpan suyun ve çimlerin soluk yeşili, garip bir tezat oluşturuyordu.
Renée; etrafının bu büyüleyici manzarasına artık aldırış etmeden bitkinliğine yenik düşmüş, gözlerini tamamen kapamış, üzerindeki uzun tüylü ayı postunu kavrayan ince parmaklarından başka bir şey göremez olmuştu ancak, faytonların tırıslarında gerçekleşen ani bir sarsıntı ile yavaşça başını kaldırdı ve göl kenarındaki yoldan ayrılan bir araçta, sarsılarak ilerleyen yan yana oturmuş iki genç kadına güçlükle selam verdi. Araçtaki kadınlardan biri; kocası imparatorun eski yaveri olan ve sarayın yaşlı somurtkan soylularının rezaletlerine her zaman yüksek sesle karşı çıkması ile bilinen, İkinci İmparatorluk Dönemi’nde sarayın en ünlü hanımlarından olan Markiz d’Espanet; diğeri ise imparatorluğun politikaya atadığı, Colmar’dan tanınan ünlü multimilyoner sanayici ile evli olan Madam Haffner’di. Renée bu kadınları yatılı okuldan tanıyordu. O zamanlar “ayrılmaz ikili” olarak bilinen bu iki kadına ön adları ile sesleniyordu: Adeline ve Suzanne. Onlara gülümsedikten sonra yeniden aracının köşesine sinmek üzereyken Maxime’in kahkahası ile ona doğru döndü. Yarı baygın bu yatışına alaylı gözlerle bakan Maxime’e: ‘‘Hayır, hayır! Gerçekten durum ciddi, öyle üzgünüm ki lütfen gülme.’’ Maxime gülünç bir ses tonuyla: ‘‘Ah! Ne acı. Gerçekten, kıskanıyor musun?’’ dedi. ‘‘Ben mi?’’ diye cevap verdi Renée, ‘‘Kimi kıskanacakmışım? Ah, tabii. Şu şişko patates Laure’u. İnan bana, hiç umurumda değil.’’ dedi, donuk bir gülümseme ile. ‘‘Eğer Aristide, inanmamı istediğiniz gibi onun borçlarını ödeyip yurt dışına kaçmaktan kurtardıysa paraya sandığımdan daha az düşkün olduğunu gösterir. Bu da onu, kadınların gözdesi yapacaktır. Sevgili Mösyö, sizi tamamen özgür bırakıyorum.’’ Bunu söylerken sesinde oldukça inandırıcı bir ilgisizlik vardı: “Sevgili Mösyö…” Birden tüm bedenini öylesi bir hüzün kapladı, zevkin tanımını unutmuş bir kadının kederli gözleri ile mırıldandı: ‘‘Nasıl da isterdim… Ama hayır; kıskançlık değil bu, hiç değil.’’ Bedeninde sezinlediği son gücü, ‘‘Görmüyor musun, çok yorgunum.’’ diyerek tüketti ve mıh gibi dudakları ile derin bir sessizliğe gömüldü. Faytonlar hâlâ, düzgün tırısları ve uzakta şarıldayan bir şelalenin sesini andıran gürültü ile göl boyunca ilerlemeye devam ediyordu. Şimdiyse solda; su ve yolun arasında tuhaf sütun demetleri oluşturan ince ve düz yapraklı bodur ağaçlar uzanıyordu. Sağda; koruluklar ve ağaçlar geride kalmış, Boulogne Ormanı şimdi uçsuz bucaksız yeşil çimenliklere açılıyordu. Oraya buraya tek tük dizilmiş uzun ağaçlar, usulca dalgalanan yeşil yaprakları ile bir örtü misali Porte de la Muette’in oldukça uzaktan seçilebilen, yere hizalanmış siyah dantel parçası gibi gözüken kapısına kadar uzanıyordu. Ağaç ve yaprakların esintisinin derinleştiği yamaçlarda, manzara masmavi idi. Önünde uzayıp giden ufuk ve akşamın tatlı havasında nemlenmiş bu çimenler, Renée’ye varlığının anlamsızlığını hissettiriyordu.
Derin sessizliğinin sonunda: ‘‘Ah, çok sıkılıyorum; sıkıntıdan ölüyorum.’’ dedi. Maxime sakince: ‘‘Hiç eğlenceli değilsin. Bunu biliyorsun, değil mi? Sinirlerin çok bozulmuş, orası kesin.’’ Renée soğuk bir eda ile: ‘‘Haklısın, sinirlerim bozulmuş.’’ Ardından anaç bir tavırla ekledi: ‘‘Yaşlanıyorum, sevgili oğlum. Yakında otuz yaşıma gireceğim. Hiçbir şey bana zevk vermiyor, korkunç bir şey. Sen henüz yirmili yaşlarındasın, beni anlaman mümkün değil.’’ Maxime bir anda çıkıştı: ‘‘Bu itiraflar için mi beni buraya kadar getirdin, bu yolculuk bitmeyecek.’’ Renée bu terbiyesizliği, şımarık bir çocuğa her istediğini yapmasına izin verircesine âciz bir gülümseme ile karşılayarak: ‘‘Hayıflanmakta haklısın.’’ dedi. Maxime: ‘‘Her bir elbisene yılda yüz bin franktan fazla harcıyorsun ve her bir elbisen, gazetelerde çok matah bir şeymiş gibi haber oluyor; koca bir konakta yaşıyor, muhteşem atların sahibesi oluyor, tüm saçma taleplerin herkes tarafından karşılanıyor, tüm kadınlar seni kıskanıyor ve sırf parmak uçlarına bir öpücük kondurabilmek için ömründen on yıl verebilecek adamlar tanıyorum, haksız mıyım?’’ Renée cevap vermeden söylediklerini onaylarcasına başını sallıyordu. Gözlerini, üzerine çektiği ayı postuna dikmişti. Maxime ekledi: ‘‘Lütfen, mütevazılığın lüzumu yok. İkinci İmparatorluk’un en nüfuzlularından biri olduğunuz apaçık ortada, aramızda böyle şeylerin gizlisi saklısı olmaz. Nereye giderseniz gidin, Tuilière’e dahi gitseniz bakanlara, milyoner ya da multimilyonerlere hüküm sürersiniz. Hiçbir şey zevk vermiyormuş! Size duymak zorunda olduğum saygı beni alıkoymasa…’’ Birkaç saniye duraksadıktan sonra küstahça gülümseyerek cümlesini bitirdi: ‘‘Her elmadan ısırdığınızı söylerdim.’’ Renée gözünü bile kırpmıyordu. Maxime devam etti: ‘‘Çok sıkılıyormuş!’’ sinirden güler hâlde tekrarlıyordu bu cümleyi ve devam ederek; ‘‘Hayret bir şey! Ne istiyorsunuz siz? Daha ne istiyorsunuz?’’ Renée, bilmiyorum der gibi omuzlarını silkti. Maxime, başını öne eğmiş kadının bakışlarındaki karanlığın ciddiyetini gördüğü an, “En iyisi artık çenemi kapatayım.” diye düşündü. Gölün sonuna geldiklerinde, yayılarak koca kavşağı doldurmuş peş peşe dizili araçlara baktı. Tüm görkemleri ile kavşağı dönen araçların ardından, atlarının sert zeminde hızlanan tırıslarının sesi yükseliyordu. Faytonun, araçların hizasına girmek için yaptığı sert dönüşten Maxime; belli belirsiz bir haz duydu. Sonra, her ne kadar istese de Renée’nin üzerine gitmeye devam etmekten sakınarak: ‘‘Bak, bu gezintiyi hak ediyorsun. Sana iyi gelecek. Paris’e dönmüş, önünüzde diz çöken tüm şu kalabalığa bir bakın. Sizi bir kraliçe gibi selamlıyorlar. Hatta şuradaki, yakın arkadaşınız Mösyö de Mussy’e bir bakın. Sizi öpücüklere boğmamak için kendisini zor tutuyor.’’
Maxime şimdiye dek alaycı bir ikiyüzlülükle konuşurken hakikaten de bir atlı, Renée’yi selamlıyordu. Kadın, omuz silkerek arkasını dönünce bu kez Maxime umutsuzluğa kapılarak: ‘‘Gerçekten mi? Ah, Tanrı’m! Her şeye sahipsin, daha ne istiyorsun?’’ dedi. Renée başını kaldırmış, tatmin olmamış bir merakın arzusunda parlayan gözleri ve alçak bir sesle: ‘‘Başka bir şey istiyorum.’’ Maxime: ‘‘Ancak sizin gibi her şeye sahip biri için, başka bir şey nedir?’’ diye sordu gülerek. ‘‘Nedir?’’ diye tekrarladı Renée ancak yanıtlamadı. Sağına doğru dönerek ardından solup giden garip tabloyu seyretti.
Neredeyse gece olmuştu. Alaca karanlık, ince bir kül gibi yavaş yavaş düşüyordu. Göl, suyun üzerinde kalan son ışığın solgunluğunda koca yuvarlak bir metal levhayı andırıyor; her iki kıyıyı da kaplayan düz, ince gövdeleri ile gölün uyuklayan yüzeyinden yükseliyormuş gibi görünen yeşil yapraklı ağaçlar, su kenarının ölçüp biçilmiş kıvrımlarını vurgulayan morumsu sıralı sütunlar gibi görünüyordu. Uzaklarda başıboş yaprak yığınları, koca birer kara leke gibi ufku örtüyordu. Kara lekelerin ardından bu gri sonsuzluğun yalnızca bir parçasını alevlendiren, sönmek üzere olan güneşten yayılan kor kırmızı bir parlaklık yayıldı. Bu durgun gölün, bodur ağaçların ve tuhaf bir biçimde rahatsızlık vermeyen bu manzaranın üzerinde gökyüzü daha da büyüyor ve genişliyordu. Bu küçük doğa köşesinin, büyük gökyüzü parçasının tepesinden böylesi kasvetli bir sonbahar akşamının tatlı ve yürek burkan bir gecesinde, bir ürperti ve belirsiz bir hüzün kapladı her yanı. Ağır ağır gölgeden bir kefene teslim olan Boulogne Ormanı, tüm dünyevi zarafetini kaybederek ormanlarının güçlü cazibesi ile devleşti. Alaca karanlıkta parlaklığını yitiren araçların tırıs sesleri, uzaktaki yaprakların ve akan suyun sesi gibi geliyordu. Her şey yavaşça ölüyordu. Gölün ortasında büyük bir Latin teknesinin yelkeni göze çarpıyordu. Bu tümüyle kayboluş anında, sarı devasa yelken bezinden başka bir şeyi ayırt etmek imkânsızdı.
Renée, kutsal ormanların ürperttiği gece boyu uzanmış; artık ona pek tanıdık da gelmeyen bu dünyevi yapaylıktaki manzaradan, antik tanrıların utanç verici ilahi(!) ensestlikleri ve zinalarıyla dolu aşklarının tarifsizliğinde bir arzu hissi duydu. Fayton ilerledikçe geride kalan titrek bir peçe ardındaki alaca karanlık; beraberinde düşlerinin ülkesini, hasta kalbi ile yorgun bedenini tatmin eden o insanüstü ve utanç verici koca oyuğu da söküp alıyordu sanki. Göl ve bodur ağaçlar göğün hizasında kara bir çizgi misali gölgeler arasında kaybolurken Renée, bir anda dönerek yanıtlamadığı soruyu tekrarladı: ‘‘Nedir?’’ ve devamında; ‘‘Başka bir şey işte… Ne olduğunu nasıl bilebilirim başka bir şeyin. Tüm bu balolardan ve şık akşam yemeklerinden bıktım artık! Hep aynı şeyler, anlıyor musun? Beter bir şey bu. Hele erkekler… Öyle katlanılmazlar ki!’’ Maxime kahkaha attı. Bu sosyetik kadının bilgiç tavırlarının ardında gözlerini hiç kırpmayan, alnındaki kırışıklığı daha da belirginleşen, dudakları somurtkan bir çocuğunki gibi adını bir türlü koyamadığı arzularını arıyormuşçasına öne çıkan çehresinde, bir heyecan seziliyordu. Maxime’nin gülmeye devam ettiğini gördü ancak onu susturamayacak kadar heyecanlıydı. Faytonun ani sarsıntısı ile geriye doğru sallandı ve keskin kısa cümlelerle: ‘‘Kesinlikle, hepiniz katlanılmazsınız. Sözüm meclisten dışarı, sen daha çok gençsin ancak, Aristide ve hayatıma giren diğer tüm adamların başlarda beni nasıl bunalttığını bir bilsen… Biliyorsun, sen ve ben iyi arkadaşız; sana güveniyorum. Bazen, zengin ve tapılası kadın olmaktan o kadar bunalıyorum ki Laure d’Aurigny gibi sıradan bir kadın olmayı diliyorum.’’ Bunu duyunca kahkahaya boğulan Maxime’i ikna etmek istercesine: ‘‘Gerçekten, bir Laure d’Aurigny olmak bile daha az sıkıcı olsa gerek.’’ Renée birkaç dakikalığına, Laure d’Aurigny olsa hayatının nasıl olacağını düşünmek için sustu ve ardından ürkek bir tonla: ‘‘Ancak hiç şüphesiz, tüm o kadınların da kendince dertleri vardır. Hayatın cilvesi işte… Dediğim gibi, başka bir şey olmalı. Daha önce kimsenin hissetmediği, tamamen yeni ve eşsiz bir zevk, anlıyor musun?’’ Bu hayalî zevkin hevesi içinde âdeta kayboluyor, konuşması ağırlaşıyordu. Fayton, Boulogne Ormanı çıkışına doğru ilerliyordu. Koruluklar, yolun her iki tarafında kasvetli grimsi duvarlar gibi gölgeler içinde uzadı. Boş kaldırımlar üzerinde şık giyimli burjuvaları ve derin bir melankoliyi ağırlayan, kışı şaşkına çeviren sarıya boyalı döküm sandalyeler ve tenha yol boyu ahenk ile ilerleyen peş peşe araçların kederli iniltileri…
Şüphesiz Maxime, hayatın her daim güzel olabileceğini düşünmenin sahteliğinin farkındaydı. Hâlen ara sıra ortaya çıkan güzelliklerine kendisini kaptırabilecek kadar genç olsa da öylesine kibirli, alaycı, kayıtsız ve tüm bunların iğrençliğini duyumsayamayacak kadar da yaşlıydı. Oysa bunu itiraf edebilse belki kendi ile gurur duyardı. Renée’ye doğru uzandı ve acıklı bir sesle: ‘‘Haklısın, tüm bunlar çok yorucu. Ben de sık sık o tarifsiz zevki bulmanın ve ‘başka bir şey’in hayalini kuruyorum. Seyahat etmek kadar nefret ettiğim bir şey yok mesela. Para kazanmaktan da… Ben, parayı harcamayı severim. Bir yerden sonra o da başlardaki gibi zevk vermiyor tabii. Sevmek, sevilmek… Eninde sonunda bundan da usanıyoruz değil mi? Ah, evet! Kesinlikle usanıyoruz.’’ Renée cevap vermiyordu. Maxime, onu konuşturabilmek için büyük bir saygısızlık ile şaşırtmayı düşünerek: ‘‘Bir rahibe tarafından sevilmek isterdim, ne komik olurdu değil mi? Onu düşlemenin günah olduğu birini sevdiğini düşünsene…’’
Renée hâlen sessizdi. Maxime, söylediklerini dinlemediğini düşündü. Boynunu faytonun dolgun kenarına yaslamış kadın, gözü açık uyuyor gibiydi. Öyle hareketsizce yatıyor; onu daha da karanlığa sürükleyen düşünceler, titreyen dudaklarında görülüyordu. Kendisini tümüyle bıraktığı alaca karanlığın gölgesi, onu belirsiz bir hüzün ve zevkin ağırlığına boğmuştu. Şüphesiz, gözünü kırpmadan öndeki uşağın kamburunu izleyen Renée; mide bulandırıcı lüksler, katılmak istemediği yavan eğlenceler, anlık tatminler, tekdüze aşklar ve ihanetler ile geçip giden hayatını düşünüyordu. Sonra yorgun zihninin bir türlü bulamadığı bu “başka bir şey” fikri, bir umut gibi titrek bir arzu ile beliriverdi. Hayalleri, yolunu kaybetti. Bir çaba ile onları aradı zihninde; ancak zifirî karanlıkta, faytonların tekerlerinin gürültüsünde kayboluyorlardı. Aracın hafif sarsıntısı da arzusunu dile getirmesinin önündeki bir diğer engeldi. Yolun iki tarafında uzanmış gölgeler içinde uyuyan ağaçlar, tekerlerin gürültüsü ve onu tatlı bir şekilde uyuşturan bu hafif sarsıntı Renée’yi müthiş bir şekilde kışkırtıyordu. Gerçekliğe kavuşmamış hayaller, isimsiz arzular, karmaşık dilekler, eve dönüş yolunda göğün solduğu bu saatlerde bir kadının yorgun kalbine binlerce kara leke gibi nüfuz edip onu korkunç bir hale getirebilirdi. İki eli ile ayı postunu sımsıkı tutmuş, kadife yakalı beyaz yün paltosunun altında ter döküyordu.
Renée, biraz olsun rahatlamak için gerinirken ayağını uzattı ve Maxime’nin sıcak bacağına nazikçe dokundu. Maxime tepki vermedi. Bir sarsıntı Renée’yi uyuşukluğundan kaldırdı ve başını kaldırarak gri gözleri ile yanında oturan zarif genç adama merakla baktı. O sırada fayton, Boulogne Ormanı’ndan çıkıyordu. L’Avenue de L’Impératrice Caddesi, ufka değen yeşile boyalı iki ahşap bariyer ile alaca karanlıkta dümdüz uzanıyordu. Atlılara ayrılan yan yolda, beyaz bir at kasvetli gölgeyi parlak bir nokta gibi delip geçiyordu. Diğer tarafta geçit boyunca, orada burada Paris’e doğru ilerleyen başıboş gezginler vardı ve en tepede, araçların kalabalıklaştığı işlek patikanın sonunda, engin isli gökyüzüne karşı beyazlığı ile göze çarpan L’Arc de Triomphe’nin bir bölümü görünüyordu.
Fayton hızlı tırıslarla ilerledikçe Maxime, caddenin her iki yanında azalan çimler yerine yükselen binaların kaprisli mimarilerinin oluşturduğu manzaranın İngiliz cazibesine kapılıp gidiyor; Renée ise La Place de l’Etoile’da yanan her bir gaz lambasının, o küçük sarı ışıkları ile yiten günü aydınlattığını gördükçe keyifleniyor; gaipten sesler içinde Paris’in bu sonbahar gecesinde onun için yandığını ve ona bilinmeyen zevki hazırladığını duyumsuyordu.
Fayton; L’Avenue de la Reine-Hortense’ye dönmüş ve La Rue Monceau’nun sonunda, Malesherbes Bulvarı’ndan birkaç adım ötede, bir avlu ile bahçe arasındaki büyük bir konağın önünde durdu. Avluya açılan yaldız işlemeli büyük bir çift kapının her iki yanında, içinde büyükçe alevlerin parladığı, yine yaldız işlemeli çömlek şeklinde bir çift de gaz lambası bulunuyordu. İki kapı arasında, küçük bir Yunan tapınağını anımsatan küçük bir evde kapıcı yaşıyordu. Araç avluya girmek üzereyken Maxime çeviklik ile yere atladı. Renée, genç adamın elini tutarak: ‘‘Biliyorsun, akşam yemeği yedi buçukta. Hazırlanmak için bir saatten fazla vaktin var, çok geç kalma.’’ dedi ve ekledi: ‘‘Mareuiller de bize katılacak, biliyorsun. Baban özellikle Louise’e karşı nazik olmanı rica ediyor.’’ Maxime, yüzü düşerek: ‘‘Ah, ne sıkıcı! Onunla evlenmek ile ilgili bir problemim yok ancak sürekli gönlünü hoş tutmaya çalışmak çok saçma. Renée, bu akşam beni Louise’den kurtarabilirsen ne güzel olurdu.’’ Ne zaman espri yapacak olsa takındığı muzip ifade ve Lassouche’den taklit ettiği buruşuk yüz ve aksanla: ‘‘Ne dersin, sevgili üvey anneciğim?’’ Renée, dostane bir niyet ile genç adamın elini tuttu ve kibar, gergin bir tavırla çabucak: ‘‘Eğer babanla evli olmasaydım neredeyse bana kur yaptığını düşünecektim.’’ Maxime bu söylemi çok komik bulmuş olacak ki Malesherbes Bulvarı’ndan köşeyi dönerken hâlen gülüyordu. Fayton içeri girdi ve basamakların önünde durdu. Bu kısa ve geniş basamaklar, kenarlarında altın rengi saçaklar ile süslenmiş koca tenteler ile çevriliydi. Konağın iki katı; küçük, kare buzlu camlara sahip hizmetli odasının üzerinden yükseliyordu. Basamağın en tepesinde, cumbalı pencerelerin arasından çatıya kadar uzanan ince sütunlar ile destekli alınlığın altında, koridora açılan giriş kapısı bulunuyordu. Ön cephe, her katta taş çerçeveli beş pencerenin simetrisi ile göze çarpıyordu. Çatıda ise büyük, dikey bir kare pencere vardı.
Ön cephenin asıl gözdesi bahçeydi. Tüm zemin katı çevreleyen dar bir terasa uzanan görkemli basamakların Monceau Parkı tarzında tırabzanları, avludaki tente ve fenerlerden daha fazla yaldız işliydi. Konağın her iki yanında binanın iskeletinde çevrelenmiş yuvarlak odaları ile kuleyi andıran ek yapılar yükseliyordu. Ortadan, konağın kalbi olduğu anlaşılan üçüncü bir ufak kule dikkat çekiyordu. Ek yapıların uzun ve dar pencereleri ile ana binanın geniş kare pencereleri; zemin katlarda taş, üst katlarda ise yaldızlı ferforje korkuluklara sahipti. Tamamıyla bir gösteriş budalalığıydı. Konak, heykellerin ardından zar zor görülüyordu. Pencerelerin etrafı dallar ve çiçeklerle sarılı; balkonlarda geniş kalçalı, dik göğüslü kadın heykellerinin tuttuğu çiçek sepetleri, şurada burada duvarlara iliştirilmiş süs rozetleri, güller ve akla gelebilecek tüm taş ve mermerden yetişen çiçek ve meyve salkımları vardı. Çatı katını sarmalayan korkulukların arasında, belli bir sırayla dizilmiş çömleklerden alevler saçılıyor ve bu olağanüstü konağın demirbaşı olan, muazzam çiçek ve meyve salkımlarına açılan alınlığın üzerine konumlandırılmış öküzgözü pencerenin çevresinde, âdeta saz demetlerinden örülmüş sepetlerine doldurdukları elmaları ile poz verircesine duran çıplak kadınlar görülüyordu yeniden. Konaktaki her detay gibi işlemeli dört şömine bacası, iki paratoner ve son olarak kabartmalı kurşun kaplama bitişli çatı, bu mimari havai fişek gösterisinin son dokunuşuydu.
Sağda, cam kapısından konağın giriş katındaki salonlarından birine açılan koca bir kış bahçesi vardı. Alçak çitler ile Monceau Parkı’ndan ayrılan bahçe, oldukça eğimliydi. Konağa göre de çok küçüktü; öyle dardı ki birkaç küçük ağacın doldurduğu, konağı allayıp pullayan bir tepecekti. Parktan bakıldığında bakımlı çimenleri ve yeni cilalanmış parıldayan ağaç yaprakları ile bu yepyeni ve eşsiz solgun yapı; ağır arduvaz başlığı, yaldız işlemeli korkulukları ve heykeller ile dolu ön cephesinde bir sonradan görmenin gülünç özgüvenine sahipti. III. Napolyon stilinin en karakteristik örneklerinden olan yeni Louvre’nin ve şimdiye dek var olmuş tüm mimari stillerin melez bir uyarlamasıydı. Yaz akşamları, güneşin son ışıkları ön cephenin altın yaldızlı tırabzanlarını aydınlattığı sırada parkta dolaşan insanlar; giriş kat pencerelerinde asılı kırmızı ipek perdeleri ve âdeta içerideki ihtişamı dışarıya göstermek istercesine modern vitrin camlarını andıran devasa pencerelerden gördükleri mobilyalar, kumaşlar ve göz kamaştırıcı zenginlikteki tavan oyuntuları karşısında hayrete düştüler.
Güneşin son ışıklarının ardından, tüm bu şatafatı uykuya daldırırcasına ağaçların arasından yükselen karanlık çöktü. Diğer taraftan oldukça nazik bir uşak, Renée’nin aracından inmesine yardım ediyordu. Sağda; kırmızı tuğlalı ahırların kahverengi meşe ağacından kapıları, cam hangarlara doğru açılıyordu. Solda; komşu evin bitişik duvarı, konağa uygun görünmesi için nişlerle bezenmiş ve önüne, kollarındaki deniz kabuğundan aralıksız su fışkıran iki Aşk Tanrısı heykeli şeklinde fıskiye konmuştu. Renée, kırışan elbisesini düzeltmek için bir süreliğine basamakların başında durdu. Az evvel atların gürültüsü ile inleyen avlu, aracın çıkmasıyla yeniden boşaldı ve bu soylu sessizliği şimdi, durmaksızın akan suyun şırıltısı bozuyordu. Konağın karanlığını yakında sonbaharın ilk büyük ziyafeti için aydınlatacak olan avizeler; şimdilik yalnızca giriş kat odalarda, dama tahtasına benzer muntazam kaldırım taşlarını kükreyen bir yangının parıltısı ile aydınlatıyordu.
Renée holün kapısını ittiğinde elinde gümüş çaydanlıkla mutfağa doğru giden kocasının uşağı ile burun buruna geldi. Uzun boyu, geniş omuzları, soluk teni, İngiliz diplomatlarınkini andıran düzgün tıraşlanmış bıyıkları ve tıpkı bir yargıç gibi ağırbaşlı havası ile siyahlar içindeki adam müthiş görünüyordu. Renée: ‘‘Baptiste, Mösyö evde mi?’’ Uşak, kalabalığı selamlayan prensleri kıskandıracak bir baş hareketiyle: ‘‘Evet, Madam; Mösyö üzerini değiştiriyor.’’ Renée, yavaşça eldivenlerini çıkararak yukarı çıktı.
Giriş holü, konağın en lüks yeri olabilirdi. Hole girer girmez bir boğulma hissi yaşanıyordu. Yerlerde serili ve merdiven basamakları boyunca uzanan kalın halılar, duvar ve kapıları sarmalayan kırmızı kadife kaplamalar, bir şapelin sessizliği ve hoş kokusu ile havayı ağırlaştırıyordu. Yüksek tavan ve yerlere kadar uzanan perdeler, bir kafes üzerine iliştirilmiş gül şeklinde kabartmalı bezemeler ile süslüydü. Kırmızı kadife kaplı basamaklarına eşlik eden beyaz mermer tırabzanları ile merdivenler, ana salonun kapısının bulunduğu iki kola açılıyordu. İlk sahanlığın tüm duvarını devasa bir ayna kaplıyordu. Merdivenlerin bittiği eşikte mermer tırabzanların üzerinde bellerine kadar çıplak yaldızlı bronz heykeller, beş ampullü parlak ışıklar saçan yuvarlak cilasız cam lambaderleri taşıyordu. İki tarafta da nadir bitkilerin çiçekler açtığı İtalyan çinisi saksılar vardı.
Merdivenleri birer birer çıkarken aynada büyüyen yansımasını gören Renée’nin aklından, en meşhur aktrisleri de tutsak eden, ‘‘Gerçekten dedikleri kadar güzel miyim?’’ sorusu geçiyordu. Daha sonra, Monceau Parkı manzaralı ikinci kata çıktı ve onu akşam yemeğine hazırlaması için evin hizmetçisi Céleste’i çağırdı. Tam bir saat, on beş dakika sürdü. Giysinin son iğne darbesi bittiğinde iyice sıcaklayan Renée, odanın penceresini açtı ve pervaza yaslanarak düşüncelere daldı. Céleste, kadının arkasında sessizce iğne iplikleri topluyordu. Parkın aşağısı bir gölge denizi ile dolup taştı. Rüzgârın ani silkelenmesi ile bir mürekkep sıçraması gibi ahenkli bir gelgite kapılan kuru yapraklar, çakıllı bir kumsaldan süzülen dalgaları anımsatan sesler çıkarıyorlardı. Bu gelgit ancak La Reine-Hortense Caddesi’nden Malesherbes Bulvarı’na ilerleyen belli belirsiz bir aracın, altın sarısı farları ile bölünebiliyordu. Penceresinden bu hüzünlü sonbahar sahnesini seyreden Renée’nin kalbi, bir kez daha keder ile doldu.
İki yüzyıl boyunca bir yargıç soyu Béraud du Châtel’i ağırlayan, Saint-Louis Adası’ndaki babasının kasvetli evinde geçen çocukluğunu hatırladı. Sonra “Rougon” soyadını, yerden altın kazıyan bir tırmığınki gibi kulak tırmalarcasına o iki heceli “Saccard” soyadına satan bu adamla ve o fakir zihnini günden güne bulandıran zenginlik içindeki ani evliliğini düşündü. Daha sonra çocuksu bir neşe ile aklına, küçük kız kardeşi Christine ile eskiden oynadığı keyifli tüy top oyunları geldi. Bir sabah, son on yıldır içinde yaşadığı hayal dünyasından uyanacak; kocası hakkındaki vurgunculuk yaftalarından sebep itibarının zarar görmesine çok sinirlenecekti. Bu düşünceler, önsezi gibi beliriverdi. Ağaçların iniltileri yükseldi. Bu utanç ve cezanın rahatsızlığında Renée, derinlerde bir yerde uykuya dalmış saygın burjuva ailesinin içgüdülerini uyandırmış ve bu kara geceye, kumaş parçalarına artık bir servet harcamayacağına ve yatılı okuldaki mutlu günlerinde, kızlarla hep birlikte çınar ağacının altında yuvarlanırlarken söyledikleri, Artık ormana gitmeyeceğiz şarkısında hissettiği gibi masum zevkler bulacağına dair söz vermişti.
O sırada merdivenlerden inmek üzere olan Céleste’in, Madam’ın kulağına: ‘‘Mösyö sizi aşağıda bekliyor, şimdiden birkaç konuk salona teşrif etmiş bile.’’ fısıldaması ile Renée ürperdi. Omuzlarını donduran keskin havayı fark etmemişti. Aynasının yanından geçerken durdu ve kendine şöyle bir baktıktan sonra, istemsiz bir gülümseme ile aşağı indi. Neredeyse tüm konuklar gelmişti. En önce yirmili yaşlarında, incecik beyaz elbisesi ile kız kardeşi Christine’i gördü. Daha sonra sırası ile altmışlı yaşlarında, siyah saten elbisesinde son derece zarif, Aubertot noteri ile evlenen dul halası Élisabeth; zayıf, tatlı ve yaşını belli etmeyen, hafif donuk tenli ve seçtiği elbise rengi ile daha da donuk görünen kocasının kız kardeşi Sidonie Rougon; Mareuil ailesi ve eşinin ölümünün yasından yeni çıkmış, uzun boyu, bitkin ve ciddi yüzü ile uşak Baptiste’in yakışıklılığına sahip Mösyö de Mareuil ve onun on yedi yaşında, cılız, hafif kamburu çıkık, kırmızı puantiyeli elbisesi ve beyaz fuları ile hastalıklı bir zarafete sahip kızı zavallı Louise; şık giyimli, ciddi görünümlü, solgun yüzlü ve pek konuşmayan bir grup adam; sarı elbisesi ile Markiz d’Espanet ve sarışın, morlar içinde kıyafetinde Madam Haffner’in ayrılmaz ikilisi olduğu yüksek sosyete beş altı kişilik bir kadın grubunun etrafında dört dönen çapkın tipleri ve ardına kadar açık yelekleri ile bir grup genç erkek ve son olarak Renée’nin selamını almadığı, karşılıksız bir aşkın hüznüne sahip gözleriyle bir süvari… Halıyı süpüren etek kuyruklarının ortasında ise ertesi gün Saccard’ın bir işini halledecek olan iki zengin duvar ustası müteahhit Mignon ve Charrier; ayaklarında botları, siyah fraklarının arkasında bağlı elleri ile ağır ağırdolanıyorlardı.
Kapının yanında duran Aristide Saccard, bir yandan resmî görünümlü adamlarla güney lehçesi ve genizden konuşması ile sohbet ederken bir yandan da gelenleri selamlıyordu. Konuklarla el sıkışan, onlara methiyeler yağdıran ve karşılarında kukla gibi eğilen bu kısa boylu, sıska adamda dikkat çeken tek şey; gösterişli nişan kurdelesiydi.
Renée’nin salona girişi, bir hayranlık mırıldanması ile karşılandı. Birbirlerine sarmaşıklarla bağlanmış menekşelerden bir demetle süslü ön kısmı, bol fırfırlı eteğinin arkası ve özel İngiliz dantelleri ile işli zarif, saten, yeşil elbisesinde Renée; ilahi bir güzelliğe sahipti. Büstü, omuzlarında biten menekşe demetlerinin ardında açık kolları ve göğüs uçlarına kadar dekolteli bu zengin elbise; kutsal meşe ağacından çıkan bir orman perisi edasında tül ve satenleri aralayarak tüm çıplaklığı ile beyaz gerdanı ve narin bedeninin bu yarı özgürlükten öylesine mutlu göründüğü, elbisenin geri kalanının da neredeyse kayıp gitmesine izin vereceği eşsiz bir zarafet ile taşıyordu. Tepeden, bir sarmaşık sapı ile dolanarak bir menekşe düğümüne tutturulan miğfer şeklinde topuz toplanmış sırma sarısı saçları; tüm bu çıplaklığı ensesinde de vurguluyordu. Boynunda, kusursuz şeffaflıkta bir kolye ve alnında pırlantalı gümüş dallarla örülmüş bir başlık vardı. Birkaç saniye, ışıkların altında nemlenmiş omuzları ve büyüleyici elbisesi ile eşikte öylece durdu. Hızla aşağı indiği için nefes nefese kalmıştı.
Monceau Parkı’nın karanlığının gölge düşürdüğü gözlerini, ani bir ışık parlaması ile miyobunun sebep olduğu tereddütle kırpıştırırken müthiş görünüyordu. Küçük Markiz onu görür görmez koltuğundan fırlayıp koşar adımlarla Renée’ye doğru ilerleyerek iki elinden tutmuş; kadını baştan aşağı inceledikten sonra yumuşak bir sesle: ‘‘Ah, bu ne güzellik böyle?’’ demişti. O sırada salonda büyük bir hareketlilik vardı. Tüm konuklar Renée’yi, Madam Saccard’ı selamlıyorlardı. Tüm beyler ile tokalaştıktan sonra, kardeşi Christine’e sarıldı. Christine, Monceau Parkı yanındaki bu konağa hiç uğramayan babalarını sordu. Kolyesine ve saçına tutturduğu başlığına yöneltilen bakışların altında Renée, hiçbir şey söylemeden yüzünde bir tebessümle kardeşini sarmalamaya ve başıyla kalabalığı selamlamaya devam etti.
Sarı saçlarıyla Madam Haffner, uzun uzun Renée’nin mücevherlerine baktıktan sonra merakına karşı koyamayarak ona doğru yaklaştı ve imalı bir ses tonuyla: ‘‘Şu kolye ve başlığa da bakın…’’ dedi. Renée, nispet yaparcasına başını kolyesine doğru eğdi. Bunun üzerine tüm kadınlar Renée’nin etrafına doluşarak bu büyüleyici, kutsal güzellikteki mücevherlere methiyeler yağdırmaya başladılar. Kalabalığın dağılması ile kadınlar büyük bir kıskançlık içinde Mösyö Saccard’ın, Laure d’Aurigny’nin satışından aldığı bu mücevherleri Renée gibi ucuz bir kadının üzerinde görmelerinin kendileri gibi soylulara hakaret sayıldığından yakındılar. Yakınışlarında tüm Paris’in bir fahişenin vücudunda gördüğü mücevherleri, belki kulaklarına bu kadının rezilliklerinden birkaçını fısıldayacakları düşüncesi ile kendi tenlerinde hissetme arzularının acınası yankısı duyuluyordu. Ardından göz kamaştırıcı kaşmir ve dantellerden bahsetmeye başladılar; Renée’nin üzerinde taşıdığı neredeyse her parçanın fiyatını biliyorlardı. Başlık on beş bin frank, kolye ise elli bin franktı. Markiz d’Espanet, Mösyö Saccard’ı harcadığı servetin heyecanıyla yanına çağırdı. Aristide Saccard yaklaşırken ‘‘Sizi kutlamama izin verin! Ne harika bir kocasınız…’’ cümlelerini duyunca mütevazılığını hanımların önünde eğilerek göstermek istedi ancak yüzündeki sırıtma, gizlemeye çalıştığı kıvanca ihanet ediyordu. Bir yandan da göz ucu ile birkaç adım ötede durmuş mücevherlere harcanan paraları saygıyla dinleyen iki servet sahibi duvar ustası müteahhide bakıyordu. O anda siyahlara bürünmüş Maxime salona girdi ve babasının yanına geçip içtenlikle omuzuna yaslanarak karşılarında duran iki müteahhiti işaret etti. Aristide Saccard’ın yüzünde, ayakta alkışlanan bir aktörün ihtiyatlı gülümsemesi vardı.
Birkaç konuk daha gelmişti. Şimdiden salonda en az otuz kişi vardı. Konuşmalardan yükselen uğultuların kısa süreli sessizliklerinde, duvarların arkasından gümüş sofra takımlarının takırtıları duyuluyordu. Kısa bir süre sonra Baptiste, iki kanatlı kapıyı görkemli bir şekilde açarak bir tören sunarcasına: ‘‘Akşam yemeği hazır, Madam…’’ dedi. Kalabalık, yavaşça yemek salonuna gitmek üzere toplandı. Kolunu Markiz d’Espanet’nin omuzuna atmış Aristide Sac-card, herkesin saygı ile önünde eğildiği yaşlı bir adam olan Senatör Gourad’nın koluna girmiş Renée ve babasının ricası üzerine gönülsüz bir şekilde kolunun altına aldığı Mareuil ailesinin kızı Louise ile Maxime’i, en sonda kollarını sıyırarak ilerleyen iki müteahhit ve diğer konuklar, çift sıra hâlinde takip ettiler.
Yemek odası cilalı armut ağacı ile tavana kadar kaplı, ince altın şeritlerle süslenmiş büyük, kare bir odaydı. Duvarda dört büyük natürmort tablo asılacak kadar alan boş duruyordu. Kuşkusuz, sanata yapılacak harcamalar Aristide Saccard için mücevherler kadar önem arz etmiyordu. Tabloların yerine gerilmiş koyu yeşil bir kadife kumaş; mobilya, perde ve kapılarda devam ediyor ve avizelerden yayılan ışığın tüm ihtişamını yemek masasına yoğunlaştırmak için önceden düşünülmüş gibi odaya bir ağırlık ve ciddiyet kazandırıyordu. O anda, ayak seslerini bastıran koyu renkli İran halısının ortasında, avizelerden yayılan parlaklığın altında altın geçişli siyah arkalıklı sandalyelerin karanlığıyla kuşattığı göz kamaştıran beyaz örtüsü üzerinde kristallerin ve gümüş sofra takımlarının berrak yansımalarının çarpıştığı masanın çevresi, otuz kişiyi ibadete kabul eden bir sunak gibiydi. Oymalı sandalye arkalıklarının arasından, hantal büfenin ahşap işçiliği ve etrafında asılı kadife parçaları havada asılı puslu bir gölgenin ardındaymış gibi güçlükle seçilse de gözler doğal olarak yalnızca masanın görkemine çevriliydi. Masanın ortasında, melekleri kaçıracak kadar parlak bir sarı renkte oymalı mat metalden masa süsü duruyordu. Yanında ise bir boynuzdan salkımlar hâlinde uzanan çiçek demetleri ve bir koluyla baygın bir kadın, diğer koluyla da on mumlu meşale taşıyan satir[4 - Mitolojide, yarı insan yarı keçi bir kır tanrısı.] tasvirinden iki şamdan duruyor ve şamdanlardan yükselen ışık, avizenin yakıcı parlaklığı ile buluşuyordu. Süslerin arasında büyüklü küçüklü simetrik olarak dizilmiş ısıtıcı fırınların yanlarında, ordövrlerin içinde bulunduğu deniz kabuğu şeklinde tabaklar; aralarına serpiştirilmiş Çin porselenleri ve kristal vazolar; çatal bıçak takımları ve çoktan masaya getirilmiş tatlı takımlarını tutan tepeleme meyvelerle dolu kâseler duruyordu. Uzayıp giden tabak takımları, bardaklar ordusu, su ve şarap sürahileri ile küçük tuzluklardan oluşan tüm bu kesilmemiş kristalden servis takımı; bir muslin kadar ince, hafif ve şeffaftı ki gölgeleri dahi yoktu. Şamdanlardan yayılan ışık bir alev topunun kıvılcımları gibi yemek takımlarının üzerine koşuyordu. Çatallar, kaşıklar ve sedef saplı bıçaklar ateşten çubuklara dönüşürken oluşan renk cümbüşü bardakları dolduruyor ve bu alev yağmurunun ortasında bir akkor kütlesi, bembeyaz masa örtüsünü kırmızıya boğuyordu.
Yemek odasına, hanımları kollarının altına alarak giren beylerin yüzlerinde gizemli bir mutluluk ifadesi vardı. Çiçekler, konağın boğuk havasına bir canlılık getiriyordu. Pişen yemeklerin kokusu, gül kokularına karışıyordu. Kerevitlerin keskin kokusu, limonların ekşi kokusunu bastırıyordu. Konuklar, menü kartının arkasında adlarını bulup yerlerine geçerlerken ipek elbiseleri buruşturan sandalyeler gıcırdıyordu. Siyah elbiselerle kuşanmış omuzlarda elmaslar, süt beyazı masanın yüzünde bir gülümseme gibi parlıyordu. Yemek servisi başladığında konukların arasında geçen gülüşmelerin ani sessizliğinde, kaşıkların şangırtısı kulakları sağır ediyordu. Baptiste bir devlet adamı ciddiyeti ile başkâhyalık görevini yerine getiriyordu. O gece emrinde; konağın iki uşağı haricinde, yalnızca özel akşam yemeklerinde görev alan dört uşak daha çalışıyordu. Baptiste çıkan yemekleri odanın köşesinde tabaklara bölüştürdükten sonra üç uşak, onları alıp ellerinde tabaklarla masanın etrafında dolaşarak alçak sesle konuklara yemekleri servis ediyordu. Diğer uşaklar da ekmekleri hazırlıyor ve şarapları sürahilere dolduruyorlardı. Başlangıç ve ana yemek servisi, kadınların inci gibi gülüşleri şarap eşliğinde daha da keskinleşmeden sessizce sunuldu ve kaldırıldı.
Kalabalık o kadar fazlaydı ki her kafadan başka bir ses çıkıyordu. Başlangıç ve ana yemeklerin yerini rosto ve tatlı öncesi hafif atıştırmalıklar; Léoville ile Chatêau-Laffite gibi hafif şarapların yerini Bourgogne, Pommard, Chambertin marka ağır şaraplar aldıkça yükselen kahkahalar incecik kristalleri çınlattı.
Masanın ortasında Renée, sağında Baron Gouraud, solunda eskiden mum imalatçılığı yapmış şimdi ise belediye meclis üyesi, Bağcılık Kredisinin yöneticisi ve Fas limanlarının yönetim kurulu üyesi Mösyö Toutin-Laroche vardı. Madam d’Espanet ve Madam Haffner’in karşısında oturan Mösyö Saccard ise pohpohlayıcı bir sesle, ‘‘Sevgili ortağım, sayın yöneticim…’’ naraları atıyordu. Masanın devamında politikacılar yer alıyordu. Yılın sekiz ayını Paris’te geçiren Vali Mösyö Hupel de la Noue, geniş Alsaslı yüzü ile Mösyö Haffner’in de aralarında bulunduğu üç milletvekili, sonra yakışıklı bir genç delikanlı olan Mösyö de Saffré, bir Bakan sekreteri Mösyö Michelin, karayolu dairesi başkanı ve diğer kıdemliler… Daimiler Komitesi adayı olan Mösyö Marceuil, gözlerini diktiği Vali’nin karşısında oturuyordu. Mösyö d’Espanet’e gelince karısına hiçbir sosyal etkinlikte eşlik etmezdi. Saccard ailesinin kadınları, en önde gelen şahsiyetlerin arasına yerleştirilmişti. Aristide Saccard; kız kardeşi Sidonie’yi masanın sonuna, sağında Sör Charrier, solunda da Sör Mignon olacak şekilde iki müteahhidin arasına özellikle oturtmuştu. Büro şefinin esmer ve tombul eşi Madam Michelin ile Mösyö de Saffré yan yana oturuyor; alçak sesle sohbet ediyorlardı. Masanın her iki ucunda ise Danıştay denetçileri, veliahtlar, giderek zenginleşen genç milyonerler, Renée’ye umutsuz bakışlar atan Mösyö de Mussy, gönlünü sağında oturan Louise de Mareuil’e kaptırmış gibi görünen Maxime ve gençler bulunuyordu. Aralarında yükselen kahkahalarının neşesi giderek tüm masaya yayıldı.
Tam o sırada Mösyö Hupel de la Noue kibarca, ‘‘Bu gece Ekselanslarını görme şerefine erişecek miyiz?’’ diye sordu. Saccard önemli bir sırrı gizliyormuş gibi panikle: ‘‘Korkarım ki hayır. Ağabeyim şu sıralar oldukça meşgul. Özürlerini iletmek için bu geceye, sekreteri Mösyö de Saffré’yi gönderdi.’’ cevabını verdi. Madam Michelin’in tekeli altında olan genç sekreter, adını duyar duymaz başını kaldırarak bir cevap vermesi gerekiyormuşçasına rastgele: ‘‘Evet, evet. Bu akşam saat dokuzda Mühürdar ile toplantısı var.’’ dedi. Bir anda sözü kesilen Mösyö Toutin-Laroche, belediye meclislerindeki saygın sessizliğe hitap ediyormuş gibi ciddi bir tavırla: ‘‘Sonuçlar harika. Bu şehir kredisi, çağın en iyi finansal operasyonlarından biri olarak hatırlanacak. Ah, beyler!’’ derken sesi bir kez daha masanın diğer ucundan yükselen kahkahalarda boğulmuştu. Bu kahkaha tufanının ortasında yalnızca, bir fıkra anlatan Maxime’in sesi duyuluyordu: ‘‘Bir yol bekçisi tarafından durdurulan Amazon kadınının, onunla evlenmek istediği söylenir. Evlenebilmek için de adamı kallavi bir eğitimden geçirdiği anlatılır. Sırf dizindeki beni, kocasından başkası göremesin diye…’’ Kahkahalar tekrardan yükseldi. Louise’in katıla katıla gülüşü, beylerin sesini dahi bastırıyordu. Bu eğlencenin arasında her bir uşak, sağırlarmış gibi ciddi bir kayıtsızlık ile konukların arasında ızgara yaban ördeği servisini yapıyordu.
Aristide Saccard, Mösyö Toutin-Laroche’a yapılan saygısızlıktan rahatsız olarak: ‘‘Şehir kredisi diyordunuz…’’
Mösyö Toutin-Laroche, olanları saygı ile karşılayacak kadar ince bir adamdı. Tüm naifliği ile kahkahalar biraz olsun dindiğinde:
‘‘Ah, beyler! Yönetimimizin dün gece alçakça bir saldırı ile karşı karşıya kalması bizim için bir teselli oldu. Konsey, şehri yıkıma götürmek ile suçlanıyor ve görüyorsunuz ki şehir kredi açar açmaz bu sızlayanlar da dâhil olmak üzere herkes parasını bize getiriyor.’’
Aristide Saccard: ‘‘Harikalar yaratıyorsunuz. Paris, tüm dünyanın başkenti hâline gelecek.’’ dedi.
Mösyö Hupel de la Noue, Saccard’ın sözünü keserek:
‘‘Evet, gerçekten harikulade! Gerçek bir Parisli olarak benim, memleketimi artık tanıyamadığımı hayal edebiliyor musunuz? Harikulade bir iş çıkartıyorsunuz, harikulade!’’ Şimdi ise masa, büyük bir sessizliğin hükmünde idi. Tüm konuklar, can kulağı ile Mösyö Toutin-Laroche’u dinliyordu.
‘‘Paris’in dönüşümü, imparatorluğun şanı olacak. İmparator’un ayağının altını öpmeleri gerekirken halk, nankörlük ediyor. Bu sabah konsey toplantısında da kredinin başarısını tartışırken söylediğim gibi beyler, bırakın muhalefetin gevezeleri ‘Paris’i yıkmak, onu verimli kılmaktır.’ naralarını diledikleri kadar atsınlar.’’ Aristide Saccard, bu deyişin özünü tatmak istercesine gözlerini kapatarak gülümsedi. Madam d’Espanet’nin sırtından Mösyö Hupel de la Noue’ya doğru eğilerek: ‘‘Tapılası bir zihin…’’ diye fısıldadı.
Paris’in değişimi ile ilgili konuşmalar ilerlerken Sör Charrier muhabbete katılmak istercesine boynunu uzatmış, ortağı Sör Mignon ise yalnızca Madam Sidonie ile ilgileniyordu. Aristide Saccard, yemeğin başından beri göz ucu ile izlediği bu iki müteahhide dönerek hoyratça bir pohpohlama ile:
‘‘Yönetimin destekçisi oldukça fazla. Herkes bu büyük projeye katkı sağlamak için can atıyor. Zengin şirketlerin yardımı olmasaydı şehir böyle hızlı bir ilerleme kaydedemezdi. Mösyö Mignon ve Charrier bu konu hakkında oldukça bilgi sahibi. Üzerlerine düşeni yaptılar ve şimdi bu zaferden paylarını alacaklar.’’
İki zengin duvar ustası bu inceliksiz iltifatı zevkle kabul ettiler. Mösyö Mignon kendisine o sırada, ‘‘Beni şımartıyorsunuz Mösyö, ne yazık ki pembe benim için çok genç kaçar.’’ diyen Madam Sidonie’nin sözünü Aristide Saccard’a cevap vermek için keserek; ‘‘Çok kibarsınız, biz sadece işimizi yaptık.’’ dedi. Mösyö Charrier daha işinin ehli bir adamdı. Kadehindeki Pommard marka şarabı yudumlarken:
‘‘Paris’in yenilenmesi, işçinin can damarı oldu.’’
Mösyö Toutin-Laroche cevap olarak: ‘‘Finans ve endüstriye müthiş bir katkı sağladıklarını söyleyebiliriz.’’ diye devam etti. Duyduğu gururun zevki ile Mösyö Hupel de la Noue:
‘‘İşin sanatsal boyutunu da unutmamak gerek. Yeni yapılan bulvarlar müthiş görünüyor.’’ Mösyö de Mareuil ise bir şeyler söylemiş olmak için mırıldanarak:
‘‘Evet, evet. Her şey harika.’’
Ciddi bir tavır ile önemli konular haricinde ağzını açmayan Vekil Haffner:
‘‘Giderlere gelince olması gerektiği gibi bedelini çocuklarımız ödeyecek.’’
Bunu söylerken az evvel güzel Madam Michelin’in gözlerini devirdiği Mösyö de Saffré’ye bakıyordu. Genç sekreter bu bakışın ardından bir şey söylemesi gerektiğini düşünerek: ‘‘Olması gerektiği gibi, kesinlikle.’’ diye ekledi.
Masanın orta kısmını oluşturan ciddi adamların hepsi artık gecenin sahipleri idi. Büro şefi Mösyö Michelin gülümseyerek başını sallıyordu. Onun iletişim kurma şekli gülümsemelerden ibaretti. Selamlamak, yanıtlamak, onaylamak, teşekkür etmek ve veda etmek için şüphesiz, terfi sürecinde sarf edeceği sözleri kontrol etmeye çalışmaktan daha kibar ve uygun bir yöntem olduğunu düşündüğü farklı gülümsemelerden oluşan bir koleksiyonu vardı. Masada, yemeğini uykulu bir öküz gibi ağır ağır çiğneyerek sessizliğini koruyan bir başka kişi daha vardı. Baron Gouraud, gece boyu tabağının seyrinde kaybolmuştu. Ona her türlü ilgiyi gösteren Renée, hafif memnuniyet homurdanmalarından başka bir şey işitmemişti. Başını kaldırıp yağlı dudaklarını sildikten sonra kurduğu, ‘‘Bir ev sahibi olarak daireyi tamamladığım ve boyadığım anda kirayı yükseltirim.’’ cümlesi herkesi şaşkına çevirmişti. Mösyö Haffner’in “Çocuklarımız ödeyecek.” söylemi, Senatör’ü heyecanlandırmayı başarmıştı. Herkes ihtiyatlı bir şekilde ellerini çırparken Mösyö Saffré haykırarak:
‘‘Ah, harika! Harika! Bunu yarın gazetelere göndereceğim.’’
Sör Mignon, Baron’un söylemlerinin coşturduğu gülümseme ve hayranlığı özetlemek adına: ‘‘Haklısınız, beyler! Güzel zamanlarda yaşıyoruz. Bu işten servet kazanan birkaç kişi tanıyorum. Görüyorsunuz, para kazanıldığı sürece her şey çok güzel.’’ dedi.
Bu son cümlenin ardından masadaki ciddi adamlar donakaldı. Masadan çıt çıkmıyor, herkes yanındaki ile göz göze gelmekten kaçınıyordu. O sırada Aristide Saccard’a hoş bir gülümseme ile bakan Michelin, bir an için duvar ustasının söyledikleri konak sahibini hedef alıyor korkusu ile gülüşünü soldurdu. Sör Mignon ile göz göze gelen Madam Sidonie, bu fırsatı kaçırmayarak kesilen sözünü tamamlamak için:
‘‘Demek pembe rengini seviyorsunuz, Mösyö?’’
Saccard ise Madam d’Espanet’ye uzun iltifatlar ediyor; esmer ve kurnaz yüzü, arkasına yaslanmış kıkırdayan kadının süt beyazı omuzlarına değiyordu.
Sıra tatlı servisine gelmişti. Uşaklar, masanın etrafında hızlı adımlarla dolaşıyorlardı. Masa örtüsü meyve ve tatlılarla donatılırken bir duraksama oldu. Bir uçta, Maxime’in yanında oturan Louise’den huysuzca bir ses tonu:
‘‘Sizi temin ederim ki Sylvia, ‘Dindonnette’ rolünü canlandırırken mavi saten bir elbise giymiştir.”
Ardından çocuksu bir ses:
‘‘Evet ancak elbisenin üzerinde beyaz dantel işlemeleri vardı.’’
Yemek odasının yükselen ısısında kızaran yüzler, bir iç huzur ile yumuşamış gibi görünüyordu. İki uşak, masanın etrafında gezinerek Alicante marka İspanyol şarabı ve Tokaj marka Macar şarabını bardaklara dolduruyordu.
Renée, yemeğin başından beri dalgın görünüyordu. Yüzüne mıhladığı bir gülümseme ile konağın sahibesi görevini yerine getiriyordu. Maxime ve Louise’nin iki yakın arkadaş gibi şakalaşırlarken etrafa saçtıkları neşelerini imrenerek izliyordu. Ciddi adamlar ve muhabbetleri, Renée’yi usandırmıştı. Markiz d’Espanet ve Madam Haffner, onu umutsuz bakışlarla seyrediyorlardı. Aristide Saccard aniden Mösyö Hupel de la Noue’ya dönerek: ‘‘Önümüzdeki seçim hakkında neler düşünüyorsunuz?’’ dedi. Mösyö Hupel de la Noue gülümseyerek: ‘‘Çok iyi sonuçlanacağına eminim ancak adayımızı henüz belirlemedik. Zannediyorum ki Bakan’ın bu konuda tereddütleri var.’’ cevabını verdi. Bu konuda diken üzerinde olan Mösyö Mareuil, konuyu açtığı için göz ucu ile Saccard’a teşekkür etti. Vali’nin, ona doğru dönüp: ‘‘Ülke genelinde hakkınızda pek çok duyum aldım, Mösyö. Mülkiyetleriniz size çok sayıda arkadaş sağladı. İmparator’a olan bağlılığınız da herkesçe biliniyor. Şansınız oldukça yüksek.’’ sözlerini işitince yüzü kızardı ve mahcup bir baş selamı verebildi. Maxime masanın bir ucundan bağırarak: ‘‘Baba, küçük Sylvia’nın 1849’da Marsilya’da sigara sattığı doğru mu?’’
Aristide Saccard duymazlıktan gelirken genç adam kısık bir sesle: ‘‘Babam kendisini şahsen tanıyordu.’’
Bir süredir saklı kahkahalar yeniden duyuldu. Mösyö Mareuil mahcup selamlaşmasına devam ederken Mösyö Haffner’in tumturaklı sesi: ‘‘İçinde bulunduğumuz çıkarcı demokrasi günlerinde İmparator’a bağlılık, tek erdem ve tek vatanseverlik biçimidir. Her kim İmparator’u seviyorsa Fransa’yı seviyor demektir. Mösyö’nün meslektaşımız olmasından memnuniyet duyarız.’’ diye yükseldi.
Konuşma sırası kendisine gelince Mösyö Toutin-Laroche: ‘‘Mösyö kazanacaktır. Büyük servetler tahtın etrafında toplanmalıdır.’’
Renée artık dayanamıyordu. Markiz d’Espanet, gözlerinin önünde esnemesini bastırmaya uğraşıyordu. Aristide Saccard lafa gireceği sırada tatlı gülümsemesi ile Renée: ‘‘Aman, dostum! Bize biraz acı ve biz kadınları politikanın gazabından kurtar.’’ dedi. Mösyö Hupel de la Noue, bir vali nezaketi ile kadınların haklı olduğunu belirterek kasabasında gerçekleşen edepsiz bir hikâyeyi anlatmaya başladı. Markiz, Madam Haffner ve diğer tüm kadınlar; hikâyenin bazı kısımlarına içtenlik ile güldüler. Vali, en masum ifadelere oldukça haylaz anlamlar yükleyen bol imalı, üstü kapalı ses tonlamaları ile oldukça etkileyici bir anlatım tarzına sahip idi. Sonrasında sırası ile Düşes’in ilk salı gününden, bir önceki gece oynanan burleskten, bir şairin ölümünden ve sonbaharın son yarışlarından bahsedildi. Eşref saatinde olan Mösyö Toutin-Laroche kadınları güllere benzetiyor; bir anda kapanan seçim konusunun kursağında kalan hevesi ile Mösyö Mareuil, yeni şapka modası hakkındaki söylemleri dinliyordu. Renée’nin dalgınlığı sürüyor; konuklar artık yemek yemiyordu. Sıcak bir rüzgâr masa boyu eserek bardakları bulandırmış, ekmeği ufalamış, tabaklardaki soyulmuş meyveleri karartmış ve servisin tüm nizamını yerle bir etmişti. Oyma gümüş saksılardaki çiçekler soluyordu. Konuklar tatlı artıklarının önünde, bir an için varlıklarını unutmanın mutluluğu ile ayağa kalkmaya cesaretleri olmaksızın öylece oturuyorlardı. Yarı bükülü bir kollarını masaya yaslamış, küçük yudumların ölçülü ve edepli sarhoşluğunda boş gözler ile etrafa bakıyorlardı. Gülüşler sönmüş, sesler dinmişti. Yemeği ve şarabı fazla kaçıran şık giyimli adamlar takımı, artık olduklarından daha da ciddiydiler. Kadınlar odanın ağır havasında, alınları ve boyunlarına kadar yükselen nemi hissettiler. Baş dönmesinin hafif soldurduğu yüzlerindeki ciddiyet ile oturma odasına doğru geçmeyi bekliyorlardı. Madam Haffner’in omuzları, bal mumu beyazlığına bürünmüş iken Madam d’Espanet kıpkırmızı olmuştu. Mösyö Hupel de la Noue bıçağının sapını inceliyor; Mösyö Toutin-Laroche kendisini yalnızca kafa sallayarak cevaplayan Mösyö Mareuil’e birbirinden alakasız şeyler anlatmaya devam ediyor; Mösyö Mareuil kendisine samimiyetsiz bir ifade ile gülümseyen Mösyö Michelin’e gözlerini dikmiş rüya görüyordu. Güzel Madam Michelin konuşmayı çoktan bırakmıştı. Yüzünde, masanın altından sarkıttığı elini şüphesiz bir cebir sorusu çözen adamın buruşuk yüzü ve çatık kaşları ile beceriksizce masaya yaslanmış Mösyö de Saffré tarafından tutmasının kızarıklığı vardı. Madam Sidonie süt ile yapılan her şeyi çok sevdiğini ve hayaletlerden korktuğunu anlatırken yüzlerini dirseklerine dayayarak güzel kadını dinleyen Sör Mignon ve Charrier mest olmuşlardı. Aristide Saccard bir ev sahibi olarak misafirlerini yerlerinden kalkamayacak kadar sarhoş ettiği bilincinin keyfine uzanmış Baron Gouraud’nun şehvetli yaşlı bir adamın kısa ve kalın parmakları, mor lekeler ve kızıl kıllar ile kaplı sağ eli ile beyaz örtülü masadan destek alarak akşam yemeğini sindirişini saygılı bir şefkat ile izliyordu.
Renée, kadehinin dibinde kalan son birkaç yudum şarabı hızla içti. Yüzünden alevler yükselmiş, alnındaki ve ensesindeki tüyler bir nefes üflenmiş gibi ürpermişti. Saf şarap içmiş bir çocuğun sessiz yüzü gibi dudakları ve burnu gerilmişti. Monceau Parkı’na düşmüş gölgeleri seyrederken aklına gelen yemekler, şaraplar, parlak ışıklar, rahatsız edici nefesler ve zevklerden oluşan iyi bir burjuva gecesi düşüncelerinden duyduğu rahatsızlığın ortasında boğuluyordu. Kendi hâllerindeki kız kardeşi Christine ve halası Élisabeth ile birbirlerine gülümsemiyor, neredeyse hiç konuşmuyorlardı. Bakışındaki merhametsizlik ile zavallı Mösyö de Mussy’nin gözlerini kendinden uzağa kaçırdı. Giydiği satenin hafifçe hışırdadığı sandalyesine yaslanarak arkasına dönmekten kaçınan kadının omuzları; konuşmaların ölmeye yüz tutmuş vızıltılarının ortasında Maxime ve Louise’in hâlâ eğlendikleri köşeden yükselen her bir kahkaha kopmasında, hafif bir ürpermeyi ele veriyordu.
Renée’nin arkasında, gölgelerin kenarında Baptiste; uzun boyu, bembeyaz teni, ciddi görünümü ve ev sahiplerini memnun eden bir uşağın kibri ile darmadağın masaya ve baygın konuklara hükmediyordu. Kadınların çıplak omuzlarının alevlerinin yanmadığı gözleri ile yitmeye yüz tutmuş onur zerrelerini korumaya çalışan Parisliler’e hizmet eden hadım uşak; bu sarhoş eden havada, avizeden saçılan sarı çiğ ışığın altında, boynunda gümüş zinciri ile dimdik duruyordu.
Renée, gergin bir tavır ile ayağa kalktı. Ardından herkes peşine takıldı. Kahve servisinin yapılacağı odaya geçtiler. Konağın büyük salonu; bahçeye dönük tüm ön cepheyi kaplayan geniş, upuzun bir oda, âdeta bir köşkten diğerine geçiş sağlayan bir tür devasa koridordu. Yerden tavana kadar ulaşan iki kanatlı büyük bir Fransız penceresi verandaya açılıyordu. Bu devasa koridorun tamamı altın ile ışıldıyordu. Hafif kemerli tavan, koca altın madalyonların etrafını sardığı paladyum gibi parıldayan gerçek dışı payandalar ile destekleniyordu. Kırmızı ipeklere asılmış kemeri çevreleyen gül bezemeleri ile göz kamaştırıcı çelenkler, erimeye yüz tutmuş bir metal gibi duvar boyunca akarak aynaların kenarlarına düşüyordu. Cilalı yer boyunca uzanan bir Aubosson halısı, mor çiçeklerini salona sergiliyordu. Damasko mobilyaların kırmızı ipekleri kapı ve perdelerde buluşuyor; şömine rafındaki devasa taş işlemeli saat, konsollara yerleştirilmiş Çin vazoları, Floransa mozaikleri işli iki uzun masanın ayakları ve pencere mazgallarına konulmuş saksılar damla damla altın terliyordu. Odanın dört köşesi; nizamın zarafeti ile salınan bronz yaldızlı zincirlere asılı avizeler ile aydınlanıyordu. Tavanın ortasından, saçtığı mavi ve pembe ışık damlacıklarının alevi ile odadaki tüm altın kaplamaları yakıp kavuran kristal kolyeli üç avize uzanıyordu.
Beyler kısa bir süre sonra tütün odasına çekildiler. Mösyö de Mussy, bir aile ferdi samimiyeti ile altı yaş büyük olduğu hâlde kolej zamanlarından tanıdığı Maxime’in koluna girerek onu terasa çıkardı. Bir puro yaktıktan sonra Renée hakkında acı acı yakınarak:
‘‘Bu kadının derdi ne? Onunla daha dün birlikteydik ve tüm güzelliği ile oradaydı ancak bugün, aramızda hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor. Ben ona ne yaptım, ha? Sevgili dostum, en azından onunla konuşabilir ve onun yüzünden ne kadar acı çektiğimi söyleyebilirsen içimi biraz da olsa rahatlatmış olursun.’’
Maxime gülerek: ‘‘Ah, dostum… Bunu yapamam. Bu aralar kendinde değil ve onun sağanağına tutulmak istemem. Aranızdaki anlaşmazlıkları birbiriniz ile çözmeniz gerekecek.’’ dedi.
Havana purosundan bir fırt aldıktan sonra: ‘‘Size bir iyilik yapmamı istiyorsunuz, değil mi?’’
Mösyö de Mussy arkadaşlıklarının samimiyetine dayanarak yalnızca Renée’ye olan sadakatini kanıtlamak için bir fırsat dilediğinden bahsetti. Renée’ye duyduğu aşkın derinliğinde yok oluyordu. Maxime sonunda: ‘‘Eh, anlaştık. Onunla konuşacağım ancak hiçbir şey için söz vermiyorum. Beni başından atacağı kesin.’’ dedi.
Tütün odasına dönerek iki büyük uzanma koltuğuna oturdular. Mösyö de Mussy yarım saat boyunca çektiği acıyı betimledi. Üvey annesine nasıl âşık olduğunu ve Renée’nin onu fark etmeye nasıl tenezzül ettiğini neredeyse onuncu kez tekrarlıyordu. Maxime, purosu bitmeye yakın Renée’nin nasıl bir kadın olduğunu anlattı ve onun kalbini kazanabilmenin yolları hakkında öğütler dizdi. Aristide Saccard odaya girip beylerin birkaç adım ötesine oturduğu sırada, Mösyö de Mussy sessiz kalırken Maxime: ‘‘Yerinde olsam ona karşı pervasız olurdum. O, bundan hoşlanıyor.’’ diyerek sözlerini tamamladı. Tütün odası büyük salonun sonunda, kulelerden birinin içine inşa edilmiş yuvarlak bir odaydı. Zengin parçalar ile döşenmiş olsa da aşırılıktan uzaktı. Duvarlarda imitasyon ince ve renkli deriler, Cezayir kumaşından perdeler ile kapı kaplamaları ve yerin ortasında bir İran halısı seriliydi. Mobilyalar; taba rengi deri ile kaplanmış koltuklar, sedirler ve odanın mimari yapısına uygun yuvarlak bir divandan oluşuyordu. Tavandaki küçük avize, tek ayaklı yuvarlak masanın üzerindeki süslemeler ve şöminenin üzerindeki biblolar; uçuk yeşil Floransa bronzundandı.
Kadınların yanında birkaç genç beyefendi ve tütünden nefret eden solgun, buruşuk yüzlü yaşlı adamlar haricinde kimse kalmamıştı. Tütün odasından, erkeklere özgü şakalaşmaların kahkahaları duyuluyordu. Mösyö Hupel de la Noue, masada üstünkörü anlattığı edepsiz hikâyeyi şimdi tüm müstehcen ayrıntıları ile anlatıyordu. Vali için anlatılacak her hikâye, kadınlara ve erkeklere göre ikiye ayrılıyordu. Aristide Saccard içeri girdiğinde odadakiler etrafını sararak ona methiyeler yağdırdılar. Mösyö de Saffré, Laure d’Aurigny’i İngilizler’in eline düşmekten kurtararak ülkesine iyi hizmet ettiğini düşündüğü Saccard’ı kutluyordu. Aristide Saccard sahte bir alçak gönüllülük ile kekeleyerek: ‘‘Hayır, beyler! Gerçekten yanılıyorsunuz.’’ dedi. Maxime alaylı bir tavır ile: ‘‘Rica ediyorum, bu konuda alçak gönüllülük yapmayınız. Sizin yaşınızda biri için çok önemli bir olay.’’ diye bağırdı. Ardından genç adam, purosunu söndürdükten sonra büyük salona döndü. Çok sayıda insan gelmişti. Siyah takımları ile ayakta dikilmiş, kısık sesle muhabbet eden beyler ve elbiselerinin uzun etekleri ile koltuklara sere serpe uzanan kadınların kalabalığında uşaklar; ellerinde dondurma ve meyve kokteylleri dolu gümüş tepsiler ile geziniyorlardı.
Renée ile konuşmak isteyen Maxime, onu nerede bulacağını bildiği için emin adımlarla devasa koridoru boydan boya yürüdü. Tütün odasının karşı ucunda, ufak ve sevimli bir misafir odasına dönüştürülmüş bir başka yuvarlak oda vardı. Duvar kaplaması, perdeleri ve saten düğün çiçeği bezeli kapısı ile benzersiz ve seçkin bir havaya sahip bu odanın şehvetli bir cazibesi vardı. İncelikle işlenmiş avizeden saçılan ışıklar, güneş rengi dokumaların arasında uçuk sarı bir senfoni söylüyordu. Bir anda, olgunlaşmış bir buğday yaprağının üzerinde uykuya dalan yıldızın kayması gibi ışık; ölü yapraklarla dolu bir Aubusson halısının üzerinde sönüverdi. Fildişi rengi abanoz ağacından bir piyano, cam raflarında bir dünya biblo sergileyen iki küçük dolap, XVI. Louis Dönemi’nden bir masa ve koca bir çiçek demeti ile çevrili bir saksı, odayı döşemek için yetmiş görünüyordu. İki kişilik kanepeler, koltuklar ve sedirler kapitone düğün çiçeği sateni ile kaplanmış ve kenarlarına aralıklar ile gösterişli laleler işlenmiş genişçe siyah saten şeritler çekilmişti. Bir iki tane de alçak, volanlı koltuk ile tüm zarif ve tuhaf modellerde tabureler vardı. Saten ve kapitonelerin sakladığı mobilyaların ham ahşap işçiliklerini görmek imkânsızdı. Koltukların kıvrımlı arkalıkları, bir yastığın yumuşak dolgunluğunu hissettiriyordu. Uçuk sarının şehvetli senfonisinin ortasında odanın tümü, kuş tüyü yorganın altına sokulup sevişebileceğiniz türden gizli bir yatak gibiydi.
Renée, pencerelerinden biri konağın yan tarafındaki muhteşem seraya açılan bu küçük misafir odasına bayılıyordu. Gündüzleri boş vakitlerini burada geçirirdi. Saçları, sarı perdelerde değil sönmek; alev alev yanıyordu. Kuşkusuz, seher vaktinin pembe beyaz aydınlığı ortasında güzelliğini bütünüyle ortaya koyduğu için bu odayı çok seviyordu. Şimdi yakın arkadaşları ile oradaydı. Kız kardeşi ve halasının az önce ayrılması ile odada, kaçık kadınlardan başka kimse kalmamıştı. İki kişilik koltukta arkasına yarı yaslanmış hâlde oturan Renée, arkadaşı Adeline’in kulağına fısıldadığı dedikoduları bir kedi sinsiliğinde ve ani kahkahalar ile dinliyordu. Suzanne Haffner, etrafına üşüşen bir grup genç adamı omuzları kadar aleni ve soğuk bir tavır takınarak Alman uyuşukluğunu kaybetmeksizin kışkırtıcı küstahlığı ile başından savmaya uğraşıyordu. Bir başka köşede Madam Sidonie, kısık bir ses ile takma kirpikli genç bir kadının kafasını ütülüyordu. Daha ileride Louise; uzun boylu, yüzü kıpkırmızı olmuş çekingen bir çocukla konuşurken Baron Gouraud; hanımların nahif zarafetinin ve ipeksi nezaketinin orta yerinde bir fil genişliğindeki sırtı ve kaba eti ile koltuğa devrilerek uyuyakalmıştı. Odada vernikli porselen gibi ışıldayan, sık pileli saten eteklerden ve elmasların aydınlattığı süt beyazı omuzlardan bir peri ışığı, altın tozuna düştü. Bir kuş ötüşünü andıran kahkahanın tiz sesi, kristallerin berraklığında çınladı. Sıcaklık yükseliyordu. Durgun havada süzülen kuşların kanadı gibi yelpazelerin yavaşça çırpılışında, kadınların üst bedenlerinden misk kokuları yükseliyordu. Markiz’in anlattıklarına pek kulak asmayan Renée, kapının eşiğinde beliren Maxime’i görür görmez ev sahibesi rolünü yerine getirme arzusu ile ayağa kalkmış; ardından büyük salona doğru peşinde genç adam ile birlikte ilerlemişti. Genç adama gülümseyerek selam vermiş, geçen birkaç adımın ardından alçak sesinde bir ironi gizi ile bir kenara çekerek: ‘‘Tatlı bir angarya, ha? Kur yapmak sandığın kadar aptalca değilmiş belli ki.’’
Mösyö de Mussy adına konuşmaya gelen Maxime boş gözler ile bakınırken Renée: ‘‘Ricaların üzerine seni Louise’den kurtarmamak ile iyi yapmışım, diyorum. Siz ikiniz, hiç zaman kaybetmiyorsunuz.’’ dedi. Ardından sitem dolu: ‘‘Ancak yemek masasındaki samimiyetiniz uygunsuzdu.’’ diye ekledi.
Maxime gülerek:
‘‘Ah, o konuda… Birbirimize hikâyeler anlatıyorduk da. Başlarda görmezden geldiğim için komik bir kız olduğunu fark edememişim.’’
Renée’nin, yüzünü bir iffet düşkünü gibi kuşku dolu gözleri ile ekşiterek kendisini süzmesinin yersizliğine öfkelenen Maxime:
‘‘Sevgili üvey anneciğim, masanın altından kızın dizlerini çimdiklediğimi mi düşünüyorsunuz? Müstakbel nişanlıma nasıl davranacağımı bildiğimden şüpheniz olmasın, rica ediyorum. Sizinle paylaşmamı gerektiren daha ciddi bir konu var. Bakın, dinliyorsunuz değil mi?’’ dedi ve Renée’nin dikkatini çekmeyi başarınca sesini alçaltarak: ‘‘Mösyö de Mussy perişan hâlde olduğunu iletti az evvel bana. Aranızdaki sorunu onarmak benim işim değil; ancak biliyorsunuz, kendisini kolejden tanıyorum ve gerçekten çaresiz göründüğü için sizinle konuşacağıma dair söz verdim.’’ diye ekledi.
Anlaması güç bir yüz ifadesi takınarak sessizliğini sürdüren kadına, duraksayarak:
‘‘Cevap vermeyecek misiniz? Önemli değil, ben görevimi yerine getirdim. Dilediğinizi yapabilirsiniz ancak bir kez daha zalimliğinizi kanıtladınız. Zavallı adam için üzülüyorum. Yerinizde olsam en azından onunla kibarca konuşurdum.’’
Yavaş adımlarla aralarında ilerlediği konuklar ile el sıkışmaya devam ederken gözlerini genç adama çevirerek:
‘‘Mösyö de Mussy’e kendisini sıkıcı bulduğumu iletin.’’ dedi.
Maxime şaşkınlıktan olduğu yerde kalakalmış, sessizce gülümsüyordu. Duyduklarını Mösyö de Mussy ile paylaşmaya çekinen Maxime, büyük salonda turlamaya başladı. Önceki gecelerden farksız bu harikulade sıradan gece, artık sona yaklaşıyordu. Saat neredeyse gece yarısı olmuş, konuklar birer birer konaktan ayrılıyordu. Canı sıkkın izlenimi ile yatağa girmek istemeyen Maxime, Louise’i aramaya karar vermişti.
Ana kapıya doğru ilerlerken holde güzeller güzeli Madam Michelin, kocası ihtiyatla kendisini mavi ve pembe renkli mantosuna sarmaladığı sırada: ‘‘O büyüleyici idi, büyüleyici… Yemek boyunca senden bahsettik. Bakan ile mutlaka konuşacak. Yalnız, bu işlerle artık o ilgilenmiyormuş.’’ dedi. Yanlarında bir uşağın muazzam kürk mantosunu giymesine yardım ettiği Baron Gouraud’yu göz ucuyla işaret ettikten sonra Madam Michelin, şimdi de çenesinin altındaki başlığının kurdelesini bağlayan kocasına: ‘‘İşte, tüm olan bitene şahit olan yaşlı adam bu. Bakanlıkta dilediğini yaptırabilir. Yarın da Mareuiller’de şansımızı deneyeceğiz.’’ diye fısıldadı. Mösyö Michelin gülümsüyordu. Karısına, kollarında taşıdığı kırılgan ve değerli bir antika hassasiyeti ile eşlik ediyordu. Louise’in holde olmadığına emin olduktan sonra Maxime, doğruca küçük salona gitti. İşte oradaydı; yalnız başına, geceyi tütün odasında siyasiler ile geçirmek zorunda olan babasını bekliyordu. Gecenin gözde hanımlarından Markiz ve Madam Haffner çıkmış; bazı görevlilerin eşlerine, hayvanlara ne kadar düşkün olduğunu anlatan Madam Sidonie’den başkası kalmamıştı. Louise yüksek sesle: ‘‘Ah, işte buradasın. Geç şuraya otur ve bana babamın nerede uyuyakaldığını söyle. Rüyasında odasında olduğunu görüyor olmalı…’’ dedi. Maxime, genç kızın söylediklerini onaylarken yanlarından geçen iki genç adamın kahkahası yemek masasını aratmıyordu. İskemlede oturmuş Louise’in ellerini tutan Maxime, bir okul arkadaşı ile şakalaşır gibi eğleniyordu. Kırmızı puantiyeli beyaz fuları ve küçücük göğüslerini sıkıştıran yüksek kesim korsesinin içinde, çirkin ve cingöz bir çocuğun yüzü ile kız kılığına girmiş bir oğlanı anımsatsa da Maxime ile gülüşürlerken hiç çekinmeden narin kolları ve çarpık bedeni bir kadının yalnızlığına bürünür; masum gözleri ışıldardı. Dünyanın geri kalanından çok uzakta olduklarını zannederek seranın ortasında yarı gizlenerek oturmuş kendilerini izleyen Renée’yi fark etmeksizin yeniden kahkahalara boğulmuşlardı.
Maxime ve Louise’in yürüdüğü küçük patikanın manzarası karşısında Renée, bir çalının arkasında hayretle durdu. Seranın ince demir sütunlarla desteklenen, kubbeli bir kilisenin nefi gibi olan cam çatısı; çevrenin zengin bitki örtüsünü, yaprakların oluşturduğu dev yığını ve koca koca açan yeşillikleri sergiliyordu. Ortada, yer hizasındaki oval bir havzada sıcak ülkelerin tüm su florasında bulunan gizemli ve yeşilimtırak su bitkileri yaşıyordu. Alacalı yeşil çizgileri ile tek çenekli palmiyeler, tepesi kesilmiş devasa bir sütuna benzeyen anıtsal bir kuşak gibi çeşmenin etrafını sarıyordu. Her iki uçta koca devetabanları, tekinsiz çalı çırpılarını havzanın üzerine kaldırmış; kuru ve aşınmış gövdeleri hasta bir yılan gibi büküldüğünde balıkçı ağına benzeyen kökleri havada asılı kalıyordu. Pandanlar; kenara yakın bir yerde beyaz çizgili, kılıç inceliğinde, dikenli ve Malezya hançerleri gibi sivri uçlu yeşilimsi yapraklar serpiştiriyordu. Uyuklayan suyun ılık yüzeyinin sıcaklığında nilüferler, güzel pembe taç yapraklarını açarken; dev nilüferler püstüller ile kaplı devasa bir kurbağa sırtı gibi görünen yuvarlak cüzzamlı yapraklarını dümdüz yüzdürüyordu.
Havzanın çevresini koca süs yosunları sarmıştı. Bu cüce eğrelti otu, alabildiğine yeşilliği ile sık dokuma bir halı gibi seriliydi. Dairesel patikanın ilerisinde dört devasa ağaç kümesi kubbeye yükseliyordu. Palmiyelerin koca bir yelpazeyi andıran yaprakları, tüm zarafeti ile göğün bucaksız mavi yolculuğunda salınıyor; büyük Hindistan bambuları, dümdüz uzayan cılız bedenlerine hapsettikleri hafif yağmurlar atıştırıyor; gezgin palmiyeler, devasa Çin paravanları gibi yapraklarını iki yana yayıyor; meyvelerini açmış bir muz ağacı, iki âşığın birbirine sokulup rahatça gölgesinde dinlenebilecekleri uzun yassı yaprakları ile dört bir yana uzanıyordu. Köşelerdeki deforme olmuş çöl mumları, dikenli yapraklarını sarmış korkunç urlardan zehir sızdırıyordu. Kızlık kılı eğrelti otları narin dantel işlemeleri gibi ince yaprakları ile toprağın üzerini örterken ağaç eğreltiler, bir altıgen şeklinde yukarı doğru sivrilen nizami dalları ile devasa bir tatlı için özel olarak tasarlanmış porselen bir tatlı tabağını andırıyordu. Az ileride, gösterişli kırmızı ve yeşil renginde benekli gövde yaprakları ile begonyalar; yeşil damarlı beyaz renkte tuhaf bir biçimde yaşayan, koca bir kelebek kanadını andıran mızrak ucu yaprakları koyu ya da solgun ışıltısı ile sağlıksız çalıların etrafını kuşatıyordu.
Çalılığın arkasında daha dar ikinci bir patika, seranın çevresini turluyordu. Kadife kadar yumuşak dua çiçekleri, mor çanlarla bardak menekşeleri ve kör bıçak gibi yaprakları ile ejderha ağaçları; seranın yakacak borularını biraz olsun gizliyordu. Bu kış bahçesinin en göz alıcı yanı, her köşesini yemyeşil kalın sarmaşık perdelerinin gizlediği çardaklardı. Civardaki balta girmemiş ormancıklar, kemerli tavandan süzülen kordon püskülleri gibi pervasız bir sıçrama ile aşılmaz gövdelerine uzanan yapraklardan surlar inşa etmişti. Olgunlaşmış kabuğundan keskin bir koku yayan bir vanilya sapı, yosunla kaplı sundurmanın yuvarlağı boyunca koşuyor; balık otları sütunları minik yaprakları ile kaplıyor; kırmızı salkımlı orkideler ve kurşunlu ağaçların boncuk kolyeler gibi asılı duran çiçekleri, süzülerek uçsuz bucaksız yeşilliğin karanlığında daha da derinlere ilerleyen engerekler gibi birbirlerine dolanıyordu.
Çalıların arasında, gelişigüzel yerleştirilmiş kemerin altında; tel zincirlerden sarkan, içi orkideler ve bir sakatın eğri uzvunu andıran çarpık dalları her yana yayılmış tuhaf mevsim bitkileri ile dolu sepetler asılıydı. Topuğu bir yusufçuk kanadı ile bezenmiş eşsiz bir terliği andıran venüsçarığı çiçeği; inanılmaz kokusu ile kedi kuyruğu orkidesi ve nekahet hâlindeki bir hastanın boğazından yükselen kötü nefes gibi çok uzaktan duyulabilen güçlü, keskin kokusu ve solgun, alacalı çiçekleri ile bir başka orkide türü daha vardı. Bunların yanı sıra patikanın en göze çarpan detayı, seranın bir cephesini tümüyle devasa bir yeşillik ve çiçekler ile kaplayan koca Çin ebegümecisiydi. Bu koca ebegümecinin mor çiçekleri yalnızca birkaç saat yaşasa da durmadan kendisini yeniler; bu yenilenme, devasa bir Messaline’in doyumsuz kadınların yumuşak ve ıslak kırmızı dudaklarına kondurduğu acımasız öpücüğün ardından gülümsemelerine ve kanamalarından yeniden doğuşuna benzer.
Havzanın yanında duran Renée, bu yemyeşil ihtişamın ortasında titriyordu. Arkasında bir granit bloğun üzerine çömelmiş, başı akvaryuma dönük, büyük siyah bir mermerden ciddi ve zalim yüz ifadesi ile sfenks heykeli; parlak kalçaları ile bu ateş topraklarının karanlık anıtı gibiydi. O anda buzlu cam kürelerinden yapraklara parlak bir ışık yansıyordu. Boyunlarını geriye atmış kahkahalarla gülen kadın heykelleri, çalıların arasında yüzlerine düşen gölge lekelerine inat bembeyaz duruyordu. Havzanın derin, durgun suyunda garip ışık oyunları belirsiz şekillerde yeşilimsi mavi yüzeyde yaratık tasvirleri çiziyordu. Gezgin palmiyesinin pürüzsüz, latanyaların cilalı yelpaze yapraklarından göz kamaştıran beyaz ışıklar süzülürken; eğrelti otlarının dantellerinden ışık, bir yağmur damlası gibi düşüyordu. Daha yukarıda, uzun palmiyelerin karanlık tepelerine cam tavanın yansıması vuruyordu. Sarmaşıktan çarşaflar altında çardakların her yanı, uyuyan sürüngenlerin inleri gibi karanlığa boğuluyordu.
Parlak ışıkların altında Renée, uzaktan Louis ve Maxime’i seyrederken derin düşüncelere dalmıştı. Boulogne Ormanı’nın serin sokaklarında süzülen düş artık alaca karanlığın gri cazibesi değildi. Düşünceleri artık sıradan çalılık ve yeşillikler boyu burjuva ailelerin pazar yemeklerine gittiği faytonların tırıslarında sallanmıyordu. Şimdi saydam, keskin bir arzu ile doluydu. Tropiklerin ateşli öz suyunun fokurdadığı bu kapalı neftte; eşi benzeri görülmemiş bir aşk, bir zevk ihtiyacı dalgalanıyordu. Genç kadın, bu devasa gövdelerin kara yeşillikleri ve ateş denizinin yakıcı yatağını meydana getiren dünyanın var oluşunda kendisini kaybetmişti; ormanı büyümesi için besleyen uzuvların yangınında, bitki yığınlarından baş döndürücü korkunç bir koku yayıldı. Ayaklarının dibinde köklerinden gelen öz sudan kıvam alan havzanın ılık suyunda tüten buharı, Renée’nin omuzlarına nemden bir pelerin giydiriyor; bir elin dokunuşu gibi tenini ısıtan bir sis gezdiriyordu. Başının üzerinde salınan palmiye yapraklarının güzel kokularını duyumsuyordu. Renée’yi; boğucu sıcaklıktan, kör edici parlak ışıklardan, yaprakların arasından somurtan ya da gülücükler saçan yüzler gibi kafa karıştıran çiçek buketlerinden daha çok kokular yoruyordu. Tarifi güç keskin, heyecan verici, iz bırakan; insan terinden, kadın soluğundan, saç tellerinden, neredeyse bir insanı bayıltacak ılık ve yavan esintilerden yayılan binlerce farklı koku; haşin, zehirli ve vebalı bir koku ile karışmıştı. Bu tuhaf koku senfonisinin ortasında tek bir koku, vanilyanın tatlılığını ve orkidenin keskinliğini bastırarak sürekli geri dönüyordu. İnsani, iliklere dek nüfuz eden, haz dolu bir koku; yeni evli bir çiftin yatak odasından gündüzleri sıvışan aşkın kokusu…
Renée yavaşça granit oturtmalığa yaslandı. Yeşil saten elbisesinin içinde yüzü ve gerdanı kızarmış, elmaslarının berrak damlaları ile ıslanmış, kırmızı ve yeşiller içinde; tıpkı havzada sıcaktan baygın düşen nilüfer çiçeğine benziyordu. Bu içe dönüş anında akşam yemeğinin buyurgan ve muzaffer sarhoşluğu, seradan yükselen alevlerin ısısı ile katlanarak başını döndürmüş; öncesinde aldığı tüm iyi kararlar hiçliğe karışmıştı. Monceau Parkı’na düşen gölgelerin, gecenin yatıştırıcı serinliğinde huzuru öğütleyen homurtularını artık duyumsayamıyordu. Usanmış bir kadının gazabı uyanmıştı. Tepesinde duran siyah mermerden sfenks heykeli; bunca zamandır yolculuklarının sarsıntılarında, gecelerin zifirî karanlığında, aydınlığın çiğliğinde, bu ateş bahçesinin ortasında Louise ve Maxime’in el ele gülüşüp oynaşmalarında arzuladığı “başka bir şey”in nihayet adını koyarak ölü kalbini dirilttiğini yüzünden okur gibi bıyık altından sırıtıyordu.
O sırada Aristide Saccard’ın, Sör Mignon ve Charrier’e eşlik ettiği bitişikteki çardaktan sesler yükselerek:
‘‘Hayır gerçekten, Mösyö Saccard. Bunu sizden metre başına iki yüz franktan fazlaya geri alamayız.’’
Saccard tiz sesi ile haykırarak:
‘‘Ancak daha önce iki yüz elli frank değer biçmiştiniz.’’ dedi.
‘‘Peki, peki! Bakın, iki yüz yirmi beş frank koyacağız.’’
Sesler devam ediyor, ağaç yapraklarının altında tuhaf bir biçimde yankılanıyordu. Gece boyu içtiği şarapların ardından, beylerin sesi bir kuru gürültüden öteye geçmiyor; kadehindeki keskin şarabın son yudumlarında saklı sersemlik çağrısında bilinmeyenin hazzı ile suç heyecanına kapılıyordu. Renée, artık yorgun değildi. Arkasında, çalıların kısmen sakladığı lanetli bir ağaç olan Tangena; geniş, şimşir yaprakları ile uzanıyor ve beyazımsı gövdesinin en küçük damarlarında zehir damıtıyordu. Ve bir anda Renée, küçük salondan yayılan gün batımı sarısı ışığın yansımasında birlikte oturan Louise ve Maxime’in en içten gülüşlerinde aklını yitirerek kurumuş dudaklarını araladı, Tangena’nın bir dalına doğru uzanarak acı yapraklarından birine dişlerini geçirdi.

II
Aristide Rougon, savaş meydanlarının kokusunu uzaklardan alabilen bir yırtıcı kuş duyusu ile aralıktan sonraki gün Paris’e indi. Fransa’nın güneyindeki bir alt vilayet olan Plassans’tan henüz dönmüş, oradaki ayaklanmada babasının krizi fırsata çevirerek uzun zamandır beklediği vergi tahsildarı ataması işini halletmişti. Genç yaşında, bir çıkarı olmadan budala gibi hayatını tehlikeye attığı savaştan sağ salim kurtulduğu için kendisini şanslı sayıyor olmalıydı. Yanlış yola saptığı için deliye dönmüş; taşralara lanet okuyarak Paris’ten maymun iştahlılıkla ve ince dudaklarının arasında iğneli gülümsemesi ile korkunç bir anlam kazanan, ‘‘Artık bu kadar aptal olmayacağım.’’ sözlerini sayıklayarak bahsediyordu.
On sekizine yeni basmıştı. Saint-Jacques Sokağı’ndaki ufak dairesine bir eşya gibi yerleştirdiği sarışın, soluk tenli karısı Angèle’i de yanında getirmiş ancak dört gözle ondan kurtulmayı bekliyordu. Genç kadın; babasının, ailesinin yanına bırakmaya dünden razı olduğu dört yaşındaki küçük kızları Clotilde’den ayrılmak istemiyordu. Genç adam karısının isteğine ancak Plassans Kolejinde okuyan on bir yaşındaki arsız oğulları Maxime’i, onu büyüteceğine söz veren babaannelerine bırakmak koşulu ile boyun eğmişti. Aristide özgür olmak istiyordu; bir eş ve bir çocuk şimdiden ona yapmak istediklerini gerçekleştireceği vakit ilerlemesi gereken yolda belini bükecek, köstekten başka bir şey olmayacak ağır yükler gibi geliyordu.
Paris’e döndükleri akşam Angèle sandıkları açarken Aristide, ayağındaki taşralı ayakkabıları; milyonlarca kaynak çıkarmayı umduğu yanan kaldırım taşlarında parçalayana dek tüm şehri koşmak gibi acı bir istek duydu. Paris’e gerçekten hükmediyormuş hissi ile uzun kaldırımlar boyu amaçsızca yürüdü. Katıldığı savaş ile ilgili çok net bir görüşü vardı ve bu konuda kendisini ortak servetten payını kurnazca, gerekirse şiddete başvurarak alacak olan becerikli bir hırsız ile kıyaslamayı şimdiye kadar zalimce reddettiyse de artık bundan çekinmiyordu. Bir mazerete ihtiyaç duyduğunda on yıl boyunca bastırdığı arzularını, sefillik içindeki taşralı yaşamını, özellikle de yalnızca toplumu sorumlu tuttuğu hatalarını ileri sürerdi. O anda nihayet ellerini yeşil çuhanın üzerinde gezdiren kumarbazın heyecanı ile dolup taşarak açgözlülüğünü biraz olsun tatmin edeceği, zenginlerin yasal hırsızlığının salt zevkini hissetti. Paris’in havası onu sarhoş ediyordu. Araçların gürültülerinden yükselen Macbeth tonunda bir sesin, ‘‘Zengin olacaksın!’’ diye bağırdığını işitiyordu. Yaklaşık iki saat boyunca sokak sokak gezerek kusurlarına dilediğince hükmeden bir adam gibi davrandı. Öğrenci olarak geçirdiği bir yıldan beridir Paris’te bulunmamıştı. Gece çöküyordu; kafelerden ve dükkânlardan kaldırımlara saçılan parlak ışıklarda hayalleri giderek büyüyordu. Artık nerede olduğunu bilmiyordu.
Kafasını kaldırdığında Fauborg Saint-Honoré’nin ortasında olduğunu gördü. Kardeşlerinden biri olan Eugène Rougon, bir yandaki Penthièvre Sokağı’nda yaşıyordu. Paris’e gelirken hiç kuşkusuz darbenin ana katılımcılarından; şimdilerde son derece etkili bir şahsiyet, ileride önemli bir politikacı olacağına inandığı kardeşini de hesaba katmıştı. Ancak bir kumarbazın sahip olduğu batıl inanç ile o akşam kardeşinin kapısını çalmak istemediğine karar vermişti. Ağır adımlar ile Saint-Jacques Sokağı’na döndü; donuk bir kıskançlık ile Eugène’i düşünüyor, hâlâ yolun pisliği ile kaplı kıyafetlerine bakarak zenginlik rüyasında kendisini teselli etmeye çalışıyordu. Bu rüya, tümüyle bir acıya dönüşmüştü. Büyük adam olma hayali ile gezindiği Paris sokaklarından, dükkânların koşuşturmacası içinde kapıldığı rüyadan uyandıktan sonra şehirde gezinen mutluluktan büyük bir tiksinti duyarak eve dönmüş; onu ite kaka aralarında istemeyen bu mutlu kalabalığa büyük bir zevk ile meydan okuyacağı acımasız savaşının korkunç bir hırs ile hayalini kurmuştu. Başarıya ve zevke duyduğu ihtiyaç, hiç olmadığı kadar keskindi.
Ertesi sabah gün ağarırken kardeşi ile birlikteydi. Kardeşini rüya şehrinde lüks içinde bulmayı umarken Eugène; iki büyük odalı, zar zor döşediği, Aristide’i iliklerine kadar donduran bir dairede yaşıyordu. Küçük siyah masasında çalışırken hafif bir gülümseme ile söylediği tek söz: ‘‘Ah, işte buradasın! Seni görmeyi umuyordum.’’ oldu. Aristide hırçınlık ile kardeşini, bir tek nasihat verme nezaketinde dahi bulunmadan kendisini taşrada ot gibi yaşamaya terk edişi ile suçluyordu. Aralık ayına kadar cumhuriyetçi olarak kaldığı için kendisini asla affetmeyecekti. Bu onun kanayan yarası, sonu olmayan karmaşası idi. Sessizce tüy kalemini alarak kardeşinin sözünü bitirmesini bekledikten sonra Eugène: ‘‘Aristide, herkes hata yapabilir. Genceciksin, gelecek vadediyorsun.’’ dedi. Ağabeyinin ses tonu ve bakışları varlığının derinliklerine nüfuz ediyordu. Genç adam başını öne eğdiği sırada, Eugène hoyratça bir samimiyet ile ekledi: ‘‘Sana bir iş bulayım diye geldin, değil mi? Mutlaka düşüneceğim ancak şu an uygun bir iş ne yazık ki yok. Biliyorsun, bu konularda dikkatli olmamız gerek. Kendini ya da beni tehlikeye atmayacağın güvenli bir iş bulmalıyız. Hemen kızma, ikimiz de yalnızız. Birbirimize doğruları söyleyebilmeliyiz.’’ Aristide çaresizce gülümserken ağabeyi: ‘‘Ah, zeki olduğunu biliyorum. Artık kendini yok yere aptal durumuna düşürmene izin vermeyeceğim. Karşımıza iyi bir fırsat çıkar çıkmaz da sana haber edeceğim. O zamana dek yirmi franga ihtiyacın olursa gel ve benden iste.’’ diyerek sözlerine devam etti.
Kısa bir süre güneydeki ayaklanmada babalarının kendi yolunu nasıl bulduğundan bahsettiler. Eugène, bir yandan paltosunu giyiniyordu. Dışarı çıktıkları sırada ayrılmak üzerelerken ağabeyi, Aristide’i kolundan tutarak alçak bir sesle ekledi: ‘‘Bana bir iyilik yap ve kendi kendine iş aramaya kalkışma. Evinde otur ve sessizce benden haber bekle. Küçük kardeşimin bekleme odaları köşelerinde dolaştığını görmek istemem.’’
Aristide, şahsına münhasır ağabeyine saygı duyuyordu. Güvenini sarsmasını ya da yer yer patavatsızlığa kaçan dürüstlüğünü affetmese de ağabeyinin istediğini yaparak kendisini Saint-Jacques Sokağı’ndaki evine kapattı. Paris’e, kayınpederinin borç verdiği beş yüz frankla gelmişti. Yol masraflarının ardından, ayın geri kalanı için üç yüz frangı kalmıştı. Karısı Angèle, para harcamayı çok seviyordu. Bu sıkışıklıkta nedendir bilinmez, bayramlık elbisesini leylak rengi kurdeleler ile süsleme ihtiyacı duymuştu. Genç kadın, bu ayın bitmek bilmeyeceğini düşünüyordu. Aristide, Angèle’in sabırsızlığında tükeniyordu. Pencerenin önünde oturmuş Paris’in devasa ağırlığı altında ezildiğini hissederken; harlı fırına kendisini tıkıp ateşten ellerinde bal mumu kıvamına gelen altını yoğurmak gibi delice bir arzuya kapıldı. Koca şehirden yükselen, şimdiden finansal kumarhanelerin ve şehvetin sıcak kokularını taşıyan imparatorluğun doğuşunun soluklarını içine çekiyordu. Soluduğu hafif kokular ona doğru yolda olduğunu; imparatorluğun, yeni maceraların, kadınların ve milyonların avının nihayet başladığını söylüyordu. Burun delikleri genişledi, açlıktan ölmek üzere olan bir hayvanın içgüdüsü ile şehrin arenaya dönüşerek kanlı avın yaklaştığı günleri görebiliyordu.
İş konusunda daha fazla çaba sarf etmeye teşvik etmek için iki kez ağabeyini aradı. Eugène kaba bir üslupla onu unutmadığını, sabretmesi gerektiğini söyledi. Sonunda, Penthièvre Sokağı’na görüşmeye gideceğini yazan bir mektup aldı. Oraya giderken güzel bir kadın ile randevuya çıkıyormuş gibi kalbi, delicesine atıyordu. Ofis olarak kullanılan buz camlı odada, koca bir siyah masanın önünde Eugène’i gördü. Aristide’in geldiğini gören ağabeyinin hemen yanındaki avukat ona bir kâğıt uzatarak: ‘‘İşte, yazın dün geldi. Belediye binasında komiser yardımcısı olarak görev yapacaksın. Maaşın, iki bin dört yüz frank olacak.’’ dedi. Aristide olduğu yerde kalakalmıştı. Ağabeyinin kendisi ile dalga geçtiğini düşünerek sapsarı kesildi ve kâğıdı almadı. En az altı bin franklık bir maaş umuyordu. Ağabeyi, kardeşinin aklından neler geçirdiğini duyarcasına sandalyesini çevirdi ve kollarını birbirine kavuşturarak öfkeyle: ‘‘Şu hâline bakılacak olursa koca bir aptalsın. Hizmetçilerin etrafında dört döndüğü büyük bir apartman dairesinde iyi yemekler yemek; iki saatte dekore edilmiş yatak odanda ipek çarşafların üzerinde kendini tatmin ettiğin an varlığını dahi unutacağın herhangi bir kadını koynuna almak; ardından da uykuya dalmak istiyorsun, öyle mi? Sen ve senin gibilere izin versek kasayı daha dolmadan boşaltırsınız. Aman Tanrı’m! Bir çocuk kadar safsın. Biraz sabırlı ol! Ne şartlarda yaşadığımı görmedin mi?’’
Küçük kardeşinin diplomalı sabırsızlığından derin bir küçümseme ile bahsediyordu. Bu küçümseyiş; içinde daha yüksek hırslar, daha farklı güç arzuları barındırıyordu. Aristide’in salt para iştahı, bundandır ki ona sıradan ve çocukça geliyordu. Eugène, hafif bir gülümseme ile daha nahif bir ses tonunda: ‘‘Niyetinin iyi olduğunu biliyorum ve seni üzmeyi inan istemiyorum. Senin gibi adamlar değerlidir. Dostlarımızı en açlar arasından seçmeye özen gösteriyoruz. Ne yazıktır ki hükmetmenin en kolay yolu budur. Endişelenme, yakında masada bir yer açılacak ve en sancılı açlıklar doyurulacak ancak Tanrı aşkına, en azından sofra kuruluncaya kadar bekle; lakin bana inanır ve tavsiyeme uyarsan o masada kendi yerini sen hazır edeceksin.’’ dedi. Ağabeyinin hoş benzetmelerinin tesir etmediği Aristide, düşünceli bir hâlde öylece duruyordu. Eugène bir kez daha öfkeye kapılarak: ‘‘Ah!’’ diye haykırdı. ‘‘Sana aptal demekte çok haklıydım. Ne bekliyordun, ha? Şanlı benliğiniz(!) ile tam olarak ne yapacağımı zannediyordunuz? Hukuk eğitimini dahi bitirmedin. Kendini on yıl boyunca alt vilayetin sefil memuriyetine gömdün. Darbenin cumhuriyetçi adamlarından birinin iğrenç ünü ile kapımda belirdiğin vakit, gerçekten bir Bakan olabileceğini mi düşlüyordun? Bak, ne pahasına olursa olsun başarmaya kararlı olduğunu biliyorum. Bunun büyük bir erdem olduğunu kabul ediyorum ve sana iş düşünürken de bunu bir an olsun aklımdan çıkarmadım.’’ dedi; ayağa kalktı ve yazıyı Aristide’e uzatarak: ‘‘Al şunu!’’ diye devam etti. ‘‘Bir gün bana teşekkür edeceksin, bu pozisyonu senin için özel olarak seçtim. Yeterince zeki isen ne demek istediğimi anlayacaksın. Dileyen herkesin zengin olabileceği bir döneme giriyoruz, kardeşim. Oraya git ve istediğin kadar para kazan. İzin veriyorum ancak aptalca bir şey yapar ya da bir skandala imza atarsan seni öldürürüm!’’
Bu tehdit, arzularının çıkaramadığı güçlü duyguları ortaya çıkardı. Aristide’in coşkusu, ağabeyinin bahsettiği zenginlik karşısında yeniden alevlendi. Sonunda acımasız savaşını başlatabilecek gibi görünüyordu; haykırmalarına müsaade etmeden boğazlarına sarılacaktı, üstüne üstlük bürokrasi adı altında… Eugène, ay sonuna kadar beklemesi için iki yüz frank verdikten sonra düşünceli bir şekilde:
‘‘Adımı değiştirmeyi düşünüyorum, sen de değiştirmelisin. Daha az utanç ile yaşayabiliriz böylece.’’
Aristide sessizce:
‘‘Nasıl istersen…’’ diye cevapladı.
‘‘Senin hiçbir şey ile ilgilenmene gerek kalmaz, evrak işlerini ben hallederim. Karının adını almak ister misin, Mösyö Sicardot?’’
Aristide, hecelerin ahengini görmek için bakışlarını yukarı kaldırarak:
‘‘Sicardot… Aristide Sicardot… Korkarım ki, hayır. Ucuzluk ve başarısızlık kokuyor.’’
Eugène: ‘‘Başka bir isim düşün o hâlde.’’ derken Aristide kısa bir an durakladıktan sonra: ‘‘Sicard’ı tercih ederim; Aristide Sicard! Kulağa hoş geliyor, değil mi? Belki biraz anlamsız…’’
Düşünde görmüşçesine bir anda: ‘‘Buldum!’’ diye haykırdı. ‘‘Sac-card, Aristide Saccard! İki ‘c’ ile… İşte bu isimde para var. Kuruşları sayıyoruz, duyuyor musun?’’
Ağabeyi zalimce bir şaka ile kardeşini uğurlarken:
‘‘Evet, ya hapse düşecek ya da milyonlar kazanacak bir isim!’’
Aristide Saccard, birkaç gün sonra belediye binasının önündeydi. Çok geçmeden rutin mülakatlara tabi tutulmaması için ağabeyinin tüm nüfuzunu kullandığını öğrenmişti. Ev halkı için bir memurun tekdüze yaşantısı artık başlamıştı. Aristide ve karısı, Plassans’taki alışkanlıklarını sürdürüyorlardı. Dolaysız servet hayallerinden uyanmış; sefalet içindeki yaşamlarında, ne zaman sona ereceğini bilmedikleri bu deneme süresinin de ağırlığı ile nefes alamıyorlardı. Paris’te fakir olmak, iki kat fakir olmaktır. Angèle, yoksulluğu donuk bir çaresizlik ile kabul etmiş; günlerinin çoğunu ya mutfakta ya da kızı ile vakit geçirirken yerde yuvarlanarak paraları bitmediği sürece neredeyse hâlinden memnun geçiriyordu. Öte yandan Aristide, varoluşunun hapsolduğu bu yoklukta kuduz bir it gibi titriyordu. Tarifi mümkün olmayan bir yas tutuyor, gururu kanıyor, doymayan arzularınca korkunç bir öfke ile kamçılanıyordu. Plassans Bölge Meclisine atanan ağabeyinin haberini alınca tümden yıkıldı. Eugène’in üstünlüğünü budalaca bir kıskançlıktan çok daha fazlasında hissetti. Ağabeyini, onun adına yapabileceklerinin tümünü yapmamak ile suçluyordu. Mukavemetini yitirdiği birkaç zaman, borç istemek için kapısına gitmişti. Eugène son seferinde de parayı verdi ancak sert bir tavırla onu cesaretsiz ve iradesiz bir adam olduğu için kınadı. O an kaskatı kesilen Aristide, bundan böyle kimseden tek kuruş istemeyeceğine dair yemin etti. Angèle ayın son sekiz günü iç çekerek kuru ekmek yedi. Bitmek bilmeyen çıraklık, Saccard’ın acımasız eğitimini tamamlamıştı. Dudakları daha da incelmiş, sırım gibi vücudu bir deri bir kemik kalmıştı; artık milyonları düşünecek kadar aptal değildi ve günün her saati aklında Saint-Jacques Sokağı’ndan belediye binasına koşarken kaldırımlarda çınlayan aşınmış ayakları ile eski püskü mantosunun düğmelerini iliklerken sansar burnuna dolan, sokakların kin tımarhanesi kokusu; Paris’te sinsi sinsi dolaşan, zenginlik ve zevk düşüne dalmış kıskanç bir yoksulun sembolüydü. 1800’lü yılların başında Aristide Saccard yol denetçiliğine atanmıştı. Dört bin beş yüz frank kazanıyordu. Angèle’in sağlığı günden güne bozuluyor, küçük Clotilde’in kanı çekiliyordu. Maaş zammı için olabilecek en iyi zamandı. Ceviz ağacı ile döşeli yemek odası ve maun ağacından yatak odasından oluşan iki odalı ufak dairesini tutuyor; dirseklerine kadar paraya batana dek, kimseden tek kuruş istemeyeceği sözüne sadık kalmak için eli sıkı bir yaşam sürmeye devam ediyordu. İçgüdülerini bastırmaya uğraşıyor, eline geçen birkaç kuruşu sürekli küçümseyerek pusuda bekliyordu. Angèle tek kelime ile mutluydu. Kendine yeni kıyafetler aldı, her gün broş takmaya başladı. Kocasının dilsiz öfkesi ile çok güç problemlere çözüm ararcasına takındığı karanlık yüz ifadesine artık anlam veremiyordu. Aristide; ağabeyinin tavsiyelerine uyuyor, onu dinliyor ve gözlemliyordu.
Terfi için Eugène’e teşekkürlerini iletmek istediğini sezdiğinde özünün devrimi ile tanıştı ve iyi davranışı için ağabeyine teşekkür etti. Herkesin gıpta ile adından söz ettiği çalışan, uysal ve dışa dönük bir adama dönüşmüştü. Birkaç ay içinde müthiş bir komedyen olmuştu. Güneyli ruhu tümüyle uyanmış ve muziplikte öylesine ustalaşmıştı ki; iş arkadaşları onu bir Bakan’ın akrabası olarak, ricası üzerine önemli işlerle ilgilenen iyi bir adam zannediyorlardı. Bu akrabalık ilişkisi, şeflerinin de gözünden kaçmamıştı; kendisine sürekli teveccühlerini iletiyorlardı. Tüm bunlar ona makamının üzerinde bir yetki alanı sağlıyor, bazı kilitli kapıların ardına geçmesine olanak sunuyordu. İşin sırrı, tereddüt etmemekteydi. İki yıl boyunca koridorlarda volta attığı, tüm odalarda vakit öldürdüğü, bazen bir arkadaşı ile muhabbet etmek, bazen ofisler arasında “Güneyli şeytan!”, “Yerinde durmak nedir bilmiyor!”, “Kıçında kurt var!” diye haykıran çalışma arkadaşlarının muhabbetlerine katılmak gibi bahaneler ile günde yirmi kez masasından ayrılma lüksüne sahip olduğu görüldü. Onu aylak bir adam olarak gören, idarenin işleyişinden birkaç dakika çalmak ile suçlayan bu boş zihinlere yalnızca gülüyordu. Hiçbir zaman kapı dinleme hatasına düşmedi ancak cesurca kapıları yarıp geçmenin bir yolu vardı: Elinde tuttuğu birkaç dosya kâğıdı ile hiçbir konuşmanın tek kelimesini kaçırmayacağı kadar yavaş ve ölçülü adımlarla dalgın bir görüntü çizerek eş zamanlı hareket etmek. Ofislerin gölgeleri arasında, kendisini tamamen işine kaptırmış hâlde süzülen bir adamın yanından geçen insanlar susma zahmetine girmiyorlardı. Sonsuz cömertliği bir başka yöntemiydi. İşlerini yetiştiremeyen dostlarına her zaman sevecenlikle yardımcı olmayı teklif eder, karşılığında eline geçen hesap defterlerini ve tüm evrakları pürdikkat okumuş olurdu. En sevdiği günahlarından biri ise ofisteki beylerle arkadaşlık kurmaktı. Öyle ki onlarla el sıkışmaya kadar cüret ederdi. Saatlerce iki kapı arasında onları kısa hikâyeler ile güldürerek güvenlerini kazanırdı. Bu yiğit insanlar ondan hayranlıkla: ‘‘İşte, kendisini fazla ciddiye almayan bir adam!’’ diye bahsediyorlardı. Bir skandal çıkar çıkmaz haberi ilk ona geliyordu. Böylece iki yılın sonunda, belediye binasında Aristide için sır diye bir şey yoktu. Binada elektrikçisinden, en kıdemli çalışanına kadar herkesi tanıyor; çamaşırhane faturalarına kadar her bir resmî belgeyi biliyordu. İşin sırrı, tereddüt etmemekteydi.
Böylesi bir anda Paris, Aristide Saccard gibi bir adam için eşsiz bir manzaraydı. Prens-Başkan’ın bazı Bonapartist kesimin coşkusunu uyandırmayı başardığı ünlü gezisinin ardından imparatorluk ilan edilmişti. Mecliste ve gazetelerde sessizlik hâkimdi. Bir kez daha kurtarılan halk; onları koruyan, kendi dertlerini onlar yerine düşünecek ve çözecek güçlü hükûmetin güveni ile birbirlerini tebrik ettiler, geç saatlere kadar huzurla uyudular. Halkın en büyük endişesi nerede eğlenerek zaman öldürecekleriydi. Eugène Rougon’un memnun açıklamalarına göre Paris, akşam yemeği için masaya oturmuş; tatlıdan sonra ne ile zevk alacağını düşünüyordu. Politika, bir uyuşturucu gibi dehşet saçıyordu. Erkeklerin savunmasız zihinleri savurganlık ve spekülasyonlar arasında zayıf düştü. Parası olanlar, paralarını sakladıkları yerden hemen çıkaracak kadar şanslı iken; parası olmayanlar kıyıda köşede kalmış her peniliğin peşine düştüler.
İzdiham zamanlarında kadınların keskin kahkahaları ve belli belirsiz sofra takımları tıkırtısı, öpüşmelerin çınlamalarının arasından donuk bir titreme ile peniliklerin gürültüsü yükselirken; düzenin sağır edici sessizliğinde, yeni saltanatın ezici barışında sevimli söylentiler ile yaldızlı ve şehvetli vaatler yükseliyordu. Dikkatle çekilmiş perdelerinden, kadınların gölgelerinden ve şöminelerinin mermerinde seken altınların çınlamalarından başka bir şeyin görülmediği küçük evlerden birinin önünden geçiyor gibiydi. İmparatorluk; Paris’i, Avrupa’nın kötü mahallelerinden birine çevirmek üzereydi. Tahta oturmayı başaran üçkâğıtçılar çetesi; macera saltanatı, karanlık köşelerde yapılacak ticari antlaşmalar, vicdan sömürüleri, kadın pazarlıkları ve evrensel sarhoşluklar ile dolu bir saltanat sürmenin peşindeydi. Aralık ayının kanının daha yıkanmadığı şehirde, ülkeyi yozlaşmış ve onursuz bir ulus düzeyine sürükleyecek olan bu zevk çılgınlığı henüz bir köşede ürkekçe büyüyordu.
Aristide Saccard, yakında tüm Paris’i yutacak olan bu vurgunculuk dalgasını ilk günlerden beri sezinliyor; ağır ağır ilerleyişini de dikkatle izliyordu. Kendisini, şehrin çatılarından yağan bozukluk yağmurunun ortasında buldu. Belediye binasının uzun koridorları boyunca yaptığı sayısız gezintilerinde Paris’in dönüştürülmesine ilişkin köklü projeyi, yıkım planını, yeni bulvarları ve mahalleleri, arazi ve mülk satışlarındaki devasa vurgunların haberlerini almıştı; şehir, dört bir yandan çıkar savaşları ve sonu gelmeyecek bir lüks arayışı ile karşı karşıyaydı. O andan itibaren, varlığının tek bir amacı vardı; tüm bunlar olup biterken uslu bir çocuk olmak. Biraz göbek bile yaptı, sokaklarda fare kovalayan bir kedi gibi koşturup durmayı bıraktı. Ofisinde, her zamankinden daha konuşkan ve uysaldı. Belediye binasına yaptığı resmî ziyaretler sırasında Eugène, uyarılarına bu kadar bağlı kalan küçük kardeşini tebrik etti. 1850’lerin başında Aristide, aklında birkaç proje olduğunu ancak gerçekleştirmek için büyük miktarda avans gerektiğini söylediği ağabeyinden ‘‘Arayın!’’ cevabını alınca en ufak bir çıkışma göstermeden önemli bir konuda desteğini esirgediğini fark etmemiş gibi: ‘‘Haklısın, bulacağım.’’ demekle yetindi.
Şimdilerde, sermaye bulma işinden başka bir şey düşünemiyordu. Planları hazırdı ve her geçen gün olgunlaşıyordu. İlk birkaç frangı bulmakta çok zorlandığından giderek gerginleşti; sokaktan geçen her insana potansiyel yatırımcı gözüyle gergin ve derin bakışlar atıyordu. Angèle, evde silik bir mutluluk ile hayatını sürdürmeye devam ediyordu. Aristide bir fırsat kolluyor, o karşısına çıkmakta geciktikçe yüzündeki gülümseme acılaşıyordu. Aristide’in Paris’te bir de kız kardeşi vardı. Sidonie Rougon, Plassans’ta bir avukat kâtibi ile evlenmiş ve orada, Rue de Saint-Honoré’de birlikte meyve ticareti işi kurmuşlardı. Ağabeyi onunla karşılaştığında kocası ortadan kaybolmuş ve işler çoktan durmuştu. Rue du Fauborg-Poissonière’de üç odalı, küçük bir asma kat dairede yaşıyordu. Dairesinin hemen altındaki ufak ve gizemli dükkânı da kiralamış, orada dantel işlediğini iddia ediyordu. Vitrinde yaldızlı raflarda güpür ve Valencielles kumaşları asılı dursa da içeride satış yapılacak bir ürün ya da stok göze çarpmayan, parlak ahşap işlemeleri ile sofayı andıran bir yerdi. Kapı ve pencere, dükkânı sokağın bakışlarından koruyan ve bir tapınağa açılıyor gibi görünen bekleme odası, dikkat çekmeyen peçeli ince perdeler ile süslenmişti. Bir müşterinin Madam Sidonie’nin dükkânına girdiği görülmüş şey değildi. Yalnızca varlıklı kadınlar ile randevu usulü çalıştığını, duvara gizlenmiş bir merdiven ile birbirine bağlanan asma katı ve butiği kiralamasının tek nedeninin yerin rahatlığı olduğunu söylese de günün çoğunluğunda dışarıda olurdu. Gün içinde en az on kez telaşla bir yerlere gider gelirdi. Dantel işi ile de yetinmemiş, asma katına kimsenin nereden geldiğini bilmediği bol çeşitli eşyalar istiflemişti. Kauçuk nesneler, kabanlar, ayakkabılar, giysi askıları, ortopedik cihazlar, saçları güçlendirmek için doğal yağlar ve kullanımı ona büyük zorluk yaşatan patenti yeni alınmış bir kahve cezvesi ile doluydu. Ağabeyi onu ziyarete gittiğinde Sidonie, dairesine bir piyano yerleştirmeye uğraşıyor; içeride başka piyanoların da olduğu cilveli döşenmiş yatak odası ve geri kalan iki satış odasının karmaşası ile çatışıyordu.
Asma kata alışveriş yapmak için gelen müşteriler, evin Papillon Sokağı’na bakan ana kapısından girip çıkıyor; dantel dükkânının iki yönlü satış trafiğini anlayabilmek için küçük merdivenin gizemini bilmeleri gerekiyordu. Bu sayede kusursuz bir biçimde iki işinin altından kalkıyordu. Asma kata çıkan arkadaki dükkâna kocasının soyadı olan “Madam Touche”, ön cepheye bakan dükkânına ise ilk adı olan “Madam Sidonie” ismini vermişti. Madam Sidonie otuz beş yaşındaydı ancak özensiz görüntüsü ve kadınsılıktan eser olmayan tavırları ile çok daha yaşlı sanılıyordu. İşin aslı; tüm kıvrımlarını örten, kenarları yıpranmış ve rengi atmış; avukatların mahkeme salonunda giydikleri cüppeyi anımsatan siyah sonsuz elbisesini üzerinden çıkarmayan, aslında o kadar yaşlanmamış bir kadındı. Alnına kadar uzanan ve saçlarını örten siyah bir şapka, ayağına geçirdiği hantal ayakkabılar, kolunda taşıdığı sap kısmı iplikler ile yamalanmış küçük bir sepet ile sokaklarda koşturuyordu. Yanından bir an olsun ayırmadığı bu sepet, onun kıymetlisiydi. İçinde; bir komisyoncu ya da icra memurunun taşıyacağı her türden eşantiyon, ajandalar, dosyalar, okuması marifet isteyen kargacık burgacık el yazısı ile yazdığı bir avuç dolusu damgalı kâğıt vardı. Mahkeme celpleri, buyruklar ve borçlar içinde yaşıyordu. Yalnızca on frank değerinde bir pomat ya da dantel satışı hususunda yaşadıkları anlaşmazlıkta derhâl dava açar; elinden düşürmediği sepeti ile haftalarca düzgün bir araç dahi kiralamadan küçük bir faytonda elinde evraklar ile Paris’in bir ucundan diğer ucuna gider gelir; başına türlü belalar açardı. Böylesi bir işten elde ettiği kârı hayal etmek güçtü; önceleri bunu karanlık işlere karşı salt içgüdüsel bir zevkten, dalavere sevdasından yaparken gittiği yerlerde sağda solda dağıtılan akşam yemekleri ve oradan buradan topladığı penilikler ile az da olsa kazanç sağladığını fark etti. En büyük kârı ise onu büyük vurgunlara ve talih kuşlarına adım adım yaklaştıracak olan, kulağına çalınan sırlardı. Yabancıların arasında, işlerine burnunu sokarak yaşayan bir teklifler ve talepler fihristi idi.
Nerede bir an önce evlendirilecek bir kızcağız, üç bin franga ihtiyacı olan bir aile ve kendini garantiye alacak, yüksek faizlerle de olsa üç bin frank borç verecek yaşlı bir adam var ise mutlaka haberi oluyordu. Kocasının onu anlamadığı, tek derdi anlayış olan kederli bir sarışın kızcağız; genç kızını sefaletten kurtarmak isteyen iyi kalpli annenin gizli arzusu; kendisini şık akşam yemeklerine adamış bir baronun oldukça genç yaşta kızlara düşkünlüğü gibi hassas sırlar da biliyordu. Yüzünde solgun gülümsemesi ile tüm bu teklif ve taleplerin seyyar satıcısıydı. Bu insanları ağız ağıza getirmek için iki fersah boyu yol tepiyordu. Baronu iyi kalpli anne ile buluşturmuş, yaşlı adamı güç durumdaki aileye üç bin frank borç vermeye ikna etmiş, kederli sarışın kadını teselli etmiş ve evlendirilecek genç kıza ahlaksız bir koca bulmuştu. İflas etmiş soylu bir aile olan Stuartlar’ın ondan takip etmesini istedikleri, İngiltere’den Fransa’ya yaptıkları faizler ile üç milyar franga ulaşmış uzun soluklu bir anlaşmalı borç davası gibi çevresinde toplaşıp kulak kabartan insanlara göğsünü gere gere anlattığı büyük işleri de vardı. Üç milyarlık bu borç onun takıntısı gibiydi; bir tarih dersi verircesine olayı en ince ayrıntılarına kadar anlatırken yanaklarında hafif bal mumu sarısı ile karışmış bir kızıllık coşuyordu. Bazen bir mübaşiri ya da bir dostunu ziyareti sırasında muhabbetin arasına sıkıştırdığı bir cezve, kauçuk manto, bir dantel kuponu satıverdiği ya da piyano kiraladığı; bazen de bir parça Chantilly kumaşı görmek için randevu alan müşterisine doğru dükkânına koşuverdiği zamanlarda olduğu gibi hâlen yaptığı ayak işleri de vardı.
Peçesinin ardında bir gölge gibi saklanan müşteri içeri girmişti. Aynı anda Papillon Sokağı’na bakan ana kapıdan bir beyefendinin Madam Touche’un piyanolarını görmek için girmesi de az rastlanılan bir durum değildi. Madam Sidonie’nin şimdiye dek bir servet kazanamamasının tek nedeni, sırf çalışmayı sevdiği için çalışıyor olmasıydı. Bürokrasi işlerine olan düşkünlüğü yüzünden dükkânını ihmal etmesi, sürekli icra memurları tarafından yiyip bitirilerek yalnızca dava meraklılarının anlayacağı türden bir keyif almasına yol açtı. İçten içe kadınlığını öldürmüş; vücudunun bir uzvu hâline gelmiş sepeti ile Paris sokaklarında cirit atarak milyonlar kazanmayı uman, on franklık bir anlaşmazlık uğruna en gözde müşterisini barışın adaletine teslim etmekten hiç çekinmeyen bir simsardı. Evlerinin önünden geçip giden; bir avukatın cübbesini andıran kısa, ince ve rengi atmış siyah elbisesine bürünmüş bu kadını görenler onu bir avukat yamağı sanırdı.
Teni, damgalı kâğıdın iniltili solgunluğuna sahipti. Gözleri, zihnini hırpalayan her türlü kaygının curcunasında yüzerken; dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı. Utangaç ve ihtiyatlı yaklaşımı ile dünyevi güzelden vazgeçmiş, kalbindeki ızdıraba merhamet eden bir rahibe gibi nahif ve anaçtı. Kocasından, çocukluğundan, ailesinden ya da kaygılarından hiç bahsetmedi. Madam Sidonie bir tek kendi hikâyesini satmamıştı. Vicdanı el vermediğinden de değil, yalnızca aklına gelmemişti. Bir fatura kâğıdı kadar kuru, bir ihtarname kadar soğuk, kayıtsız ve çok daha derinlerde; bir mübaşir yardımcısı kadar acımasızdı. Körpe taşralı zamanlarında Aristide, kız kardeşinin sayısız iş kolu ile ne yapmaya çalıştığına anlam veremedi. Bir yıl hukuk eğitimi aldığı için Madam Sidonie, üç milyon franklık davayı kendisine büyük bir ciddiyet ile anlatınca kız kardeşinin aklından şüphe etmişti.
Madam Sidonie, Saint-Jacques Sokağı’nı arşınlamaya gittiği günlerden birinde Angèle’i bir bakışla tartmış; o günden sonra da o bölgeye işi düşünceye ya da üç milyon frank konusunu bir kez daha masaya yatırmak arzusu duyuncaya dek dönmemişti. Angèle, İngiliz borcu hikâyesini neredeyse ezberlemişti. Simsar yine şovunu yapmıştı. Müşterilerinden daha da saf olan bu kadıncağızı da allayıp pulladığı yemi ile oltasına almış, sefil insan ticareti ve yitmiş kayıp hayatı ile çürümüş ruhunun çatlaklarını onlarla birlikte eğliyordu. Başında etrafı harikulade bir ayla ile çevrili, metali gözüken pirinç kaplamalı çubuklarından solgun menekşeler sarkan zavallı şapkası ile er ya da geç hâkimlerin üç milyon frangı şahsi servetiymiş gibi ona geri vereceğinden sarsılmaz bir ikna ile bahsederek konuşmayı bitirdi. Angèle’in gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Kocasına gelininden saygı ile bahsettiği bazı anlardan birinde, Madam Sidonie’nin bir gün kendilerini zengin edebileceğini söylemişti. Saccard omuzlarını silkmiş; Fauborg-Poissonière Sokağı’ndaki asma katını ziyarete gittiğinde karısının aksine yaklaşan bir iflastan başka bir şey sezmemişti. Ağabeyi Eugène’e, kız kardeşi ile ilgili ne düşündüğünü sorduğunda basitçe onu fazla görmediğini ancak bazen kendisini tehlikeye soksa da çok zeki bir kadın olduğu için başının çaresine bakabileceğini söylemişti. Saccard kısa bir süre sonra Penthièvre Sokağı’na dönerken kız kardeşinin siyah elbisesini, ağabeyinin evinden ayrılıp hızla kalabalığa karıştığını gördüğünü sandı. Peşinden koştu ancak siyah elbiseyi bir daha göremedi. Madam Sidonie, kalabalığın içinde seçilemeyen türden silik insanlardandı. Anlık bir duraksamadan sonra kız kardeşini düşünmeye başladı. Bu kırışıklar ile erimiş gibi görünen solgun yüzü anımsamak, çok vaktini almadı. Kız kardeşine saygı duyuyordu. Rougon kanına yakışır bir kadındı. Bu para doyumsuzluğunu, genetik entrika ihtiyacını hemencecik tanıdı; ancak sabah akşam ekmeğini taştan çıkarmaya çırpındığı Paris’te olgunlaştığı çevre yüzünden, ailesinin mizaç rotasından sapmıştı; aşırı erkeksiliği, simsarlığı ve seyyar umut satıcılığını bedeninde ayrı ayrı yaşatıyordu.
Saccard, sermaye aradığı dönemde aklına normal olarak önce kız kardeşi gelmişti. Madam Sidonie, üç milyon franktan bahsederken iç çekerek başını sallıyordu. Saccard onun deliliklerine müsamaha göstermiyordu. Kız kardeşi, Stuartlar’ın borç konusunu her açtığında onu hiddetle sarsıyor; aklına onursuzluk ettiğini söylüyordu. Bu konuda en ufak bir şüphesi olmadığını söyleyerek kardeşinin en acımasız alaylarına dahi büyük bir sakinlik ile göğüs geriyor; Saccard, onun neye güvendiğini bilmediğini ancak beş kuruş alamayacağını çok iyi bildiğini söylüyordu. Bu konuşma, Madam Sidonie’nin birikimleri ile Borsa’nın önünde kumar oynamaya gireceği sırada gerçekleşmişti. Saat üç civarında postanenin tırabzanlarına yaslanmış, kendisi gibi kaybolmuş ve muğlak bireyleri huzuruna kabul ederdi. Saccard yanından ayrılırken Madam Sidonie: ‘‘Ah! Eğer evli olmasaydın…’’ diye mırıldandı. Gerçekte ne kastettiğine anlam veremeyen ve öğrenme arzusu da duymayan Saccard, bu cümle karşısında hüsrana uğradı.
Aradan aylar geçmiş, Kırım Savaşı yeni ilan edilmişti. Bu uzak savaştan etkilenmeyen Paris, gitgide piyasa vurgunculuğunun ve kadın ticaretinin coşkusuna kapılmıştı. Saccard, önceleri sezinlediği bu büyüyen öfkeyi yumruklarını sıkarak seyrediyordu. Dev döküm ocağından yükselen, örs üzerinde altınları döven her bir çekiç darbesinde öfke ve tahammülsüzlük ile sarsılıyordu. Zihninin ve duygularının muharebesinde, galibiyet kamçılarının altında, çatı kenarlarında dolaşan bir uyurgezer gibi düşler âleminde yaşıyordu. Öyle ki bir gün Aristide’i hasta yatarken bulduğunda da şaşırdı ve öfkelendi. Bir saat gibi düzenli işleyen iç dünyasının, kaderin kötü bir cilvesi gibi bozulması onu çileden çıkardı. Soğuk almış ve ateşlenmiş zavallı Angèle usulca inliyordu. Doktor gelmiş ve muayenenin ardından endişeli gözlerle bakınan Saccard’a, karısının zatürre olduğunu ve tedaviye geç kalındığını söylemişti. O andan itibaren genç adam artık öfke duymaksızın hasta karısı ile ilgileniyordu. İşe gitmiyor ve başından ayrılmadan ateşten kıpkırmızı olmuş, ağır ağır nefes alarak uyuklayan karısına tarifsiz bir ifade ile bakıyordu. Madam Sidonie işlerinin yoğunluğuna rağmen, her akşam elinde bir başka şifalı bitki çayı ile gelmenin yolunu buluyordu. Tuhaf mesleklerinin arasına bir de acıdan, çaresizlikten ve ölüm döşeklerinde geçen yürek burkan muhabbetlerden keyif alan hasta bakıcılığını eklemişti. Daha sonraları Angèle’e şefkat dolu bir dostluk besledi. Erkeklere verdikleri koşulsuz zevklerden dolayı aşk kadınlarını; tüccarların vitrinlerinde sergiledikleri değerli parçalara gösterdikleri özen ile sever, “tatlım benim, güzelim benim” nidalarında metresinin önündeki bir âşık gibi kendinden geçerdi. Angèle’i aşk kadınlarından saymasa da prensibi gereği onu da diğerleri gibi kandırdı. Genç kadın yataktayken Madam Sidonie, sessiz odayı gözyaşları ile cömertçe doldurdu. Kardeşi onu, bu sessiz ızdıraba yenik düşmüş gibi sımsıkı dudakları ile izliyordu. Hastalık daha da kötüleşti. Bir akşam doktor, genç kadının sabahı göremeyeceğini söyledi. Madam Sidonie erkenden gelmiş, ufak alev parlamalarında gözleri boğulmuş Aristide ve Angèle’e kaygı ile bakıyordu. Doktor gidince lambayı kıstı, kulakları sağır eden bir sessizlik odaya çöktü. Ölüm bu sıcak ve nemli odaya, can çekişen kadının bozuk bir saatin tıkırtısı gibi düzensiz soluklarında yavaşça giriyordu. Madam Sidonie, şifalı bitki çaylarını artık bırakmış; hastalığın işini yapmasına izin veriyordu. Bir yandan şöminenin önünde ateşi harlarken bir yandan da göz ucuyla yataktaki karısına bakan kardeşinin yanına oturdu. Aristide bir anda, bu içler acısı seyirliğin ağır havasını artık soluyamıyor gibi yandaki odaya çekildi. Küçük Clotilde burada, küçük bir halı parçasının üzerinde oturmuş sessizce bebekleri ile oynuyordu. Madam Sidonie kardeşinin arkasında belirmiş kısık ses ile bir şeyler mırıldanırken küçük Clotilde babasına gülümsüyordu. Kapı açık kalmıştı. Angèle’in cılız hırıltıları duyuluyordu. Madam Sidonie hıçkırarak: ‘‘Zavallı karın… Korkarım yakında bitecek. Doktorun dediklerini duydun mu?’’ diye sordu. Saccard yalnızca keder ile başını eğebildi. ‘‘İyi bir ruhtu. Daha zengin, daha yaşama alışkın kadınlar bulsanız da böylesi bir kalbi bulamayacaksınız.’’ dedi simsar; Angèle çoktan ölmüş gibi konuşuyordu. Ablasının duraksamasında, gözyaşlarını silerken bir başka konuya değinmeye çırpındığını gören Saccard: ‘‘Bana söyleyeceğin bir şey mi var?’’ dedi.
Madam Sidonie yeniden gözlerini silerek:
‘‘Evet, malum konu ile ilgileniyordum ve sanırım birini buldum ancak böyle bir anda… Görüyorsun, kalbim kırık.’’
Saccard tek kelime etmeden kız kardeşine her ne yapıyorsa müsaade etti. Simsar, vakit kaybetmeksizin konuya girerek: ‘‘Hemen evlendirilmesi gereken genç bir kız var. Sevgili çocuk talihsiz bir olay yaşadı ve her türlü fedakârlığı yapmaya hazır bir halası var.’’
Hıçkıra hıçkıra ağlayarak duraksıyor, zavallı Angèle’in yasını tutmaya devam edercesine konuşuyordu. Döktüğü gözyaşları ile kardeşini yıldırarak konu ile ilgili soru sormasını sağlamayı amaçlıyordu. Böylece yaptığı teklif, yersiz bir ısrar olmaktan çıkacaktı. Aristide donuk bir öfkenin tesiri altında:
‘‘Hadi, çıkar ağzından baklayı. Neden evlendirilmek istiyor bu kız?’’
Madam Sidonie acılı sesiyle:
‘‘Okuldan dönüyormuş, kasabada arkadaşlarından birinin ailesinin evinde bir adam kızcağızı baştan çıkarmış. Babası olanları yeniden öğrendi ve kızı öldürmeye kalktı. Halası araya girerek kızı kurtardı ve birlikte kızın babasına, bir anlığına günaha kapılan onurlu bir adamın bu hatayı telafi etmek istediğinin hikâyesini anlattılar.”
Saccard şaşkın bir öfkeyle:
‘‘Öyleyse taşralı adam, genç kızla evlenecek mi?’’
Kardeşi çıkışarak:
‘‘Hayır, yapamaz. Adam evli.’’
Bir sessizlik çöktü. Angèle’in hırıltısı, bu titrek havada daha da acı veriyordu. Küçük Clotilde bebekleri ile oynamayı bırakmış; Madam Sidonie ve babasına, ne konuştuklarını anlıyormuş gibi iri gözlerinde bir çocuğun kuşkusu ile baktı. Saccard kısa sorular sormaya başlamıştı: ‘‘Kaç yaşında?’’
‘‘On dokuz.’’
‘‘Kaç aylık hamile?’’
‘‘Üç ancak şüphesiz düşük yapacak.’’
‘‘Ailesi zengin ve onurlu, öyle mi?’’
‘‘Hâli vakti yerinde, emekli yargıç bir babanın eski burjuva ailesi…’’
‘‘Pekâlâ, bu halanın fedakârlığının bedeli nedir?’’
‘‘Yüz bin frank.’’
Bir sessizlik daha çöktü. Madam Sidonie artık zırıldamıyor, yalnızca işini yapıyordu. Sesi, bir pazarlık masasına oturan antikacının soğuk tonu ile aynıydı. Kardeşi, tepeden bakışında biraz tereddütle:
‘‘Peki ya sen, sen ne istiyorsun?’’
‘‘Sonra konuşuruz, vakti geldiğinde bana bir iyilik yapacaksın.’’
Birkaç saniye Aristide’in sessizliğinde bekledikten sonra açıkça:
‘‘Eh, kararın nedir? Zavallı kadınlar perişan hâlde, kopmaya yakın kıyameti önlemeye çalışıyorlar. Yarın babaya adamın adını bildireceklerine dair söz verdiler. Kabul ediyorsanız onlara bir vekil vasıtasıyla kartvizitinizi göndereceğim.’’
Saccard bir düşten uyanmış gibi irkilerek bir ses duyduğunu zanneden karısının yattığı odaya tekrar döndüğünde acıyla:
‘‘Fakat yapamam… Yapamayacağımı çok iyi biliyorsun.’’ dedi.
Madam Sidonie ona gözünü kırpmadan soğuk bir küçümseme ile bakarken; Aristide’in, içinde doymak bilmeyen arzular pompalanan tüm Rougon kanı gırtlağına kadar yükseldi. Cüzdanından çıkardığı kartvizitini, itina ile adresi yazdıktan sonra bir zarfa koyan kız kardeşine verdi. Ardından, simsar aşağı indi. Saat henüz dokuzdu.
Tek başına kalan Saccard, alnını soğuktan buz tutmuş pencereye dayadı. Parmak uçları ile tıkırdattığı camın sesini duyuncaya dek kendisini unuttu. Gecenin tuhaf kütleler hâlinde asılı karanlığından huzursuzluk duyarak Angèle’in ölmekte olduğu odaya döndü. Ardına kadar açık gözleri, koca bir yaşam dolmuş yanak ve dudakları ile yastığının üzerinde doğrulan karısını görünce müthiş bir korku ile sarsıldı. Küçük Clotilde, babası arkasını döner dönmez; bir kenarda oyalandığı odadan, masum çocukluk merakına kapılarak hızla annesinin yanına dönmüş, elinde bebeği ile yatağın kenarında oturuyordu. Kafası kız kardeşinin hikâyesi ile dolu olan Saccard’ın hayalleri suya düştü. Gözlerinde iğrenç bir fikir ışıldamış olmalıydı ki Angèle, dehşete kapılarak kendisini yere atmak istedi ancak ölüm yaklaşıyordu. Izdırap içindeki bu uyanış, sönen lambanın son ışığıydı. Ölmekte olan kadın artık kımıldayamıyor, yavaşça çöküyordu; ancak gözleri, kocasının her hareketini takip etmek üzere hâlen ardına kadar açıktı. Kaderin onu yoksulluğa çivilemek için icat ettiği şeytani bir dirilişe inanmış olan Saccard, kadının yaşayacak bir saati bile olmadığını görünce rahatladı. Dayanılmaz bir tedirginlikten başka bir şey hissetmiyordu. Angèle’in gözleri; kocası ve kız kardeşinin konuştuğu her şeyi duyduğunu ve bir an evvel ölmez ise kocasının boğazına sarılacak olmasından korktuğunu söylüyordu. Bu son saatte dünyanın alçaklığını, bir haydudun yanında yiten ömür düşüncesi ile titreyen nahif ve zararsız şaşkınlığı anlatıyordu. Yavaş yavaş yumuşayan bakışları artık korkmuyor, bu zavallının uzun yıllardır talih uğruna verdiği amansız mücadelesini affetmenin bir yolunu arıyordu. Böylesi uzun bir sitem eden ölmekte olan bakışın izlediği Saccard, kendisini mobilyaların arasına atarak bir tanesinin gölgesinde kaybolmaya uğraştı. Onu deli eden bu kâbusu kovalamak isteyen adam, son gücü ile lambanın aydınlığına doğru öne çıktı ancak Angèle ona konuşmamasını söyleyen bir işaret yaptı. Şimdi ise dehşete düşmüş ızdıraplı bakışlarına, bir af vaadi karışmıştı. Bu bağışlamanın, vaktin geldiğinin habercisi olduğunu anlayan Saccard; küçük Clotilde’i kucaklayıp diğer odaya götürmek için eğildiğinde genç kadın, bir dudak hareketi ile ona kalmasını söyledi. Gözlerini üzerinden çekmeden yavaşça öldü. Bedeni soldukça bakışları daha da yumuşadı. Kocasını son nefesinde affetti. Yaşadığı gibi öldü; ağır ağır, belli belirsiz varlığı ölüm ile silindi. Saccard, hareketsizce onu izlemeye devam eden ölü bir çift gözün önünde titremeye devam ediyordu. Küçük Clotilde, annesini uyandırmamak için sessizce çarşafın kenarında bebeğini sallıyordu. Madam Sidonie döndüğünde her şey bitmişti. Tuhaf mesleklerinden biri gibi, bir tek parmak hareketi ile Angèle’in gözlerini kapatması Saccard’ı çok rahatlatmıştı. Küçüğü de yatırdıktan sonra, bir çırpıda cenaze odasını temizledi.
Şifonyerin üzerinde iki mum yakıp çarşafı dikkatlice ölü kadının çenesine kadar çektikten sonra etrafına memnun bakışlar atarak bir koltuğa uzandı ve gün ağarıncaya kadar uyudu. Saccard ise geceyi yan odada, ölüm bildirilerini yazarak geçirdi. Ara sıra duraksayarak varlığını unutana dek bildirilerini numaralandırdı. Cenaze akşamı Madam Sidonie, Saccard’ı asma katına götürdü. Büyük kararlar orada alındı. Küçük Clotilde’i; yalnız başına yaşayan, makale okumaktan başka bir uğraşı olmayan, Plassans’ta doktorluk yapan ve birkaç kez yeğenini âlim sessizliğindeki evine neşe katsın diye yanında götürmeyi isteyen kardeşi Pascal Rougon’a gönderecekti. Kız kardeşi ise artık onun Saint-Jacques Sokağı’nda yaşayamayacağını söyledi. Saccard’a bir aylığına, belediye binası yakınlarında, ona aitmiş gibi gözüksünler diye şık eşyalar ile döşenmiş bir burjuva dairesi bulacaktı. Saint-Jacques Sokağı’ndaki eşyalar ise geçmişin son kokularını silmek için dahi satılır, parası ile de çeyiz ve şık giysiler alınırdı. Clotilde, üç gün sonra güneye gitmekte olan yaşlı bir kadına teslim edildi. Aristide Saccard, kaderin ilk gülümsemeleri ile üç gün içinde yanakları dolmuş ve kızarmış gibi muzaffer; Marais’nin Payen-ne Sokağı’ndaki beş odalı ağır ve saygın evinde işlemeli terlikleri ile dolaşıyordu. Bu ev, acilen İtalya’ya gitmesi gereken genç bir başrahibin, hizmetçisine bir kiracı bulmasını söylediği evdi. Hizmetçi, ara sıra Madam Sidonie’den kumaş almaya giden bir arkadaşıydı. Özel giysileri ile kadınların ipek etekleri arasında duyumsadığı benzerliklerin içgüdüsü ile rahipleri, kadınları sevdiği gibi seviyordu. Saccard artık hazırdı, oynayacağı rolü eşsiz bir sanat ile bestelemişti. Madam Sidonie’nin; Angèle’in ölümle pençeleştiği korkunç gecede anlattığı Béraud ailesini kabul etmiş, durumun zorluklarını ve inceliklerini gözünü kırpmaksızın bekliyordu. Altmış yaşında yaşlıca bir adam olan Mösyö Béraud du Châtel, unvanları kimi soylu ailelerinkinden daha eski olan bir burjuva ailesinin son temsilcisiydi. Atalarından biri Etienne Marcel’in[5 - 1358 Paris Ayaklanması’na liderlik eden Fransız burjuvası. Krallığa karşı monarşiyi getirmeye çalışan bir reform hareketinin önderlerinden biridir. Saint-Antoine’da krala karşı çıkmakta fazla ileri gittiği ve şehri İngilizlere teslim edebileceği gerekçesi ile idam edilmiştir. (ç.n.)] dostuydu. 93 yılında babası, damarlarında şehrin cumhuriyetçi kanının aktığı bir Paris burjuvası olarak, cumhuriyeti tüm coşkusu ile selamladıktan sonra giyotinde can verdi. Kendisi, mutlak adalet ve bilge özgürlük hükûmeti hayal eden Sparta Cumhuriyetçileri’ndendi. Katılık ve ciddiyet gerektiren mesleği yargıçlıkta bunamış, 1851 yılında Fransız adaletini lekeleyen karma komitelerden birine katılmayı reddettikten sonra darbe sırasında görevinden istifa etmişti. O zamandan beri Lambert Konağı’nın neredeyse karşısında bulunan adanın, Saint Louis Adası’nın sonundaki konağında yalnız ve içine kapanık bir adam olarak yaşıyordu. Karısı genç yaşta ölmüştü. Yarası hâlen kanayan bir aile sırrı, yargıcın katı yüzünü daha da karartmıştı. Karısı ikinci kızlarını doğurduğu sırada öldüğünde büyük kızları Renée, sekiz yaşındaydı. Yeni doğan bebek Christine, Aubertot noteri ile evli olan Mösyö Béraud du Châtel’in kız kardeşi tarafından evlat edinilmişti. Renée manastıra gidiyordu. Hiç çocuk sahibi olmayan Madam Aubertot, evlat edindikten kısa bir süre sonra içinde yeşeren anne şefkati ile Christine’i öz kızıymış gibi büyüttü. Kocasının ölümü üzerine küçük kızı babasının evine geri getirdi ve bu sessiz, yaşlı adam ile güler yüzlü sarışın kız çocuğunun yanlarına yerleşti. Renée ise manastırda unutulmuştu. Yalnızca tatillerde dönen Renée’nin çocuksu eğlenceleri konağa öyle fazla geliyordu ki halası onu nihayet Visitation Manastırı’na geri bıraktığında rahat bir nefes almıştı.
Yakın arkadaşı Adeline’in ailesinin, Nivernais’deki takdire şayan mülklerinde güzel bir tatil geçirmeyi dilediği manastırdan on dokuz yaşına dek ayrılmamıştı. Ekim ayı yeniden geldiğinde genç kızı derin bir keder içinde gören hala Élisabeth hayrete düştü. Bir akşam yeğenini, yatağında acı ile kıvranır hâlde yastığında hıçkırıklara boğulurken buldu. Çaresizliğinde kaybolmuş Renée, halasına; gittiği kasabada kırk yaşlarında, varlıklı ve karısı da orada bulunan bir adamın, gıkını çıkaramadan tecavüzüne uğradığı yürek burkan hikâyeyi anlattı. Bu itiraf karşısında Élisabeth hala; küçük kardeşine olduğu kadar genç kıza da ilgi göstermiş olsaydı bu korkunç hadisenin başına gelmeyeceğine inanarak kendisini, kırk yaşındaki adamın suç ortağıymışçasına suçladı. O andan itibaren, anne şefkati ile körüklenen pişmanlığını kovalamak için genç kızın her anında yanında oldu; aldıkları tüm tedbirlere rağmen korkunç gerçeği öğrenen babanın öfkesini dindirdi; doğabilecek utanç verici ya da feci sonuçlarını düşünmeksizin babayı yatıştırmak ve Renée’yi onurlu kadınların dünyasına yeniden kavuşturmak için korkunç bir kaygıyla bu evlilik projesini geliştirdi.
Madam Sidonie’nin bu projenin kokusunu nereden aldığı bir sır olarak kaldı. Béraudlar’ın onuru bu simsar kadının sepetinde, Paris’teki her fahişenin şikâyet dilekçeleri ile birlikte sürükleniyordu. Yürek burkan hikâyeyi duyduğunda karısı ölüm döşeğinde yatan kardeşini bu proje için neredeyse zorladı. Élisabeth hala; kendisini kadersiz Renée’ye ailesinden bir koca bulacak kadar kendisini adayan bu tatlı ve alçak gönüllü kadına karşı mahcup hissediyordu. Hala ile Saccard’ın ilk görüşmeleri Fauborg-Poissonière’deki asma katta gerçekleşti. Papillon Sokağı’na bakan arka kapıdan içeri giren Saccard, ön taraftaki dükkân kısmından küçük merdiveni kullanarak gelen Madam Aubertot’u görünce iki ayrı girişin zekice tasarlanmış düzeneğini sonunda anladı. Genç adam oldukça zarif ve nazikti. Bu evliliğe borcuna sadık bir adam gibi iş ilişkisi gözü ile bakıyordu. Élisabeth hala, genç adamın karşısında titriyor; konuşurken kekeliyor ve vadettiği yüz bin frangın bahsini açmaya cesaret edemiyordu. Bir müşterinin davasını tartışan avukat edasıyla para mevzusunu önce açan Saccard’dı. Ona göre, Matmazel Renée’nin kocası olmak söz konusu olduğunda yüz bin frank gülünç bir meblağ idi. Matmazel, kelimesini özenle vurgulamıştı. Neticede, Mösyö Béraud du Châtel gibi bir adamın; meteliksiz bir damadı hor göreceği, serveti için kızını baştan çıkarmak ile suçlayacağı, hatta gizlice kendisini araştırmak gibi bir fikre kapılabileceği gibi riskler vardı. Madam Aubertot, kesinlikle bir servet avcısı olduğu yanılgısına düşülmemesi gerektiğini; söz konusu bu riskler altında, iki yüz bin franktan daha azına Renée’nin elini dahi tutamayacağını müthiş sakin ve kibar bir üslup ile açıklayan genç adamın karşısında aklını yitirse de çaresizce fiyatı ikiye katlamayı kabul etti. İyi kalpli kadın, içinde beslediği bu denli bir öfke ile bu pazarlığa oturan bir adam hakkında ne düşüneceğini bilemeden asma kattan ayrıldı.
Bu ilk görüşmeyi, Élisabeth halanın genç adamın Payenne Sokağı’ndaki dairesine yaptığı resmî bir ziyaret izledi. Bu kez Mösyö Béraud du Châtel adına orada bulunuyordu. Eski yargıç, evlilik gerçekleşinceye ve hem kendinin hem de Renée’nin onuruna sahip çıkıncaya kadar kızını baştan çıkaran bu adamı görmeyi reddetmişti. Madam Aubertot, anlaşma için tüm yetkiye sahipti. Buruşuk etekli Madam Sidonie’nin kardeşinin, çapsız herifin teki olduğu korkusunun yerini; genç adamın sahip olduğu lüksten duyduğu memnuniyet almıştı. Élisabeth halayı çok şık bir sabahlık ile karşılamıştı. Aralık maceracılarının borçlarını ödemelerinin, eskimiş çizmelerini ve dikiş yerlerinden beyazlamış fraklarını kanalizasyona atmalarının, sekiz günlük sakalını tıraş etmelerinin ardından bugünün saygın adamıydı. Tırnak aralarını temizleyen, en pahalılarından pudra ve parfümler ile yıkanan Saccard; nihayet onlardan biri olmuştu. Kibar adam ayaklarını geride bırakarak fevkalade bir kayıtsızlığa bürünmüştü.
Yaşlı kadın kontrat konusunu açtığında genç adamın yüzünde umursamıyormuşçasına bir ifade vardı. Önceki haftayı, gelecekte özgürce yapacağı dalaverelerin bağlı olduğu saygınlığın ilmini öğrenmeye çalışarak geçirdi. Kontrat konusunda:
‘‘Lütfen, bu nahoş para konusuna artık bir son verelim. Benim görüşüm; Matmazel Renée’nin kendi servetinin, benim de kendiminkinin sahibi olmamız gerektiği yönünde. Bundan sonrası ile avukatım ilgilenecektir.’’
Yeğeninin mal varlığına burnunu sokmasından endişe ettiği bu adamdan duyduğu bu cümleler karşısında rahatlamış hâlde:
‘‘Ağabeyim servetinin çoğunu toprak ve mülklerden elde etti. Kızını cezalandırmak için mallarından esirgeyecek türde bir adam değildir. Renée’ye, Sologne bölgesinde ederi üç yüz bin frank değerinde olduğu tahmin edilen toprak; yaklaşık iki yüz bin frank değerinde de Paris’te bulunan bir ev verecek.”
Böyle bir miktarı aklının ucundan geçirmeyen Saccard’ın gözleri kamaşmış, yüzünde yükselen kan akışını görmemesi için kadına yarı arkası dönük konuşuyordu. Madam Aubertot:
‘‘Beş yüz bin franktan söz ediyoruz ancak Sologne’daki mülkün getirisinin yalnızca yüzde iki olduğunu da sizden saklamak istemem.’’
Yüzündeki kayıtsızlığa eklediği bir gülümseme ile Saccard, karısının servetine müdahale etmeyeceği için tüm bunların kendisini ilgilendirmediğini anlatıyordu. Sandalyesinde oturmuş, salladığı ayağındaki terliğinin hareketini seyre dalan sevimli denebilecek umursamaz tavrı ile genç adam, yaşlı kadını saf bir nezaket ile dinliyor gibi görünüyordu. Madam Aubertot, tüm iyi kalbi ile Saccard’ı gücendirmemek adına kelimelerini dikkatlice seçerek:
‘‘Son olarak, Renée’ye bir hediye vermek istiyorum. Benim çocuğum olmadı, dolayısıyla tüm servetim bir gün yeğenlerime kalacak. Bugün onlardan biri gözyaşları içinde diye elimi sıkacak değilim. İkisinin de düğün hediyeleri çoktan beri hazır. Renée’ye, Charrone yakınlarında bulunan ve iki yüz bin frank kadar edeceğini düşündüğüm büyük bir bina vereceğim. Yalnızca…’’
Bina lafı geçince Saccard, olduğu yerde hafifçe kıpırdandı. Kayıtsız tavrının altında büyük bir ciddiyet ile yaşlı kadını dinlemeye başladı. Madam Aubertot doğru kelimeleri seçemediğinden kafası karışmış hâlde, kızararak:
‘‘Yalnızca…’’ diye devam etti. ‘‘Bu arazinin mülkiyet hakkının Renée’nin ilk çocuğuna verilmesi şartı ile. Niyetimi anlıyorsunuzdur, doğacak çocuğun günü geldiğinde sizin yükümlülüğünüzde olmasını istemem. Bebeğin ölmesi durumunda ise tüm haklar Renée’ye devredilecek.’’
Saccard kımıldamıyordu ancak kaşları, içinde duyduğu endişeyi ele veriyordu. Charrone toprakları aklında bir fikir deryası uyandırmıştı. Élisabeth hala, çocuk konusunu açarak genç adamın canını sıktığı düşüncesi ile ne diyeceğini bilemediği bir şaşkınlığa kapılmıştı. Saccard cana yakın gülümsemesini sürdürerek:
‘‘Bu iki yüz bin frank değerindeki büyük bina hangi sokakta demiştiniz?’’
‘‘Pépinière Sokağı.’’ diye cevapladı Madam Aubertot.
‘‘Astorg Sokağı’nın köşesine oldukça yakın.’’
Bu basit cümle, Saccard üzerinde belirleyici bir etki meydana getirdi. Kendine daha fazla hâkim olamayan genç adam sandalyesini yaklaştırdı; Güneyli lehçesi ve tatlı dilliliğiyle: ‘‘Sevgili Bayan, bu lanet olası para konusunu sürdürecek miyiz? Tüm içtenliğim ile size kendimi anlatmak isterim, zira güveninizi kazanamamak benim için hoş olmaz. Yakın zamanda karımı kaybettim; iki çocuğum ile çaresizlik içindeyiz, pratik zekâlı ve mantıklı bir adamımdır. Yeğeniniz ile evlenerek herkes için en iyi olanı yapmaya çalışıyorum. Şimdi bana karşı bazı ön yargılarınız varsa ileride her birinizin gözyaşlarını kuruttuğum, büyük büyük yeğenlerime kadar kim varsa zengin ettiğim vakit benden özür dilersiniz. Başarı, her şeyi arındıran altından bir alevdir. Mösyö Béraud du Châtel’in elimi sıkmasını ve bana teşekkür etmesini bekliyorum.’’
Kendisini kaybetmişti. Uzunca bir süre kibar beyefendi zırhını delip geçen ölçüsüz bir alaycılık ile konuşmaya devam etti. Plassans’ta vekillik görevi yapan ağabeyi ve vergi tahsildarı olan babasına atıfta bulundu. Konuşmasını, son bir aydır yaşadığı trajedinin bu hünerli genç adamın elinde neredeyse bir komediye dönüşmesinin istemsiz zevkini yaşayan Élisabeth halayı kazanarak bitirdi. Ertesi gün notere gitmek üzere sözleştiler. Madam Aubertot çıkar çıkmaz Saccard, belediye binasına gitti ve orada tüm gününü, ezbere bildiği bazı evrakları karıştırarak geçirdi. Ertesi gün noterde; Renée’nin varlıklarının tümünün toprak mülkiyetinden oluşmasının, ileride kızcağızın başına bela açabileceğinden endişelendiğini belirterek en azından Pépinière Sokağı’ndaki binayı satarak yıllık faize parayı yatırmanın akıllıca olduğunu düşündüğünü söyledi. Madam Aubertot bu konuyu, kendisini eve kapatmış Mösyö Béraud du Châtel’e danışmak istediğini söyledi. Saccard akşama kadar yürüyüş yaptı. Pépinière Sokağı’na gitti, mutlak bir savaşın arifesinde bir generalin düşünceli hâli ile Paris sokaklarını dolaştı. Ertesi gün Madam Aubertot, ağabeyinin yetkilerini tamamıyla kendisine bıraktığını söyledi. Kontrat, önceden belirlenen esaslara dayanarak hazırlanmıştı. Saccard iki yüz bin frank alacak, Renée’ye çeyiz olarak Sologne’daki arazi ve satmak üzere Pépinière Sokağı’ndaki bina kalacak, bebeğini kaybetmesi durumunda ise halasının hediyesi olan Charrone bölgesindeki arazinin de tek sahibi olacaktı. Kontrat, karı kocanın servetlerinin tüm idaresini koruyan mal paylaşımı esası üzerineydi. Avukatı dikkatle dinleyen Élisabeth hala; hükümleri yeğeninin tam bağımsızlığını güvence altına alan, servetini her türlü şahsın el koyma girişiminden koruyan bu kontrattan epey memnun görünüyordu. İyi kalpli kadının, yazılı tüm maddeleri başı ile onayladığını gören Saccard hafifçe gülümsedi. Evliliğin, mümkün olan en kısa sürede gerçekleşmesine karar verildi.
Her şey hallolduktan sonra Saccard, Matmazel Renée Béraud du Châtel ile birlikteliğini duyurmak için ağabeyi Eugène’in yanına gitti. Bu akıl sır ermeyecek iş karşısında Vekil’in şaşkınlığı üzerine Saccard:
‘‘Arayın demiştiniz. Aradım, buldum.’’
Kardeşinin bu cümlesi karşısında başta afallasa da çok geçmeden ne kastettiğini anlayan Eugène:
‘‘Eh, sen akıllı bir adamsın. Buraya benden düğününe şahitlik edecek insanları bulmamı söylemek için geldin, değil mi? Güven bana, gerekirse tüm sağcı kesimi oraya getireceğim. Senin adına iyi bir tanıtım olur.’’
Kapıyı tümüyle açarken alçak bir ses tonuyla:
‘‘Şu sıralar yeni çıkaracağımız önemli bir kanun üzerinde çalışıyoruz. Bu nedenle dikkatlerden uzak kalmak istiyorum. Söylesene, en azından hanımefendinin karnı belirginleşmedi, değil mi?’’
Saccard öyle vahşice bir bakış atmıştı ki Eugène kapıyı kapatırken kendi kendine:
‘‘Bir Rougon olmasaydım, bana pahalıya patlayacak bir şakaydı…’’
Düğün, adadaki Saint-Louis Kilisesi’nde yapıldı. Saccard ve Renée, düğünden bir gün önceye kadar birbirlerini görmediler. Akşam vakti, gece çökmeye yakın Béraud Konağı’nın alçak tavanlı bir odasında tanıştılar. Merakla birbirlerini süzdüler. Renée evlilik anlaşmasının haberini aldığı gün, delidolu ve pervasız hâline dönmüştü. Manastırdaki özgür yaşantısının bir getirisi olan kaprislerine kavuşmuş; uzun boylu, son derece güzel bir kızdı. Saccard’ı kısa ve çirkin buldu ancak bu çirkinliği hayat tarafından hırpalanmış üslubu ve davranışları etkileyici, zeki bir adamın yorgunluğuna yordu. Saccard, genç kızı ilk gördüğü an hafifçe yüzünü buruşturdu; boyu çok uzundu, kendinden çok daha uzun. Hiç güçlük çekmeden birkaç kelime konuştular. Baba orada olsaydı, uzun zamandır birbirlerini tanıyan ve bazı ortak günahlarını geride bırakmaya hazırlanan iki gencin hikâyesine kolaylıkla inanabilirdi. Yanlarında bulunan Élisabeth halanın yanaklarında, iki genç adına duyduğu utancın kızıllığı vardı. Eugène Rougon’un yakın bir zamanda yaptığı akıllardan çıkmayan konuşması, düğünün gündemi olmuş; gelin ve damadı geride bırakmıştı.
Düğünden bir gün sonra, karı koca nihayet Mösyö Béraud du Châtel’in huzuruna kabul edildi. Bir günde babasını daha yaşlı, daha ciddi ve daha üzgün bulan Renée, gözyaşlarını tutamadı. O ana dek genç adamın ödün vermediği kayıtsız yüz ifadesi, evin soğukluğu ve yarı aydınlığında; bakışları ile vicdanını delip geçen bu uzun boylu yaşlı adamın haşin üzüntüsünde donmuştu. Eski yargıç, kızını affettiğini söylercesine yavaşça alnından öptü ve damadına dönerek hiç düşünmeden: ‘‘Mösyö, çok acılar çektik. Bize verdiğiniz zararları bir gün iyileştireceğinizi umuyorum.’’ dedi ve elini genç adama doğru uzattı. Saccard, titremeye devam ediyordu. Mösyö Béraud du Châtel’in, kızının utancının trajedisine boyun eğmemiş olsaydı bir bakışı ile Madam Sidonie’nin tüm çabalarını nasıl da boşa çıkarabileceğini düşünüyordu. Élisabeth hala ile kendisini bir araya getirdikten hemen sonra da ortalardan kaybolmuştu. Düğüne dahi gelmemişti. Saccard; kızını baştan çıkaran adamı kırk yaşında, kısa boylu ve çirkin bulan yaşlı adamın gözündeki şaşkınlığı görünce ona karşı açık olmaya karar verdi. Yeni evli çift, geceyi Béraud Konağı’nda geçirmek zorunda kaldı. Christine iki aylığına bir yere gönderilmişti, zira on dört yaşındaki küçük kız çocuğunun bir manastırı andıran dinginlik ve huzura sahip bu evde yaşanan drama tanıklık etmesini istemiyorlardı. Döndüğünde, kendisinin de yaşlı ve çirkin bulduğu bu adamın ve kız kardeşinin karşısında bir dilsiz kadar sessizdi. Yalnızca Renée kocasının yaşının ya da kurnaz bakışlarının farkında değil gibiydi. Onu hor görmediği gibi yakınlık da duymuyor, ara sıra alaycı dokundurmalar yaptığı mutlak bir sükûnet ile davranıyordu. Saccard, kendisini evinde hissederek varlığı ile her yeri doldurdu; güçlü hitabeti ve içtenliği ile evdeki herkesi yavaş yavaş kazandı. Taze karı koca, Béraud Konağı’ndan ayrılıp Rivoli Sokağı’nda çok şık bir apartman dairesine yerleştiklerinde Mösyö Béraud du Châtel’in gözlerindeki şaşkınlık artık kaybolmuş; küçük Christine ise kayınbiraderi ile yakın arkadaşıymış gibi oyunlar oynuyordu. Renée dört aylık hamile olduğu sırada kocası, bebeğin yaşı hakkında yalan söylemeye devam edebilmek için onu kasabaya göndermek üzereyken Madam Sidonie’nin tahmin ettiği üzere genç kız, düşük yaptı. Hamileliğini saklamak için dolgun eteğinin belini öyle sıkı bağlıyordu ki düşükten sonra birkaç hafta yataktan çıkamaz hâldeydi.
Yaşadığı serüven, Saccard’ın başını döndürüyordu. Kader nihayet yüzüne gülmüştü. Altın değerinde bir pazarlık yapmış; beş kuruş para vermeden müthiş bir servet ve altı ay içinde kendisini toparlayacak güzel bir kadına kavuşmuştu. Annesinin görmek dahi istemediği bir fetüs uğruna, kendisini iki yüz bin franga satın almışlardı. O andan itibaren Charron topraklarını aşk ile düşlüyordu ancak o an için tüm dikkati, servetinin temeli olacak büyük bir vurgundaydı. Karısının ailesinin itibarına rağmen, yol denetçiliğinden istifa etmekte acele etmemişti. Bitirmesi gereken işler ve araması gereken yeni işlerden bahsediyordu. İşin aslı, henüz ilk hamlesini oynadığı savaş alanında sonuna kadar kalmak istiyordu. Orada kendisini evinde gibi hissediyordu, dilediğince pis işlerini gerçekleştirebilirdi. Yol denetçisinin planı basit ve pratikti. Şimdi planlarını gerçekleştirmek için hayal edebileceğinden çok daha fazla parası olduğundan tasarılarını büyük ölçekte uygulayabilecekti. Duvarları döven altından yağmurun her geçen gün şiddetleneceği Paris’i avucunun içi gibi biliyordu. Akıllı insanlar yalnızca ceplerini açmalıydı. Bu akıllı insanların arasına, belediye binasında çalıştığı süre boyunca geleceği okuyarak girmişti. Mevkisi ona, bina ve arazi alım satımlarında neler çalabileceğini öğretmişti. Şık giyimli dolandırıcılığın tüm püf noktalarının farkındaydı. Yüz bin franga mal olan bir şeyi bir milyona nasıl satacağını, gülümseyerek gözlerini yummuş devlet hazinesini maymuncukla açan kişinin ücretini nasıl ödeyeceğini, eski bir mahallenin göbeğinden bulvar geçirerek altı katlı evlerden yükselen ahmak seyircilerin alkışları eşliğinde yapılan hokkabazlıkların hepsini biliyordu. Vurgunculuk çıbanının henüz kuluçkada olduğu bu karanlık saatlerde onu, patronlarından daha korkunç bir oyuncu yapan; Paris’e ayrılan moloz ve alçıdan geleceği görebiliyor oluşuydu. Detaylara öyle hâkim, ipuçlarını öyle doğru birleştirmişti ki; 1870 yılında yeni mahallelerin sunacakları manzarayı şimdiden kestirebiliyordu. Zaman zaman sokaklarda kendi kaderini bildiklerine inandığı, ona derinlerden dokunan bazı evler görür; içini tarifsiz bir boşluk kaplardı.
Angèle’in ölümünden iki ay önce, onu bir pazar günü Montmartre Tepesi’ne götürmüştü. Zavallı kadın, restoranlarda yemek yemeye bayılırdı. Uzun bir yürüyüşün ardından onu kenar mahalledeki kabarelerden birine götürdüğünde Angèle çok mutluydu. O gün, o küçük tepenin zirvesinde; pencereleri uçsuz bucaksız ufku dolduran dalgalar gibi mavimsi çatılarına açılan Paris evlerinin okyanusunda yemek yemişlerdi. Masaları bu pencerelerden birinin önüne yerleştirilmişti. Paris çatılarının manzarası Saccard’ı neşelendirmişti. Tatlının yanında bir şişe Burgonya şarabı getirilmesini istemişti. Alışılmamış bir cesaret ile göğe gülümsemişti. Bakışları; kalabalığın boğuk homurtularından uzaklaşıp bu yaşayan ve kabaran denize doğru usulca inmişti. Sonbahar vaktiydi; şehir belli belirsiz grilik ve bir gölün üzerinde ahmakça uzanmış nilüferlerin geniş yapraklarını andıran yer yer kasvetli yeşillikler ile delinmiş solgun bir gökyüzü altında durgundu. Güneş kızıl bir bulut ardında batarken; arka planda hafifçe yükselen sislerin arasından, nehrin sağ kıyısındaki Madeleine ve Tuilerie tarafına altından çiy yağıyordu. Montmartre Tepesi’nden görülen bu seyirlik, Paris şehrinin efsunlu bir köşesi gibiydi.
İşte böyle bir günde, tepenin zirvesinde, pencereleri Paris’e açılan bir restoranda, mavimsi çatılı evler okyanusunda yemek yemişlerdi.
Zümrüt yeşili ağaçlar, safirden çatılar ve yakuttan rüzgârgülleri ile Binbir Gece Masalları eserinden bir bölüm gibiydi. Öyle bir an geldi; iki bulut arasından saçılan ışık hüzmesi öyle göz alıcıydı ki evler bir pota fırınındaki altın külçe gibi alevler içinde eriyip gitmişti. Çocuksu bir kahkaha ile Saccard:
‘‘Ah, bak! Paris’e yirmilikler yağıyor.’’
Angèle de bu toplaması güç yirmilikleri suçlayarak gülmüştü. Kocası ayağa kalkmış, pencerenin tırabzanlarına dirsekleri ile yaslanarak:
‘‘Vendôme sütunu değil mi, hani şurada parıldayan? Az daha sağında Madeleine, huzurlarınızda… Yapacak tonla şeyin olduğu güzel bir bölge. Ah! Bu kez, her şey yanıp kül olacak. Tüm Madeleine bir kimyagerin imbiğinde kaynıyor, görüyor musun?’’
Sesinde derin bir coşku vardı. Yaptığı bu benzetme onu oldukça etkilemiş gibi görünüyordu. Şarabını yudumladıkça kendinden geçiyor, göğsüne yaslanmış Angèle’in hizasından kollarını uzatarak Paris’i işaret etmeye devam ederek:
‘‘Evet, evet. İyi dedim, tüm mahalleler eriyecek. Kazanı ısıtıp karıştıran herkesin parmaklarında altın tozu kalacak. Tüm masumiyeti ile Paris… Heybeti ile nasıl da zarifçe uykuya daldığına bir bakın! Şu büyük şehirler ne kafasız…’’
Kazı ekiplerinin bu güzel sabahlara dalıp Anjou Sokağı’ndaki birçok evi yıkıp geçmeden yaşayacakları üç ya da dört yılı dahi olmadığını bilselerdi; batan güneşin altında hiç şüphesiz bu denli güçlü parlamazlardı. Angèle, kocasının şaka yaptığını düşünmüştü. Zaman zaman böyle abartılı ve rahatsız edici şakalar yapmaktan zevk alırdı. Bu küçük adamı, ayaklarının dibinde uzanan devin üzerinde yükselerek alaycı bir şekilde dudaklarını büzmüş yumruğunu sallarken görünce belli belirsiz bir korku ile gülümsemişti.
‘‘Çoktan başladılar…’’ diye devam etmişti Saccard. ‘‘Zavallılıktan başka bir şey değil. Şuraya bak, Halles yakınlarında… Paris’i dörde böldüler.’’
Bir pala kadar keskin ve geniş eli ile şehri dörde böler bir hareket yapmıştı.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/emil-zolya/olum-69428146/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
19. ve 20. yüzyılların başlarında, çift süspansiyon sistemine sahip lüks atlı arabalara verilen isim. (ç.n.)

2
IV. George için tasarlandığı düşünülen, tek atlı ve şoför koltuklu zarif bir Fransız fayton türü. (ç.n.)

3
Bir başlık veya şapkanın süslenmesinde kullanılan, sorguçlu kret ya da akbalıkçılın başındaki tüylerine atıfta bulunan isim. Mücevherlerdeki benzer süsleri tanımlamak için de aynı isim kullanılmaktadır. (ç.n.)

4
Mitolojide, yarı insan yarı keçi bir kır tanrısı.

5
1358 Paris Ayaklanması’na liderlik eden Fransız burjuvası. Krallığa karşı monarşiyi getirmeye çalışan bir reform hareketinin önderlerinden biridir. Saint-Antoine’da krala karşı çıkmakta fazla ileri gittiği ve şehri İngilizlere teslim edebileceği gerekçesi ile idam edilmiştir. (ç.n.)
Ölüm Эмиль Золя

Эмиль Золя

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Emile Zola’nın Rougon ve Mcquart serisinin ikinci kitabı olan "Ölüm" yazarın kitabın ön sözünde de belirttiği gibi, doymak bilmeyen arzuların romanı… Yolsuzluklarla, türlü dalaverelerle zenginlik ve itibar kazanan Aristide, güzeller güzeli eşi Renée ve ilk eşinden olan oğlu Maxime’in çevresinde geçen roman, dönemin ruhunu ve toplumsal yozlaşmayı da başarıyla yansıtıyor. Giysileriyle, yiyecekleriyle, evleriyle, eğlenceleriyle, bireysel ve toplumsal ilişkiler en ayrıntılı şekilde tasvir edilirken, devlet adamlarıyla kurdukları şaibeli ilişkiler yüzünden palazlanan yeni zenginler ve ahlaki çöküşü hızlandıran onların açgözlülükleri de olabilecek en gerçekçi şekilde romana yansıtılmış. Her şeyin fiyatının olup değerinin olmadığı bir dünyada, elbette aşk, aile, sadakat, masumiyet gibi temel ve ahlaki kavramların da olduğu gibi kalmayacağını göstermekte Zola, tartışmasız büyük bir başarı sergiliyor. "Göğsünden yarıldığı vakit, içinden yalnız kepek dökülen koca bir oyuncak bebek olmuştu; bu hâle gelmişti. Yaşamının aşırılıkları karşısında babasının kanı, cinnet eşiklerinde onu perişan eden o burjuva kanı, içinde haykırdı; isyan etti. Her cehennem düşü ile tir tir titreyen onun, Béraud Konağı’nın kasvetli ciddiyetine müptela yaşaması gerekirdi. Onu böyle çırılçıplak soyan kimdi?"

  • Добавить отзыв